Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
Adalet Menzili Menzili
Adil Yakubov İleri Yayınları (2016) Derecelendirme: ★★★★★ Etik Etiket etle ler: r: Roma Romann
1960'lı yıllar Sovyetleri... Suyun Burgut adlı Özbek Türkü'ne kurulan büyük kumpas... Kumpası kuran Ermeni yönetici... Suçlanan koca bir ulus: Özbekler... Adaleti arayan bir bir aile ve bir halk... Adaletin her dönem ne kadar uzak bir bir menzilde olduğunu, kumpasçıların her dönem devletin içinde yer aldıklarını, adaleti arayanların nasıl direndiğini okurken, adeta güncel bir "Ergenekon" romanı okuduğunuzu hissedeceksiniz... hissedeceksiniz...
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
Adalet Menzili Menzili
Adil Yakubov İleri Yayınları (2016) Derecelendirme: ★★★★★ Etik Etiket etle ler: r: Roma Romann
1960'lı yıllar Sovyetleri... Suyun Burgut adlı Özbek Türkü'ne kurulan büyük kumpas... Kumpası kuran Ermeni yönetici... Suçlanan koca bir ulus: Özbekler... Adaleti arayan bir bir aile ve bir halk... Adaletin her dönem ne kadar uzak bir bir menzilde olduğunu, kumpasçıların her dönem devletin içinde yer aldıklarını, adaleti arayanların nasıl direndiğini okurken, adeta güncel bir "Ergenekon" romanı okuduğunuzu hissedeceksiniz... hissedeceksiniz...
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
ADALET MENZİLİ Adil Yakubov Çeviren: Ahsen Battır Kapak Tasarımı: Neslihan Bilge
ISBN: 978-605-5452-01-8
İLERİ YAYINLARI® No: 262 Birinci Basım: Kasım 2014
© 2014, İstiklal Yayıncılık Dağıtım Pazarlama San. ve Tic. Ltd. Şti. Kitabın Türkiye’deki tüm yayın haklan Onk Ajans ile yapılan sözleşme gereği İstiklal Yayıncılık Dağıtım Pazarlama San. ve Tic. Ltd. Şti.ne aittir. Yayınevinden yazılı izin almadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
İLERİ YAYINLARI Yönetim Yeri: İstiklal Yayıncılık Yıldız Sanayi Sitesi Kat: 3 Cevizlibağ/İstanbul Yetkili Satış Temsilcisi: Tel/Faks: (0212) 292 65 26-27-28-29 Internet: www.ileriyayinlari.com.tr e-posta: bilgi® ileriyayinlari.com.tr Baskı ve Cilt: İstiklal Matbaası Tel: (0212) 481 92 57
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-1-
B
ibisara mama, ihtiyar Gazi’yi beklerken gözünün dalıverdiği bir sırada kapının sert sert vurulduğunu işitir gibi oldu. İrkilerek yerinden doğruldu ve “Geldim, geldim!” diyerek kapıya doğru yöneldi. Ama koridora çıkıp baksa kapının çalındığı falan yok, sadece telefon cıranklayıp duruyordu. Arkasından düşman kovalıyormuş gibi biteviye ve asabi bir şekilde acı acı inleyen telefon! Bir eliyle yaşlı kalbini bastıran Bibisara mama, telefonun yanındaki sandalyeye çuval gibi yığıldı. Hayır, kalbi onu yanıltmıyordu: Birkaç dakika devam eden zırıltıdan sonra, uzaktan, sanki doğup büyüdüğü Mercantav’dan kızı Mercanay’ın insanın yüreğini hoplatan heyecanlı titrek sesi işitildi: — Mamacan! Siz misiniz, mamacan? — Benim balam, benim, maman! — Selam mamacan! İyi misiniz, mamacan? Gazi babamlar da… — Baban da iyi.. Sen nasılsın, balacanım? Torunum Laçin iyi mi? — Torunun, Laçinciğin.. hepsi iyiler.. — Öyleyse niye ağlıyorsun? Bir şeyin yok ya, balam? -diye sordu Bibisara mama, ama yüreği meçhul bir tehlike endişesiyle kaban verdi.. Onun yüreğindeki endişe bin kilometre uzaktan kızının kalbine âyân olmuş gibi Mercanay: — Damadınız Suyun ağam.. Suyun ağam, -deyip sustu kaldı. Kızının gözlerinin dolduğunu, kendini tutmaya çalıştığını hisseden mama: — N’olmuş damadıma? -dedi eli yüreğinde- Hasta mı oldu yoksa? — Hastalansa neyse.. Onu.. Onu ap götürdüler. Bibisara mama anlamadı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Kim ap ketti? Kayga ap ketti? — Mamacan! -diye karşılık verdi Mercanay- Telefonda anlatamam. İftira hepsi! Kurban olayım, mamacan! Bir gelip gidiverin! Gazi babamla bir geliverip gitmezseniz.. Biz hepimiz burada anasından ayrılan deve yavrusu gibi bozlayıp kaldık mamacan! Beyninde “hepse mi attılar acep?” sorusu çakmak gibi parlayınca, Bibisara mamanın elleri titremeye başladı.- “Hepsedildi! Hepsedilmese kızcağızı Mercanay yuvasına yılan düşen serçe kuşu gibi kendini paralar mıydı?” — N’oldu? Doğrusunu söyle, balam! — Doğrusunu söylesem.. Kötü! Çok kötü! — Hemen gelin, hemen gelin, mamacan! — Gelelim balam, gelelim. — Gazi babamlar da gelsinler. — Tamam, tamam, balam. Gazi babanı da yanıma alır gelirim! Mercanay başka şeyler de söylemek istiyordu, fakat telefonun “guv guv” sesleri arasında onun sesi tıpkı zayıf bir civcivin cıyaklaması gibi kaybolup gitti. Bibisara mama, hasta ayaklarını sürüye sürüye salona geçti. Dört odalı koca ev, ev değil bir saray yavrusuydu, ama sanki su basmış, cenaze çıkmış gibi sessizdi. Mama bir gün önce kötü bir düş görmüş, gündüz ise sürekli sol gözü seyirmiş, içini bir kurt kemirip durmuştu. Rüyasında.. Aman ya Rabbi! Tıpkı biraz önceki gibi kapı tak tak vurulurmuş. Mama dışarı çıksa.. Kapıda göz açıp gördüğü, severek vardığı merhum kocası Memet Mergen dikilip dururmuş. Doğruca Mercantav’dan gelirmiş! Sırtında siyah çakman, başında karakul terlik, elinde cıngıl saplı kamçısıyla Memet Mergen gür bıyıklarını dikip: — Evet bibim! -dermiş gözlerinden alevler saçarak- Mercantav’ın yemyeşil yaylalarını yâdından çıkarıp Babatav gibi havadar yeri terk ederek, Allah’ın nasip ettiği helalliğini unutup başını alıp gittiğin yer bu mu? dermiş- Yoksa şu altın bileziklere mi satıldın? Şu zeb-u ziynetlere mi kandın? Bunu yapacağına Mercantav’ın kaynaklarından soğuk suyunu içip, çadırını
Adalet Menzili
Adil Yakubov
döşeyerek, kımızını yudumlayıp oturman bin kere daha iyi değil miydi, bibim? — Ağacan! -dermiş mama sıkılarak- Eğer siz daha kırkınızdayken Mercantav’da yıkılıp, zavallı bibinizi gözü yaşlı, Allah’tan dileyip aldığın kızını yetim bırakıp, bu yalan dünyadan çekip gitmeseydiniz.. Ben bedbaht Babatav’dan ayrılır mıydım? Ağlaya ağlaya gözlerimin pınarları kurudu. Siz beni bilirsiniz, ağacan! — Bilmesem, benim gibi kötü birinden gönlünü çelen şu Gazi nerede? dermiş Mergen, elindeki kamçıyı sıkarak. Mama tuhaf bir korkuya kapılıp: — Bırak şu zavallı ihtiyarı! -diye yalvarırmış- O da Allah’ın mümin bir bendesi. Ne yapayım, eğer siz “Bayçıvar”ınızda dağdan dağa uçarım ben deyip, uçuruma düşmeseydiniz.. — Uçuruma düştüysem ölmedim ya! -dermiş Memet Mergen, gözlerim kısıp, gülümseyerek- Seni denemek için böyle yapmıştım! Eğer dediklerin doğruysa, eğer gönlünü benden çelmediysen, yürü Mercantav’a gidelim! Sevgili kızım Mercanay’ın otağında büyük düğün var! Çabuk varıp yetişelim! Gençliğimizde gülüp oynaştığımız, gezip tozduğumuz yaylalarda gezip, şarkı söyleyelim, el âlemin duasını alalım!. Mama işaret parmağını dudaklarına başarmış: — Şişt, ağacan! Gazi duymasın. Ben şimdi gelirim, şimdi! -dermiş salınarak. Dermiş ve sevinçten yüreği coşarken uyanıvermiş! Mama, yavaş adımlarla yatak odasına doğru ilerledi. Odadaki lamba sönmüş olmasına rağmen avludaki elektrik direklerinden sızan ışıkla içerisi oldukça aydınlıktı. Yanyana konulan ağır ve geniş somyalardan biri henüz boştu. Sabah erkenden bilmem hangi okuldaki randevusuna giden Gazi - ne zamandan beri ona Gazi dediğini kendisi de bilmiyordu- henüz dönmemişti. Bibisara mama, yüreği güp güp atarak, yavaşça sandalyeden kalkıp salona geçti. Salon yarı karanlıktı. Avludan düşen ışık, salonun sağ ve sol tarafını kaplayan kıymetli eşyalara, raflardaki kitapların yaldızlarına, bütün duvara ve yakasından paçasına kadar madalya ve şiltlerle süslenmiş resimlere aksediyor, evin içini nura garkediyordu.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Onu en çok şaşkına çeviren şey, dün rüyasında gördüğü merhum kocası Memet Mergen’in canlıymış gibi karşısına dikilmesiydi! Sözleri, gözleri, sinirlendiği zaman dikilen bıyıkları, gelişmiş cüssesi, sert bakışları, velhasıl hepsi, hepsi mamanın sevip vardığı Mergen’in ta kendisiydi! Mergen, mekânı cennet olsun, daha otuzuna basmadan dağdan aşağı yuvarlanıp terk-i dünya eylediğinde, Bibisara mama beş altı yaşındaki kızcağızı, biraz önce deve yavrusu gibi bozlayıp telefon eden sevgili Mercanay’ını bağrına basarak, bir başına kalıvermişti. E kurban olduğum Allah! Bir insan rüyada bu kadar gerçekmiş gibi görünür müymüş? Kulağında çınlayan öktem ve öfkeli sesi bile Mergen’in gerçek sesiydi!. Mamanın yüreğini ağzına getiren husus, dün gördüğü rüya ile biraz önce telefonda işittiği şom haber arasında müthiş bir benzerliğin olmasıydı! “Sevgili kızım Mercanay’ın evinde büyük düğün var!” demişti Memet Mergen rüyasında. Evet, onun bu sözleri de, Mercanay’ın biraz önceki feryadı da boşuna değil. Mercanay’ın başına ağır bir musibet geldi ki, rahmetlinin ruhu mamanın düşüne girdi! Bibisara mama ne yaparsa yapsın, hayli zamandır yâdından çıkmış olan korkunç manzaralar, başına gelen felâketler, dert ve hasretler birbiri ardına göz önüne gelmeye başladı. O elim facianın meydana geldiği gün Memet Mergen “Mercantav” köyünde yapılan büyük tuluma katılmak için ata binmişti. O zamanlar henüz on gülünden bir gülü açılmamış olan Bibisara, kucağında Mercanay’la gözden kayboluncaya kadar ona el sallamış, sonra tıpkı bugün olduğu gibi, eli ayağına dolaşmış, yüreği sıkışıvermişti. Sonunda akşama doğru Mercantav yönünde bir kara bulut peyda olmuştu. Hayır, bu genelde olduğu gibi uzaktan naralar atarak gelen müsabakacıların çıkardığı bir toz bulutu değil, matem sessizliğine bürünmüş koca bir kalabalıktı. Kalabalık yaklaştıkça çift at üzerine bir keçeye sarılarak atılmış uzun bir cisim yürekleri yerinden oynatıyordu! Ah insan kalbi! Felaketi önceden sezermiş: Beyaz keçeye sarıp sarmalanmış şey, Memet Mergen’in cesedinden başka bir şey değildi! Ertesi gün bütün Mercantav, Memet Mergen’i atıyla birlikte, otuz arşın
Adalet Menzili
Adil Yakubov
gelen uçurumdan atlarım dediği ve yıkılıp kaldığı Bayçıvar’a defnetmişti.. Daha sonra Bibisara matem elbiselerine bürünüp bir yıl yas tutmuş, bir yıl kadar sonra yaşlı kaynana ve kaynatasıyla helalleşip kolhoz merkezine göçüp gitmişti. Şansına o yıl kolhozda bir hah dokuma atölyesi açılmıştı. Bibisara, burada işe başlamıştı. Memet Mergen’den başka kocaya varmam diye yemin etmiş; ondan kalan yadigârım Mercanay’ı babalık yüzü görmeden büyütüp, evlendirdikten sonra bu dünyadan yüzümün akıyla göçüp gitsem ve ahrette Mergen’le yüzüm ak, cismim pak olarak görüşsem başka bir şey istemem diye kafasına koymuştu. Ve sırf bu yüzden kapısını aşındıran dünürcüleri nazikçe geri çevirmiş, talihlilerini reddetmişti. Ama hayır, ben isterim otuz, Tanrı verir dokuz sözü doğruymuş. Kaderden kaçmak mümkün değilmiş. Mergen dünyadan göçtükten üç ya da dört yıl sonra şu Gazi karşısına çıkmıştı. Gazi de aslen Mercantavlıydı ve savaş sırasında şöhret kazanmış, bütün bir şehri istediği gibi yatırıp, istediği gibi kaldıran süvarilerden biriydi. Onunla halı atölyesinde karşılaşmıştı. Bibisara, o zamanlar atölyenin en başarılı işçisiydi. Bu yüzden Gazi’ye gül sunma şerefi kendisine verilmişti. Görüşmeden önce “Gazi! Gazi!” diye tempo tutulunca, onu yaşını yaşamış, dişini dişemiş bir ihtiyar kişi olarak tasavvur etmiş, ama sahneye çıkıp baksa, boylu poslu, taşı sıksa suyunu çıkaracak kadar güçlü, üstüne üstlük yakışıklı bir adamla karşı karşıya idi. Sonracığıma ağzı laf yapmasını da biliyordu. Başından geçen maceraları anlatırken, herkesi gülmekten kırıp geçirmiş, kadınların gönlünü fethetmişti. Bu da yetmiyormuş gibi, Bibisara kekeleyerek onu tebrik edip, çiçekleri sunduğunda, Gazi onun önce ellerinden, sonra alnından öpmüş, aşağıda ise herkes kahkaha tufanına boğulmuştu. Akşam ise.. Akşamleyin Bibisara işten dönünce, salonun baş köşesinde, bıyık altından gülümseyen ve aşın kilosundan dolayı Fıçı Mansur diye çağırılan genel müdür dünürcü olarak oturmaktaydı.. Anlattığına göre Gazi’nin hanımı da bir iki yıl önce terk-i dünya eylemiş; oğulları evlenmiş, kızları kocaya varmış, velhasıl herkes kendine bir yol çizmişmiş. Mercantav’a gelmekten amacıysa Bibisara gibi orta yaş hanım
Adalet Menzili
Adil Yakubov
bulursa evlenmekmiş!.. Başlangıçta Bibisara bunları dinlemek bile istememişti. Fakat Fıçı Mansur, şu geri zekalı fıçı, -geri zekalı olmasa Mercantav gibi meşhur bir kolhoza müdür olur muydu?- allem etmiş, kallem etmiş, yılan gibi alttan girip üstten çıkmış ve Bibisara’yı kandırmıştı. Bibisara, gözlerine dolan yaşlarla Mercanay’ı bahane göstermek istemiş, ama genel müdür onun da kılıfını hazırlamıştı. — Gazi dedi ki, -demişti birden tatlı bir sesle- Kızı için endişelenmesin. Onu öz kızımdan daha fazla gözetirim dedi. En iyi mekteplerde okutur, doktor çıkarırım, yaşlanınca ikimize el uzatır dedi. Daha ne istersin, balam?! Fıçı Mansur’un bütün söyledikleri neyse, ama o an son söylediği söz Bibisara’nın gönlünü yapıvermişti. Birinci ay, hatta birinci yıl boyu diyelim, Mercantav’ın başıboş akarsuları, kır ve bayırlarına doymuş olan Bibisara, sonradan kendini kafese konulmuş bir kuş gibi hissetmişti. Dört beş odalı kocaman ev bir kabir gibi sıkıcı gelmeye başlamıştı. Ama insanoğlu her şeye alışırmış. Nitekim o da yavaş yavaş bu hayata alışmıştı. Gerçi Gazi de sözünü yememişti. Mercanay’ı öz kızı gibi görmüş, belinden düşen kendi yavrusu gibi koruyup gözetmişti. Mercanay ise dokuzuncu sınıfı bitirip, onuncu sınıfa geçtiğinde, gülleri açılıvermiş; yolda yürürken, gelip geçenlerin dönüp dönüp baktıkları bir gonca olup çıkmıştı. Ama bu dünya çok kahpe bir dünya imiş! Bibisara’nın kara bahtı işte! O güne kadar tuttuğu altın olan Gazi’den şans yüz çevirmiş; önce işini, sonra altındaki arabasını, derken mağazalarını, elhasıl her şeyini kaybedip evde oturmak zorunda kalmıştı. Bir gün Gazi, mamayı yanına oturtup içini dökmüştü: — Sözüme kulak ver, hanım, -demişti çok değişik, bezgin ve mahzun bir sesle- durumumu görüyorsun. Süleyman öldü, devler kurtuldu sözü doğruymuş. Önceki genel müdür öldükten sonra, onun yerine geçen devlerin gazabına çarpıldım. Bir gün hakkın yerini bulacağına inanıyorum! Ama o zamana kadar Mercanay’ı tıbbiyede okutabilir miyim, okutamaz mıyım bir şey diyecek durumda değilim, hanım! Bu durumda.. Onu Mercantav’a
Adalet Menzili
Adil Yakubov
göndersek diyorum ben. Bir yıl dayılarında kalarak, okulu bitirip gelse mi diyorum. Çünkü uzak şehirlerden gelen gençlere daha fazla ayrıcalık tanınmakta, okula alınmaları kolaylaştırılmakta.. Sen ne dersin buna, hanım? Son zamanlarda ihtiyarın omuzlarının çöktüğünü, gözlerinin ferinin söndüğünü görüp kendisi dahi moral çöküntüsüne uğrayan mama, ağzını açıp bir kelime bile söylemeye dili varmamıştı. — Siz bilirsiniz, Gazi, -demişti sadece kalbi sıkışmış vaziyette- Kızımı yedi yaşında bağrınıza bastınız. Kızım da, ben de sizden razıyız. Evin reisi sizsiniz. Reisin sözü Hûda’nın sözü. Mercanay köye gittikten sonra top sahası gibi geniş şu koca ev, terk edilmiş mezarlık gibi ıpıssız kalmıştı. Ama her kötülük bir iyiliğe de vesile olurmuş. Mercanay bahanesiyle mama ile Gazi birkaç kez Mercantav’a gitmişler, koyun kesip, kımız içip dönmüşlerdi. Nihayet bir yıl geçip Mercanay’ın okulunu bitirme vakti yaklaştığında, edi ile büdü köye gitme hazırlıkları yaptıkları bir sırada, şu lanet olası telefon yine acı acı çalmış ve uğursuz bir haberi fısıldamıştı: Mercanay aynı okulda okuyan Suyun Burgut isimli bir delikanlı ile kaçıp gitmişti! Bu haberi işiten Gazi, göğsüne ok yemiş aslan gibi kükremiş, bağırıp çağırmıştı. Mama ise.. Önce ateşe düşmüş gibi yanıp kül olmuş, ama sonra Allah’a şükretmişti. Çünkü Mercanay’ı alıp kaçıran yiğit, biraz önce rüyasına giren ilk kocası Memet Mergen’in uzaktan da olsa akrabasıydı!.. Bibisara mama, kalbinde yeşeren garip bir ümitle, salonun sağ tarafta kalan duvarını olduğu gibi kaplayan kitaplığa yaklaştı. Raflardan birinde, muntazam şekilde dizilmiş ciltli kitaplar arasında, nefis işçilik örneğini simgeleyen büyücek bir ağaç kutu vardı.. Mama kutuyu alıp ortadaki masaya koydu. Gözlüğünü takıp yavaşça kapağını açtı: Mektuplar, mektuplar!. Memet Mergen’in yadigârı, Allah’tan dileyip aldığı, gözünün akı karası, biricik kızı Mercanay’ın mektupları! Tekrar tekrar okuyup, sevince gark olduğu, gözyaşlarıyla suladığı mektuplar! Onları eline almayalı kaç yıl olmuştu?.. Nedense Mercanay da anasına mektup yazmayı kesmişti son zamanlarda. Artık gerek duyduğu zaman telefon ediyor, yahut atlayıp geliyordu. Ama
Adalet Menzili
Adil Yakubov
daha önceleri, Mercanay bir yıl köyde okuyup gelsin diyerek gönderdiği yıllarda gönderilen bu mektupları, kızını özlediği anlarda, bir günde on defa okur, döner bir daha okur ve gönlü ferahlardı! “Sevgili amcanım, mihriban babacanım!. Sizler beni Mercantav’ a bırakıp giderken hiçbir şey anlamadınız: Ben, arkanızdan baka baka bozlayıp kaldım. Sakın birisi kızımı üzdü mü acaba diye düşünmeyin, anacan. Dayım da, engem de beni el üstünde tutuyorlar. Özellikle merhum babamın anası, büyük annem, Taşkent lehçesiyle buvim, üzerime titriyor. Öyle şirin dilli, öyle mihriban, öyle şefkatli ki, şafak atmadan kalkıyor, çorba desem çorba, kahvaltı desem kahvaltı, elhasıl canım neyi çekse hazırlayıp getiriyor. Sonra okula giderken, orada aç kalırım korkusuyla, salamlar, kaymaklı patırlar, kurabiyeler, böreklerle çantamı dolduruyor. Nineciğim, bırakın bunları, sınıf arkadaşlarımdan utanırım desem de dinlemiyorlar.. Mergen’imden kalan tırnağım, bir tanem, yâdigârım diyerek öyle seviyorlar ki beni.. Sık sık rahmetli babamın ve sizin sözünüz geçiyor. Rahmetli babamın dünür göndermeden sizi alıp kaçışını, merhum dedemin inek ve deve keserek halka emek verişini, Mercantav Mercantav olalı böyle bir düğün görmediğini anlatarak ağlıyor. Sizi de çok seviyor. Hep sizin için dua ediyor.. Ama yine de buralara, özellikle okula ve sınıf arkadaşlarıma bir türlü alışamadım. Sizi de, Gazi babamı da çok özlüyorum. Sevgili Taşkent’ imi, -ben o şehrin kıymetini şimdi anladım, mamacan!. - okuduğum okulumu, sını arkadaşlarımı, jimnastik salonumu, hepsini özlüyorum. Hepsi gözümde tütüyor.. Ah şu bir yıl bir bitse!..” Bibisara Mama, bu mektubu aldığı gün ihtiyar Gazi’ye “Okumasa da olur. Kızcağızımı alıp getir!” deyip hüngür hüngür ağlamış, ama yaşlı kurt bir türlü razı olmamıştı. Bir yıl dediğin göz açıp kapayıncaya kadar geçer. O şehirlerden gelen gençlere yol açık. İstediği yerde okur. Ben kızımı okutacağım, doktor çıkartacağım. Yaşlandığımızda bize elini uzatır diyerek iki ayağını bir pabuca sokmuştu.. Hayır. Çok geçmeden yine mektuplar almaya başlamıştı. “ Apak mamacanım, suyuklı babacanım!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Menden teşviş tartmengler. Hıyle örgenib kaldım. Sınfdaşlarım biram ahşi, biram sadde, biram dilkeş. Kızlar hem, balalar hem, hemmesi meni ahşi körişedi. Fekat bitte bala bar. ismi Suyun. Lakabı ‘Burgut’. Hemme unı Suyun Burgut deydi. Biram tegecak, biram tegecak. Öziyem cilde galeti. Bitte kök kaşka atı bar. Erteklerdegi düldül deysiz! Mektebgeyem uşa düldül ni oynatıb, curcunga dombırasını salıb keledi. Teneffüs boldı degünçe dombırasını çalıp, hammeni ağzıga karaladı, gah küldiredi, gah -lafimes mamacan!- yığlatadı. Heç kim bilmesin, yalğız sizge aytyapmen. Sınfımızdağı hemme kızlar unga zımden âşık. U bolsa.. Menge tegecaklık kılganı-kılgan. Kette inem aytdılar: Suyun Burgut merhum atamlarga karındaş bolarken. Ciyenmi -ey, ya ciyenlerining ciyenlerimi ey- öziyem şundey alacki, mergenlikdeyem, olandayem, bu ilde unga yetedigeni yok de- yişedi. Menge olan tokıb, olan örgetişni va’de kıldı”.. (“Kartanesi anacığım, sevgili babacığım! Benim için endişelenmeyin. Artık alıştım. Sınıf arkadaşlarım öyle iyi, öyle temiz, öyle tatlı dilliler ki, kızlar da, erkekler de, hepsi beni seviyorlar. Ama bir delikanlı var. Adı Suyun. Lakabı ‘Burgut’. Herkes ona Suyun Burgut diyor. Öyle şakacı, öyle şakacı ki! Ayrıca çok da enteresan bir kimse. Gök kaşka bir atı var. Masallardaki düldül dersiniz! Okula bile düldülüne binerek, heybesinde sazıyla birlikte geliyor. Teneffüs olunca sazım çalıp herkesi ağzına baktırıyor. Bazen güldürüyor, bazen -laf değil mamacan!ağlatıyor. Hiç kimse bilmesin. Yalnız size söylüyorum. Sınıfımızdaki bütün kızlar ona gizliden âşık. Ama o sürekli benimle şakalaşıyor. Büyük annem söylediler: Suyun Burgut merhum babamın akrabasıymış. Yeğeni miymiş, eğeninin yeğeni miymiş, neyse kendisi öyle kabiliyetli ki, avcılıkta, tulumda, destan söylemede buralarda üstüne kimse yok diyorlar. Bana mani yazıp, destan okumayı öğreteceğini vaadetti.”) Mama önceleri “hangi yeğenmiş bu?” deyip hatırlamaya çalıştıysa da, bir türlü çıkaramamıştı. Ama kızının bu mektubundan sonra içine bir şüphe düşmüş, daha sonraki mektuplar ise, gönlündeki şüpheyi haklı çıkarmıştı.. “Gözümün nuru mamacanım!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Dün mektubunuzu aldım. Gözlerime sürüp okudum. Hem ağladım, hem güldüm. Suyun Burgut’tan bahsetmişsiniz. Merhum babanın öyle bir yeğeni yok, ondan uzak dur, tedbirli ol demişsiniz. Katıla katıla güldüm. Niçin tedbirli olacakmışım? O sırtlan değil ki beni yesin? İnanın bana, ben ondan değil, o benden korkuyor, mamacan! Güreşlerde herkesin sırtını yere getiren dev gibi yiğit, beni görünce şaşırıp kalıyor.. Kısacası, kızınıza inanın, ona bir şey olmaz, mamacan! Dün bir otobüse binip Mercantav’a gittik. Ama Suyun Burgut otobüse binmedi. Gök kaşka atına binip geldi, ister inanın, ister inanmayın mamacan, atı öyle hızlıymış ki, kâh bizle yan yana gitti, kâh geride bıraktı. Otobüsü geçtiğinde dilini çıkarıp bizimle alay etti. Gülmekten bir hal olduk! Gittiğimiz yeri şöyle böyle hatırladım. Yanılmıyorsam, gelin olup gittiğinizde çadır diktiğiniz yerdi. Tepede Mercantav, aşağıda köknar ormanı.. Siz hep öyle söylerdiniz, mamacan! Babamlar dağdan kuş ve keklik avlayıp gelirlermiş. Kendileri ocak çatıp, köknar yakıp kebap pişirirlermiş. Ben aptal ise, o zaman ‘yemem ben’ diyerek ağlayıp sızlarmışım. Suyun Burgut’un anne babası da orada oturuyorlarmış. Otağlarına davet ettiler. Sonra güldük eğlendik. Grup grup olup şarkılar söyledik. Hatırlar mısınız mamacan, küçüklüğümde siz de babamla birlikte çok destan okurdunuz. Geceleri beni destan okuyarak uyuturdunuz. ‘Mercantav, Mercantav, Kurban olam Mercantav, Yoluna ölem Mercantav’ diye başlayan destanınız özellikle hoşuma giderdi. Burada bu destanı bilmeyen bir delikanlı, bir kız-gelin bile yokmuş. Suyun ağamlar bana da destan okumasını öğrettiler. Üzüm üzüme baka baka kızarır derler, işte ikimizin okuduğu destandan bir parça, mamacan: Mercantav, Mercantav, Kurban olam Mercantav,
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Yoluna ölem Mercantav Atam sevgen dağımsan, Mamam sevgen bağımsan, Gözüm açıp gördüğüm, Anam gibi sevdiğim, Bilemedim kadrini, Gittim senden uzağa Kaybolan çocuğun ben, Affet kızın Mercantav, İşte geldim, bükülüp, Göz yaşımı yutunup. Günahkâr kızcağızın, Af edesen Mercantav.. Destanım hoşunuza gitti mi, gitmedi mi bilemem, mamacan. Ben onu Suyun ağamlara gösterdim, Suyun ağamlar güldüler. Bu öylesine bir şey dediler. Ama destan yazmak şiirle başlar dediler. Yazı- yazıver, söyleyisöyleyiver, sonunda bir gün adam olursun, dediler.” O günden sonra Burgut dendiğinde kızcağızının ağzından bal damlamaya başlamıştı. Bir kaç kez Mercantav’a gidip geleyim diye ihtiyara yalvarmıştı. Ama bu yalan dünyanın işleri bitmez, hiçbir şey gönüle göre olmazmış. Yaşlı karı koca ha bugün, ha yarın Mercantav’a gidelim derken, kış çıkmış bahar gelmişti. Nihayet Mercanay okulu bitireceği gün varıp, dönüşte onu da alıp gelelim diyerek yol hazırlıklarına başladıkları bir gün aşağıdaki mektubu almışlardı: “Nur’u didem mamacanım, mehr-i derya babacanım! Size karşı suçluyum! Beni affedin mamacan, affedin babacan! Biliyorum: Sizler benim bahtımı düşünüp durursunuz. Kızımız hafiflik apıp, kendi geleceğini kendi eliyle mahvetti diyerek üzüleceksiniz. Lafı dolaştırmadan söyleyivereyim, mihribanlarım: Kızınız Mercanay dünyanın
Adalet Menzili
Adil Yakubov
en şanslı kızı! Biliyorum, belki de ‘Biz ne zaman seni istediğine vermeyiz dedik?’ diyecektiniz. Önce okuyun, ekmeğinizi elinize alın, düğün dernek ne zaman olsa yapılır diyecektiniz. Hepsi doğru, mamacan! Ama.. Son zamanlarda Suyun ağam ne desem dinlemedi. Öyle bir sevda derdine düştü ki, beni yere göğe güvenemez oldu. Güya ben Taşkent’e gidersem, verdiğim sözden dönermişim. Sizler ve özellikle de babam, yüksek mevkili kişilerden bir damat bularak beni ona verirmişsiniz; kâh güldüm, kâh ağladım. Bazen sinirlendim, bazen de, sizden saklayacak değilim, demek beni çok seviyor, çok kıskanıyor diyerek içim içime sığmadı.. Şimdi asıl söyleyeceklerimi dinleyin, mamacan. Final imtihanlarının bittiği günün akşamı kulüpte bir balo tertiplendi. -Siz Gazi babanla geliriz demiştiniz. Dört gözle bekledik ama gelmediniz.- Anneler babalar sofralar kurdular. Suyun ağamın babası koyun kesip getirdi. Çok güzel bir balo oldu. Suyun ağamla birlikte sizin de bildiğiniz ‘Kurban olam Mercantav, yoluna ölem Mercantav’ destanını okuduk. Suyun ağam başka bir destan daha okudu ki, dinleyenler mest oldular. İmiş, Mercantav’da yavrusuyla birlikte yaşayan bir ahu var imiş. Anası balasından, balası anasından güzel imiş. Günlerden bir gün şehirden yaşlı bir avcı gelmiş. Ahuyu çok severmiş. Ana bala ahuyu görünce nedense tüfeğine sarılmamış. Ama tuzak kurup her ikisini de canlı yakalamış ve alıp şehre götürmüş. Ne var ki şehirde ne kadar iyi beslerse beslesin, Mercantav’ın tatlı sulu yaylalarına, nehirlerine, derelerine ve köknar ormanlarına alışmış olan ana geyik, avcının kafesine dayanamayıp kısa süre sonra ölmüş. Avcı baksa ki, anasız kalan yetim yavru da ağzına çöp koymuyor, günden güne eriyip gidiyor, dayanamayıp tekrar Mercantav’a götürüp bırakmış. Çok geçmeden yetim ahuya genç bir koç rastlamış. Birbirlerini sevmişler, dağdan dağa birlikte gezmişler. Bir gün ahumu bir görebilsem diyen yaşlı avcı yine dağa gitmiş. Baksa ki, serbest bıraktığı ahunun yanında genç bir koç var. İkisi birlikte dağdan dağa birlikte gezip duruyorlar. Buna çok sinirlenen avcı koçu vurmuş, sonra da ahuyu tutup tekrar şehre getirmiş. Ama bu defa ahu yalnızlıktan sıkılmasın diyerek,
Adalet Menzili
Adil Yakubov
başka bir koç bulup yanına katmış. Dağda ölen koçu birkaç gün düşünen ahu, sonunda yeni koçla arkadaş oluvermiş.. Ne de olsa delikanlı diyeceksiniz! Öyle temiz, öyle temiz ki. Bu anlattıklarıyla ne kastettiğini belki de anlamadınız: insanlar! Yaşlı avcı, Gazi babam, ana geyik siz! Vefasız bala ahu ise ben! Aklımı oynatmama az kaldı! Balodan biraz önce Suyun ağam beni bir kenara çekerek sorular sordu. ‘Pekala, şimdi şu mesele n’olacak, Mercan?’ dedi. Ben sizin gönderdiğiniz mektupları gösterdim. Taşkent’e gidelim. Birlikte okuyalım. Düğünü sonra aparız dedim. Ama o kaşlarını çatıp: — Hayır, -dedi- Ben Taşkent’lere gitmem dedi. ‘Niye?’ diye sorduğumda ne cevap verdi dersiniz? Sana güvenmiyorum, -dedi- Okuduğum şarkıda sana söyleyeceklerimi söyledim dedi. Buna göre cevabını ver dedi. Beni istiyorsan hemen bugün seni gök kaşka atıma bindirip Mercantav’a götürürüm, yok diyorsan anne-babanın yanına gidiver, dedi, iyi düşün, bir iki saat mühlet sana, deyip, benim vereceğim cevabı bile beklemeden çekti gitti. Ne apacağımı bilemedim. Yanımda sizle Gazi babam olsaydı fikirlerinizi sorardım. Sizin de aksi gibi gelmeyeceğiniz tuttu! Balo bittikten sonra, kız arkadaşlarla birlikte eve dönüyordum. Birden tesir-tüsür at sürerek Suyun ağam çıkıp geldi. Attan inip kızlara ‘Siz gidin, Mercanay kalsın, bir ağız sözüm var!’ deyip, beni arkadaşlarımdan ayırdı. Bu defa oldukça öfkeli, üzgün ve gönlü kırgındı. — Pekâlâ, düşündün mü? -diye sordu. Ben, -Allah şahidimdir mamacan- yine sizin sözlerinizi tekrarladım. Önce Taşkent’e gidelim, birlikte okuyalım, dedim. Suyun ağam sözüme kulak vermedi: — Şeytan Deresi’ni bilir misin? -diye sordu. Bunu neden sorduğunu anlamadım. Duydum ama görmedim dedim. — Öyle bir dere var, dedi Suyun ağam. Güzün gezdiğimiz yerler aklında mı? -dedi- Oralara yakın, Ama korkunç bir dere. Oraya düşen sağ kalmaz dedi. Çehresi korkunçtu. Bayağı endişelendim. Anlattığına göre akşam biraz önceki destanını okuduktan sonra bir rüya görmüş. Rüyasında ben o ahu görünüşünde imişim. Suyun ağam da avcı
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kılığındaymış. Başım insan başıymış, ama bedenim ahu bedeniymiş. Ben kaçtıkça Şeytan Deresi’ne yaklaşırmışım. Suyun ağam ‘Dur Mercan, dur!’ diye bağırırmış. Ben onu dinlemeyip dereden atlarmışım, ama birden kuş olup karşı tarafa geçermişim.. Peşimden atlayan Suyun ağam ise dipsiz dereye düşermiş.. Sonra ne olduğunu anlayamadan uyanmışlar!. — Neyse, -dedi Suyun ağam- rüyama göre senin yolun açık. Ensesi kalın bir adamın oğluna gelin gider, mesut bir ömür geçirirsin. Ben de Mercantav’ın mağarasına çekilir, tarik-i dünya olurum! Ondan sonra ne olduğunu ben de anlamadım, mamacan. Ağlayarak kendimi kollarına atıverdim! Bir de baktım ki, gök kaşka atın sırtında yel gibi gidiyoruz. Böylece Mercantav eteğindeki yaylalara vardık. Siz de gelin olduğunuz zaman oraya gitmişsiniz. Hayal meyal hatırlıyorum.. Siz, Gazi babam, her ikiniz de üzülmeyin. Kızınız öyle talihli, öyle şanslı ki mamacan!. Kaynanamla kaynatam kızınızı koyacak yer bulamadılar. Benden rica ettiler, gelsinler, düğün dernek çatalım, birlikte millete yemek verelim, dediler.. Bu yalan dünya çok tuhaf bir yermiş. Bir gün iyi, bir gün kötü derken hayat bitiverir, gönlündeki elemler de son bulurmuş.” Sonunda düğün yapılmış ve bir yıl sonra Mercanay bir erkek çocuk dünyaya getirmişti. Gazi babası, “babası zaten burgut[2], balası laçin[3] olsun” diyerek çocuğun ismini Laçin koymuştu.. Okumak isteyen insan okurmuş. Zavallı Gazi o kapıyı çala, bu kapıyı çala, sonunda damadını da kızını da okula yerleştirmişti. Gelin-damat yazları iki üç ay bu evde kalmış, diğer aylar okula devam etmişler, Bibisara mama da torunu Laçin’i büyütmekle meşgul olmuştu. Sonunda Mercanay okuduğu okula öğretmen olmuş, veterinerlik fakültesini bitiren Burgut ise Mercantav’daki büyük çiftliğe şef tayin edilmişti. Bibisara mama ne zaman kızıyla damadını görse, Suyun Burgut’un ana-yavru ahularla ilgili koşukunu hatırlar, “Kem gözlerden saklayasın, Rabbim!” diye dualar eder, buhur yakar, üzellik tüttürür, boyunlarına muskalar asardı. Ama nazar değmişti. Ne belâ ise, damadı Suyun geçen yıl kolhoza müdür tayin edilmişti. Edilmişti ama kan kocanın başına da felâket bulutlan çeğmelenmişti. Bunlar yetmiyormuş gibi,
Adalet Menzili
Adil Yakubov
şimdi de bu uğursuz haber!.. Mama gözü hafif dalmışken, âşinâ boğuk bir sesle kendine geldi. — Yine n’oldu mamacan? Yerinden kıpırdamadan beni mi bekliyorsun? Söylemiştim ya, beni bekleme, yatı ver demiştim ya! Yerinden sıçramasına fırlayan Bibisara mama, sesin geldiği tarafa baksa, aydınlık koridorda yaşlı Gazi dikilip duruyordu. Sabah randevusuna giderken hava atıştırdığı için sırtına aldığı gri paltosu, başında araba tekerleği gibi kocaman siyah kalpağı, iri yarı cüssesiyle rüyasında gördüğü rahmetli helalliği Memet Mergen’i hatırlayınca, kendine hakim olamayıp ağlamaya başladı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-2-
Y
aşı seksene gelmiş, bir gün kamı doymuşsa, bir gün aç yatmış, fakirliği, iyiyi, kötüyü görmüş, bazen yaya, bazen atla yol gitmiş olan Gazi, mamanın içini çeke çeke ağladığını görür görmez her şeyi anlamıştı. Ormana düşen ateş, yaşı da yakarmış, kuruyu da. Merhum genel müdür terk-i dünya eyledikten hemen sonra başlayan bu yangında sadece ceplerini haram parayla doldurup, ense geliştiren, dünyanın hakimi benim diyenler değil damadı Suyun Burgut gibi ağzına haram lokma koymayan temiz insanların da alevler içinde kaldıklarını görüp duran Gazi, bu şom haber gelmeden önce de keyifsiz ve eli yüreğinde dolaşıyordu. Ama bütün bunlardan daha kötüsü, şu anda sadece çalı çırpıyı değil, koca çınarları bile yakıp kül eden bu orman yangınına giremeyeceğini görüyor olmasıydı. Yine de yaşlı gözleri masum çocuğun gözleri gibi şefkat dilenircesine bakan, kendisinden yardım bekleyen şu saf ve köylü kadınla bunu nasıl anlatacaktı? Tuhaf şeymiş şu hayat dedikleri! Bundan takriben otuz yıl önce göz açıp sevdiği helalliğinden ayrılıp, Bibisara’yla evlendiğinde merhumeden sonra bomboş kalan evime baksa, yolumu gözleyip otursa başka bir şey istemem demişti. Şimdi aradan yıllar geçmiş ve küçük bir çocuk gibi saf, koyun gibi sessiz bu kadın, gençliğinde sevişerek evlendiği merhumeden de yakın olmuştu, iyi günlerimde de, kötü günlerimde de bir vefakâr dostum olsun diye hayalinden bile geçilmemişti. Yine o zamanlar Gazi, Bibisara’nın eteğinden tutacağını, onun kızı Mercanay’ı kendi çocuklarından daha değerli, ondan doğan Laçin’i ise en sevgili torunu olarak göreceğini yedi rüyasında bile görse inanmazdı. Merhume, toprağı nûr dolsun, son derece güzel, şuh ve şeddat bir kadındı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
O ağır bir hastalığa tutulup bu dünyadan ayrıldığında, Gazi henüz ellisini biraz geçmişti. Bibisara ise o zaman henüz yirmi beş yirmi altı yaşlarında, rahmetli Memet Mergen’i hâlâ unutamamış genç bir dulcağızdı. Merhume kadar güzel olmasa da, bütün esmer dağ kızları gibi nazik, ince belli, sempatik bir gelindi. Bilmem hangi bilge şair söylemiş, “aşkın yaşı yoktur” diye! Gazi, -Niye Gazi oluyormuş? Bir zamanlar bütün bir vilayeti yönetmiş, herkesi zir titretmiş Şirbuta Narbutayev- sürekli yere bakıp konuşan, kocaman süzgün gözleri ahunun gözleri gibi pır pır eden bu genç dulun sihrine kapılıvermişti. Amma Allah şahit: Şirbuta Narbutayev, Bibisara’nın dest-i izdivacını talep ettiği zaman verdiği sözlerin hepsini yerine getirmişti! Fakat şu Mercanay!. İş kızı Mercanay’a gelince, felek ona öyle bir sille vurdu ki bütün ümitleri çil çil sönüp gitti! Her neyse! Kaderden kaçış olmazmış. Mercanay da kendi halinde mutluydu. Hem de çok mutluydu. Yeter ki şu felâket başına gelmeseydi.. Lanet olsun! Göze geldi buralar! Bir zamanlar, sabık genel müdürü terk-i dünya eylemeden önce, bu topraklar Gazi’nin nazarında, şiddetli fırtınada bütün atları geride bırakıp kanat takmış gibi uçan küheylana benzerdi! Merhum genel müdür, henüz pek çok kişi için esrarengizliğini koruyan bir şekilde ve hiç beklenmedik bir anda bu dünyadan göçtü ya, sürücüsüz kalan küheylan birden yere çakıldı. Çakıldı demek yanlış olur, kanatlan kırılıp düşüverdi!. Merhumun yerine oturup kamçısını ellerine alan yeni sürücüler ise küheylanın dizginini, elifi görse mertek zanneden bir güruhun eline teslim ettiler. İşte onlar da üç yıldır bu kendi halindeki toprakları yakıp kavurmaya başladılar! Yapmadıkları namussuzluk, çevirmedikleri dolap kalmadı. Sonunda bütün üçkâğıtçılar, sahtekârlar bir yerde toplanıp damadı Suyun Burgut gibi helal süt emmiş yiğitleri tökezletmek, onlara kara leke çalmak için söz birliği ettiler. Artık Gazi’nin eli televizyonun düğmesini açmaya gitmiyor, gözleri gazetelere bakmaya varmıyordu. Çünkü ne zaman bir gazeteyi eline alsa, diğer şehirlerde her şey güllük gülistanlık gösteriliyordu. Ne hırsızlık var, ne sahtekârlık ve ne de göz boyamacılık! Ama ne kadar rüşvetçilik, ne kadar
Adalet Menzili
Adil Yakubov
milyoner varsa hepsi burada! Bu şehirdekilere inanmayın! Onlar üçkâğıtçının teki! Kendilerini fakir gösterdiklerine bakmayın. Ölen bir pamuk işçisinin çapanından bile bir kese altın, bir torba para çıkar!.. Gazi, zaman zaman bu tür dedikodular kulağına çalındığı zaman dünyası kararır, sabahlara kadar gözünü kırpmaz, kalbi, yaralı kuş gibi oynardı. Bir tek kendisi üzülse iyi. Zavallı Bibisara da onunla birlikte üzülürdü. Yaşlı kadın ihtiyar kocasına su getirmekten, ilaç taşımaktan, çay hazırlamaktan yorgun düşer, sabaha kadar başında bekler dururdu.. Ama ananın oynaşı kadı ise derdini kime anlatırsın sözü çok doğru bir sözmüş! Adalet yolunda nâra atıp, at koşturduğu gençlik yıllan olsaydı, bunlara ne yapacağını kendisi çok iyi bilirdi. Hâlbuki şimdi neredeyse seksenine merdiven dayamış, bileğinde güç, belinde kuvvet kalmamış yaşlı bir ihtiyarın değil, bileğine sağlam yiğitlerin bu işleri yapması gerekirdi. Duyduğuna göre onlar için de şu anda fare deliği bin akça imiş!. Yine de Tanrı korumuş Gazi’yi! Bundan onbeş yirmi yıl önce merhum genel müdürü bir gün onu Taşkent’e, kendi bürosuna çağırıp uzun uzun sohbet etmişti. Saçlarina tek tük ak düşmüş olsa bile, pak yüzlü, uzun boylu, tatlı dilli bu adam, rahmetli genel müdür, canı istediği zaman tatlı sözler, samimi davranışlarla insanın gönlünü almasını da bilirdi. O zaman da böyle yapmıştı. Şirbuta Narbutayev’in şehirde yaptığı hizmetlerin çok değerli olduğunu, şehir halkının bu hizmetleri hiçbir zaman unutmayacağını üstüne basa basa dile getirdikten sonra, “Hayatın kanunu böyle” -demişti birden mahzun bir edâ ile- “Evlatların yerine yeni evlatlar gelirmiş. İnsanların birbirlerinin yerini alması şartmış. Hayat bizi buna mecbur ediyor. Netice-i kelam, eğer alınmazsanız, sizi merkeze alalım aksakal. Yaşınız ve şöhretinize münasip, rahat bir iş verelim. İyi bir ev ve araba verelim. Vilâyette kendi elinizle yetiştirdiğiniz genç kardeşlerinizden, güvenilir öğrencilerinizden birini yerinize tâyin edelim..” Gerçekten de rahmetli sözünü yerine getirmişti. Gazi’yi merkeze almış, önemli bir mevki olmasa bile, makam arabası bulunan imtiyazlı bir makama tayin etmiş ve şu koca evi vermişti. Yine de -insanoğlu çiğ süt emmiş ya!-
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Şirbuta Narbutayev bir süre merhuma kırılmıştı. Doğru, altmışına girmişti. Ama yaşı altmışı geçip yetmişe merdiven dayadığı halde altın koltuklarını bırakmayanlar çoktu! Fakat Gazi şimdi geriye dönüp bakınca, merhumun kendisine ömür boyu unutamayacağı bir iyilik yaptığını anlamıştı. Çünkü yetmiş bir yanda dursun, seksen yaşına gelip de koltuklarını muhafaza edenler dahi “yandım anam!” diye feryat ediyorlardı. Hatta Gazi’nin yerine tayin edilen, kendi eliyle yetiştirdiği öğrencisi, helal süt emmiş genç yiğit bile feryat ediyormuş. Bu şom haberleri Gazi henüz bugün işitmişti.. Gazi’yi daldığı efkâr boğuntusundan mamanın hazin, içli sesi çekip çıkardı: — Kızcağızım ağlaya ağlaya bir hal oldu. Bütün ümidimiz Gazi babamlarda dedi. Babamız gelip imdadımıza yetişmezse, halimizi soran bir Allah’ın kulu yok dedi!. Bembeyaz başını ellerinin arasına alıp düşünmekte olan Gazi, elini halsizce alnından çekip Bibisara mamaya baktı. Mama, kendisine çok yakışan, henüz solmamış bembeyaz yazmasıyla ağzını burnunu kapatmıştı ve sadece masum çocuk gibi oynayan buğulu gözleri görünüyordu. Gazi, bu buğulu gözlerle karşı karşıya gelince, içinden “Mamacan, ah mamacan! Sen daha ne biliyorsun ki?” diye geçirdi. Ama dilinin ucuna gelip gelip giden bu sözleri içine atarak yavaşça yerinden kalktı. Kalkarken: — Bırak, ağlama bibican! -deyip onun zayıflayıp kalmış omuzuna elini koydu- Hazırlıklarını tamamla. Sabah erkenden yola çıkalım, mamacan!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-3-
S
uyun Burgut hapse atılalı bir hafta olmuştu. Bu süre içinde Mercanay’ın beynini bir kurt gibi kemiren, bir dakika rahat yüzü vermeyen tek bir soru vardı: Kocasının suçu neydi? Ne cinayet işledi ki, hapse atıldı? Kendini ne kadar paralarsa paralasın, gözüne bir damla uyku girmiyor, sabaha kadar avluyu adımlıyordu. Bir ara geçen yaz meydana gelen bir olay gözünün önünde canlanıverdi. O gün Suyun Burgut’un şef olarak çalıştığı Mercan tav eteğindeki çiftliğe vilâyet komitesinin birinci sekreteri Cemaleddin Necmeddinov helikopterle gelmiş, daha da kötüsü o gün aynı yerde Necmeddinov ona destek çıkarak Mercantav kolhozuna genel müdür olarak tayin edilmesine razı olmuştu. O gün aynı zamanda Laçin’in doğum günüydü. Bir gün önce kolhoz merkezinden Laçin’in üç dört sınıf arkadaşı gelmişti. Bunların arasında Altınay ve Gümüş Bibi isminde iki kız arkadaşı da vardı. Suyun Burgut sabah erken saatte gençleri yanına alarak dağa gitmiş, Mercanay ise Altınay ve Gümüş Bibi’yle birlikte boğırsak[4] pişirip, kımız hazırlamaya girişmişti. Altınay kendi halinde bir köylü kızı olmasına rağmen, okulun jimnastik birincisiydi ve büyük müsabakalara katılmış, ince yapılı, sıcakkanlı biriydi. Mercanay, oğluyla Altınay’ın bazen kavga edip, bazen sıkı fıkı olsalar bile, aslında birbirlerini sevdiklerini biliyordu. Bu yüzden eline çabuk, sülün gibi sevimli bu kızı gözü tutmuştu. Laçin’le birlikte okusalar da, okuldan sonra onu oğluma alsam, evime gelin etsem diye geçirirdi içinden. Bu yüzden mi, yoksa oğlunun doğum günü olduğu için mi, her ne ise, gençleri beklerken,
Adalet Menzili
Adil Yakubov
üçü bir olup, abla bacı gibi elbirliğiyle işe girişmişlerdi. Bir ara gökyüzünde uğuldayan sesler işitilmiş, dışarı çıkıp baktıklarında sesin bir helikopterden geldiğini anlamışlardı. Irmağın öte tarafındaki yemyeşil meydana konuyordu. Otağlardan çıkan çocuklar bir anda etrafı velveleye verip, o tarafa doğru koşuşmuşlar; dağa çıkan delikanlılar da helikopteri görmüş olsalar gerekti ki, bir süre sonra da onlar gelmişti. Helikopterlerden inen kişi Necmeddinov ve birkaç askerdi. Misafirler ikiye bölünmüş, Laçin’in arkadaşları getirdiklerini masaya bırakarak tekrar dağa çıkmışlar, helikopterle gelenler ise nehir kenarına, çevresi köknar ağaçlarıyla kaplı yemyeşil bir alana çadır kurmuşlar, gün boyu yiyip içmişler, balık avlamışlar, küfenki taşlar üzerine şişe dikip atış yarışması yapmışlardı. Bütün gün servis yapan Mercanay, gece yarısına doğru yorgunluktan bitkin bir halde divana uzanıvermişti. Diğerlerine örnek olayım diye Mercantav’daki otağını da kolhoz merkezindeki evi gibi pırıl pırıl etmişti. Derken otağın girişinde Suyun Burgut belirmişti. Oldukça çakır keyifti. — Uyanık mısın, Mercan? -diye fısıldamıştı- Uykun geldiyse uyuyuver.. Mercanay gülmüştü. — Hem uyandırdın, hem de uyuyuver diyorsun! Suyun Burgut, gayr-ı ihtiyari kikirdeyerek yanına gelip uzanmıştı. — Affedersin Mercan. Konuşmamız gereken önemli bir mesele çıktı da. Mercanay, kocasının “konuşmamız gereken bir mesele” sözünü işitir işitmez kalbinde hissettiği belli belirsiz bir endişeyle: — Genel müdür mü yoksa? -demişti- Fıçı Mansur.. Mansur ağamlar ne dediler? Suyun yine aynı çakırkeyf havayla: — O emekliye ayrılıyormuş! -demişti. — Kabul eder mi peki? — Kabul etmezse bana ne? Bu yukardakilerin problemi. Aslını sorarsan… Fıçı Mansur, şu Necmeddinov’un vilâyet komitesine birinci sekreter olmasına karşı çıkmış. Aleyhinde çalışmış. Necmeddinov hepsini biliyor!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Necmeddinov’a hep karşı idi Fıçı Mansur! Ben mi dedim ona amirlerinle atış diye? Bekçiyle polisten dost, it derisinden post olmaz demişler! Aslında Mercanay her şeyden haberdardı. Necmeddinov komite başkanı olduğu günlerde de kocasıyla samimiydi. Genel müdüre haber vermeden, daha doğrusu ona bildirmeden sık sık Mercantav’a gelir, bir bir buçuk gün fundalıkta kuş falan avlar, piknik yapar giderdi. Ama çiftlik müdürünün ayakçıları anında olup biteni ona ulaştırıyorlardı. Bu yüzden kocasıyla genel müdür arasındaki buzlar bir türlü erimezdi. Ama genel müdür Suyun’un samimiyetini bildiği için, ne olursa olsun, sesini çıkarmaz, fakat kinini içine atmayı da eksik etmezdi. Peki ya şimdi? Ya bu sözleri işitince ne diyecekti? Mercanay karanlıkta kocasının elini tutup hafifçe okşamıştı: — Suyun ağam. İyi düşün. Ne de olsa sizi bu işe alan şu kötü müdür! Bilesin ki, bu adamın elinden her şey gelir!. Suyun Burgut, elini yavaşça Mercanay’ın elinden çekmiş ve: — Suyun Burgut sözünden dönen namertlerden değildir. Söz verdim bir kere. Sözümde dururum ben. Başa düşeni göz görür derler hanım, -demiş, sonra da hırsla yerinden kalkıp, otağdan çıkıp gitmişti. Ama Mercanay’ın dedikleri aynen çıkmış, misafirler kahvaltı yapıp, kalkmak üzereyken Fıçı Mansur çıkagelmişti. Onun ipek gömleğini uzaktan tanıyan Mercanay: “Eyvah, işte müdür de geldi!” diyerek telaşa kapılmıştı. Gençliğinde ince yapılı, boylu poslu olan genel müdür, sonra nedense aşırı kilo almış ve Volga’ya sığmaz olmuştu. Adamlarının anlattıklarına bakılırsa şişko kamını deri bir torbayla bağlayıp içerden bir kayışla boynuna asarmış. Hatta bu iş için özel yaptırdığı korse bütün Mercantav’da herkes tarafından bilinirmiş. Mercanay’ın söylediklerini işiten misafirler dışarı çıkmışlardı. Necmeddinov’u gören genel müdür, onun “Oo.. İnmeyin aksakal, inmeyin!” demesine bile aldırmadan, yumuşak deriden özel yaptırdığı papuçlarına zar zor sığan ayaklarını halsizce oynatarak şoförünün yardımıyla arabadan yavaşça inip, misafirlere doğru salma salına ilerlemişti. — Eee.. Hangi rüzgar attı patron? Buralara geliyorsunuz da, fakiri yoklamıyorsunuz ha? Biz gariblerin suçu ne, Necmeddin ağa?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Damar damar kızıllık basmış kıpkırmızı çehresinde, yağ bağlayıp, yuvasına çekilen kısık gözlerinden eksik olmayan soğuk bakışlar yine yılanın soğuk yüzü gibi dikilip duruyordu. Necmeddinov bir dakika kadar şaşkınlık geçirdikten sonra, sinirlerine hakim olmaya çalışarak kollarını açıp: — Bir kaşık kanımdan geçin[5], atahan! -demişti- Bu generaller dağda keşif yapacaklarmış. Onların hatırı için tesadüfen geldim. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, dönüşte yanınıza uğrayıp bir selam vermek niyetindeydik!.. Fıçı Mansur başındaki takkesini sıyırıp, Kırkağaç kavunu gibi tüysüz, dümdüz başını kaşımıştı: — Yok ulum[6], ata-bala kavgalı mıyız ki, öyle olsun? Atasını unutan ul [7] nasıl uldur Celaleddin Necmeddinoviç? Genel sekreter yine gülmek için kendini zorlamıştı: — Söyledim ya, dönüşte uğramayı düşünüyorduk. Aha, Suyun Burgut kendisi söylesin.. — Suyun Burgut! -demişti genel müdür kaşlarını çatarak- Burgut da benim ulum! Ulum olmasa.. İki bin atı inanıp teslim eder miydim? Ama doğrusunu söyleyecek olursam, ulum Celaleddin, son zamanlarda atasını unuttu bu ulum! -Sonra çatılan kaşları altında tıpkı dallar altında kalan ve ıpıl ıpıl yanan su birikintisi gibi parlak gözlerini genel sekreterden çevirerek, ok gibi dikilip duran Suyun Burgut’a bakmıştı: — Ama, atasını unutan ul, ul mu? Allah kahretmez mi böyle ulu? Suyun Burgut, durup dururken kamçı yemiş at gibi gerilip bir şeyler söylemek istemişse de Necmeddinov: “Ata-bala birbirlerini affetmelidir. Hata Burgut’ta değil, bende atahan!” deyip iki tarafı yatıştırmaya çalışmış, sonra da tokalaşıp, özür dileyerek helikoptere binip gitmişti. Genel müdür ise, Mercanay’ın yalvarıp yakarmalarına kulak asmaksızın çobanlardan haber almam lazım deyip, arabaya binerek, bir şey ikram edilmesini bile beklemeden uzaklaşmıştı. O günden sonra Mercanay’ın kalbine bir şüphe düşmüştü. Çok geçmeden
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kolhoz pazarında “Fıçı Mansur gidiyormuş, yerine de Suyun Burgut gelecekmiş” şeklinde dedikodular yayılmaya başlayınca, Mercanay’ın boğazından lokmalar geçmez, yüzü gülmez olmuştu. Çünkü dostlar sevinmiş, düşmanlar ise selamını dahi almaz olmuştu. Mercanay yine bir gece kocasına: “Can Suyun ağam, arı yuvasına çöp sokuyorsun, bırak bu işi!” diye yalvarıp yakarmış, ama artık ok yaydan fırlamış, ipler Burgut’un elinden çıkmıştı. Bir hafta sonra vilayetten adamlar gelip kolhozda büyük bir toplantı yapmışlardı. O zamana kadar Suyun Burgut -adamlarının söylediklerine bakılırsa Fıçı Mansur dahi- gizli ve açık şekilde birkaç kez vilayet merkezine, sonra da Taşkent’e gidip gelmişlerdi. Mercanay toplantıya gitmeyip, evde oturarak kocasının adının kötüye çıkmaması için Allah’a dua edip durmuş, ama duaları arş-ı âlâya bir türlü ulaşmamıştı. Sonradan işittiğine göre genel müdürlük için üç aday çıkmış. Birincisi vilâyetteki büyükbaşları öfkelendirmiş olan muhasebe şefi adaylıktan çekilmiş, uzun tartışmalardan sonra yapılan gizli oylamada Fıçı Mansur 17, Suyun Burgut 75 oy almış. Neticeler açıklandıktan sonra bütün ehl-i kolhoz yarım saat Burgut’u ayakta alkışlamış.. Oğlu Laçin omuzlarını gererek, gözlerinin içi gülerek anlatmıştı bütün bunları. Başkaları ise güya Fıçı Mansur duyacakmış korkusuyla çevrelerini kontrol ede ede Mercanay’ın kulağına fısıldamışlardı olup bitenleri.. İşte o günden sonra evin tadı tuzu da kaçıvermişti. Yok, Mercanay böyle söylerse Allah’ın gücüne gidebilir. İlk beş altı ay evleri şen şakraktı. Kocası yeni işine dört elle sarılmıştı. Kocasını ne kadar severse sevsin, ona ne kadar hürmet gösterirse göstersin, onun böylesine cesur, böylesine kabiliyetli olacağını hayaline bile getirmezdi Mercanay. Burgut, işe kolhozda bazı inşaatlar yapmakla başlamış; önce bir tuğla tezgâhı kurdurmuş, kolhozun eski kulübünü restore ettirmiş, cihazlarını yeniletmiş ve bir zamanlar depo olarak yapılmış binayı restore ettirerek gençler için güzel bir spor salonu haline getirmişti. Sonra en uzak yerlerdeki ampullere varıncaya kadar güzel bir değişiklik yapıp, her tarafı ışıklandırmıştı. Doğru ya! Daha dün av denince Mercanay’ı bile unutan, tulum denince
Adalet Menzili
Adil Yakubov
çiftliği dahi bir yana bırakıp, çölde nâra atıp gezen Burgut’un böyle gayretkeş, böyle cesur olduğu kimin aklına gelirdi? Çok geçmeden herkes Suyun Burgut ismini saygıyla anar olmuştu. Mercanay da yavaş yavaş içindeki endişeleri bir kenara bırakmış, kocasıyla iftihar etmeye, muhabbetine muhabbet katmaya başlamıştı. Gel gör ki, iti anarsan taşı yanında hazır tut sözü doğruymuş. Herhalde kocası nazara gelmişti. Altı ay sonra dağda hiç beklenmedik bir felâket yüz vermiş, Mercanay’ın Allah’tan dileyip aldığı huzur yine el sallayıp gözden kaybolmuştu. O yüzden Mercanay ne zaman bu olayı hatırlasa yüreği kabarıverirdi. Okullar yaz tatiline girmişti, işine tam vaktinde giden Suyun Burgut, ondan bundan atıştırıp kahvaltı yapmış, yerinden kalkmak üzereyken, kapı zili sanki bir yerdeki yangını haber verir gibi acı acı ötmüştü. Eli yüreğinde dışarı çıkan Mercanay baksa ki, sokakta kocasının yeni arabasının yanında Altınay dikilip duruyordu. Her zaman şık giyinen kızcağız, nedense şimdi sırtında eski bir çapan, başında rengi solmuş bir eşarp, ayağında soğukkuyu lastik, kireç gibi bembeyaz bir çehreyle dikiliyor, uzaktan, ihtimal dağdan binip geldiği beyaz atı ise ağzından köpükler saçıyor, Altınay gibi tir tir titriyordu. Mercanay, yüreği güp güp atarak, kızın omuzlarım sıvazlamıştı: — Nime boldı? Nime kıldı, kızgine?[8] Altınay, evden çıkan Suyun Burgut’u görünce pık-pık ağlamaya başlamıştı: — Ağılda yangın çıktı. Altı yüz koyun yandı kül oldu.. Suyun Burgut, dengesini kaybedip, kapı sütununu kucaklayıp kalmıştı. — Ne dedin? Yangın mı? Altı yüz koyun yanıp kül oldu mu dedin? Ne zaman? — Gece, -diye cevap vermişti Altınay hüngürdeyerek. — Adamlar.. Baban.. Derviş Duduk[9] nerdeydi? — Ahırda. Hepimiz televizyon seyrediyorduk, amca. — Televizyon! Bok mu vardı televizyonda? -Bugüne kadar ağzından küfür
Adalet Menzili
Adil Yakubov
çıktığı görülmeyen Suyun Burgut, ağzına gelen küfürleri sıralamaya başlamıştı.- Peki, ben gidiyorum, Mercan! -Sonra evden çıkmakta olan Laçin’e dönmüştü: — Sen de atla arabaya! Altınay’ı bu durumda görünce şaşkına dönen Laçin: — Tamam baba, -demişti büyük bir itaatkârlıkla. — Kaldırgaça[10] su ve yem vereyim, hemen! -Kaldırgaç dediği genç bir safkan küheylandı. Burgut, genel müdür olmadan önce yeni Volgasını vererek onu Türkmenlerden satın almış ve oğluna hediye etmişti. Laçin de gerçekten kaldırgaç gibi güzel, sinesi kaldırgaçın kanadı gibi parlayıp duran bu küheylanından bir dakika olsun ayrılmak istemezdi. Oğluna hiçbir zaman sert konuşmayan Burgut, nedense şimdi birden bağırıp çağırmaya başlamıştı: — Suyunu muyunu anan versin kaldırgaçın! Bin arabaya! Suyun Burgut arabaya binip kapıyı sertçe vurmuştu. Laçin ise hık-mık edip, geriye dönmüş olan Altınay’a şöyle bir bakıp, ister istemez arabaya binmişti. Onlar gittikten sonra Altınay, kâh içini çekerek, kâh burnunu tutarak meydana gelen felâketi bir bir anlatmaya başlamıştı. Altınay’ın babası Derviş Duduk’un, ömrü dağ başlarında koyun gütmekle geçen temiz kalpli, saf çobanın ahin Mercantav’ın batı tarafında, “Cadı Deresi” denilen derenin ardında kalın bol otlu, bol bitkili bozkırlarda idi. Derviş Duduk kendisi gibi mihnetkeş, çalışkan kardeşiyle birlikte iki ağıla birden bakar, kardeşi bekçilik, kendisi ise çobanlık yapardı. Geçen yıl yazın ağıllara jeneratör konulduktan sonra Suyun Burgut iki kardeşin yıllarca verdikleri hizmetleri göz önüne alarak, kolhoz hesabından renkli bir televizyon hediye etmişti. Artık her akşam iki kardeşe düğün bayramdı. Her gün Derviş Duduk’un basık tavanlı geniş salonunda konu komşu, ağabey kardeşin yirmi kadar çocuk ve torunları yığılıp televizyon seyrediyorlardı. Aksi gibi olayın meydana geldiği akşam da bilmem hangi yazarın meşhur tarihi romanından uyarlanmış bir film vardı. Herkes filmin en heyecanlı yerindeyken birden dışarda şimşek çakıyormuş gibi ışıklar parlamaya başlamış, televizyon kararmış, avluda ise sanki biri kocaman bir ateş yakmış gibi her taraf gündüz gibi olmuştu..
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Evdekiler gürreden dışarı çıkmışlardı. Baksalar, kalın duvarla çevrili koca avlunun batı tarafındaki damında dağ gibi yığılmış olan kuru ot, yonca ne varsa yanıp duruyor. Damdan aşağı yuvarlanan koca yonca balyaları sundurma etrafında kağıt gibi parlayıp, gaz dökülmüş gibi alevlerini göğe doğru savuruyorlardı. Felâketler nadiren yalnız gelirmiş; bir geldi mi birbiri ardına sökün edermiş sözü doğruymuş! Altınay’ın anlattığına göre yangında bir hafta önce de ağıla iki sırtlan girmiş ve beş altı tane koyunu tetef edip kaçmıştı. Bu olaydan sonra kapılara kocaman kilitler asılmış, kapanlar kurulmuştu. İşte bu yüzden ağıl çevresinde “Kilit! Kilit kimde?” diyen bağırtı çağırtılar işitilmiş, ama kilit bulununcaya kadar bütün ağıl alevler içinde kalmış. Güya ağıl içinden insan yüreğini parçalayan meleşmeler işitilir, bu sesler birbirine koşulup ana-babalar, feryadını anımsatırmış!. Bu feryatları işiten çevre halkı ellerini göğe kaldırarak yalvarıp yakarıyorlarmış! Onlarla birlikte ağlayan Altınay, yangın ateşinden gündüz gibi aydınlanan avluda o taraftan bu tarafa koşuşturan zavallı babasını görmüş. Başındaki terlik uçup gitmiş, sırtındaki çapanı ve gömleği kim bilir nereye kaybolmuş olan zavallı babası, elinde bir kazmayla didinip dururken bir yandan da bağın- yormuş: — Ey müslümanlar! Bu ağılın erkekleri nerde? Buldozere! Nerde? Sürün buldozerleri! Yıkın duvarı, yıkın! Altınay’ı şaşkına çeviren şey babasının konuşamaz hale gelip dişinin kenetlenmesiydi. Babası elinde kazmayla ağıl duvarlarını yıkmaya çalışırken, buldozer sürücüsü seyretmekle yetmiyormuş. Sonunda ağılın damı pat pat çökmeye başlamış. Mercanay, her ne kadar Altınay’ın anlattıklarıyla yüreği ağzına gelmişse de, kızcağızı elinden geldiğince teselli etmiş, “Korkma, her şey düzelir” demişti, ama asıl kendisi hop oturup hop kalkmaya başlamış, dama çıkıp Mercantav’ın yolunu gözler olmuştu. Şu anda Suyun Burgut’un karartısını, arabasının egzozundan çıkan dumanı bir görebilmek için dünyalar verirdi! Allah hiçbir kulunun başına dert vermesin. Böyle anlarda saatin yelkovanı bile kadrana yapışmış gibi bir türlü ilerlemez, gökteki güneş dahi yerinden kıpırdamazmış! Yürüsene be saat!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Mercanay ile Altınay, sırf vakit geçsin diye hamur açıp ekmek yapmakla uğraşmışlar, dağdan beyaz köpüklere karışıp gelen atla kaldırgaça yem ve su vermişlerdi. Bu arada da en az on kere dama çıkıp Mercantav yolunun gözlemişler; kalblerindeki korku, yaşadıkları tehlike ve facia bugün onları ana kız haline getirmişti, ama hâlâ yolda bir insan karartısı yoktu! Nihayet akşama doğru güneşin battım batıyorum dediği bir sırada Mercantav yönündeki yüksek kırda bir avuç karartı göze çalınmıştı. Bir süre sonra da âşinâ araba gelip kapılarının önünde durmuş, baba-oğulun durumunu gören Mercanay’ın yüreği endişeden güp güp atmaya başlamıştı. Suyun Burgut, bir gün içinde sararıp solmuş, çöp gibi kalmıştı. Oldum olası karayağız çehresi aleve tutulmuş çam gibi kararmış, kıygır burnu iyice sivrilmiş, göz yuvalan adam akıllı içine batmıştı. Laçin de kocaman açılmış gözleriyle kötü bir rüya görmüş çocuğu andırıyordu! Suyun Burgut içeri girer girmez, hiç kimseye bir tek kelime dahi anlatmadan doğruca telefona sarılmıştı. — Halk kulüpte toplandı mı? Ne? Kulübe sığmadı mı? Yahşi! Dağdaki çobanlar, yılkıcılar[11] da geldiler mi? Sağol, sağol! Hemen geliyorum! Sonra oğluna dönmüştü: — Sen ne yapıyorsun? Gelecek misin? — Geleceğim! — Gidelim! Suyun Burgut çıkış kapısına yönelirken, eşikte durup Mercanay’a bakmıştı: — Böyle işte Mercanay! -demişti yüreği sancıyormuş gibi göğsünü ovalayarak- Yolda oğlumla konuştuk. N’olursa olsun, bu iki çobanı hapse düşmekten kurtarmak şart. Hapse atılırlarsa çoluk çocuklarına kim bakar? Hepsi de akşama kadar, ekmek bekleyen küçücük çocuklar. Babalarından ayrılıp yetim kalırlarsa kim ekmek verir onlara? Amma lâkin.. Çobanları korumak için telef olan koyunların yerine koyun bulup vermek gerekir. Hükümetin bir tek koyunu bile zayi edilemez. Ben şimdi halka müracaat edeceğim. Fakat halktan yardım isteyen insanın ilk önce kendisinin fedakârlık yapıp örnek olması gerekir. Sen ne dersin, Mercan?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Ne derim ben? Doğru söylüyorsun -diye karşılık vermişti Mercanay heyecanlı bir âhenkte. — Madem doğru, ulumla biz yolda hesap kitap ettik. Yazıdaki ağılda elli baş koyunumuz vardı. Kuzusuyla muzusuyla yüz baş olmuştur. Kaldırgaçı ve senin ineği söz dışı tutuyorum. Ama koyunları vereceğim. Yüz koyun! Hepsini vereceğim. Ne diyorsun? Suyun Burgut bir sevab işe kalkışmış da Mercanay ne zaman yok demişti ki? Kadıncağız yüreğindeki ana şefkatiyle: — Gerekirse ineğimi de veriverin, Suyun ağa -diye hitab ederken, kulağına gelen pik pik ağlama sesiyle başını çevirip bakmıştı. Yüzünü köşeye çevirip göz yaşlarını tutamayan Altınay’dan başkası değildi ağlayan!. Suyun Burgut kaşlarını çatarak: — Ağlama kızım, -demişti- Babanın suçu yok! Suyun Burgut sağ oldukça kendi hapse düşer belki ama babanı asla hapse attırmaz! -Suyun Burgut sözlerini bitirip oğluna bakarak, bıyık altından gülümsemişti: — Yüz koyunsa yüz koyun.. Ne fark eder, tut ki senin gelinine veriyoruz! Laçin yalvarır gözlerle babasına bakıp kendini dışarı atmış, Suyun Burgut da gülümseyerek peşinden çıkmıştı.. Baba oğul gece geç saatlerde dönmüşlerdi. Her ikisinin de içi huzur dolu, birbirlerine insanların yaptıkları iyilikleri anlatıyorlardı. Toplantı Suyun Burgut’un umduğundan çok daha iyi geçmişti. Suyun Burgut meydana gelen felâketi kısaca anlattıktan sonra, “Şimdi ne yapalım kardeşler? Mercantav’da kırk yıl koyun peşinde kırdan kıra dolaşan bu iki cefakeş çobanı hapsettirip, bir etek dolusu çocuklarını yetim mi bırakalım yoksa yardım mı edelim?” -diye sorduğunda, kolhoz halkı hep bir ağızdan: “Yardım edelim! Yardım edelim!” diye karşılık vermişti. Suyun Burgut sözüne devamla: “Benim yüz baş koyun ve kuzum var. Hepsini veriyorum biraderler!” deyince, salonda bir alkış tufanı kopmuş, yaşlılar “Allah sana uzun ömürler versin!” diye dua etmişlerdi. Hatta Fıçı Mansur bile söz alıp: “Doğrusu kötü bir şey oldu. Cinayet işlendi. Amma velâkin Derviş Duduk’un yavrucukları perişan olmasın diyerek ben de Allah rızası
Adalet Menzili
Adil Yakubov
için on koyun veriyorum!” demiş, bol bol alkış almıştı.. Sadece baba-oğul değil, Mercanay bile sırtından bir dağ kalkmış gibi kendini hafif hissetmişti. Ama bu sevinç uzun sürmemiş; çok değil, ertesi gün şehir komitesinden asker ve savcılar çıkıp gelmişler, ondan sonra da üç dört ay boyunca Suyun Burgut’un başı dertten kurtulmamıştı. Her ne kadar halk telef olan beş yüz koyun yerine altı yüz koyun temin edip vermiş olsa bile, Suyun Burgut’u sürüklemedikleri yer kalmamıştı. Vilâyet komitesi bir yanda dursun, merkezden heyet üstüne heyetler gönderilmiş ve Suyun Burgut bu taraftan o tarafa gezdirilip durmuştu. En son teftiş heyeti bundan üç ay önce gelmişti. İlkbahar yaklaşmış olmasına rağmen dağın yüksek kesimleri hâlâ karla kaplıydı. Suyun, onları kendi arabasına bindirip şoförlüğünü dahi kendisi yaparak oraya buraya götürüp getirmiş, bir gün önce de Derviş Duduk’a adam göndererek, toplanan altı yüz koyunu ağıla kapatıp, kimin ne kadar bağışta bulunduğunu gösteren bir listeyi hazır tutmasını, çoluk çocuğunu ise bir eve doldurup beklemesini tembihlemişti. Dağda henüz kar bayağı kalındı. Bahar havasına güvenerek hafif giyinmiş olan teftiş heyeti zaman zaman arabadan inerek yayan yürümek, bazen de kara saplanan arabayı iteklemek zorunda kalmış, ağıla vardıklarında bitip tükenmişti. Bu yüzden listedeki isimlere şöyle bir göz atmış, koyunları uzaktan saymış ve hemen dönmek istemişlerdi. Ama Burgut “hazır gelmişken çobanların kaldıkları evlerin durumunu da bir görün” diyerek, fikirlerini bile almadan önlerine düşüp Derviş Duduk’un evine alıp götürmüştü. İçeri girdiklerinde, yirmiden fazla irili ufaklı çocuğun iki büyük tahta üzerine dizilerek etsiz çorbaya kaşık salladıklarına şahit olmuşlardı. Kapıdan dünyanın soğuğunu içeri taşıyan, üst başlarından kar dökülen ağalan gören çocuklar, kaşık şapırdatmayı bir yana bırakıp ağlamaya başlamışlardı. Kadın gelin, yaşlı ihtiyar evde bulunan ne kadar insan varsa, onlar da ağlamaya başlayınca bir curcunadır kopmuştu. — İşte, -demişti Burgut- Bu zavallıların günleri böyle geçiyor! Bunlar suç işlemiş değil, bir hata olmuş! İstiyorsanız toplanan koyunları sahiplerine geri
Adalet Menzili
Adil Yakubov
iade edip, bu iki günahsız köylüyü, hatta beni dahi hapse atın! Yetimlerine devlet baksın. Yoksa, bu teftişlere, soruşturmalara bir son verin! Burgut’un sözlerinden sonra evdeki ağlama sesleri ayyuka çıkarken teftiş heyeti Derviş Duduk’un kulübe-i viranesini alelacele terk edip kendilerini dışarı atmışlardı. Bu olaydan sonra Suyun Burgut’un kulağı, Mercanay’ın gönlü biraz olsun rahat etmişti. Ama bir hafta önce soruşturmalar, teftişler yeniden başlamıştı. Önceki heyet üyeleri yine biraz insan evladıymış meğer. Çünkü bu yeni gelenlerin suratlarından düşen bin parça, gözlerindeyse yılan soğukluğu vardı. Onların soğuk çehreleri çevreyi büsbütün dondurucu hale getirmeden üç gün önce ise kolhoz kulübünde okul mezunlarının balosu yapılmıştı. O gün Laçin’le Altınay birbirinden güzel şarkılar söyleyerek dinleyenleri mest etmişlerdi. Oğluyla gurur duyan Burgut morali biraz düzeldiği için sazını eline almış ve sanki okulu bitiren Laçin değilmiş gibi, karı koca, mezun oldukları gençlik yıllarım hatırlayarak, Mercanay’ı da sahneye çağırıp eğlenceyi doruğuna çıkarmışlardı. Sonra Laçin’le Altınay bir tarafta, Burgut’la Mercanay bir tarafta sabaha kadar eğlenmişlerdi. Ertesi gün Laçin liderliğindeki bir grup genç kız ve erkek, ki onlar arasında Gümüş Bibi ile Altınay’dan başka Selim Kıltırık isminde bir delikanlı da vardı, şehir merkezinde yapılacak büyük müsabakaya gitmişlerdi. Laçin sevimli kaldırgaçıyla merkez komitesi önünde yarışacak, diğer gençler ise jimnastik ve uzun atlama dalında müsabakaya gireceklerdi. Onlar müsabakadan döndükten sonra Suyun Burgut’la Mercanay’ın planı Laçin’i Taşkent’e götürmek ve okula kaydettirmekti. Çocukları okula girdikten sonra ömürlerinde ilk defa yabancı bir ülkeye seyahate gitmeye karar vermişlerdi! Netice-i kelâm, şu anda ortada kötü bir şey yoktu. Suyun Burgut gitmeden önce gençlere yan şaka yarı ciddi bir şekilde: “Kupa almadan gelmeyin. Kupa almadan gelirseniz sizi Mercantav’a sokmam!” diyerek takılmış, sonra da kendisi dağa çıkmıştı. Dağda bir hafta kalırım diye düşünmüştü, ama üç gün geçmeden sabaha doğru ansızın geri dönmüştü. Yüzü asık, kaşları çatıktı. Gözleri kızarmıştı. Çehresiyle oldukça uyum sağlayan bıyıklarının uç kısımları sarkmıştı. Mercanay ise uykudan henüz
Adalet Menzili
Adil Yakubov
uyanmış inek sağmakla meşguldü. Kocasının suratını görünce eli ayağına dolaşmış, ayağa kalkayım derken çingildeki sütün yarısını bile yere dökmüştü.. *** Suyun Burgut yoncalık ortasındaki tahta kerevete varıp oturunca, Mercanay çekinerek yanına geldi. — N’oldu? Niye dağdan zamansız döndün? Suyun Burgut halsizce kolunu silkeledi. — Yine başladılar! — Heyet mi geldi? — Yok, merkez komiteye çağırdılar. Bu defaki savcılar Moskova’dan gelmişler! Söylemiştim ya, Moskova’dan müfettişler gelir, memleketin altını üstüne getirirler, pek çok temiz insanın yastığını kuruturlar diye! Yoğurtlu aşın var mı? Varsa bir kâse ver de içip gideyim. Burgut ayağa kalkmak istedi, fakat Mercanay şuursuzca kocasının boynuna sarılıp yalvarmaya başladı: — Canım Suyun ağam! Oraya gitmeyin! Mercantav’a dönün! Suyun, birden kerevet yanına çöktü. Mercanay’ı belinden kavrayarak dudaklarından, yanaklarından, boynundan öpmeye başladı. — Hoşçakal! Laçin’i sana, seni Allah’a emânet ediyorum, Mercan! Sonra Mercanay’ın boynuna dolanan kollarını çözüp ayağa kalktı. Karısının getirdiği bir kâse yoğurt aşını tepesine dikip içtikten sonra ağır adımlarla Laçin’in odasına girdi. Kare şeklindeki küçücük odanın dört bir yanına monte edilen raflar, pencere önleri ve hatta masanın üzerine varıncaya kadar her taraf kitaplarla doluydu. Suyun Burgut, odayı lebâleb dolduran kitapları şöyle bir seyrettikten sonra dışarı çıkıp titrek bir sesle: — Allah oğluma uzun ömürler versin! -dedi- Onu okut, adam et, Mercan. Gözünde boncuk boncuk yaş damlacıkları beliren Mercanay: — Sanki bir daha dönmeyecekmişsiniz gibi konuşuyorsunuz. Ne suçunuz
Adalet Menzili
Adil Yakubov
var ki böyle söylüyorsunuz? — Hayır, suçu yok Suyun Burgut’un! Söyledim ya, suçum yok benim, Mercan! -Burgut birden beynine hücum etmeye başlayan nahoş hayalleri kovmaya çalışıyormuş gibi başını sağa sola sallayıp evden çıktı.. Top sahası gibi geniş avluda bir başına kalan Mercanay ne yapacağını bilemedi. İçeri girse içeri sığmıyor, dışarı çıksa dışarı sığmıyor, elhasıl başını hangi taşa çalacağını bilmiyordu. İkindiye kadar bu şekilde dolaşıp durduktan sonra, eli yüreğinde, idare binasına varıp şehre telefon etmeye -hoş, kime telefon edeceğini de bilmiyordu ya- karar verdi. Mercanay alelacele üstünü giyip evden ayrıldı. Şansına, sanki başka sokak yokmuş gibi ana caddeden yürürken, dönemeçte bir bet kahkaha sesi duyup gayr-i ihtiyari olduğu yere çakıldı kaldı. Caddenin öteki tarafında sabık genel müdür Fıçı Mansur’un evi vardı, işten ayrıldıktan sonra sanki bir hektar genişliğindeki avlusu yetmiyormuş gibi, caddeye kerevet kurdurup, üstüne de bezekli bir eyvan diktirmişti. Gündüzleri buraya halı serdirir, halı üzerine ipek minderler yaydırıp, eski dostlarıyla oturarak kımızını yudumlarken, “Divane-i Râstguy” isimli bir delinin saçma sapan konuşmalarını dinleyerek keyf çatardı. Bugün sanki gırgır her günkünden fazlaymış gibi, kerevet ağzına kadar insanla doluydu. Mercanay gayr-i ihtiyari adımlarını sıklaştırdığı bir sırada: — Vay, gelin hanım! -diyen tanıdık, kalın bir ses işitince yüreği uyuşup kaldı. Bırakıverse yere değecek göbeğini deri korseye salıp kayışla boynuna asan sabık genel müdür, ayı gibi sallanarak çift sütuna sırtını verdi. — Kar tanesi kızım, Mercanay, beri gel hele! Sana söyleyecek iki ağız sözüm var! -dedi tuhaf bir mihribanlıkla. Sonra boynuyla birleşmiş gibi duran başını yana büküp kerevette oturan arkadaşlarına seslendi: — Sizlere izin, alın bakalım oltanızı! Emekliye ayrıldık deyip, birinin sürekli kımızını içmek, yemeğini yemek, yan gelip yatmak mı istiyorsunuz? İnsan utanır biraz yahu! Sen de güzel fıkralar anlatıyorum diye gevezelik edip durma.. Hadi bakalım, işinin gücünün başına!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Oturanlar rüzgara tutulan hazan yaprağı gibi bir çırpıda gözden kayboldular. Divane-i rastguy istemiye istemiye yerinden kalkıp yalpalayarak içeri girdi. Sabık genel müdür kamına geçirdiği deri korseyi iki eliyle kaldırarak masaya kollarını dayadı. Hâlâ yüreği güp güp atan Mercanay, kerevetin kenarına emaneten ilişti. Fıçı Mansur, gözlerinin altında biriken ve göbeğini hatırlatan küçük yağ torbalarını sakin sakin ovaladıktan sonra: — N’oldu? Suyun’cuğunu yine çağırdılar mı? -diye sordu. Yüzü kireç gibi olan Mercanay: — He, çağırdılar -diye karşılık verdi. — Lanet olsun, Allah kahretsin! -Fıçı Mansur yolda susuz kalmış öküz gibi ağır ağır soludu- Çok iyi çocuktu Suyun Burgut. Ben onu kendimden çok severdim. Allah kahretsin! Yanlış yaptı kocan Mercanay, çok yanlış yaptı! Mercanay, başını önüne eğmiş, eşarbının ucuyla oynayıp oturuyor fakat masallardaki bir canavar gibi ensesinden soluyan bu iri yarı, dev cüsseli adama ne cevap vereceğini bilemiyordu. Onun sanki kendilerinin iyiliğini istiyormuş gibi güzel temennide bulunmasının, acınmasının, teselli vermeye kalkışının, evet bütün bunların yalan olduğunu, aksine şu anda için için sevindiğini hissediyordu. Hatta ve hatta bütün bu belâları gizli gizli kocasının başına açan kişinin de bu adam olduğunu biliyor, bu yüzden kalbi isyanla kaynıyor, ama yine de sabık genel müdüre bu isyanı belirtmekten kaçınıyordu. — Kendiniz gördünüz ya, Mansur ağa! -dedi titrek ve şaşkın bir sesleSizin üstünüze gitmeye mecbur bıraktılar Suyun ağamı! — Ee, oyun bunların hepsi, oyun! -dedi Fıçı Mansur ve iri cüssesinden beklenmedik bir çeviklikle sırtını doğrultup ayaklarını masa altına uzattı.Yalan söze ne gerek, gelin hanım? Kocan genel müdür olmak istiyorsa önce gelip bana söyleyemez miydi? Beni zor duruma sokmak mı istiyordu? Ben ona güzel güzel nasihatler verip, başarılar dilemez miydim? Başlangıçta sakin sakin, yumuşak sesle konuşan Fıçı Mansur, birden sesini
Adalet Menzili
Adil Yakubov
yükseltip, öfkeli bir havayla: — Ben zavallı kocana ne kötülük yaptım? İyi binici deyip, iyi yarışçı deyip kendi atımı ona vermedim mi? Verdim! Müsabakalarda, yarışmalarda derece aldığında kendim almış gibi sevinmedim mi? Sevindim! İki bin kısrağı emrine verdim, kımızını içmediniz mi? Faydasını görmediniz mi? Gördünüz! Şimdi söyle bakayım bana kurban olduğum gelin hanım, ben ne kötülük yaptım senin kocana?! Fıçı Mansur’un birden gözüne yaş dolduğunu gören Mercanay, ister istemez içindeki öfke ve isyanı bastırdı. — Söyle! Niye ağzına burunluk vurulmuş gibi susuyorsun, gelin hanım? Mercanay başını iyice önüne eğdi. — Ben ne deyim, Mansur ağa? O zavallı, erimi kastediyorum, o zaman, Mercantav’da genel sekretere sizin söylediğiniz sözleri söyleyip yalvarıp yakardı. Ama genel sekreter dinlemedi bile. Sonra.. Kolhoz’daki çay boyu ve oraya gelen adamlar.. — Yalan bunlar, yalan! -Fıçı Mansur bebek kafası gibi iri yumruğunu masaya indirdi.- Bunların hepsi önceden hazırlanmış bir tezgah! Bu kolhozda otuz yıl şeflik yapıp kime kötülük kıldı isem? Bir koyundu, on yaptım. On koyundu bin yaptım! Yemedim, içmedim! Daha ne istiyordu bu adamlar? Yemeden içmeden, uyku ne, istirahat ne bilmeden çalıştım da, yaşlılığımda gördüğüm mükâfat bu mu olacaktı? Fıçı Mansur, tir tir titreyen ellerini masa üzerindeki gül desenli mendile uzattı. Bunu gören Mercanay apar topar ayağa kalktı: — Beni affedesin, Mansur ağa! Ben sizin bu söylediklerinize karşı bir şey diyecek durumda değilim. Hükümet işlerine aklım ermez benim.. — Bırak şimdi hükümeti, gelin hanım! Hükümetin suçu yok. Suç Burgut’un! Kendini ateşe attı! Baltayı kendi ayağına vurdu, yazık etti kendine, gelin hanım! İçinde sönmeye başlayan isyan duygusunun yeniden kabarmaya yüz tuttuğunu hisseden Mercanay: — Ama Mansur Ağa! -dedi yalvararak.- Atalarımız başkalarına iyilik yap
Adalet Menzili
Adil Yakubov
ki iyilik bulasın demişler. Suyun ağam ne işledi ki kendi kendine yazık etmiş olsun? — Öyle mı? Kocam suçsuz bir melektir mi diyorsun? Mercanay hışımla yerinden kalkıp hızlı adımlarla koca caddenin öte tarafına geçti. Mansur bey hâlâ arkasından bir şeyler söylüyor, küfürler sıralıyordu, ama Mercanay elleriyle kulaklarını tıkayarak caddenin öteki yüzüne varmıştı bile. İdare binasına gitmesi gerektiğini dahi unutup evinin yolunu tutarken kendini tutamayıp ağlamaya başladı, fakat birilerinin görmesinden çekinerek yüzünü eşârbıyla kapattı. “Şu bunak fıçının dediklerine bak hele! Yememiş, içmemiş! Bir koyunu on, on koyunu bin yapacağım diye ömrü geçip gitmiş! Ayran içip göbeği ben mi yaptım? Dünyada kimseye kötülük etmemişmiş! İnsanları insan yerine koymuş da! Ya birisi aleyhinde konuşsa mezara sokuncaya kadar peşinden kovaladıklarını, sırtlarından kara kan çıkıncaya kadar kırbaçladığın çobanları unuttun mu? Ya dilekçe verenlerin yedi sülalesine dünyayı zindan ettiğini! İnsanlarda insaf ve adalet yokmuş! Köyde yaşadıysan.. kendin için yaşadın! Hüdâyar Han’ın sarayından geri kalmayan saray yavrusu gibi ev yaptırdın kendine! On bir çocuğunun on birini de, hakkı olsun olmasın, yüksekokullara soktun! Yüksek makamlara getirttin. Ayağın mezara dayandı! Artık sana makam mevki ne gerek bre koca kurt!?.” Mercanay’ın eve girecek hali kalmamıştı. Adımlarını tek tek atarak avludaki kerevete uzanıp başını yastığa koydu ve gözlerini yumdu.. Suyun Burgut, akşama doğru, Mercanay tamamen ümidini kesip, idare binasına gitmeye hazırlandığı bir sırada geri döndü. Sabahki halinden daha yorgun, daha üzgün ve çaresiz görünüyordu. Yüzü ise kararıp kalmıştı. Mercanay boğazına bir şeyler düğümlenmiş gibi ümitle kocasına baktı. — N’oldu? Durum iyi mi? Rengin solmuş! Suyun Burgut, karısının sorusuna cevap vermeden: — Oğlum dönmedi mi? -diye sordu. — Yok, henüz dönmedi! -Mercanay kocasının elini tuttu- Anla- tıver artık!. Niye çağırmışlar? Hâlâ ayvanın kabuğu, üzümün çöpü mü? Suyun Burgut: “Acele etme, sonra, sonra!” deyip Mercanay’a yalvarır
Adalet Menzili
Adil Yakubov
gözlerle baktı. — Şu lanet olası içkiden var mı biraz.. — Var. Dünkü balodan kalmıştı! — Varsa, bir kâse apçık![12] Sinir diye bir şey kalmadı. Dünyamı kararttı, yüreğime kan saldı bu zorbalar! Mercanay, aceleyle içeri girip biraz ekmek, salam, domates ve salatalıkla yarım şişe gelir gelmez kanyak alıp getirdi. Suyun Burgut kanyağı lip-lip ses çıkarttırarak kâseye döküp, sanki çölde susuz kalmış biri gibi bir dikişte bitirdi. Mezelere elini bile sürmeden avluda bir o yana bir bu yana dolaşmaya başladı. Mercanay ise merdiven basamağına oturmuş kocasına bakıyor, ama vücudu tir tir titriyor, birbirinden korkunç düşüncelerle yüreği ağzına gelip gelip gidiyordu. Bu defa alışılmış bir sorgulamadan ziyade, daha kötü bir şey olduğunu hissediyor, fakat karayağız çehresinde dizginsiz bir ızdırabın izleri beliren, hayalinde binleriyle münakaşa edip duran kocasına bir şey söyleme cesareti gösteremiyordu.. Suyun Burgut, birden düşünmekten bıkmış gibi elini sallayarak Mercanay’ın yanına geldi. Gözlerinden elem aksa bile, dudaklarının kenarını örten muntazam bıyıklarının altında hoş bir tebessüm geziniyordu. — Bugün bir destan yazdım Mercan, -deyip cebinden dörde katlanmış bir kağıt çıkararak karısına uzattı- Sen okuyadur. Ben sazımı ap çıkayım. Gençlik çağlarımızı hatırlayarak baş başa bir destan söyleyelim! -Sözünü bitirip Mercanay’ın cevabını bile beklemeden içeri girdi. Mercanay dörde katlanmış kağıdı açtı. Kocasının ilkokul birinci sınıf talebesi gibi iri ve eğri harflerle yazdığı destanı okumaya başladı.
Mercantav, Mercantav! Kurban olam Mercantav, Yoluna ölem Mercantav, Kırgın gelse korganım, Yav[13] başkanda kalkanım,
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
Kakı İkanda tayançım tayançım Kurban olam Mercantav, Mercantav, Yoluna ölem Mercantav.. Mercanay, satırları okurken gençlik yılları, genç gelin damat olarak kocasıyla birlikte elinde bir sazla Mercantav’da okudukları şarkılar, düğünlerde yapılan şenlikler, başkaları tarafından alkışlandıktan mesut demler bir bir gözünün önünden geçmeye başlayınca, göz kenarlarından süzülen yaşlar yanaklarını ıslattı. O mesut günlerde destanı Suyun ağası söyler, hatta önceden yazmasına gerek olmaz, sazı eline aldığında satırları birbiri ardına diziverirdi. Ama o zamanlar dizilen mısralarda bilmem nereden esecek felâket rüzgarlarından bahsedilmez, aksine Mercantav’ın gümbür gümbür fışkıran kaynak suları gibi tertemiz, apaydınlık bir dünyadan dem vurulurdu. Halbuki bu destan.. “Evet, bir şey olmuş kocasına! Biraz önce, göbeği şişip kalasıca Fıçı Mansur’un söylemeye çalıştığı kötü bir şey, hayır, hayır canı çıksın onun! Tüh sana! Ama öyle değilse, insanın bağrım yakıp kavuran bu sözler nereden çıktı?.”
Çocuklarının başına, Sınav düştü Mercantav! Kötülerin yediği, yediği, Bal kaymaktır Mercantav! Yahşilerin başına Kırağı düştü Mercantav! Mercantav! Niçin sükût saklaysen? saklaysen? Kaldırağın kaldırıp kaldırıp Hakkı hakka vermeysen? vermeysen? Yamanlara[15] ters bakıp Dua-yı bed kılmaysan? kılmaysan?
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
Niçin sükut saklaysan? saklaysan? Kurban olam Mercantav, Mercantav, Yoluna ölem Mercantav! Yüreği kabaran Mercanay, elindeki kâğıdı tekrar yüzüne, gözlerine sürdü. Bu sırada içerden sazını kucaklayıp yavaş yavaş gelen Suyun Burgut’un çehresi açılmış, gözleri neşeden parlıyor, bıyıkları altına gizlenen dudakları tebessümler saçıyordu. — Evet, nasıl buldun, Mercan? Destan güzel olmuş mu? mu? Mercanay gult edip yutkundu. — Güzel. Fakat şu iş n’oldu? Biraz anlatsana! Yüreğime kara kan oturdu, Suyun ağa! Suyun Burgut, karısına cevap vereceği yerde, gülümseyerek yanına oturup destanını okumaya başladı:
Kurban olam Mercantav, Mercantav, Yoluna ölem Mercantav! — Tamam artık! Tamam hanım! -dedi Burgut Mercanay’ın omuzuna elini koyarak- Bırak şimdi derdi tasayı! Gençlik günlerimizi bir yâd edelim! Sil göz yaşlarını ve bana katıl!
Ayleneyin Mercantav! Mercantav! Örgileyin Mercantav! Mercanay, gözyaşları arasında zoraki gülümseyerek, kocasına eşlik etmeye başladı:
Kekliklerin seyrese, Ayıklarıng bokırsa bokırsa[16]
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
Tillereng tulkilering Aftabayın tavlansa.. tavlansa..[18] Ayleneyin Mercantav! Mercantav! Örgileyin Mercantav! Kalbi yaralı olduğu için mi nedir, başlangıçta hayli boğuk çıkan sesi yavaş yavaş açılan Burgut, destanın sonuna doğru iyice coştu. Mercanay’ın kendisine eşlik eden tatlı sesi, şirin bir su sesini hatırlatıyordu. Destanın son satırlarına doğru, evlatlarının başına kara bulutlar çeğmelenmesine sessiz kalan Mercantav’ı Babadağ’a şikâyetten dem vuran satırlarda Burgut’un sesi çevrede yankılanmaya başladı. Yoldan gelip geçen gelinler, kızlar dönüp dönüp bakıyor, elma ve kayısı dallarına çıkmış olan çocuklar, tıpkı serçe kuşlarını andırıyorlardı. Destanın sonuna geldiklerinde dış kapının kanatlan birden sertçe açıldı ve Laçin kaldırgaçını sürerek içeri girdi. Gülümseyerek ilerleyip ahır kapısı önünde atını durdurdu: — Ya Allah!. -dedi memnun bir şekilde- Taşkent’ten şarkıcılar mı geldi ne? Şarkılara türkülere bakılırsa işler tıkırında! Suyun Burgut sazını karısına vererek oğlunu karşıladı: — Kupa nerde oğlum, kupa? Yoksa kupa almadan elleriniz elleriniz böğrünüzde mi döndünüz, keratalar? Laçin göğsünü, gererek, babası gibi kaş altından sinsi sinsi baktı: — Kupayı almasa döner miydi oğlunuz, baba?- deyip atının boynunu okşadı- Ama kupa için oğlunuzu değil, kaldırgaçı kutlayın, baba! Vilâyette birincilik aldı. Öbür çocuklar da elleri boş dönmediler. Selim Kıltırık uzun atlamada, Altınay jimnastikte birinci oldular. Gümüş Bibi de ikinci. Bir müjdeliğiniz varsa veriverin, baba! Kaldırgaç sanki Laçin’in söyledikleri anlamış gibi başını mütevazi bir şekilde yere doğru eğip, ayaklarıyla toprağı tepmeye başladı. Suyun Burgut kollarını açarak:
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Gel bir kucaklaşalım, oğlum!- dedi. Baba oğul birbirleriyle kucaklaştılar. Son bir yıl içinde boyu babasının boyuna ulaşan Laçin, Burgut’u kollarıyla sıkıp havaya kaldırarak şöyle bir çevirdi: — Yoncalığa bağlayayım mı, baba?- dedi yarı şaka, yarı ciddi âhenkte. Sonra gözleri yaşlı anasına döndü. Mercanay’a ne olduysa, sevinse de ağlıyor, üzülse de ağlıyordu. — Bir kâse soğuk ayranın var mı, ana? Ben hemen gideceğim! -dedi. — Daha kapıdan girmeden nereye gideceksin, oğlum? — Birazdan Taşkent’ten televizyoncular, şairler, muhabirler gelecek. Bizimle röportaj yapacaklar! -dedi Laçin çocuksu bir gururla- Onlarla münazara yapacağız baba, yani tartışma! Suyun Burgut kaşlarını çattı: — Ne tartışması? — Hayat konusunda! Yapılan haksızlıklar, iftiralar, hapse atmalar konusunda.. Yoksa size iftira etmediler mi, baba? “İster misin oğlu önceki sözlerden bihaber olsun!” Suyun Bur- gut, keyfi kaçmış vaziyette ellerini oğlunun omuzlarına koydu. Oğlunun omuzları oldukça gelişmiş, bilekleri bayağı kalınlaşmıştı. — Oğlum! -dedi adeta yalvarırmış gibi- Öyle cahillik edip olmadık hayallere kapılmayın. Hükümetle alay edilmez. Dünyayı fethettim diyen nice kişilerin ağzının payını veren, kaldırıp bir kenara fırlatan bu hükümettir! Okuyan adamsın, bilmen gerek! — Biliyorum! -dedi Laçin mağrur bir havayla- Sürgüne gönderirler! Düşman ilan edip kurşuna dizerler! Kendi vatanı, karısını, çoluğunu çocuğunu savunmak için çarpışanları “Basmacı!” diyerek vururlar! Neredeyse yüreği ağzına gelen Suyun Burgut, bir adım geri sendeledi: — Sen.. Sen bu sözleri nereden duydun? Kim soktu bu mânâsız şeyleri senin beynine? — Niye mânâsızmış? -Laçin asâbi bir şekilde güldü- Sonra televizyonlar, gazeteler ve dergiler durmadan başımıza çorap örmeye çalışıyor! Ben
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Moskova’yı kastediyorum. Sen dağda gezdiğin için gazete falan okumuyorsun. Televizyon da seyretmediğin için bilmiyorsun! “Allah Allah! Bu çocuk ne dedi? Kendileri mi söylüyorlar, yoksa birileri başlarına çorap örmek için mi beyinlerine sokuyor bunları?” — Bana bak, oğlum! Sizler böyle sözlere fazla bel bağlamayın!.. Kim bilir hangi niyetle.. — Siz bilmiyorsunuz! -diye çıkıştı Laçin- Öyle iftira ediyorlar ki, insanın dizlerinin bağı çözülüyor! Bütün Özbek halkı rüşvetçiymiş! Hırsızmış! Hatta birisi halkı altın küpü üzerinde oturan kobra yılanına benzetti! Bu bahtı kara halkı kim müdafaa edecek? Kim bu iftiraları yalanlayacak? Gerçekleri kim ortaya çıkaracak? Şairler gelirlerse, biz bugün bu konularda tartışacağız baba! “Gerçekten ne diyordu bu çocuk? Bu durumda onu hapsederlerse oğlu ne yapardı? Sevgili oğlu, gözünün akı karası, arzu ve ümidi..” Suyun Burgut birden dağda kopan fırtına gibi yüreğini saran korkunç endişelerle tir tir titreyip, oğlunu bağrına basası, dizlerine kapanıp “Bırak bu tehlikeli sözleri! Babana söyledin, başka birine söyleme, oğlum!” deyip yalvarası geldi. Ama Laçin anasının getirdiği ayranı -o ayranı kımızdan daha çok severdi- bir dikişte içip “Beni beklemeyin. Toplantıdan sonra kupa alanlarla da ayrı bir toplantımız olacak” diyerek kapıya doğru yöneldi. Onun peşinden sessizce bakakalan Suyun Burgut gayr-i ihtiyari: — Oğlum! -diye çağırdı. Kaldırgaçın boynunu ve alnını kaşağılamakta olan Laçin başını çevirip baktı: — Bir emrin mi var, baba? Suyun Burgut, sanki oğlunun yüzüne bakmaya cesaret edemiyor- muş gibi başını önüne eğerek: — Oğlum! -diye tekrarladı- Allah seni tökezletmesin! Hoşçakal! Ananı sana, seni Allah’a emanet ediyorum, balam! Laçin atını kaşağılamaktan vazgeçip babasına baktı şaşkın vaziyette: — Böyle konuşmanızın sebebi ne, baba? Hayırdır?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Hayırdır, hayırdır oğlum. Var yolundan kalma! — Hayırdır diyorsunuz, ama insanı da korkutuyorsunuz! -Laçin mahzun bir şekilde başını sağa sola sallayarak avludan çıktı. Dizlerinin bağı çözülen Mercanay, kocasının ayakları dibine oturuverdi. Burgut’un iri ve etli ellerini avuçlarının içine aldı. Çalışmaktan, soğuktan kararmış bu elleri yüzüne, gözlerine sürmek istiyordu, fakat Suyun Burgut hemen eğilip Mercanay’ın küçücük ellerini tutarak kalbine bastırdı ve uzun bir süre hiç konuşmadı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
-4-
G
ece yarısı dış kapının zili ardı ardına acı acı çaldı. Mercanay, kocasının uyuyup kaldığını zannediyordu. Hayır, o d uyanık olmuş olmalıydı ki, yerinden fırlayıp kendini divana atarken: — Aha geldiler, - dedi bitkin bitkin ve halsiz bir sesle. — Kim geldi? - diye sordu Mercanay tir tir titreyerek. — Oğlunuz mu? — Oğlumda anahtar var, zil çalmaz. Onlar! Bugün sorgulama yapan Moskovalı müfettişler! Git, aç! Sonradan dış kapının zaten açık olduğunu hatırlayan Mercanay, salondaki lambayı el yordamıyla bulup yaktı da, güppeden kocasının yanına çöktü. Çok geçmeden avluda güp güp ayak sesleri işitildi. Kapılar şarak-şurak açıldı ve içeriye ilk önce birbiri peşinden üç kişi girdi. Burgut sertçe başını kaldırıp baktı. Karşısında, gündüz kendini sorguya çeken, Şaranavski duruyordu. Kalın cüssesi, şairane taranmış kıvırcık, san saçları, küçük çocukların gözleri gibi masum masmavi gözleriyle dikilip duran bir delikanlıydı. İkincisi.. Mir Celalov ismindeki o da gündüz ki sorgulamada vardı- çatık kaşlı, asık suratlı bir kişi, üçüncüsü ise, yâ tövbe! Fıçı Mansur bu! Harar gibi geniş benares don giyip, çift kemerle göbeğini yukarı tartan Fıçı Mansur, tıpkı uykudan yeni uyanmış bir ayı gibi sallana sallana kapıdan içeri girip, yan taraftaki sandalyeye gürs diye ses çıkararak oturdu. Sandalye şöyle bir çatırdadı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
Şaranavski, baş köşedeki masaya doğru ilerlerken, Mercanay’a dikkatlice bakıp bıyık altından gülümsedi. — Ocağın batmaya senin, Suyun Burgut! Böyle, böyle güzel bir hanımın varmış da bize göstermezsin ha! Seni zalim seni!. Mercanay, sanki bu kıvırcık saçlı, şirin dilli adam kendisine saldıracakmış gibi apıl-tapıl sürünerek kocasının koynuna sığındı. Onların oturdukları divan masadan epey uzakta olmasına rağmen Şaranavski’nin ağzından saçılan arak kokusu Burgut’un beynine vurdu. Sanki şu anda misafirlikten geliyorlarmış gibi her üçü de biraz içmişti. — Ah Özbek güzeli! - Yine güldü Şaranavski. Şaranavski. - Niye böyle korkup, bizden uzak duruyorsunuz? O daha sözünü bitirmeden Suyun Burgut hışımla yerinden kalktı. Tir tır titriyordu: — Sen, - dedi simsiyah iri yumruklarını sıkarak.-Sen, elinden geliyorsa çeker beni vurursun! Amma kanma laf atma! Eğer laf atacak olursan.. Şaranavski dişlerini gıcırdatıp, oturduğu sandalyeyi geriye doğru sürerken, alel acel tabancasını kınından çıkarıp masanın üzerine koydu. — Sen delikanlı.. Öyle bağırarak konuşma benimle! Mercanay ağlamaklı bir halde kocasının ellerini tuttu. — Can Suyun ağa! Oturun, kendinize kendinize hakim olun!. Suyun Burgut, burnundan soluyarak yerine oturdu. Şaranavski’nin masum mavi gözleri beklenmedik bir şekilde ateş püskürmeye başladı. Hâlâ kapıda dikilip duran Mir Celalov’a döndü: — Otur, Mir Celalov! Çantanı Çantanı aç ve sorgulama protokolüne başla! Şaranavski sözlerini bitirdikten sonra ellerini arkasına atarak geniş salonu birkaç kez adımladı. Nihayet kocasının koynuna sokulan Mercanay ve erinin karşısına gelerek durdu. Burgut’a hitaben: — Hâlâ kafa tutmaya niyetli misin, Suvankulav?— dedi. - Hâlâ işlediğin suçları kabul etmeyecek misin? Suyun Burgut hayli titrek bir sesle: — Hayır! - dedi.- Söylediğiniz şeylerin hepsi iftira yoldaş.. Graj- danin
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
müfettiş!. Şaranavski, kızıl saçlarını okşayarak alaylı alaylı gülümsedi: — Şunu kafana sok: İnatçılık sana sadece zarar verir! Suçlarını kabul etmezsen biz ettirmesini biliriz!- Sonra yazmaya hazır halde bekleyen Mir Celalov’a bakarak emretti: - Protokolü durdur! Etrafı aramaya başlayalım. Pekâlâ, nereden başlayalım? - Mavi gözlerini kısıp çevresini kolaçan ederken, geniş yüklükteki iki sandık ve onların üstüne yığılan ipek minderleri hedefledi. — Şu sandıklardan başlayalım. Sandıklar açık mı, kilitli mi? Kilidiyse anahtarları getir, hanım! — Tamam.. Kendim açar veririm! Anahtarı alayım.. Kocasının ters bakışları karşısında elektrik akımına kapılmış gibi titreyen Mercanay, hemen yerinden kalkıp içeri tarafa yöneldi. İçinden “Ninemle annemden kalan takılar zavallı kocamın başına bela olmasa bari!” diye geçirdi. Sandıkların anahtarları Laçin’in masasının çekmecesinde dururdu. Mercanay onları bulup salona döndüğünde, evdeki bütün yastıkların sağa sola saçıldığını, Gazi babasıyla annesinin hediye ettikleri elbise dolabının ağzına kadar açıldığını ve Şaranavski’nin küstah bir tavırla dolaptaki elbiseleri rastgele sağa sola fırlattığını gördü. Mir Celalov adındaki kişi ise, yastık ve şilteleri eliyle yoklarken sanki emredilen işi hakkıyla yerine getirmiş gibi ellerini böğrüne dayadı. Sonra Mercanay’ın elindeki anahtarları yolarcasına alıp yüklüğe doğru yöneldi. Merhum kaynanasından kalan eski sandıkların paslanmış kilitleri bir gürültüyle açıldı. Sandıklarda Laçin’in düğünü için diyerek Mercanay’ın bazen kocasına gösterdiği, bazen da gizlice sokuşturduğu ipek ve kumaş mendiller, beş on gömleklik atlas, benares ve çuha giysiler sıra sıra edilip güzelce yerleştirilmişti. Onların altında, koca sandığın en dip köşesinde biraz önce hayalinden geçirdiği ve kaynanasından miras olarak aldığı altın bilezikler, eski kuyumcular tarafından bezenmiş, yakut, inci ve sedef kakmalı gerdanlıklar, küpeler bulunan bir kese ve kesenin içinde de Mercanay’ın müstakbel gelinim için diyerek binbir arzu ve hevesle aldığı bir altın saat, altın zincirler, küpeler, iki yüzük ve benzeri takılar vardı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Mir Celalov, tıpkı sahibinin ne istediğini çok iyi bilen av köpeği gibi sandığın içindeki giyim kecekleri kaldırıp kaldırıp halının üzerine attıktan sonra nihayet Mercanay’ın bulunmasından korktuğu şeyleri ele geçirince, sevinçli bir halde: — İşte servetin kaynağı bulundu!- diyerek küçük çocuklar, gibi kikirdemeye başladı. Şaranavski kırmızı deri kese ile ince tahta kutuyu masa üzerine boşaltınca, salonun içi bilezik, gerdanlık ve küpelerin çıkarttığı metal sesiyle şöyle bir yankılandı. — Oho-ho! - dedi Şaranavski kaytan bıyıklarını memnun bir şekilde sıvazlayarak.- Burda hiç yoksa on bin sumluk[19] altın takı var!- Sonra yardımcısına emretti: — Mücevher ve ziynetleri tek tek sayıp keseye doldur. Protokole kaydet! Şaranavski sanki ilham gelmiş bir şair gibi gözleri parlayarak, ellerini birbirine vurup, ikinci sandığı da açtı. Ama açmasıyla birlikte burnuna keskin bir naftalin kokusu çavınca suratını ekşiterek geriye çekildi. Mir Celalov dedikleri herhalde epeydir eski sandıkları açma işini üzerine almış olmalıydı ki, naftalin kokusunu yadırgamayarak, ikinci sandığa da kendisi yanaştı.. O anda Mercanay’ın beyninde şimşek çakıp, yüreği buz gibi oluverdi. Laçin’in düğünü için diyerek maaşından yirmi sum, otuz sum artıra artıra yaklaşık dört bin sum biriktirmiş ve bunları bilmem hangi kumaşın arasına saklamıştı. “Olmaz olsaydı şu âdetimiz! - diye geçirdi içinden. İnşaallah bu paralar kocamın başına iş açmaz!” Mercanay içinden bunları geçirirken, Mir Celalov sandığın sol tarafındaki bir minderlik kumaş arasında duran paraları bularak kaldırıp atınca, kâğıt banknotlar havada kuş gibi kanat çırpıp etrafa saçıldı. — Ha-ha-ha! - Şaranavski geniş salonda bir o yana bir bu yana koşuşturarak havada çarkıfelek gibi uçuşan paraları toplarken, memnun bir hava ile: - İşte rüşvet paralan! İşte servet!.. - diye konuştu. Hatta kapı girişine yakın bir yerde oturan Fıçı Mansur bile, yerinden hafifçe oynayarak birkaç adet on sumluk banknot yakaladı. — Pekâlâ, Grajdanın Suvankulov! Bunlara ne diyorsunuz?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Kocasının konuşmasına bile fırsat vermek istemeyen Mercanay ayağa fırlayarak Şaranavski’ye doğru ilerledi: — Yoldaş müfettiş!- Gözüne dolan yaşlarla, bir iki dakika kadar hiç konuşmadan dikilip kaldı. - Bu paralarla kocamın hiçbir alâkası yok! Ben öğretmenim yoldaş müfettiş! Oğlumun düğünü için on yıldır maaşımdan yirmi otuz sum artırarak biriktirdiğim paralar bunlar. Topu topu dört bin sum!.. Şaranavski diliyle dişi arasında: — Sizin paranız mı, kocanızın parası mı, hepsini ortaya çıkarırız, hanım! dedi sırıtarak. - Özellikle siz, salonda duracağım diyorsanız, ya çenenizi kapayıp oturun ya da dışarı çıkın! - Şaranavski sonra Suyun Burgut’a döndü ve: — Pekâlâ, grajdanin Suvankulov! - dedi durduğu yerde parmaklarının ucunda birkaç santim yükselerek. - Diyelim ki hanımınız oğlunun düğünü için ziynet ve para biriktirdi. Siz bu düğün için neler hazırladınız? Çıkarın şu hazırladıklarınızı!.. — Bizde düğün derneklerle kadınlar ilgilenir! — Vay canına! - dedi Şaranavski şaşırmış gibi.- Peki müsabakalarda koyun hediye etmek, koç kesmek âdetlerinizi kim yerine getirir? Ya peki müsabakayı kazanan binicilere heybe içinde para dağıtmak, hah, televizyon, hatta kullanılmış araba hediye etmeler? Doğru mu şahit yoldaş? Fıçı Mahsur oturduğu yerde şöyle bir kıpırdayarak: — Evet, böyle âdetlerimiz var! - dedi kalın sesiyle. - Bazı ahmak meslektaşlar böyle şeyler yapıyorlar! Suyun Burgut sertçe başını çevirip baktı: — Kendinizi mi anlatıyorsunuz? — Ağzından çıkan sözleri kulağın duysun, Suyun bey! - diye ters çıktı Fıçı Mansur. - Ben otuz yıl genel müdürlük yapıp, hükümetin bir sarı lirasına bile dokunmadım!. — Biz şu anda bu adamı değil, - dedi Şaranavski Fıçı Mansur’u imâ ederek,- seni sorguluyoruz. Kendinden bahset Suvankulov! Pekala, çıkaracak
Adalet Menzili
Adil Yakubov
mısın sakladığın paraları yoksa.. Suyun Burgut inat ve ısrarla başını sağa sola salladı. — Saklanmış bir kuruşum bile yok! Hepsini biliyorsunuz.. Sormaktan amacınız ne? Madem öyle kendiniz arayın bulun! — Evet, para yok sende! - Yine sırıttı Şaranavski. -Bir tek at için yepyeni “Volga”yı verebilen zavallının birisin sen! — Kaldırgaç! - diye ilâve etti sabık genel müdür. -Amma gerçekten şahin de şahin ha!. — Pek münasibi sen inatçılık yaparsan, biz de inatçılık yapmaya mecbur kalırız!- Şaranavski sözlerini tüketip Laçin’in odasına doğru yöneldi. Kapıda durarak: — A! - dedi şaşırmış gibi. - Burası insan yaşayan bir yer mi, yoksa kütüphane mi? — Bu oğlumun odası, - dedi Mercanay. - Kitap hastasıdır oğlum! Şaranavski “hımm” diyerek karşılık verip, kapıda köle gibi el pençe divan bekleyen yardımcısı Mir Celalov’a döndü: — Genelde nadir takılar nadir kitaplar arasına saklanır! Dikkatlice kontrol et! Biz sabık genel müdürle ahırlara bir göz atalım!. Bu arama tarama nerendeyse iki saat sürmüştü. Şaranavski’yle onun sadık köpeği gibi elinde bir fenerle yanı başından ayrılmayan Fıçı Mansur, ahırı, samanlığı, odunluğu elhasıl her yeri didik didik ettiler. Zaman zaman Mercanay’ı çağırarak Nuh-u Nebiden kalma eski sandıkları yıktırıp içindekileri sağa sola savurarak kontrol ettiler. Ayaklarının altına gelen koşumları, kovalan, kürekleri ne bulurlarsa kaldırıp bir kenara attılar. Mercanay onların söyledikleri şeyi yapıp kocasının yanına dönerken tekrar gözlerinden boncuk boncuk yaş dökülmesine mani olamadı. Şu anda tek korktuğu şey, oğlu Laçin’in çıkıp gelmesiydi. Nihayet araştırma bitince tekrar salonda toplandılar. Az konuşan çatık kaşlı Mir Celalov protokolü yazıp bitirmiş, evde bulunan ne kadar altın ve para varsa kayıtlara geçirmişti. Neredeyse çıldırma noktasına gelen Mercanay, kocasının koluna girerken
Adalet Menzili
Adil Yakubov
aklını tek bir ihtimal kemiriyordu: Kocasını alıp götürecekler miydi, yoksa evde mi bırakacaklardı? Nihayet gerekli kağıtlar doldurulup gitme vakti geldiğinde, Şaranavski, altı üstüne gelmiş salonu şöyle bir dolaştıktan sonra başını sağa sola sallayarak: — Suyun Burgut! - dedi “grajdanin Suvankulov” yerine. — Allah için kendi kendine zulmediyorsun! Son kez söylüyorum: Üzerine isnat edilen suçu kabullen! Eğer kabullenir ve hiçbir yere kaçmayacağım diye söz verirsen evinde kalabilirsin! Kabul etmezsen, alıp götürmeye mecburuz! Suyun Burgut diliyle dişi arasından: — Hayır! - diye cevap verdi. - Asla suçum yok benim! Ben hiç kimseye, hiçbir zaman.. — Pekâlâ! - Şaranavski onun sözünü yanda keserek saatine baktı. - Beş dakika mühlet. Karı koca helalleşin! Birbiri ardından dışarı çıkarken Fıçı Mansur kapıda bir an dikilip arkasına baktı. Birden sesinde tuhaf bir acıma duygusuyla: — Ulum Suyun! Cahillik etme balam! - diyerek konuşmaya başlamıştı ki, Burgut yerinden fırlamasına kalkıp: — Defol! Yapman gerekeni yap koca tilki! - diye bağırdı. - Her şeyi sen tezgâhladın, şimdi de kalkmış babalık taslıyorsun! Fıçı Mansur “peki ulum, peki!” diyerek soluya soluya loş koridorda gözden kayboldu. Mercanay, yere diz çöküp kocasının dizlerine yapıştı. — Suyun ağa!. Söyle, can Suyun ağa! Ne suçu bu? Bu ne iftirası böyle? Yoksa benden, öz helalliğinden sakladığın bir sırrın mı var? Yine o ağıldaki yangın meselesi mi?.. Suyun Burgut, Mercanay’ı kolundan tutup ayağa kaldırdı ve pota gibi kararmış yanaklarını okşadı: — Bunlar.. Bu şerefsizler! - dedi ve güya nefesi daralmış gibi gömleğinin yakasını yolarcasına açarak.- Birinci sekretere, Necmeddinov’a.. beni işe koyduğu için güya elli bin sum rüşvet vermişim! Suyun Burgut, bir gün içinde gözleri kocaman kocaman olup, yüzü bir
Adalet Menzili
Adil Yakubov
avuç kalan karısını omuzlarından tuttu. — Ağlama! Bu iftiralar sökmez! Suyun Burgut postu kolay kolay deldirmez! Sonra dolabın kapağını sertçe açıp, kışın giydiği kürküyle kunduz derisinden yapılma kalpağını alarak, hâlâ bir kaya parçası gibi dikilen Mercanay’ın yanına geldi. — Canım, bir tanem, eşsiz Mercan’ım benim. Seni dünyanın en mutlu kadını yapmayı düşünmüştüm. Başaramadım.. Mercanay halsizce kocasının ağzını eliyle kapadı. — Böyle söyleme can Suyun ağam! Burgut karısının dudaklarından, gözlerinden, yanaklarından ve ellerinden tekrar tekrar öptü. Sanki karısına karşı suçluymuş gibi bütün cesaretini kaybetmişti. — Affet beni! - dedi buğulu gözlerle. - Günahkâr Burgut’unu affet. Seni Allah’a emânet ediyorum.. - Sonra boğazına bir şeyler düğümlendiğini hissetti ve koridora doğru yürüdü. Onu uğurlama gücünü bile kendisinde bulamayan Mercanay, halı üzerine cansız bir ceset gibi yığılıp kaldı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-5-
L
açin ne yaparsa yapsın babasının “Ananı sana, seni Allah’a emânet ediyorum, balam!” şeklindeki sözlerini bir türlü hayalinden koyamıyordu. Çünkü babasının sözlerinde insanı ürküten garip bir sır, kötü bir tehlikenin nefesi hissediliyordu. Ama nasıl bir sır? Nasıl bir tehlike? - İşte bunu bir türlü çıkaramıyordu. Kulübe yaklaşırken - ki klüp spor salonuyla yan yanaydı, - Laçin’in keyfini kaçıran bu düşünceler yerini başka bir endişeye bıraktı: “Acaba Altınay gelecek mi, gelmeyecek mi? Ya şu Klarahan denilen kadın da gelirse? O zaman işler karışmaz mı?” Klara, aslında Kamilahan Kurbanovna, bölge komsomol komitesinin birinci sekreteriydi ve müsabakada Laçin’lerin şefiydi. Laçin’i ilk gördüğü anlarda ona karşı sempati duymuş ve sürekli onu desteklemişti. Laçin’in kupa kazandığı gün ise onu “dostlar meclisi”ne davet etmiş, ama bu dostlar meclisi aslında beklenenin aksine son derece izbe bir yer çıkmıştı. Laçin, şu anda bu dostlar meclisinde geçirdiği bir geceyi hatırlayınca vücudunu ateş bastı ve gençlik gururu kabarmaya başladı. Ancak arkasından ertesi günü arkadaşlarının fısıltılı konuşmalarını, özellikle Altınay’ın içini çeke çeke ağladığını hatırlayınca, bu defa gençlik gururu vicdani bir azaba dönüştü. …O gün Laçin beyaz köpüğe bulanan sevgili kaldırgaçıyla herkesi geride bırakıp birinci olduğunda, stadyumu dolduran bütün seyirciler kendisini dakikalarca ayakta alkışlamış, lehinde tezahürat yapmışlardı. Müsabakadan sonra Laçin başı göklerde, koltukları kabarmış vaziyette kaldırgaçını çekerek kapıdan çıkarken, kendisini antrenörleri Sahib ağa -ki gençler onu sevdikleri için “korbaşı” ismiyle çağırırlardı,- idaresindeki arkadaşları karşılamıştı. Bunlar arasında kızıla boyanmış ipek saçları dalga
Adalet Menzili
Adil Yakubov
dalga omuzuna yayılmış, şuh gözlerine gök rengi rimel çekilmiş, ince belli, uzun boylu Klara da vardı. Yarışmadan önce bembeyaz dişlerini sırıtıp gülerek “Laçin’e göz değmesin” diye tüf-tüfler yapıp, saçlarını okşamıştı. Şimdi Laçin’i görür görmez uzaktan; — Vay vay! - diye hitab etmişti. - Tebrik ederim delikanlı! Çok iyi idin! Kısrağınız güzel, kendiniz ise kısrağınızdan daha güzelsiniz! Sonra sağına soluna kırıtarak: — Aziz dostlar! - demişti. - Eğer izin verirseniz, bölgemizin gururu, medar-ı iftiharımız Laçin’ciğimi bir kere öpmek istiyorum. İtiraz var mı? Gençler onun bu teklifini kabul etmişlerdi: — İzin sana, öp onu, öp! Klarahan şuh gözlerini şehvetle oynatıp, salına salına Laçin’e yaklaşmıştı. Laçin’in burnuna şehvet kabartıcı parfüm kokulan çavmış, damarlarındaki kan köpürüp coşmaya başlamıştı. Klara daha Laçin’i öpmeden çevresindekilere dönerek: — Aziz dostlar! - demişti. - Eğer ayıplamazsanız ben şampiyonumuzu Rus geleneklerine göre üç defa öpeceğim! - Sonra hiç kimsenin cevabını beklemeden önce Laçin’in yanaklarından, arkasından da dudaklarından şiddetli bir şekilde öpmüştü. Ve Laçin ilk defa dudaklarında ruj, hayır ruj değil konfeti tadı hissetmişti. Çevresindekilerin “Çok güzel, hadi bir daha!” diye takılmalarına rağmen korbaşı kaşlarını çatmış, Altınay ise utancından kipriklerini yumarak sırtını dönmüştü. Laçin kalbinde coşup köpüren iftihar duygusu ve dudaklarında hissettiği zevkle, sinsi sinsi gülerek “Amma da kıskançmış!” demişti içinden. “Bir kere öpmekle kıyamet mi kopar sanki?” Daha sonra neşe içinde hep birlikte köşede bekleyen otobüs ve arabalara doğru yürümeye başlamışlardı. Klara Laçin’i, Laçin de kaldırgaçı çekerek yürüyorlardı. Altınay’ın dışında herkes, hatta biraz önce kaşlarını çatan korbaşı dahi kazandıkları galibiyetin coşkusuyla bir konuşup on gülüşüyor, seyirciler tezahürat yapıyor, hatta ve hatta içlerinden bazıları Laçin’i tanıdıkları için gelip tokalaşıyordu.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Kendilerini özel otobüs ve arabaların beklediği noktaya geldiklerinde, Laçin’in atını hîpodrum ahırına teslim etmesi gerekiyordu. Çünkü onu Klara’nın özel Volga’sı beklemekteydi. Neticede herkes otobüse doluşurken Klara ile Laçin aşağıda kalmış, Klara otobüs şoförüne: — Siz gidin, Laçin’le biz arkanızdan geliyoruz!- diye emir vermişti. Otobüs hareket ederken, Gümüş Bibi ile en arkada oturan Altı- nay başını çevirip geriye bakmıştı. Bu bakışta, onun simsiyah gözlerinden okunup duran apaçık bir elemin burukluğu seziliyordu. Çünkü Altınay’ın bakışlarında “Niye gelmediniz Laçin ağam? Bizimle birlikte gelin!” diyen yalvarış ifadesi okunuyordu. Bu sırada Gümüş Bibi de geriye dönüp Laçin’e yumruğunu göstermiş, Laçin’in yerinde donup kaldığını hisseden Klara, konfeti kokusu gelen dudaklarını yayarak gülmüştü. — Size âşık mı yoksa bu genç kızlar? — Ha şu sübyanlar mı? - demişti Laçin şuursuzca. -Bunlar ne anlar ki?! — Ya sen? Erkek oldun mu bari? — Benzemiyor muyum? — Göreceğiz benzeyip benzemediğini! - Klara bir kahkaha patlatarak güldükten sonra tekrar ciddileşmişti: — Okulu bitirdin di mi? Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun? Spor akademisine mi gireceksin? — Hayır, - diye karşılık vermişti Laçin. - Ben.. Ben edebiyatı seviyorum. Mümkün olursa gazetecilik okuluna girmek isterim. — Neden mümkün olmasın? isterseniz sizi Moskova’ya gönderirim! Laçin omuz silkerek: — Bilmem,- demişti. - Olabilir mi? Klara yine ciddi bir ahenkle: — Bi çaresine bakarız, arslanım!- diyerek gülmüştü. -Senin gibi genç, mert, kabiliyetli dostumuzu yaya mı bırakacağız? Hadi atını teslim et gel. Bu meseleyi bugün hallederiz Laçin’ciğim! Laçin atı ahıra teslim edip gelinceğe kadar Klara sabırsızlıkla beklemiş, arabaya binmeden önce ise, sanki ilk defa karşılaşıyorlarmış gibi kur
Adalet Menzili
Adil Yakubov
yaparak: — Seni bir yere… dostlar meclisine davet etsem gelir misin? Korkmazsın değil mi? - diye sormuştu. Laçin, bugün tuhaf bir şeyler olacağını hissetmişti, ama yine de yiğitliğe leke sürmemek için: — Kimden korkacak mışım? - diyerek göğsünü geçirmişti. - Sizden mi? — O halde gidelim! Galibiyetini kutlamamız gerekmez mi? Bir itirazın yok ya? Laçin damarlarında coşup köpüren şehvet duygusuyla kompliman yapmak istemiş ve: — Sizin gibi güzel bir kız davet eder de, ben hiç yok diyebilir miyim? demişti. - Hadi ne duruyoruz! Böylece Klara arka koltuğa oturmuş, Laçin’e da yanından yer vermişti. Ama arabaya biner binmez sanki Laçin’i ilk defa görüyormuş gibi birden ciddileşmiş, son derece namuslu bir kadın olup çıkıvermişti. Şoförün suratından düşen de bin parçaydı. Güya Laçin’i elindeki avını alan avcıya benzeterek ters ters bakıyordu. Klara şoförü yumşatmak İçin kasıtlı olarak normalinden daha yüksek bir sesle: — Şimdi gideceğimiz yerde başka sekreterler de olacak! - demiş, sonra da suratı turşu satan şoföre çaktırmadan yumşacık elleriyle Laçin’in ellerini tutmuştu. - Orada hepsini konuşuruz. İçiniz rahat olsun, onlar da ellerinden gelen yardımı yaparlar size! Otomobil Laçin’lerin kaldığı otelin hemen yanından geçip - Allah’tan arkadaşları görmemişlerdi, - sol taraftaki dar sokağa sapmış, bir süre sonra da sakin caddenin bir kenarındaki tek katlı bir evin karşısında park etmişti. Kendilerini, Klara’dan daha genç olan, biri yeşil gözlü, san saçlı, diğeri tıknaz çehreli iki kız karşılamıştı. — Benim hizmetçilerim, - diyerek Laçin’i tanıştırmıştı Klara. - Bu delikanlı da müsabakada birinci gelen kahramanımızdır! Onu ağırlamaya hazır mısınız kızlar? — Elbette hazırız! - diye kikirdemişti iki genç kız. Dar koridorun
Adalet Menzili
Adil Yakubov
sonundaki kimsesiz odaya fakir bir çilingir sofrası kurulmuş, bir şişe kanyakla bir tabak meyve sebze konulmuştu. Kendilerini karşılayan kızlar masa çevresinde şöyle bir tur attıktan sonra her ikisini de yalnız bırakarak gözden kaybolmuşlardı. Odanın pencerelerine kalın kadife perdeler gerilmiş, daha yukarıya ise ipek kumaşla kaplı çift kişilik bir yatak konulmuştu. Laçin yine biraz önceki zıt fikirler ve duyguların kuşatması altına girmişti. Klara bunu sezmiş gibi kikirdeyerek birden cilvelenmişti: — Ne o? Yoksa hiç bir kızla yatmadın mı bugüne kadar? — Aa.. Yoksa.. Yoksa sen., ha-ha-hay.. anladım!. Hadi bir fırt çekelim! Laçin kalbi güp güp atarak,-Klara’nın elinden şişeyi yolarcasına almış ve: — Hayır, ben içmiyorum! - demişti.- Sen de içme!.. İçki sevmem ben!. Klara bu defa tuhaf bir işveyle: — Peki arslanım ne yapacağız o halde? - demiş ve kıpkırmızı olmuştu. Ama Laçin göğsünü gererek: — Niçin çağırdıysan onu!. — Vay-vay! - diyerek gülmüştü Klara. - Acele etme koçum.. Madem öyle, önce bir banyo yap! At kokusu geliyor üstünden. Gerçi at iyi hayvandır ama… Laçin’in vücudu şehvetle titremeye başlamıştı: — O halde ne? Madem atı seviyorsun da kokusunu sevmiyor musun? Sonra Klara’yı kucağına aldığı gibi yatağa atmış ve güçlü kollarıyla sıkmaya başlamıştı. Klara onun çocuksu hareketlerinden ve acemice öpüşlerinden sıkılmış gibi: — Acele etme arslanım! - diye inlemişti. - Ben.. Ben öğretirim sana! Ama onun bu sözleri Laçin’in kulağına bile girmemişti. Laçin bundan sonra ne olduğunu pek hatırlamıyordu. Burası neresiydi? Kim getirmiş, neden getirmişti? Dakikalar sonra daldığı şehvet âleminden çıkıp olanları hatırlamaya çalışırken, uzaktan Klara’nın cılız sesi kulağına çalınmıştı: — Aslanım, koçum, yiğidim benim.. Seni hiç ama hiç unutmayacağım.. Azgın boğam benim!.. Doğru, gece bilmem hangi saatte otele döndüğünde, arkadaşlarıyla bir
Adalet Menzili
Adil Yakubov
araya gelip özellikle Altınay’ın deve yavrusunun gözleri gibi masum, meyus bakışlarıyla karşılaşınca içinde bir pişmanlık duygusu belirmişti.. Zaten bir güzel fırçalanmıştı. Özellikle Selim Kıltırık ile Gümüş Bibi ağızlarına geleni söylemişlerdi… Klara ertesi gün ortalarda gözükmemişti, ama bugün, televizyoncularla birlikte gelmesi mümkündü. Gariptir ama onun gelmesine şiddetle karşıydı.. Zaten erkek oluşunu ispat ettiği o ilk geceyi ne zaman hatırlarsa, vücudunu ter basıyor, kendini kirlenmiş gibi hissediyordu!.. Laçin daldığı hayaller arasında spor salonuna yaklaştığı sırada sol taraftaki klüpden Altınay ile Gümüş Bibi’nin çıktığını gördü. Onlar Laçin’i görmüş olmalarına rağmen görmezlikten gelip, adımlarını sıklaştırarak hızla yürürlerken: — Altınay! Gümüş! - diye bağırdı arkalarından. Altınay, sanki bir şeyden korkmuş gibi adımlarını iyice sıklaştırmıştı. Gümüş Bibi onu kolundan çekerek kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra, sola dönerek spor salonuna doğru ilerledi. Altınay sırtına, şehre indiğinde giydiği, kendisine çok yakışan gömleğini geçirmişti. Ayağında ise ökçesi orta yükseklikte güzel bir beyaz ayakkabı vardı. Yakın zamanlara kadar okula beline kadar uzanan bluz giyerek gelir, hatta fizik kültür derslerinde dahi bu bluzunu değiştirmez, sadece uzun etek yerine eşofman giyerdi. Halbuki şimdi.. Laçin dün onu bu kıyafette gördüğünde şaşırıp kalmıştı ve şu anda da aynı şaşkınlığı tekrar yaşıyordu. Altınay bu giysilerle yedinci veya sekizinci sınıfta okuyan genç kızları anımsatıyordu. Uzun boylu, ufak bir darbe ile ikiye bölüneçekmiş gibi incecik belliydi. Ayakları -vay vay vay.. - rakkaselerin ayaklan gibi uzun ve biçimliydi. Hele hele bluzunu yırtıp dışarı fırlamaya hazırlanmış göğüsleri.. Nedense onlar henüz olgunlaşmış yumuşak ve yusyuvarlak iri şeftalileri hatırlattı Laçin’e. Altınay, bütün bu zerafeti yetmiyormuş gibi, saçlarını yana atmış, gözlerine de rimel çekmişti.- Gümüş Bibi öğretmiştir! — Altınay! Altınay! - diye bağırdı Laçin gayr-ı ihtiyari ve değişik bir sesle. - Niye öyle ters ters bakıyorsun? Vallahi hiçbir şey olmadı!..
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Altınay, boynunu şahin boynu gibi masum bir şekilde yana bükerek: — Gerçekten mi? Gerçekten hiçbir şey olmadı mı? — Ge.. gerçekten. - Laçin kekeledi. - Gerçekten Altın! — Öyleyse affettim seni.. — Altınay! - Laçin birden kalbini dolduran coşkuyla kızı belinden kucaklamak istediyse de, Altınay çevik bir hareketle kucağından kurtulmayı başardı. Laçin onunla birlikte yanyana yürürken içinden “Ya Klara da geldiyse?..” diye geçiriyordu endişeli bir şekilde. İçeri girdiklerinde duvarları çeşitli sloganlar ve meşhur sporcuların posterleriyle süslenmiş, köşelerdeki vitrinlere diploma ve kupalar sıra sıra dizilmiş olan koca spor salonuyla karşılaşmışlardı. İçerisi oldukça aydınlıktı ve bir de televizyon konulmuştu. Baş köşedeki masa etrafında ise göğsüne çift çift madalyalar takmış olan korbaşı, Selim Kıltırık ve Gümüş, bilmem hangi konu üzerinde hareretli bir tartışmaya girmişlerdi. Onların münakaşalarına aldırmadan kaşlarını çatmış vaziyette bekleyen korbaşı, Laçin’le Altınay’ı görünce yüzüne bir tebessüm aksetti. — O, buyrun şampiyonlar, buyrun! Evet, mesele kapanmıştır. Gerçek dostlar ceviz kabuğunu doldurmayan meseleler yüzünden birbirlerinin kalplerini kırmazlar! Karayağız çehresi, kırçıl saçlarına rağmen, yaşı elliyi geçmiş olsa bile, iri yarı cüssesiyle bir kaplanı andıran bu adam, aslında gençler için canını verebilecek fedakâr bir kişiydi. Bir zamanlar sporun birkaç dalında çok meşhur olmuş, yüksek atlamada cumhuriyet şampiyonluğunu ele geçirmişti. Belki bu yüzden olacak, Laçin ve arkadaşları onun sözünden çıkmazlardı. Korbaşı, arkadaşlarının amacının şimdi televizyoncular ve şairlerle yapılacak tartışmayı siyasi konulara çekmek olduğunu öğrenmiş ve gerçekte bundan rahatsız olmuştu. Sahib bey, yaptığı konuşmada bu rahatsızlığını açık açık anlattı. Hayır, o gençlerin niyetlerinin kötü olduğunu söylemiyordu. Aksine böyle bir niyet taşıdıkları için onları tebrik edesi gelmişti. Çünkü adalet ve hakikat
Adalet Menzili
Adil Yakubov
için savaşmanın en âlicenap bir şey olduğunu gayet iyi biliyordu. Zaten kendisi de cumhuriyette meydana gelen haksızlıklardan dolayı hayli rahatsızdı. Çünkü canlarını uğruna feda ettikleri pamuk işinde birkaç üç kağıtçı yüzünden ağzına haram lokma koymamış, helal süt emmiş binlerce zavallı töhmet altında kalmıştı. Bunlardan biri de zavallı Suyun Burgut’tu.. Suyun Burgut az mı paralamıştı kendisini? Ama âciz bir zavallının elinden ne gelirdi? Demek ki, iftiranın ömrü kısa, hakikat eğilse bile, yok olmaz sözü doğruymuş. Burgut ise yok olmak bir yana eğilmemişti bile! - Söz buraya gelince korbaşı kaş altından Laçin’e şöyle bir baktı. Her ne kadar Sabib bey samimiyetle konuşuyorsa da, bunlar Laçin’in hoşuna gitmemişti: — Mesele sadece babam değil! - diye itirazda bulundu. - Bütün bir millet inim inim inlemekte!. — Biliyomm, balam, biliyomm, - korbaşının sesi yumuşayıverdi. Şimdi öncekinden daha sakin ve daha samimi bir ifadeyle konuşmasını sürdürdü: Onu bir husus ciddi olarak üzmektedir. Her şeyden önce onlar, yani Laçin Ter itibarlı gençlerdir. Kabiliyetli gençler, özellikle kendilerini spora adayan gençler ise kolay bulunmaz.. Kısacası hocalarının korkusu, gençlerin kendilerini siyasete vererek sportif kabiliyetlerini köreltmeleriydi. Çünkü ona göre spor ve siyaset ateş ile su gibi birbirine düşmandı. — Spor bir sanat gibi, insanın bütün enerjisini, kabiliyetini ve iradesini kendisine hasretmesini ister. Sonra birazdan gelecek olan yazarlar, televizyoncular ve muhabirler kimler? Onlar deneme tahtası değiller. İyi insanlarsa, nur üstüne nur. Ama aralarında ayakçı var da, burada konuşulanları gerekli yerlere ulaştırırsa ne olur? Ayrıca böyle bir sohbeti vilâyet yöneticileri nasıl karşılarlar? Sonra bilesiniz ki Laçin’lerin okuması şart! Laçin birden ayağa kalktı: — Vicdan!. Ya vicdanı ne yapacağız, üstad? Korbaşı yorgun bir şekilde başını sağa sola sallayarak: — Vicdanın sesini dinlemek elbette güzel bir şey, -dedi ve derin bir of çekti.- Genel olarak ben sizleri vicdanınızın sesine karşı çıkmaya davet
Adalet Menzili
Adil Yakubov
etmiyorum. Ben sadece, her gördüğünüz sarıklıyı hoca, her gördüğünüz sakallıyı babanız zannetmeyin demek istiyorum.. Dikkatli olun!. — Biz de.. - dedi Laçin dudakları titreyerek. - Biz size bazen korbaşı desek, bazen kaplan derdik. Manda gibi yüreği var diye düşünürdük. Korbaşının dudakları hakarete uğramış çocuğun dudakları gibi büzülüp titremeye başladı: — Yani şimdi kaplan dediklerimiz koyun çıktı demek istiyorsunuz? Öyle mi? Selim, ters ters Laçin’e baktı: — Sen de amma uzattın ha? — Ama gerçek bu! - diye karşılık verdi Gümüş. O sırada dışardan araba sesleri geldi. — Geldiler, geldiler, - şeklindeki sesler ve ayak tapırtıları birbirine karıştı. Meçhul birisi: — Televizyoncular nerde? - dedi aklı karışmış gibi- Televizyoncular yok mu? Korbaşı ayağa kalkarken: — Neyse, biz öteki meseleye bakalım,- dedi. Beş altı genç arasında, televizyonda pek sık görünmemesine rağmen, oldukça meşhur, genç yaşına göre sakal bırakmış kısa boylu bir şairle, sırtına deri gocuk giymiş ufak tefek, zayıf yapılı bir delikanlı salona girdi. La- çin, gözlerini kocaman açarak kapıyı gözledi durdu. Allah’a şükür Klara ortalarda yok! Neyse, gelmediği çok da iyi oldu!- diye geçirdi içinden. Ama yine de: “Acaba niçin gelmedi?” şeklinde huzursuz edici bir soru aklına takılıp kaldı. Omuzuna sıradan bir siyah çanta asıp, eline aldığı mikrofonu sıkıca kavrayan atik delikanlı, - ki müsabaka sırasında da ayak altında dolaşıp durmuştu, - çevresini saran gençlere bakarak: — Bi dakka arkadaşlar, bi dakka! Hepsini anlatacağız, hepsini! - diye bıdırdandıktan sonra kendisini karşılayan antrenöre: — Evet hocam! - diyerek yanındaki sakallı şaire döndü: — Tanıştırayım.. Bu, takım kaptanı meşhur antrenör Sahib bey..
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Cemalov - diye ilâve etti korbaşı. — Evet, evet Sahip Cemalov, şair efendi! Nisbeten genç olsa bile kıvırcık saçlarına yer yer ak düşmüş ve belki de sakal bıraktığı için hayli yaşlı gözüken meşhur şair, önce antrenör, sonra diğer gençlerle tek tek tokalaştı. Elleri kız eli gibi yumuşak ve küçüktü. Laçin farkına varmadan onun elini sertçe sıkınca, “ıh” edip gülerek: — Böyle sıkma kardeş, - dedi elini ovalayıp. - Şampiyon dediğin biraz merhametli olur dostum!.. Ufak tefek muhabir, antrenörü bir tarafa çekerek: - Boş bir yer var mı? dedi.- Varsa kupa kazananları oraya alalım. Bir mesele var da.. - Başını tuhaf bir şekilde sallayarak fısıldadı. Muhabirin esrarengiz bir şekilde fısıltıyla konuşması üzerine kupa sahibi gençler antrenörün odasına geçtiler. Kapı açık kalmıştı. Muhabir: — Kapıyı kapat kardeş - dedi Laçin’e. - Buyrun oturun arkadaşlar.. Mesele şu ki arkadaşlar, televizyoncular gelmeyeceklermiş.. — Neden? - diye çıkıştı Laçin halsizce. — Sebebi.. - diye ağzında geveledi muhabir. - Galiba kolhozda bazı nahoş olaylar olmuş! Kolhozunuzda hoşa gitmeyecek bir olay mı oldu? Her ne kadar biraz önce babasını evde görmüşse de Laçin’in yüreği birden cız etti. Yine de kendine hakim olup, sinirlendiğini belli etmemeye çalışarak: — Kolhozda huzursuzluk var diye kim söyledi size? - dedi. - Ben, mesela ben kolhoz genel müdürünün oğluyum! Lüzum görürseniz babamı hemen çağırır gelirim. Muhabir aşağıdan almaya başladı: — Afedersin kardeş! Biz bilmiyorduk. Bölge temsilcileri böyle söylediler. Doğrusunu söyleyecek olursam kardeş, televizyoncular bize ve hatta radyo çalışanlarına dahi buraya gelmememizi, sizinle görüşmememizi tavsiye ettiler. Bu adama teşekkür etmelisiniz. Bunca baskılara rağmen sizlerle görüşmeye geldi - dedi ufak tefek muhabir şairi imâ ederek. Laçin sinirli bir şekilde güldü. — Teşekkürler! Çok büyük bir kahramanlık göstermişsiniz!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Alay etmeyin, kardeş! - dedi muhabir alınmış gibi. - Ben sıradan bir muhabirim. Ama bu adamı cumhuriyetimizde tanımayan yok. Hepimizin gözbebeği o! Sakallı şair umursamaz bir tavırla cevap verdi: — Sinirlenmeyelim, dostlar. Gerçekten bölge ileri gelenleri buraya gelişimize karşı çıktılar. - Başını çevirip Laçin’e şöyle bir baktı. - Allah yuvasına dinçlik versin kardeş. Daim huzurlu olsun. Ama galiba epeydir soruşturma geçiriyormuş!. Laçin’in aklına birden “Galiba Klara bunun için gelmedi!” şeklinde bir fikir saplanıp kaldı. Bıdır bıdır öten muhabiri bir kenara fırlatmamak için kendini zor tuttu. Hiddetten kıpkırmızı kesilen Altınay: — İftira hepsi! - dedi fakat gözlerine dolan yaşlan gizleyemedi. — İyiliğe karşı kötülük! Geçen yıl bizim ağılımızda yangın çıkmış ve beşyüz koyunumuz telef olmuştu. O zaman, genel müdürümüz Suyun ağa, küçücük çocukları yetim bırakmamak için, babalarımızı hapse düşürmemek amacıyla halktan yardım istediler. Beş yüz koyun yerine altı yüz koyun toplandı.. — Genel müdürümüz o zaman yüz koyun bağışladı!- Zaten genelde kesik kesik konuşan Gümüş Bibi bu defa heyecandan olsa gerek içini çeke çeke söze karıştı. Ama Selim Kıltırık onun sözünü keserek: - Eğer bu genel müdür olmasaydı, şu spor salonu da, klüp de, tuğla fabrikası ve hatta yeni evler, hiçbiri olmayacaktı!. - dedi. Korbaşı göz ucuyla şairi süzdü: — Eğer vaktiniz varsa dağa çıkıp o çobanlarla bir konuşun. Hakikatin anlaşılmasına yardımcı olun. Çok büyük bir sevab işlemiş olursunuz kardeş.. Şair, tek tük ak düşmüş saçlarını ovalayarak: — Bilmiyorum, - dedi. - Elbette iyi olurdu, amma ve lâkin, şu günlerde Moskova’ya gitmem gerek. Acaba soruşturma heyeti ne der?.. Bizim işimize burnunu sokmana kim izin verdi diyebilirler.. Sessizce yerinde oturmakta olan Selim Kıltırık:
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Öyle ya! - diye çıkışıp sertçe ayağa kalktı. Kalkarken çarptığı çiçek vazosu masadan yuvarlanıp parçalandı ve içindeki güller etrafa saçıldı. — Özür dilerim.. — Önemli değil, önemli değil. — Hayır, bu durumda sohbeti devam ettirmek mümkün değil, - diyerek ayağa kalkmak üzere olan muhabiri, şair kolundan tutup yerine oturttu. — Konuş kardeş, konuşuver! Sinirleri biraz yatışmış gibi gözüken Selim, içini çekerek konuşmaya başladı: — Doğrusunu söylemek gerekirse, mesele sadece bizim kolhoz değil, şair ağa! Ülkemizin tamamı ayak altında değil mi? Yoksa çıkan makaleleri okumadınız mı? Üç beş rüşvetçi değil de, bütün Özbek halkı rüşvetçiymiş! Sizlere soruyorum ağalar: Bu makaleleri okudunuz mu, okumadınız mı? Şair, itaatkâr tavırla başını eğdi: — Okuduk kardeş, okuduk. — Okuduysanız niye susuyorsunuz? Sadece siz değil, diğer yazarlar, aydın takımı neredeler? Yoksa bu bahtı kara halkı savunacak bir yiğit çıkmayacak mı? Muhabir gözlerini sağa sola gezdirerek tedirgince kapıyı gözlüyor, saçlarına tek tük ak düşmüş şair ise, acımasız idam kararını bekleyen bir cani gibi yere bakıp duruyordu. Muhabir sabırsızlanıp bir şeyler söylemeye hazırlanırken, Laçin ondan önce davranarak: — Hayır! Biz insan değiliz! - dedi sesi boğuluyormuşçasına. - Ne gurur var bizde, ne izzet-i nefis. Hani, Gürcüler için yazsın o iftiracı gazeteci aynı şeyleri de göreyim! Yazsın bakayım, o halk nasıl kıyameti koparıyor!? Altınay’ın yanında oturan Gümüş Bibi, şairin oturduğu yere doğru kaydı. — Laçin’in sözlerine aynen katılıyorum!- dedi kesik kesik soluyarak. Sizler, yazar ve gazeteciler, özellikle de, özellikle de siz, merkez matbaasında basılan bu iftira dolu makalelere karşı ne yaptınız? Bir tane karşı makale yazdınız mı? Şair, tir tir titremeye başlayan ellerini nereye saklayacağını şaşırmıştı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Bacım, ah bacım! - diyerek iç geçirdi. - Siz zannediyorsunuz ki bizler bu haksızlıklar karşısında üzülmüyoruz, içimiz yanmıyor he mi? Bizler de bu vatanın evlatlarıyız. Amma, mesele sizin düşündüğünüzden bin kez daha karışık, bin kez daha çetrefil! Olay bu! Ormana düşen ateş yaş kuru demeden her şeyi yakarmış, ne çare bacım? — Ne çareymiş!. - diye çıkıştı Altınay gözlerine dolan yaşlarla. - Ne çare deyip, ellerimizi böğrümüze koyup bekleyelim mi? Sonra, sonra siz bu milletin tutunduğu dalısınız.. Bizim dertlerimizi siz yazarlar, aydınlar, gazeteciler yazmazsa kim yazacak? Şair, sürekli başı önünde, tek tük ak düşmüş sakalının uçlarını dudaklarıyla sıkarak sessizce oturuyordu. Ufak tefek muhabir ona yardım etmek istermiş gibi: — Arkadaşlar! Aziz gençler! - dedi. - Bizler, sizlerin içiniz yanarak söylediğiniz bu sözleri gayet iyi anlıyoruz. Ama bugünkü konumuz bu mesele değil. Biz, bugün tamamen başka bir niyetle, yani sizlerin aldığı sportif dereceler konusunda sohbetleşmek amacıyla hurdayız. Doğru mu hocam? - Oturduğu yerde şaşkın şaşkın konuşmaları dinleyip, hiç sesini çıkarmayan antrenöre baktı. Antrenör omuzlarını büzerek: — Bilmiyorum kardeş, - dedi biraz sinirlice bir âhenkte. - Her halükarda bu gençler hepimizin dilinde ve gönlünde olan meseleleri gündeme getirdiler. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben her şeyden önce cumhuriyet yöneticilerine şaşıyorum! Merkezden gelen bir grup sahtekâr diledikleri gibi at oynatıyorlarmış. İstediklerini kurşuna dizip, istediklerini yapıyorlarmış.. Erkekleri hapse atıp, zavallı kanlarını askerlere peşkeş çekiyorlarmış.. Ya bizim yöneticilerimiz ne yapıyorlar? Onlar neden hiç seslerini çıkartmıyorlar?!. Selim Kıltırık onun sorusuna cevap verdi: - Ne yapacaklar? Korkudan tir tir titriyorlardır! Ufak tefek muhabir ayağına diken batmış tavuk gibi yerinden kalkarak: — Arkadaşlar! - dedi. - Yöneticilerimize boşu boşuna taş atıp durmayalım! Hadi bunlar genç, ya size n’oluyor hocam? — Ben ne diyeyim, üstad? Düşünüyorum da, bu gençlerin söyledikleri
Adalet Menzili
Adil Yakubov
doğru… Bunlar gönüllerinden geçenleri söylüyorlar!. — Arkadaşlar! Aziz gençler! - Muhabir ortalığı yatıştırmak amacıyla elindeki mikrofonu havada şöyle bir sallayıp oturanlara yalvarır gözlerle baktı. - Bence kıymetli edibimize taş atılması adalete sığmaz! Dün kendi kulaklarımla duydum. Bu kişi sizlerin yöneticilerinize ağır konuştu. Kolhozdaki huzursuzluk devam ederken, yani soruşturma sürerken dahi babasını savunmak oğluna düşmemeli dedi bu insan. Kısacası demek istiyorum ki arkadaşlar, şu anda sportif müsabakalarınız konusunda sohbet edip, teybe kaydedelim. Size söz veriyorum. Bölge temsilcileri ne derlerse desinler bu sohbet yayınlanacak ve bütün cumhuriyet dinleyecek!. Laçin birden onun konuşmasını böldü: — Kusura bakmayın, ben bu sohbete katılmıyorum! Muhabirin saçma sapan konuşmalarından bıkmış olduğu için birden kalkıp salondan hışımla dışarı çıktı, fakat meydanın sonuna doğru yaklaştığında arkadan: — Laçin! - diyen bir ses işitti. — “Altınay!”- Laçin gayr-ı ihtiyari durdu. Koşarak gelen Altınay Laçin’in karşısına dikildi. — Dün babam söylemişlerdi. Bunları Suyun ağamlara iletseniz.. — Neleri? - diye kaşlarını çattı Laçin. — Babam, babam dedi ki, Suyun Burgut bütün suçu üzerine almasın. Kendi hatamın cezasını ben kendim çekerim dediler. Yakındaki lambanın ışığı altında Altınay biraz öncekinden daha bitkin görünüyordu ve çökmüş omuzlarıyla sanki şefkat ve ilgiye muhtaç gibi bir hali vardı. Laçin, onun yalvaran bakışlarıyla karşılaşınca, birden suçluluk duygusuna kapılmış gibi, şefkat dolu duygularla kızı belinden tutup kendine çekti. Gerçekten Altınay’ın beli oldukça ince ve itaatkâr, göğüsleri henüz yeni olgunlaşmış şeftali gibi yusyuvarlak ve yumuşaktı. — Bir kere öpebilir miyim Altınım, bir defa canım? Altınay mahzun gözlerinde meydana gelen bir parlamayla, sesini alçaltarak:
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Biraz önce söylediklerin doğruysa, - dedi, - yani şu Klara ile aranızda gerçekten hiçbir şey geçmediyse.. peki!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-6-
B
ibisara mama ile Gazi, sabahleyin erkenden yola çıktılar. Gazi birkaç yıl önce emekli olduğunda mükâfat olarak verilen Volgasının şoför mahalline geçti. Araba kullanmayı savaş sırasında öğrenmiş, daha sonraki yıllarda büyük şahısları ağırlarken şoförünün yerine kendisi kullanmayı tercih etmişti. Ama o zamanlar başka imiş. Şimdi durum daha başkaydı.. İlk gün, yolda sık sık mola verip, çay içerek dinlenmelerine rağmen akşama doğru şehir merkezine vardılar. Şehir merkezi Suyun Burgut’un yaşadığı yere sınır, ama Mercantav’dan takriben 150-160 kilometre uzaktaydı. Şehre varınca, doğruca bir zamanlar Kızılkum’da kendisiyle birlikte çalışan, şimdilerde ise emekliye ayrılmış olan patronunun evine gittiler. Patronu kendisinden birkaç yaş küçük olmasına rağmen, tecrübeli, olgun ve taşı sıksa suyunu çıkaracak kadar güçlüydü. Attan düşse, eyerden düşmeyen bu adam, emekli olduktan sonra da emekliler derneği başkanlığını ele geçirmişti. Gazi’yi karşısında görünce önce kısa bir şaşkınlık geçiren patronu daha sonra şaşkınlığı üzerinden atıp çift kanatlı demir kapıyı açarken, “Arabayı içeriye park et!” dedi, caddenin sağını solunu gözetleyerek. Gazi, patronunun bu hareketindeki manayı daha sonra anladı.. Sarılıp kucaklaştıktan sonra, eski patronunun anlattıklarını dinledi. Söylediğine göre buraya da Moskova’dan müfettişler gelmiş, ortalık son derece karışık ve huzursuzmuş. — Bizler şanslı adamlarmışız! - diye fısıldadı patronu. -Tam vaktinde işi bırakıp emekliye ayrılmışız.. Eğer koltuk sevdasına kapılıp yerimizde otursaymışız kimbilir başımıza neler gelecekti birader?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Gazi, nedense bu sözden tatmin olmadı: — Hayır, - dedi bembeyaz iri başını sallayarak.- Şenle biz çalışırken rüşvetin ne olduğunu bilmiyorduk, patron. Demek istediğim şu ki, kimsenin hakkını yemeyip, harama el uzatmadıktan sonra hangi suçumuzdan dolayı sorgulanacaktık? Patronu içinden, “Hâlâ aklın başına gelmemiş, hâlâ öküzün altında buzağı aradıklarını bilmiyorsun, azizim. Ah, bilsen buralarda neler oluyor?” diye geçirdi, fakat bu zavallı ihtiyarı üzmemek için dilinin ucuna gelen sözleri içine atmayı tercih etti. O, her şeyi biliyordu. Birkaç gün önce damadının hapse atıldığından da mutlaka haberi vardı. Bu yüzden olsa gerek için için korkmuş ve hatta “Acaba damadı hapse atılıp, öğrencisi şüphe altında kalan bu ihtiyarı evime aldığımı bölge temsilciliğinde sorgulama yapan müfettişler duyarlarsa, bana bir şey derler mi?” diye içinden geçirmeye başlamıştı. Belki de sırf bu yüzden olacak çekinerek Gazi’yi evine kabul eden patronu, ertesi gün sabah erkenden uyandırıp, bir kâse çay ikram ettikten sonra, daha gün ışımadan sokağa bırakıvermişti. Gazi bu duruma bir hayli içerlediyse de, böyle davranmasının bir cihetten de iyi olduğunu, hiç olmazsa Mercantav’a vaktinde varabileceğini düşündü. Mercanay’la Laçin, Suyun Burgut’tan bir haber alabilmek ümidiyle şehre gittikleri için, kapıyı kendilerine pembe yanaklı, sıcakkanlı bir genç kız açtı. Kızcağızın anlattığına göre - mama onu görür görmez, ninen kurban olsun sana Altınım, yavrum diyerek yanaklarından öpmüştü. Mercanay’la Laçin üç günden beri her Allah’ın günü sabah erkenden şehre gider, gün batarken dönerlermiş. Altınay’ın anlattıklarını dinleyen mama, bir süre ah-vah edip, dizleri titremeye başlayınca genç kız koltuğuna girip avluya götürdü. Gazi arabayı sundurma altına park edip içeri girdiğinde Bibisara mama genç kızı bağrına basıyor, bir oturup bir kalkıyor, sanki cenaze evine başın sağolsuna gelmiş gibi ellerini dizlerine vurarak ağlıyor, ama ne dediği anlaşılmamasına rağmen, içli feryadı insanın yüreğini sızlatıyordu. Gazi teselli etmek amacıyla mamanın yanına otururken, yaşlı kadın, birden
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kendisinden beklenilmeyen bir çeviklikle kızcağızı kucağından ayırıp gözlerinde peyda olan soğuk bir parıltıyla: — Git! - dedi iç geçirerek.- Eteğime yapışıp kalma.. Git damadını hapsedenlere var… Sovyet hokümatının başlarını bilirim, ben Basmacılarla savaşıp, bu hokümata hizmet kıldım deyip övünür dururdun. Gazisin sen! Neden korkasan? Gazi, iki elini göğsüne koyup yalvarır bir edayla: — Acele etme mama, - dedi. - Varacağım, her yere başvuracam. Allah var.. Mama başını sertçe çevirip ihtiyara baktı: — He, Allah var! - dedi Gazinin sözünü bölerek.- Allah’ı ağzına almazdın. Bundan sonra dilinden düşürme, Gazi! Gazi itaatkârane başını salladı: — Hülasa-i kelam, bu işin arkasını bırakmam, merak etme, hanım! Mercanay gelsin ne oldu, ne bitti bir öğrenelim hele. Sabırlı ol, Bibisara. Ama Bibisara mama onun sözlerine kulak asmayıp, iki eliyle kocasının ellerine sarılıp ağıt okumaya başladı:
Kurban olam Mercanay, Nerde kaldın Mercanay? Tileb algan yalgızım[20] Sorab algan yuldızım[21] Sana kelgen bu bela Menge kelse bolmasmı, Sorab algan yuldızım Tileb algan yalgızım? Genç kız da mamaya eşlik etmiş, Gazi’nin yüreği âdeta yerinden yolunup alınmıştı. Yavaşça ayağa kalktı. Avlu bomboş, rüzgar uğuldayıp duruyordu. Üvey olmasına rağmen öz
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kızından çok sevdiği Mercanay, burada onuncu sınıfa geldiğinde Suyun BurgutTa kaçıp gittiği zaman, sinirinden şakaklarını yumruklayan Şirbuta Narbutayev, kendi kendine sövüp sayarak gitmişti. Sonraları ise her yıl Bibisara’yla Mercantav’a gelmiş ve damadı Suyun Burgut’un kurduğu beyaz çadırda bir iki ay tatil yapıp, kımız içmiş, yorgunluk atıp dönmüştü. Her geliş gidişlerinde mamayla birlikte birkaç gün bu evde kalırlardı. O zamanlar, yarım hektar genişliğindeki bu avlu bir cennet gibi yeşilliklere bürünür; ortadaki ağaç kerevet çevresine ekilen reyhanlar, güller ve çeşitli süs bitkileri avluya acaip bir güzellik bahşederdi. Şimdi ise avludaki güller kurumuş, güllerin arkasına ekilen domates ve salatalıklar sararmış, ağaçlar bile Suyun Burgut için yas tutuyormuş gibi boyunlarım bükmüştü. Toplanmadığı için yere dökülüş elmalar, erikler ve kayısılar çimenlerin üzerine kilim gibi yayılmıştı. Gazi, evin önündeki kayısı ağacının altına kurulmuş olan büyük kerevetin kenarına ilişip derin hayallere daldı. Genelde onlar geldiklerinde Mercanay akşamları avluyu sular, kerevet üstüne halı serer, üzerine kat kat minderler, yumuşak yün yastıklar koyar; minderler üzerine yanlamasına uzanan Gazi kitap okumayı falan bir yana bırakıp torunu Laçin’le oynaşır da oynaşırdı.. Zavallı Laçin! Babasını çok severdi.. Hatta onlar baba oğul değil, sanki birbirlerini çok seven iki sırdaş, ağabey kardeş gibiydiler. Herhalde şimdi anasından beş beter yanıp kavrulmuş, sararıp solmuştur!. Gaziyi daldığı hayalden “Gazi dede!” diye seslenen küçük bir çocuğun sesi uyandırdı. Kapı girişinde yedi sekiz yaşlarında, yum yumalak, tombulca bir çocuk kendisine bakıp duruyordu. — Ne var çocuğum? - dedi Gazi şaşkın şaşkın. — Dedem seni çağırıyor! - diye karşılık verdi çocuk zil gibi öten sesiyle. Pilav hazır, gelip pilav yesinler dedi.. — Hangi deden? Çocuk, sanki benim dedemi nasıl tanımazsınız der gibi tombul yanakları arasında kaybolmuş gibi duran burnunu oynatarak: — Dedem işte.. Mansur dedem! - dedi. — Ha, Fıçı Mansur desene, oğlum!.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Fıçı sensin! - diye karşılık veren çocuk yukarı doğru kaçtı gitti. Daha sonra sokaktan “Sensin fıçı! Sensin fıçı!..” diye bağıran sesi işitildi. “Bu fıçı göbekli nerden öğrendi benim buraya geldiğimi? Toprak altında yılan kıpırdasa haberi olur bu yaşlı tilkinin! Herhalde ya arabamı gördü, ya da birisi kulağına fısıldadı!” Gazi, Fıçı Mansur’u çoktan beri, vilayet komitesinin sekreteri olarak görev yaptığı zamanlardan tanırdı ve hatta bir zamanlar araları da fena değildi. Göz açıp gördüğü hanımı rahmetli olup, bir kızı ve oğluyla ortada kalınca, Bibisara’yla aralarını yapan da bu Fıçı Mansur olmuştu! Doğru, yerini Suyun Burgut’a kaptırdığından beri davranışları değişmişti bu fıçının. Çünkü her gelişlerinde evinde ağırlamadan bırakmayan Fıçı Mansur, bu olaydan sonra yüzlerini bile görmek istememişti. Gazi, bir süre tereddüt edip oturduktan sonra, sabık genel müdürün evine gitmeye karar verdi. Ne de olsa bu koca tilkinin buralarda dönüp biten her şeyden haberi vardı. Suyun Burgut’un başına gelen olayı da bilse gerek, ama damadına kuyu kazanlardan birinin bu fıçı göbekli olması da uzak bir ihtimal değil. Yine de arkadan duran düşmandan göz önünde olan düşman daha iyidir. Hiç olmazsa eteğindeki çakılı döksün ortaya!. İçerden hâlâ mamanın ağlama sesleri geliyor, ama bunlar artık ağlamaktan boğulmuş bir hancereden çıkan zayıf ve cansız hıçkırıkları andırıyordu. Fıçı Mansur sokağa kurdurduğu geniş kerevet üzerine yanlamasına uzanmıştı. Şişko göbeğini deri korsesine yerleştirmiş ve iki askıyla omuzlarına bağlamıştı. Yanından hiç ayırmadığı “Divâne-i râstguy” lâkaplı köse şaklabanı ise, yere bitişikmiş gibi duran kerevet çevresinde hizmet etmek için fır dönüyordu. Mansur, Gazi’nin yaklaşmakta olduğunu görünce ayağa kalkmak isterken şaklabanı: — Eyvah, kalkmayın patron, kalkmayın!- diye kikirdedi.- Siz yerinizden kıpırdarsanız dünya bir tarafa ağar, biz de esfel-i safilini boylarız, canım ağam!. Fıçı Mansur tebessüm ederek yalandan cilvelendi: — Kırk yıl kırgın olup, herkes kırılsa sen yine sağ kalmayı becerirsin tilki! Git işinle uğraş!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Gazi, Fıçı Mansur’la hoş beş ettikten sonra söze yine şaklaban köse karıştı: — E, patronun işleri hep tıkırında! Hani yedi köyü bir eşeğe bindirir, kuyruğuna da kendisi biner diye bir söz var ya mihman, bizim patron da aynen öyle! Oturduğu yerden g.tüyle bütün vilâyeti birbirine katar evelallah! Hi-hi-hi! Bir tek atayım mı patron? Fıçı Mansur, yalandan bir kızma numarası yapıp: — Ulan sen ağzına gelen her şeyi söyler misin, hin oğlu hin! - diye homurdandı. - Sana git çay may hazırla demedim mi? Köse, ellerini göğsüne koydu: — Tamam beyim! Paşşây-ı âlemin sözü emr-i vacip! Hazır biraz laflayalım, âlâ hazretleri! Fıçı Mansur, göğsüne doğru yayılan gıdığını şöyle bir okşayıp: — Bi karış dili var pezevengin! - diyerek güldü.- Allah’ın vurup, peygamberin asayla dürttüğü bir hilkat garibesi! S.ktir edip atayım diyorum, vicdanım dayanmıyor.. Şaka yapıyorum diye, ne dediğini bile bilmiyor kuş beyinli!. — Kovup da ne yapacaksın? - dedi Gazi.- Bütün padişahların böyle hokkabazları olmuştur! Fıçı Mansur, kamını tartan deri korseyi avuçlarıyla tartıp şöyle bir kıpırdandı. “Hey Allah’ım! Öncekinden daha da beter kilo almış bu fil. Nasıl yürür, nasıl oturur, nasıl kalkar bu adam?” Fıçı Mansur, eski dostuna kaş altından şöyle bir baktı. — Hooşş.. Mercantav’a hangi rüzgâr attı seni, mirim? “Yılanın yağını yalayan tilki!. Sanki hangi felâketin beni buraya sürüklediğini bilmiyor!” Gazi beynine kan sıçramış gibi: — Bu laf da nerden çıktı şimdi, Mansur efendi?- dedi yine de sinirlerine hâkim olup. - Yoksa damadım Suyun Burgut’un başına gelenleri bilmiyor musun? Fıçı Mansur, uzandığı yerden şöyle bir toparlandı:
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— “Evet, yazık oldu Burgut’a be!- dedi Gazi’ye bakmadan. — Dün Moskova’dan gelen müfettişler arama yaptılar evinde. Bu işe karışmayayım dediysem de, şahit olacaksın diyerek sürükleyip götürdüler. Allah’a doğru, size yalan birader. Hiç içimden gelmedi bu iş, amma “yok” demek olur mu bu savcılara? Lafı uzatmıyayım.. Çok para çıktı! Hadi para neyse de altın da çıktı damadının sandığından! Gazi’nin yüreği ağzına gelmiş gibi: - Altın!? dediğinin kendisi bile farkına varmadı.- Nerden bulmuşlar altını? — Altın dediysek hani, bilezikler, küpeler falan canım!. Kızına da maşallah.. Akıllı kadın! Nerden tutulmuş bu zeb-ü ziynetlere? Avuç avuç alacağına bi tane al, tektek al. Bi torba dolusu da olur mu? Hani nerdeyse bi kilo vardı.. Yetmiyormuş gibi bi torba da para!. Güzel de, bari bu kadar altını, bu kadar parayı ahırda mahırda falan sakla! Ne bilim, dereye mereye göm! Altın takılar sandıktan, paralar elbiseler arasından çıkarsa olur mu hiç?! Bir torba altın kelimesini işitince bir türlü kulaklarına inanamayan Gazi, bu işin içinde bir iş olduğunu anlayıp birden köpürdü: — Helaldir ki sandıkta saklamış! Şahitlik yapan sen.. Yalan söylüyorsun! Küpe müpe olduğunu bile bile utanmadan altın diyorsun! Altın değil, Bibisara’yla merhum kaynanasından kalan yüzükler fa- landır onlar!. Fıçı Mansur’un kırış kırış olmuş göz kapaklarının altında civa gibi parlayan çekik gözleri pat diye açıldı. Fil ayaklan gibi iri, etli ayaklarını masa altına uzatarak, kamburunu doğrulttu. — Sen.. Narbutayev! Bana bağırma! - dedi çocuk kafası büyüklüğünde damar damar olmuş siyah yumruklarını sıkarak. - Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış! Ben sana da, aha o öğrencin olacak vilayet komitesi sekreterine de geçen sene baharda söylemiştim: Boşa gayret sarfediyorsunuz demiştim. Suyun Burgut kartal değil, arslan olsa bu işin altından kalkamaz demiştim! Cahillik eder demiştim! Yok, lafıma inanmadınız! Mansur yaşlanmasına rağmen yerini kaptırmak istemiyor diye düşündünüz hepiniz! Aha n’oldu? Sonu pişmanlık olmadı mı? Gazi birden sarası tutmuş gibi titremeye başladı. — Boşa kendini yorma, Mansur efendi! Pak yiğit, helal yiğit benim
Adalet Menzili
Adil Yakubov
damadım Suyun Burgut! — Pak yiğitmiş, helal yiğitmiş! - dedi Fıçı Mansur nefes nefese. - Albastı Nehri’ndeki ağılda yangın çıkıp yedi yüz koyun telef oldu. Kazan kazan kavurmalar yaptırıp gönderdi bu helal damadın! Rüşvet vererek beni kenara silketip yerime genel müdür oldu bu helal yiğidin! — Kime rüşvet verdi? — Hadi bilmiyorum de! Hiç bi şeyden haberim yok de, kaşarlanmış Bolşevik! Fıçı Mansur, kat kat gıdığını oynatarak, pis pis güldü: — Kime olacak? - diye hırıldadı.- Onu genel müdür yapan kim? Kimse, ona verdi rüşveti! Helal damadın elli bin sum rüşvet verip genel müdür oldu! Müfettişler her şeyi biliyorlar. Her şeyi! O senin rüşvetçi öğrencin de tutuklandı şimdi! Gazi ne cevap vereceğini bilemeden şaşırıp kalırken, binbir pişmanlık ve yakınmalarla dolu düşünceler acımasızca beynini tırmalamaya başladı: “Evet, niye bu yaşlı gavurun sözlerini kale alıyorsun? Niye tir tir titriyorsun? Yılanın yağını yalayan bu hin oğlu hini yüksek makamlara getirenlerden biri kendin değil miydin? Vilayette sekreterlik yaptığı günlerde sürekli kollayarak önündeki yollan açmadın mı bu imansızın?” Masadaki bir kâse soğuk çayı bir dikişte bitirip, derin bir nefes aldıktan sonra: — Evet çok hizmet verdin müfettişlere! - dedi delirmiş gibi. - Biliyorum, zavallı Burgut yerini aldığından beri ayağının altına kuyu kazmak için durmadan dilekçe üzerine dilekçe göndermekle meşgüldün. Ama şunu aklından çıkarma Mansur, el-kısasu minet hak! İftiranın ömrü kısa olur. Atalar çalma komşunun kapısını çalarlar kapını demişler. Unutma! — Madem bunları sen söylüyorsun, sen de iftira atma eski karındaşına! Kırk yıl Mercantav’da ayakkabı eskitip, değil bir koyuna bir tek kuzuya bile elini sürmedi Mansur! Ben sana ne kötülük yaptım ki, bana lanetler yağdırıp duruyorsun!? “Yok.. Şeytandan üç gün önce doğan bu imansıza laf yetiştirmek mümkün değil! Lanet olsun! İster misin devr-i devrân bunun gibi ağzı kanlı
Adalet Menzili
Adil Yakubov
canavarlara kalsın! Kırk yıl zavallı halkın aşını elinden alan, kanını bir sülük gibi emen bu albızlar tereyağı gibi üste çıksın da, helal süt emmiş, adaletten sapmamış insanlar iftiraya kurban gitsin ha! Neyse., bu kudurmuş sırtlanla iddialaşıp durmak akıl kârı iş değil!..” Gazi, aklı allak bullak vaziyette yerinden kalktı: —Tamam, kes artık! - dedi içindeki öfkeyi bastırmaya çalışarak. - Ben her şeyi anladım! — Neyi anladın? - diye yattığı yerden homurdandı Fıçı Mansur. — Şunu anladım ki, zavallı damadımın başına gelen bütün iftira, bütün töhmet ve bütün nifak işlerinin altında senin parmağın var! İşte bunu anladım!.. Amma velâkin aklında bulunsun Mansur bey: Sen tilkiysen ben de kuyruğuyum! Senin gibi ağzı kanlı sırtlanlarla boğuşacak gücü var Narbutayev’in! Aklından çıkarma: Hakikat ortaya çıkıncağa kadar boğuşacağım seninle.. - Gazi sözünü tamamlayıp, sanki seksen yaşındaki bir adam değil, tığ gibi bir delikanlıymışçasına güp güp basarak geniş caddeye doğru yürüdü. — Bana bak toprağın bile kabul etmediği Bolşevik! -diye bağırdı Fıçı Mansur. - Dur! Sana güzel bir tavsiyem var! Sonra baldırları gibi kalın kollarım masaya dayayarak ayağa kalkmaya çalışırken, masanın bir ayağı “çars” diye bir sesle kırılınca masa üzerindeki demlikler, kâseler, meyve tabaklan yere düşüp tuz buz oldu. Hiç bir şeye aldırmadan asfalt yolda sert adımlarla ilerleyen Gazi, sanki ateş üzerindeki demlik gibi kaynıyor, hayalinde hâlâ Fıçı Mansur’la kavga edip duruyordu.. Birden aklına “Mercanay’la Laçin döndüler mi acaba?” sorusu gelince, yüreğinin uyuştuğunu hissetti ve avlu kapısına ne çabuk ulaştığının farkına bile varmadı. Hayır, ahırın önünde kaldırgaç falan yoktu. Gazi pencereden içeri baktı: Ağlamayı kesen Bibisara mama avluda bağdaş kurup oturmuş sızlanıp duruyordu. Bir türlü onun yanına varmaya cesaret edemeyen Gazi, eli yüreğinde varıp kerevetin kenarına ilişti.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-7-
O
gün Mercanay’la Laçin, her zamankinden biraz daha geç yola çıkmışlardı. Kaldırgaç her ne kadar kaşka bir at değilse de, hiç bir atın yürüyüşüne benzemeyen, binicisini yormayan bir tarzda, ufak adımlarla yol alırdı. O bu şekilde yürürken, üzerindeki kişi lüks bir arabayla yolculuk ettiğini sanırdı. Laçin eyere yerleşmiş, anasını terkine almıştı. Kaldırgaç her zamanki gibi ufak adımlarla yol almasına rağmen, kuş hızıyla ilerlediği için saat onbir olmadan şehre ulaşmışlardı. Kaldırgaçı sokakta bırakamazdı. Değil sokak, kendi avlularında bile kimseye güvenemezdi Laçin. Neyse ki antrenörü şehir girişindeki bir bağ evinde kalır, Laçin her defasında atını onun avlusuna bağlayıp giderdi. Şayet hocası evdeyse ata bizzat o bakardı. Merkezden gelen müfettişler şehir ortasındaki üç katlı komite binasına yerleşmişlerdi ve bina önündeki meydan her günkü gibi ana baba gününe dönmüştü. Çoğunluğu kızlardan, gelinlerden, yaşlı erkek ve acuzelerden oluşan bu kalabalık, komiteye ve komite başkanına dilekçe vermeye gelmiş kişiler değil, aksine hapse atılanların ya karısı, ya kızı, ya oğlu, ya da ana babasıydı. Müfettişler geldiğinden beri, bina çevresi demir parmaklıklarla çevrelenmiş ve komite binası bir karakol haline getirilmişti. Bir derdi olanlar veya dilekçe verecek kişiler, ilk önce dışardaki etrafı çevrili odalardan Şaranavski veya yardırmasına telefon ediyorlar, onlar izin verdikten sonra gerekli evraklar doldurulup içeri girmelerine müsaade ediliyordu. Bu yüzden içeri girebilenlerin sayısı oldukça azdı ve onlar da çoğunlukla ağlayarak dışarı çıkıyorlardı. Sanki düşman baskınına uğramış gibi sayısız askerle
Adalet Menzili
Adil Yakubov
korunan binanın önündeki polisler ise, bu ağlayan insanları acımasızca ite kaka dışarı atıyorlardı. Kısacası şikayetçiler, bu binanın önünde günleri nöbet beklemek ve polislerin hakaretlerini sineye çekmekle geçiyorlardı.. Mercanay da oğluyla birlikte üçüncü defadır buraya geliyordu. Bir keresinde güç bela Şaranavski’nin yardımcısıyla görüşüp, telefonda ret cevabı alışı müstesna tutulursa, henüz kimseyle görüşmüş sayılmazdı. Bugün ise, aksi gibi Şaranavski vilayete gitmişti. Gelirse kaçta gelir, ayrıca gelir mi gelmez mi, geldiği zaman kabul eder mi etmez mi, kimse bunu bilmiyordu. Çünkü Şaranavski yok diye polisler kapıdan içeri adım bile attırmıyorlardı.. Mercanay, Laçin’le birlikte komite binasının karşısındaki parka geçip boş banklardan birinin üzerine ilişti. Çoktan beri sulanmayan park yarı kurumuş fundalığı andırıyor, hıyâbanlar kanat çırpan hazan yaprakları, yırtılmış veya yırtılmadan oraya buraya atılmış gazete kağıtları, yumruk içinde sıkılarak fırlatılmış kağıtlar - ihtimal kabul edilmeyen dilekçeler- ile pislenmiş bir haldeydi. Henüz güz girmemiş olmasına rağmen solmaya, yaprakları dökülmeye başlamış ağaçlar, meydanda dalgın dalgın oturan insanlara sanki acışan nazarlarla bakıyor gibiydi. Mercanay, tıpkı mama gibi elleri şakaklarında hayale dalmıştı. Laçin, henüz bir yüzü kız, bir yüzü gelin anasının bir hafta içinde sararıp solan çehresine, parlaklığını yitirip içine batan gözlerine şöyle bir nazar ederken yüreğinin uyuşup kaldığını hissedince, elindeki büyük bohçayı ayaklarının dibine bırakıverdi. Bohçada babasının çok sevdiği bir kırba dolusu kımız, bir tas nâdir[22], ekmek ve pişirilmeden önce ekmeğin arasına konulmuş bir mektup vardı. Her Allah’ın günü bohçadaki öte beriyi yenileyip geliyor, fakat Suyun Burgut’a ulaştıramadan geri götürüyor; ayrıca onun hâlâ bu binada mı, yoksa vilâyete mi alınıp götürüldüğünü dahi bilmiyorlardı,. Laçin elini anasının yarı canlı omuzuna koyarak: — Ne yapıyoruz anacan? - dedi. - Savcıları bekleyelim mi yoksa.. Mercanay dalgın gözlerini bir noktadan ayırmadan: — Seni bilmem, - diye karşılık verdi incinmiş gibi. -Ama ben bugün hiçbir yere gitmiyorum. Eğer savcı gelmezse burada uyurum. — Anacan!- Laçin anasının omzunu sertçe sıkıp yanaklarından öpmeye
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
başladı.- Biraz kendine hâkim ol. Sabret anacan.. Biliyorsun babam “ananı sana, seni Allah’a emânet ediyorum” demişti.. Mercanay’ın gözleri yaşarıverdi. . — Ya sen? Ya kendin? Şahin dese şahindin. Bir hafta içinde eridin gittin. Baban bana “Oğlumu sana, seni Allah’a emanet ediyorum” demişti, canım oğlum! Laçin babasının kalın kaşlarını andıran kaşlarını çatıp kavgaya hazırlanan horoz gibi gerildi: — Benim için endişelenme, ana! Ne yapacağımı çok iyi biliyorum! Günlerini göstereceğim bu zorbalara!.. Mercanay, sanki şu anda bir nara atıp olay çıkartacakmış korkusuyla oğlunun ellerine yapıştı: — Canım oğlum! Kurdun ağzına giren giren bütün çıkmazmış, balam! — Allah belâsını versin böyle böyle pezevenkterin!. Babasının tutuklandığı gün söylediği sözler! O akşam, gün batarken evden çıkışta “Kupa kazanan gençlerin partisi var, beni beklemeyin” deyip giden Laçin, bir müddet sonra içi buruk vaziyette eve dönmüş ve ilk işi babasını sormak olmuştu. Ama o zamana kadar evdeki araştırma bitmiş ve Suyun Burgut’u alıp götürmüşlerdi. Laçin eve girdiğinde altı üstüne getirilen odaları, salonda yüzü koyun uzanmış, sessizce ağlayan anasını görünce: — Ne zaman? - diye bağırmıştı. - Ne zaman ap kettiler babamı? babamı? — Şimdi, hemen biraz önce.. Laçin hemen geri dönüp kendini dışarı atmıştı. Mercanay bacakları titreyerek dışarı çıktığında, oğlu kaldırgaçı eyerlemekle meşguldü: — Kayakka? Nime kılmakçısan?[23] — Hazır kuvıb yetemen u eblehleri! Kutkaraman Kutkaraman atamnı![24] — Can balam! — Bırak beni ana! Babamı hapse attırıp, nasıl başı dik dolaşırım bu memlekette? Laçin anasının kollarından kurtulup ayağını üzengiye yerleştirdiği sırada, Mercanay yine feryâd-u figân içinde oğlunun boynuna sarılmıştı ve kaldırgaç
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
tepinip kişnemekteydi.. Neyse ki bağırıp çağrışmaları işiten eş dost yetişip, yalvar yakar Laçin’i bu niyetinden vazgeçilmişlerdi. Aynı gece gençler aralarında bir hayli tartışmışlar, biri radyo aracılığıyla Mercantavlılara seslenip şehir halkını ayaklandırmayı teklif etmiş, bir diğeri ertesi gün bütün kolhoz gençlerini toplayıp Suyun Burgut’un yattığı hapishaneyi basmayı uygun görmüştü. Sonra Mercantay’dan Kur’an-ı Kerim getirmesini istemişler, yeşil kadifeye sarılıp nesilden nesile aktarılarak gelen Kur’an elden ele dolaştırılıp yemin edilmiş, Suyun serbest bırakılıncaya kadar Laçin’i yalnız bırakmayacakları, hatta o okula gitmezse kendilerinin de gitmeyecekleri konusunda kasem içmişlerdi.. Ama Mercanay bilmem hangi kitapta, bilmem hangi filozofun “ Çiğ süt emmiş insanoğlu, ancak başına felaket gelince Allah’ı dilden düşürmez, ondan medet bekler ” şeklindeki sözünü okumuştu. Yine de gençleri kasem içerken görünce bazen gözlerine yaş dolmuş, bazen da Kur’an’ı öpüp onların yemimine “âmin!” demişti. Selim Kıltırık ile Gümüş Bibi, yaşlılar gibi öğütler verip “Sabret, sabreden derviş muradına ermiş; adalet eğilir ama yenilmez..” gibisinden bir sürü laf edip gitmişler, fakat Altınay bir türlü gitmek istememiş ve “Müsaade ederseniz, yanınızda kalayım, anacan” diyerek yalvar yakar Mercanay’ın yanında kalmıştı. O gece Laçin’in odasının ışığı hiç sönmemiş, Mercanay’ın oğlu tavana dikilip sabahı etmişti. Sabahleyin arkadaşları tekrar gelmiş, bir patırtı gürültüyle idareye gitmişler, ama kulakları yere düşmüş vaziyette geri dönmüşlerdi. Çünkü onları radyo binasına sokmak şöyle dursun, kapıdan içeri bile almamışlardı. Daha düne kadar Suyun Burgut’un gölgesine selam verip, iki büklüm olan idare çalışanları gençleri köpek kovalar gibi kovalayıvermişlerdi. Bu olaydan sonra üç dört gün boyunca Laçin ağzına lokma koymamış, dört gün zarfında bir deri bir kemik kalmış, gözleri çukurlarına çekilmiş, yüzü sararıp solmuştu.. Gözlerini bir noktaya dikmiş olan Mercanay, sinirinden kıpır kıpır oynayan oğluna göz ucuyla bakarak: — Hayır. - dedi buruk bir ifadeyle.- Babası mahkeme mahkeme sürünürse,
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
belki ben dayanırım, ama bu çocuk asla katlanamaz!. Gerçekten Laçin’le babası, baba oğul değil, sanki iki akran, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki samimi arkadaş gibiydiler. Ana oğul, her biri kendi düşüncesi, kendi derdiyle baş başa kalıp uzun bir süre hiç konuşmadılar. Daha sonra Laçin elindeki bohçayı Mercanay’ın önüne itip sert bir hareketle ayağa kalktı. — Peki.. Siz burda biraz otura durun anacan, - dedi yalvarır bir ifadeyle. Ben bi yere kadar varıp geleceğim. Burda eli kolu bağlı oturmanın bi faydası yok. Biriyle görüşeceğim. Şayet gecikecek olursam merak etme.. Mercanay korkulu gözlerle oğluna baktı. — Kimmiş o? Niye gecikeceksin? — Şayet dedim ya ana! Bi devlet memuru. Hemen dönmeye çalışırım.. Laçin kendi kendine söylenmeye başladı: - Bi danışsam mı? Acaba bi tavsiyede bulunur mu? — Peki oğlum, sakın gecikmeyesin. Zaten yüreğim yüreğim ağzımda.. — Lütfen böyle konuşma anacan! - Laçin anasının yanaklarından öpüp hazan kaplı hıyabandan park içine doğru yürümeye başladı. Ayak altında hışırdayan gazelleri, onların arasına gizlenmiş şişeleri ve kâğıt parçalarını tekmeleyip yavaş adımlarla ilerlerken görüşeceği kişiyi göz önüne getirince, kalbindeki heyecan tuhaf bir isyanla yer değiştirdi. Bir süre sonra parkın arka tarafında pek gösterişli olmasa da, yakın geçmişte restore edilmiş, kapı ve pencereleri gök mavisi renge boyanmış, duvarları açık pembe renk boya ile badana edilmiş tek katlı bina göründü. Laçin, keskin gözleriyle çift kanatlı kapının iki tarafındaki çerçeveli parlak pirinç üzerine biri Rusça, diğeri Özbekçe yazılmış kelimeleri ta uzaktan farketti: “Bölge Komsomol Komitesi”. Bu tabelaları okur okumaz içindeki isyan bir şüpheyle yer değiştirdi. Acaba doğru mu gelmişti? Acaba kendisini güleryüzle karşılayacak mıydı, yoksa idare çalışanları gibi kapıdan mı kovacaktı? Ya peki güleryüzle karşılayıp birkaç gün önceki gibi tenha bir odaya çekmeye kalkarsa ne yapardı? Altınay’ın yüzüne nasıl bakardı?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Bu felâket başlarına geldiğinden beri Altınay anasının tek dayanağı olmuş, Mercanay’la birlikte ağlamış, onunla birlikte gülmüş, sanki bu eve gelin gelmiş gibi sessiz sedasız hizmet etmeye, bugün ise onlar bu tarafa geldiklerinde evde kalıp göz kulak olmaya, gözü yollarda onların dönüşünü beklemeye başlamıştı.. Laçin, babası tutuklandığı gün Altınay’ın söylediği sözleri, çocuksu bir saflıkla “Eğer, eğer o gün aranızda hiçbir şey geçmediyse peki..” deyip, kendisini öpmesine izin verişini hatırlayınca birden ellerinde onun sıcaklığını hissetti. Sanki kızcağız şu anda kollarındaymış gibi ince belini kavradığını, tombul şeftaliler gibi yumuşak, yusyuvarlak göğüslerinin göğsüne temas ettiğini hissedercesine tüyleri diken diken olup gayr-ı ihtiyari adımlarını yavaşlattı. Ama neden? O şu anda Klara’nın yanına şehvani duygularla mı geliyordu sanki? Onu bu binaya sürükleyip getiren tek şey, babasının başına gelen meş’um olaydı. Böyle bir günde içinden gelen bu isteğe boyun büküp onun kapısını çalmak Laçin’e hem farz hem de karz değil miydi? Doğru, hayatında ilk defa bir kadınla birlikte olduğu o esrarengiz akşamdan sonra Laçin bir daha Klara’yı görmemişti. Laçin’i “koçum benim”, “azgın boğam benim..” diyerek pohpolayan, ömrü boyunca kendisini unutmayacağını üstüne basa basa söyleyen, sık sık buluşmayı teklif eden Klara, o günden sonra ne yüzünü göstermiş, ne telefon etmiş ve suya çöken taş gibi ortadan kaybolmuştu. Hatta televizyoncuların geleceği gün dahi ortalarda gözükmemişti. Acaba kadın milleti bu kadar vefasız mıydı? Dün söylediği sözleri, verdiği vaatleri bugün unutur muydu? Unutursa unutsun! Zaten o günü unutması canına minnet! Altınay’ın tırnağı bile olamaz bu aygır yürüyüşlü şıllık! Şu an o şehvetli saatleri düşünmenin sırası mı? Ama o akşam sülük gibi kendisine yapışan, kulağına ağza alınmayacak hayasız kelimeleri fısıldayan ve “koçum, azgın boğam!” diyerek bilmem nerelerine varıncaya kadar yalayan, üzerine konan bir sineği bile kovalayacak durumu kalmayıncaya kadar üstünden inmeyen bu erkek delisi kadın, herhalde bugün akıl vermekten kaçınmazdı? O merhametsiz müfettişler Moskovalıysa, Klara da Moskova eğitimi görmüş bir kadın..
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Dinsizin hakkından imansız gelir diye bir söz var!.. İsterse babasının sorgulamasının nasıl gittiğini, ne durumda olduğunu, söyleyecek bir şeyinin olup olmadığını öğrenip bildiremez mi? Eğer bunu yaparsa Laçin ona ömür boyu minnettar kalır, hatta isterse ateş basan yerlerini dahi soğuturdu! Ya peki kolu bu işe yetişmezse?. Olsun ne kaybederdi? Arap öpmekle dudak kararmaz ya!.. Komsomol binası önünde değil insan, bir sinek bile yoktu.. Ama içerde.. Güpe gündüz lambaların yandığı dar ve loş koridorlarda taşı sıksa suyunu çıkaracak yakışıklı delikanlılar, bir odadan çıkıp öbür odaya giriyor, kapalı kapılar arkasında telefonlar durmadan çalıyor, her yandan daktilo tuşlarının sesleri geliyor, kısacası sanki mahkeme salonuymuş gibi bir telaş, bir koşuşturma hüküm sürüyordu. Laçin, birinci katibin bürosunun önüne gelince, gayr-ı ihtiyari kalbinin çarpmaya başladığını hissedip, bir süre dikilip kaldı. Sonra kendi cesaretsizliğine sinirlenerek sert bir hareketle kapıyı açtı. Karşıdaki yeşil çuha örtülü büyük masanın arkasında yumuşak sarı saçlarını güzelce taramış, boylu poslu, güzel bir kız, avuç içi büyüklüğündeki aynasına bakarak makyaj yapmakla meşguldü. Birden bakışlarını aynadan ayırıp ters ters Laçin’e baktı. — Neden kapıyı çalmadan girdin? Bu millet ne zaman öğrenecek medeniyeti? - dedi burnundan soluyarak. Sonra Laçin’in boy poşundan, asık suratından, sırtındaki spor giyimden hoşlanmış gibi: — Niye dikilip duruyorsun? Madem kapıyı açtın girsen ya! - dedi ses tonunu yumşatarak.- Kimi arıyorsun? Eğer Klara Kamilova’yla görüşmek istiyorsan, bugün kimseyi kabul etmiyorlar. Çünkü çok meşguller.. Laçin masaya yaklaşmadan odanın ortasında dikilip dururken bir an gözü çift kanatlı kapıya takıldı. Kapı üzerindeki levhada: “Yoldaş K. K. KAMİLOVA” yazılıydı. — Klara… Klara Kamilova çok meşgul olsalar gerek. Ama sizden özellikle rica ediyorum, benim geldiğimi bir haber verseniz? Sekreter kız, masmavi gözlerini şöyle bir süzüp gülümsedi: — Geldiğinizi haber verebilmek için kim olduğunuzu bilmem gerekmez mi?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Laçin nedense kızarıverdi. — Afedersiniz.. Boğa Boğakoviç.. Boğakoviç geldiler deyin. —- Boğa.. Boğakoviç ha? - Sekreter kız belli belirsiz gülümsedi. - Çok tuhaf bir isminiz varmış..- diyerek yerinden kalkıp deri kaplı kapıya doğru ilerlerken: - Boğa Boğakoviç! - diye mırıldanıp bir kez daha güldü. Kapının bir anlık açılıp kapanması esnasında Laçin, tabanı kırmızı halıyla kaplı, pencerelerine koyu mavi perdeler gerilmiş odanın yukarı kısmında oturan Klara’yı gördü.. Karşısında oturan iri yarı bir gençle kahkahalar atıp gülüşüyordu. Sırtı kapıya dönük oturan delikanlının yüzü görünmüyordu ama Klara.. Klara gözüne öncekinden daha bir güzelleşmiş, açılıp saçılmış gözükünce, nedense içinde ılık bir şeylerin aktığını hissetti.. Sekreter içeri girdiği sırada Klara basını çevirip şöyle bir baktı. Odanın ortasında kazık gibi dikilip duran Laçin’i görünce, boyalı gözleri kocaman açılıverdi. Ondan sonra ne olduğunu Laçin de anlıyamadan kapı tekrar kapandı. Fakat sekreter kızın içeri girmesiyle çıkması bir oldu. Kapıyı açmadan önce Laçin’e gülücükler dağıtan genç kızın suratının asıldığı, rengi solgun bir vaziyet aldığı görüldü. — Hayır, sizi kabul etmiyorlar! - dedi alışılmış bir tavırla. Laçin ne diyeceğini bilemez halde: — Neden? - diye sorabildi sadece. Kız bu defa ters ters dikildi: — Nedenmiş! Bölge komite sekreteri size hesap vermek zorunda mı? Vaktim yok dedi, yarma konferansı var.. Metin hazırlaması gerekmiş, o kadar!. — Peki! - Laçin’in sinirden eli ayağı titremeye başlamış, saçlan dikilmişti. - Siz, siz ona Boğa Boğakoviç geldi diye söylediniz mi? — Lütfen bağırmadan konuşun! Burası ringonun ahırı değil! - diye sert çıkıştı sekreter kız. - Hepsini söyledim. Boğacık dedim, Boğakoviç de dedim! Zamanı yok! Tamam artık delikanlı!. Birden “Babamın hapsedildiğini duymuş!” düşüncesi Laçin’in beyninde çakmak gibi yandı. Evet, başına bir bela gelmesinden korktu bu kancık!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Hapse atılan bir suçlunun oğluyla görüşmekten korktu! Ne günlere kaldık? Bu nasıl insanlık böyle? İnsanoğlunun derdine kulak verecek bir âdem evladı yok mu? Gazeteler bilmem kuruluşlarının otuzyedinci yılını kutlar, sayfa sayfa makaleler döktürür ama yurdun dört bir yanını saran adaletsizliklerle ilgili bir satır bile yazmaz!. Laçin, kalbini hamur gibi yoğuran bu isyankâr düşüncelerle gözlerinin önü kararmış vaziyette kendini dışarı attı. Şimdi anasıyla buluşacaktı. Peki ona ne diyecek, yaşlı gözlerine nasıl bakacaktı? Bunu düşününce yine kalbinin sıkıştığını hissetti.. İşte yine o hıyâban ve işte anasının oturduğu bank.. Ama anası ortalarda yok, bank bomboş.. İçinden “Anacanım.. Anacığımı da mı alıp götürdüler yoksa?” diye geçirerek Mercanay’ın oturduğu yere doğru hızla yürüdü.. Mercanay, aklından geçen binbir endişe, binbir düşünceyle yerinden bir santim bile oynamadan dikilip duruyordu. Laçin gelmeden on dakika kadar önce “Esselamu aleyküm, Mercanay abla!” diyen bir sesle daldığı hayal âleminden ayrılmıştı. Tepesinde, asker dese asker değil, polis dese polis değil, ama sırtında yeşil askeri parka, başında kep bulunan elli yaşlan civarında bir kişi dikilip duruyordu. Mercanay onu bir yerlerde gördüğünü hatırlıyor, ama nerede gördüğünü bir türlü çıkaramıyordu. — Galiba beni tanıyamadığınız? - dedi üniformalı kişi. - Ben.. Ömürzakov.. Mercantav’da sizden çok iyilikler görmüştüm.. “Evet, evet., telef olan beş yüz koyun hadisesine gelmişti bu adam! Bölge savcısıydı galiba!” Mercanay yüreğine su serpilmiş gibi rahatlamıştı. “Zavallı kocam bunun iyi bir insan, vicdanlı bir kişi olduğunu söylemişti.” —Yoo.. Niye tanımıyayım, tanıdım Ömürzakov ağaLdiye karşılık verdi içini çekerek. Ömürzakov, sanki Mercanay’a karşı suçluymuş gibi, bakışlarını onun elem dolu nigâhından kaçırmaya çalışarak: — Allah kahretsin! Lanet olsun! - dedi. - Belli ki kocanız için çıkıp geldiniz.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Doğru, biliyorsunuz işte. — Biliyorum. Suçsuz yere hapse attılar kocanızı! Helal süt emmiş insandır Suyun Burgut! İftira ettiler ona! Mercanay’ın gözlerinde ümit kıvılcımları parladı birden. — Teşekkür ederim! - dedi içini çekerek. - Demek kocama bir şey olmayacak, onu serbest bırakacaklar mı demek istiyorsun, ağa- can? Ömürzakov yine onun gözlerine bakmaya cesaret edememişti. — Ne yazık ki sizi teselli edemeyeceğim. Onun işi şu… Şaranavski idaresindeki merkezden gelen müfettişlerin elinde! Ömürzakov bezgin bir şekilde iç geçirdi. - Hangi birini anlatayım, bacım? Kocanız bir yanda dursun, bizim durumumuz bile tehlikeli: Güya biz şu ana kadar bölgedeki bütün suçları gizlemişiz!. — Tövbe tövbe! - dedi Mercanay yakasını silkerek.-Sizlere de mi inanmıyor bu adamlar? — Ne yaparsın? - Ömürzakov omuzlarını kıstı. Mercanay’ın kalbinde parlayan ümit çırası birden “lip” edip sönüverdi. Elemli, titrek dudaklarını aralayarak: — Desene iftiraya kurban gitti zavallı? - diyebildi. Ömürzakov kalın kaşlarını ovalayarak: — İnşallah iş bu noktaya varmaz, - dedi. - Hakikat eğilse bile teslim olmaz derler. Adalet ve hakikat ergeç ortaya çıkacaktır.. Siz Şaranavski’yi mi bekliyorsunuz? — Ne yapayım? Derdime derman olacak bir Müslüman çıkmazsa? — Şaranavski vilâyete gitmiş! - Ömürzakov bir dakika kadar alnını kaşıdıktan sonra: — Hadi o tarafa gidelim! - dedi. - Kendisi yoksa yardımcısı vardır. Belki o sizi kabul eder. - Sonra hiçbir şey söylemeden yerdeki bohçayı eline aldı. Mercanay, yine içinde beliren bir ümitle hiç sesini çıkarmadan Ömürzakov’un ardından yürüdü. Onlar hıyâbandan çıkıp komite binası önündeki susuz çeşmeye doğru yaklaşırken, çevredeki dut ve karağaçların gölgesine oturmuş olan kadın,
Adalet Menzili
Adil Yakubov
erkek, yaşlı genç ne kadar insan varsa, ürkütülmüş kuş sürüsü gibi yerlerinden fırlayarak çevrelerini sarıp, soru yağmuruna tutmaya başladılar. — Bizim derdimize kulak verecek bir Müslüman var mı yok mu? — Oğlum ekibbaşı! Hırsızlık yapan müdürü bırakıp onu hapsettiler! Suçu ne oğlumun? — Kardeşimi hapsettikleri yetmiyormuş gibi, dün gelinimizi de alıp götürdüler! Gelinimizin suçu ne? — Babam hapsedileli üç ay oldu! Sorgulama bile yapmadılar! Buna cevap verecek hokumat nirde? — Nirde kaldı kanun, nirde? Biz fukarayı ezim ezim ezen, hokumatı gayıran kanun? Ömürzakov elini kaldırıp patırtı gürültüyü kesti. — Yoldaşlar. Sözüme kulak verin, yoldaşlar! — Şşşt.. Susun.. — Susun da dinleyelim biraderler! — Yoldaşlar! Sizlerin işi, yani hapsedilen akraba ve yakınlarınızın işi bizim elimizde değil. Onları merkezden gelen özel teftiş heyeti sorguluyor.. Ömürzakov sözünü henüz bitirmişti ki, ortalığı yeni bir uğultu dalgası kapladı. Mercanay, gözleri kızarmış erkekleri, kırış kırış olmuş yüzleri gözyaşlarıyla sulanmış yaşlı kadınları, kucaklarında çocuklarıyla bir türlü göz yaşlarını tutamayan genç genç gelinleri görünce, kendi derdini bile unutup, onlarla birlikte ilerliyor, ama onlara kızacağı yerde aksine var güçleriyle bağırıp çağırmalarını arzu ediyordu. Galiba kocası hapsedildiğinden beri içinde volkan haline dönüşen, ama bir türlü patlamayan keder yanardağını bu topluluk dile getiriyordu. Birden başına geniş bir eşarp bağlamış olan ince yapılı, kara kuru bir kadın ellerini havaya kaldırarak: — Moskova’dan geldilerse, gelip evimizi görsünler!-diye haykırdı.Rüşvet yedin diyerek hepsettikteri ulumın [25] evinde değil hah mitil bilem yoh! Balaları yalın ayak dolaşır. Üç vakit aşı arpa çorbası! Hırsız olsa kendi çoluh çocuğunu bu durumda bırahır mı?.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Benim gelinim kendini bıçaklayarak intihar edip hastahanede yatıyor! Oğlumla gerdeğe gireli daha bir yıl bile olmadı!? Oğlum müdür değil, şef değil. Basit bir traktör şoförü, kim verir ona rüşveti? Yüzündeki kırışıklıklar birbirinin üzerine yatmış, iki büklüm bir ihtiyar, bembeyaz sakalını sallayıp, vücudu zanzın zangır titreyerek konuşmaya başladı: — Ömrüm pamuk tarlalarında geçti! Oğlum da, oğlumun oğlu da, hepimizin ömrü pamuk tarlalarında tükendi. Bir güne bir gün karnımız doyası ekmek yemedik. Söyle reis oğlum: Hokumata ne kötülük yaptık biz? Dizlerinin bağı çözülen Mercanay, ayakta güçlükle duruyordu. Şu ana kadar dünyanın bütün derdinin kendi başında olduğunu zannediyordu. Şimdi ise kendisinden beş beter durumda olanların, horlanıp bir kenara atılanların düşündüğünden çok daha fazla olduğunu görmüştü. Bir an sanki bütün yurt, yer ve gök, bütün Mercantavlıların feryat ettiği düşüncesine kapıldı. — Yoldaşlar! Can dostlar! - diye yalvardı Ömürzakov. - Lütfen yol verin. Eğer Şaranavski gelmişse konuşuruz. Dertlerinizi kendisine ulaştırırız! — O Şarapan dediğiniz kimse buraya gelsin! — Derdimizi dinlesin! — Gerçekleri ortaya çıkarsın! Bu patırtı gürültüyü işiten birkaç polis koşarak geldi ve kalabalığı geriye doğru püskürtüp, Ömürzakov’la Mercanay’a yol açtı. Daha sonra da yolu tıkayan, durmadan bağırıp çağıran, ağlayıp sızlayan kalabalığı ite kaka meydandan uzaklaştırdılar. Kalabalıktan birisi: — Kanunsuzluk, zorbalık bu! - diye bağırınca polislerden teki: — Kapa çeneni! - dedi sert bir sesle. - Hükümet aleyhine bir kelime daha edersen kununu manunu gösteririz sana! Zindanı çok özlediysen alıp atalım içeri! Birinci katın girişinde portmantonun bulunduğu odada göğsü en- va-i türlü madalyalarla dolu yaşlı bir kişi oturmaktaydı. Ömürzakov ondan Şaranavski’nin gelip gelmediğini sorunca, ihtiyar:
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Şaranavski mi, maranavski mi her kimse tanımıyorum! - dedi ters ters. Herkesi dışarı atıp patron oldu bu imansızlar! Gündüzleri yan getip yatıyor, işret yapıyor, sonra da sabaha kadar sorgulama ile uğraşıyorlar! Kendiniz girip sorun: Aradığınız adam burda mı, değil mi, nerden bileyim ben? Ömürzakov uzun koridorda salına salına yürüyüp gözden kayboldu, fakat çok geçmeden geri döndü. — Şaranavski gelmemiş ama yardımcıları zaten sizi alıyorlarmış. Şu koridorun solundaki on sekiz numaralı oda. - dedi Ömürzakov ve sesini alçaltarak devam etti: — Fazla aşağıdan almayın! Efelik yapmaya kalkarsa, boyun bükmeyin! Kocanızın suçu yok, adalet sizden yana bacım! Mercanay, -ona n’olduysa birden, - biraz önce insanların ağlayıp sızlamalarına eşlik eden kadın, aniden Ömürzakov’un cesaret verici sözlerinin tesiriyle içinde hissettiği bir cesaretle dar koridorda on sekiz numaralı odayı arayarak ilerlemeye başladı. Koridorun iki yanına dizilmiş kapılardan insanların biri girip biri çıkıyordu. Henüz uykudan uyanmış, gözleri uyumaktan kıpkırmızı olmuş bu insanlar, ellerinde bir havluyla alelacele bir yere doğru koşuşturuyorlardı. Kimileri başını çevirip Mercanay’a şöyle bir bakmakla yetiniyor, kimileri ise “Daha horozlar bile ötmeden bu kadının ne işi var burada?” der gibisinden ters ters dikilip duruyordu. — Hey Allah’ım, - dedi Mercanay içinden, - bir tanesinin bile yüzünde nur yok! Hepsinin gözleri velfecr okuyor! İşte on sekiz numaralı oda! Mercanay yüreği güp güp atarak kapı önünde durdu. Eşarbının kenarından dışarı fırlayan saçlarını, bluz üzerinden giydiği yeleğini düzeltip, kapıyı yavaşça vurdu. İçeriden: — Lütfen gelin, gelin! - diyen bir ses işitildi. Çok geniş olmasa da, kare şeklindeki odanın yukarı tarafında, dışardan görülmemesi için camları yarıya kadar beyaza boyanmış yüksek pencere
Adalet Menzili
Adil Yakubov
önündeki masa beyaz, siyah, mavi ve kırmızı kurdelalarla bezenmişti. Masa gerisinde ise, birkaç gün önce evde arama yapmaya gelen Mir Celalov oturmaktaydı.. Mercanay’ın içeri girişiyle birlikte sağ taraftaki kapı açılıp zifiri karanlık odadan omuzunda havlu, sarışın çehreli, gömlekli bir adam çıktı. Kapı girişinde dikilip duran Mercanay’a şöyle bir bakıp, yukarda oturan Mir Celalov’a dönerek: — “Bu mu?” der gibi baktı. Sarışın çehresinden biraz daha merhametli, biraz daha sade gözüken bu adam, galiba büyük başlardan birisiydi ki Mir Celalov, “evet o..” diye karşılık verince, aynı kişi oturacak bir sandalye aramaya koyuldu. Mir Celalov bunu anlayınca: — Yoldaş, yoldaş Daranin! - dedi telaşlı bir vaziyette.- Özür dilerim.. Özel emir var.. Patronun özel emri.. — Hmm, özel emirler de artmaya başladı nedense! - Daranin böyle konuşup, bayağı alınmış bir halde sert adımlarla yürüyerek odayı terketti. Mülayim çehresinden, masum görünüşünden, söylediği sözlerden iyi bir adam olduğu hissine kapılan Mercanay, ona ümit dolu nazarlarla baktı ve hatta nerdeyse “Yoldaş Daranin!” diye yalvarası geldi. Fakat o an Celalov’un hiç beklenmedik şekilde yum- şak ve şefkat dolu sesi işitildi: — Buyrun bacım! Gelin, gelin, lütfen, buyrun oturun! Mercanay, bitkin bir vaziyette Celalov’un gösterdiği sandalyeye pat diye çökerken, “Ey Allah’ım! Sen insaf ver şu şeytana!” dedi, içinden. Bir kaç gün önce arama yapmaya geldiğinde suratı bir karış olan, ağzından tatlı bir tek kelime bile çıkmayan Mir Celalov’un şimdiki yumuşak muamelesinde insanı şüpheye düşürecek bir tuhaflık vardı. İçine bir kurt düşen Mercanay, yüreği ağzında, hiç sesini çıkarmadan Mir Celalov’un gösterdiği yere oturdu. Sorgu müfettişi, birkaç kez konuşmak ister gibi ağzını oynattıysa da, söze nereden başlayacağını kestiremediği için susmayı tercih etti. Sonunda Mercanay’ın gözlerine bakmadan: — İhtimal kocanızın meselesi için geldiniz bacım, -dedi yine o şefkatli ses tonuyla. Mercanay heyecandan gult edip yutkundu.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Başka ne derdim olur ki, ağacan? Mir Celalov bir “hmm” çekip ayağa kalktı ve odayı şöyle bir dolaştı. — Sizin ümit çıranızı söndürmek istemem ama., -dedi ve dudaklarındaki tebessüm yavaş yavaş kayboldu.- Ama kocanızın işi zor, çok zor, bacım!. Mercanay’ın gönlünde parlamaya başlayan ümit çırası yine birden sönüverdi. — Peki kocamın suçu nedir? - diye sordu, dilinin ucuna gelen feryadı bastırmaya çalışarak. — Yoksa kocanız size hiçbir şey anlatmadı mı? — Anlattı.. - Mercanay yine dudaklarını dişledi. - “Ne diyecek? Ne demesini bekliyorsun?” — Söylesene bacım, ne demişti? — Kocam.. Suyun ağam söylemişlerdi ki, yaratan Tanrı’nın huzurunda da, kulunun huzurunda da zerrece suçum yok benim demişlerdi.. — Desene biz suçsuz bir meleği hapsetmişiz? — Sizler iftira, sizler demişsiniz ki, güya kocam müdür olmak için vilâyet sekreterine rüşvet vermiş! Düpedüz yalan değil mi bu? Kim inanır bu.. Mir Celalov gezinmeyi birden durdurdu: — Ne demek “güya imiş?” - Sesindeki mülayimlik tehdit dolu bir havayla yer değiştirdi. - Güya değil, çok para vermiş kocanız! — İftira! - Mercanay yerinden nasıl kalktığının farkına bile varmadı. — Oturun! - diye emretti Mir Celalov. - Şunu iyice kafanıza sokun ki, dedi kelimeleri tek tek söyleyerek.-Kocanız bu suçu, yani genel müdür olmak için rüşvet verme suçunu bir süre önce itiraf etti! Ne yazık ki Şaranavski burda yok. Olsaydı, şimdi size kocanızın imzaladığı itirafnameyi gösterirdim.. Mercanay “İftira!” diye bağıracak gibi oldu, hatta kendine göre bağırdı da, ama sesi çıkmadı. Çünkü bilmem kimin ağzından işittiği korkunç sözler beynini tırmalamaya başlamıştı: “Çok döverlermiş! Hırsızlar, katiller ve kumarbazlar arasına atıp çok dövdürürlemiş! Binbir türlü işkence edip konuştururlarmış! İster misin onun kocasını da böyle hücrelere kapatıp,
Adalet Menzili
Adil Yakubov
cehennem azabı çektire çektire itiraf ettirmiş olsunlar?” Kadının gücü neye yeter ki? Yetse yetse iki gözüne yeter.! Mercanay tir tir titremeye, boğuluyormuş gibi içini çeke çeke ağlamaya başladı. Gözyaşları arasında çok uzaktan Mir Celalov’un oldukça mülayim, güya şu kadının gözyaşlarına acıyor hissini veren sesi işitildi: — Bu ağlayıp sızlamaların faydası yok, bacım! Şimdi bunları bırakalım da, kocanızın problemini nasıl çözeriz ona bakalım. On beş yıl verecek olurlarsa on yıla, on yılı beş yıla, üç yıla indirme yollarını arayalım a güzel bacım.. Mercanay ağlamayı birden kesti. İçinden “Bu adam ne diyor? On beş yılsa on yıla, on yılsa beş yıla indirelim demedi mi? Nasıl yapacak bunu? Suçsuz bir insanı nasıl on beş yıla mahkûm ederlermiş? Bu nasıl azap e kurban olduğum Allah?” diye söylendi. Kafasında bu sorular yavaş yavaş bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelirken, sanki şeker görünce sevinen çocuk gibi bir ümitle Mir Celalov’a baktı. Karşısında ayaklarını gerip dikilmekte olan Mir Celalov’un çehresinde yine biraz önceki mülayimlik ve şefkat tebessümleri dolaşmaya başlamıştı. Bir şeyler söylemek isterken, ondan atik davranan Mercanay: — Peki., hangi suçundan dolayı zavallı kocama onbeş yıl vereceksiniz? diye sordu. - Suçu yok, ağacan! Hepsi, hepsi iftira! Masum o! Mir Celalov asabi bir şekilde güldü: — Siz kadınlar çok tuhafsınız vallahi! Allah bilir kocanızı doğru yoldan saptıran da o vilâyet sekreteri olmuştur. Ama bilmek istiyorsanız bilin ki, o kişi de kocanızdan rüşvet aldığını itiraf etti.. Bugün yarın o da tutuklanacak!.. Mercanay sara nöbeti gelmiş gibi titremeye, sıkılıp büzülmeye başladı: — Bir daha söylüyorum bacım, artık bunların bize bir faydası yok. Şimdi kocanızın başına gelecek felâketi nasıl hafifletebileceğinizin yollarına bakalım. Şimdi pek çok şey size bağlı bacım! “Bana bağlı ha? Ne yapmam gerek benim? Benim elimde ne var ki?” Beyni zonklamaya başlayan Mercanay, başında kazık gibi dikilen, bir gazap kamçısını eline alan, bir onu bir yana atıp şefkatli insan görünümüne bürünen bu adamın ne demek istediğini bir türlü kavrayamadı. Ne demek istiyor bu
Adalet Menzili
Adil Yakubov
adam? Dilinin ucundaki ne?. Ama onun çehresine bakan bir kişi, bayrağında adalet simgesi taşıyan bu kuruluşun başında bulunan şu adamın niyetinin iyi olmadığını hemen anlayabilirdi. Mercanay, bunu düşünmekten bile korkuyordu. Sonunda: — Ağacan! - dedi yalvarmaklı bir sesle.- Sözlerinizden ne demek istediğinizi anlayamadım. Açık konuşun, ağacan!.. — Söylesem… - Mir Celalov yine lafı ağzında gevelemeye başladı ve alnını kaşıyarak loş odanın kapısına bir göz attı. - Ama laf aramızda kalsın. Ağzından çıkacak en ufak bir söz iftira olarak kabul edilir.. İftira edenlerin başına gelecekleri de siz bilirsiniz.. Mercanay şaşkın şaşkın başını salladı: — Evet, evet anladım ağacan, anladım.. — Anladıysam, biraz para lazım! Kocanızın işini halletmek için lazım bu para.. Mercanay, içindeki isyanı zar zor bastırıp Mir Celalov’un yüzüne baktı ve: — Ne kadar? - diye fısıldadı. — Ha., evet.. - Mir Celalov biraz düşünüp alnını kaşıdıktan sonra. - Sizin öğretmen olduğunuzu da nazar-ı itibare aldık, çok değil, elli bin olsa yeter!dedi. Mercanay bir çığlık attığının farkına bile varmadı. Mir Celalov yüzü kireç gibi olup tekrar kapıya doğru baktı: — Niye bağırıyorsun? Söyledim ya, ağzını açmayacaksın diye! — Elli bin! - dedi Mercanay sanki onun söylediklerini işitmemiş gibi. Peki ama nerden bulacağız bu kadar parayı? — Kocanızı kurtarmak istiyorsanız, bulursunuz! Ahırda koyunların var.. — Vardı. Yüz koyunumuz vardı. O yangında telef olan koyunların yerine verelim deyip.. Mir Celalov bıkkın bir şekilde elini salladı: — Eşin dostun vardır herhalde? - diye sordu. — Var ama elli bin!.. — Ya o atınız? - diyerek Mercanay’ın sözünü kesti Mir Celalov: -
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Volga’yla değiştirdiğiniz at! Kaldırgaç mı diyorsunuz, maldırgaç mı her neyse? — Kaldırgaç, - dedi Mercanay sakince. — Satmaya kalksanız havada yirmi bin verirler.. — Kaldırgaç.. - diye mırıldandı Mercanay. - Zavallı oğlum ne yapar onsuz? Canından çok sever onu yavrucuğum! — Canından çok severmiş! - diye çıkıştı Mir Celalov.-Herhalde sana koca, oğluna baba değil, mal mülk gerekmiş! Demek kocanızın başına geleceklere karşı dünya malı sizin için daha değerli ha? Mercanay bitkin bir vaziyette: — Yok, yok, öyle demeyin, ağacan! - diye yalvardı.-Benim malı mülkü düşündüğüm falan yok..Yalnız.. — Yalnız ne? — Yalnız.. - Mercanay ağzı kurumuş gibi bir yutkundu. - Sizler suçsuz bir adamı aklamak için rüşvet istiyorsunuz. Mir Celalov öfkeden kudurmuş bir hal aldı: — Defol! İyiliğe karşı kötülük! Senin gibi taş kalpli bir kadını da ilk defa görüyorum, çık odamdan! Mercanay son ümidinin de lip-lip sönüp gittiğini görünce tekrar “ağacan’larla işi tatlıya bağlamak istiyordu ki, o an koridordan rap rap ayak sesleri işitildi ve kapı sertçe açılarak içeri Şaranavski ile savcı kıyafetli bir başka kişi girdi.. Şaranavski, bir Mercanay’a, bir Mir Celalov’a şöyle bir ters ters baktıktan sonra, suratını asarak karanlık odaya doğru ilerledi. Mercanay apar topar yerinden kalktı. — Yoldaş Şaranavski!.. Şaranavski başını çevirip bakmadı bile. Kıvırcık saçlı başını dikerek azametli bir şekilde karanlık odaya daldı. Bu arada Mir Celalov öfkeli bir ses tonuyla Mercanay’a “Çık!” deyip, işaret parmağıyla dış kapıyı gösterdi: — Çık dışarı! Çıkacak mısın yoksa polis mi çağırayım? Mercanay gözlerinden süzülen yaşlarla önünü göremez bir halde sarhoş adımlarla odadan çıktı..
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-8-
M
ercantav kasabasındaki soruşturma işlerini yürüten Vyaçeslav Şaranavski, vilâyet merkezinden oldukça mutlu bir şekilde dönmüştü. Çünkü cumhuriyet sınırları dahilinde teftiş işlerinden sorumlu olan general, dün vilâyet merkezinde yapılan gizli toplantıda Şaranavski ve ona bağlı ekibin sorgulama işlerinde kullandığı metodu, yani bir suçluyu tutuklamadan önce suçlu olup olmadığını araştırmak yerine, tutuklayıp, sorgulama sırasında suçunu kabul ettirme yöntemini son derece beğenmiş ve bunun adliye sistemine getirilmiş bir yenilik olduğunu kaydetmişti. Müfettiş ve savcılar arasında “general” ismiyle maruf olan ve çok özel yetkilerle donatılan bu adam, gerçi “suratını köpek görsün” denilen cinslerden değilse de, sözümona “hakikat için canını bile esirgemeyen, hiçbir şey ve hiçbir kimseden korkmayan, sözünden dönmez muzaffer mücadele adamı” idi! Nitekim kendisi de aynı yöntemle birkaç yıldır Özbekistan Cumhuriyeti’ni zir zir titretiyor; söylendiğine göre vilâyet yöneticileri şöyle dursun, cumhuriyet yöneticileri bile ondan çekiniyordu. Kısacası bu memlekette astığı astık kestiği kestik, ağzından çıkan her sözü kanun kabul edilen demir yumruklardandı. Özbekistan’a ilk geldiğinde biraz mütevazi davranmış, “Volga” ile “Jiguli”lere binmiş, ama daha sonra zırhlı arabalarla ve hatta tanklarla dolaşmayı âdet haline getirmişti. O gece vilâyet merkezine de zırhlı arabayla gelmişti. Bütün yurdu acılara garkeden tutuklamalardan illallah diyen halk, şehir sokaklarından son süratle geçen bu zırhlı arabayı görünce fare deliği bile hemen karaborsaya düşüyor, kendini gözden uzak bir yere atmayı başaran kişi hayli şanslı sayılıyordu.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Kurtuluş savaşıyla ilgili filmi seyretmek için damlara çıkan çocuklar ise, bu tuhaf arabanın peşinden koşuşuyor, büyük bir patırtı gürültüyle iddialaşıyorlar, kimisi “tank bu!” dese, kimisi “zırhlı araba!” olduğunu iddia ediyor ve sonunda iş yumruklaşmaya kadar gidiyordu.. Gizli toplantı parti bölge komitesinin küçük binasında yapılmıştı. Kapılar sıkıca kapatılmış, ülke yöneticilerinden hiç kimse davet edilmemiş, daha doğrusu onlar, motosikletli eskort arasında gelen zırhlı arabayı görünce sessizce evlerine çekilmişlerdi. Üzerine geçirdiği gri elbisesinin altından kurşun geçirmez yelek giyen general, uzun fakat tesirli bir nutuk irad etmişti. Cumhuriyette yaygınlaşan rüşvetçilik, üreticilerin pamuğun bir kısmını saklaması, kısaca eksi işareti alan bir yığın hadise ve bu hadiselerin önlenmesi konusunda detaylı bilgiler vermişti. — Elbette, - demişti general, salonda oturanları imtihan edici gözlerle süzerek, - bizim bu işleri kanunlar çerçevesinde yapmamız şart. Kanun, adı üzerinde işte, kanun! Peki ya mücadele verdiğimiz bu memlekette devletin kesesine el uzatan, vatanı milyonlarca ruble zarara sokan hırsızlar, mafya haline gelmiş örgütlü sahtekârlar ve dalavereciler amaçlarına ulaşmak için her dakika kanunları çiğnerlerse ne yapmalıyız? Ya peki genel olarak kanun denilen şeyi tamamen unutmuş ve ona tukaka ediyor hale gelmişlerse ne edeceğiz? Ve son olarak, bu yolla devleti milyonlarca ruble zarara sokup, kendileri lüks içinde yaşıyorlarsa, sandıklar dolusu para kıypıtmışlarla ne yapmamız gerekir? Evet, bu durumda ne yapmamız gerekir? Hainlik yapan memurun dalaveraları hakkında yeterli belgelere sahip değiliz, yani kanunlar ihlal edilmiş deyip eli kolu bağlı mı kalacağız, yoksa kesin bir çözüm mü bulacağız? General sözünü bitirip salonu dolduran kişilere imtihan edici nazarlarla göz gezdirmeye başlayınca, oradan buradan: — Hayır, biz bu eski metodla hırsızlık ve sahtekârlıkların önünü alamayız!- şeklinde sesler yükselmişti. — Bizim gevşekliğimizi ve aldırmazlığımızı gören sahtekârlar işi iyice azıttılar!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Kanunları satır satır uygulamaya kalkarsak, bu sahtekârlar yine devletin kasasından milyonlarca rubleyi ceplerine aktaracaklar!.. General, memnun bir şekilde başını sallayıp: — Mesela, - demişti uğultular kesildikten sonra.- Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, memleketteki pek çok kolhoz müdürleri, parti ve sovyet çalışanları, özellikle ticari sahalarda görevli sahtekârlar, taş çatlasın iki yüz iki yüz elli sum maaş aldıkları halde, öyle bir hayat sürüyorlar ki, bırakın devrimden önceki köy ağaları, beyleri ve paşaları bir yana, ahım şahım hakimler bile bu hayatı rüyalarında görememişlerdir! Özbek, özü han diyorsunuz! Evleri ev değil, saray yavrusu sanki! Kendileri yetmiyormuş gibi çocukları dahi Jigulilere, Volgalara biniyorlar!.. Sağdan soldan yine biraz önceki gibi uğultular yükselmişti: — Bir tek çocukları olsa iyi, torunları, torunlarının torunları bile lüks arabalarla dolaşıyorlar. Söz bu noktaya gelince Vyaçeslav Şaranavski daha fazla tahammül edemeyip ayağa kalkmış ve general bir baba şefkatiyle ona bakarak: — Evet, Vyaçeslav? - demişti. - Bir şey mi söylemek istiyorsun? — Evet! - Şaranavski sevgili hocasının kendisine özel bir ihtimam göstermesine çocuklar gibi sevinmiş bir halde: - Ben bu toplantıda söylenen bütün sözlere aynen katılıyorum, - demişti. - Merkezi gazetelerde en doğru şekliyle belirtildiği gibi, bu memleket fesat çukuruna düşmüş. Bazılarının evlerine girseniz, oturacak mitilleri bile yok! Ama çapanını silkelesiniz astan arasından yüzbin sum dökülür! Bu sırada arka taraflardan cılız bir ses gelmişti: - Pek o kadar da değil, yoldaş Şaranavski! Şaranavski sesin geldiği tarafa başını çevirip bakmıştı. Küçücük salonun en arka tarafında mahalli delege temsilcilerinden beş altı tanesi omuzlarını büzüp oturmakta, sanki arslanın inine düşmüş koyunlar gibi titreşmekte, fal taşı gibi açılmış gözlerinde suçlu insanların nigâhı gezinmekteydi. Uzun ve yakışıklı yüzüne kan yürüyen Şaranavski:
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Ben!. - demişti, - kendi gözlerimle şahit olduğum olaylardan bahsediyorum. Söylediklerimde asla mübalağa yok. Lüzum görülürse cevap verebilirim! - Sonra sanki çok önemli bir şey keşfetmiş gibi vakur bir havayla yerine oturmuştu. Vyaçeslav Şaranavski, Özbekistan’a gelmeden önce Rusya’nın kuzey taraflarındaki bir vilayette çalışırdı ve generalle de orada tanışmıştı. Gerçi o zamanlar general bu kadar şöhret sahibi değildi, ama adı demir yumruğa çıkmıştı ve Şaranavski ‘hakiki savcı böyle olmalı’ görüşündeydi. Hatta sırf bu inancından dolayı generalin takdirini kazanmış ve vilâyet savcılığına terfi ettirilmişti.[26] Bu olaydan sonra general onu sürekli kollamış ve hatta sonunda şehir merkezinde şöhret yaptıktan sonra dahi unutmamıştı. Unutmamış olsa gerek ki, iki yüz kişilik savcı grubu arasından Vyaçeslav Şaranavski’yi kendi çalışma grubuna almış ve şu anda da soruşturma yapılan bölge temsilciliğine şef tayin etmişti.. Şaranavski şehre gelip, bölge temsilciliğini, üniversiteyi, restoran ve sanayi tesislerini, asfalt yolları görünce içine bir haset dalgası yayılmış ve bu duygu ona bir türlü rahat vermemişti: Neden bunlar her tür imkana sahip de biz mahrumuz? Neden onlarda her şey var da, bizde yok? Tam tersi olması gerekmez miydi?. Bilahere Mir Celalov’la dostluk kurup, cumartesi ve pazar günleri kolhoz ve yüzme havuzlarına gidip eğlenmeyi âdet edindikten sonra, beynini tırmalayan bu düşünceler iyice filizlenip kök budak salmıştı. Bu eğlenceler genelde en büyük, en varlıklı kolhozların en tenha ve güzel yerlerinde, sersâye bahçelerinde veya havuz başlarında kurulan şahane kameriyelerde geçerdi.. Böyle anlarda kolhoz müdürleri, muhasebe şefleri ve ziraat mühendisleri garsonlar gibi kendilerine hizmet verir, en kaliteli şaraplar su gibi içilir, sofralarında belki sadece kuş sütü eksik olurdu. Başlangıçtan beri bu mükellef ziyafetler Şaranavski’nin gözüne öcü gibi gözükür ve müsait bir fırsat çıktığında intikam almak için yol gözler dururdu. Ama sonraları kendisi de bu işret âlemlerinden zevk almaya başlamıştı. Sadece ziyafetler değil, ziyafet sonrası sırtlarına giydirilen pahalı elbiseler,
Adalet Menzili
Adil Yakubov
takdim edilen değerli hediyeler ve iletilen hatırlı selamlar bayağı hoşuna gidiyordu. Ne var ki, her şeye rağmen, yine de gönlünün bir kenarında yer edip kalan burukluk bir türlü gitmemiş ve patlamaya hazır bir volkan gibi için için kaynayıp durmuştu. “Niye bunlar zevk-ü sefa içinde yaşıyorlar da, bizimkilerin ahvali pürmelâl?” Doğru, neşeli işret âlemlerinin yapıldığı bu görkemli bahçelere gelinceye kadar bindikleri araba onları en berbat sokaklardan, en fakir, en sefil kulübelerin önünden ve harap vaziyette görünen köylerden geçirirdi. Ağustosun sıcağında çapa yapan yaşlılar, çapalarının ağırlığından iki büklüm olmuş genç gelin-kızlar, henüz çocukluğunu bile yaşayamamış balaları görmesine rağmen bunlar değil de, nedense “zor iş bu be!” şeklindeki düşünce hayaline girip yuva kurardı. Dün yine hayaline bu sersâye bahçeler düşmüş, serin havuzlar, su gibi akan kanyaklar ve nefis kokulu ciğer kebaplar göz önüne gelince aklından geçenleri erkekçe söylemiş olmaktan memnun bir şekilde yerine oturmuştu. Vyaçeslav Şaranavski’nin ateşli nutkundan sonra kopan patırdı gürültü, generalin sert bir el hareketiyle hemen sona ermişti. — Biz burada zavallı çobanlardan, mihnetkeş köylülerden bahsetmiyoruz! - demişti “general” ismiyle mütenasip düşen bir kararlılıkla. - Demek istediğim şu ki, bazen duruma göre vaziyet almak gerekir. Her seferinde kanunları uygulamaya kalkarsak.. Şu büyük ve yırtıcı sırtlanları kapana düşürmek zor olmaz mı? General, bundan sonra demir yumruğun en güzel numunelerinden sayılan Vyaçeslav Şaranavski ve avanesinin tuttuğu yolu bir kez daha desteklediğini belirtmek istermiş gibi: — Ne çare? - demişti hayli üzgün bir ahenkte. - Elbette bazılarını sorgulamaya atmak için suçunu ispat edecek deliller toplamak şart. Bu iş, biz adalet bekçileri için kesinlikle kolay bir şey, ama bazen öyle durumlarla karşılaşırsınız ki, zanlıyı derhal içeri alıp suçlarını sorgulama sırasında itiraf ettirmek daha doğru olmaktadır. Meselâ, işte Vyaçeslav Şaranavski. O bu yöntemle çok büyük neticeler elde etmiştir. Şu halde onun bu metodundan
Adalet Menzili
Adil Yakubov
faydalanmak şart!.. Eh artık, koca bir cumhuriyeti zir titreten bir generalin pohpohlayıcı sözlerinden kıvanç duyulmaz mıydı? Vyaçeslav Şaranavski kendi bürosuna uçarcasına gelmiş ve yardımcısı Mir Celalov’un sunduğu rapora bile bakmamıştı.. *** — Sonra, sonra konuşuruz bunları, - dedi Şaranavski mesthane gülümseyerek. - Şimdi bütün çalışanları bir yere topla. Meclise değil, ziyafete davet et! Konuşacak bazı şeyler var.. — Restorana mı? - diye sordu Mir Celalov rahatlamış bir halde. — Hayır, restoran müdürünü bizzat çağırıp direktif ver. Burada, birinci sekreterin odasına sofra hazırlasın. Ama sofra tekmil olsun ha! Kilerde sakladığı kaliteli ne varsa hepsini getirsin! Kanyaklar, sadece Ermeni kanyağı olsun! Mir Celalov, asker gibi hazırol vaziyetine geçip elini göğsüne koydu: — Desene bugün keyfimiz kıyak. Çok güzel olacak demek istiyorum Vyaçeslav Aleksandraviç! — Gönül almayı da iyi becerirsin, tilki seni! İyi delikanlısın, has delikanlısın da, yalnız şu, ellerini göğsüne koyup konuşma huyunu nerden kaptın sen böyle? Kölelik döneminden kalma bir âdet bu! — Tamam, tamam, bir daha yapmamaya çalışırız, Vyaçeslav Aleksandraviç! — Git, söylediklerimi yerine getir! Aradan bir saat geçmeden parti bölge komitesi birinci sekreterinin dikdörtgen geniş odası muhteşem bir ziyafet salonuna dönüşüverdi. Bina bitişiğindeki restoran garsonları bir dakika durup dinlenmeden hizmet verdiler: Şiş kebaplar, samsalar ve Ermeni kanyakları elden ele dolaşıp, masalar çiçeklerle donatıldı. Saat sekizde herkes tek tip yeşilimtırak bir takım elbise, beyaz gömlek
Adalet Menzili
Adil Yakubov
giymiş, yakalarına gül desenli rozetlerini takmış vaziyette birinci sekreterin geniş odasında toplanmıştı. Ayakkabıları cam gibi pırıl pırıl parlayan adalet bekçilerinin sayısı yirmiden fazlaydı. Dün gün boyu yapılan gizli toplantıdan sonra şimdi de Şaranavski’nin idaresindeki müfettişlere verilen kıymet, onların ne kadar önemli kişiler olduklarını ortaya koyuyordu. Elbette böyle necip bir topluluğun hakkıydı ziyafet: Belki de bu yüzden olacak herkesin çehresinden gülücükler yağıyor, gözlerinden memnuniyet okunuyordu. Şaranavski salona tam saat sekizde girdi. Ama tek başına değildi. Yanında oldukça alımlı ve şuh bir kadın olan Galya isimli genç sekreteri ve Mir Celalov da vardı. Herkesin zevkten ağzı kulağındaydı. Her nedense sadece Mir Celalov oldukça keyifsiz, suratı da biraz asıktı. Kolası bozulmamış beyaz gömlek üzerinden gri renk bir kostüm giymiş olan Şaranavski, - ki giyimde dahi generalini taklit etmeye çalışırdı, çehresinde mütevazi bir tebessüm, hazırı nazır olanların çılgın alkışlan arasında çift kanatlı kapıyı açıp içeri girer girmez masanın istediği gibi donatıldığını görünce yanındaki Mir Celalov’a başını çevirip baktı: — Malades[27] Mir Celalov! Bu defa güvenimi sarsmadın! Şaranavski’nin emrinde çalışan yirmiden fazla müfettiş arasında Ruslardan başka beş altı kadar Kafkasyalı, Yahudi, birkaç Özbek ve hatta bir tane de Başkurd vardı. Ruslar her zaman olduğu gibi hakim sınıf havasında, Özbekler tabiatıyla çekingen ve ürkek, Kafkasyalılar ise sanki bu memleketin asıl sahipleriymiş gibi burunları bir karış havada, koltuklarının altına çifte karpuz bile sığmayacak kadar gururlu ve kibirliydiler.. Protokol Masası’nın ortasına oturan Şaranavski ayağa kalkınca, salonu kaplayan kahkaha ve uğultu bıçakla kesilmiş gibi birden durdu. Şaranavski, ilk önce bu mütevazi mecliste bulunan adalet savaşçılarına arslan yürekli generalinin selam ve sevgilerini ulaştırdı. Alkış yağmuruna tutulan bu güzel haberden sonra Şaranavski birden ciddileşerek, gizli toplantıyla ilgili detaylı bilgiler verdi ve kendisine bağlı ekibin uyguladığı metod, yani önce deliller toplayıp tutuklamak yerine, evvelâ tutuklayıp sorgulama yoluyla itiraf ettirme metodunun son derece övgü aldığını üzerine basa basa anlattı. Şaranavski büyük bir gururla bu konudaki konuşmasını
Adalet Menzili
Adil Yakubov
sürdürürken, bir köşede sessizce başını eğip konuşmaları dinleyen yardımcısı Mihail Daranin’e birkaç kez mağrur bir eda ile baktı. Genç yaşına rağmen oldukça inatçı sayılan Mihail Daranin, bu konuda Şaranavski’nin takip ettiği metoda başından beri karşı olduğunu bildirmekteydi. Sürekli yere bakmakla birlikte Şaranavski’nin zafer kazanmış bir eda ile kendisine süzdüğünü hisseden Mihail Daranin, asabi bir şekilde yutkundu ve al al yanakları kıpkırmızı oldu. Genç, inatçı ve başına buyruk olan bu adam, ihtimal başka bir zaman olsa, bu konuda kendi fikrini çekinmeden açıklar veya aralarındaki gerginliği daha da artırmamak için sertçe yerinden kalkıp salonu terkederdi. Hâlbuki şu anda her şeyden önce didişmenin yeri ve zamanı değildi. Ayrıca doğrusunu söylemek gerekirse kendisi de generalden bayağı çekinirdi. Ziyafet başlamıştı. Elbetteki birinci kadehler Sovyet sorgulama sisteminde yeni bir çığır açan, cemiyetin bağrında yara haline gelen olaylara ölümcül darbe indiren, üç kağıtçıların, sahtekârların, hırsızların ensesinde boza pişiren adalet savaşçısı(!) generalin şerefine kaldırıldı. Ondan sonraki kadehler büyük üstadın övüp göklere çıkardığı, örnek alınması gereken bir nümûne olarak takdim ettiği Vyaçeslav Şaranavski’nin onuruna yuvarlandı. Artık bundan sonraki kadehler sırasıyla adalet ordusunun müfettiş savaşçıları, verdikleri hizmetler fazla göze batmamakla birlikte mütevazi hizmetleriyle işin genel gidişatına büyük katkılarda bulunan sekreterlere, tatlı lütufları ve hüsn-ü cemalleriyle adalet savaşçılarının hayatlarını süsleyen güzel kızlar için kaldırıldı. Tabii şereflerine kadeh kaldırılan ve güzellikleri övülen genç kızlar mest olmuş vaziyette ortaya çıkıp erkekleri dansa davet ettiler. Dansın açılışını da en genç ve en güzel sekreter olan Galya yaptı. Salına salma yürüyüp, gerdan kırarak işveli bakışlarla Şaranavski’yi dansa kaldırdı.. Ondan sonra olanları galiba Şaranavski de pek hatırlıyamadı. Galya onu kendi evine mi götürdü, yoksa o Galya’yı kendi yatağına mı davet etti, kesinlikle hatırlayamadı. Ama galiba kendi evine gitmiş olsalar gerekti ki, sabahleyin uyandığında âşinâ bir yatakta yattığını farketti. Anlaşılan komite binasında başlayan ziyafet evinde devam etmişti. Çünkü yatağın yan tarafındaki sehpanın üzerinde birkaç lokma atıştırılmış bir tabak dolusu
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kızartma, yansına kadar içilmiş bir iki kanyak, tepsiler dolusu meyve, kimisi açılmış, kimisinin kapağı bile kaldırılmamış menba suları sıra sıra dizilmişti.. Şöyle bir gerinen Şaranavski, hâlâ mahmurluktan kurtulamadığını anlayınca bir kâse kanyağı tepesine dikiverdi; ama yine kalkmaya mecalinin olmadığını farkedince, başını yastığa koyup uzandı. Kanyak içini yakıp geçmiş, bir süre sonra da damarlarına şırıngayla uyarıcı zerkedilmiş gibi üzerindeki mahmurluğu attı ve elini yastığın altına uzatıp kol saatini aldı. “Vay vay, saat onikiyi geçmiş..” Yerinden kalkıp üstünü giyinirken kapı açıldı ve gece kendisini dansa kaldırıp, damarlarındaki kanı canı çekip alan genç sekreteri Galya içeri girdi. Kikirdeyerek selam verip: — Ayıkın artık, Vyaçeslav Alekseyeviç. Erkek adam bu kadar uyur mu? diye takıldı. Şaranavski, birden kam yeniden coşup köpürmüş gibi, Galya’nın etli poposunu kucakladı. — Gece seninle yaptığım meydan muharebesinde yorulup kalmışım, hayatım!. Galya bir kahkaha patlatarak: — Keşke meydan muharebesinde bir şey yapabilseydiniz! Ben daha yatağınıza girmeden sıza kaldınız, yoldaş Alekseyeviç! Şaranavski kollarını iki yana açtı: — Madem öyle bu hatamızı tamir edelim! — Delilik etmeyin! Adamlar sizi bekliyorlar. Galya yan tarafa çekilip perdenin bağını çözüp açtı. Perdenin açılmasıyla birlikte dışardan içeriye hücum eden gün ışıkları Şaranavski’nin gözlerini kamaştırdı. Kadınlar kadar dokuz canlı bir yaratık daha yokmuş meğer! Baksana bana mısın bile demedi şu genç şıllık! Sanki hiç şarap içmemiş, sanki hiç dansa kalkıp Şaranavski’nin canını çıkarmamış gibi! Geceki halinden daha canlı, daha kanlı! Nefes alışı, sürmeli gözlerini süzüp gerdan kırışı Şaranavski’nin kanını köpürtmeye yetti de arttı bile, ama
Adalet Menzili
Adil Yakubov
sekreterinin “adamlar sizi bekliyorlar” şeklindeki sözünü hatırlayınca tepesinin tası atı verdi. — Adamlar mı bekliyorlar dedin? Hangi adamlar? — Afedersin, adamlar değil, bir tek kişi! — Bugün kabul günüm değil ki.. Kim izin vermiş ona? — Yardımcınız.. Daranin! — Daranin? Şaranavski’nin çehresi muavininin ismini işitir işitmez geriliverdi. Onun ekibine yakın geçmişte katılan genç ama inatçı mı inatçı bu müfettiş, ilk günden itibaren Şaranavski’nin çalışma metoduna karşı çıkmaya başlamıştı. Özellikle de şu Mercantav kolhozunun müdürünün tutuklanmasına şiddetle karşı çıkmıştı. Bu yüzden gece generalin söylediklerini inadına tekrar tekrar anlatırken Daranin’in gözlerinin içine bakarak konuşmuştu. Yine de kendi başına buyruk olan bu inatçı adam, -çünkü o savcı değil, hepsini denetleyen bir üst teşkilattan gelmişti ve zaten başka türlü olsaydı Şaranavski onu çoktan sepetlemişti.- Şaranavski konuşmasını bitirir bitirmez ziyafet salonunu terketmişti. Şaranavski, bu olayı hatırlayınca yine cinler tepesine toplanmaya başlamıştı: — Daranin izin verdiyse, kendisi kabul etsin o kişiyi! Galya, şelâle gibi alnına dökülen saçlarını nazik hareketle arkaya atarak: — Ama adam kabul etmiyormuş! Daranin Te değil sadece sizinle görüşebilirmiş, Vyaçeslav Alekseyeviç! Şaranavski’nin dudaklarındaki tebessüm yavaş yavaş kayboldu ve bu olanların suçlusu sekreteriymiş gibi kaşlarını çattı. — Kimmiş ki bu adam savcıyla görüşmekle yetinmiyor? — Kahraman! - dedi Galya. - Her tarafı gümüş madalya! Ceketinin uçlarına kadar madalya dolu!.. — Biliriz öyle kahramanları biz! Hırsızlık yaparak madalya takmış göz boyamacılardan biridir mutlaka! — Pekala! Neymiş derdi? Sorup öğrendin mi?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Öğrendim. Hani şu Mercantav genel müdürü vardı ya, Suvankulov! Onun meselesiyle ilgiliymiş.. “Daranin’in işi! Kasten yapıyor bu işleri! Aptal!” Şaranavski, asabi adımlarla ilerleyerek pencere önüne vardı. Vücudunu sarsan titremeyi yenmeye çalışarak, bina önündeki geniş, ama bakımsız meydana ve susuz kalmış kuru çeşmeye dikilip kaldı. Meydan her gün olduğu gibi yine insanlarla dolu; yine ağlamalar sızlamalar, feryad-u figanlar birbirine karışmış vaziyetteydi. Ellerinde bohça, sırtlarında heybe bulunan bu insanlar nedense sürekli onun cinlerini tepesine çıkarıyordu. Yine cin çarpmışa dönünce asabi adımlarla sekreterya bürosuna doğru yürüdü. Son yirmi yıllık meslek hayatı boyunca şahsen soruşturmakla görevli olduğu pek çok davanın içinde en ağın, en sinir bozucusu Suyun Suvankulov’un davası olmuştu. Doğrusunu söylemek gerekirse başlangıçta Suyun Suvankulov aleyhinde yazılan birkaç mektup, yangında telef olan koyunlarla ilgili çıkan dedikodular onu fazla ilgilendirmiyordu. Çünkü o generali gibi boğulunca büyük gölde boğulmak veya oynayınca büyük oynamak niyetindeydi ve ancak böyle yaparsa büyük şöhreti yakalayabileceğinden emindi. Bu amaçla bu ülkeye gelirken vilayet ileri gelenleri ve özellikle birinci sekreter Necmeddinov hakkında bilgi toplamaya başlamıştı. Şans da ondan yana çalışıyordu. Aleyhinde epey dedikodu çıkan Suyun Burgut hakkında “genel müdür olmak için Necmeddinov’a büyük rüşvetler verdi” şeklinde mektuplar almış ve muavininin “aslını araştırmadan bu sözlere dayanarak bir harekete girişmeyelim..” türünden uyanlarını kulak ardı edip bir celsede Suyun’u tutuklamış, Necmeddinov’u tutuklamaya cesaret edememişse de, adım adım takip eder olmuştu.. Gerçeği söylemek gerekirse Şaranavski Suyun Suvankulov’u - insanlar ona niçin kartal demişler, halbuki arslan demeliydiler! - bir iki gün içinde sindirir, hatta değil sindirmek ayaklarına kapandırır, yerde emeklettiririm diye düşünmüştü. Ama ilk bakışta ağırbaşlı ve sabırlı görünen bu Özbek gencinin katır gibi inatçı çıkacağını tahmin edemezdi. Şaranavski ona her türlü işkenceyi yapmıştı. İlk gün ahır olarak kullanılan
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kene dolu kilere hapsetmiş, günde bir kâse su ve kuru bir pide vermiş; dövdürmüş, sövdürmüş ama ağzından tek kelime alamamıştı. Elbette Daranin buna çok sevinmişti! Ama Daranin ne kadar sevinirse sevinsin Şaranavski onu bülbül gibi öttürmesini bilirdi. Gerekirse şu ana kadar yaptıklarından beş beter işkencelere tâbi tutardı. Lüzum ederse babasını bile gözünü kırpmadan bıçaklayan katiller, kumarbazlar ve caniler arasına atardı. Zaten dün de Mir Celalov’a Suyun’un karısını çağırtıp elli bin sum istemesini tenbihlemişti. Tabii ki kimi kap derse kapan, kimi ısır derse ısıran uysal köpeği Mir Celalov, onun amacının para değil tamamen başka bir şey olduğunu düşünerek hiç vakit kaybetmeden vazifesini becermişti. Gerçekten de Şaranavski için elli bin sum para değildi! Ama şu Özbekler enteresan insanlarmış. Hırsızlıkla itham edildikleri zaman cinler tepelerine yığılıveriyor!. Gel gör ki, Şaranavski hangi kolhoza, hangi çiftliğe veya köye gitse, dönüşte çantası parayla doluyordu. Bu parayı kimler ve ne zaman koyuyorlardı, kendisi dahi bunu bilmiyordu. Bu yüzden son zamanlarda yaptığı ziyaretlerde elinde bir diplomat çantayla gitmeye başlamıştı. Tabii gidişte içi boş olan çanta, dönüşte açıp bakınca deste deste paralarla dolmuş oluyordu! Şu anda birikmiş parası milyonlara ulaşmıştı ve bunun da yansını generaline vermişti. Kalan miktar dahi kendisine bol bol yeterdi!. İnsanın cebinde yarım milyon sum varken, elli binin lafı mı olurdu?! Halbuki Şaranavski’nin amacı tamamen başkaydı. Şayet Suyun Burgut’un hanımı kabul ederse, rüşvet verirken suçüstü yakalatmak, hatta gerekirse şu eşşek Mir Celalov’un ellerine dahi kelepçe vurmaktı. İşte o zaman Necmeddinov meselesini de tereyağından kıl çeker gibi halletmiş olacaktı. Peki, müfettişlere elli bin sum rüşvet veren Suyun Burgut, Necmeddinov’a bir milyon sum vermiş olabilir miydi? Olabilirdi! Elbetteki böyle bir başarı Şaranavski’nin şanına şan, şöhretine şöhret katacaktı.. Eğer Şaranavski’nin bu planı işe yaramazsa, öteki planını uygulamaya koyacaktı. Şaranavski çok iyi biliyordu: Hapsedilenler arasında katır gibi inatçı olan kişilerin dilini tek bir şey çözerdi ki, o da, karılarının da hapse atılmasıydı! Hatta Suvankulov’a benzeyen nice inatçı kişiler böyle bir baskı karşısında hemen itirafta bulunmuşlar ve müfettişlerin istedikleri doğrultuda
Adalet Menzili
Adil Yakubov
ifade vermişlerdi. Mir Celalov’un anlattığına göre Suyun’un karısı rüşvet verme işine yanaşmak niyetinde değilmiş! Öyle olsun! Demek ki tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş! O da ikinci planını uygulamaya mecbur kalırdı! Şaranavski, geceki ziyafetten sonra Mir Celalov’u bir güzel haşlamış, tabiri caizse anasından emdiği sütü burnundan getirmişti. Ama kendisi de bu işe fena bozulmuş ve kadehleri üst üstüne yuvarlamıştı. İşte burnundan solumasının sebebi bu idi. Çünkü birinci plan her halükârda tehlikesiz ve kolaydı. Ama.. Dur hele! Bu ihtiyar boşuna gelmedi! İhtimal Burgut’un karısı dün eve dönüp eş dostuyla görüştü ve onlar bu işi kabul ettikleri için ihtiyarı gönderdiler. Belki de ihtiyar bu konudan bahsetmek için gelmiştir. Tabi ya! Bu moruk Daranin’le değil, Şaranavski’nin kendisiyle yüz yüze görüşeceğim diye neden ısrar etsin? Başka türlü olsa derdini Daranin’e anlatmaz mıydı?. Şaranavski, birden aklına gelen bu düşünceyle hayli rahatlamış bir şekilde yerinden kalkıp, güleryüz bir çehreyle Galya’nın omuzlarına yayılan saçlarını şöyle bir okşayıp: — Senin o tatlı dillerini yerim, anam! - dedi. - Git şimdi o kahramanına söyle: Hemen geliyor de! — Pekâlâ, bekleyedursun! - diye ilave etti sonra. -Birazdan gelirim ben!..
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-9-
G
âzi, Mercanay’ı ne kadar çok sevdiğini şimdi farketmişti. Şehirden geç vakitte dönen Mercanay, gözünde yaş ve boğazına düğümlenip kalan hıçkırıklarla olanları anlatınca ihtiyar da kendini tutamamış, kızı ve karısına teselli verecek gücü dahi kendisinde bulamayıp epey bir süre hiç konuşmadan oturmuştu. Fakat Mercanay gözyaşlarını kurulayıp Burgut’un kurtulması için elli bin sum rüşvet istediklerini anlatınca Gâzi birden cin çarpmışa dönüvermişti: — Ne, ne, ne? Elli bin sum rüşvet ha? Kim söyledi bunu sana? Şu, Moskova’dan gelen savcılar mı? — Yok, bir Özbek. Şaranavski’nin yardımcısı. Onunla birlikte eve gelip her yeri altüst etmişti! — Tencere dibin kara, seninki benden kara! - diye söze katılmıştı Bibisara mama. — Dur hele kadın, teleşlanma! İsm-i şerifi neymiş şu rüşvet isteyen kaşarlanmışın, biliyor musun? — İsmini bilmiyorum, ama soyadı Celalov. Gazi yeleğinin yan cebinden kabı sararıp kalmış kalın not defterini çıkartıp, titrek elleriyle kendine göre bir şeyler yazmıştı. — İki gözün iki çeşme ağlayıp durmanın bir faydası yok, kızım! - diyerek Mercanay’ı teselli etmişti. - Gazi baban henüz ölmedi! Baban sağ oldukça evelallah bu işlerin altından kalkar! Kendini koy verme, yavrum! Mercanay acıyla debrenmişti: — Peki, onlar rüşvet istediklerini kabullenirler mi, babacan?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Kabullenirler mi, kabullenmezler mi, sen işin orasını babana bırak, balam! - Gazi sözünü tamamlayıp ayağa kalktı ve doğruca salona gitti. Kendini divana atarak derin hayallere daldı. Mercanay’ın sözünü ettiği elli bin sum rüşvet istenmesi olayı bir türlü aklına sığmıyordu. Şayet buradaki eski aptallar bu sözü söylemiş olsalar kabullenebilirdi, ama rüşvetçiliği ortadan kaldıracağız, adalet için savaşacağız iddialarıyla Moskova’dan gelen kişilerin böyle bir şart ileri sürmeleri.. Hayır, Gazi pek çok şeyi sineye çekebilirdi ama böylesi bir sahtekârlığa, böylesi bir mel’unluğa asla katlanamazdı! Gazi kâtiplik devrinden kalan büyük deri çantasını açtı. Çanta ağzına kadar altın ve bronz madalyalarla doluydu. Gerçi yeni elbiseleri vardı, ama savaştan kalan ve henüz rengi solmamış bulunan eski kaputuna bütün madalyaları tek tek taktı. En tepeye altın yıldızı -bu yıldız Dinyeper nehrinden geçerken gösterdiği kahramanlık için verilmişti, -onun altına çift Lenin yıldızını, onların daha altına birinci ve ikinci kurtuluş savaşları kahramanlık madalyalarını üşenip erinmeden bir bir yerleştirdi. Her bir altın ve bronz madalyayı takarken, onları hak etmek için gösterdiği kahramanlıklar, kırk yıl süresince verdiği hizmetleri hatırlayarak, kâh gönlü sevinçle coşup, kâh büyük bir buruklukla gözleri doldu. Doğru, kimlerden saklamam işti ki onları?! Son yıllarda özellikle gençler madalyalı yaşlıları görünce burunlarını kıvırıp alaya almışlardı. Şayet savaş gazileri herhangi bir mağazadan bir şey satın almaya kalksalar, gerçi kanun onlara öncelik tanınmasını hükmediyordu ama, kimse kalkıp sırasını vermek dahi istemiyordu. Hatta sıra vermek bir yana arada bir “Ulan öbürleri çekip öbür dünyaya gitti, sen hâlâ buralarda mı dolaşıyorsun?” diyerek alay ve hakaret edenler de çıkıyordu. Bu yüzden Gazi ne zaman bir mağazada kuyruk görse, göğsündeki madalyayı hatırlayarak hemen oradan uzaklaşırdı. Ne günlere kalmışlardı? Gaziye benzeyen binlerce ihtiyar böylesine şefkatsiz, böylesine acımasız günlere düşmüşlerdi!. Gazi, zamanla bu tür taş atmalara alışmış, duymazlıktan gelmeye başlamıştı. Zaman zaman herhangi bir okula falan çağırıldığında, göğsüne taktığı madalyaları hayranlıkla seyreden çocuklara başından geçen olayları
Adalet Menzili
Adil Yakubov
anlatır, bir buket gül takdim edildiği zaman onu doğruca Bibisara mamaya getirirdi.. Çağırmadıkları zaman da üzülmez, zavallı hanımı önüne ne getirirse onu yer, arada sırada bir şeyler karalar, bazen de hatıra defterini çıkarıp aklında kalmayan maceralarım okurken eski günlere dalar giderdi.. Ama şimdi!.. Hayır, artık bu haksızlıklara dayanamıyordu. Bıçak kemiğe dayanmış, öfke dağlan sarmıştı. Acaba dört yıl devam eden savaş sırasında beline kadar kara saplanıp, açlıktan çizmesini yediği günler, vücudu düşman kurşunlarıyla delik deşik olduğu, can alıp, can verdiği saatlerde, bir gün gelip bu hallere düşeceği hiç aklından geçmiş miydi? Memleketin bir tek kibritine, ağılındaki bir tek kuzusuna başını çevirip bakmayan damadının nahak yere hapsedileceğim, yaşlı çağında bulduğu temiz kalpli, mütevazi helalliğinin feryadını işiteceğini, sevgili kızı ve torununun çektikleri acıya şahit olacağını hiç düşünmüş müydü? Yaklaşık seksen yaşına gelmişse, bunun altmış yılım Sovyet Hükümeti’ne hizmete adamıştı. Ama şu yaşlı çağında, belinden kuvveti, gözünden feri gittiği şu dönemde, yaptığı bunca iyiliklerin karşılığı bu mu olacaktı? İster misin, devrimden bu yana altmış yıl geçtiği halde Sovyet hükümeti kendisine bir köle gibi sadıkâne hizmet eden bir evladının sözüne, kefaletine, ortaya koyduğu delillere itibar etmesin? İster misin bu hükümet onun sözüne değil, Moskova’dan rüşvetçiliği yok etmek için gelip, asıl rüşvetçiliği yapan alçakların sözlerine inansın? Eğer iş bu noktaya gelmişse, baştaki yöneticiler kime güvenebilir, kime sırtını dayayabilirdi? Hayır, Gazi böyle saçma sapan işlere boyun büküp oturacak adam değil. Bugüne kadar pisliklerle, hırsızlıklarla hep mücadele etmişti, bundan sonra da ederdi. Gazi, bütün bu düşünceleri bir çırpıda kafasından geçirdikten sonra, ertesi gün erken kalkmak amacıyla yatağa uzanmıştı. Ama gözüne uyku girmesi ne mümkün? Beynini sürekli tırmalayan bu düşünce ve evhamlardan bir an kendini kurtarabilmesi mümkün müydü? Bazen ertesi gün savcılara söyleyeceği sözleri kafasından geçiriyor, bazen onlarla münakaşa ediyor, bazen de cumhuriyette her tarafı kasıp kavuran tutuklama hareketlerini, biraz önce kızı Mercanay’ın anlattığı korkunç şeyleri hatırlayınca, kalbinde yumak yumak öfke yaratan duygular birden tuhaf bir
Adalet Menzili
Adil Yakubov
şüphe ve güvensizlikle yer değiştiriyordu. Bütün bunları düşünürken nedense merhum genel müdürü tekrar tekrar hayaline düşüyordu.. Hayır, Gazi başkaları gibi merhum patronunu hiç bir zaman melek olarak düşünmemişti. Ondan çok iyilikler görmüştü, ama zaman zaman gazabına çarpıldığı günler de olmuştu. Gerçi merhum büyük hizmetler vermişti, ama hatalar da yapmıştı. Özellikle pamuk konusunda takip ettiği politika, gerçi açıkça söylenemese bile, hiçbir zaman can-u gönülden tasvip edilmemişti. Zaten sonunda başını yiyen de bu pamuk meselesi olmuştu! Neyse ölen adamın arkasından konuşmak doğru değil! Ancak nankör insanlar ölen kişilerin arkasından konuşurlar! Halbuki Gazi, aralarında iyi kötü olaylar geçmiş olmasına rağmen, merhumun vefatından sonra cesedinin mezardan çıkarılıp bir tarafa atılması konusundaki karar okunduğu zaman sinirden tir tir titremişti. Ama bu konuda onu en çok şaşırtan şey, merhumun elinden ekmek yiyen öğrencilerinin bu işe tevessül etmeleriydi! Ben ölünce yarım kalan işleri tamamlarlar, yüzümü kara çıkartmazlar diyerek güvendiği meslektaşları yapmıştı bu pis işi!.. O zaman bu pis işi bir türlü sineye çekemeyen Gazi, merhumun en yakın dostlarına, yerine getirilen güvenli şakirtlerine birkaç kez mektup yazmış, ama hiçbir cevap alamamıştı. Sadece selam göndermekle yetinmişlerdi ve bu selamlar bir felâketin ön habercisiydi. Gazi şu an yatağa uzanıp gözlerini tavana dikerek hayallere dalmışken, başına gelen şu felâketle o mektuplar arasında bir bağlantı olabileceği düşüncesine kapılıp yüreği güp güp atmaya başlamıştı. … Gazi içeri girdiğinde, Vyaçeslav Şaranavski büyük bir gül buketiyle süslenen - ki Galya her gün sabahleyin bu gülleri değiştirirdi, - büyük çalışma masasının arkasında ellerini kıçına atmış asabi adımlarla gezinip durmaktaydı. Dünkü sözlerden sonra Gazi, Şaranavski’yi yüzünden it korkan, suratından kan damlayan bir cellat olarak tasavvur etmişti. Halbuki şimdi karşısında mülayim çehreli, uzun san saçlarını nazikçe taramış; sırtında kolalı beyaz gömlek, boynunda gül desenli güzel bir kıravatla, yakışıklı, boylu poslu bir
Adalet Menzili
Adil Yakubov
genç delikanlı dikilip durmaktaydı.. Şaranavski, gezinmesini sürdürürken, kaş altından birkaç kez Gazi’yi süzdü. Sonra sakin fakat soğuk bir sesle: — Pekâlâ, ne derdiniz var? - diye sordu. Ürkütücü soğuk sesi, kaş altından sinsice muhatabını süzmesi, hem yakışıklı çehresiyle, hem de boyu poşuyla mütenasip durmuyordu. “Savcı savcılığını ispat etmek istiyor herhalde!..” - diye kafasından geçiren Gazi sakince bir yutkunduktan sonra: — Müsaade ederseniz oturayım, - dedi. — Lütfen!- diye karşılık verdi Şaranavski gezinmesini sürdürerek.- Eğer bir mesele için değil de, dostluk ziyaretine geldiyseniz, oturun, - diye ilâve etti alaylı bir şekilde. Onun nazik ama hakaretâmiz alayları, kaş altından ters ters bakışları, sürekli gezinmeleri Gazi’nin yüreğindeki galeyanı büsbütün artırdı. Dizlerinin bağı çözülüp kapı girişindeki sandalyeye gürs diye bir ses çıkarıp otururken, kaputuna takılan bütün madalyalar birbirine çarparak odanın içini carang-curung seslerle doldurdu. Şaranavski yine biraz önceki gibi hafifçe tebessüm etti, fakat hemen arkasından yine suratını asıverdi. — Pekâlâ, sizi dinliyorum ihtiyar! Gazi, öfkeden titremeye başlayan ellerini dizlerine koydu. Bunca yıllık hayat tecrübesiyle öfkenin girdiği yerden aklın çıkıp gittiğini gayet iyi biliyor, bu yüzden yüreğini patlamaya hazır bir volkana döndüren öfkesini bastırmadığı takdirde bütün işi berbat edeceğini düşünerek, sinirlerine hakim olmaya çalışıyordu. — Ben, - diyebildi sonunda. - Ben, damadım yani oğlum Suyun Burgut, Suvankulov meselesiyle ilgili olarak geldim. Şaranavski, gezinmeyi kesti. Kalın sarı kaşları asabi bir şekilde dikildi. — Suvankulov’un meselesi sorgulama aşamasında. Şu anda son derece ciddi bir sorgulama sürüyor. Sorgulama bitmeden bir şey söylemek zor, ihtiyar! — Öyle de olsa ben Suvankulov’un babasıyım! - dedi Gazi. Sözünü nasıl
Adalet Menzili
Adil Yakubov
devam ettireceğine bir türlü karar veremiyor, bu kararsızlığına sinirlenip yerinde asabi hareketlerle kıpırdanıp duruyordu. - Biz Özbekler damadı oğlumuz olarak kabul ederiz. Bizde ‘ damadın sırtını Peygamber okşar ’ şeklinde bir söz var yoldaş Şaranavski. Şunu demek istiyorum ki, ben bir baba olarak, oğluma isnat edilen suçu bilmeye hakkım var mı, yok mu? — Soruşturma bitinceye kadar hakkınız yok! - diyerek onun sözünü kesti Şaranavski. - Ama yaşınıza hürmeten söyleyebilirim.. Oğlunuz Suvankulov rüşvetçi! Hem rüşvet almış, hem rüşvet vermiş. Rüşveti halktan almış, sonra da tepedekilere, kısacası vilâyet sekreterine vermiş! — Düpedüz iftira bu! - Gazi ayaklarının titrediğini, sesinin gayr-ı ihtiyari yükseliverdiğini farketmedi bile. Şaranavski belli belirsiz gülümsedi. — İftira mı, değil mi, bunu sorgulama ortaya çıkaracak! Amma, şu yaşınıza gelmişsiniz, yaşınızla mütenasip düşmeyen işler yapıyorsunuz. Kendinizi gülünç duruma düşürüyorsunuz! Güya damadınızın çevirdiği dolaplardan haberiniz yok, he mi? Ne işler yaptığını, kimden ne kadar rüşvet aldığını, kime ne kadar rüşvet verdiğini bilmiyorsunuz öyle mi? Koyun nerde kurt yedi, kurt nerde avcı vurdu! Amma, beni bağışla ihtiyar! Bu çocukça sözleri sizin gibi yaşlı başlı bir adamdan beklemezdim! Vicdan sahibi bir insanın ağzından çıkacak sözler değil bunlar, ihtiyar! — Ne dedin, ne dedin? - Gazi yaşından beklenmeyen bir çeviklikle pat diye ayağa kalktı. - Ben vicdansız ha? Ben… bizler.. Sovyet hükümeti için çarpışırken… sen, sen henüz ananın rahmine bile düşmemiştin! Şaranavski Gazi’ye doğru bir adım ilerleyip ayaklarını gererek durdu, ince, kansız dudakları sinirden oynamaya başladı. — Siz!.. Ben vazifemi yaparken, bana hakaret ettiniz, bunun için özür dileyeceksiniz! — Önce sen özür dile, sonra ben! - Gazi nefesi yetmiyormuş gibi güçlükle soluk alıp vermeye başladı. “Lanet olsun! Akşam kafasında planladığı şeyler, söylemeyi kafasına koyduğu sözler, hepsi, hepsi aklından çıkıp gitti! Durup dururken kamçı yemiş kısrak gibi tir tir titriyor, titredikçe madalyaları birbirine çarpıp sesler
Adalet Menzili
Adil Yakubov
çıkarıyordu.. Evet, evet şimdi hepsi aklına geliverdi!” — Güzel! Ben özür dilemeye hazırım! Amma sen de özür dileyeceksin! Hakikati ortaya çıkaracağız diye gelip, hakikatleri saptırıyorsunuz! Zannediyorsunuz ki, istediğimizi yapar, bu memleketin altını üstüne getiririz diye düşünüyorsunuz! Her yokuşun bir de inişi var! Şimdi sen bu yaptıkların için özür dile bakalım! Gazi akşamdan aklına koyduğu sözleri unutmaktan korkup, dili titreyerek konuşuyor olsa bile, sözlerine devam etti: - Sen, sizler bu ülkeye rüşvetçilikle mücadele etmek için geldiniz, ama kendiniz rüşvet yemekle meşgulsünüz. Asıl rüşvetçiler sizlersiniz! Sizler!.. Şaranavski, ayağına diken batmış tavuk gibi, olduğu yerde kalakaldı. Beyni sulanmış şu ihtiyardan her şeyi beklerdi, ama bu sözleri duyacağını rüyasında görse inanmazdı. — Sen, iftiracı bunak! - dedi kansız, öfkeden renkten renge giren yüzünü buruşturarak. - Ağzından çıkan sözleri kulağın duyuyor mu? Bu sözlerin, bu iftiraların için şimdi seni sevgili damadının yanına atabileceğimi hiç düşündün mü, beyni sulanmış bunak!? Pekala, kimden rüşvet almışım ben? Şahidin var mı? İspat edelecek misin bu iftiralarını? — Şahidim yok! Ama ben biliyorum! — Demek öyle? Şahidin yok ama biliyorsun! - Şaranavski birden rahatlamış bir halde gidip yerine oturdu. Kıpkırmızı çehresine bir tebessüm yayılmıştı. - Bana bak babalık! - dedi birden acı acı gülerek. - Şu göğsündeki demir parçalama fazla güvenme! Onları takıp bizi korkutacağını mı zannettin? Sen şu paslanmış demir parçalarını ne fırıldaklar çevirip aldığım bilmediğimi mi sanıyorsun benim? “Dur! Dur!.. Ne dedi bu aptal? Oyuncak mı? Demir parçası mı? Ne fırıldaklar çevirip aldığını biliyorum mu dedi bu? Evet, senin gibi gayr-ı meşru işler çevirerek aldım ben bu demir parçalarını! Pis işler çevirerek ulaştım ben bu izzet itibara!.. “İzzet-itibar! Ne diye kendi kendine bıdırdanıp duruyorsun a beyni sulanmış geri zekâlı? Altmış yıl bu hükümete hizmet kıldıktan sonra göreceğin saygı bu değil miydi?.. Gelip gelip de bir rüşvetçinin önünde rezil
Adalet Menzili
Adil Yakubov
rüsva olmanın âlemi ne?” Gazi, sanki gırtlağını sıkıp boğuyorlarmış gibi, başını tamemen önüne eğdi. — Gidebilirsiniz ihtiyar, - dedi Şaranavski birazcık yumşamış bir havayla.- Bir iki şahit çağırıp biraz önceki iftiralarınız hakkında mazbata tutturarak içeri atmadığıma şükredin! Gazi, yine tir tir titremeye başladı: — Yakışır da. Tuttur mazbatanı! Senin için Lenin.. -Gazi yine madalya kelimesi aklından çıkmış gibi kekelemeye başladı. - Senin için bu yıldızlar, bu madalyalar demir ve oyuncak parçası öyle mi? Şaranavski’nin dudaklarındaki belli belirsiz alay, serzeniş dolu bir tebessümle yer değiştirdi. — Bana bak, babalık! Sizin gibi çok görmüş geçirmiş bir adam.. Bu safsataların devrinin dolduğundan bihaber mi yoksa? Bırakın artık bu nuh-u nebiden kalma tepeden bakışları! Biz her şeyi, her şeyi görüp duruyoruz. Kim sahtekârlık ve hırsızlık suçuyla yakalansa, hemen göğsünü bu demir parçalarıyla doldurup karşımıza dikiliyor! Pekâlâ, hangi hizmetlerinden dolayı aldılar bu madalyaları onlar? — Herkesi bir tutma! — Ağzımı bozdurma benim! Ne kadar at hırsızı varsa, hepsi burada! Tamam mı? Sana söyleyecek başka sözüm yok. Odamı terk et, ihtiyar! “Aptal! Bütün bir ülkeyi hırsızlıkla itham etme, hakarete maruz tutma hakkını kim verdi sana? - diye bağırası geliyor, ama dili ağzına dolaşıp bir türlü sesi çıkmıyordu. Bütün beyin gücünü uğradığı hakaretin ağırlığını düşünmeye vermişti: “Hayır, bu horlanma, bu hakaret, bu adaletsizler boşuna değil. Yoksa gençliğinde yaptığı bir adaletsizlik için mi bu hakarete ve haksızlığa uğruyordu?.. Hadi kendisi yaptığı hataların cezasını çekiyor, ya peki bütün bir milletin suçu ne? Hangi günahından dolayı bu günlere kaldı şu millet? Allah’ın belası pamuk yüzünden yediden yetmişe kul köle olduğu yetmiyor muydu? Ah., ah.. Hani şimdi sırtında bir parkayla Elbe nehrinden birinci
Adalet Menzili
Adil Yakubov
olarak geçip düşmana saldırdığı gençlik günleri olsaydı, karşısında sırıtıp duran şu terbiyesiz küstaha dünyanın kaç bucak olduğunu göstermez miydi?.. Ama nerde o güçlü kuvvetli günleri? Bütün gençliğini Sovyet hükümeti için, yalan söylemeyen, adaletten sapmayan bir cemiyet görmek arzusuyla harcamıştı! Tabii zamanında var gücünü yüreği beş para etmez insanlar için harcarsan, şimdi böyle ellerin böğründe kalakalırsın! Evet, artık merhamet ve şefkatten nasibini almamış bu cellatla boğuşacak gücün yok! Doğrusu men dakka dukka dünyasıymış bu dünya! Atalar herkes ektiğini biçer diye boşa söylemişler! İşte sen de ektiğini biçiyorsun! Ümidlerin bir bir söndü gitti! Al sana peşinde koştuğun hakikat! Başka bir şey mi bekliyordun? Kalk yerinden, bre geri zekâlı!.” Gazi, yüreğini cız cız dağlayan kederli düşünceleri açığa vuracak mecali kalmamış bir halde yavaş yavaş yerinden kalktı. O sırada kim olduğunu bilmediği biri içeri girdi. Dimitri Daranin’di bu. Bir süre önce insan evladına benzeyen ve kendisiyle adam gibi bir müddet sohbet eden bu genç delikanlıyı görünce tekrar yerine oturası geldi, fakat göğsü birden öyle doldu ki, onların önünde hüngür hüngür ağlamaktan korkup ayakları birbirine dolaşır vaziyette dışarı çıktı. İhtiyara yol veren Daranin, kaş altından Şaranavski’ye şöyle bir baktı. Bıyık altından gülümsemeye başlayan Şaranavski: — Ne öyle kavgacı horozlar gibi gerilip duruyorsun?.. Geç otur şöyle! dedi. — Kavgacı horoz ben miyim, sen misin? - dedi Daranin. - Bütün binayı yıkacakmış gibi yüksek sesle konuşmasan da olur! Elâlemden utan! — Ben mi bağırıyorum, yoksa beyni sulanmış bu moruk mu? — Her neyse, ayağı mezara dayanmış bir ihtiyarmış.. N’olursa olsun, yaşına hürmeten.. — Keşke ayağı mezara dayanmış bu moruğun söylediklerini sen de duy say din! Onun söylediklerini şeytan duysa şeytanlıktan vazgeçer! Daranin cevap vereceği yerde elindeki siyah dosyayı pat diye Şaranavski’nin masasına fırlattı. Sonra yüzüne bile bakmadan: — Ben bu meseleyi tamamen araştırdım! - dedi sakince.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Şaranavski bir hayli sabırsız bir şekilde: — Eee? - diye sordu. — Ben senin görüşlerine baştan beri katılmıyordum. Şimdi de katılmıyorum. Sana açık açık söylüyorum: Suvankolov’a isnat edilen suçlamalar asılsız! — Öyle mi? - dedi Şaranavski şaşkın bir vaziyette. -Demek suçu yok ha! Ya peki kendi itiraf ederse? Bu defa Daranin acı acı güldü: — Sanki ben insanları hangi metodlarla itirafa zorladığını bilmiyor muyum?! Şaranavski’nin gözleri zafer kazanmış gibi parladı: — Sen.. Sen daha benim bu metodumu generalin çok beğendiğini dahi bilmiyorsun! Daranin, Şaranavski’nin tir tir titreyen dudaklarından bakışlarını kaçırarak: — Ben, -dedi sakince. - Ben Suvankulov’la konuştum. Şaranavski, güya korkunç bir olay vuku bulmuşçasına bir dakika kadar dilini yutmuş gibi kalakaldı. Sonra: — Benden izinsiz.. Kim izin verdi sana benden izinsiz onunla konuşmana? — Yoksa bu işi başından sonuna araştırma görevini sen vermedin mi bana? Madem sen verdin bu vazifeyi o halde sanıkla konuşmaya da hakkım var. - Daranin, Şaranavski’nin sözünü kesmek istediğini farkederek: — Affedersin! - deyip ondan atik davrandı. - Bu dosyada benim bir dilekçem var. — Ne dilekçesi? — Sizinle birlikte çalışmak istemiyorum. Müsaade edersen bugün gitmek niyetindeyim! Şaranavski “yollar çatal çatal, canın cehenneme!” diye bağırmak üzereyken kendini güçlükle tutup, tir tir titreyen elleriyle Daranin’in dilekçesini alıp bir süre bakakaldı. Hayır, kendini beğenmiş bu adalet savaşçısından, hayatını insanlara adadığını imâ etmeye çalışan şu genç savcıdan korkacak bir şeyi yok
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Şaranavski’nin! Tabii ya! Daranin denilen şu adam kendini hakikat yoluna adamışsa, Şaranavski de bu memlekette kök budak salmış olan haksızlıklarla mücadele etmiş bir kişi.. Belki bu şerefli (!) vazifeyi icra ederken zaman zaman ufak tefek sapmalar yapmış olabilir! Hatta bunlar bile işlenen suçlan ortaya çıkarmak için yapılmış şeyler! Zaten kendisi de bu niyetinin farkındaydı: O, zaman zaman üstadına özenip kanunların dışına çıkmış olsa bile, karşılığında hırsızları, sahtekârları ve hainleri ortaya çıkarıp general gibi bütün memlekette nam salmıştı. Ya peki Daranin gibi davransa n’olurdu? Ne olacak? Bir ömür boyu silik, sıradan bir insan olarak kalırdı! Hayır, postacı kapıyı bir defa çalarmış! Arkasında general gibi sırtını verdiği bir dağ varken kimden korkacaktı! Gidecekse gitsin.. Yollar çatal çatal!.. Güle güle ağam, güle güle!.. Şaranavski, birden silkinip kendine gelerek ayağa kalktı fakat Daranin’in iğneli sözlerinden incinmiş gibi bir of çekti. — Bu oyuna ne gerek vardı, Dima? - dedi. - Senin istifanı kabul veya reddetmek benim değil, generalin elinde.” — Korkma, ben generale bu meseleyi götürecek değilim. — İmzalayıp bırak, bu yeter bana! “Keşke generale dilekçe versen de dünyanın kaç bucak olduğunu görsen!” İçin için güldü Şaranavski: — Pekâlâ, artık istediğini yapabilirsin! — Allah’a ısmarladık. Şaranavski’den ses çıkmadı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-10-
L
açin’in başına iş gelip, okula devam edip etmeyeceği meselesi kesinlik kazanmayınca, Altınay anne babasının yanına bir uğrayıp dönmeye karar verdi. Sabahleyin elbiselerini, kardeşlerine aldığı hediye ve öteberiyi toplayıp deri valize bir bir yerleştirdi. Okulda bütün kızların imrenerek baktığı bu çanta, okulu bitirdiği günün akşamı Laçin tarafından hediye edilmiş, ona da meşhur Gazi dedesi hediye olarak vermişti. Bu yüzden mi, yoksa başka bir sebepten mi bilinmez, Altınay ne zaman bu zincirli, parlak tokalı valizi eline alsa sanki Laçin onu yeniden hediye etmiş hissine kapılır, içinde ılık bir şeyler akardı. Ama bu defa nedense o duygulara bir de burukluk ve koyu bir hüzün ekleniverince, eğer dağ tarafına giden bir araba bulursa, hemen bugün geri dönmeye karar verdi. Ama bunun için idare binasına gitmesi şart. Oraya varsa, hazır gelmişken Gümüş ile Selim Kıltırık’ı da görür ve Laçin’le bir süre konuşurdu!.. Altınay, Laçin’lerin evine gittiğinde ne kadar gayret ederse etsin onunla bir türlü konuşamıyordu. Çünkü her şeyden önce kalbi, yeni kesilmiş güvercin gibi pırpır oynuyor, ikinci olarak da Laçin’in annesinden utanıyordu. Laçin, babası hapsedildiğinden beri spor salonuna adımını atmıyor, aksine her gün annesiyle birlikte şehre gidiyordu. Bir iki gün önce Taşkent’den Gazi dedesi de gelmişti. Bütün vilayette nam salmış olan bu kişinin gelmesiyle birlik kolhozda yaşayanlar: “Artık şimdi gerçek ortaya çıkar. Sovyetler Birliği için canını dişine takıp savaşan bu adamın dediği dedik. Gerçek ortaya
Adalet Menzili
Adil Yakubov
çıkıncaya kadar bu işin peşini bırakmaz..” şeklinde söylentiler çıkarmışlardı. Keşke duyduğu söylentiler aynen gerçekleşse!.. Ne var ki bugün Mercan’ın sağ gözü sürekli seyiriyordu. Hayra alâmet bu! İnşallah bugün Laçin’i görecekti! Bakarsın Laçin de onu görünce sevinir, bir iki gün önce akşamleyin şairlerin gelişinde olduğu gibi Laçin içindekileri ortaya döker, Mercanay da ona katılır; Laçin’in ızdırabını anladığını, dertlerine ortak olduğunu dile getirirdi. Hani öyle gönlünü açmak dediysek, karşıdakini üzmek değil elinden geldiğince teselli etmekti niyeti. Zaten dağdaki babası bile hop oturup hop kalkıyordu. “Eğer Suyun Burgut yangında ölen koyunlar yüzünden hapsedilmişse savcılara biz gidelim. Onun hiç bir suçu yok, bütün suç bizim. Hapsedecekseniz bizi hapsedin diyelim!” diyerek selam üstüne selam gönderiyordu. Altınay, babasının bu konuşmalarını duyduğu zaman onunla iftihar etse de, bir yandan da “Ama babam hapsedilirse anam ne yapar, kardeşlerim ne eder” endişesine kapılıyor, tüyleri diken diken oluyordu.. Her neyse, Altınay Laçin’i görmeden dağa gitmek niyetinde değildi. Evet gitmeyecekti onu görmeden!.. Sonra o akşam Laçin’in söylediği sözler kulaklarında çınlarken, dudaklarında busesinin sıcaklığı, vücudunu saran, saçlarını sıvazlayan, yanaklarını okşayan güçlü ellerinin yumuşaklığını hâlâ üzerinde hissederken onu görmeden nasıl gidebilirdi? O akşam Laçin “Kör değneğini bir defa kaybedermiş!.. Ben de nerdeyse seni kaybediyordum. Ama artık hiçbir zaman kaybetmem, Altın’ım, bipaha cevherim benim!” demişti kor gibi yanan dudaklarıyla kulağına fısıldayarak.. Altınay bunları bir bir göz önünden geçirdikten sonra, kirpiklerine küçük inci daneleri gibi dizilen göz yaşlarını silerek ninesinin evinden çıkmak üzereyken, sokak kapısı açılıp Gümüş Bibi içeri girdi. Kısa kesilmiş saçları birbirine karışmış, yüzü kıpkırmızı bir hal almıştı ve belli ki uzaktan geldiği için nefes nefeseydi. Hemen Altınay’ı bir kenara çekip sağına soluna bakınarak gizli bir şeyler fısıldamaya başladı. Söylediğine bakılırsa Laçin’in Gazi dedesi dahi Suyun Burgut’un derdine çare bulamamış! İşler iyice sarpa sarıyor- muş ve umulmadık bir bela daha gelebilirmiş. Laçin’in canından çok sevdiği kaldırgaça hükümetin el koyması
Adalet Menzili
Adil Yakubov
ihtimali bile varmış! Sonra o gece aralarında bir süre tartıştıktan sonra, n’olur n’olmaz diyerek kaldırgaçı kolhoz merkezinden Selim’in babasının çalışmakta olduğu uzaktaki bir sığır çiftliğine götürüp saklamaya karar vermişler. Ama sonradan sığır çiftliğinin de yakın sayılabileceği, orada sır saklamanın zor olduğu, zaten Fıçı Mansur’un bu hayvana göz koyup fırsat kolladığı görüşüne varmışlar ve sonunda kaldırgaçı ancak çobanların ayak bastığı bir yere gizleme karan almışlar. Bu işi becerse becerse Demir Duduk-Gümüş Bibi Demir dedem diye bahsederdi ondan,- becerir diye düşünerek Altınay’ı olaydan haberdar etmek amacıyla da Gümüş’ü göndermişler. Çünkü biraz sonra sığır çiftliğinden dağa tuz götüren araba yola çıkacakmış.. Eğer Altınay kabul ederse arabaya atlayıp babasına giderek fikrini alması, muvafakat etmesi halinde hemen bugün kaldırgaçı gönderip saklamaları gerekirmiş.. Altınay, Gümüş Bibi’den daha bir şey sormaya gerek görmeden gömleği üzerinden kendi elleriyle dokuduğu sıkarlet yeleğini giyip, başına kışlık yünlü eşarbını bağladı. Ninesine “merakta kalmayın, geç saatlerde dönerim” deyip, valizini sırtına attığı gibi Gümüş’le birlikte çıktı. Sokakta Gazi dedesinin külüstür “Volga”sı bekliyordu. Şoför mahallinde Laçin, sağ tarafında da Selim vardı. — Hadi artık fazla oyalanıp durmayın kızlar, - dedi Selim. -Vakit dar! Laçin ağzını açıp bir kelime bile söylemeden gaza bastı. Bir süre sonra köyü geride bırakmışlar, avuç gibi dümdüz vadi önlerinde uzanmaya başlamıştı. Güneş henüz çıkmış, etraf bembeyaz, yumuşak bir ipek perde altına tutulmuş gibiydi ve bu perde arasından ilerdeki bozkırda yer alan ahır duvarları hayal meyal göze çalınıyordu. Ağıl önünde kum bir havuz ve havuz boyunda susuzluktan sarı saçlarını aşağı doğru yazmış iki salkım söğüt, mahzun bir edayla salınıp duruyordu. Laçin, arabayı havuz kenarında durdurdu. Selim kapıyı sertçe açarak kendini dışarı attı. Arkasından Gümüş Bibi de - sanki Laçin’le Altınay’ı yalnız bırakmak istiyormuş gibi- aşağı inip birlikte ağıla doğru ilerlediler. Ama galiba Altınay Laçin’le arabada yalnız kalmak istemiyor olmalıydı ki o da aşağı indi. Bu defa Laçin de dışarı çıktı. Kaş altından Altınay’a şöyle bir
Adalet Menzili
Adil Yakubov
baktı ve titrek bir sesle: — Altınay! - dedi. - Altınay!.. Taze gelin gibi yaşmağını gözlerinin üstüne kadar indiren Altınay korkulu gözlerle Laçin’e şöyle bir bakıp yine başını diğer tarafa çevirdi. Hayır, karşısındaki kişi daha önceki hareketli, şakacı, ona buna pek aldırış etmeyen, sevgili kaldırgaçından daha mağrur, inatçı Laçin değil, aksine gözleri buğulu, kanatları kırılmış bir kuşu andıran genç bir insandı sadece. — Dün söylediğim sözler aklında mı Altın? - dedi Laçin yavaş ve boğuk bir sesle. - Eğer aklındaysa neden kendini böyle kaçırıyorsun? Yoksa hâlâ beni affetmedin mi? Evet, Altınay yanılmıyordu: - Bunlar, yediği okla kanadı kırılmış, yüreği saplanan bir hançerle lime lime olmuş bir yiğidin sözleriydi bu sözler. Durup dururken kamçı yemiş, horlanmış bir kısrağın mahzun halini gösteriyordu bunlar! Hayır, Altınay onu bu durumda göreceğine ölse daha iyi idi! Keşke gözleri kör olsaydı, kulakları sağırlaşsaydı da onun şu halini görmese, şu sözlerini işitmeseydi.. — Boşver Laçin ağa, -Altınay göz yaşlarını tutmaya çalışarak gult-gult yutkundu. - Şunu bil ki ben, siz ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin sizi asla terketmem! Siz iyi olsanız, sizi sağlık selamet içinde görsem, hatta uzaktan görsem bile bu bana yeter.. Başka, başka hiçbir şey lazım değil bana.. — Altınım! - Laçin kızın alnını örten bembeyaz yaşmağı kaldırıp kirpiklerini, simsiyah gözlerini dikkatlice süzdü. Sonra kıpkırmızı olmuş esmer yanaklarından, pır pır oynayan dudaklarından öptü. Altınay’ın narin bedenini saran titreme, kalp vadisinde sessiz çığlıklarla düğümlendi. — Sizden bir tek ricam olacak Laçin ağa. — Söyle Altınım! Ne emrin varsa söyle! — Ricam, benim isteğim, böyle davranmamanızda Laçin ağam! — Nasıl yani? — Yani, kanadı kırılmış kuşu andırıyorsun.. Çöküp kalmış bir ata
Adalet Menzili
Adil Yakubov
benziyorsun! Lütfen, siz çöküp kalacağınıza ben çökeyim! Eğer siz yıkılıp kalırsanız, Altınay’ı öldü bilin! Öldü deyin! Allah Allah! Bu, daha düne kadar Laçin’in yüzüne bakmaya utanan, içi içine sığmadığı için onu görünce heyecandan titreyen Altınay mıydı, yoksa çok görmüş geçirmiş bilge bir kız mıydı? Ama n’olursa olsun, şu anda Laçin’in kollarında titreyen bu masûme, onun yüreğini lime lime ediyordu. Laçin’in ayağına diken batsa onun ayağına batmış gibi oluyordu! Laçin, kalbine dolan sonsuz coşkuyla, Altın’ın elemli gözlerinden tekrar tekrar öptü. Şu anda kızı bir dakika bile olsa kollarından bırakmak istemiyor, bırakırsa kötü bir şey olacakmış gibi geliyordu. — Lanet olsun! - diyerek bir of çekti. - Kahrolası şu araba Albastı deresinden geçemedi. Yoksa dağa arabayla gider gelirdik. Altınay Laçin’in kollarını iki yana ayırıp yavaşça geri çekildi. — Kaldırgaça binip gitsek de olurdu. Babam ne diyecek ki? Bize yaptığınız bunca iyiliklere karşı bir tek atınızı saklayamazsak bizim insanlığımız nerde kaldı? Merak etme saklar.. Albastı nehrinin çevresindeki fundalıklara saklasa bir Allah’ın kulu bulamaz! — Ama Albastı deresinde sırtlan çok. Altınay hafifçe güldü: — Kaldırgaç öyle kolay kolay sırtlanlara yem olmaz! Laçin, nefes almakta zorlanıyormuş gibi boğazını ovalayarak: — Ama sığıntı sırtlanlar koca ülkeyi talan ediyorlar.. Kim ne yapabiliyor onlara? - dedi. Altınay, kaşık içi kadar küçük ellerini Laçin’in iri avuçlarının içine koyup: — Fazla takma kafana! - diye yalvardı. - Zamanla her şey yoluna girer! inan bana Laçin ağa, her şey düzelir! O sırada ağıl duvarları gerisinden bir motor sesi işitildi ve çok geçmeden kapılar açılıp dışarı çıkan bir kamyon gelip arabanın karşısında durdu. Kapının açılmasıyla birlikte önce Selim ile Gümüş Bibi, arkalarından ise sırtına kalın parka, başına karakul kalpak giymiş olan kısa boylu ama sırım gibi bir şoför aşağı indi. Altınay, genç olmasına rağmen iri bir şarap fıçısını andıran bu yum
Adalet Menzili
Adil Yakubov
yumalak delikanlıyı görünce gayr-ı ihtiyari çehresi geriliverdi. Dağdaki çobanlara öte beri götürüp getiren ve babası tarafından da sevilen bu delikanlı, geçen yıl Altınay dokuzuncu sınıfı bitirip yaz tatiline çıktığı sırada ona dünür göndermiş, hatta anne babası dahi bu işe taraftar olmuş ve Altınay zor günler geçirmişti. Şoför Laçin’den pek hoşlanmamış olsa gerekti ki, ters ters bakarak: — Şoför mahalline sadece bir kişi alırım, başka yok! - diye homurdandı. — Zaten bir kişi gelecek, - diye karşılık verdi Selim. -Hadi atla, Altınay. Altınay bir bahane uydurmak ister gibi: — Hayır, hayır - dedi, - benim önde başım döner, arkaya geçeyim ben. — Kız sen aklını mı oynattın? - dedi Gümüş Bibi. - Şu soğukta dağ başında donup kalırsın!.. Şoför bembeyaz dişlerini göstererek sırıttı: — Acı patlıcanı kırağı çalmaz, bacım! Hadi bin, gelmek istiyorsan! Arkada eski mitil, çuval muval var. Sarınıp oturursun!.. … Açık kamyonun üzerinde soğuk ayaz uğuldayıp duruyor, araba hızlandıkça ayaz da dondurucu bir hal alıyordu. Altınay, bodur şoför söylese de söylemese de, zaten iyice sarınıp sarmalanmış, sonra da yanık keten kokusu gelen mitil altına sokulmuştu. Neyse ki çok geçmeden sis dağılıp güneş yükselmeye başlamıştı. Güneşin çıkmasıyla birlikte Mercantav’ın beyaz sakallı ihtiyarı andıran karlı tepeleri ağarıp, parlamış, küme küme beyaz bulutlar ortaya çıkmıştı. Altınay, yaşlı Mercantav’ın sanki şu bulutlarla kavga edip “Gidin, benim başıma dikilmeyin. Güneşe ihtiyacım var benim.. Defolun!..” dediğini işitir gibi oluyor, kesif beyaz bulutlar ise güya ona isyan edermiş gibi bir türlü yerlerinden kıpırdamak istemiyorlardı. Altınay etrafı seyredip, şaşkın bakışlarla çevresini izlerken, birden Suyun Burgut’un tutuklandığı gün kan kocanın söyledikleri destanı hatırlayınca gözleri yaşarıverdi:
Mercantav, Mercantav!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Ayleneyin Mercantav, Örgileyin Mercantav, El başıga musibet Kelgenide husumet Kalkan bolgan Mercantav, Ferzendlerin başıga İş tüşkende şir bolıp Na’ra tartkan Mercantav! Altınay, bazen sanki daha dünyaya gelmeden Mercantav’ı görmüş, sanki dünyaya ayak bastığı gün bu destan kulağına fısıldanmış ve onun her kelimesi bedenine sinmiş hissine kapılırdı. Altınay henüz üç dört yaşlarındayken, babası uzun kış geceleri büyük ocağın çevresine küçük ama kavgacı horozlan toplar, sonra dedesinden kalan sazı eline alır ve destan okumaya bayılırdı. Altınay bu destanları dinlemekten büyük bir zevk duyar, yavaşça yerinden kalkıp babasının kucağına oturur ve dudaklarını bıdır bıdır oynatarak destanı ezberlemeye çalışırdı. Hâlâ hatırındaydı: O günkü destanlarda da insanlar Mercantav’a yalvarır, ondan medet diler; iyileri korumasını, kötüleri kahretmesini isterlerdi. Heyhat! Hâlâ da aynı şeydi! Hâlâ kötüler üstte, iyiler altta! Hey Mercantav! Neden bu adaletsizliklere katlanıyor, olanları sineye çekip oturuyorsun? Neden susuyorsun, canım Mercantav?.. Birden nefesi daralmış olan Altınay boğuluyormuş gibi üzerindeki mitili kaldırıp attı.. Kamyon hırlayarak sürekli yol alıyor, sürekli sağa doğru dönüyor ve beyaz sarıklı Mercantav sol tarafta kalıyordu. Altınay çocukluğundan beri bilirdi: Mercantav eteklerinde, bol sulu dere kenarlarında ve yemyeşil yaylalarında çoğunlukla kısrak ve sığır yetiştirilirdi. Her bahar bu kır ve dağ yamaçları güzel kokulu şifalı bitkiler, kökleri toprağın derinliklerine salınmış fıstıklar ve dağ laleleriyle kaplanır; kır aralarında ise iri başlı, bembeyaz pelinler, pelinler arasında baharda şöyle bir kendini gösterip göz açıp kapayıncaya
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kadar sararıp solan dağ zambakları birbirleriyle raksederlerdi. Yaz günlerine girilip bitkiler sararıp kalınca, sınırsız yamaçları kaplayan deve dikenleri diz boyu yükselir, meyveleri iyice olgunlaşır, çoğu kez depoladıkları usare kabına sığmazmış gibi patır patır patlar böylece göz alabildiğine uzanan dağ yamacı bembeyaz bir rüzgâr selini andırır, ak köpüklere bürünürdü. Deve dikenleri olgunlaşınca beyaz develer salınır, bir hafta içinde bu develer böğürleri dolup, diken suyuyla adeta sarhoş olur, bütün Mercantav yarı sarhoş hayvanların böğürtüleriyle inlerdi. Altınay’ın küçüklüğünde deve dikenleriyle dolu bu yaylalara üç dört kadar beyaz çadır dikilir, en genç, en güzel, eli ayağına çabuk kızlar gelinler bu çadırlara doluşurlardı. Bunlar arasında Altınay’ın annesi de olurdu. Bu özel çadırlar için on-onbeş kadar en bol sütlü beyaz deve tahsis edilir, bunları sağan kadınlar dahi beyaz elbiseler giyerler, hayvanları sağmadan önce ellerini bileklerini en az on kere yıkarlardı.. Altınay’ın sonradan öğrendiğine göre burada sağılan sütler özel güğümlere doldurulup Fıçı Mansur’a gönderilir, o da bunları vilâyet ve hatta cumhuriyet yöneticilerinin en üst düzeyinde bulunanlara peşkeş çekermiş.. Daha sonraları Altınay sekizinci sınıfı bitirdiğinde ona da birbirinden güzel, birbirinden besili iki beyaz deve verilmişti. Sağılma vakitleri geldiğinde boh-boh sesler çıkararak kendi ayaklarıyla çıkıp gelen bu develer, Altınay’a beyaz gelinlik giymiş taze gelinleri hatırlatırdı.. Altınay bu develerin şişkin ve dolgun memelerini parmaklan araşma alıp şığ-şığ sesler çıkartarak sağarken içinden: “- Bu Laçin’e, bu kaynatama, bu kaynanama!” diye tekrar tekrar söylenir, sağdığı sütü Laçin’in içeceği hayali kalbinde ılık bir şeylerin akıp gitmesine yol açardı. Büyükler, yolcunun gittiği yolun ilk yarısında geçtiği topraklardaki hatıralarıyla oyalandığını söylerlerdi. Altınay da yolu yarıladıktan sonra yavaş yavaş eski hatıralarından sıyrılıp; giderek yaklaşmakta olduğu Kök Kotan yaylasını düşünmeye başladı. Mercantav’ın batı taraflarındaki Albastı deresinin tepelik kısımlarında yer alan en görkemli, en bol bitkili yaylalardan biri Kök Kotan’dı. Uçsuz
Adalet Menzili
Adil Yakubov
bucaksız bu tepeler, pelin, sütleğen ve geyik otuyla sıvanır, aşağıdaki “Albastı” Çayı ise yaz günleri duvar gibi yükselen kamışlarla çevrelenirdi. Burada babasının idaresinde üç aile ayrı ayrı üç ağıla bakar, yaz kış şehir nedir, tren nedir, uçak nedir bilmeden çile doldururlardı. Anlatılanlara göre babası Derviş Ali gençliğinde sırtı yere gelmeyen bir pehlivan, havada uçan kuşu gözünden vuran usta bir atıcıymış. Günlerden bir gün babası dağdaki köknar ormanında bıraktığı ağılları gezerken, bir de baksa ki deve gibi iri yarı bir canavar ağılın altını üstüne getiriyormuş. İyice yaklaşınca bakmış ki bir ayı! O zamanlar dağda çoban çoluğa rahat yüzü vermeyen bir ayı türemişmiş. Derviş Ali ağılın altını üstüne getiren bu ayının aynı ayı olduğunu anlayınca ona doğru yaklaşmış. Ayı onu görünce, ahin zir titreten birkaç homurdanmadan sonra doğruca üzerine yürümüş. Derviş Ali bir iki kurşun salladıktan sonra kirişi kırmış.. Bir ara arkasına dönüp baksa ki, arkasında insan gibi bağırıp, naralar atan ayı on onbeş adım gerisinden, kurşun isabet eden sol ayağını havada sallaya sallaya üzerine doğru kükreyip geliyormuş. Derviş Ali yine bir iki kurşun daha sallayıp kaçmaya devam etmiş, ama ayı da böğürerek peşinden geliyormuş. Neyse, çadırların yanına yaklaşıncaya kadar ayı onu kovalamaya devam etmiş, ama ağıldan çıkan çoban köpeklerini görünce geri dönüp tabanları yağlamış. Babası içerden çıkan kadın, kız, çoluk çocuk ve yaşlılara hitaben: “-Ayı.. Ayı!.. Ka.. kara ayı! Vurdum onu! Beni kovalıyor!” demiş ve hemen yere yıkılmış. İşte o gün bugün Derviş Ali kekeleyerek konuşurmuş.. Tabii insanlar onun gençliğinde sırtı yere gelmeyen bir pehlivan, attığını gözünden vuran usta bir nişancı olduğunu çarçabuk unutup adını “Kekeme Derviş” koymuşlar. Önemli değil. Başkaları Derviş Ali için ne derlerse desinler, Altınay’ın nazarında o dünyanın en şirin dilli, en mert, en pak insanıydı! Tuhaf şey: On yıldır kekeme olan Derviş Ali geçen yıl ağılda yangın çıkınca birden dili çözülmüş, bir süre düzgün konuşmuş; ama sonra teftişler başlayınca yine kekelemeye başlamıştı. Altınay, kalbini nura garkeden bu tatlı çocukluk hatıralarıyla uzaklara
Adalet Menzili
Adil Yakubov
doğru yol alırken, “Kök Kotan”dan “Albastı Çayı’na atlıyordu. Albastı Çayı dedikleri, bir nehir gibi köpük saçarak akan geniş bir özendi. Bu özenin yukarı kısımları insan ayağı basmamış kamışlık, daha yukarılar köknar ormanı ve en tepeye doğru olan kısımları ise mağaralarla kaplıydı. Altınay çocukluğunda bu dere, bu kamışlık ve mağaralar hakkında korkunç rivayetler işitmişti. Güya bu Albastı Çayı’nın yukarı kısmında içine giren insanın bir daha çıkamadığı fundalıklar, ayak basanın dönüş yolunu bulamadığı mağaralar varmış. Bu mağaralarda saçları yerleri süpüren albastılar yaşarmış ve güya onlar çok ağlayan çocukları alıp kaçırırlarmış.. Altınay albastıların rüyasına girip ağlayarak uyandığı günleri hatırlayarak hafifçe gülümsedi. Hani şimdi babası kaldırgaçı saklasa, sonra Laçin’le kendisine biraz beride, ıssız bir yerde, bir çadır kurup verse, Laçin gündüzleri kaldırgaça bakıp, dağlardan keklik avlayıp getirse.. Altınay ise hamur açıp, onu beklese.. Laçin’in vurduğu keklikleri tavada kızartıp önüne servis yapsa.. Geceleri radyoyu hafifçe açıp, sessizce yanyana uzanarak, içli koşuklar söyleyip -Altınay nedense hüzünlü şarkıları çok severdi, - destanlar okusalar!.. Kız daldığı tatlı hayallerle gözünün dalıp gittiğinin farkına bile varmadı. Birden ayı gibi iri yan bir şeyin üzerine çullandığını farke- derek gözlerini açtı, Aman ya Rab! Şişko şoför bu! Altınay’ın uyandığını gören şişko şoför, deli gibi yılışmaya başladı: — Evet, güzel sülünüm! Sonunda elime düştün mü? Sonra sanki Altınay’ı tahrik etmek istiyormuş gibi gömleğinin yakasını cart diye yırtıp, henüz gün görmemiş sinesini, olgun şeftali gibi yumuşak ve âdem eli değmemiş göğüslerini öpmeye başladı. Altınay tuzağa düşmüş bıldırcın gibi çırpınarak: — Ağacan! Bırak beni, ağacan! - diye yalvardı. — Tam da buldun seni bırakacak enayiyi! Beni bu kadar aşağılamalarını, ona varmam ben deyip yüzünü buruşturduğunu unuttun mu? Şimdi, karım olacaksın benim! Altınay ağlamaya başladı: — Ağacan! Bırak beni! Yine de varmam ben sana! - Can havliyle şişko
Adalet Menzili
Adil Yakubov
şoförün kollarından kurtulmak için bütün gücüyle gerindi. — Şimdi göreceğiz karım olacak mısın, olmayacak mısın? - Şişko şoför, bütün ağırlığıyla Altınay’ın üzerine abanıp, hırsla kızın gömleğini yırtmaya başladı. Altınay iki eliyle aynı anda şoförü göğsünden iterek, jimnastik ekzersizlerinin verdiği çeviklikle ayaklarını gerip var gücüyle hasmının karnına şiddetli bir tekme yapıştırdı. Şoför “Ihh! Öldürdün beni, şıllık!” diye inleyerek yan tarafa yıkıldı. Altınay, bir kedi çevikliğiyle ayağa kalkıp kendini arabadan dışarı attı. Ama araba yayılıp akmakta olan çamurlu su üzerinde durmakta olduğundan üstü başı çamura belendi. Altınay sanki şişko arkasında kovalıyormuş gibi şalap şulap sesler çıkararak sulardan aşıp kıra doğra kaçarken, arkasından şoförün oldukça utangaç, elemli sesi kulağına çalındı: — Hey Altınay! Sözüme kulak sal, cellat kız! Şu hapsedilen genel müdürün oğluna varacağım diye ümide kapılma! Oğlu da hapsedilecek, karısı da hapsedilecek! Sen de bana varacaksın!.. Babana yüz baş koyun veririm! Elini sıcak sudan çıkartıp soğuk suya vurdurmam! Prensesler gibi yaşatırım! Kuş sütüyle beslerim seni! Heey.. dur!.. Dur aptal kız!.. Ses kesildikten sonra motor sesi işitince Altınay korkuya kapılarak sağ taraftaki otlağa saptı, fakat otlağın arka tarafı kamışlıktı. Altı- nay bunları aşıp çıktığında eli yüzü çizikler içinde kalmıştı. Neyse ki çok geçmeden geçen yıl derenin tepe tarafına kurulan yeni yığma ağılın duvarları hayal meyal görünmeye başlamıştı. Evet, işte aradığı bahaneyi de bulmuştu. Nedir bu halin? Elini yüzünü kim tırmaladı? Neden üstün başın yırtık? - diye sorarlarsa vereceği cevap hazırdı. Bilmeden bu kamışlıklara dalmışım diye cevap verecekti. Zaten öyle oldu ya! Altınay kamışlıktan çıkıp derenin tepesine tırmandığında koca kaya üzerinde diz büküp hayale dalmış birine gözü takıldı. Ama iyice yaklaşınca bunun babası olduğunu anladı. Elindeki uzun sopasıyla yeri çizerek bir şeyler düşünmekle meşguldü. Belki de Suyun Burgut’un başına gelen olaylardan dolayı hissettiği suçluluk duygusuyla kıvranıyordu!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Zavallı babası! Dili bir açılıp tekrar korkudan kekelemeye başlayan biçare insan! Birden göğsü dolan Altınay, ağlamaklı bir hal aldı. Derviş Düdük, kızını görünce yavaşça yerinden kalktı. — Ha kızım? N’oldu sana? Nerden geliyorsun bu kılıkla? Altınay birden gözyaşlarını akıtarak babasının kollarına atıldı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-11-
S
uyun Burgut hapse düşmeden önce “bir gün bile dayanamam!” diye düşünürdü. Hayır, “başa gelen çekilirmiş” sözü doğruymuş! İnsanoğlu başına bir iş gelmeyi görsün, her şeye katlanırmış meğer! Doğrusu onu hapishanenin verdiği azap değil, hapsedildikten sonra aleyhinde çıkarılacak dedikodular üzecekti. Gayet iyi biliyordu ki, tutuklandığı gün kolhozda “Ateş olmayan yerden duman çıkmazmış. Bizim tertemiz diye bildiğimiz genel müdürümüzün meğer ne marifetleri varmış da haberimiz bile yokmuş!” şeklinde dedikodular çıkaracaklardı. Bunu bildiği için de “Nedir benim suçum? Hangi suçumdan dolayı hapsettiler beni?” gibi düşünceler manevi bir işkence halini almıştı. İlk üç gün Suyun Burgut’a kimse ilişmedi. Bugüne kadar hapishaneye girmek şöyle dursun, yanından bile geçmeyen kişi, atıldığı hücrenin hapishane olup olmadığını bilecek durumda bile değildi. Burgut’un hapishane zannettiği yer, esasen âdem ayağı basmamış dar ve kapkaranlık bir hücreydi. Ne ışık giren bir penceresi, ne hava alan bir deliği vardı. İçeride eşya olarak dört bir yanı sökülüp yırtılmış eski bir yastık ve ekiş büküş olmuş paslı ağır ibrikten başka bir şey yoktu. Ama bu çağdaş hücrenin bir iyi yanı varsa, o da oldukça geniş olmasıydı. Suyun Burgut, ilk dakikalarda iki gözünü birden kaybetmiş bir insan gibi, elleriyle duvarları yoklaya yoklaya, her attığı adımda bir defa yıkılarak hücreyi şöyle bir dolaştı. Sonra, sonra insanoğlu her belaya alışıp katlanırmış! Artık o da hücreyi bir ucundan öbür ucuna adımlamayı öğrenmişti. Nihayet üç gece üç gündüz hiç durmadan hücreyi yeniden adımlayıp bitkin bir vaziyette kapı önüne oturduğunda, daha doğrusu yıkılıp
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kaldığında dahi “Nedir benim suçum?” sorusunun aklına takılmasıyla birlikte yıldırım çarpmış gibi ayağa fırlayarak hücreyi yeniden adımlamaya başladığının farkına bile varmıyordu. Sadece tan vakti birkaç dakika gözleri yumuluyordu o kadar. İşte o birkaç dakikalık sürede devamlı güzel düşler görüyordu. Bir defasında Mercanay tandırdan yeni çıkardığı sıcak ekmekleri nehir suyuna batırıp yiyor, bir başka defasında kan koca düğün ve müsabakalarda birlikte destan okuyup bol bol alkış alıyorlar, bazen de ortaya bırakılan oğlağı kaptığı gibi diğer rakipleri arasından sıyrılıp çıkıyordu.. Ne var ki tatlı birer anı olarak düşünde yaşadığı bu anlar, uyanır uyanmaz buruk bir acıyla yer değiştiriveriyordu. Yerinden doğrulunca Mercantav eteklerinde kısrak bakıp at süren nice küheylanları dizginleyen, destan okuyarak büyüyen Suyun Burgut, şimdi içine düştüğü durumu bir türlü hazmedemediğinden eyere çekilen at gibi tepiniyor, kollan yoruluncaya kadar kapıyı dövüyor, sonra kendini yere atıyor ve tekrar hücreyi bir o yana bir bu yana adımlamaya devam ediyordu. Nihayet her biri bir yıla bedel üç gece üç gündüzden sonra ilk defa sorgulamaya çıkarıldı. Vakit gece yansını aşmış olmalıydı ki uzaklardan horoz sesleri işitiliyor, yıldızlarla dolu gökyüzünde çoban yıldızı parlayıp duruyor, alın hizasında ise bir avuç kadar Ülker yıldızı saçılmış bilyeler gibi ışıldıyordu. Suyun Burgut, iki gardiyanın arasında geniş avludan geçip, karşıda dev bir kaya parçası gibi sessiz dikilip duran binaya yaklaşırken, bir an gardiyanları birer yumruk darbesiyle tesirsiz hale getirip duvardan atlayarak kaçma fikri kafasından geçti. “Hay Allah! Mercantav hangi tarafta kaldı? Sağda mı, solda mı? E kurban olduğum Allah! Onu bir daha görmek nasip olacak mı?” Şu anda gençlik yıllarında olduğu gibi kanının köpürüp coştuğu bir sırada gardiyanları birer yumruk darbesiyle saf dışı bırakıp duvardan rahatlıkla atlayıp kaçabileceğini biliyordu. Ama bunu yapamazdı. Yaparsa cezadan korktuğu için kaçtı diyecekler ve kendisi de isnat edilen suçlan kabul etmiş olacaktı. Halbuki o, onun suçu ne idi? Zaten yukarıda siyah bir gölge gibi dikilip duran kapkara binaya da gelmişlerdi.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Biraz sonra kendisini sessiz ve loş koridorlardan geçirerek oldukça aydınlık geniş bir odaya aldılar. İçeri giren Suyun Burgut, karşılaştığı güçlü ışık karşısında gözleri kamaşınca, kapı girişinde durmak zorunda kaldı. Yavaş yavaş gözlerini açtığında, pencerelerine kalın siyah perdeler çekilmiş, bomboş, çıt çıkmayan odanın yukarı tarafında, üzerine yeşil çuha örtülmüş masanın gerisinde Şaranavski’nin oturduğunu, köşede ise parlak san saçları omuz ve yüzünü kapatmış olan genç bir kızın başını daktiloya dayamış pinekleyip durduğunu farketti. Bir an ne yapacağına karar veremeyen Suyun Burgut, Şaranavski’ye doğru bir adım ilerledi, fakat Şaranavski telaşa kapılarak: — Yaklaşma! - diye bağırıp kapı önündeki sandalyeyi gösterdi: — Otur! Suyun Burgut, birden içine düştüğü acıklı durumdan dolayı titremeye başladı. Tutuklandığından beri sürekli beynini tırmalayan hakaret ve aşağılanma duygusu yeniden beynini tornalamaya başladıysa da, sinirlerine hakim olmaya çalışarak yavaşça sandalyeye oturdu. Ağır hareketlerle yerinden kalkan Şaranavski, kırmızı halı döşenmiş zeminde sessiz adımlarla ilerleyerek Burgut’a doğru yaklaştı, fakat birden üç dört adım beride durarak tepeden tırnağa muhatabını süzdükten sonra başını daktilo üzerine abanmış olan katibe kıza seslendi: - Yazmaya hazırlan Galya! Katibe, itaatkâr bir tavırla makinasını hazır hale getirdi. — Ne var ne yok? Üç gün yan gelip yatarak bir güzel dinlendin! Otelimiz hoşuna gitti mi? İyi dinlenebildin mi? - diyerek yılıştı. Suyun Burgut’un içinden “Ne demezsin! Keşke birlikte yatsaydık.” şeklinde alaylı bir düşünce geçti. Sonra içinden geçenleri muhatabının yüzüne karşı söyleyip onunla alay etmek istedi, fakat şu boylu poslu, ama çehresi yılanın yüzü gibi soğuk adamla takışmayı uygun bulmadı. — Ne o? Ağzına burunluk vurulmuş gibi sustun kaldın? - Şaranavski birden sesini yükseltti. - Konuş be adam! Şu üç günde daha önce söylediklerimizi adam akıllı düşündün mü? — Düşündüm, - dedi Burgut ister istemez.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Ee? — O gün ne söylemişsem aynı! Hepsi iftira! — Öyle mi? -Asabi bir şekilde güldü Şaranavski. -Belli ki bizim otel bayağı hoşuna gitmiş senin! Öyleyse kıyamete kadar misafir edelim seni! Suyun Burgut, cevap vermedi. Hücrede soğuktan tir tir titremiş olarak çıkan adamın, saç diplerine varıncaya kadar isyan eden vücudu güya ateşe atılmış gibi terlemeye başlamıştı. Şaranavski, sanki bunu hissetmiş gibi, ne diyeceğini düşünerek masa çevresini bir kaç kez dolaştı. Sonra Galya’ya bakmadan “yaz!” diye emredip Burgut’a yüzlendi: — Ben ömrümde siz Özbekler kadar inatçı millet görmedim! Katır gibi inatçısınız be! Suyun Burgut, başını kaldırıp ters ters baktı: — Savcı değil, general bile olsan hakaret etme, Şaranavski! Şaranavski, sanki Burgut’u duymamış gibi istifini bozmadan devam etti: — Ama bu inatçılıktan sana hiçbir fayda yok! Kendi kendine zulmediyorsun sadece! Ne yaparsan yap, işlediğin suçlan inkâr edemeyeceksin. Bütün deliller elimizde! — Elinizdeyse gösterin! — Zamanı gelince göreceksin! — Neyi görecek misim? — Şunu göreceksin ki, sen burda inatçılık yaparken, seni koruyan kişi suçunu itiraf etti bile! Suyun Burgut çakmak çakmak olmuş gözlerle: — Hangi koruyucum? diye sordu. - Neyi itiraf etti? Şaranavski, yine alaylı alaylı dudaklarını büzdü: — Otur! Bilmezliğe vurma işi! Senden üç yüz bin sum rüşvet alıp, seni kolhoza genel müdür yapan vilayet sekreterinden bahsediyorum! Suyun Burgut, ne kadar kendini tutmaya çalıştıysa da, “İftira!” diye bağırdığının kendisi dahi farkına varmadı. “Hepsi iftira bunların! Olmayan bir şeyin neyini kabul etmiş o insan?” Şaranavski oldukça sakin bir tavırla: — Olmayan değil, olan bir şeymiş ki itiraf etti o adam! - dedi
Adalet Menzili
Adil Yakubov
beklenmeyen bir cür’etsizlikle. - Endişelenme delikanlı! Biz her şeyi biliyoruz! Rüşveti nerede verdiğini, kimlerin gördüğünü, hatta kaç paralık banknotlar olduğunu, hepsini en ufak detaylarına kadar biliyoruz! Bir daha söylüyorum: Kabul et de bitirelim şu işi! “Ya Perverdigâr! Vicdan merhamet denilen şeyin semtine ayak basmayan bu aptal neler söylüyor? Niyeti ne bu üçkâğıtçının? Rüşvet vermek şöyle dursun, rüşvetin ne olduğunu dahi bilmeyen bir insan olduğumu sen bilmez misin e kurban olduğum Allah? Ah., ah!.. Bir su belasından, bir ateş belasından, bir de iftira belasından kork diyenler boşuna dememişler meğer! Ama bu iftiradan maksatları nedir şu cellatların? Herkesin şerefini iki paralık edip, hapse atmak mı, yoksa kötü bir niyetleri mi var bu iblislerin?” — Güzel! Bugünkü sorgulamayı bununla bitirelim! Bu kısmı yazmasan da olur Galya. - Şaranavski yürümeyi kesip, masum gözlerini Burgut’a çevirdi: — Son kez soruyorum: İnattan vaz geçecek misin? — Asla! — Göreceğiz bakalım, vaz geçecek misin, geçmeyecek misin? Şaranavski, hızlı adımlarla varıp masanın yan tarafındaki düğmeye bastı. Tıpkı çizgi filmlerdeki gibi biraz önceki iki tıknefes gardiyan kapı girişinde belirdi. - Mahkûmu onaltı numaralı hücreye atın! — Anlaşıldı, yoldaş savcı! Suyun Burgut, iki gardiyanın arasında biraz önce geldiği dar ve loş koridora çıktı. Çıkışıyla birlikte koridorun öte tarafından, kendisi gibi iki gardiyanın arasında sağ tarafa doğru ilerleyen başka bir tutukluya gözü takıldı. O an gardiyanlardan biri: — Yüzünü duvara dön! - diye bağırarak ensesinden tuttuğu gibi duvara dayadı. Bir dakika kadar sonra gürs gürs ayak sesleri arasında öteki tutuklu refakatçi gardiyanlarla birlikte yanından geçip gitti. Suyun Burgut, gardiyanlar tarafından yüzü duvara çevrilmiş olsa bile, göz ucuyla yanından geçen tutukluya bakmayı başarmıştı. Ama bakmasıyla birlikte kalbi duracakmış gibi oldu. Adam akıllı zayıflayıp; eti kemiklerine yapışıp kalmış, sırtındaki elbise askılıkta şatlanıyormuş izlenimini veren bu
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kişi.. Şaranavski’nin sözünü ettiği, güya Burgut’tan üç yüz bin sum rüşvet alan sabık vilayet sekreteri Necmeddinov’du! Necmeddinov kendisini gördü mü, gördüyse tanıdı mı, bunu Burgut da bilemedi ve tutuklu, gardiyanlar arasında biraz önce kendisinin çıktığı odaya girdi. Burgut bir tek şeyden emindi. Necmeddinov öylesine çaresiz kalmış olmalıydı ki, almadığı bir şeyi aldım demek zorunda kalmıştı. Suyun Burgut, adım attığı yeri bile göremeden salla pati adımlarla ilerlemeye devam ediyordu. Bu defa onu önceki hücreye değil, biraz önce bilmem nesinden dolayı kara albızı hatırlatan korkunç siyah binaya alıp götürdüler. Burgut, hâlâ biraz önceki karşılaşmanın şokundaydı. Sadece içeri girdiklerinde “Eee.. hoş gelmişsiniz aziz misafirimiz, hoş gelmişsiniz!?” şeklindeki alaylı sözlerle kendine gelebildi. Pek öyle geniş olmasa da, İki katlı iki demir ranza konulmuş, tabanı eski püskü bir mitille örtülmüş olan bu oda. Allah Allah.. Bur- gut’un üç gece üç gündüz yattığı hücreyle karşılaştırılınca cennetten bir köşe dense yanlış olmazdı!.. Yere döşenmiş eski mitil üzerinde, bağdaş kurup oturmuş, hepsi birbirinden güçlü kuvvetli üç genç kâğıt oynamakta, ortadaki kirden kapkara olmuş mendil üzerinde ise bir miktar para durmaktaydı. Gençlerden biri beline kadar soyunmuş, bilek damarları şaka şaka dışarı fırlamış, göbeğinden göğsüne kadar birkaç aşüfte resmi asılmış 30-35 yaşlarında çam yarması gibi biriydi. Tuğla dizisi gibi dümdüz bembeyaz dişlerini sırıtarak: — Mangizin var mı, ağam? - dedi. - Varsa, oturun izzet ikramla ağırlayalım sizi! Suyun Burgut onun sözüne bile aldırış etmemişti ki, hemen onun sağ tarafında oturan kısa boylu, ama iri yapılı genç - tam bir domuz topalağı diye geçirdi Burgut içinden, - tütünden sararmış bıyıklarını şöyle bir burarak: — Tuhafsın sen de be Levon! - diye güldü. - Üstüne başına bir baksana ağamızın! Başındaki börküyle ayağındaki deri çizme on bin sum eder beyimizin! Neyse! Oturun ağam! Hele biraz kendinize gelin! Sonra keseriz raconumuzu! Suyun Burgut, yine cevap vermek istemedi. Üçüncü kumarbaz, kaş gözleri
Adalet Menzili
Adil Yakubov
sürme çekilmiş gibi simsiyah, dudaklarına kırmızı ruj sürmüş ince belli nazik delikanlı, Burgut’u şöyle bir süzdükten sonra, san bıyıklı arkadaşına dönerek: — Bir türlü adam olmayı öğrenemeyeceksin be Borsık! - diye çıkıştı. - İyi bir ev sahibi misafirini böyle mi karşılar, pezevenk? Önce bir hal hatır sorarlar! ism-i şerifleri, adı sanı, soyu sopu, ne iş yaptığı sorulur di mi ya! Ondan sonra mangizi var mı yok mu öğrenilir, sarı tilki! — Kapa ulan çeneni, kan kılıklı! - diye bağırdı Borsık dedikleri. - Yoksa bir görüşte âşık mı oldun bu orman kaçkınına, ibne?! Kız görünümlü delikanlı, sarı tilkinin sözlerine aldırmayarak Suyun Burgut’a bakmaya, sürmeli gözlerini süzmeye devam etti: — Gel, yanıma otur hayatım. Bu paraya doymaz eşkıyalarla birlikte mücadele edelim! Suyun Burgut, beklemediği bu manzara karşısında midesi bulanmış gibi: — Kusura bakmayın gençler! - dedi tatlı bir âhenkle.- İnanın ne oturacak, ne ayakta duracak halde değilim. Yerimi gösterseniz de, birazcık kestirsem.. Borsık, karı kılıklı delikanlıya bakarak homurdandı: — Fakirin eteğine kavurga koymuşlar şeyim yandı diye kaldırıp atmış!.. Artık bu nankörü misafir deyip başımız üzerinde taşımamıza gerek yok! Hey, buraya baksana sen! Bu güzel elbiseleri ya zor alır, ya zar! - diye sesini yükseltti ustura vurulmamış başını kaşıyarak. - Senin gibi parasız pulsuz dilenciler ise.. - Kapı yanındaki ranzanın altını göstererek: - Ancak orda yatarlar! Doğru mu, Levon? Levon, gür çatık kaşlarını gererek tehditkâr bir tavırla: — Hayret yahu! - dedi.- Savcılar bu hücrenin dilenciler hücresi değil, paralı pullu adamların hücresi olduğunu iyi bilirlerdi halbuki! Bu çorapsızı niye göndermişler aramıza? Suyun Burgut, cevap vermeden sağdaki demir ranzaya doğru yürüdü. Çizmesini bile çıkartmaya gerek görmeden kir pas içindeki minderin ayak tarafını hafifçe kıvırarak bîr sıçrayışta kendini yukarı attı. Aşağıdan önce şaşkınlık belirten homurtular işitildi. Arkasından Borsık’ın: — O, güzel numara gösterdi beyimiz! - diyen sesi geldi. - Hey ukala! O
Adalet Menzili
Adil Yakubov
yatak hapishane patronu arslan Levon’un yeri! Akreple oyun oynama, kötü sokar derler, bilir misin, ağa? — Tamam, rahat bırak onu! - dedi Levon olgunlukla. - Biraz kestirsin. Faturasını sonra keseriz! — Helal! Tam arslanlara yakışır bir davranış be Levon! - diye hitap etti kan kılıktı genç. — Güzel de, şimdi kılıç çekecek bir delikanlı var mı? - dedi Levon onun sitayişkâr sözlerinden memnun bir havayla. — Biz neyiz burada, aslan Levon? — Hastir lan! - diye hırıldadı Borsık. - Kılıç çekmek için bilek lazım, bilek! — Yeniden kar kağıdı! Bu sözlerden sonra sesler tuhaf bir şekilde yavaşlayıp fısıltılı konuşmalara dönüştü. — Parası var mı yok mu bilemem, ama kürkü ve kalpağı çok güzelmiş beyimizin! — Kürküne göz koyma! Yoksa gözünü oyar alırım! — Kime düşse farketmez! Nasıl olsa kumarda hepsi bana kalır! — Görürüz! — Çizmeler benim, tamam mı? — Oldu! Benim kel başıma kunduz kalpağı da güzel gider! — Hâlâ kafan çalışmıyor mu, geri zekalı? Patronun bize ikramı bu kuş!.. — Bir kart daha istiyor musun, istemiyor musun? — Ver! — Koysana! — Koyarsam ben koyarım, seni ne ilgilendirir yavşak? “Kimlerin içine düştüm? Hangi çakalların arasına attılar beni? Amaçları ne bunların?” Suyun Burgut öyle bitkindi ki, başını yastığa koyar koymaz uyuyacağını zannediyordu, ama olmadı. Birbirinden tatsız, birbirinden soğuk vehimeli düşünceler yine beynini tırmalamaya başladı. “Hayır, o bu eşkıyalardan
Adalet Menzili
Adil Yakubov
zerrece korkmuyordu. Kumarda karılarını bile ortaya koymaktan utanmayan bu pisliklerden asla çekinmiyordu. Erkek adam bir kere ölür! Ama, ama neden bu düşünceler beynini tırmalıyordu? Bir türlü boyun büktüremedikleri için mi bu eşkıyaların arasına atmışlardı? Amaçlan onları kullanarak kabul ettiremedikleri suçlan, düzdükleri iftiraları ikrar ettirmek miydi?” Bir yerlerden kulağına çalınmıştı Burgut’un: Şaranavski’ye benzeyen savcılar, yaptıkları suçlamaları kabul etmeyen, istedikleri çizgiye gelmeyen inatçıları yola getirmek için böyle canilerin, katillerin, yol kesicilerin bulundukları hücreye atarlarmış. İnsaf ve merhamet nedir bilmeyen, anasını bile satmaktan çekinmeyen bu caniler ise, adamı birkaç günde mum gibi yumuşatıp savcılara teslim ederlermiş!.. Suyun Burgut bu duyduklarına bir inanmazdı. Ama şimdi inanmalıydı. Her neyse, başa gelen çekilirmiş. Yiğit olanın başına her şey gelirmiş. Kim bilir, insanlar karşısında bir suçu yoksa da, Allah’ın huzurunda günahkârdı! Belki de bilmediği, farkında varmadığı günah işler yapmıştı! Gençlik başa bela derler! Gençlik günlerinde Suyun Burgut bir gün öbür dünyayı düşünürse, bir gün unuturdu. Kâh Allah’a inanır, kâh inanmazdı. Nankörlük edip, verdiği nimetlerine küfrettiği günler de olmuştu. Ama şimdi O’na can-ı gönülden inanıyordu! Doğru, eski şüpheler, “kurban olduğum Allah neden bu dertleri başıma saldı, hangi günahlarım için bu azaba giriftar eyledi?” şeklindeki hayaller dahi birbiri peşinden beynini tırmalayıp dururdu. Ama biraz kendine gelse bu şüpheleri gönlünden kovup, yine Allah’a yalvarırdı. Gençliğinde rahmetli babası ne kadar nasihat ederse etsin, ondan namaz kılmayı öğrenmediği için hayıflanırdı. Eğer merhum babasının nasihatini dinleyip namaz kılmayı öğrenmiş olsaydı, şimdi üzerine düşen farzı yerine getirir, fare gibi yüreğini kemirip duran bu endişelerden bir anlığına bile olsa uzaklaşır mıydı? Gamlı gönlü geçici bir süre de olsa teselli bulur muydu? - diye içinden geçiriyor, ama çok geçmeden yine pişmanlık duygusundan sıyrılıp isyankâr düşüncelerin pençesine düştüğünü kendisi dahi farkedemiyordu. Peki bu nasıl Tanrıdır ki, - kudreti altındaki suçsuz kullarını, kötülük, sahtekârlık, tilkilik ve hainlik nedir bilmeyen, bir çocuk gibi masum bendelerini bu haramzade kuzgunların boyunduruğu altına
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
veriyordu? Helal süt emmiş insanlar cehennem azabına duçar olsunlar da, bu adaletsizlik karşısında gök ağdarılıp yeryüzüne kapaklanmasın he mi?..” Bu düşüncelerle beyni allak bullak olan Suyun Burgut, çok geçmeden dalıverdi. Ama henüz trans uykuya geçmeden birinin çizmelerini çektiğini farkedince pat diye gözlerini açtı. Hücre hâlâ gündüzkü gibi aydınlıktı. Biraz önce yerde kağıt oynamakta olan üç eşkıya onun yattığı ranzayı çevrelemiş; kaytan bıyıklı Levon var gücüyle çizmelerini soymaya çalışıyor, sarı tilkiyle karı kılıklı diğer iki genç ise parıltılı gözlerle onu seyrediyorlardı. Suyun Burgut, bir silkinişte ayağını Levon’un ellerinden kurtarıp ranza üzerine çömeliverdi: — Ne yapıyorsun, ağa? Levon, bileğine güvenen gençlere has bir soğukkanlılıkla: — Çıkar çizmelerini!- diye emretti. - Benden başkasına yakışmaz böyle çizmeler! Suyun Burgut, kalp atışlarını bastırmaya çalışarak: — Ya çıkarmazsam? - diye karşılık verdi. — Çıkarmazsan iki ayağınla birlikte keser alırım! - Levon sözünü bitirir bitirmez elini koynuna atıp uzun bir bıçak çıkardı. ç ıkardı. — Sen kiminle dansettiğini sanıyorun, bok böcüsü? Çıkart çizmeleri! Çıkart dedim sana! Suyun Burgut, bilekleri üzerinde zehirli bir akrebin gezinmeye başladığı hissine kapılarak demir ranzanın kenarlarına sıkıca tutundu. Vücudunun alabildiğine gerildiğini, tulum oynarken kuzuyu rakipleri arasından alıp kaçmaya hazırlandığı demlerde olduğu gibi şiddetli bir acımasızlık duygusunun bütün benliğini kapladığını hissetti. İçinden “Öleceksem bugün şu eşkıyaların elinde öleyim” diye geçirerek, elinde bıçakla kendine doğru yaklaşan Levon’un alnına doğru şiddetli bir tekme savurdu. Ancak Burgut’un tekmesi Levon’un alnına değil, ağzına rastladığı için inci gibi muntazam dizilmiş dişlerini tutarak, ayı gibi böğürüp kendini kapı önündeki lazımlığın üstüne attı ve yıkıldı kaldı. — Ağamızı öldürdün ulan o. çocuğu! - diye hırıldadı Borsık. Sonra geriye
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
dönermiş gibi yapıp Burgut’a bir yumruk salladı. Eli bayağı ağırdı. Kalpağı başından düşen Burgut, sertçe silkinerek sırtındaki dondan kurtulduğu gibi kendini yere attı. İki eşkıya, avına saldırmaya hazırlanan iki kaplan gibi yumruklarını sıkarak üzerine doğru gelmekteydi. Her ikisi de gözlerini kısmış, vücutları titremekte, yüzlerinden kara kan damlamaktaydı. Levon ise hâlâ kapı girişinde böğürmekte, Kafkas dilinde sövüp saymaktaydı. Suyun Burgut da belini bükerek kavgaya hazırlanmıştı. Vücudunu saran öfke dalgası, daha doğrusu Mercantav’da düzenlenen tulumlarda veya pehlivan güreşlerinde yüreğini dolduran şiddet duygusuna benzer bir duyguyla şu anda karşısındakileri sıradan eşkıya olarak değil, Şaranavski’yle Mir Celalov suretinde görmeye başladı. Burgut çok iyi bilirdi ki, şayet rakibinin kellesini sağ kolunun altına alabilirse, hangi pehlivan olursa olsun, hatta bırak pehlivanı bir yana, koca bir deveyi bile boğabilirdi. Bu düşünceyle Borsık’ın kellesini yakalamaya hazırlandı, ama Borsık sanki bunu hissetmiş gibi Levon’u taklit ederek koynundan bir bıçak çıkardı. — Gelme lan, gelme üstüme, pezevenk! Kamını deşer kalpağının yerine başına oturturum senin, gelme! - Sözünü bitirip birden tuhaf hareketler yapan kan kılıklı arkadaşına seslendi: — Bacağından tut lan yavşak, bacağından! Borsık sözlerini henüz bitirmişti ki, Suyun Burgut bir tekme darbesiyle rakibinin bıçağım düşürdüğü gibi, ani bir hareketle boynundan yakalayıp sağ kolu altına kıstırdı. Borsık, başı kapana sıkışmış sırtlan gibi tepinmeye, Burgut’u yere yıkmaya hamle ettiyse de, Burgut güreşlerdeki alışkanlığın verdiği bir şevkle “hah!” diye bir nara atıp hasmını kaldırdığı gibi yere çarptı. Yuvarlanarak ranzanın altına kaçan Borsık ağlamaklı bir sesle: — Boynumu kırdın lan pezevenk! - diye hırıldandı. Suyun Burgut Borsık Ta mücadele ederken kan kılıklı delikanlıyı tamamen unutmuştu ki, onun tamam ağa tamam!” diyerek güldüğünü işitip sertçe başını çevirdi. Kan kılıklı genç, köşeye büzülüp kalmış, sürmeli gözlerini süzüyor, boyalı dudaklarını oynatarak, sırıtıp duruyordu. -Pes ağam, pes! -
Adalet Menzili
Adil Yakubov Yakubov
diye tekrarladı gözlerini işveyle oynatarak. - Gerçekten bileğine sağlam yiğitmişsin. - Kan kılıklı genç, kaşlarını nazlı nazlı oynatarak sanki dansa kalkıyormuş gibi kollarını açtı: — Teslim ağam, teslim! - dedi. - Bugünden itibaren her yönden emrine amadeyiz! Amma arslan gibi delikanlıymışsın be ağam, arslan! Suyun Burgut, suratını ekşiterek arkasını döndü. İçinden “Bu ne iş? Yoksa gerçekten ibne mi bu?” diye geçirdi. O an koridorda gürs gürs ayak sesleri, bağırıp çağırmalar işitildi ve demir kapı sürgüsü çekilerek büyük bir gıcırtıyla açıldı. Aynı anda iki gardiyan içeri daldı. — Pekâlâ, bu ne kavgası böyle? N’oluyor burda? burda? Borsık, kesik kesik soluyarak küfürler savuruyordu. Aslan Levon, inleyerek yerinden doğrulmak isterken pat diye tekrar yere düşüverdi. Kapıdan ilk giren köse gürünüşlü gardiyan, kaşlarını çatarak Suyun Burgut’a baktı: — Senin işin mi bu Burgut? Burgut? Kan kılıklı genç kaşlarını gözlerini işveyle oynatarak güldü: — İş değil, ustaca bir oyun bu, gardiyan bey! Sirk! Tiyatro! Ben bu ağacanımdan memnunum! Mangal gibi yürek varmış ağamda! Cesaretine meftunum ağamın! — Sen oğlan.. Senin gibi yavşaktan bir şey soran olmadı! - Köse görünüşlü gardiyan onu bir kenara iterek Burgut’a yüzlendi: — Koskocaman adamsın… Koca bir kolhozun genel müdürüsün. Ne iş? Adam öldürmeye mi geldin buraya? Suyun Burgut’un gönlündeki neşe dalgası yine biraz önceki isyankâr duygularla yer değiştirdi. — Bir iftira yetmedi de, İkincisini mi sahnelemeye çalışıyorsunuz? - dedi boğuk bir sesle ve hâlâ yerden duran iki bıçağı gösterdi: — Önce bu bıçakların kime ait olduğunu bir soruşturun! İçerde yatan bu eşkıyanın eline kim verdi şu bıçakları? Amacınız ne? İftira ettiğiniz insanları yola getiremeyince şu insanlıktan çıkmış kumarbazlarla mı yola getirmek
Adalet Menzili
Adil Yakubov
niyetindesiniz? Beni bu kumarbaz katillerin arasına koymanıza kim izin verdi? İnsaf var mı sizde? Karı kılıklı genç şaşkınlıktan fıkır fıkır oynayarak kikirdemeye başladı: — Yaşa! Bu cellatların anladığı dille konuştun! Canım feda senin gibi delikanlıya! - Karı kılıklı genç birtakım hayasız hareketlerle işvelenmeye devam ederken, kapı önünde dikilip duran genç gardiyan kendini tutamayıp gülmeye başladı. Yaşlı olanı ise, yumruklarım sıkarak işveli genci tehdit etti: — Tabutluğu özledin herhalde, yavşak? Çeneni kapa yoksa kendini tabutlukla bulursun! — Allah iyiliğinizi versin! Cehenneme atsanız bile şu yiğitle birlikte atın, canım Grajdanin gardiyan! Yaşlı gardiyan ona aldırış etmeksizin Burgut’a yüzlendi; — Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış!.. Ağzından çıkan sözlere dikkat et! Utan Burgut, utan! Hadi düş önümüze bakalım! Suyun Burgut yere düşen kürkünü omuzuna atıp kalpağını başına geçirerek hiç sesini çıkarmadan kapıya doğru ilerledi. Koridora çıktıklarında kan kılıklı gencin ağlamaklı ince sesi duyuldu: — Beni de götürün! Mezara gireceksem bile bu yiğidimle birlikte gireyim, gardiyan bey!
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-12-
D
ünyada endişe içinde yaşamaktan daha kötü bir şey yokmuş. Mercanay, kocasıyla ilgili sağlıklı bir haber alabilmek için çalmadığı kapı bırakmadıktan sonra bunu daha iyi anlamıştı. Bunlar yetmiyormuş gibi, Suyun Burgut Mercantav kolhozuna genel müdür olmak için etek dolusu rüşvet vermiş şeklinde dedikodular yayılmıştı. Görünüşe bakılırsa bu dedikoduları bizzat Fıçı Mansur ve onun attan düşse eyerden düşmeyen yardakçıları çıkarmış gibiydiler. Kocası Fıçı Mansur’un yerini aldığından beri Mercanay’la selamı sabahı kesen sabık genel müdürün yardakçıları, şimdi nerede onu görseler durdurup hal hatırını sorar olmuşlar; “vay vay vay, yazık oldu Burgut’a be!” gibi orospu namesiyle güya teselli vermeye başlamışlardı. Ama onların asıl amacı Mercanay’ı teselli etmek değil, aksine daha çok hüzünlendirmekti. Tabii ya! Suyun Burgut’un hapsedilmesine onlar sevinmesin de, kim sevinsindi? Burgut tutuklandıktan hemen bir gün sonra onun yerine tayin edilen Fıçı Mansur’un yeğeni, Burgut tarafından işten çıkartılan haytaları tekrar işe almış ve bunlar sabık genel müdürün şahsi çayhanesinde arz-ı endam etmeye, masa çevresinde pervane olmaya başlamışlardı. O gün bugün Mercanay’ın dünyası kararmıştı. Evden dışarı adım atmayı canı istemiyor ve güya kocası elâlem nazarında gerçekten suçluymuş gibi kimseyle görüşmek, hatta eş dostla bile merhabalaşmak, onların teskin edici, teselli verici sözlerini işitmek dahi içinden gelmiyordu. Doğru, kötülerin olduğu yerde iyiler de olurmuş. Onu gerçekten teselli etmek isteyenler de vardı. Ama insan kalbi bir kez kırılmaya görsün, bir daha tamir edilmesi
Adalet Menzili
Adil Yakubov
mümkün değilmiş. Allah bilir, kocasının başına çeğmelenen kara bulutlar dağılmış olsa, hiçbir şey olmamış gibi gelirdi. Ama şimdi gücü ancak iki gözüne yetebiliyor, hop oturup hop kalkıyor ve doğru dürüst uyku yüzü görmüyordu. Neyseki annesiyle Gazi babası çıkıp gelmişlerdi. Bibisara mama, gerçi kızıyla torununun durumunu görünce yüreği lime lime olsa da, çok görmüş geçirmiş bir kadın olarak, kızını yanına oturtup, gönlüne soğuk su serpmeye çalışmıştı. “Sabret balam, sabrın sonu selamet derler..” diye nasihatlar etmişti. “Bak göreceksin kızım, bugün sevinçten ellerine kına yakan düşmanlarının yüzü kara çıkacak, şimdi üzülen dostların da sevince garkolacak. Sabret kızım, sabret!” Lâkin anacığının iyi niyetle verdiği bu nasihatlar Mercanay’ı teskin etmiyor, aksine gönlündeki yaralar tazeleniyor ve ana kızın sohbetleri her seferinde gözyaşlarıyla noktalanıyordu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Gazi babası şehre inip savcılarla görüştükten sonra kalp krizi geçirip yatağa düşmüştü.. Allah bilir ya, kulun başına bir felâket gelmeye görsün, yağmur gibi belâ yağarmış. Gazi tam bir hafta boyunca uzaktan Azrail’le atışıp durmuş, neyse ki doktor çok tecrübeli bir kişi olduğundan ihtiyarın başından bir dakika bile olsun ayrılmadan tedavi etmeyi başarmıştı. Kocasıyla üvey babasının dertleri yetmiyormuş gibi, Laçin de Mercanay’ı üzmüştü. Hayır o, gücü sadece iki gözüne yeten anası gibi oturup ağlamamış, kendini kaldırıp kaldırıp atmamıştı. Ne de olsa henüz genç bir çocuk kime gider, derdini kime anlatırdı? Ama, babası hapsedildikten sonra sesi soluğu kesilivermişti. Ne anasının, ne anneannesinin nasihatlerine kulak salıyor, ne de onlara derdini açıyordu. Daha doğrusu kulak salıp salmadığını, salıyorsa bile söylenenleri kabul ediyor mu, etmiyor mu, hiçbir şey anlamak mümkün değildi. Dedesiyle anneannesinin nasihatlerini, Mercanay’ın yalvarmalarını sessizce dinliyor, ama hiçbir karşılık vermeden ayağa kalkıp yürüyüveriyordu. Birkaç gün içinde zaten sararıp solmuş, gözleri yuvalarına çekilmiş, can dostu Selim’den beş beter hale gelmişti. Allah’tan şu Selim dostu, Allah selamet versin, iki kız arkadaşı, Altınay ile Gümüş Bibi varmış! Onlar gelince Laçin biraz canlanıyor, sessiz halinden kurtulup, söylenenleri
Adalet Menzili
Adil Yakubov
dinliyordu. Hep birlikte Laçin’in odasına çekiliyorlar, gizli gizli planlar yapıyorlar, sonra bir yerlere gidip sabaha doğru dönüyorlardı.. Daha sonraki günlerde babasının derdi yetmiyormuş gibi bir başka dert daha eklenmişti: Güya hükümet kaldırgaçı çekip ellerinden alacakmış! Bu sözleri duyduktan sonra dördü bir olup kafa kafaya vererek kaldırgaçı saklamışlardı. Sanki hükümetin kolunun ulaşmadığı bir yer varmış gibi, atı uzak bir yere götürmüşler, sonra bununla da yetinmeyerek Altınay’ı dağa, Kekeme Derviş’in yanına göndermişlerdi.. Söz kaldırgaç konusundan açılınca Mercanay, Mir Celalov’un söylediklerini düşünmeye başlamıştı. Tabii o gün tilki suratlı adamın teklifini reddetmekle doğru yapıp yapmadığı sorusu da sürekli beynini tırmalamıştı. Reddetmesi neyse de, tutup bunu babasına anlatmakla ne elde etmişti? Gazi bunları işitince ertesi gün şehre inmiş, öfkeden kudurmuş gözlerle işi büsbütün bozup geri dönmüştü. Öyle yapacağına o gün Mir Celalov’a “Peki ağacan, bir düşüneyim, eş dostla bir görüşeyim, bir iki gün müsaade edin.” dese olmaz mıydı? Ama ne yapsın.. Kefen parası bulamayasıca Mir Celalov, on bin, yirmi bin dese neyse, tam elli bin sum deyince kadıncağızın başından aşağı kaynar sular dökülmesin de ne yapsındı? Kim fıttırmazdı bu rakamı duyunca? Ama sonra bir düşünmüştü ki, gerçekten ortada Mir Celalov’un söylediği kaldırgaç vardı, tabii ya, onu otuz bine satsa, geriye kalan yirmi bini eşten dosttan bulur buluşturur, konu komşudan borç ister, olmazsa evdeki ineği mineği satar denkleştirirdi. Ah… gözü çıkasıca para!.. Ama bunu Laçin’e nasıl söylerdi? Nasıl cesaret ederdi buna? İster misin Laçin bir kısrağı babasından daha değerli görsün! Ya anlamak istemezse? Yok, hayır anlar! Babası için bir değil, bin kaldır- gaçı feda ederdi onun oğlu! Şunun şurasında babası bu iftiralardan sıyırıp dışarı çıksa, bir değil, on kısrak alıp verirdi oğluna! Evet, kocası, dünya malını bir yana bırak, canını bile esirgemezdi oğlundan.. Mercanay, uzun uzun düşündükten sonra, nihayet meseleyi oğluna açmaya karar verdi, fakat yine de durumdan ona bahsetmeden önce Mir Celalov’a bir kez daha gidip meseleyi teyit etmesi gerekirdi. Çünkü pireye tuzak
Adalet Menzili
Adil Yakubov
kurabilecek bu adama inanması gerekip gerekmediğine henüz karar verememişti. Ya bir tuzak kurmuşsa? Özellikle Gazi babası varıp geldikten sonra acaba orada neler dönmüştü? Verdikleri sözde duracaklar mıydı, yoksa vaz mı geçmişlerdi? Mercanay bütün gece bunları düşünerek bir damla uyumadı. Sabahleyin oğlundan dedesinin eski volgasıyla kendisini şehre götürüp getirmesini istedi. — Önce babandan bir haber alalım. Bugün yemek verme günü. Biraz öte beri götürelim. Sonra mümkün olursa, şu savcılarla bir daha görüşeyim diyorum oğlum, - dedi Mercanay. Laçin anasının söylediklerinden memnun olmamıştı: — Daha dün görüşüp kan yutarak çıktığınız yetmedi mi? - dedi sert bir tonla. - Daha ne söyleyeceksin bu ciğeri beş para etmez iblislere? — Oğlum, uyuyan aslandan gezen tilki yeğdir derler. Denize düşen yılana sarılırmış, balam. — Sizden önce dedemin varıp da nasıl döndüğünü görmedin mi? Ölümün eşiğinden döndü adamcağız. Aklın başına gelmedi mi hâlâ? - Laçin homurdanarak söylediği sözlerin Mercanay’ın dudaklarının tepsirmesine sebep olduğunu görünce, biraz yumşayarak: — Babamdan haber almak istiyorsanız, pekala ana! - dedi. - Ama şu, savcı mavcı ne zıkkımsa bırak onları! Kafi! Bu kadar hakaret etmeleri yeter! Dün Gazi dedemler anlattılar, Moskova’ya gideceğim dediler. Hakikati orada arayacağım dediler. Eğer kabul edersen ben de onunla birlikte gidip geleceğim, anacan! Mercanay, üzgün bir şekilde başını sağa sola salladı: — Moskova’nın başına taş düşsün! Moskova diye diye bütün belayı kendi elimizle davet ettik! - diyerek, git gide babasınınkine benzeyen oğlunun gözlerinden nigahını kaçırmaya çalıştı. — Peki oğlum, babana bir kez danışalım hele. İzin verirse gider gelirsin.. Şimdi sen beni şehre bir götürüver hele oğlum! Laçin ne düşünmüşse alnını kaşıyarak: — Yarına bıraksak ya şu işi ana? - dedi.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Niye? Bugünün işini yarma bırakma derler a güzel oğlum! — Çünkü bugün, Altınay’ı bekleyeceğiz. Dağa gitmişti dün gelmesi gerekiyordu gelmedi. Biliyorsun, kaldırgaçı burada saklayamazdık, anacan. Mercanay başım iyice önüne eğdi. Şu anda ağzından “kaldırgaç” kelimesi çıkarken oğlunun nasıl bir zevk aldığını hissedince, biraz önce karar verdiği meseleyi açmanın büsbütün zorlaşacağını anladı ve “Peki ya babası? Babası n’olacak o zaman?” şeklindeki düşünce beynini kemirmeye başladı. “Hayır, Suyun Burgut şu anda dört duvar arasında yanıp kavrulurken, Mercanay Moskova’dan kurtuluş bekleyerek oturamazdı. Önemli değil, kaldırgaça dokunmazsa ev bark var, biraz çeyizi var, köşede bucakta kalmış birkaç kuruş var.. Hepsini satıp savarsa yine kocasını kurtaracak parayı denkleştirir!” — Neyse oğlum, o meseleyi sonra konuşuruz, - dedi yalvarmaklı bir sesle. - N’olursa olsun, bugün bi gidip geliverelim? Laçin, karşılık vermek yerine sadece “olur” manasına başını eğdi. O an giriş kapısı yavaşça tıkırdadı. Laçin sakin adımlarla vanp kapıyı açtı.. Kapı girişinde.. Aman Allah! Altınay bu! Ayağında yüksek ökçeli pahalı bir çizme, sırtında yazlık beyaz bluz üstünden giyilen ince belli siyah bir yelek vardı ve uç kısımları omuzuna düşmüş beyaz ipek yazması nedense kaşlarının üzerine çeğmelenmişti. Her defasında ve özelikle de son günlerde, Mercanay ne zaman bu sıcakkanlı kızı görse birden gözü gönlü açılır, dertlerini unutuverirdi. Yine öyle olmuştu: — Gel kızım, - dedi ona cesaret vermek ister gibi. - Gel içeri yavrım! Laçin ise sahte bir tebessümle: — Niye başını eğip duruyorsun? - dedi. - Niye saklıyorsun kız yüzünü? — Aç yazmanı! Altınay yanakları kıpkırmızı kesilerek: — Ağıl yanındaki kamışlıktan geçerken dikenler her tarafımı tırmaladı da, diye karşılık verdi çocukça bir saflıkla. — Neyse ki başına zarar gelmemiş! - diye güldü Laçin.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Altınay Mercanay’ın yanına gelip kerevetin kenarına ilişti. Anlattığına göre babası bu akşam gelerek kaldırgaçı bizzat alıp götürecekmiş. Mercanay’la Laçin’e de selamı varmış ve sadece selam değil dağdaki bütün çobanlar, yaşlı genç herkes Suyun Burgut için çok üzülüyorlarmış. Gerek olursa gelmek istiyorlarmış. Bizim başımıza bir iş düştüğünde Suyun Burgut göğsünü siper etmişti, şimdi bizim de bu iyiliğe karşı bir iyilikle cevap vermemiz gerekir diyorlarmış.. Kaldırgaçı ise.. Albastı nehrinin yukarısında değil insan, sırtlanların bile giremediği bir fundalık var, oraya götürüp saklar ve bakarız demişler.. Hayır demek ki, iyilik et kötülük bul sözü doğru değilmiş. İnsanoğlunun iyilik etmesi güzel bir şeymiş! Nitekim iyi insanlar çokmuş ki, Suyun Burgut’un yaptığı iyilikleri hatırlarından çıkarmamışlar!.. Mercanay birden gözüne dolan yaşlarla kızın bir o yanağından bir bu yanağından öptü. Altınay’ın söylediği şeyler, aslında Laçin’i de hayli duygulandırmıştı, ama o bunu hissettirmemeye çalışarak ayağa kalktı. — Pekala ana, ben arabaya biniyorum.. Şehre gideceksek vakitli varıp gelelim! - Laçin alelacele avludan çıktıysa da, Mercanay bohçasını hazırlamamış olduğu için tekrar eve girdi. — Sizi şu, fıçı göbekli soruyormuş,- dedi birden Laçin isteksizce.. - Bir uğrasın diyesiymiş. Mercanay’ın yüreği birden cız etti. — Kim söyledi? — Hani çeyrek akıllı bir hokkabazı var ya.. İşte o söyledi. Vakti varsa bir uğrayıversin demiş. - Laçin sözlerini tamamlayıp bir şeyden tiksinmiş gibi suratını buruşturdu. -Ne yapacaksın? Gidecek misin peki? — Bilmem ki.. - Mercanay tereddüt içinde kalmıştı. -Benimle ne işi varmış acep? — Bilmiyorsan gitme! - diye kestirdi Laçin.. — Şaştım kaldım, oğlum. Gitsem bir türlü, gitmesem bir türlü.. Lanet olsun.. — Madem öyle, hemencecik gidip gelin! - dedi Laçin. - Şehirden vakitli
Adalet Menzili
Adil Yakubov
dönmeliyiz! Ben arabayı hazırlayıvereyim.. Güneş direk boyu yükselmiş olmasına rağmen ortalık henüz ısınmamıştı. Mercantav’dan esen rüzgar ağaçların dal ve yapraklarıyla öpüşüyor, Mercanay ’ın yüzünü hafifçe okşayarak gönlündeki galeyanı biraz olsun başarabiliyordu. Fıçı Mansur, avlusunun ana giriş kapısı yanına kurulan kameriyenin yukarı kısmında, kat kat minderler üzerine yanlamasına uzanmıştı. Korseli kamına yazlık beyaz bir çarşaf örtmüş, alnını ıslak bezle bağlamış olan Fıçı Mansur, bilmem nesiyle kır boyuna fırlatılıp atılmış bir balığı andırıyor, nefesi yetmiyormuş gibi kesik kesik soluyordu. Her zaman olduğu gibi çayhanesinde, çevresinde fır dönen yağcıları ortalarda görünmüyor, sadece kırmızı halı döşenmiş üstü kapalı kerevetin ayak tarafında sevimli meddahı divâne-i râstguy ağasına kımız çalkalayıp duruyordu. Mercanay uzaktan görünür görünmez, Fıçı Mansur tıpkı hamile koyunlar gibi yavaş hareketlerle şöyle bir silkindi. İri ayaklarını masa altına uzatarak, gövde ağırlığını dirseklerine verip yanlamasına oturdu, Divâne-i râstguy hemen hokkabazca hareketlerle gelip ağasının sırtına da bir yastık verdi. Ortalık henüz ısınmamış olmasına rağmen Fıçı Mansur’un çizgi çizgi olmuş, pörsük yumalak yüzü, süzme yoğurt konulup asılmış gibi görünen gıdıkları, kırkağaç kavunu gibi tüysüz kel başı buram buram terlemiş, kendisi ise her zamankinin aksine alabildiğince halsiz ve hastaymış gibi görünüyordu. — Gel kızım Mercanay, gel! - Fıçı Mansur sözünü tamamlayıp Mercanay’a masa kenarından yer gösterdikten sonra başını çevirmeden hokkabazına emretti: — Sen kımızını içeri götürüp orda çalkala! Divâne-i râstguy, kımız dolu fıçıyı yüklenip avluya doğru yollanırken İyice başımıza patron kesildi be!.. - diye söylendi. - Bazen genç karısını uyandırmış ihtiyar gibi bir an ortada gözükmesem söylenmeye başlarsın, bazen de.. — Var git! Şimdi dalkavukluğun sırası değil! - dedi Fıçı Mansur. - Senin gibi meddahtan bin kere daha iyiyim! Bir çift lafla çizmemin içine sokarım
Adalet Menzili
Adil Yakubov
senin gibi meddahı! Divâne başını sallayarak kikirdemeye başladı: — Bak bu sözün doğru, patron! Bir değil, kamı dilenci torbası gibi şişkin dört meddah sığar çizmenizin tekine! Divâne çekip gittikten sonra Fıçı Mansur kırış kırış olmuş kaşlarının altından zar zor görünen çekik gözlerini yumup derin hayale daldı. Hayır, bu sessizliği yorgunluktan değit, aksine kafasında planladığı şeyleri söylemekten sıkılmasından kaynaklanıyordu. — Biliyorum, bacım, - dedi sonunda uzayıp giden sessizliği bozarak. Senin için zor. Başına ağır iş geldi. Başına ağır iş gelen insan her şeyden çekinir. Biliyorum, bana da inanmıyorsun. Düşünüyorsun ki, Suyun Burgut’un başına gelen musibette benim de parmağım var. Amma kulu görmese bile kurban olduğum Allah görüp duruyor. Kocana, Suyun’una kastım yok benim! Doğrusunu söylemek gerekirse, o zaman kocanın benden habersiz bu işe soyunmasına biraz gücendim. Bu doğru! Çünkü zaten onu yerime getirmeyi düşünüyordum, kızım.. Fıçı Mansur, Mercanay’dan cevap bekleyerek bir süre sustu. Ondan ses çıkmadığını görünce, sesi titreyerek yine kendisi devam etti: — Ne edeyim balam, bakıyorum bana inanmıyorsun. — Beni affedin dayıcan, - dedi Mercanay. - Şehre gitmek üzereydim. Ne diyeceksiniz deyiverin! — Öyle mi? Güzel.. Demek güzel nasihatlarını bir tarafa bırak da, gönlündeki kötü amacını söyleyiver demek istiyorsun! Yanlış mı anladım, bacım? — Yok, yok, - diye yalvardı Mercanay. - Sizin iyiliklerinizi hiçbir zaman unutmayız, dayıcan! — Eğer dediğin doğruysa, - dedi Fıçı Mansur, yavaşça doğrularak, - eğer iyi nasihatlarıma inanıyorsan, diyeceğimin özü şu: Kaldırgaçı bana satın! Bakışlarını bir noktaya dikmiş olan Mercanay, pat diye başını çevirip baktı. Fıçı Mansur, bu bakış karşısında tıpkı ayağına iri diken batmış topal deve gibi, sarsılarak tekrar kendini yastığa attı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Allah şahit! - dedi Mansur eliyle şuursuzca başını sıvazlayarak. — Niyetim temiz benim! Sizler için iyilik istiyorum ben, iyilik! Çünkü bu at çöp gibi herkesin gözüne batmaya başladı. Aha o müfettişler bile gözlerini ona diktiler… Toru mu? Toru![28] Atınız yirmi bin ederse yirmi bin, ama ben otuz bin kayme saymaya hazırım! Sen bu parayı kocan için harca balam! Sana koca mı gerek yoksa at mı? “Yılanın yağını yalayan bu kuzgun neler saçmalıyor böyle? Atınıza şu müfettişler bile göz dikmiş demek de ne demek? Yoksa Mir Celalov’la dil birliği mi etti bu adam? Gönlünüzle satmazsanız zorla elinizden alırlar demek mi istiyor bu kibirli tulum?” — Evet, niye dut yemiş bülbül gibi susuyorsun? Yaşlıların bildiğini periler bilmez derler!.. — Teşekkür ederim! - dedi Mercanay, ne cevap vereceğini bilemeden. Sizin tavsiyelerinizi yerine getirirdim.. Ama oğlum canından bile çok seviyor bu atı.. Mercanay bu sözü söylediğine bayağı pişman olup dudaklarım ısırmaya başladı. Fıçı Mansur, halsizce şöyle bir kıpırdanıp, sanki Mercanay’ın kalbinden geçenleri biliyormuş gibi: — Ya babasını? - diye sordu. - Oğlun için bir tek at şimdi babasından daha mı değerli? Bu nasıl uldur ki, kendisini dünyaya getiren babasına bir atı çok görüyor? Mercanay sinirlenerek birden ayağa kalktı: — Neyse, ben bir kez daha düşüneyim dayıcan. Oğlumla, Gazi babamla bir daha görüşeyim. Fıçı Mansur: — Pekâlâ, düşüneceksen düşün! - dedi ister istemez. - Amma velakin kim acır Burgut’a? Sen acırsın! Senin diyeceğin önemli, balam! Lâkin cevabını bugün veresin! Mercanay’ın gözlerinin önü kararmış, düşman görmüş gibi boğazına bir şeyler düğümlenip kalmıştı. Birbirinden korkunç fikirler beyninde kıvılcımlar çakan yaralı bir kuş gibi kendi kendine söylenmeye başladı:
Adalet Menzili
Adil Yakubov
“Bu fâsık ne demek istiyor böyle? Düşünceksen düşünmüş… Amma bugün cevap vermen gerekiyor de ne demek? Cevap vermezsen hükümet elinden çekip alır, ona göre bir an önce cevap ver demek mi istiyor? Kocan bir volga karşılığında aldı bu atı! Doğru, şu yılan yüzlü Mir Celalov da aynı şeyi söylemişti. Kaldırgaçı bu koca tilkiye satsa meselenin o yanını da kendisi halleder mi acep? Yoksa bütün bunlar bir oyun mu? Ne kadar güçlü olursa olsun Allah’tan da güçlü değil ya bu koca tilki!.. Nice adamların âciz kaldığı şu ters günlerde bu şom ağızlının elinden ne gelir ki? Amma dediğini yapmasam olur mu? O zaman kocasının başına daha beter bir çorap örülmesin? Kime gidebilirdi? Kime akıl danışabilirdi? Akıl danışabileceği tek insan Gazi babasıydı, ama o da şehre inip savcılarla görüştükten sonra yatak serdirip yata kalmıştı! Doktorlar tansiyonu yükselmiş diyerek zaten yüreklerini ağızlarına getirdiler. Ama yine de meseleyi ona anlatmazsa kime anlatsın? Başını hangi duvara vursun?” Gazi babasının eski volgası kapı önünde duruyor, ama Laçin ortalıkta gözükmüyordu. Zavallı anası ise belini tuta tuta gece Mercanay’da birlikte hazırladığı bohçaları arabanın bagajına taşımakla meşguldü. Mercanay yampiri adımlarla gelerek anasının elindeki bohçayı alıp, kendi elleriyle bagaja yerleştirdi. Bu arada içeriden çıkan Laçin korkulu gözlerle anasına bakarak: — Ha ana! - dedi. - Ne dedi fıçı göbekli? — Ha o mu? - dedi anası oğlunun yüzüne bakmaya cesaret edemeyerek. Babanın durumunun n’olduğunu sordu. — Desene merhamet damarı kabarmış! - Bıyık altından güldü Laçin. Gidelim mi? — Hemen, bir dakika dedeni görüp geleyim, hemen! Laçin’in Gazi dedesi, pencereleri Mercantav’a bakan, kışın ılık, yazın serin olan geniş salondaki Nuh-u Nebiden kalma sim örtülü yatakta yatmakta, içeri Mercanay’dan önce girmiş olan Bibisara mama ise kocasına çay doldurmaktaydı. Gazi, Mercanay’ı görür görmez hemen başını yastığa atıp gözlerini yumdu. Üç dört gündür doğru dürüst uyumamış, çehresindeki insanı kendine bağlayan şiddet ve azamet ifadesi çocuksu, hasta görünüşlü
Adalet Menzili
Adil Yakubov
bir kişinin yüz ifadesiyle yer değiştirmiş, gözleri yuvalarına batmış, uzun burnu soğuk almış turp gibi kararıp sivrilmişti. Mercanay gayr-ı ihtiyari yüreği “şığ” ederek varıp, somyanın ayak ucuna diz çöktü. — İyi misin, baba? Gazi gözlerini şöyle bir açıp tekrar yumdu. — Beni bırak, balam! Seni şu, yılanın yağını yalayan fıçı göbekli çağırtmış. Ne dedi o yaşlı çakal? Mercanay, babasının ok yemiş kuşun bakışları gibi cansız nigahından gözlerini kaçırarak, Fıçı Mansur’un biraz önce söylediklerini anlatamayacağı kanaatine vardı. — Ha o mu? Hal hatır sordu. Damadının durumunu sordu. — Damadımın derdi artık bu yaşlı fareye mi kaldı? -diye sert çıktı Gazi ve tir tir titremeye başladı: — Yok, Sovyet hükümeti yok artık! Yanarım yanarım da şu hükümet için harcadığım ömrüme yanarım!.. Bu hükümet için kanını, canını ayaklar altına seren benim gibi insanlar pespaye kılınsın da, şu kahpe dünya, onu fare gibi kemiren aşağılıklara kalsın ha! İnsaf nedir, din nedir, diyanet nedir bilmeyen bu haramzadelere kaldı işimiz! Vay boşa geçen ömrüm vay! Gazi’nin kirpiksiz, yumuk gözlerinden iki damla yaş süzülüp aktı. Bibisara mamanın elindeki çay fincanı kayıp yere düştü. Ama kendisi buna aldırmayarak yere diz çöküp titrek elleriyle Gazi’nin alnını silmeye başladı. — N’oldu sana, Gazi? Dün doktor söylemedi mi, kötü şeyler düşünmeyi bırak, rahat ol demedi mi? N’oldu sana kurban olduğum Gazi’m? Gazi, yaşlı karısının titrek elini tutarak yavaşça okşayıp dudaklarına götürdü. — Affet beni mamacan! Sen de affet, balam! Mercanay yavaşça yerinden kalkıp, adımlarını tek tek atarak kapıya doğru ilerlerken, yüreğinin derinliklerinden kopup gelen feryadı bastırmak amacıyla iki eliyle birden ağzını tuttu.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
*** Şehir aynı şehir; bölge komite binasının önünde üç dört silahlı asker duruyor, hapishane kapısı ise yine önceki gibi koluna bohça asan kadınlar, yaşlı, genç, çoluk çocuk ana baba günü.. Laçin anasını hapishane önünde bırakıp hocasıyla görüşmeye gitti. Kocalan, çocuklan veya akrabaları hapsedilen kadınların elemli göz yaşlarına gayr-ı ihtiyari şahit olan Mercanay da göz yaşlarını tutamayarak sırasının gelmesini beklemeye başladı. Sıra oldukça uzun, yemeklerin kabul edildiği pencereye de hayli uzaktı. Ama daha kötüsü sırası geldiğinde getirilen yemekleri kabul edip etmediklerini hiç kimsenin bilmemesiydi. Pek çokları ise beraberlerinde getirdikleri öteberiyi gerisin geriye götürüyorlar, zaman zaman kapı üstüne monte edilen mikrofondan binlerinin ismi okunuyor, o zaman sıra kendilerinde olan kişilerden homurtular yükseliyor, bir uğultudur kopuyordu. Bazılarının “Hapishanede dahi adalet yok, burda bile torpil işliyor” dedikleri duyuluyordu. Mercanay, birden mikrofonda kendi isminin okunduğunu işitince bayağı şaşkınlığa düştü. Acaba yanlış mı duydum derken, küçük pencere yanındaki kapı açılarak esmer ve genç bir gardiyan: — İçeri girin! - deyip kendisine işaret etti. Mercanay’ın yüreği güp güp atmaya başladı. “Bu delikanlı beni niye çağırdı? Hayırdır inşaallah! Sen büyüksün ya Rabbi!” diye geçirdi içinden ve halsiz adımlarla içeri girdi. İçerde, kir pas içindeki masanın arkasında, çatık kaşlı bir gardiyan dilekçe ve bohça kabul etmekteydi. Daha doğrusu kiminin bohçasını alıyor, kimisini ise sahiplerinin yalvarışlarına aldırmaksızın bağırıp azarlayarak geri çeviriyordu. Genç gardiyan, sağ taraftaki küçük kapıyı açıp Mercanay’a “girin” der gibi işaret etti. Mercanay, hâlâ titreyen adımlarla içeri girdi. Daracık bir odaydı ve penceresi yoktu. Tavanda ufacık bir lamba zayıf ışıklarla yanıp duruyordu ve ortada alçak bir yemek masası ve iki ahşap sandalye vardı. Genç gardiyan, Mercanay’ın elindeki bohçayı alıp masa üzerine koyduktan
Adalet Menzili
Adil Yakubov
sonra sesini alçaltarak: — Beni tanıdınız mı? - diye sordu. Mercanay, bu delikanlıyı bir yerlerden hatırlıyor, ama nereden tanıdığını bir türlü çıkaramıyordu. — Ben Derviş Ali ağanın yeğeniyim, - dedi gardiyan. — Hangi Derviş Ali? Gardiyan güldü: — Çoban Derviş Ali da! Herkes ona Kekeme Derviş der. Kocanız çok iyilikler yapıp hapishaneden kurtarmış dayımı. Mercanay birden sırtından dağ kalkmış gibi rahatladı. — Şimdi mesele şu ablacığım, - dedi genç gardiyan. -Kocanız., sağ selamet, korkmayın.. Amma, morali çok bozuk. Görünüşe göre kendinden çok sizleri düşünüyor, sizler için üzülüyor. Kısacası iki satır mektup yazıp verin. Biz iyiyiz, merak etmeyin, kendinize dikkat edin, kavga çıkarmayın deyin! Aha, size kâğıt kalem de vereyim. Genç gardiyan yan cebinden kabı kırılmış eski bir bloknotla, küçücük bir kalem çıkarıp masaya bıraktı. — Amma mektubunuz çok kısa olsun.. İçeri kimse girmesin diye ben kapıda duracağım.. — Bir dakika, kardeş! - dedi Mercanay, onun sözünü keserek. - Kavgadan bahsettiniz. Ne kavgası? — Hani ben adalet isterim falan diye.. Kocanızı bilirsiniz, abla- cığım.. Mercanay gözlerini büzerek: — Görüşmenin imkânı yok mu? - diye sordu. — Şu anda yok. Yazın, yazın, ama kısa olsun. İyi olduğunuzu bildirip sabretmesini isteyin, moral verin kâfi. Başka söze gerek yok. Çabuk olun. Ben kapıda nöbet tutarım. - Kekeme Derviş’in yeğeni ayakuçlarına basarak yan odaya geçti. Mercanay, ne yaparsa yapsın ellerinin titremesine bir türlü mani olamıyor, kafasındaki vesveselerden kurtulamıyordu. Suyun Burgut hapsedildiğinden beri beynine hücum eden düşünceler, geceleri şafak sökene kadar hayalinde ettiği dualar, ağlayıp sızlayarak
Adalet Menzili
Adil Yakubov
söylediği sözler, yapılan tavsiyeler.. Hepsi aklımdan çıkıp gitmişti. Birden genç gardiyanın - Allah ona uzun ömür versin, ner- den karşısına çıktı böyle? - “Kocanız kendini değil, sizleri düşünüp üzülüyor!” şeklindeki sözleri aklına düşünce daracık odada, kocasını bir deri bir kemik kalmış haliyle göz önüne getirdi. Hayalen ayaklarına kapanıp, sanki onunla konuşuyormuş gibi yalvarıp yakarmaya başladı: “Suyun ağam! Allah’ın alnıma yazdığı helalliğim benim! N’oldu sana Suyun ağam? Bizi düşünmekten kendi kendini yiyip bitiriyormuşsun. Şunu bil ki, sen kendini yiyip bitirirsen biz on misli kendimizi harap ediyoruz, on misli yanıp kavruluyoruz. Gülseniz güleriz, ağlasanız ağlarız. Bizi düşünme. Kendini düşün! Siz sağ iseniz, biz de sağız! Eğer size bir şey olursa, ben de bir gün değil, bir saat bile yaşayamam şu dünyada. Kudretine kurban olduğum Allah sana kuvvet versin! Allah’a emanet ediyorum seni! Allah’a emanet ediyorum, Allah’a emanet ediyorum..” Mercanay gözleri dolmuş vaziyette imza atacak mecali bile kendisinde bulamamış durumda otururken, kapı yavaşça açılıp Kekeme Derviş’in yeğeni göründü: — Hazır mı, abla?- dedi fısıltılı bir sesle. — Hazır kardeşim. - Mercanay kirpiklerini sıkarak gözlerine dolan yaşları dışarı attı. - Bu iyiliğinizin karşılığını bizden görmezseniz Allah’tan görün.. Cevabını almaya ne zaman geleyim? — Bir hafta sonra. Bugün günlerden ne? Cumartesi mi? Gelecek cumartesi günü haber alırsınız! Evet, dün düşündükleri doğru çıkmıştı Mercanay’ın. Bu dünyada sadece kötüler yokmuş, iyiler de bir hayli, hem de bir hayli varmış! Mercanay güya kocası serbest bırakılmış, güya şu an kapkaranlık olan dünyası birden aydınlanıvermiş gibi bir duyguya kapılarak hapishane kapısından kuş gibi hafiflemiş olarak dışarı çıktı. Laçin sıra bekleyen halk arasında anasını göremeyince telaşa kapılıp, gözlerini kocaman açarak çevreyi kolaçan ederken, Mercanay’ın hapishaneden çıktığını görünce ona doğru atıldı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— N’oldu? Ne işiniz vardı içerde? Mercanay oğlunun başını eğip alnından öptü. — Haberler güzel, oğlum. Yolda anlatırım. Laçin, Gazi dedesinin külüstürünü son sürat sürerken anasının anlattıklarını dinleyince memnun bir şekilde gülümsedi. — Babam kavga çıkartmışsa bravo ona! Kartal Suyun kartallığını yapmış desene! Babamın yerinde olsam ben de aynısını yapardım. Ana oğul, her biri kendi kafasındaki düşünceyle başbaşa kalarak sessizliğe gömüldüler. Güneş çevreden hayal meyal gözüken Mercantav üzerinde giderek batmaya yaklaşırken, dağın karlı tepeleri her nedense altın suyuyla kaplanmış köhne gümbazları hatırlatıyordu. Akşam havası güz günlerindeki gibi serin ve üşütücü bir hal almıştı. Herhalde Mercantav’a da kırağı düşmeye başlamıştır. Genç kızlar ve gelinler belki de şimdi yeleklerini giyip, eşarplarını başlarına sarmışlardır. Mercanay birden dağ başında geçirdiği ilk gelinlik günlerini hatırlayınca, gönlüne çeğmelenen gam yüküyle gayr-ı ihtiyari kocasının bir süre önce yazmış olduğu hazin destan aklına düştü:
Mercantav, Mercantav, Ayleneyin Mercantav, Örgileyin Mercantav, Dost kel gende mihriban, Yav kelgen de katagan, Kırgın keldi kaşıngga, Ferzendlerning başıga Neçük sükut saklaysen, Neçük gungsen[29] Mercantav?.. O günler ne kadar tatlı ve toz pembeydi! Bütün genç kızlar, yeni kocaya varmış gelinler, hatta henüz kocaya varmamış nişanlılar bile imrenirdi
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Mercanay’a! Bir ahu kadar güzeldi! Diğer gençler nişanlılarını kıskansalar bile Suyun Burgut kıskanmaz, geceleri bir yerde toplantı falan olsa Mercanay’ı bizzat alıp götürür, bir destan okuyarak oyun ve eğlenceyi doruğuna çıkarırdı. İlk yıllar Mercanay’sız bir gün, hatta bir saat bile duramazdı Bur- gut. Mercanay bir yerde gelin ve kızlarla oturakalıp biraz gecikecek olsa, hemen gelip onu atma atar götürürdü. Destan söylemeye, tulum oynamaya ve hatta görüşlere bile gitse Mercanay’sız gitmezdi. — Sen yanımda olunca başım göklere erişiyor Mercan! - derdi Suyun ağası onu terkine atarken. - Canıma can katılıyor. Sen yanımda olunca her türlü badireyi aşıp çıkıyorum! Tulumu ben kaparım, mükafaatı senin olsun! Korkma! İçinden bana şans dile yeter, Mercanım, nur-u cevherim! Böylesine gerilim dolu yarışlarda ortalığı velveleye veren binlerce kişi arasında at sürüp, onunla bununla boğuşan kocasını görünce hangi kadının yüreği ağzına gelmezdi? Hangi kadın bunu sessizce seyredebilirdi? Mercanay kır boyuna yığılan yüzlerce insan arasında dikilip, aşağıda, dağ eteğinde bin tane binici ortasında kamçısını dişleyip, nara atarak gelen kocasını seyrederken, her defasında ölüp ölüp dirilirdi. Allah’a şükür genelde oğlağı yarışçıların elinden kapıp çıkan kocası olur, ağzından köpükler saçılan atını sürerek gelir, oğlağı Mercanay’ın ayakları önüne atardı. Tabii o an dağı taşı dolduran binlerce kişinin yaptığı tezahürat Mercanay’ın içini içine sığmaz ederdi. Mercanay, köy girişindeki fundalığı görünce, daldığı tatlı hayallerden sıyrıldı. Yine aklına Fıçı Mansur gelince oğlunun omuzundan tutarak: — Can balam, fundalığa sür arabayı! - dedi. - Biraz duralım, midem bulandı. Laçin bundan pek memnun olmadı: — Yavaş süreyim mi? Mercanay oğlunun aklı fikrinin kaldırgaçta olduğunu hissederek ne yapacağını bilemedi. Ama o meseleyi açmadan Fıçı Mansur’a ne cevap verecekti? — Bir kâse çay içeyim, güzel oğlum.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Laçin karşılık vermeden direksiyonu kırdı. Külüstür araba eğilip bükülerek, homurdanarak, yapraklan dökülüp kalmış yaşlı ağaçlar arasında durdu. Laçin, bagajdan termosu alıp, arka tarafa, anasının yanına: doğru yaklaştı. Bir eliyle anasına çay doldurup uzatırken diğer eliyle omuzunu hafifçe sıktı. — Bir derdin mi var ana? N’oldu? Doğruyu söyle, anlatıver, anacan! — Şimdi oğlum!- Mercanay bir yudum çay içince biraz kendine geleceğini sanıyordu, ama birden yüreği ağzına gelivermiş gibi oldu. Laçin sabırsızlanarak: — Neden bir hoş oldun, ana? Söyle ne söyleyeceksen? - dedi yutkunarak. — Diyeceğim şu ki.. Mansur dayın biraz önce bana bir şey söylemişti. — Dayımmış… Eee? Anlatıver: Ne söylediler sevgili dayımlar? — O dedi ki: Kaldırgaçı bana satın dedi. Böyle tavsiyede bulundu. Mercanay, kaş altından oğlunu şöyle bir süzdü. Laçin, sanki anasının omuzuna koyduğu eli ceryana çarpılmış gibi hızla çekip geriye doğru gidip oturdu. — Midem bulandı bu tavsiyeden! Biraz önce zaten bunu söylemek için çağırdığını anlamıştım. Sen ne cevap verdin? — Ben, öyle alelacele bir cevap vermek istemedim. Önce oğlumla bir görüşeyim, oğlum ne derse o olur dedim! — İyi söylemişsin! “Kaldırgaç”tan ayrılmaktansa öleyim daha iyi! Gidelim! Mercanay omuzundan tutarak oğlunu kaldırdı ve yalvaran nazarlarla gözlerine baktı. — Acele etme, kısrağım! Biliyorsun söz konusu olan babanın âkibeti! — Bilesin ki babam için canımı bile veririm. Ama babamla ne ilgisi var kaldırgaçın? Açıkça anlatsana şunu! — Doğrusu şu.. Bir adam vaatte bulundu. - Mercanay nefesi boğuluyormuş hissine kapılıp gömleğinin yakasını açtı. - dedi ki “Elli bin sum verirseniz, kocanı hapisten çıkarırız” dedi. — Kimmiş bu?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Adamın biri. — Peki ya bu adam tuzak kurmuşsa? — Olur mu hiç? Hem de savcı! Laçin öfkeyle kaşlarını çattı: — Bu nasıl lanettik bir savcı ki, suçu olmayan bir adamı rüşvetçilikle suçlayıp, kendisi rüşvet istiyor? Böylelerine inanılır mı, anacan? Durup dururken işleri Arap saçma çevirmeyesin! Mercanay, birkaç kez yutkunduktan sonra güçlükle konuştu. — Yoksa bir tek at babandan daha mı değerli, yavrum? — Anacan! - dedi Laçin bir of çekerek. - Neden anlamak istemiyorsun? Benim kaldırgaçı esirgediğim falan yok. Ama savcının asıl maksadının ne olduğunu nerden biliyorsun? Niyeti kötü demek istiyorum o kadar. — Bunu ben de düşündüm oğlum.. Sabahtan beri düşünüyorum. Ama ne de olsa eskiler ümitsiz yaşamaktansa bir ümidi olmak iyidir demişler! Biz de hiçbir yola başvurmadan eli kolu bağlı oturalım mı? Bakarsın bir faydası olur da baban kurtulursa, sana kaldırgaçı- nın yerine on tane at alır, balacanım! Laçin birden boşanıverip anasını bağrına bastı: — Anacanım, ah anacanım! Pekala, dediğiniz gibi olsun. Babam için değil bir at, bin at feda olsun! - Laçin boğazına bir şeyler düğümlendiğini hissedip kendini arabadan dışarı attı. — Allah seni tökezletmesin, oğlum. Böyle diyeceğini biliyordum. Her iki cihanda da razıyım senden!.. Mercanay’ın sözleri yanda kaldı. O an yakındaki büyük bir motosikletin pat pat sesi işitildi ve az sonra araç birden durdu. Onun yerine ağır küfürler savuran kalın bir ses, şırrak diye bir sesle kırılan deynek ve arkasından acı acı kişneyen bir at sesi işitildi. Laçin “Kaldırgaç!” diye haykırıp çalılar arasından fırlayarak ana yola çıktı. Mercanay ise eli yüreğinde oğlunun peşinden seyirtti. Şehire giden ana yolun ortasında üç tekerlekli bir motosiklet duruyor, ona bir iple boynundan bağlanan kaldırgaç ön ayaklarını gererek motosikleti durdurmaya çalışıyordu. Laçin’in gördüğü kadarıyla kaldırgaçı alıp götürmekle görevli iki askerden
Adalet Menzili
Adil Yakubov
birisi şoför mahalline oturmuş, diğeri elindeki kalın bir deynekle neresi denk gelirse ata vuruyor, onlardan az geride Selim, biraz daha geride ise Altınay ile Gümüş Bibi hüngürdeyerek ilerliyorlardı. Yıldırım gibi ileri fırlayan Laçin, kaldırgaçı dövmekte olan askerin yakasından kavradığı gibi kaldırıp ark tarafına doğru fırlattı. Asker beş altı adım sendeledikten sonra dirsekleri üzerine yıkıldı kaldı. Laçin ise ona dikkat etmeksizin varıp atının boynuna sarıldı. Oğlunun peşinden sürüklenip gelen Mercanay, iyice yaklaşınca atın ağzının ve burnunun kapkara kan içinde kaldığını, gözlerinden şıpır şıpır yaş aktığını ve genç küheylanın sıtma tutmuş insan gibi tir tir titrediğini farketti.. Zavallı hayvan kanlı ağzını Laçin’in eline, kollarına sürtüyor, burnundan soluyor, aralıksız tepiniyordu. Laçin’in dahi eli yüzü simsiyah kana bulanmış, görenin korkacağı bir hal almıştı. Mercanay can havliyle oğlunun eline ayağına kapandı: — Balam! Allah ananın belasını versin yavrum! O an motosiklette oturmakta olan asker aşağı atlayarak “Seni pezevengin dölü seni! Kime el kaldırıyorsun sen ulan!?’’ deyip Laçin’in üzerine yürüdü. Mercanay oğlunu bir kenara çekip askerin yolunu kesti: — Güzel evladım, affedin onu arslanım, cahillik etti! Birden arka taraftan takur tukur ok sesleri işitildi. Acı içinde kişneyerek havaya savrulan at, Ön ayaklarıyla yine motorsikletin arka kısmını şiddetle sarsıyordu. Mercanay korkuyla arkasına batı. Biraz önce Laçin’in fırlattığı asker gözlerinden ateş püskürerek “Vuracağım! Şimdi vurup geberteceğim bu eşkıyayı!” diyerek tabancasını göz hizasında tutup ilerliyordu. Mercanay birinci askeri bir yana bırakıp ona doğru atılırken ayağı taşa takılıp yere kapaklandıysa da Selim gelerek ayağa kaldırdı. Ondan sonra ne oldu? Mercanay bir an kendinden geçip bayıldı mı, yoksa başka bir şey mi oldu bunu kendisi de hatırlamıyordu. Selim kendisini tutup bir kenara çekmiş, kızlar başına çömelip ahlayıp vahlayarak, yüzüne su serpip kendine getirmişlerdi.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Mercanay gözlerini açtığında baksa ki koca yol ana baba gününe dönmüş, köy tarafından başka bir asker at sürüp gelmekte, önceki iki asker ise Laçin’i sımsıkı tutmuşlar, ancak konu komşu ortaya düşüp askerlere yalvarıp yakarmaktaydılar. Mercanay’ın tekrar gözleri kararıp kendinden geçtiği görüldü. Sonradan işittiğine göre adamlar yalvar yakar Laçin’i askerlerin ellerinden almışlar, ancak askerler kaldırgaçın boynuna ip geçirerek, ana yoldan geçen bir kamyonun arkasına bağlayıp sürükleyerek götürmüşler. Aralıksız dövülen kaldırgaç tıpkı anasından ayrılan deve yavrusu gibi arkasına, adamların ellerinden kurtulmak için silkinip, göz yaşı döken Laçin’e baka baka uzaklaşıp gitmiş.. Mercanay ikinci defa gözlerini açtığında, bu defa Laçin’i ağzı burnu kan içinde -Kaldırgaçın kam, -yaralı kuş gibi zıplayarak kendini tutan insanların elinden kurtulmaya çalışır vaziyette gördü. Mercanay içinden “Yavrum, oğlum!” diyerek hıçkırmaya başladı.. Arkasından ayağa kalkmaya çalıştıysa da böğründe hissettiği korkunç bir sancıyla Altınay’la Gümüş Bibi’nin kollarına boş bir çuval gibi yığıldı kaldı.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-13-
K
ekeme Derviş Ali’nin yeğeni elinde yemekle içeri girdiğinde, Suyun Burgut iki adım uzunluğunda bir adım genişliğinde mezarı andıran bir tabutlukta sırtını duvara dayayıp hayallere dalmıştı ve bu haliyle ayakta dikilip uyumaya çalışan bir ata benziyordu.. Dökme demirden yapılmış ağır kapı gıcırdayarak açılınca, Suyun Burgut, kirpiklerini şöyle bir açıp gardiyana bir baktıktan sonra gözlerini tekrar yumdu. Gardiyan elindeki bir kase yavan çorba ile bir iki dilim kara, kuru ekmeği beton bank üzerine koyup alçak bir sesle fısıldadı: — Yemeğe dikkat et, ağa. Suyun Burgut’tan ses çıkmadı. Hatta gözünü dahi açmadı. Gardiyan kapı tarafına şöyle bir göz attıktan sonra koynundan ikiye katlanmış bir kağıt çıkarıp kâsenin yanına sıkıştırdı. — Yemeğe bakın, Suyun ağa! Kâsenin altında size mektup var.. Suyun Burgut’un gözleri birden pat diye açıldı. Karşısında dün kendisini kumarbaz serserilerin hücresinden alıp çıkaran genç ve yakışıklı gardiyan duruyordu. Kaş gözleriyle mi, yoksa karayağız yakışıklı çehresiyle mi, her ne ise Burgut’un çok hoşuna giden bu genç, o günden beri çok iyi davranıyordu. Burgut bu delikanlıyı bir defa Kekeme Derviş’in ağılında görmüş ve hatta Derviş onu yeğenim diye tanıştırmıştı. Herhalde onun dayısına yaptığı iyilikten haberdar olsa gerekti ki, elinden geldiğince Burgut’a iyi davranmaya çalışıyor, yemeğini kapıdan uzatmadan içeri girip bankın üzerine koyarken her defasında: — Yine yemeğe elinizi sürmemişsiniz, Suyun ağa, - diyordu. - Böyle
Adalet Menzili
Adil Yakubov
yapmayın. Kendi kendinize zulmetmeyin. Suyun Burgut gözünü açınca delikanlı sesini biraz öncekinden daha da alçaltarak: — Ben şimdi nöbeti devredeceğim, -dedi. - Ablamlar size yemek getirmişler, selam söylediler. Bir de mektup yazıp verdiler. Kâsenin altına koydum. Cevap yazmak istersen işte sana kağıt kalem. - Gardiyan koynundan bir parça kağıtla minnacık bir kalem çıkarıp kâsenin yanına bıraktı. — Ertesi gün yine nöbetçiyim. Cevap yazarsanız o zaman alıp götürürüm. Ama tedbirli olun. Ablamın mektubu.. En iyisi onu çiğneyip yutun. Kağıt kalemi de gizleyin! Derviş’in yeğeni Burgut’tan bir cevap bekliyordu, fakat Burgut gözlerini bile açmadı. — Asla moralini bozma, Suyun ağa! - dedi gardiyan birden titrek bir sesle. - Yukarıda Allah var. Her şey düzelir ağa! - Sonra ayak uçlarına basarak dışarı çıktı. Suyun Burgut kâse altındaki küçük kağıdı alıp çok cılız bir ışığın sızdığı pencere altına yaklaştı. Mektuptaki yazı Mercanay’ın yazısına benzemiyor, sanki titrek elle yazılmış eciş bücüş harfler toplamını andırıyordu. Burgut, önüne konulan yemeği bir anda yutup yalayan aç bir insan gibi kaşla göz arasında karısının mektubunu okuyuverdi, ama kanaat getirememiş gibi yeniden okumaya girişti. Fakat mektubu çok yavan buldu. Halbuki pek çok şeyden bahsetmesi gerekirdi. Aradığı sözler satırlar arasına gizlenmiş gibi mektubu bir kez daha okudu. Üçüncü, altında, sekizinci, ellinci defa okuduysa da aradıklarını bulamayıp yorgun gözlerle sırtını duvara yasladı. Hayır bu bir mektup değil, insanın yüreğini sızım sızım sızlatan aleni bir feryattı! En kötüsü ise Burgut’un bütün niyetlerini, dünden beri düşünüp kati karara vardığı soğuk ve pinhani amacını bilip, bu amacı ortadan kaldırmak maksadıyla yazılmış gibi olmasıydı! “Siz şunu iyi bilin ki demiş, siz yaşarsanız ben de yaşarım demiş. Size bir şey olursa dünyada bir gün bile duramam demiş.” Hey Allah’ım başına gelen felakete, bu aşağılanma ve hakaretlere artık dayanacak gücü kalmayan Burgut’un sonunda düşüne düşüne çaresiz böyle bir karar aldığını nerden
Adalet Menzili
Adil Yakubov
anlamış bu kadın? “Azizem, yalgızım menim, özing yazganıngdek yaratgan eğem kavuşturgan vefâdâr yârim, bibaha gevherim, dur-i sedefim menim! Sening aidıngda[30] günahkarmen! Sen dünyada hüsnde[31] tengsiz, aklda yegane iding. Kim bilsin, men bedbaht, uşanda,[32] yaşlıkta[33] sening aziz başıngnı aylentirip, ap kaçıp ketmegenimde, bugün ihtimal kette[34] alime, ya meşhur şaire bolarmiding? El yardaklagen bahtiyar ayal[35] bolarmiding? Menge tegip[36] nime[37] körding sen şörlik?[38] Dünyada eng vefakar ma’şuka, eng insaflı hatın, menge tekkeningden püşeyman imesliğingni hatından [39] bildim. Kamakka[40] tüşipmenki, sening aldıngda günahkar ikenimni uyleyverip[41] âdây-i tamam bölgen idim, hating arman[42] tole[43] yuregimge melhem boldi, dertlerimge teskin berdi. Bunung üçün menden kaytmasa [44] Alladan kaytgey altınım. Amma, günahkar eringni keçir[45], bibaha sedefim, dür-i gevherim! Senin kalem bilen imes, köz yaşlarıng bilen yazılgan hatıngm oki- genimden keyin[46] hem, uylegen uylerim, kılgan andımdan kaytal- maymen, kaytalmaymen.[47] Keçe[48] tirgavda” bu yırtkıçlamıng yine bir rezil niyetlerini bilip kaldım, eğer ular bu müdhiş maksatlarım riiyabga çıkardıgen[49] bolışsa..” (Azizem, bir tanem benim, senin de yazdığın gibi Yaradan’ımın kavuşturduğu vefâdâr yârim, paha biçilmez mücevherim, incim, sedefim benim! Senin karşında günahkarım! Sen dünyada güzellikte denksiz, akılda eganeydin. Kim bilir, benim gibi bir bedbaht, o zamanlar gençlikte, senin aziz başını döndürüp, alıp kaçmasaydım, bugün acaba büyük bir alime, meşhur bir şair olur muydun? Memleketin övüncü bahtiyar bir kadın olur muydun? Benimle evlenip de ne gördün ki, zavallı… Dünyadaki en vefakar sevilen, en insaflı kadın, benimle evlendiğinden pişman olmadığını mektubundan anladım. Hapse girmekle senin karşında günahkar olduğumu düşünürken, mektubun dert dolu yüreğime merhem oldu, acılarımı teskin etti. Bunun karşılığını benden göremezsen Allah’tan gör altınım. Ama… Günahkar kocanı affet, paha biçilmez sedefim, inci tanem! Senin kalemle değil, gözyaşlarınla yazdığın mektubunu okuduktan sonra da, yine düşünüyorum ki, andımdan dönemem, dönemem. Dün sorguda bu vahşilerin
Adalet Menzili
Adil Yakubov
rezil bir niyetlerini daha anladım, eğer bunlar bu müthiş maksatlarını gerçekleştirirlerse…) Suyun Burgut’un yumuk gözleri birden pat diye açıldı. Telaş içinde bir demir kapıya, bir küçücük pencereye bakıp, bir an başını demir kapıya vurup parçalayası geldi. Ya kapı parçalanır, ya da kafası karpuz gibi şakkadan yarılıp bu azaptan, bu hakaretlerden ve aşağılanmadan bir şekilde kurtulur giderdi! Amma, hayır, henüz Mercanay’a söyleyeceği sözlerin hepsini söylemiş değil, yazacağı mektubu satırlara dökmüş de sayılmaz!.. En önemlisi gözünün nuru, bu yatan dünyaya gelip gördüğü yegâne gururu, baht-ı saadeti Mercanay’ın bilmesi gerekir! Kendini bildi bileli Müslüman olan nice insanın büyük günahlar işlediğini, doğru yoldan sapmalarına nelerin sebep teşkil ettiğini adam akıllı bilmesi gerekir Mercanay’ın! Aksi halde kendisini değil dünyada, ukbâda bile affetmesi mümkün olmazdı. Dün gece bilmem hangi saatte Burgut’u yine sorgulamaya çağırmışlardı. Ama bu defa Moskovalı Şaranavski değil, kendi vatandaşı Mir Celalov sorgulamıştı ve bu adam şeddatlıkta Şaranavski’yle göbek yarıştıracak durumdaydı. Tabii yine eski tas eski hamam. Necmeddinov’a rüşvet vermişsin şeklinde aslı astarı olmayan iftiranın tekrarıydı sorgulama dedikleri. Sadece öncekilerden tek farkı sabık vilâyet sekreterinin de hazır tutulmasıydı. Suyun Burgut özellikle sinirlerini laçka eden bu gece sorgulamasına giderken, birkaç dakikadan sonra Necmeddinov’la yüz yüze geleceği düşüncesi aklından bile geçmemiş, hatta onun her türlü suçlamayı reddetmesinden kudurmuş ite dönen Mir Celalov’un “Alın getirin şu pezevengi!” diye bağırması anında bu “pezevengin” Necmeddinov olacağını tasavvur dahi etmemişti. Gerçekten dün gece Burgut yanılmamıştı. O gece gerçi koridordan geçerken başım duvara döndürmüşlerse de, yanından geçerken tanıdığı kişi, işte bu Necmeddinov’dan başkası değildi. Ama hayır! Bu adam, Suyun Burgut’un çok iyi tanıdığı, sürekli kendine itina, giyimine özen gösteren, boylu poslu, takriben yirmi yıldır bütün vilâyeti hop oturtup, hop kaldıran
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Necmeddinov değil, belki onun sahte bir gölgesiydi! Ama galiba sabık genel müdürü gelip gidip tartaklamış olsalar gerekti ki, ayaklarını sürüyerek yürüyor, güçlükle adım atıyordu. Gözleri içine çekilmiş, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, sırtında bulunan kir pas içindeki elbise askılığa asılmış bir kostümü andırıyordu!.. Odanın yukarı kısmında Şaranavski’nin yerine gururla kurulmuş olan Mir Celalov kaş altından Necmeddinov’a bakıp: — Otur mahpus! - diye emretmiş, sonra yerinden kalkıp tıpkı üstadı Şaranavski gibi ellerini arkasına atarak odayı bir başından öbür başına adımlamaya başlamıştı. Hattı hareketlerinde, güya derin hayale dalmış gibi ağır adımlar atışmda dahi üstadı Şaranavski’nin bir nevi taklidi seziliyordu. Şaranavski’nin makamına güvenerek, insanları zor duruma sokmak, azap etmek, kendi gibi âdemler üzerinde hükm-ü mutlakıyet kurmaktan başı göklere erişmişlik halleri- aynısıyla Mir Celalov’a da yansımıştı! Birden yürümesini kesip: — Pekala mahpus! - demişti, sabık genel sekretere bakmadan. - Dünkü itiraflarını kabul ediyor musun? Yani bu adamı “Mercantav” kolhozuna genel müdür tayin etmek için üçyüz bin sum rüşvet aldığını tasdik ediyor musun? Odaya girdiğinden beri Burgut’un yüzüne dahi bakmayan Necmeddinov, başını yere eğerek: — Tas… tasdikliyorum! - demişti belli belirsiz ve cılız bir sesle. — Tasdik ediyorsan, anlatıver! Bu adam nerde ve ne zaman verdi bu parayı? Garip şey: Şu an sandalyede sessiz sedasız oturan bu zavallı ve yaralı adama bir türlü kin ve nefret duyamıyordu Suyun Burgut! Aksine ona bakmak dahi istemiyor, baktığı zaman yüreğine bir ağrı saplanacağını sanıyordu. — Ağzında geveleyip durma, anlat! - diye çıkışmıştı Mir Celalov. Necmeddinov tuhaf bir endişeye kapılarak sandalyesini Suyun Burgut’tan uzağa sürükleyip: — İşte bu.. - diye mırıldanmıştı. - Geçen yıl baharda, Mercan- tav’da
Adalet Menzili
Adil Yakubov
buluştuğumuzda, nehir kenarında almıştım. Mir Celalov Suyun Burgut’a dönmüş ve: — Duydun mu? - diye sormuştu. Burgut’tan ses çıkmamıştı. O Necmeddinov’a dahi bakmak istemiyor, zira onunla göz göze gelmesi halinde Necmeddinov’un oturduğu yerde küt diye kalpten gitmesinden korkuyordu. Mir Celalov iyice sabırsızlanarak: — Duyduysan.. konuş! Cevap ver! - diye kükremişti. Suyun Burgut kelepçeli ellerini yumruk yapıp sıkmış: — Önceki sorgulamalarda ne söylemişsem o! - demişti kalbindeki isyanı bastırmaya çalışarak. - Ben hiç kimseye rüşvet falan vermiş de değilim, almış da değilim! O kadar! Mir Celalov masasına bir yumruk indirmişti: — Eşşekliğin sırası değil lan! Suyun Burgut kırbaç yemiş at gibi tir tir titremeye haşlamış: — Hakaret etme! - demişti sakince. Fakat bu sakin seste dahi ciddi bir tehdit vardı. - Elinden geliyorsa, belindeki tabancanı çek vur! Ama hakaret etme adama! -Burgut sözünü bitirip oturduğu yerde taş gibi kaskatı kesilen sabık birinci sekretere dönmüştü: — Size n’oldu Necmeddin ağa? Yirmi yıl öne koca bir vilayeti zir zir titreden adam, nasıl oldu da bu hale düştünüz?.. Bu, bu cellatlarla mücadele edip, uydurma sözlerini, ipe sapa gelmez iftiralarını suratlarına çarpmak yerine, almadığın rüşveti aldım mı diyorsun? Ken-dini yaktığın gibi beni de yakıyorsun. N’oldu sana Necmeddin ağa? Sen erkek değil misin yoksa?.. Burgut henüz sözünü bitirmemişti ki Necmeddinov sarhoş gibi ayağa kalkıp, yampiri adımlarla Burgut’un ayaklan altına gelip yıkılmış ve hüngür hüngür ağlayarak: — Affet beni kardeş! - diye söylenmişti. - Halimi görüyorsun! Allah benim çektiğim azabı hiç bir kulunun başına vermesin! — Yeter! Seni rüşvetçi sahtekâr! Hâlâ bize iftira mı ediyorsun? - Mir Celalov sözünü bitirmiş, kapıda bekleyen gardiyana dönüp, yerde kıvranan
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Necmeddinov’u göstererek: — Al götür bu kir çıkınını! - deyip sinirli adımlarla pencere karşısına dikilmişti. Kapıda dikilen gardiyan yerde sürünmekte olan Necmeddinov’u sürükleyerek dışarı çıkarıncaya kadar da yerinden kıpırdamamış, sonra biraz yumşak ve yalvaran bir ifadeyle: — Durumunu gördün mü, Burgut? - diye sormuştu.-Eğer bu adamın durumuna düşmeyeyim diyorsan, inatçılığı bırak, delikanlı! Suyun Burgut bıyık altından gülmüştü: — Bir yavşak değil, delikanlı adam olduğum için tekrar söylüyorum: İşlediğim hiçbir suçum yok benim! — İşledin! Daha başka şahitlerimiz de var! — Çağır öyleyse şahitlerini!.. — Çağırırız! - demişti Mir Celalov. - Ama şunu unutma: O öyle bir şahit ki sonra kendin pişman olursun! “Bu aptal ne dedi? Nasıl bir şahit ki pişman olacak mışım? Ne demek istedi bu sahtekâr?” Suyun Burgut, içine düşen garip ve müphem bir şüpheyle kıvranarak: — Lütfen, çağırın! - demişti ağzından çıkan kelimelerin farkına bile varmadan. Mir Celalov bunu anladı mı, anlamadı mı bilinmez, fakat suratını ekşiterek: — Tasalanma, çağırırız! - demişti. - Ama şunu bil ki, onu seninle yüzleştirmeden önce, senin yattığın eşkıyalar hücresine koyacağız! Arslan Levon’lar bir gecede onun çıfıtını çıkarırlar! Ondan sonra da sizi yüzleştiririz! Suyun Burgut, kalbine ok gibi saplanan şüpheyi kafasından kovmaya çalışarak: — Görüyorum ki senin gibi aşağılıklar her yola başvuracaksınız! - demişti öfkeyle. - Alçakça niyetleriniz uğruna insanoğlunun aklına gelmeyecek yollara başvurursunuz! Amma… eğer korkmuyorsan.. Mert adamsan.. Yavşaklığı bırakıp bana doğruyu söyle: Amacın ne senin?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Peki anlatayım!.. - demişti Mir Celalov beti benzi solmuş vaziyette. Bu şahit, kendi helalliğin.. Mercanay! — Ne? Suyun Burgut yavaşça yerinden doğrulup yampiri adımlarla ilerleyerek sırtını duvara dayamıştı. Mir Celalov, gerçi Suyun Burgut’un elleri kelepçeli olmasına rağmen, ondan çekindiği için olsa gerek belindeki tabancasını eline alıp kılıfına sokmuştu. — Evet, şimdi hatırladın mı? Geçen yıl baharda “Mercantav”da şu rüşvetçiye para verdiğini karın dahi görmüş! Biz insanlık yapalım deyip, şu an için karını tutuklamadık! Ama sen inatçılığı bırakmazsan, onu da hapsetmeye mecbur etmiş olursun bizi! — Aptal! - Suyun Burgut bileklerindeki kelepçeleri zorlayarak Mir Celalov’un oturduğu masaya doğru fırlamaya çalışmıştı. Mir Celalov’un yüzü kireç gibi olup sağ eliyle tabancasına yapışmıştı: — Kıpırdama! Çeker vururum! İt gibi gebertirim seni! — Vur kana susamış köpek, vur! Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyi! Mir Celalov ona cevap vermeden, kapı girişinde dikilip duran gardiyana seslenmişti: — Al götür bunu! - Sonra Suyun Burgut’un arkasından homurdanmıştı: Bir gün mühlet sana! İnatçılığı bırakıp adam gibi düşün!.. Bundan sonra Suyun Burgut’un hatırasında garip bir boşluk meydana geldi. Mir Celalov’un odasından nasıl çıktığını, koridorda kimlerle karşılaştığını, bu mezar gibi dar, soğuk tabutluğa nasıl geldiğini, elhasıl hiçbir şeyi hatırlamaz oldu! Bir ara kendine geldiğinde baksa ki, bilmem nesiyle Rus tabutlarını hatırlatan şu daracık hücrede tek başına yatıyordu.. Peki buraya nasıl gelmişti? Ne kadar zaman geçmişti? Şu merhametsiz celladın tanıdığı sürenin bitimine ne kadar kalmıştı? Bir gün mühlet veriyorum, iyi düşün demişti. Burgut’a bir günün ne gereği var? Neyi düşünecek? Düşman kötü, ama kendi içinden çıkan düşman daha kötü sözünde olduğu
Adalet Menzili
Adil Yakubov
gibi, yavuzlukta üstadı Şaranavski’yi, hatta üstadının üstadı şu meşhur generali bile geride bırakan bu celladın huzurundan çıkmadan önce zaten ne yapacağına karar vermişti Suyun Burgut. Beyni çürüyüp dökülesice koca çakal! Söylediği şeylere bak hele! Ya rüşvet verdiğimi itiraf edermişim, ya da Mercanay’ı eşkıyaların eline teslim edermiş! El-hazar! Ya el-hazar! İster misin bu albız kendi söylediği sözlere kendisi bile inanmış olsun? İster misin Burgut, canını bile esirgemediği, Allah’ın alnına yazdığı öz helalliği, şu yalan dünyada gözünü açıp gördüğü yegane gururunu, baht-ı saadeti Mercanay’ım şu aç kurtların eline bıraksın? Hayır, Suyun Burgut bunu yapacağına kendi canını sokakta aç ezen itlere teslim eder daha iyi! Böyle bir şeyi düşünmek dahi Burgut için korkunç bir şey! Duvardaki delikten süzülen cılız ışık sönüp, tepedeki zayıf ampul de geçirildiğine göre şafak yakın olmalı! O kuzgunun yeniden huzuruna çıkarılmadan önce karar verdiği şeyi uygulama vakti geldi! Ama bu öyle bir iş ki, bunu yapacak kişinin elinin dahi bir an olsun titrememesi lazım. Kolay değil. Can tatlıdır demişler! Burgut içeriye atıldığı ilk gün, el yordamıyla duvarları arşınlayıp yerlerde süründüğü saatlerde, eline keskin bir demir parçası çarpmıştı. O gün “Bir gün işime yarayabilir” düşüncesiyle bu demiri beline sokup gizlemişti. Daha sonra bu tabutluğa atıldığından beri o demiri beton mezara sürte sürte keskin bir hale getirmişti.. Burgut artık ne yapacağını inceden inceye düşünerek bir karara vardı. Ne zaman, nasıl yapacak, kendi eliyle bilelediği bu ecel silahım nasıl kullanacaktı?.. Allah affetsin. Evet, ölümden değil, yalnız Allah’tan korkuyordu Burgut! Kim bilir, belki de yaradan Allah kendisini denemek için bu belaları başına sarmıştı. Ama şu aciz kulunu affedesin ey yaradan Allah’ım! Bu nasıl bir imtihan, bu nasıl bir adalet? Bunda ne hakikat var? Hak ve adaleti uygulamakla görevli padişahlar, haram lokmayla beslenmiş kötü insanları yanlarına alarak çaresiz mü’minleri azaba duçar etseler? Koyun ağzından çöp alamayan garib-u
Adalet Menzili
Adil Yakubov
gurabanın tepesine çıkıp tepinseler, kendileri yetmiyormuş gibi, çocuklarını ve karılarını da işkenceye tâbi tutsalar? Hatta öz hellalliklerinin namusuna el sürmekten bile çekinmeseler! Benim bu düşüncelerimi bir nevi isyan kabul ediyorsan, kendin affedesin ya Rabbi! Ama kullarının başına gelen bu sınava kaç kişi dayanabilir e kurban olduğum Allah? Evet, Suyun Burgut aklını oynatmış falan değil. Çok iyi biliyordu ki, kendisi iyi bir Müslümandı. Günah-ı azim bir işe tevessül edeceğini çok iyi biliyordu.. Amma başka çare kalmamışsa ne yapsın? Çiğ süt emmiş kullaRInı kendin yarattın, kendin affedesin ey hallak-u âlem! Sen de beni affet, Allah’ın alnıma yazdığı helalliğim, bu dünyada bulduğum helal nasibim! Bahtım, değerli cevherim, altınım, bir tanem!.. Affet, affet, affet. Artık söyleyeceklerini söyledi. Ömründe hiç bu kadar samimi konuşup, bu kadar içten dertleşmemişti. Hiç içini böylesine döküp, kalbini temizlememişti. Doğru; buna ihtiyaç da yok. Kuş dilinden kuş anlar dedikleri gibi onlar zaten gözleriyle, bakışlarıyla birbirleriyle konuşuyorlar, kalpleriyle selâmlaşıyorlardı!.. Evet, Mercanay anlar, Mercanay affeder onu.. Fakat, oğlu gözünün akı karası Laçin’i… Burgut ona ne desin ki? Dese bile anlar mı, affeder mi? Elveda Laçin’im? Elveda oğlum! Seni Allah’a, ananı sana emanet ediyorum! Sen de affet babanı, balacanım! Affet, affet…
Adalet Menzili
Adil Yakubov
-14-
S
uyun Burgut’un kolhoz mezarlığına defnine izin verilmedi. Cesedini aynı gece herhangi bir yerde üstü sıkıca çakılmış tahta bir sandığa koyup getirdiler. Cesedi alıp getiren insanlar, - onlar arasında gardiyanlar, hepsi üniformalı, güçlü kuvvetli gençler de vardı, - evde koparılan feryada, ağlayıp sızlamalara, diz dövmelere aldırış etmeksizin, hiç sesinizi çıkarmayın, cenaze merasimi dahi tertiplemeyin, hiç bir yerde bu olaydan bahsetmeyin diye tenbih ederek cenazeyi teslim ettiler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar el alem toplandı. Evden yükselen feryatları işitenler çevreye yığıldı. Değil avlu, yollar bile insan seliyle doldu. Cesedi getiren gençler, toplanan kalabalığın dağılmasını, feryadu figanın derhal kesilmesini istedilerse de, halk onları dinleyecek halde değildi. “Suçsuz, zavallı, tertemiz bir Müslümanın hiç sebebi yokken hayatına kastettiğiniz yetmedi mi? Şimdi onu cenaze namazını bile kıldırmadan gömmek mi istiyorsunuz? İnsaf yok mu sizlerde? Siz Müslüman mısınız, yoksa kâfir mi?” diye isyan ettiler. Suyun Burgut’un cesedini alıp getiren üniformalı gençler, bu sözler üzerine biraz yatışarak inatlarından vaz geçtiler. Yaşlıların tavsiyeleriyle Burgut’un Mercantav’a, yıllarca çalıştığı çiftliğin yanındaki küçük mezarlığa defnedilmesine müsaade ettiler. Daha sonra tabutu açıp cesedi çıkardılar. Merhum anasının kendi elleriyle dokuyup, düğünlerinde hediye ettiği büyük kilime sararak, cenaze namazını kılıp Mercantav’a getirdiler. Ve Burgut’u kendisinin hayattayken çok sevdiği nehir kenarına defnettiler. Cenazeye katılan insan seli, her zamanki gibi sorulan “Ey cemaat, Suyun Burgut’u nasıl bilirdiniz?” sorusuna, dağı taşı inleten bir nida ile cevap verdi: “İyi insandı, mert insandı Suyun Burgut!” Bu nidadan Mercantav da sallandı ve o bile göz
Adalet Menzili
Adil Yakubov
yaşlarını tutamadı!.. Defin merasiminin üçüncü günü halka yemek verildi. Yemekten sonra eş dost birer ikişer çekip gittiler. Sadece Mercanay ile Bibisara mamanın bulunduğu büyük otağda üç dört yakın dost ve Laçin’in arkadaşları kaldı. Laçin’le dedesi sakin bir yere dikilen çadırda kalıyorlardı. Gece Gazi tekrar kalp krizi geçirince alıp şehir hastahanesine götürdüler. Ertesi gün ise Selimle Gümüş Bibi de döndüler. Laçin’le vedalaşmaya geldiklerinde o, çadırın yukarı kısmında gözlerini gün ışığı gelen deliğe dikip oturmaktaydı. Üç gün boyunca hiç yerinden kıpırdamamıştı. Ne sorulan sorulara cevap vermiş, ne de ağzından bir kelime çıkmıştı. Sanki babası öldükten sonra dili tutulmuş, sağır bir insan olmuştu. Hatta cenazeden döndükten sonra, en yakın arkadaşlarıyla annesi ve ninesinin sordukları sorulara bile bir tek cevap vermemiş, gözlerinden bir damla yaş dökülmemişti. Çadırı dolduran kadınlar, gelinler Laçin’e bakıp bakıp ağlıyorlardı. Bibisara mama, iki büklüm vaziyette gelip torununun boynuna sarıldı. Başını koynuna bastırıp kulağına bir şeyler fısıldayarak hüngür hüngür ağladı… Laçin hâlâ heykel gibi sessiz duruyordu. Ama anası Mercanay’ı görünce daha fazla dayanamadı! Anasını önce tanıyamadı. Sırtında, eteği yerleri süpüren uzun mavi entari, başında ucu bir tarafa ağıp gitmiş mavi yazma ile yüzü kömür gibi kararıp kalmış olan Mercanay, önce kendisine yangında kalıp, bütün dal budakları yanan, sipsivri ortada kalmış tek bir çınar ağacını hatırlattı. Ona göre bu yangında anasının sadece gözleri kalmıştı, ama bu gözlerde nem yok, tıpkı kuruyup kalmış bir kaynağı hatırlatıyordu. Laçin’i en çok üzen anasının saçları oldu. Kaldırgaçının yelesi gibi simsiyah parlayıp duran o ipek gibi saçlar bir gece içinde bembeyaz olmuştu! Laçin bunu görünce boğazına düğümlenip kalan hıçkırıkları tutamayıp, ninesinin kollarından ayrılıp anasının kollarına atıldı ve önüne diz çöküp ayaklarını kucakladı.. Ağzından çıkan ilk ve son feryat da bu oldu.. Ondan sonra bir daha Laçin’in ağzından bir kelime almak, söylenen bir sözü işittiğini anlamak mümkün olmadı. Şu anda en samimi arkadaşı Selim’le Gümüş Bibi’yi fark etmemiş gibi gözlerini yukardaki deliğe dikmiş yatmaktaydı. Selim’le Gümüş bir süre ona dikilip kaldıktan sonra:
Adalet Menzili
Adil Yakubov
— Laçin, - dedi Selim. - Biz vedalaşmaya geldik.. Laçin kıpırdamadı. Gümüş Bibi birden sesini yükselterek: — Laçin, - dedi yalvarmaklı bir edayla. - Yapma bunu Laçin! Ölüm herkesin başında. Bu dünya hiç kimseye kalmaz! Hepimiz bir gün öleceğiz! Fakat Gümüş sözlerini bitirir bitirmez yıkılıp kaldı. Laçin hiç bir şey söylemeden sırtını dönüp: — Sağolun! Yolunuzdan kalmayın. Gidiverin! - diye karşılık verdi soğuk ve boğuk bir sesle. - Ben size olan hakkımı helal ediyorum, siz de edin! Selim birden bir tuhaf oldu: — Laçin! - dedi. - N’oldu sana? Ne diyorsun sen, Laçin? Laçin halsizce elini salladı: — Söyledim ya, gidebilirsiniz, sağolun.. Gümüş Bibi eşarbının ucunu ağzına basıp öğürerek çadırdan dışarı çıktı. Selim bir şeyler söylemek istediyse de başaramadı. Arkasına baka baka Gümüş’ün peşinden dışarı attı kendini. Onların çıkmasıyla birlikte çadıra koyu bir sessizlik yayıldı. Sanki çevrede bir tek canlı yokmuş gibi her taraf su basmışçasına sessizliğe gömüldü. Ama bu fazla uzun sürmedi. Birden otağda lambalar yanıverdi. Lambaların yanmasıyla birlikte öteki otağ tarafından çocukların gürültüleri, uzaklardan bir yerden at kişnemesi, it havlamaları işitildi. Laçin, ayağa kalkıp, otağ aralığından dışarı baktı. Ortalık kararmıştı. Yandaki çadırda da kimseler yoktu.. Sadece otağ arkasındaki ocaklarda gürül gürül ateş yanıyor, kim olduğu bilinmeyen kadınlar kıpırdanıp duruyorlardı. Laçin, bir an onlar arasında bulunan Altınay’ı tanır gibi oldu. Galiba kadınlar yemek pişiriyorlardı. Laçin, nedense ayak uçlarına basarak yerine döndü. Yastığı altından kalın bir defter, cebinden de bir kalem çıkararak masanın üzerine koydu, ama düşündüklerini yazmak yerine tekrar deliğe dikildi kaldı. Delikten ilk çıkan yıldızlar, hayır, yeni doğmuş buzağılar gibi masum, cansız parlayıp duran yıldızlar gözüne çalındı. Laçin, bu yıldızların kendisini çağırdığı hissine kapıldı.. Sonra eline kalemi alarak yazmaya başladı:
Adalet Menzili
Adil Yakubov
“Ana! Anacanım benim! Günahkâr oğlunu affet. Bu akşam ben size haber vermeden uzak yollara gidiyorum. Adalet aramak için sefere çıkıyorum. Bu yol çok uzun. Belki birkaç yıl, belki onlarca yıl adaleti yerine teslim edip, babamı aklamam gerek. Çünkü ben kendi yurdum şöyle dursun, Moskova’nın dahi hakikati ortaya çıkaracağına inanmıyorum. Şimdilik gerekirse Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na gideceğim. Dikkat edin ana, yazacağım demiyorum, gideceğim diyorum! Nasıl mı diyeceksiniz? Bir yolunu bulurum. Dışarı giden gemilere çımacı da olsam, okyanusları aşan teknelere de binsem bir yolunu bulurum. Şunu demek istiyorum ki, başıma neler gelirse gelsin, babamın ismini temize çıkarmadan, onun helal süt emmiş insan olduğunu ispat etmeden, adaleti erine diklemeden geri gelmeyeceğim. O zamana kadar sabırla beni bekleyin. Hatırınızda mı anacan, bir gün siz edebiyat dersinde Rus şairi K. Simonov’un ‘Bekle beni, geri döneceğim!’ diye başlayan şiirini okumuştunuz. Bu şiirde harbe giden şair kendisini bekleyen karısına şöyle diyordu: ‘Ola ki benden haber almazsan, yahut kocan öldü diyen bir kara haber alsan bile, sakın inanma! Herkes, hatta beni doğuran anam inansa dahi sen inanma bu sözlere. Ben sağ dönerim. Mutlaka dönerim.’ Şiir çok hoşumuza gitmişti. ma siz o zaman şöyle demiştiniz: ‘Bu güzel şiirdeki ‘öldü’ sözüne herkes, hatta anam inansa dahi sen, yani sevgilim, inanma şeklindeki satırlar o kadar da doğru değil; aksine savaşa giden insanın öldüğü sözüne herkes hatta askerin sevgili yari inansa dahi, anası inanmaz. Şair burda biraz hata etmiş’ dememiş miydiniz?.. Kıssadan hisse şu ki, size de oğlunuz Laçin bu âlemden göçüp gitti derlerse inanmayın, sakın ola ki inanmayın anacan! Mademki yurdumuzda hakikat yokmuş, ben de onu başka yerlerde ararım. Bir-leşmiş Milletler Teşkilatı na giderim ama adaleti, hakikati bulmadan geri dönmem. Size gelince.. Biliyorum! İnsafsız değilim ben. Biliyorum, sizin için zor olacak, anacan. Çok zor olacak. Hepsine aklım yetiyor. Ama başka çarem kalmadıysa ne edeyim? Siz söyleyin: Ne edeyim anacan?” Laçin, defter kalemi alelacele yastığın altına gizleyip etrafa kulak kabarttı. Yakınlardan köpek havlamaları geliyor, bir de şıp şıp terlik sesi işitiliyordu. Çok geçmeden elinde börek tepsisiyle Altınay otağ girişinde belirdi.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Güya Laçin’le bilmem ne zaman kavuşmuş, güya bu aileye gelin gelmiş, güya kaynatası için yas tutuyormuş gibi mavi entari giymiş, başına hercai mavi eşarp bağlamıştı. Bu elbise onun çehresine insanın içini eriten bir görünüm kazandırıyordu.. Altınay, elinde tepsiyle birkaç adım atıp, yanlamasına uzanmış olan Laçin’e bir süre dikilip kaldı. Ondan bir ses çıkmayınca gult edip, yutkunarak kuş gibi sessiz adımlarla geriye çekildi. O an Laçin’in buz gibi katılaşan yüreğindeki sertlik ortadan kayboldu. Gönlünden fışkıran mihriban sözlerle: — Altın.. Altınay! - diye çağırdı. Geriye dönen Altınay’ın gözleri ümitle, çocuksu bir sevinçle parladı. — Altınay.. Şansın açık olsun!.. Altınay’ın ümitle parlayan gözlerindeki sevinç, birden bir şaşkınlık ve korkuyla yer değiştirdi. — Sen, sen ne diyorsun, neler söylüyorsun, Laçin ağa? - diye sordu gözlerine biriken yaşlarla. Laçin sözü çevirmeye çalıştı: — Yani sen, sen çok iyi bir kızsın demek istiyordum, Altınay! Dünyanın en güzel kızısın, Altınay! Bahtın açık olsun, mutlu olasın demek istemiştim.. Altınay’ın elindeki tepsi kayıp yere düştü ve tiring diye bir ses çıkardı. — Bırak, böyle konuşma, Laçin ağa! Lütfen korkutma insanı! Dudakları pır pır etmeye başlayan Altınay, kendini güçlükle dışarı attı. Laçin, kıza söylediği sözlerden pişmanlık duyup, ona da, biraz önce Selim’lere söylediği sözlerin de yanlış anlaşılacağını düşünerek, kendi kendine sitemler edip yerine uzandı: O an Altınay’ın çadır aralığından: “Hayır, Laçin ağa! - diye fısıldadığını hayaller gibi oldu. - Sizden başkasının olmam ben. Sensiz bir dünya benim için çok karanlık olur. Sensiz bir dünya benim için cehennemden farksız! Bir yere gidecekseniz beni de beraberinizde götürün, ağacan!” “Bu mümkün değil. Altınay. Gideceğim yer uzak. Yolum tehlikeli, Altınım!”
Adalet Menzili
Adil Yakubov
“Olsun, başa gelen çekilir. Laçin ağa! N’olur bırakıp gitme! Bırakıp gidersen dünyanın en bahtı kara kızı ben olurum. Ona göre beni öldür de git, öldür beni, öldür!” Laçin, birden ayağa fırladı. Demek hafifçe dalmıştı. Yine etraf sessiz, yine her taraf su basmış gibi çıt yok. Otağ tepesindeki lamba yanıp duruyor ve vakit gece yarısını geçmiş gibi ağaçlar uğuldaşıyordu. Laçin, lambayı söndürmek istediyse de vazgeçti. Söndürürse diğer otağdakilerin merak edip gelmeleri mümkün. Birden bir şeyler hatırlamak ister gibi alnını tuttu: Evet, mektup! Mektup yastık altındaydı. Birinin eline geçse, dünyayı başlarına yıkmaları işten değil. Mektubu yastık altından alıp keçe altına saklayarak, zifiri karanlığın koynuna atıldı. Rüzgar çıkmış, otağ çevresindeki ağaçlar nedense uğuldayıp, göz yaşı döküyorlarmış gibi geldi kendisine. Gökteki bulutlar sanki bir sırtlanla karşılaşıp korkmuş koyun sürüsü gibi güneye doğru kayıyor, gökyüzünün açık yerlerindeki yıldızlar avuç avuç saçılmış altın daneleri gibi parlayıp duruyordu. Öte yandan, üç günlük hilal, karanlıkta kaşlarını çatmış gibi duran Mercantav üzerinde hayal meyal göze çalmıyordu. Mercantav’a gözü takılınca, ocaklarına ateş düştüğü günün akşamı rahmetli babasıyla annesinin bozlayarak söyledikleri destanı hatırladı:
Mercantav, Mercantav, Ayleneyin Mercantav, Orgileyin Mercantav, Ağır künde tayançım, Kara tünde süyençim Hayır, Mercantav bile, dedelere meded sunan, düşman geldiğinde kalkan olan Mercantav bile bugün sessiz, bugün dilsiz, bugün sağır! Laçin, gözleri karanlığa alışıncaya kadar otağ yanında bekledi. Sonra
Adalet Menzili
Adil Yakubov
çevresine baka baka, adımlarını bir bir basarak mezarlığa doğru yöneldi. Ama ne yaparsa yapsın, ağıldaki köpekler havlamaya başlamışlardı. Laçin, karanlıkta düşe kalka ilerleyip, kalın köknarlar arasında sürtünerek yürürken köpeklerden bir ikisi koşarak peşinden yetiştiyse de kokusunu alınca kuyruklarım bacakları arasına kısıp ayaklarına sürtünmeye başladılar. Laçin “dön geri..” diye yavaş bir sesle köpekleri geri gönderdikten sonra tekrar yoluna devam etti. İşte mezarlık da göründü. Mezarlığın iki yüz, üç yüz elli kadem gerisinde ise halkın “Şeytan Deresi” adını verdiği dipsiz uçurum vardı. Dibinde nice esrarengiz olayların sırlarını, nice korkunç faciaların esrarını saklayan bu zifiri karanlık uçurumun altında bir nehir vardı. Bu nehir koca koca kayalara çarparak, korkunç sesler çıkarıp, köpükler saçarak gece gündüz gürülderdi. Dünya kurulalıdan beri oraya düşen bir tek insan veya hayvan yahut sırtlan bulunabilmiş değildi. Hiç kimse, hiçbir zaman kaybettiğini bulamamıştı bu derede. Gel gör ki yakınını kaybeden insan yakınından, malını kaybeden insan da malından ümidini kesmezmiş! İşte Laçin’in ümidi de burada! Her şey “Bekle beni, geri döneceğim!” diyen şairin şiirindeki gibi olacak! Laçin, üç gün, üç gece hiç uyumadan düşüne düşüne bu karara varmıştı. Bu dünyadan gitse bile anasının gönlünde bir ümit mumu yakıp gitmiş olacaktı. Bu dünyada evladını kaybeden diğer bütün analar gibi Laçin’in anası da onu bekleyecek, sonunda yaşlanıp, şu vefasız kahpe dünyaya gözlerini yumuncaya kadar ümidini kaybetmeden bekleyecek de bekleyecekti. Ve bu anası için tek teselli olacaktı! Başka yol yoksa ne edersin? İşte topu topu beş altı mezardan ibaret küçük kabristan! Babasının mezarı en yukarda, tesadüfen bitip boy salmış iki yaşlı köknarın ortasında. Mercanay’ın dileğiyle orada, kocasının yanında boş bir yer bile hazırlanmıştı kendisi için. Laçin tepesine büyük bir küfenk taş konulmuş olan mezarın başına çömeldi. Ama o an Kur’an okumasını bilmediği için de kendi kendine epey hayıflandı. “Atacan! Mel’un iftiracılar yüzünden aziz başınız üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başladığında söylediğiniz sözler hâlâ hatırımda: Oğlum seni
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Allah’a, ananı sana emanet ediyorum, demiştiniz. Biliyorum, oğlum son vasiyetimi yerine getirmedi diye düşüneceksiniz. Ama, günahkâr oğlunu affedesin, atacan. Sizin tahammül edemediğiniz bu hakaretlere, bu haksızlıklara ben nasıl dayanayım, atacan?..” Laçin mezar taşım okşayarak, güya babasının alnından öpüyor- muş gibi defalarca öptü. Sonra genzi dolmuş vaziyette ayağa kalktı. Ağıl tarafındaki köpeklerin sesi birden fazlalaştı: Acele etmek gerek! Laçin, önündeki gür köknar ormanına daldı. Ellerine, yüz ve gözlerine batan dikenlere aldırış etmeden, yukardaki “Şeytan Deresi”ne doğru hızlandı. Arkada kalan korgan tarafında köpekler havlaşıp duruyor, bir iki yerde ışık yanıyordu. Laçin, adımlarım sıklaştırdı. Ah şu dereye bir ulaşabilse, işin orası, Allah’ın izniyle bir anlık mesele!.. Geride köpekler hâlâ havlaşıyor, bir takım sesler hayal meyal kulağa çalınıyordu. İşte sonunda “Adalet Menzili” ismini verdiği Şeytan Deresi’ne ulaştı bile. Ama gelişiyle birlikte derenin soğuk nefesini yüzünde hissedip bir an duraladı. Dere, daha doğrusu, onun göz ulaşmaz, dipsiz, zifiri karanlık dibindeki azgın nehir sanki onu kollarına çağırıyormuş gibi esrarengiz bir şekilde şakırdırıyor, insanı meftun eden sesler çıkarıp, gürüldeyip duruyordu. Laçin, bir silkinişte üzerindeki gömleği çıkardı. Düğmelerini yolarcasına açarak pantolununu da çıkarıp bir kenara attı. Sonra karanlıkta el yordamıyla büyük bir taş bulup, elbiselerini sarıp sarmalayarak dereye fırlattı. İşte nihayet anadan doğma çırılçıplak olmuştu. Şimdi kendini aşağıya bir bırakabilse, şu kahpe dünyanın bütün dertlerinden, bütün kederlerinden kurtulmuş olacaktı. Birden iri bir siyah gölge Laçin’in yanından sıyrılıp pat diye ayaklarına kapandı. Kaplan! Allah Allah! Merhum dedesinin sadık çoban köpeği! Güçlükle yürüyen, ömrünün son dakikalarını yaşayan bu yaşlı köpek nasıl da takip etmiş onu? Nasıl etmiş de bulmuş? Neyin nesi bu iş? Yoksa bu kaplan değil, Laçin’e saz çalmayı öğretip, destan okumayı sevdiren sevgili dedesinin canlanan ruhu mu?
Adalet Menzili
Adil Yakubov
O an köknarlardan gürleyerek esen rüzgarlar arasından bir kadının: — La-ç-in! Hey oğ-luum! - diye kopardığı feryatlar kulağına çalındı. Ve ona “A-ğa-ca-nım-ey!’’ diyen başka bir feryat koşuldu. Anası! Anasıyla Altınay! — Gideceksen., ananı göm de öyle git, can balam! Önce beni ellerinle mezarıma koy da öyle git!.. “Ya şimdi, ya asla!” “Affet anacan! Fakat oğlun bu zalim dünyada duramaz artık. Sevgili babasını yok eden, onun gibi helal süt emmiş, mert, mangal yürekli insanlar ayak altına atılıp, Fıçı Mansur gibi kara kuzgunların devr-i devran sürdüğü bu dünya, bu memleket oğluna haram anacan. Affet onu!..” Kaplan sanki Laçin’in niyetini sezmiş gibi ayaklan altında kıvranıp duruyor, “Vazgeç bu niyetinden, vazgeç!..” der gibi siniliyor, insan gibi yatıp yalvarıyordu! Laçin, kış günü nehre yıkanmaya giren insan gibi önce bir irkilip, arkasından kendini zifiri karanlığın koynuna bırakıverdi. Kaplan sanki daha akıllı olduğunu göstermek ister gibi dere boyunda kaldı. Uzaktan, çok uzaktan, göğün derinliklerinden, köpeğin ulumasından daha yürek paralayıcı, insanın tüylerini diken diken edici bir ses geldi: “Balamav! Butamav!” Dur, ne yaptın sen aptal? Seni doğuran ananı bozlatıp niye bu çirkin işe kalkıştın? Dur! Ya artık duramazsa? Ya tutunacak hiçbir şey yoksa bu uçurumda? Hani, şeytanların mekan tuttuğu bu dere kanarlarında biten ağaçlar nerde? Vay anam! Ne zaman bitecek bu dere, bu azap, bu dehşet? Yoksa, büyüklerin sözünü ektiği bu fani dünyadan o güzel baki dünyaya mı gitti? Gitti de kuş gibi kanatlanıp uçuyor mu yoksa? Laçin hiçbir ağrı hissetmedi. Birden dağlar parçalanıp yarıldı ve eşi görülmedik bir nur parçası parlayıp ortalığı aydınlattı. Arkasından aynı nur sevgili “Mercantav”ın bembeyaz tepelerini, bırak Mercantav’ı, bütün dünyayı apaydınlık etti ve sonra yine saman alevi gibi sönüp, etrafı zifiri karanlığa boğdu.
Adalet Menzili
Adil Yakubov
Taşkent, 1988-1991
Adalet Menzili
Adil Yakubov
[1] Nereye? [2] Burgut: Kartal [3] Laçin: Şahin [4] Süt, yumurta ve yağ karıştırılarak hamurdan hazırlanan bir yemek. [5] Beni affedin. [6] Oğlum. [7] Oğul. [8] Ne oldu? Ne var krzım? [9] Duduk: Kekeme. [10] Kaldııgaç: Şahin [11] Kısrak çobanlan. [12] Alıp getir. [13] Düşman. [14] Yıkıldığımda dayanağım. [15] Kötülere. [16] Ayıların böğürse. [17] Altın renkli tilkilerin. [18] Gün ışığı gibi parlasa. [19] Ruble’nin Özbekistan’daki ismi. Olayın geçtiği 1982 yılında bir ruble yaklaşık bir Amerikan dolarına eşitti. [20] Dileyip aldığım bir tanem. [21] İsteyip aldığım yıldızım. [22] Nadir: Hamur, yağ ve sucuk yahut pastırmayla hazırlanan bir yemek. [23] Nereye? Nedir maksadın senin? [24] Şimdi peşlerinden yetişirim o aptalların. Babamı kurtaracağım. [25] Oğlumun. [26] Bu kitap üzerinde çalıştığım günlerde, yanılmıyorsam 1991’in Ağustos ayında “Literaturnaya Gazeta” sayfalarında, meşhur hukukçu yazar Arkadiy Vansbergn’in “Savcı İçin Ölüm cezası isteniyor” başlığı altında
Adalet Menzili
Adil Yakubov
uzun bir makalesi neşredilmişti. Makalede okuyan herkesin tüylerini ürpertecek bir olaydan bahsediliyordu. Rusya’nın Smolensk şehrinde vuku bulan bu iğrenç olayın kısa hikâyesi aşağıdadır: Seksenli yılların ortalarında Özbekistan’da adaleti sağlamak amacıyla gelen bir grup savcı arasında, Telman Gdılyan (Ermenidir) isminde özellikle çok sevilen genç bir savcı vardı. Memleketimizi kan gölüne döndüren bu grup içinde yer alan genç savcı, hocasının da yardımıyla kısa süre sonra Smolensk şehrinin bir kasabasına savcı olarak tayin edildi.. Ama huylu huyundan vazgeçmez misali, genç savcı adalet kürsüsüne oturduktan hemen sonra Özbekistan’da yaptığı pis işleri devam ettirmeye girişti. Evli, çoluk çocuk sahibi olmasına rağmen hemen kendisine iki oynaş buldu. Bunlardan birisi büyük bir fabrikada kasiyer, öteki ise muhasebeci olarak çalışıyordu. Savcı onları bir gün arabasına alıp şehir dışındaki bir ormana götürmüş. Yemişler, içmişler ve sonra da uçkur derdini halledip dönmüşler.. Günler bu şekilde devam etmiş.. Bir başka gün genç kızlar, “bugün işçilere maaş dağıtmamız gerek, arabanızla bizi bankaya götürüp, paralan çekip getirmemize yardım eder misiniz?” diyerek ricada bulunmuşlar. Genç savcı “Hay hay!.” demiş ve yanına kardeşini de alıp dördü birlikte bankaya gitmişler. Kızlar bankadan bir torba dolusu parayla çıkmışlar. Torbada yüzseksen bin sum- yaklaşık 180 bin dolar -varmış. Genç savcı maaş alma gününü kutlamayı teklif etmiş ve kızlar da akıllarına hiçbir şey gelmediği için kabul etmişler. Sonra dördü birlikte ormana gidip arabadan inmişler. Ağabey kardeşin daha önceden hazırladıkları çilingir sofrası çimenler üzerine yayılmış, yenilmiş içilmiş ve genç kızlar çok geçmeden zil zuma sarhoş olmuşlar. Zaten bu fırsatı kollayan genç savcı, kardeşinin de yardımıyla iki kızı baltayla oracıkta öldürmüş. Sonra da cesetleri yakındaki bir ot yığınının altına saklamış ve torba dolusu parayı bagaja atıp doğruca şehre gelmiş. Beni en çok hayrete düşüren husus, o gün şehirde futbol müsabakası varken, genç savcının bir cinayeti işlemesi, sonra onları ot yığınının altına saklayıp hiçbir şey olmamış gibi tribüne geçip maç seyretmesidir. İşte Özbekistan’da adaleti sağlayan bir savcının hikâyesi! Tabii sonra iş mahkemeye intikal etmiş ve savcı kurşuna dizilirken,