2
3
T.C. YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ MİMARLIK FAKÜLTESİ Sayı:
Bütün Hakları Saklıdır. © 2006, Yıldız Teknik Üniversitesi Bu eserin bir kısmı veya tamamı, Y.T.Ü. Rektörlüğü’nün izni olmadan, hiçbir şekilde çoğaltılamaz, kopya edilemez.
Gürel, Sümer…[ve öte.]. Planlama Felsefesi / Gürel, Sümer… [ve öte.]
Y.T.Ü. Kütüphane ve Dökümantasyon Merkezi Sayı: Baskı: Yıldız Teknik Üniversitesi Basım-Yayın Merkezi-İSTANBUL Tel: (0212) 259 70 70 / 2252 Kapak Görseli: Harold Drollinger’in 2004 yılında fotoğraflamış olduğu, ‘Sandia Mağarası, Meksika’daki ‘alet kullanan insan figür’lü mağara resmi.
Yıldız Teknik Üniversitesi Yönetim Kurulu’nun tarih ve sayılı toplantısında alınan karara göre Üniversitemiz Matbaasında adet bastırılan, “Planlama Felsefesi” adlı eserin her türlü bilimsel ve etik sorumluluğu yazarlarına aittir.
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ GİRİŞ 7 KISIM -I11 Konferanslar 12 Bugünün İnsanı - Yarının İnsanı - “Bir Ütopya İçin Felsefi İpuçları” 12 İnsan Sona Doğru Uzanan Çizgisini Kıracak Felsefi Bir Aydınlanma Geçirecek mi? 18 Bugünün Dünyası - Yarının Dünyası 21 Dünya Jeopolitiği: Bugün ve Yarın 28 Öğrenci Çalışmaları 43 Bencillik 43 Denetim Toplumu ve Denetim Araçları / “İnsanın İnsandan Kopuşu” 52 Güç, Erk, İktidar Olguları Bağlamında İnsancıl Bir İktidara Doğru 66 KISIM -II75 Konferanslar 76 Yabancılaşma Nedir? 76 İnsanda Temel İnşaat Bozuklukları ve Hayat Depremleri 82 Bilgi Toplumu Sınıfı ve İktidar Sorunu 91 Öğrenci Çalışmaları 97 Ekoloji ve İnsan Bencilliği 97 Eğitimin Evrimsel Süreci 113 Tarihsel Süreçte Yabancılaşma Kavramı 135 İnsanda Güç İstenci ve Kentler 148
ÖNSÖZ Ülkemizde üretilen Şehir ve Bölge Planlama yazınında, her bilim alanından beklenebilecek kuramsal ve / veya yenilikçi yaklaşımlar üretme konusunda ciddi bir yetersizlikten söz edilebilir. Örneğin, ‘Klasik Planlama’nın felsefi eleştirisi üzerinde düşünce üreten çok fazla çalışmaya rastlanmazken; planlamanın uğraş alanı içerisine giren konularda farklı disiplinlerdeki akademisyenlerin ve uzmanların plancılara nazaran daha fazla ürün ortaya koyması, planlama adına besleyici ve geliştirici olmasına rağmen, bu durum aynı zamanda da ironik bir yapı sergilemektedir. Bu kitap, “Planlama Felsefesi” ana başlığına sahip olmasına rağmen yenilikçi bir planlama felsefesi ortaya koymaktan çok, öncelikle yukarıdaki tespitle birlikte ifade etmeye çalıştığımız eksikliğin giderilebilmesinde öncü bir rol oynama kaygısıyla kurgulanmıştır. Bu bağlamda mesleğimizi yenilikçi bir planlama felsefesine kavuşturma yolculuğunda başlangıç teşkil edebilecek bir sorun tespitinden yola çıkılmıştır. Bu sorun ise genel bir ifadeyle klasik planlamanın diyalektik eleştirisinden doğmuştur. Temel olarak ‘klasik planlama’ anlayışının günümüzdeki planlamaya ilişkin sorunlar açısından en önemli açmazı, ‘insan’ odaklı olmaktan çok fiziki bir plan anlayışını barındırması nedeniyle kenti insanların yaşadığı bir ‘topyekün mekan’ olarak değil, bir mühendislik alanı olarak görmesidir. Özellikle sosyal bilimlerde, daha özelde felsefede, bilim adamı için özne - nesne metaforlarının bilimsel araştırmalarda ve uygulama alanlarında farklı kuramsal yaklaşımlarda farklı paradigmalar olarak algılandığı ve ifade edildiği söylenebilir. Planlama açısından da hem öznenin hem de nesnenin insan olduğu düşünülürse, özne ve nesne metaforlarına insanı doğru bir biçimde (‘çok disiplinli’ bir bakış açısıyla) anlayarak bakmak gerekmektedir. Bu noktada söz konusu metaforlar, planlama içerisindeki farklı kuramsal yaklaşımlar için her ne kadar farklı paradigmalar olarak algılanabilir ve ifade edilebilir olsa da, insana ilişkin temel gerçeklerin yaratacağı tartışılmaz bir bilimsel kabule de ulaşılabilecektir. Özetle öznesi ve nesnesi insan olan planlama disiplininin öncelikte çözmesi gereken temel sorunu ‘insanı anlama’ sorunudur. Bu sorunu özellikle felsefe, sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinlerin yardımıyla çözüme ulaştırma çabası, klasik planlamanın felsefi eleştirisine çok ciddi bir başlangıç ve örnek teşkil edecektir. Dolayısıyla bizler, YTÜ yayını olan bu kitabın yayına hazırlanmasından sorumlu editörler olarak, söz konusu çabayı yalnızca planlamaya ilişkin akademik ortam içerisinde yaygınlaştırmaktan çok, konuyla ilgili olan daha geniş bir kesim için de bir tartışma noktası haline getirmek umudu içerisindeyiz. Tüm okuyuculardan eleştirel değerlendirmeler ve katkılar beklediğimizi içtenlikle belirtir, bu yayının gerçekleşmesi için gösterdikleri ilgi ve çabalardan ötürü de Prof.
6
Dr. Emre AYSU, Prof. Dr. Zekai GÖRGÜLÜ ve Doç. Dr. İclal DİNÇER’e sonsuz teşekkürlerimizi sunarız. Editörler Töre SEÇİLMİŞLER, Erhan KURTARIR, Emrah ALTINOK, Ufuk Fatih KÜÇÜKALİ Sümer GÜREL
7
GİRİŞ Bu kitabın ilki 2003 - 2004 yılı YTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde doktora dersi olarak başlatılmış ve tarafımdan yönetilen aynı başlıklı “Planlama Felsefesi” dersine katılan öğrencilerin sömestr ödevi olarak seçtikleri konular üzerine yazdıklarından oluşuyordui. Söz konusu derste izlediğimiz pedagojik yöntem özetle şöyle açıklanabilir: Öğrenci ilk iki derste açıklanan ders izlencesinde kendisine yakın bulduğu bir konuyu 8-10 haftalık sürede hazırlayarak sunmak ve tartışmaya açmakla yükümlüydü. Ayrıca ilk 5-6 haftalık sunuş derslerinden (ki bunlar ders konusunun omurgasını oluşturan ve insanı tanımaya yönelik biyo-genetik / antropoloji / psikoloji / sosyoloji / felsefe gibi beşeri bilimlere öncelik veriyordu) sonra üç ya da dört konferans veriliyordu. Bu konferanslarda konularının uzmanı olan dostlarımca derste bizim açıklamaya çalıştığımız kimi konular daha derin ve ayrıntılı olarak sunulmaktaydı. Konferans sonrası genç doktora adayları (özellikle konferans seçtikleri konu çerçevesinde ise) sorularla tartışmaları zenginleştiriyorlardı. Böylece ortalama 14 haftalık sömestrin son 3-4 haftası öğrencilerin hazırladıkları konuları sunarak tartışmaya açmaları, aldıkları eleştirel soru ve görüşlere dayalı olarak yazılarını düzeltmeleri ve yazılarının niteliklerini yükseltmeleriyle geçiyordu. Geçen yıl (2004-2005 öğretim yılı), öğrenci çalışmaları çeşitli akademik ve bürokratik nedenlere bağlı olarak yayınlanamadı. Ancak bu yıl hem 2004-2005 hem de 2005-2006 öğretim yılı öğrenci çalışmalarını birlikte yayınlamaya karar verdik. Kararımız yönetimce de uygun bulundu ve bu mütevazi kitap ortaya çıkmış oldu. Doktora adaylarının bu çalışmalarını “bilimsel makale” olarak değerlendirmekten çok, ciddi ve titizlikle hazırlanmış “akademik denemeler” biçiminde algılamak daha doğru olacaktır. Bu bağlamda kimi çalışmalarda “akademik deneme” açısından da arzulanan tümüyle ulaşılmadığı da söylenebilir. Tabi ki Planlama Felsefesi gibi iddialı bir konuda, üstelik doktora düzeyinde işlenen konularda “bilimsellik” ölçütünün aranması çok doğaldır; ancak elli yıla yaklaşan mesleki ve akademik deneyim ve gözlemlerim (doğa bilimleri ile fen bilimleri dışında) üniversitelerimizde “bilimsel makale” yazma geleneğinin oluşmadığını doğrulamaktadır. Buradan çıkan sonuç ise ülkemizde gerçek anlamda üniversite eğitimi yapılmadığıdır. Nitekim, özellikle (dalımız kapsamına giren mühendislik ve mimarlık gibi) uygulamalı bilimlerde genel anlamda “Yüksek Meslek Okulu” eğitim, program ve yöntemleri uygulanmaktadır. Bu hazin gerçek, giderek yozlaşan ulusal eğitim çerçevesinde değerlendirildiğinde, yani neo-liberal anlayışın egemen olduğu son 25 yıllık dönemi retrospektif olarak
i
Bkz. Gürel, S. vd., (2005), Planlama Felsefesi, Planlamanın Geleceği, Geleceğin Planlanması, Yıldız Teknik Üniversitesi Basım Yayın Merkezi, Sayı: MF.ŞBP-05.001, İstanbul
8
değerlendirdiğimizde, “kestirme yoldan para kazanma” yollarını öğreten gerçekçi ve postmodern yaklaşımların idealist ve bilimsel ağırlıklı olanlara yeğlendiği açık seçik ortaya çıkmaktadır. Böylesi bir ortamda, hem de beşeri bilimlere ağırlık ve öncelik tanımayan bir program içinde (hiçbir öncü hazırlıkları olmadan) genç adaylardan “özgün kişisel yorumlar” içeren bilimsel makaleler beklemek, bir bakıma hakça da sayılmaz. Ancak ders sorumlusu olarak, yine de birkaç istisna dışında gençlerin seçtikleri konularda yeterince zengin kaynak araştırması yaptıklarını, kimi uzman dostlarımızla özel görüşme ve tartışmaları yaparak konularını zenginleştirdiklerini belirtmeliyim. Dolayısıyla bu ürün en azından arkadan gelen öğrencilere (lisans, hatta yüksek lisans düzeylerindeki) çok yararlı bir ‘el kitabı’, bir tür ‘akademik - mesleki rehber’ gibi algılanabilir. Bu nedenle gençleri kutluyorum. Kitabın genel kurgusu aşağıdaki gibi özetlenebilir: Tarafımdan öğrenciye sunulan ve ortak tartışma ortamında gerçekleşen 5-6 haftalık bilgilendirme sürecindeki anlatımlar doğaldır ki özetlenerek de olsa buraya aktarılmamıştır. Zira, temel amaç, öğrenci çalışmalarının ilgililerin dikkat ve değerlendirmesine sunulmasıdır. Onların bu çabalarına ek olarak, uzman dostlarımızın konferanslarını da kitap kurgusunun ilk yazıları olarak yayınlamaktayız. Buna göre 1. Bölüm (bu bölüm 2004-2005 öğretim yılı konferans ve öğrenci çalışmalarını kapsamaktadır) ve onu izleyerek de 2. Bölüm (2005-2006 öğretim yılı konferans ve öğrenci çalışmaları) içerikleri çok kısa biçimde aşağıda özetlenmiştir. 2004-2005 öğretim yılında üç konferans verilmiştir; bunlar sırası ile: Prof. Dr. Afşar TİMUÇİN “Bugünün İnsanı - Yarının İnsanı / Bir Ütopya İçin Felsefi İpuçları”, Dr. Tahir Musa CEYLAN “İnsan Sona Doğru Uzanan Çizgisini Kıracak Felsefi Bir Aydınlanma Geçirecek Mi?”, Dr. Ergin YILDIZOĞLU “Bugünün Dünyası - Yarının Dünyası”, Doç. Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU “Dünya Jeopolitiği: Bugün ve Yarın” konulu konferansları sunmuşlardır. Bu konferanslar müellifleri tarafından revize edilerek kitaba eklenmiştir. Onları izleyen öğrenci denemeleri ise kısaca şöyle özetlenebilir: Töre SEÇİLMİŞLER, “Bencillik” Çalışmada dünyanın günümüzdeki ve gelecekteki sorunlarının, öz olarak geçmişte yaşanmış olan sorunlarla benzeştiği, kısır bir döngü yaşandığı ve asıl sorunun insan ve insanın doğasında barındırdığı “Bencillik” özelliğinden kaynaklandığı düşüncesinden hareketle, bencilliğin fiziksel ve psikolojik boyutları ele alınmış; “yüce değerler” kavramı kapsamında bir ütopya denemesi gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Özer KARAKAYACI, “Güç, Erk, İktidar Olguları Bağlamında İnsancıl Bir İktidara Doğru” Çalışmada, iktidar, güç, erk olgularının meydana getirdiği sorunlar tarihsel bir süreç içerisinde incelenmiştir. Bu olguların farklı felsefi yaklaşımlarda nasıl değerlendirildiği üzerinde durulmuştur. Çalışmanın son bölümünde iktidar, güç ve erk olguları bağlamında, yeni bir yaşam biçimi ütopyası kurgulanmıştır.
9
Erhan KURTARIR, “Denetim Toplumu ve Denetim Araçları - İnsanın İnsandan Kopuşu” Çalışmada, insanın insandan kopma ve değişme sürecini anlamlandırabilmek için öncelikle “bilgi” kavramının değişen anlamı ve dolayısıyla değişen toplum yapısı irdelenmiş, arkasından da bugün ortaya çıkan ‘gözetleme toplumu’nun yapısını anlayabilmek için denetleme ve gözetleme araçları açıklanmaya çalışılmıştır. Ortaya konan bu sorunsala ilişkin geliştirilebilecek çözümlere dair ipuçları ise yazının devamında yer alan ütopya kurgusunda ele alınmıştır. 2005-2006 öğretim yılında üç konferans verilmiştir; bunlar sırası ile: Doç. Dr. Nusret KAYA “İnsanda Temel İnşaat Bozuklukları ve Hayat Depremleri” konulu, Prof. Dr. Afşar TİMUÇİN “Yabancılaşma Nedir?” konulu, Sayın Orhan BURSALI da “Bilgi Toplumu Sınıfı ve İktidar Sorunu” konulu konferansları sunmuşlar, öğrencilerin soru ve eleştirilerini yanıtlayarak tartışma ortamına zenginlik kazandırmışlardır. Bu üç değerli dostumuzun konferanslarını izleyen öğrenci denemeleri de özetle şu konulara yer vermiştir. Ufuk Fatih Küçükali, “Ekoloji ve İnsan Bencilliği” Çalışmanın temelini, insan bencilliğinin nevrotik düzlemden psikoz düzlemine taşınmasıyla kendi varlığını tehdit / yok eder noktaya gelmesi oluşturmaktadır. Bu bağlamda söz konusu sorunun temeline bilimsel yöntemlerle inebilmek için insanoğlunun geleceğini tehdit eden bu süreç içerisindeki önemli kırılma noktalarının deşifre edilmesi ve bu algı sürecinin verdiği ip uçlarıyla ulaşılabilecek iki temel gelecek senaryosunun da tasarlanması gerekmiştir. Bu doğrultuda kurgulanmış olan çalışmada yöntem olarak (çalışmanın bölümlerini de oluşturacak şekilde) insanoğlunun varoluş problemini ontolojik olarak çözebilmek için ortaya attığı tüm fenomenlerin (din, sanat, dil, zaman kavramı…vb.) daha farklı eleştirel bir gözle irdelenmesi benimsenmiştir. Özet olarak çalışmanın sonuç bölümünde ana problem olarak belirlenmiş olan “patalojik bencillik”in bertaraf edilebilmesinde yeniden kurgulanmış doğa merkezli bir eğitim sisteminin insanoğlunun yeniden evrilmesini sağlayacak şekilde rol oynaması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. Çağdaş KUŞÇU, “Eğitimin Evrimsel Süreci” Çalışmada insanın doğasından gelen ‘bilgi edinme’ ve ‘bilgiyi kullanma’ ihtiyacından yola çıkılarak toplumsal dönemlerde eğitim olgusu tartışılmış, bu kapsamda özel olarak ‘yazı’nın öneminden ve toplumsal sınıflaşmaya etkilerinden de söz edilmiştir. İlerleyen bölümlerde Ortaçağda, Aydınlama sürecinde ve bilginin artık bir güç unsuru olarak algılandığı ileri sürülen günümüzde, eğitim üzerindeki tartışmalara yer verilmiş; bu bağlamda özellikle günümüzde eğitimin iktidarla olan ilişkisine değinilmiştir. Çalışmanın son bölümlerinde ise eğitim olgusu ülkemiz için de cumhuriyet döneminden bugüne genel bir biçimde değerlendirilmiş ve sonuç olarak günümüz Türkiye’sinin eğitime ilişkin sorunları hakkında bir takım saptamalarda bulunulmuştur.
10
Ayşe Orbay KAYA, “Tarihsel Süreçte Yabancılaşma Kavramı” Tarihsel süreçte yabancılaşma kavramı adlı çalışma, yabancılaşma kavramını farklı disiplinler ve yaklaşımların bakış açılarıyla ele almayı amaçlamıştır. Çalışmada konuya tarihsel bir akış içinde yaklaşılmış, ilk bölümde yabancılaşma kavramının ortaya çıkışı ve etimolojisi ele alınmış, ardından kavramın doğu ve batı felsefesindeki yeri üzerinde durulmuştur. Bu noktada tarihsel retrospektifte yabancılaşma kavramının değişik düşünürler tarafından ele alınış biçimindeki farklılıklar da irdelenmiştir (Marx, Blauner, Zerzan). Çalışma, çağımız düşünürlerinden Zerzan'ın bütüncül ve sıradışı yaklaşımlarının açıklanması ve ardından yazarın kendine ait mütevazi yabancılaşma tanımını ortaya koyması ile son bulmaktadır. Emrah ALTINOK, “İnsanda Güç İstenci ve Kentler” Makalede insanda güç istenci olgusu kentlerde etkileri gözlemlenebilecek bir olgu olarak kabul edilmiş ve hem tarihte hem de bugün yarattığı sonuçlar açısından masaya yatırılmıştır. Güç ve güç istenci kavram ve olgularının tüm devinimleri göz önünde bulundurularak, makalenin birinci bölümünde çeşitli disiplinlere (felsefe, sosyoloji, psikoloji) göre güce ilişkin yaklaşımlar değerlendirilmiş, ikinci bölümünde insanda güç istenci olgusu tartışılmış, üçüncü bölümünde kentlerin ve güç olgusunun belirli kırılma noktalarının yarattığı temel paradigma değişimleriyle nasıl dönüştüğü üzerinde durulmuş, dördüncü bölümde ise güç istencinin tarih boyunca kentlerdeki görünümleri irdelenmiştir. Son olarak beşinci bölümde insanda güç istencinin kentlere, dolayısıyla dünyaya ne gibi sonuçlar getirdiği ve bu sonuçların olumsuz yanlarının nasıl bertaraf edilebileceği tartışılmıştır.
Sümer GÜREL
11
KISIM -I-
Editörler Töre SEÇİLMİŞLER, Erhan KURTARIR, Sümer GÜREL
12
KONFERANSLAR
BUGÜNÜN İNSANI - YARININ İNSANI - “BİR ÜTOPYA İÇİN FELSEFİ İPUÇLARI” Prof. Dr. Afşar TİMUÇİN Değerli hocalarım ve sevgili arkadaşlarım; bugün insan nereye doğru gidiyor onu konuşacağız. Çünkü her zaman bir gelecek fikri açıyoruz; ama gelecek bize genelde kapalıdır. Filozoflar çok zaman bize gelecek tasarlayıp çizmişlerdir. Geleceği tasarlayabilir miyiz biraz da onun üzerinden görüşelim istiyorum. Ben değer sorunundan giderek insanın bugününü ve yarınını tartışmak istiyorum. İnsan bir değer varlığıdır. Yani amaçları olan bir varlıktır. Onun yaşamını yarar değerleri ve yüce değerler yönlendiriyor. Biz genelde değerler deyince yaşam değerleri ile yüce değerleri birbirinden ayırmıyoruz. Ama bunu ayırmak gerekir. Çünkü yarar değerleri öne geçtiği zaman yüce değerler geriye itiliyor. Yani yarar değerler ile yüce değerler arasında bir çelişki var gibi çok zaman. Gerçekte çelişki olmaması gerekir ama biraz sonra göreceğimiz nedenlerle bu iki değer düzeni birbiriyle bir çelişki ortaya koyabiliyor. Yarar değerleri insanın yaşamını uygun koşullarda sürdürmesini sağlayan değerlerdir. Bunların hemen bütünü bir anlamda biyolojik gereksinimlerin karşılanması ile ilgilidir. Yani su içmezsem ölürüm, palto giymezsem üşürüm, belki sonuç olarak ölebilirim. İyi beslenmezsem ölürüm ya da en azından hasta olurum gibi… Yarar değerleri beni içgüdüsel varlığımın hemen eşiğinde karşılıyor. Bir anlamda yarar değerleri ile içgüdüsel yaşamım iç içe geçiyor. Ama yarar değerleri benim içgüdüsel yaşamımı aşıyor. Yani sadece biyolojik gereksinimlerimizi karşılamıyoruz yarar değerleriyle; aynı zamanda düşünsel ve duygusal eğilimlerimizi de karşılıyoruz. Yarar değerleri yarar sağladıkları ölçüde önemlidirler; yani su gereklidir, hava gereklidir, toprak gereklidir. Ancak filozoflar eski çağdan beri bize şunu gösterdiler. Onların aşırı varlığı bize zarar verir. O yüzden gereğinden çok su içersem zehirlenirim, üst üste 3 palto giyersem sağlığımı bozarım, 12 tane pantolonumun olması yaşam koşullarımı daraltabilir, aşırı beslenirsem sağlığım elden gider diyebilirim. Demek ki yarar değerlerinin karşısındaki durumumuz belli bir ölçülülük durumu olmalıdır. Zaten eski ahlakçı filozofların da hepsi özellikle eski Yunan’da bu değişmez bir ilke gibi öne sürülmüştür. Demek ki insanın yaşamsal gereksinimleri sınırlıdır ya da bellidir. Hatta Spinoza günde bir tas çorba içermiş ve fazlasının insana gerekmediğini düşünürmüş. Buna göre yarar değerlerinin belli bir ölçülülükte etkili kılınması gerekir ya da var olması gerekir. Oysa hepimizin bildiği gibi insanoğlu bir yarar sağlama tutkusuna kapılmıştır başından beri. Yani Jean Jacques Rousseau bunu bize pek güzel göstermişti. Doğal durum diye bir şey yok tabi ki bizim çağdaş bilgilerimize göre; ama
13
17. ve 18 yy filozofları uygarlık durumundan önce bir doğal durum olduğunu söylerlerdi ve Jean Jacques Rousseau diyor ki, ancak insan uygarlaşmaya başladıktan sonra mutluluğunu yitirdi; çünkü mülkiyetin batağına battı. Mülkiyetin batağına batmak demek de yarar değerlerini yaşamın temel amacı durumuna getirmektir. Değerler bizim için amaçtır ama aslolan, peşinden gitmemiz gereken değerlerin yüce değerler olması gerekir. İnsanlar yarar değerleri ile içli dışlı oldukları için ve yüce değerlerle ilgilerini büyük ölçüde kopardıkları için mutsuz olmuşlardır çağlar boyunca; diyebiliriz. Yani dört kişilik bir ailenin bir otomobili, sekiz kazağı, on altı gömleği de olabilir, dört kişilik bir ailenin dört otomobili, kırk kazağı, seksen gömleği de olabilir. Dört kişilik bir aile 80 m2’lik bir evde de yaşayabilir, 400m2’lik bir evde de yaşayabilir. 400 m2lik bir evde yaşayan kişinin 80 m2lik bir evde yaşayan kişiye göre filozof olma şansı ya da bilim adamı olma şansı daha yüksek değildir. Belki de 400m2lik evde yaşayan kişinin filozof ya da bilim adamı olma şansı daha az olabilir. Çünkü o, 400m2 içinde gereksinimler çok daha fazla olacaktır. Ve o gereksinimleri karşılamak için daha çok çaba göstermek, daha çok vakit harcamak gerekecektir. Dolayısı ile biz insanlar genellikle düşünmeye hatta duygulanmaya vakit ayırmıyoruz ama yaşamın gündelik koşusu içinde bu yarar değerlerinin peşine gidiyoruz sürekli olarak ve düşünsel plandaki verimsizliğimizin de buradan geldiğini genellikle pek görmüyoruz. Çünkü özellikle çağdaş yaşam bize çok büyük sıkıntılar yüklüyor. Yani biz zorlamasak bize hiç boş vakit bırakmayacak. Sabah işe gidiyoruz akşam işten dönüyoruz ve televizyonun karşısında biraz dinleniyoruz. Yemek yiyoruz, yatıyoruz, ertesi gün tekrar işe gidiyoruz, çocukları kapıya koyuyoruz akşam topluyoruz gibi… Bursa’da bir konuşma yapıyordum genç bir bayan bana dedi ki: “biz kadınlar neden filozof olamıyoruz?”, ben de dedim ki aldırmayın erkekler de olamıyor. Çünkü kendimizi düşünmekten insanlığı düşünmeye vaktimiz olmuyor. Yani o kadar güzel işler yapıyoruz gündelik yaşamla ilgili, güzel yemekler yapıyoruz, güzel elbiseler giyiyoruz, güzel ilişkiler kuruyoruz ama düşünmeye ya da insanı düşünmeye vakit bulamıyoruz. Montaigne 16.yy’da ne yapmıştı? Kendini araştırmaya yönelmişti. Diyordu ki ben kendimi araştırıyorum ama kendim önemli olduğum için değil, ben insanlığın bir örneğiyim ve kendimde insanlığı arıyorum. Biz genelde unutuyoruz çok zaman kendimizi, kendimizi iç aynalarımızda görmek gibi bir alışkanlık da edinmiyoruz ve o yüzden o hanımın sorduğu gibi biz neden filozof olamıyoruz sorusunu zaman zaman soruyoruz. Değerli arkadaşlar gereksinimler işbölümünü artırdı. Hegel bunu bize 19.yy.da çok güzel göstermişti. İş bölümü de gereksinimleri artırdı. Sizce bu bir kısır döngü mü diyelim, verimli döngümü diyelim? Gereksinimler artıkça iş bölümü artıyor, iş bölümü artıkça gereksinimler artıyor. Tekrar gereksinimler tekrar iş bölümü derken bir anda 40 çeşit mutfak aletine gömülmüş oluyoruz. Soğan soyan alet başka oluyor, sarımsak ayıklayan alet başka oluyor, salatalığı başka, kabağı başka… Bu çerçevede yarar değerleri açısından insan yaman bir doymazlık içindedir. Çünkü gereksinimler artıkça iş bölümü de artıyor, yeni değerler ortaya çıkıyor ve bir anlamda insan artık ne bulursa eve getirir hale geliyor ve evler gerekli gereksiz pek çok gereçle doluyor. Diyelim ki bir kişinin birkaç dairesi vardır, iki tane köşkü vardır ve bakıyorsunuz ki 35 yıl önceki görüşleriyle idare ediyor. Zaman zaman derin düşünür gibi yapması da bir anlamda düşünmemesinin bir sonucu gibi görünüyor bana. Yani değerli yarar değerleri öne çıktığı zaman yüce değerler geriye itilirler, yüce değerler öne çıktığı zaman yarar değerleri geriye itilirler. Çünkü baştan söylemeye çalıştığım gibi yarar değerleri ölçülülük ilkesine göre kullanıldıkları zaman insana yararlı olurlar. Yarar
14
değerleri ölçülülük ilkesine göre kullanılmadıkları zaman zarar vermeye başlarlar. Demek ki değer dediğimiz şey bir insanın yaşamında bir amaç sayılabilecek kadar vazgeçilmez olan şeydir. O yüzden yarar değerleri hemen bütün insanlar için değerdir ama yüce değerler ancak yüce amaçları olan insanlar için geçerlidir. Yani yaşamı sürdürmekle yaşamı anlamlandırmak arasındaki ayrımı görmeniz gerekir. Yarar değerleri bize yaşamı sürdürme kolaylığı sağlar, ama yaşamımızı anlamlandırmak istiyorsak o zaman yüce değerlerle içi içe olmamız gerekir. Tabi bu arada değer kavrayışı toplumlara göre değiştiği gibi bireylere göre de değişir. Zamana göre de değişir. Ama değişmeyen tek şey vardır, değer dediğimiz şeyi bilinç koşullarımız belirler. Yani sıradan bir bilinçle, gündelik bir bilinçle, daha doğrusu şöyle söyleyelim gündelik bilinçle yaşayan bir insanda yüce değerlerle ilgili bir eğilimin olmaması bize doğal görünüyor. Yani kişi o kadar yaşamını kendiyle sınırlamıştır ki, iki çocuğu, eşi, dükkanı, evi gibi yarar değerleri çok zaman geriye itilir ki bizim toplumumuzda da gördüğünüz gibi yarar değerleri öne çıkarırız, gördüğünüz gibi yüce değerlerden çok yarar değerleri geçerlidir. Gerçekte yetkin bilinçler zorunlu olarak yüce değerlere eğilimlidirler. Bizim toplumuzdaki en büyük sıkıntı nedir? Zihnimizin ya da bilincimizin yüce değerlere göre düzenlenmemiş olmasıdır. Yani bilinçli bir kişinin zorunlu olarak yüce değerlerle iç içe olması gerekiyor, eğer bir bilinç yüce değerler eğilimli değilse o bilincin zaten yetersiz bilinç olduğunu söyleyebiliriz. O yüzden bizim toplumun en büyük sıkıntılarından biri budur: biz çok çok sayıda yarı aydın üreten bir toplumuz, yani bu yarı cahil üretmek demektir bardağın öbür tarafından bakarsanız. Dolayısı ile ahlak değerleri de estetik değerleri de bizim toplumuzda çok fazla değer yerine geçmez. Özellikle estetik değerlerin çok fazla yaşamla bir ilgisi yoktur; hatta okullarımızla pek ilgisi yoktur. Yani estetik okutulmayan pek çok sanat okulu vardır Türkiye’de. Dünyanın hiçbir yerinde böyle gülünçlük yaşanmıyor. Bir birey düşünsel etkinliğini gündelik bilinç düzeyinden yetkin bilinç düzeyine çıkarabildiği ölçüde yarar değerlerinden yüce değerlere doğru bir geçiş yapacaktır ve basit insanlar için yarar değerleri her şeydir. Bildiğiniz gibi küçücük bir alet parçasında veya herhangi bir otomobil parçasında kendinden geçen insanlar görürsünüz. Ya da Pazar günleri insanların otomobillerini okşadıklarını görürsünüz onları yıkıyoruz bahanesiyle. Ya da herhangi bir mutfak robotu parçasında insanların kendinden geçtiğini görürsünüz. Aslında sorun o kadar da önemli değildir. Yani portakalın suyunu sıkmak sorunuysa bu elle de sıkılabilir aletle de sıkılabilir. Ama portakalın suyunu en verimli ve en kısa zamanda sıkacak aleti bulduğunuz zaman onu yıkayacak vakti de düşünmelisiniz. Demek ki basit insanlar için yarar değerleri çok önemlidir. Yetkin insanlar yarar değerlerini yalnızca yaşamı uygun koşullarda sürdürme olanağı olarak görürler ki, hepimiz için yarar değerleri bu anlamda önemlidir. Yani su içmek zorundayız ya da beslenmek zorundayız. La Rochefoucauld diyor ki (Fransızların 17.yy.daki büyük ahlakçısı ki bizim felsefe adamları La Rochefoucauld’u edebiyatçı saydıkları için derslerinde hiç sözünü etmezler, oysa 17.yy.ın birkaç büyük ahlakçısı vardır onlardan biri La Rochefoucauld’dur) “şan şeref aşkı, utanma korkusu, mal mülk edinme tasarrufu yaşamımızı rahat ve hoş kılma arzusu ve başkalarını alçaltma hırsı genelde insanlar arasında değer denilen şeyin nedenleridir”. Yani insanların değerden neyi anladıklarını La Rochefoucauld bize biraz acı bir dille söylüyor. Bir daha okuyayım isterseniz, “şan şeref aşkı utanma korkusu mal mülk edinme tasarrufu yaşamımızı rahat ve hoş kılma arzusu ve, bu nokta çok önemli, başkalarını alçaltma hırsı genelde insanlar arasında değer denilen şeyin nedenleridir” diyor. Demek ki yüce değerler dediğimiz ahlak değerleri ve estetik değerler, insanın bilinç koşullarıyla ilişkilidir.
15
Ancak yetkin bir bilince ulaşmış kişinin yüce değerlerle bir ilişkisi olabilir. O yüzden yüce değerlerin altına girdiğimiz zaman doğrudan doğruya bilinçli insanın alanına, yetkin bilinç alanına girmiş oluyoruz. Yüce değerlere yönelen bilinç özgür bilinçtir. Yetkin bilince biz özgür bilinç diyebiliriz. Çünkü herkes kendini belli bir ölçüde özgür sayıyor. Mesela sokağa çıkıp yürüdüğü zaman özgür olduğunu düşünüyor veya otobüse biniyor, Ankara’ya gidiyor, özgür hissediyor kendini. Özgürlüğü özerklikle karıştırmamak gerekir. Özerklik bir dış serbestidir. Dış erke bağlıdır. Özgürlüğün temel koşulları bilinçle ilgilidir. Benim gözlüğümün kabı kesinlikle özgür olma şansına sahip değil, çünkü bilinçli değil ve seçmeler yapamıyor. Seçmeler yapabilen varlığa ancak özgür varlık diyebiliriz ki; ahlak değerleri ve estetik değerler ancak böyle bir varlığın işi olabilir. Demek ki yeniden söylersek yüce değerlere yönelen bilinç özgür bilinçtir ya da yetkin bilinçtir. O bu yönelimi bir zorunluluk olarak yaşar. Yani özgür olayım diye özgür olmaz yetkin bilinç. Yetkin bilinç olduğu için zaten özgürdür. Zaten seçme yapar, zaten belki de aykırı bir bilinçtir o. Mesela Galileo Gelilei’yi biz uzaktan baktığımız zaman siyaset yapmış bir adam olarak görmüş oluruz. Oysa ki felsefede 18.yy.dan önce siyaset yoktur. Galileo Gelilei ne yapıyor Copernicus’un öngörülerini doğrulamaya çalışıyor dürbünle ve orada edindiği bilgileri bildiriyor ve siyasi bir tavır almış gibi oluyor. Neden? Çünkü o doğruyu bir zorunluluk olarak yaşıyor kendi bilinç koşulları içinde. Demek ki özgür olmak, yetkin bilince sahip olmak gerçek anlamda değer insanı olmakla eş anlamlıdır diyebiliriz. Tabi yarar değerlerini yüce değerlerden ayırdığımız için… Önemli bir Varoluşçu filozofun dediği gibi “özgür insan zorunlu olanı sever”. Burada belki Spinoza’nın tanrısını andıran bir şeyle karşı karşı kalıyoruz. Genelde Hıristiyan filozofları ve İslam filozoflarında da o görüş vardır. Tanrıyı: cezalandıran, istediğine istediği gibi davranış özgürlüğü veren, istediğini engelleyen, istediğini hasta eden, istediğini sağlıklı kılan bir yüce güç olarak tanımlarlar. Bu Spinoza’ya ters gelir. Spinoza şöyle bir Tanrı düşünür: Tanrı kendi gereklerine uyduğu için özgürdür. Yani bu şu demektir: insan içinde ahlakın çok önemli bir temel ilkesi olmalıdır, bu eğer ben gereklere göre yaşıyorsam özgürüm demektir. Demek ki gerçek insan bu yönelimi zorunluluk olarak yaşayacaktır. Özgür zihin de kendi zorunluluklarına bağlıdır. Kendi ahlaki zorunluluklarına ve estetik zorunluluklarına bağlıdır. Bu çerçevede özgür bilinci yıkan ve yapan bilinç olarak tanımlayabiliriz. Çünkü yıkmadan yapamazsınız. Bizde genel olarak iyi yurttaş, iyi insan imgesi, başı yumuşak adam tipidir. Genellikle bütün kurumlarda böyle insanlar sevilir. Çok fazla fikri olmayan, herkese gülücükler dağıtan… Ama Kant bize ne diyordu, “insanı gelişime koyan 18.yy.da toplum dışı toplumsallıktır”. Yani bireyselliğimizle bize aykırı düşenin karşısına aykırı bir güç olarak çıkmazsak, insanın gelişim koşullarını sıfıra indirmiş oluruz. Demek ki yeniden söylersek özgür bilinci yıkan ve yapan bilinç olarak tanımlayabiliriz. 19.yy.da Nietzsche diyordu ki “siz önünde diz çöktüğünüz bir dünya yaratmak istiyorsunuz, bu sizin son umudunuz ve son sarhoşluğunuzdur”. Bir başka daha sözü var Nietzsche’nin “size ahlakın yıkıcıları diyecekler, ancak siz kendi kendinizin yaratıcılarısınız” diyor. Bir daha söyleyelim “size ahlakın yıkıcıları diyecekler ancak siz kendi kendinizin yaratıcılarısınız” yani toplumda geçerli ahlakı, daha doğrusu ahlak olmayan ahlakı önemlidir. Çünkü ahlakın ahlaksızlığı da önemlidir. Ahlak olmayan ahlakı yıkmadığımız zaman ahlaklı insan olma şansını elde edemeyiz. Demek ki insan bugüne kadar kendini yarattı, bugünden sonrada kendini yaratmayı sürdürecek. İnsanlık sürekli bir evrim içindedir. Ancak geriye doğru bakarsak umutsuzluğu da görebiliriz. İnsanının büyük gelişim koşullarını da görebiliriz bakış biçimimize bağlı olarak. Ama kesin olan bir şey var, insan başladığı yerde
16
değildir; bugün insan olma yolunda çok büyük bir mesafeyi almıştır. Yani insanın tarihi, evrimin tarihidir. Çünkü geleceği olan tek varlıktır insan, geleceği olan varlıktan umut kesilmez. Umutsuzlara bakın hepsi tembellerdir ve bir anlamda kendini toplumda iğreti duyan insanlardır. Yaşama hiçbir emek vermeyen insanlar umutsuzlardır. Çünkü başka insanlarla birlikte olma ve geleceğe doğru yürüme bilincine ulaşmış değillerdir. Benim babamın yaşlarında, tabi babam yaşasaydı 100 yaşını geçmiş olacaktı, benim çocukluk yıllarımda hep şöyle konuşmalar olurdu “ben bu toplumdan ümidi kestim”. “Ben bu toplumdan ümidi kestim” diyen adam yüceltmiş olurdu kendini. Yani burası bir ayak takımı, ben onun çok üstündeyim. Oysa hepimiz bir toplumun parçalarıyız. Hiçbirimiz ondan daha yüksekte ya da alçakta değiliz. O yüzden herkes tek kişilik yerini çok sağlam doldurmaya bakmalı. Hiçbir zaman iki kişilik üç kişilik on kişilik değiliz. Biz de herhangi insanlardan biriyiz. Demek ki bilincimizi geliştirdiğimiz ölçüde biz umutlu olmak zorundayız ve yarını kurmakla yükümlüyüz. Yani bizim işimiz umudu tartışmak değil yarının kurulmasına katkıda bulunmaktır. Kant gene çok güzel belirlemişti onu: “görmeyeceği torunlarının torunları için kendini adayan tek varlık insandır”. Kör tutsaklıktan sınırsız özgürlük fışkıracak, yani biz çok sağlam bir geleceğe doğru gidiyoruz. Ama bencillik edersek bu geleceği göremeyiz. Yani “benim göremeyeceğim güzel dünyayı ben ne yapayım” diyebilirim. Eh, siz de “patla” dersiniz, “her şeyi görmek zorunda mısın?”. Demek ki değerli arkadaşlar, geleceğin nasıl bir gelecek olacağını her zaman düşünüyoruz ama hiçbir zaman keşfedemiyoruz. Önemli olan geleceği tasarlamak değil de geleceğe katkıda bulunmaktır. Filozoflar bu konuda çok büyük öngörüler ortaya koydular. Filozofluk biraz da böyle bir iştir. Ama ben felsefe öğretmeni olduğum için böyle bir öngörü ortaya koyma genişliğinde düşünemem. Yine de ne yaparsak yapalım geleceği kestirmek hiç de kolay değil. Geleceğe katılmak geleceği bilmekten bana daha önemli görünüyor. Gelecek ne olursa olsun ben geleceğin oluşmasına katkıda bulunmalıyım. MÖ 6 yy.da Megaralı Teagenes şöyle diyor “geleceğin olaylarını karanlıklar gizliyor”. Gerçekten de 27. yy’ı kestirebilmeyi çok isterdim. Benim için nasıl büyük bir heyecan olurdu. Ama ben o kurgu filmlerini bile sevmem, bana göre hepsi yalan çünkü. 27.yy.da başka şeyler olacak gibi geliyor bana. Ama benim ne olduğunu bilemediğim şeyler. Yani yol insana nereye gittiğini söyler ama gittiği yerde ne bulacağını söylemez. Daha iyi bir insanlığa doğru gittiğimiz kesin ama orada ne bulacağız nasıl bir insanlık bizi bulacak, daha doğrusu bizden sonrakileri nasıl bir insanlık karşılayacak bunu kesinlikle bilemiyoruz. İnsanoğlunun bugüne kadar ki geçmişi onun her adımda daha sağlam bir yere doğru ilerlediğini gösteriyor. Çünkü hiçbir zaman, bakmayın siz eski Yunan dağıldı, büyük şeyler yaşandı falan diyenlere, ne eski Yunan o kadar abarttıkları kadar büyüktür, ne de ortaçağ aşağıladıkları kadar küçüktür. İnsanlık sürekli bir gelişimi adım adım yaşıyor. Yani dünyamız kirlenerek ve arınarak daha yetkin bir geleceğe doğru yol alıyor. Bizde kirlenerek ve arınarak daha yetkin bir geleceğe doğru yol alıyoruz. İnsanlık olarak çok acılar çektiğimiz doğrudur. Ne var ki ilerlemek için bu acıları çekmemiz gerekiyordu. Ya acı çekmeyeceksiniz ve ilerlemeyeceksiniz, ya da ilerlemek istiyorsanız acıyı göze alacaksınız. Acı çekmeye göze alamayanlar daha büyük acılar içine düşüyorlar. Bizim toplumumuzun büyük sıkıntılarından biri budur. Her zaman sıkıntılarını erteler. Doğada doğanın bir türevi olan insan yaşamı da kolayı ödüllendirmekten yana değil. Yani doğayı kandırdığını sanan bir toplumun çocuklarıyız ama doğa kesinlikle aldanmıyor, doğayı kandıramıyoruz, doğaya yalan söylemek pek olası bir şey değil.
17
Bizlerin sıradan insanlar olarak filozoflara karşın çok belirgin geleceği kurma formüllerimiz, planlarımız yoktur. Ortak bilincimizle geleceğe doğru ağır aksak gidiyoruz. Bu gidiş “insan insanın kurdudur” (Hobbes) ile ortaya koyulmuştu ama asıl Platonus’un MÖ 2. yy.da ortaya koyduğu bir formüldür bu. Kaldı ki bizde hep yanlış anlaşılır. Hobbes dedi ki “insan insanın kurdudur”, hayır sadece doğal durumda yani uygarlaşmadan önce insan insanın kurduydu. Ama uygarlaşmayla birlikte insan insanın kurdu olmaktan çıktı demek ister. Biz bu Hobbes’un ‘insan insanın kurdudur’undan Spinoza’nın ‘insan insanın kurdudur’una doğru gidiyoruz. İnsana güvenmeyle ve insana adanmayla ilgili bir ahlakı temel almamız gerekiyor. İnsana güvenmezsek neye güveneceğiz? Başka hiçbir dayanağımız yok. Daha üstün bir yaşama doğru daha bilinçli adımlar atmakla yükümlüyüz, hepimiz bununla yükümlüyüz. Dolayısı ile insanın kurtuluşunun yolu ‘ben’den geçiyor, yani ‘benler’den ‘bizler’den geçiyor. Bunun için insanın kendini eğitmesi, ‘ben’ini yok etmesi ya da terbiye etmesi gerekiyor. Yani bir kere hırslarımızdan arınsak, insanları birer eşya gibi görmesek, sürekli olarak bir takım yarar değerleri sağlamanın peşinde yaşamasak muhakkak ki dünyamız daha güzel bir dünya olacak, çocuklarımız daha güzel bir dünyada yaşayacaklar. Ben burada konuşmamı Antonio Machado’nun bir şiiri ile bitirmek istiyorum. Bu insan olmanın ne olmak olduğunu gösteren bir şiir. Antonio Machado diyor ki, “her şey geçer ve her şey kalır / ama bize düşen geçip gitmektir / Yollar yürüyerek geçip gitmek / yollar denizin üzerinde / Yolcu bunlar senin izlerindir / yol budur başka değil / Yolcu yol diye bir şey yok / yol yürümekle yol olur. / Yol, yol olur yürümekle / ve dönüp ardına baktığında /bir daha yürüyemeyeceği patikayı görür / insan yalnızca. / Yolcu yol diye bir şey yok / olsa olsa bir iz var denizde.” Yani bizim için çizilmiş bir yazgı yolu yok değerli arkadaşlar, onu biz kendi elimizle yaratacağız. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.
18
İNSAN SONA DOĞRU UZANAN ÇİZGİSİNİ KIRACAK FELSEFİ BİR AYDINLANMA GEÇİRECEK Mİ? Dr. Tahir Musa CEYLAN Hepimiz bir umut duymak istiyoruz. İnsanın geleceği ile ilgili olarak umut duymak için çok neden olmasa da tünelin ucunda gene de ışık görüyorum. Bu ışığın bizim çabalarımızla daha fazla artacağını düşünüyorum. İnsana bu noktada görev düşüyor. İnsanın genel bir gidiş çizgisi var. Bu gidiş çizgisi agonistik yarışmacı bir çizgidir, doğal seçilim üzerine kurulu güçlü olanın ayakta kalması prensibi olan bir çizgi. İnsanın evrim çizgisi kısa süre olmasına rağmen (homo sapiens sapiens 40000 yıl) dünya 5 milyar yıldır varlığını sürdürüyor. Bakteriler yaklaşık 3 milyar yıldır varlığını sürdürmektedir. İnsanın yarın varlığını sürdüreceği noktasında kestirimde bulunmak güç. Ahtapot 100 milyon yıldır var ve insanın 200 katı kadar bir süredir okyanus dibinde. Tembellik ve hareketsizlik daha uzun yaşamayı sağlıyor. İnsan tez canlı, bu noktada daha fazla yaşamını sürdürebilir mi? Öbürlerinden daha farklı varoluş biçimi olmalı ki varolabilsin. Agonistik yaşam sürekli karşıdakini yok etme yaşamıdır. İnsan 20000 yıl önce tarım yokken erkek olarak 20 km yürümek zorundaydı. Üç tane elma, beş tane armut vb. toplamak için. 100 senedir daha fazla yürümüyor, tansiyon oluyor sonunda hiper tansifler erken elimine olacak geç doğum yapsalar bir hastalıktan dolayı ölüyorlar. Çocuk doğuramıyor. Erken doğum yapsa işte başarı sağlayamıyor, işte gelişmeleri zor oluyor. İnsan mutasyonlar topluluğudur. Mutasyon denince DNA kendi içindeki değişimleri her seferde bir önceki kuşak bir sonraki kuşağa aktarıyor. DNA rastgele değil, çevre şartlarının etkisiyle değişiyor. Diyelim 1000 kuşak geçiyor ve o süre içinde ne kadar mutasyon olmuşsa mutasyonların toplamıdır insanın varoluşu. Eskiden doğal seçilim vardı. Bugün uygun eş ve iş seçimi. Uygun eşi seçtiğimiz zaman çocuğun genetik özelliği doğru olur. Uygun eş nedir? Uygun eş, endamlı, güçlü, başat, girişken olmalı. Bu özelliklere sahip olanlar kalıyor. Fedakârlık kuşaklar boyu var olma noktasında, bireysel varolmadan önce. Çocuklar için fedakârlık genlerimizi sevmektir. Bireyler gen farkı %0,1dir. Fedakârlık %0,1 kadar gen farkı için. %0,1’in yarısı benim yarısı karımın. Torunlarla %0,025 gen farkı vardır vb. En iyi gen devamlılığını ne sağlıyor? Fazla para, eğitimi desteklemek vb. İyi bakılacak, eşinize bağlı olacak, enteraktif uyum çok önemli. Eş spor yapıyorsa sizde spor çantasını hazırlayacaksınız mesela. Çocukların nesilden nesile geçmesi, statü arama kaynaklar için yarışma, kur yapma, cinsel bağlılık, kaynakları biriktirmek iyi bir şey gen devamlılığı için. Gen devamlılığının 2. önemli faktörü ise kooperasyon, karşılıklı fedakârlık, yabancılara karşı ayırım, grup içinde dostluk, fedakârlık. İnançlara boyun eğmek dinsel ve mitsel pratiklerdir. Agonistik davranış, kavga, dövüş, yarışmadır. Hayvanlar kendi aralarında yarışma ve dövüşme ritüelleri yapıyorlar. Bunun sonunda kendi içlerindeki hiyerarşi
19
belirleniyor. Kim birinci en iyi dişiyi o alır. Ritüel dövüş biçimine dönmez. Dönerse hepsinin yaralanma ihtimali var. Neden yaralansın ki? İnsanlarda birbirilerini yaralamadan güreş vb. Ritüellerle agonistik davranış sergileyebilir. (Futbol vb.) Resource Holding Power (RHP) Kaynakları elde etme gücü. Ritüelle agonistik hiyerarşi, belirlenir. Sonra her biri arasında kaynak paylaşımı olur. Herkes kendi RHP’si ne göre kaynak gücünü belirliyor. RHP düzeyi insanda kendine özsaygıdır. Köyde köyün ileri geleni özsaygısı en yüksek… Yüksek özsaygı fazla kaynak elde etmenin farkında olmaktır. Kral çocuğu olabilirsiniz ancak kral çocuğu olduğunuzun farkında değilseniz RHP yüksek değildir. Düşük RHP yüksek kaynak elde edememenin farkında olmak demek. Düşük RHP, anksiyete ve depresyona duyarlılık demek. (Bunaltı ve sıkıntı yaşanması) Bu boyun eğenler ve kaçanlar düşük RHP’li. Eğitimle RHP’si yetersiz çocukların RHP’si yükselebilir. %60-70 genetik olan bu konunun %30’u eğitimle yükseltilebilir. Çok kaotik toplumda (İstanbul’da) çocuklar hakettiklerinden daha fazla RHP si olabilir. Örn: Paranız varsa yabancı dil eğitimi verdirip potansiyeli olmadığı halde bir ihracatçı firmada çalıştırabilirsiniz çocuğunuzu. Köyde daha zordur. Bu noktada %15 bile çok önemlidir. Tehdit: İnsan tehdit altında, sürekli tehdit var ama algılamıyorsak önemli değil. Tehdidin fazla olması ya da fazla algılanması hastalıklıdır. Buna karşılık sokulma davranışı da kötüdür. Tehditten sonra ya kaçarsınız ya sokulursunuz. Kaçamadığı için sokulma. Dostluk, arkadaşlık, amirine çok yaltaklanma vb. hepsi sokulma davranışıdır. Pavlov; klasik davranışı var: şartlanma. Karşıdaki amir tehdit ediyorsa duyarsız oluyorsunuz. Cezalandırma anlamsız hale geliyor. Dominant bireyler, resesiflerin kaçmasını sağlıyor. Dik dik bakma davranışı sokulma davranışına neden oluyor. Dominant etrafında resesif halkası, bu halkada kölelik bağımlılık dalkavukluk oluyor. Ne kadar dominant olduğunu kişinin çevresindeki resesif insan sayısı belirliyor. Her resesifin gözü merkezdedir. Bazı resesifler dominantın davranışını kapar. Dominantı taklit eder papağan gibi tekrar eder. Başka resesiflere karşı dominantının gücünü kullanır. Dövüşken değil hedonistik toplumlar daha başarılı. Zamanla hedonik ilkeler öne geçecek biz 10 milyon yıl daha yaşasak agonistik davranışı yıkacağız. 10 milyon yıl daha dayanabilecek miyiz? Din ahlak felsefe hedonik yapılanmaların ilkel biçimleridir. Din 6000 yıllık, din de hedonizm var. Bizim genlerimiz kendimizi sever, bizim fenotiplerimiz birbirimizi sever. C-fos proteini sitoplâzmada sentez oluyor, çevreden gelen etkilerle DNA’ya invaze oluyor. Çevre genetik materyali değiştiriyor. İnsana iyi ol deniyor. Bende iyi değilim. İyi olmama potansiyeli var, bu 300 milyon yıllık invazyon… Kaynaklar için yarış olmaması hedonizme gider. Nüfus sınırlanırsa hedonik bir yaşam olabilir. Bakteriler milyar yıldır var. Dünyaya hakim insandan sonra ikinci güç bakteriler, eğrelti otları yok oldular. Beslenemediler ve hepsi öldü. Çok büyümüşlerdi. Çok büyüyenler ölüyor. Çok küçük olmaları bakterileri kurtarıyor. İnsan çok büyümüş durumda… Zor koşullarda en gelişmiş tür yok oluyor. Bir alt türden (örneğin radyasyondan etkilenmeyen) bir memeli yeni bir yaşam kuracak. Bakteri canlılığın bir sigortası… 10 üzeri 3.480 milyon DNA kombinasyon sayısı var. Bu kombinasyonları yazabilmek için 5000 cilt kitap gerekiyor. 1816’da küresel sıcaklık 1 derece düştü. Yeryüzü buzlarla
20
kaplandı. İrlanda’da 65 bin kişi öldü. İnsan türsel olarak yok olabilir. Doğal seçim ihtiyaçlara göre organ yaratıyor. Genlerimiz böyle olduğu için kültür böyle oldu. O onu doğurdu. Kültürel değişim bir umut olabilir. Başlangıçta kültür yetmeyeceği için mecburen zorlamalı yöntemler olacaktır. Sonrasında o yola kültürün bizi değiştirmesi yoluna girmiş olacağız. Agonistik davranış kaynaklar optimumsa çalışır, kaynak az (ise işbirliği) ya da çoksa agonistik davranış sergilenmiyor. Genler kaynağa göre hareket eder. Genlerin davranışları ekonomik sistemi de belirliyor yani.
21
BUGÜNÜN DÜNYASI - YARININ DÜNYASI Dr. Ergin YILDIZOĞLU Bildiğimiz Haliyle Uygarlığın sonu 21 yüzyılın başında, 500 yıllık Batı merkezli ve Kapitalist bir uygarlığın sonuna geldiğimizi düşünüyorum. Ancak bundan önceki dönemlerde olduğu gibi bu uygarlığı bir yenisinin izlemesinin olasılığı zayıf gibi görünüyor şimdilik. Çünkü bu uygarlığın son 30 yılında başlayan yeni bir küreselleşme atılımı – malların ve mali sermayenin ve bilişimin küresel dolaşımında büyük hızlanma- dolayısıyla üretimde tüketimde hızlı bir artış ve tüketim kültüründe hiç görülmemiş bir yayılmacı egemenlik insanlığın kendini kurtararak yeni bir uygarlık inşa etme sansını azaltıyor. Sorun tabii ki üretimden ve tüketimden değil, bunların bu uygarlığa özgün toplumsal biçimlerinden ve bu biçimlerin sosyo-psikolojik ve siyasi etkilerinden kaynaklanıyor. Bildiğiniz gibi uygarlık piyasa sistemi içinde üretime, ücretli emek kullanımına dayanıyor. Daha fazla kar yapabilmek daha fazla biriktirebilmek için sürekli daha da fazla üretmek, ürettiklerini satabilmek için sürekli tüketimi körüklemek, bunun için sürekli yeni gereksinimler ve mallar yaratmak durumunda. Üstelik sık sık da yaptıklarını kendisi yıkıyor ve yeniden yapıyor; bir israf da söz konusu. Aşırı üretilen (talebi olmayan) malların denize dökülmesini, ya da depolarda saklanmasını düşünün. İnsanlar açlıktan ölürken… Bu üretim ve tüketim süreci hızlandıkça (ki, 1970lerden bu yana küreselleşme süreciyle hızlandı) bu üretim ve tüketimi sürdürebilmek için gereken madenlerin, enerjinin çıkarılması, kerestenin sağlanması, suyun kullanılması, gezegenin kaynakları üzerinde dayanılmaz bir basınç yaratmaya başladı. Küresel Isınma Dahası bu üretim ve tüketimin yan ürünleri, atıkları küresel ısınma denen bir gelişmeye neden oluyor ki bu başlı başına, çevre kirlenmesi hiç olmasa bile, su kaynakları, tahıl üretimi, kimi canlıların, gezegenin ekosistemlerinin üzerindeki etkileri ve iklim sisteminde yarattığı istikrarsızlıklar yüzünden uygarlığın sonunu getirmeye yeter de artar bile. Üstelik bu ısınma sürecini geri çevirmek için pek bir zamanımız da kalmadı galiba. Böyle giderse yüz yılın sonuna kadar küresel ısının 6 dereceye kadar yükselmesi bekleniyor. 600 milyon yıl önce benzer bir ısınma tüm canlı türlerinin %95’ini yok etmişti.
22
Bu yılın başında, Birleşmiş Milletler bünyesindeki Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Başkanı Dr. Rajendra Pachauri, çevre kirlenmesinin neden olduğu küresel ısınmanın çok tehlikeli bir düzeye ulaştığını açıkladı. Ardından, bugüne kadar yapılmış, yıllardır veri toplayan en geniş kapsamlı iklim değişikliği araştırması (Oxford Üniversitesi'nde) durumun, IPCC'nin öngörülerinden en azından iki kez daha kötü olduğunu gösterdi. Şubat ayında dünyanın önde gelen 200 iklim değişikliği uzmanı Blair'in inisiyatifi ile Exeter Üniversitesi'nde bir araya geldiler ve ''insanlığın gözlerini kapatmış bir biçimde, dünyanın sonuna doğru yürümekte olduğunu'' savundulari Mart sonunda, altında 95 ülkeden 1300 bilim insanının imzası bulunan bir rapor, dünyanın bir uçurumun kenarına geldiğini, örneğin dünya için yaşamsal 24 ekosistemden 15'inin ciddi ölçüde, hatta belki de onarılmaz bir biçimde hasar gördüğünü ileri sürdü. Bu rapora göre de, 50 yılda özellikle son 20 yılda, ekonomik gelişmeler, aşırı tüketim ve kaynakların hesapsız kullanımı insanlığı bir felaketin eşiğine getirmişti ii. Washington'daki World Watch Institute (Dünya Gözleme Enstitüsü), ilk kez 15 yıl önce, ekonomik koşullarla çevre koşullarını ilişkilendirerek yaptığı değerlendirmede, çevre koşulları açısından dengeli bir toplum yaratabilmek için önümüzde en fazla 40 yıl kaldığını söylemişti. O zaman Enstitünün direktörü Lester Brown (şimdi Earth Policy Institute direktörü), ''Bu kırk yıl içinde başarılı olamazsak, çevre koşullarındaki aşınma ve ekonomik sorunlar birbirlerini beslemeye başlayarak bizi geri dönülmez bir sürece sokacaktır'' diyordu iii. Tüm bunlar pratikte, ani ve şiddetli yağışların, gittikçe sıklaşan sel felaketlerinin, sertleşen ve mevsim dışında oluşan fırtınaların günlük yaşamı alt üst etmesi, büyük can ve mal kaybına yol açması anlamına gelmektedir. Kutuplardaki buzların erimesi, dünyanın çeşitli yerlerindeki örneğin en son Afrika’nın efsanevi dağı Klimanjaro tepesinde olduğu gibi, gittikçe küçülen buzullar, bir taraftan denizlerdeki su seviyesinin hızla, belki de 50 yıl içinde ortalama 5 metre ye kadar bir artışa, yol açarak kentlerin sular altında kalmasına, tatlı su kaynaklarını kirletmesine neden olabilecekken. Diğer taraftan, erime ile ısınma, içme suyu kaynaklarının giderek azalmasına, doğal rezervuarlardaki su düzeyinin düşmesine yol acıyor. Bu arada yağmurlar, okyanusa asitli suları giderek daha büyük hızda taşıyarak, okyanusları giderek yaşanmaz hale getiriyor. Okyanusların yaşanmaz hale gelmesi bir yana, tatlı su seviyesinin gerilemesinin iki, çok önemli sonucu var: Birincisi tahıl üretimi olumsuz etkileniyor. Bu tahılların büyüme mevsimlerinde hava sıcaklığındaki ani ve anormal artışlarla birleşince (örneğin 1 derece artış, Lester Brown - Earth Enstitute- verimde %10 gerileme yaratıyor) Gıda arzının en azından, hızla artmakta olan nüfusun tüketim talebini
i
The Guardian 06/02/05
ii
The Independent, 30/03/05
iii
Alternet, 03/02/2005
23
karşılayamayacak düzeyde seyretmesine neden oluyor. Arz ve talep makası giderek açılıyor. Uygarlıkların Seçenekleri Şöyle de bakabiliriz: Bu 500 yıllık kapitalist uygarlık ulaştığı noktada, yalnızca kendini değil gezegendeki canlıların da varlığını tehdit eden bir döneme girmiş gibi görünüyor. Diğer taraftan, tarihte çöküş tehlikesiyle karşı karşıya gelen ilk uygarlık biz değiliz. Bu yüzden daha öncekilerin deneyleri öğretici olabilir. Neden geç kalıyorlar? Prof. Jared Diamond’un kapsamlı ve büyük ilgi çeken Collapse: How societies Choose to fail or succeed (Çöküş: Toplumlar başarılı yada başarısız olmayı nasıl seçiyorlar) başlıklı kitabı bu soruya tarihsel bir cevap arıyor. Bulduğu cevap çok anlamlı… Çöküşler her zaman toplumun kendi varlığını sürdürmesine olanak sağlayan doğal koşulları tüketmesiyle başlıyor. Peki, o toplumun egemen sınıfları, yöneticileri neden tehlikeyi göremiyor, gereken tedbirleri alamıyorlar? Diamond’un bulguları bizim için hiç yabancı değil, o nedenle de çok korkutucu: Yönetici sınıfın üyeleri dikkatlerini, zenginleşmek, birbirleriyle rekabet etmek, savaşlar, anıtlar dikmek, tüm bu etkinleri desteklemek için köylüyü, üreticiyi mümkün olduğunca çok sömürmek gibi kısa dönemli hedefler üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Bir uygarlık, gelişmesinin zirvesine ulaştıktan sonra, çoğu zaman 10-20 yıl gibi çok kısa bir sürede çökebiliyor. Diamond bu gün egemen olan uygarlığın böyle benzer bir sürece girdiğini söylüyor. Kimi egemen sınıflar da, duruyor, güçlerini birleştiriyor ve ellerindeki kaynakları çevrenin yeniden inşasına, kaynakların yenilenmesinde kullanıyorlar. Bunlar Yok olmuyor. Birincisine iyi örnek Solomon adaları, İkincisine de Shogun savaşları ertesinde Japonya’dır. Bakalım biz ne durumdayız: Küresel serbest piyasa kurma projesi, Dünya Ticaret Örgütü, IMF programları derken, geçen 20-25 yılda meta üretimi, dolaşımı ve tüketimi, bunları taşıyan kültürel biçimlerle birlikte, daha önce ulaşmadıkları yerlere de ulaşarak hızla yaygınlaşmaya, derinleşmeye başladı. Tüketim hızla arttı. Ancak, Dünyada hala yaklaşık 3 milyar insan (toplam nüfusun neredeyse yarısı) günde bir dolardan daha düşük bir gelir düzeyinde yaşamaya çalışıyor. Bunların 1.1 milyarının ise temiz suya bile erişimi yok. Öyleyse tüketiciler bunlar olamaz. World Watch Institute’ün TV, telefon, internet, ve bunların taşıdığı düşüncelere erişen nüfus üzerinden saptadığına göre 1.7 milyarlık bir küresel tüketici sınıf söz konusu ( toplam nüfusun% 30’ün altında). Bunların tüketim kapasitesi 1960’larda 4.8 trilyon dolardan 2000 yılında 20 trilyon doların üzerine çıkmış. Küresel ısınma, 1970’lerin ikinci yarısından bu yana giderek hızlanmış, Birleşmiş Milletler World Water report’a göre dünyada kişi başına düşen temiz su miktarı 1970’te 13,000 metre küpten 2003’te 6,600 metre küpe gerilemiştir. LÜTFEN ZAMAN DİLİMİNE DİKKAT
24
Tüketicilere dönersek: Dünya nüfusunun yalnızca %11.6 sının yaşadığı ABD, Avrupa ve Kanada dünya tüketiminin %60’ını gerçekleştiriyor. Nüfusun %45’inin yaşadığı yoksul ülkeler ise % 7.9’unu. [i] Bir tablo: [Yıllık toplam Co2 üretimi, Gigagrams) Ülkeler
1990
2000
3,341804
3,324,800
Kanada
471,563
571,427
ABD
4,998,516
5,840,039
Rusya
2,372
----
Avrupa Topluluğu
İşte bu tüketim kapasitesini karşılamak içinde gezegendeki doğal yaşam kurban ediliyor. Biraz yakından bakalım: Sömürgecilik döneminin başında, Conquistadors, ve onların izinden gidenler bir çok ülkede yerli halkı soykırımlarda imha edene kadar sömürdüler, madenleri talan ettiler. Modern Dünya Kapitalist uygarlık böyle başladı küreselleşme sürecine, kendine uygun, sürekli bir mekan oluşturmaya. Ancak 1980’lerden bu yana Neoliberal politikaların (serbestleşme özelleştirme) GATT- Dünya Ticaret Örgütü’nün, çok uluslu şirketlere getirdiği hareket serbestliği ve yeni imtiyazlar, IMF’nin mali baskılarıyla başlayan talan genelde, işgale ve askeri güce dayanmadığı için de pek fazla dikkat çekmiyor. (Afganistan-Irak yeni savunma stratejisi, Pentagon İklim krizi raporu bunun da değişmeye başladığını düşündürüyor). Ama, yine de bu Conquitador’ların başardığını kat kat aşan, bir talan bu kez yapılan CUŞ’leri altın, bakır, uranyum, petrol, kereste gibi alanlarda görüyoruz ve bu talan sürecinde oluşan kirlenme milyonlarca insanın sağlığını tehdit ediyor, su rezervlerini kirletiyor, toprağı zehirliyor, ekolojik sistemin yıkımına katkıda bulunuyor ii Şimdi düşünelim: En Yoksul kesimin de dünyanın geri kalanının yaşam düzeyini istemeye hakki yok mu? Var! Peki ya buna ulaşırsa, bu tüketimi nasıl sürdürülebilir. Hadi canim bu olacak iş değil derseniz haklısınız derim, Küreselleşmenin dışına düşmüş Afrika’da tüketimin arttırılma şansı yok. Ancak… Doğu Avrupa’da 100 milyon insan 10-15 sene içinde Avrupa’nın ortalama tüketim düzeyini yakalayacak. Yakalatacaklar…
i
State of the World 2004, World Watch Institute.
ii
Hidden Shame of the multinationals
25
Sonra Çin ve Hindistan var. Bu ikisinin petrol ithalatı da hızla artıyor. Çin tahıl ithal etmeye başladı. Daha somut elle tutulur bir veri: Bu gün Çin’de 20 milyon otomobil var 2050 yılına kadar 120 milyona çıkacak bu sayı. Buna TV, Cep telefonu, ev için kereste, sanayide kullanmak üzere madenleri ve suyu ekleyin. Sonra bu üretimin ve tüketimin Karbondioksit, Klor gazları etkisini, atıkların çevre kirlenmesine getireceklerini düşünün. Sanırım durum çok açık. Uygarlık ilerledikçe (buna ilerleme denirse) kendi zemini aşındırmaya devam ediyor. Ama bu aşınma salt maddi gereksinimler, hava, su gıda kaynaklarıyla sınırlı değil. Piyasa ekonomisinin yayılmasının başka etkileri de ve özellikle toplumsal doku üzerinde. 1946’da Polanyi büyük dönüşüm kitabında, geçmiş yüz yılın deneyimlerine bakarak, Serbest piyasa’nın için kendisini kucaklayan toplumsal ilişkileri ve doğal çevreyi tahrip ettiğini yazıyordu. 60 yıl sonra biz yine ayni yere geldik. Kimse bizi uyarmadı demeyelim. Tarihçi John Lukacs i, Kent yaşamı araştırmacısı, Janet Jacopson’da ii uygarlığımızın karanlık çağlara gittiğini düşünüyorlar. Çünkü uygarlık kendisini destekleyen ve yeniden üreten kurumları hızla yıpratıyor. Örmeğin: Devlet yönetimi (kamu alanları- vergi sistemi- para sistemleri, demokrasi), Aile, kişisel özel alanlar, Eğitim (özellikle akademik eğitim), Okuma alışkanlığı, Bilimsel metodolojide sulanma, (rasyonalizme saldırı, sosyolojizm, rölativizm -relativism-, teolojik baskı) Tarih bilincinin zayıflaması, Ben buna “Gelecek” kavramının ortadan kalkmasını eklemek isterim bu noktada Kentlerin hızla yaşanmaz hele gelmesi Tüm bunlar kent soylu uygarlığın çökmekte olduğunu gösteriyor bu iki düşünüre göre. Bu kapitalist uygarlığın toplumsal ekonomik yaşam tarzı, geçtiğimiz 30 yıl içinde, özellikle, 1970’lerde ortaya çıkan bir aşırı üretim krizini aşmaya yönelik küresel bir serbest piyasa kurma projesinin etkisiyle daha da yaygınlaştı, yoğunlaştı, ritmi daha da hızlandı. Bu gün bu yaşam tarzını yayan ve yeniden üreten kültürel formlar, normlar, yeni iletişim teknolojilerinin etkileriyle, yeni ticaret anlaşmalarının, açtığı pazarlarla, kısa döneme kitlenmiş, fazla sermayenin piyasadan piyasaya koşarken, spekülatif fonların kışkırttığı talep sayesinde hızla yayılıyor. i
The Chronicle review, 26 Nisan 2002
ii
Dark Ages Ahead, 2005
26
Latin Amerika’nın, Hindistan ve Çin gibi dünyanın en kalabalık ülkelerinde, bu arada Türkiye’de de tabi yoksul nüfusun çok büyük bir kısmı daha şimdiden, TV’deki dizilerde gördükleri bir yaşam tarzına, tüketim toplumuna, metalara ulaşmak için sabırsızlanıyorlar. Bir kısmı kalkıp yollara düşüyor, bu metaların ve yaşam tarzının olduğu Batı’ya gelmek için. İnsanların beklentilerini yükselten bu uygarlık, sıra karşılamaya gelince, insanları ellerine, içine beş mermi konmuş birer altı patlar revolver vererek onları, küresel piyasada Rus ruleti oynamaya davet ediyor. Bu sırada yine bu toplumsal yaşam tarzına uygun, onu destekleyecek bireylerin (öznelliklerin) sayısı hızla artıyor. Çünkü, bireyleri, her türlü yerel dayanışma ağları, kamu alanları yıkılarak meta ilişkisi içine çeken süreçler, bu sırada onların öznelliklerini de parçalayarak yeniden, meta ilişkilerine uygun bir biçimde yapılandırılıyor. Hatta öyle ki, dünyanın bir çok bölgesinde bireyler, kitlesel tüketimin normlarına, ve alışkanlıklarına, daha kitlesel üretime girmeden, bu alışkanlıkları tatmin edecek malların dalgası onların sahillerine ulaşmadan, TV ve Internet gibi iletişim araçlarında sunulan imajların yarattığı özdeşleşme süreçleri içinde, bu malların vaat ettiği hazlara bağımlı hale geliyor, heyecanla bu metaları beklemeye başlıyorlar. Kendilerine bunları vaat eden siyasi projeleri desteklemeye yöneliyorlar. Hümanist Popülizmin şiddetle eleştirildiği ortamda bir piyasa popülizmi egemen oluyor. Genel, kuş bakışı bir yaklaşım, insanlığın önünde ancak küresel çapta, ve kolektif davranışa öncelik veren bir yaklaşımla ve doğru planlanmış bir eş güdümle alınacak önlemlerin çözebileceği sorunların gittikçe ağırlaşarak biriktiğini gösteriyor. Ancak, acı olan şu ki bu uygarlık, halen, bu sorunlara elbirliği ile çözüm bulabileceği bir noktadan hızla başka bir noktaya doğru ilerliyor. Birincisi, gittikçe keskinleşen, jeopolitik çelişkiler uluslararasında karşılıklı güveni hızla eritiyor, karşılıklı kuşku yaratıcı, hatta düşmanca eğilimleri güçlendiriyor, şoven milliyetçiliği, militarizmi azdırıyor. Dolayısıyla uluslararası işbirliği olasılıklarını zayıflatıyor. İkincisi, ekolojik sistem bozuldukça, kaynak savaşları yoğunlaştıkça, yükselen ekonomik göçmenlik dalgaları, kıyısına vurdukları bölgelerde, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerde, yabancı düşmanlığını, ırkçılığı canlandırıyor, şoven milliyetçiliği güçlendiriyor. Üçüncüsü, küresel serbest piyasa kuruma projesi içinde meta kültürü, merkez ülkelerde derinleştikçe, çevre ülkelerde hızla yayıldıkça, insanları, bireycileştiren, hemen tatmin edilebilecek, ve edilmeyi bekleyen hazlar üzerinde odaklaşmaya iten, uzun dönemli amaçlara, genel, ortak çıkarlara bakmalarını önleyen bir etki yapıyor. Onların bireysel yaşam ufuklarını aşan, çözmek için kolektif inisiyatif gerektiren uzun dönemli hedeflere gözlerini kapatıyor, ilgilerini azaltıyor. Geçen 20 yılda yaygınlaşan, sinik, “her şeyi biliyorum ama hiçbir şeyin değişmeyeceğini de”… ya da “biliyorum ama yapmaya devam ediyorum” gibisinden bir postmodern yaklaşım da, bu ilgisizliğe, teslimiyeti de felsefi kültürel mazeret, anında tatmin edilecek hazlara yönelmeyi yücelten de etik bir zemin sağlıyor.
27
Bu madalyonun öbür yüzündeyse, metaların peşinde koştukça daha da faza yalnızlaşan, yaşamlarına, metalar dünyasını aşan, “yücenin yerine konacak şey” düzeyine yükseltebilecekleri bir anlam arayan insanların sayısı hızla artıyor. Bu insanlar, geride bıraktığımız 30 yılda, post modernizmin eleştirileri altında prestiji sarsılan bilimsel düşünceden, rasyonalizmden umutlarını kestikçe, mistik ve dini anlamlara yönelmeye başladılar, böylece kurtuluşu kendi ellerine almaktan, bu dünyada aramaktan vazgeçerek bir başka dünyaya ertelemeye, “kopuş” anını beklemeye başladılar. Geleceği kurmaya çalışmak yerine… Tüm bu eğilimlerin kesiştiğin noktada son derece tehlikeli, hatta “çözümsüz” bir konjonktür oluşuyor. Ekolojik sistemdeki, ekonomik düzeydeki, insanların düşünce ve inanç sistemlerindeki gelişmelerin ulaştığı düzeye bakınca, bunun içinden çıkmak için hala bir zamanımızın kalıp kalmadığı dahi artık belli değildir. Ancak insana yakışan, eğer yok olma yoluna girdiyse, hiç olmazsa bunu geri çevirebilmek için aklını ve enerjisini son bir kez daha kullanmaya çalışmaktır. Bu sunuşun arkasındaki etik zemin işte bu…
28
DÜNYA JEOPOLİTİĞİ: BUGÜN VE YARIN Doç. Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU İki kutuplu siyasal sistemin çözülmesinden sonra, taşları henüz yerine oturmamış dünya siyasal ortamı, geçmişin blok bağımlılığının aksine daha çok ulusal çıkarların yörüngesinde şekilleniyor. Ülkeler yeni durumun nabzını tutmaya çalışarak, konumlarını, davranış biçimlerini kendi ulusal çıkarları doğrultusunda belirleme gayretindeler. Özellikle; Atlantik’in iki yakası arasında yeni ilişki dinamiği bu çerçeve içinde cereyan ediyor. Türkiye ise; Soğuk Savaş bitmemiş gibi davranan, blok bağımlılığından sıyrılamamış, yeni döneme ilişkin henüz konumunu belirleyememiş, gelecek hedeflerini saptayabilme iradesine kavuşamamış bir görüntü sergiliyor. Oysa her geçen gün Türkiye, Soğuk Savaş sonrası sürecin egemenlik, paylaşım, bağımlılık ve çekişme ortamının içine çekiliyor. Bu durum Türkiye’nin her zamankiden çok daha yaşamsal düzeyde ulusal politika ve stratejilere yönelmesini zorunlu kılıyor. Çevresinde yaşananlar (parçalanmalar, işgaller...) ve karşı karşıya kaldığı ekonomipolitik sorunlar giderek Türkiye’nin geleceğini belirleme tehlikesini yaratıyor. Oysa sahip olduğu coğrafi konumun jeopolitik değeri, yeni dönemin “Avrasya odaklı stratejilerde Türkiye’yi merkez konumuna taşıyor. Ortaya çıkan bu görünümü anlamak ve neleri nasıl yaşamaya zorlandığımızı kavrayabilmek adına Soğuk Savaş sonrası sürecin niteliği anlaşılmalıdır. İçinde bulunulan ucu açık bu süreç; başlangıcından günümüze önemli ara kesitler yaratarak, süreci kavramamıza olanak sağlayacak nitelikte veriler üretmiştir. Önemli kırılma noktalarına isabet eden bu ara kesitler beş başlık altında toplanabilir. Birincisi; 1991 Körfez savaşıdır. Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan ABD müdahalesiyle belirginleşen birinci ara kesit, yeni döneme ilişkin çeşitli veriler üretmiştir. ABD başkanı G. Bush Ortadoğu’da yeni konumlanma edinerek “Yeni Dünya Düzeni” kavramıyla dünyaya ABD egemenliğini ilan etmesi Yeni dönemde Atlantik’in olasılığının belirginleşmesi
iki
yakası
arasında
ekonomi-politik
ayrışma
AB içinde ortak dış politika belirleyebilme yeteneğinin kolay olamayacağının anlaşılması Dış politika ve askeri zeminde İngiltere’nin kıta Avrupa’sı yerine Anglo-Sakson ittifaka eğilimli olduğunun görülmesi Uluslar arası hukukun “içişlerine karışmama” ilkesinin yeni dönemde zedeleneceği ve buna göre kim ne adına, nasıl ve neye dayanarak “karışabilir” olacağının tartışmalı kılınması
29
Buna bağlı olarak yeni dönemde karşıtı dağılan NATO’nun ne olacağı ve BM’nin yeni rolünün nasıl biçimleneceğinin tartışılması Yeni dönemin çekişme atmosferinin, doğal kaynak, pazar ve piyasa egemenliğine dayalı boyutlanacağının anlaşılması Bu çekişmenin Soğuk odaklanacağının anlaşılması
Savaş
sonrasının
“jeopolitik
boşluklarına”
İkinci ara kesit Balkanlar’daki savaştır. Yeni döneme ilişkin Balkanlarda yaşananlar ve sonrası önemli sonuçlar üretmiştir. Soğuk Savaş sonrası yeni güç ilişkileri bakımından Balkanlar’ın; “Yeni Dünya Düzenine” laboratuar hizmetinde bulunması. Küresel güçlerin (özellikle ABD-Avrupa) yeni dönem rollerini Balkanlar üzerinden konumlandırması Balkanlar’ın yeni dönemin “model coğrafyası” yapılması.(Parçalı, mikro milliyetçiliğin desteklendiği, kaos ve karmaşanın müdahale edebilmeye haklılık kazandıracağı bir model) Varlığı ve konumu sorgulanan NATO’nun imdadına Bosna ve Kosova’nın yetişmesi, NATO’nun meşruiyet sorunu aşılması, yeni görev alanları ve yeni tehdit algılamalarıyla yoluna devam edeceği duyurulması ABD’nin, Balkanlar üzerinden Avrupa’nın (Özellikle Almanya ve Fransa ) güvenlik boyutunu ve askeri yeteneğini sorgulaması. NATO’dan ve kendisinden bağımsız davranabilme becerisini sınaması Üçüncü ara kesit kurumsal düzenlemeler ve yeni mekansal örgütlenmelerdir. Bu ara kesitin yansıttıkları da şöyle sıralanabilir; Bir yandan ticaret serbestleşmesine yönelik, gümrük tarifelerinde indirime gidilmesi, miktar kısıtlamalarının kaldırılması, korumacılığın kısıtlanması gibi konular kurumsal bağlayıcılığa dönüştürülürken (Dünya Ticaret Örgütü/ DTÖ) bir yandan da bu durumla çelişen uygulamalarla ekonomik gelişmişlik düzeyine dayalı iki farklı dünyanın kalıcılaşmasına yol açılması. Uluslararası sermaye hareketlerinin hızlanması, akışkanlaşması, hacimli hale gelmesi ve bu durumun kırılgan, altyapısı güçlü olmayan, ulusal ekonomisi zayıf ülkeler için istikrarsızlık öğesi durumuna gelmesi ve bu tablonun varlığına rağmen Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (Multilateral Investment Agreement - MAI) gibi düzenlemelerde ısrarcı olunması ve küresel barışı zedeleyecek eşitsiz gelişimin giderilememesi. Doğu-Batı ideolojik karşıtlığının yerini Kuzey-Güney ya da Merkez-Çevre ekonomik eşitsizliğinin alması. Bu ayrışmanın zemininde gelişmişler dünyası uluslar arası ekonomi, hukuk ve siyasette yeni roller ve kurallar belirlerken, kendi dünyasında da rekabet ortamını büyütüyor olması
30
Gelişmişler dünyası içinde rekabeti simgeleyen “bölgeselleşme” hareketi, NAFTA’yla, AB’le ve Japonya eksenli Pasifik örgütlenmeleriyle, “ticarî bloklaşma” niteliği gösteriyor olması “Ticarî bloklaşma” niteliğiyle “bölgeselleşme” hareketi, özellikle gelişmişler dünyası için artan ticarî rekabet koşulları içinde ulusal pazarların korunması adına yürütülüyor olması. Böylelikle küresel açılımların karşısında ulusal çıkarların korunmasına yönelik güç birlikteliğinin boyutlanması. Büyük güçlerin (ABD, AB ve Japonya) eksenleri etrafında oluşan, Soğuk Savaş sonrasının “bölgeselleşme” ya da “ticarî bloklaşma” oluşumlarının jeopolitik ve jeostratejik nitelikler taşıyan, mekânsal örgütlenmeler olarak biçimlenmesi ve buna dayanarak yeni dünya düzeni arayışında küresel güç mücadelesinde belirleyici unsurlar olarak işlevselleşmesi. IMF ve Dünya Bankasının, yeni dönemde birbirine daha çok benzemeye ve eklemlenmeye başlaması. Kredi ilişkilerinde zengin Kuzey ülkeleriyle yoksul güney arasında kaynak transferi yapan aracı kurum niteliğine bürünmesi. (Bu transferin yönü güneyden kuzeye doğrudur. Bu noktada; Tony Blair’in danışmanı İngiliz diplomat Robert Cooper’ın ortaya attığı “Postmodern Sömürgecilik” yaklaşımı Soğuk Savaş sonrası IMF ve Dünya Bankasının rolünü anlamak adına oldukça çarpıcıdır. Cooper’a göre yeni dönemde boyutlanan “Postmodern Sömürgecilik” iki işleyişe dayanır. Birincisi,”komşuların sömürgesidir”. İkincisi ise;”gönüllü sömürgeciliktir”. İkincisinde ülkeler gönüllü olarak IMF ve Dünya Bankası gibi kurumları ülkelerine çağırırlar. Bu gönüllük içinde davranan kurumlarda postmodern sömürgeciliğin aracı kurumları olarak görevlerini yaparlar.) Dördüncü ara kesit 11 Eylül saldırılarıdır. Kimin, nasıl bu saldırıları gerçekleştirebildiği konusunda kim, ne denli yeterince ikna olmuştur bilinmez ama bir şey açık olarak algılanmıştır ki; ABD bu saldırılardan yararlanmasını bilmiştir. 11 Eylül sonrasında sürece yansıyanları şöyle sıralayabiliriz; 11 Eylül sonrası ABD, ”küresel terörizm” kavramını ortaya atmıştır. Ancak bu kavramın içi yeterince doldurulamamıştır. Kimdir? Nereden beslenir? Hangi mekanizmayla çalışır? Dünyadaki dağılımı nasıldır? Kimi ne kadar etkilemektedir? Tüm dünyanın ve insanlığın ortak bir tehdit boyutu mudur? Tüm bunlara yeterince yanıt verilmedi ve zihinlerde korku ve belirsizlik iç içe yaratıldı. Oysa kriz kaynaklarının anatomisinde terör bir amaç değil araçtır. Temel amaca ulaşmak adına kullanılan bir araç. Dünyadaki terörün ve terör kaynaklarının beslendiği sorunlar problemin asıl kaynağıdır. Buna göre dünyanın “temel güvenlik denklemini” oluşturan tüm kriz öğeleri teröre araçsallık kazandırmaktadır. Terörizm küresel bir sıfat kazandıysa bununla mücadele için ilk akla gelen kurum Birleşmiş Milletler (BM) olması gerekirken ABD kendini BM yerine koymuştur. BM’nin yeni döneme uyumunun sağlanması, yeni tehdit kaynaklarına karşı mücadele gücü kazandırılması, dünyanın kalıcı ve adil bir barış ve gönenç ortamına kavuşması gerçekten arzulanıyorsa BM’nin daha etkin ve belirleyici bir örgüt haline getirilmesi gerekirken bu yol yeğlenmeyerek, ABD kendi çıkarları doğrultusunda bir dünya şekillenişini dayatmayı benimsemiştir.
31
Soğuk Savaş sonrası ABD, yeni dönemi “Amerikan merkezli” kılabilmek adına bir dizi çaba içine girmiştir. Öncelikle birkaç tez ortaya atılarak, ABD egemenliğinin kabullenilmesine çalışılmıştır. Birer sipariş ürünü gibi ortaya atılan bu tezlerin ortak noktası, ABD karşısında küresel bir başka gücün oluşumunu engellemek, yok saymak ve dünyayı tek kutupluluğa tutsak etmektir. Örneğin Prof. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi, Prof. Huntington’ın “Medeniyetler arası çatışma” tezi ve Prof. Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” tezi ABD’nin yeni konumunu ulaşılmaz göstererek, egemenliğini mutlaklaştırmaktadır. 11 Eylül sonrası özellikle “medeniyet arası çatışma” tezi yeniden öne çıkartılarak, dünyanın yeni çelişkisinin uygarlıklar arasında olduğu bunun için özellikle İslam’ın Batı uygarlığıyla bir çatışma içine girdiği ve böylelikle terörizmin kaynağı haline geldiği iddiası yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Buna dayanarak da İslam coğrafyasına yönelik jeopolitik projeler geliştirilerek, işgaller ve müdahaleler meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Doğal kaynak zenginliği üzerinde oturan İslam coğrafyası için düşünülen projeler yerin üstünden çok altıyla ilgilidir. Bu noktada tarih felsefecisi A. Toybee’nin yaklaşımı konunun anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Toynbee’ye göre; bir güç ayakta durabilmek, gücünü pekiştirmek ve artırabilmek için ve sürekli uyanık ve diri kalabilmek için gücü belli olan bir unsurun karşıtlılığına gereksinim duyar. Bu unsurun gücü ise, onu uyanık ve diri tutabilecek kadar olmalı ama onu aşabilecek kadar yüksek olamamalıdır. İşte ABD’nin tehdit olarak algıladığı ve yeni karşıtlık (Sovyet sonrası) olarak benimsediği (ve tüm dünyanın ama özellikle Avrupa’nın da benimsemesini istediği) unsur böyle bir niteliktedir. Oysa asıl amaç doğal kaynak, pazar ve piyasa egemenliğinin sağlanmasıdır. Böylelikle rakip bir gücün ve güçlerin yükselmesi engellenmiş olacaktır. 11 Eylül sonrası geliştirilen ABD’nin yeni “ulusal güvenlik stratejisi”(Bush doktrini), bu amaca hizmet içindir. İki önemli boyutu öne çıkmaktadır. Birincisi, Küresel düzeyde olası bir rakibin oluşumunu önceden önlemektir. İkincisi ise; ABD’nin etkisinde olamayan bir bölge gücünün, çevresinde yeni bir dayanışma ve ittifak zemini yaratmasını önceden durdurmak. Böylece yeni dönemin “mekansal egemenliğini” sağlamak ve biriken ve sıkışan sermayeye yeni mekanlar üretmek. Bunun için geliştirilen “önleyici vuruş” kavramı, tehdit olarak algılanan unsurun veya ülkenin henüz tehdit olarak boyutlanmadan ve henüz algılanma düzeyinde vurulabilme hakkını ifade etmektedir. Yani uluslar arası hukuku hiçe saymaktır. Keyfiliği, çıkarları uluslararası barışın ve hukukun önüne koymaktır. Haklı olanın değil güçlü olanın kazanmasını gerekli kılmaktır ve bunun da olağan karşılanması istemektir. Beşinci ve son ara kesit Afganistan ve Irak işgalleridir. 11 Eylülü gerekçe göstererek ABD önce Afganistan sonra ABD’ye müdahale ederek, egemenliği altına almak istemiştir. Bu işgal süreci bugünü ve yarını anlamak adına birçok veri üretmiştir. Asıl hedef Avrasya coğrafyasında egemenliği ele geçirmektir. Bunun için önemli jeopolitik boşluk alanlarını ve jeopolitik eksenleri denetim altına almak, Avrasya’da ittifak zeminlerini bozmak, Avrasyalı güçlerin bir araya gelme iradesini kırmak ABD için öncelikli stratejidir. Avrasya’nın doğal kaynak, pazar ve piyasa olanakları bu egemenlik hevesinin kaynağıdır. Ayrıca Avrasya coğrafyasında yeni güç ilişkileri ve güç oluşumları ABD için kaygı vericidir. Çin’in önlemeyen büyüme hızı (son 10 yılda ort. 7),yeni ittifak arayışları (Şanghay İşbirliği Örgütü gibi), Avrupa’nın Almanya ve
32
Fransa ekseninde küresel düzeyde dengeleyici bir yönelişe girmesi (Euro-dolar çekişmesi ), Rusya ve Hindistan’ın ekonomi-politik düzeyde toparlanmaları gibi bir dizi yeni gelişmelerin önüne geçebilmek, çok kutuplu dünya tezini ortadan kaldırmak adına ABD Avrasya’ya seferler düzenlemeğe karar vermiştir. Savaşı temel yöntem olarak benimseyen bu seferler için ABD, kendiyle yarışırcasına silahlanmaya yönelmiştir. Askeri bütçesindeki artışlar Clinton döneminde de belirgindir. Örneğin Kongre aracılığıyla 1999-2003 yılları için 112 milyar dolarlık bir artış gerçekleştirmiştir. Bush döneminde ise ulusal savunma bütçesi 2001’de (11 Eylül’den önce onaylanmıştır). 304 milyar dolara ve 2002’de 351 milyar dolara yükseltilmiştir. 2003’te 396 milyar dolara çıkartılacak olup, 2007’de 470 milyar dolara erişeceği resmi olarak öngörülmüştür (Claude Serfati, Cosmopolitic, Sayı: 6, 2003). ABD, Amerikan merkezli bir dünya oluşturabilmek için Avrasya odağında yeni bir siyasal atlas yaratmak istemektedir. Genişletilmiş Ortadoğu bunun öncelikli ve en titiz paftasıdır. Bu pafta içinde Irak model ülkedir. Federatif, parçalı, üniter yapısı dağılmış özellikleriyle yeni Irak, diğer üniter yapıdaki ülkeler içinde düşünülen bir modeldir. Ama Irak direnmektedir. Her türlü insanlık dışı gelişmelere rağmen Irak direnci kırılamamıştır. Özgürleştirme, demokrasi, Saddam, kitle imha silahları gerekçelerinin arkasında sömürgeleştirme hedefi olduğu, bunun için kadın çocuk demeden sivil halkın üzerlerine “insan haklarının ve demokrasinin” binlerce ton misket bombaları olarak yağdırıldığı gerçeği tüm çıplaklığıyla ortadadır. Tüm bu ara kesitlerin bizi taşıdığı bugünkü noktada, Avrasya coğrafyasında yürütülmek istenilen bir projeyle yüz yüzeyiz. Büyük veya genişletilmiş Ortadoğu projesi (BOP) ABD’nin Afganistan ve Irak’la başlayıp, devam etmesi düşünülen jeopolitik adımların devamıdır. Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye BOP, ABD’ye bağımlı, denetimi yeni dönemin koşullarıyla uyumlu yeni coğrafi sınırlar oluşturma aracıdır. İlginin yoğunlaştığı Avrasya, yeni egemenlik arayışlarının coğrafyasıdır. Türkiye bu coğrafyanın jeopolitik ve jeostratejik açıdan merkezindedir. Fas’tan Çin sınırına kadar uzanan genişletilmiş Ortadoğu’nun jeopolitik bölgelerinin kesişme alanı Türkiye’dir. Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Karadeniz havzasından, Akdeniz’e, Hazar’dan Basra körfezine uzanan jeopolitik eksenler için Türkiye, jeostratejik merkez durumundadır. Bu özellik Türkiye’yi, Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) içinde odak ülke haline getirmektedir. Zaten projenin yürütücüsü sıfatıyla ABD’de de, Türkiye’yi BOP içinde odak ülke olarak görmek istemektedir. Ancak bu odaklanmanın Türkiye’den iki beklentisi vardır. Birincisi, Türkiye’nin askeri gücünün BOP için mızrak ucu olarak kullanılmasıdır. İkincisi ise, BOP’un sivil etkinliğine yönelik olarak “reform” söylemi için Türkiye’nin model haline getirilmesidir. Ancak modellik, Türkiye’nin ulusal bağımsızlık ve ulus egemenlik temeline dayanan Cumhuriyet kimliği yerine “ılımlı İslam” nitelendirilmesine yöneliktir. Nitekim bu kavramı, Türkiye üretmemiştir. Yapay bir nitelemedir ve büyük ölçüde politik bir laboratuar ürünüdür. Bu yönüyle “ılımlı İslam” dinsel değil, siyasal bir nitelemedir ve ABD kaynaklıdır. Bu kavramın öne çıkartılmasının iç içe geçen iki nedene dayandığı söylenebilir. Birincisi, Türkiye’nin laiklik duyarlılığı yüksek çevrelerine yönelik “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” çabasıdır. İkincisi, Türkiye’nin ulusal bağımsızlık ve ulusal
33
egemenlik temeline dayalı anti-emperyalist Atatürkçü çizginin zayıflatılarak, hem Türkiye için hem de Avrasya ulusları için yeniden ilham kaynağı olmasının ve direnme gücüne yeniden ışık tutmasının engellenmesidir. BOP için Türkiye’den istenilen bu iki rol; Türkiye’yi projede hem hedef ülke haline getirmektedir hem de projenin yürütülmesinde taşeron kılmaktadır. BOP, aslında Avrasya coğrafyasında “mekanın özelleştirilmesi” seferidir. Bu “özelleştirme harekatı”, yer yer kanlı yer yer de kansız bir biçimde yürütülmektedir. ABD’nin”yeni imparatorluk stratejisine” göre; Avrasya jeopolitiğinin omurgasını oluşturan Fas’tan Çin sınırına kadar uzanan geniş coğrafi alan, BOP’un “mekansal özelleştirme harekatı” marifetiyle tek pazar haline gelmelidir ama parçaları küçük olmalıdır. Buna göre federatif yapılar, küçük devletçikler yaratılmalıdır. Pazarlık güçleri kırılmalıdır. Enerji ve doğal kaynaklar üzerinde daha zahmetsizce egemenlik kurulabilmelidir. Bu durum bölgeye ABD’nin imparatorluk edasıyla davranmasının yansımalarıdır. Amerikan merkezli BOP; Birinci Dünya Savaşı sonrası genişletilmiş Ortadoğu’ya yönelik Avrupa merkezli siyasal atlas oluşturma çabasının bugünkü karşılığıdır. Benzer refleksle yaklaşılmaktadır. Sınırlar yapay kabul edilmektedir. Mevcut sınırlar üzerinde adeta tasarruf hakkını kendinde görerek, kendi çıkarları doğrultusunda yeni oluşumlar hedeflenmektedir. Bu stratejiye yaslanan BOP, bölgenin üniter yapılı ulus-devletlerinin toprak bütünlüğüne saygılı, özenli ve duyarlı değildir. Aksine ABD (Anlaşma sağlanma halinde Atlantik/Batı) merkezli yeni siyasal atlas oluşacaksa öncelikle büyüklükleri sorun olarak algılanan üniter yapılar çözülmeye çalışılacak, ufalanmalar, parçalanmalar doğal hale getirilmeye gayret edilecektir. Taşeron rolünü benimsemiş olsa dahi Türkiye’nin, bu süreçten olumsuz etkilenmemesi olanak dışıdır. Çünkü Türkiye’nin öncelikle komşuları için olmazsa olmaz koşul saydığı ve varlığına büyük özen gösterdiği “toprak bütünlüğünden yana olma” politikası geçerliliğini yitirecek, bu politikayı savunamaz hale gelecek ve bu durum kendi toprak bütünlüğüne yönelik duyarlılığında ciddi aşınmalara neden olacaktır. Irak’ın toprak bütünlüğünde yaratılan aşınma, BOP için bir model denemesidir. Irak’ın kuzeyinde oluşturulan tampon bölge üzerinden Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölge ülkelerine BOP sürecinde nelerle karşılaşacakları konusunda somut veriler sunulmuştur.(gerçeklerle yüzleşmek isteyenlere) Siyasal bütünlüklerinin nasıl ve ne şekilde zedeleneceği yönünde ortaya çıkan bu veriler, BOP kapsamında sözde “reformlar” süreciyle ve etnisitenin cesaretlendirilmesiyle yaşam alanı bulmayı hedeflemektedir. Bu çerçevede BOP’un uygulanmasında özenli bir dil kullanılarak, “değişim”, “statüko” ikilemi başat çelişki olarak sunulacak ve buna göre kitleler “baskıcı rejimlerle” “özgürlük” arasında tercih yapmak zorunda bırakılacaktır. Bunun için siyasal ve kültürel“reform paketleri” hazırlanacak. Her şey o ülkenin halkının geleceği, refahı ve mutluluğu için yapıldığı izlenimi yaratılacaktır. Oysa bu ülkeler için asıl reform, ekonomik bağımlılıklarına yönelik olması gerekirken bu konuya hiç değinilmeyecek, hatta bu durum bir statükoya dönüştürülerek, değişim başka alanlarda aranacaktır. Oysa alt yapı unsuru olarak ekonomik yapı değişmediği ve her alanda üretim egemen kılınmadığı sürece üst yapıdaki hukuksal, kültürel değişimlerin bir ülkeye kalıcı yarar sağlayamayacağı gerçeği daima gizlenecektir. Böylece aldatıcı bir demokrasi söylemi egemen kılınarak, geniş halk kitlelerinin yararına olan halkçılık temeline dayalı gerçek demokrasinin üzeri örtülecektir. Bu havayı yaymak için iletişim
34
unsurları üzerinde ağırlık kurulacak ve böylelikle gerçeklerle halk arasına bir “sis perdesi” çekilmiş olacaktır (Türkiye’de de bu perde çekilidir). Bu yöntemle iç dinamikler, dışarının çıkarlarıyla yönlendirilmeye başlanacak, yerli güç odakları, dışarının uzantıları olarak bu yapıyı kalıcı ve yaygın kılmaya çalışacak ve böylece “değişirken çözülmenin” zemini yaratılmış olacaktır. Bu model BOP’un en sivil versiyonudur.( Askeri ve siyasi olmak üzere iç içe yürütülen Yugoslavya modelinden farklı olarak) Esas olarak BOP; iki temel stratejinin çarpışma zeminidir. Birincisi; toprak bütünlüğünden yana olanların stratejisidir. İkincisi ise; parçalı küçük yapıları (federatif yapılar ve / veya küçük devletler...) arzulayanların stratejileridir. BOP ikincinin uygulama hedefidir. Avrasyalılar topraklarını ve onun bütünlüğünü korumak isteyenlerdir. Avrasya dışı gücün (ABD’nin) isteği ise; bölgeyi (En geniş sınırlarıyla Avrasya’yı) ‘’terörizmle mücadele alanı” olarak göstererek, bölge kaynaklarını denetlemek,ittifak zeminlerini engellemek ve küresel konumunu “tek kutupluluk” tezine dayalı bir biçimde güçlendirmek ve süreklileştirmektir. BOP, bir askeri-güvenlik projesi olarak “yeni üsler coğrafyasına” ihtiyaç duymaktadır. Bunun için hareket yeteneği yüksek, hızlı ve çabuk karar verilebilen ve kolay müdahale edilebilir coğrafi noktalarda yeni üsler kurulmaktadır. Bu çerçevede AB’nin Doğu Avrupalı yeni üyeleri, Kıbrıs, Kafkasya ve Orta Asya gibi coğrafi bölgelerin çeşitli ülkeleri önceliklidir. BOP için yeni üslerin oluşumu kadar, yeni tampon bölgeler ve ülkelerde önemlidir. Yeni üsler ve tampon oluşumlar birbirini bütünleyen unsurlardır ve jeopolitik projelerin, heveslerin, egemenlik arayışının ürünüdür. Amaç yabancı topraklarda egemenliği sürekli kılmak, manevra kabiliyeti kazanmak, egemen gücün lehine işleyen çelişkileri canlı tutabilmektir.(Irak’ın kuzeyine yönelik ilginin önemli bir nedeni de budur.) BOP, İsrail stratejileriyle (Büyük İsrail Projesi) bütünlüklü bir projedir. İsrail güvenliği projenin önemsediği en önemli unsurlar arasındadır.Bu çerçevede projenin bir çok öğesi için İsrail’in rolünün suflör düzeyinde olduğu söylenebilir. BOP, doğal kaynaklar üzerinde kurmayı amaçladığı egemenlik yoluyla ABD için gelecek adına muhtemel rakiplerin, Ortadoğu enerji denkleminde belirleyici, yönlendirici unsur olmalarını engelleme stratejisidir. BOP, Avrasya güçlerinin olası yakınlaşma, ittifak ve dayanışma zeminlerini engelleme projesidir. BOP’u başarılı kılmak için ABD, NATO zeminini de kullanmak istemektedir. BOP’un finansmanı ve askeri gereksinimini tek başına karşılama olanağı olmadığını gördüğünden Atlantik çatlağını derinleştirmeden, rakip olarak güçlenmediği sürece sorunsuz saydığı AB’ye BOP’ı ısındırma çabası sürecektir. Böylece bir taşla iki kuş vurulacaktır. Hem BOP için askeri ittifak destek olacaktır. Hem de NATO marifetiyle Avrupa’yı siyasal açıdan küresel düzeyde iddiasız tutmayı başaracaktır. Her iki amaç için de NATO geleneksel çizgisinde değişime uğrayacak, savunma refleksi saldırıya dönüşecek ve etkinlik alanı Atlantik dışına taşacaktır. ABD’nin NATO temsilcisi R. Nicholas Burns’un 2003’te Prag’da yaptığı “Yeni NATO ve BOP başlıklı konuşma, BOP ile NATO ilişkisini açıkça ortaya koyuyor. “Soğuk Savaş döneminde Batı Avrupa’yı savunmak için bölgeye devasa bir kıta ordusu yığdık. NATO Avrupa ve K. Amerika’yı savunmaya devam edecek. Ancak bunu B. Avrupa’da merkez Avrupa’da, K. Amerika’da oturarak yapabileceğimize inanmıyoruz. Kavramsal ilgilerimizi ve
35
askeri gücümüzü Doğuya ve Güneye konuşlandırmalıyız. NATO’nun geleceği, Doğu ve Güneydir. Bu da Büyük Ortadoğu’dur. NATO’nun geleceği krizlere el koymak ve cevap vermektir. Bu Fransa, İspanya, Çek Cumhuriyeti ya da Amerika için büyük tehdit oluşturan Orta ve Güney Asya, Ortadoğu ve K. Afrika’da yer alan ülkelerde yapılacak askeri kurtarma ya da barış gücü operasyonları şeklinde olacaktır. Hepimizin kabul ettiği gibi tehdit;, terörizm, küresel terörizm ve Kitle İmha Silahlarından gelmektedir.” BOP’un tüm hedef ve heveslerine karşın uygulamada başarı şansının çok yüksek olmadığını söylemeliyiz. Özellikle Irak işgali ve Filistin-İsrail sorunu, ABD cephesi açısından BOP’un başarı şansını bölge ölçeğinde belirleyici niteliktedir. Aslında özellikle Irak işgali açısından ABD bir açmazı yaşamaktadır. BOP’un ortaya çıkması ve arka planının anlaşılması bir yandan Irak işgaline yönelik direnişi boyutlandırmaktadır. Öte yandan ABD, Irak işgalinde karşılaştığı çıkmazdan kurtulmanın çaresi olarak tüm bölgeyi denetleme gücüne BOP yoluyla erişmeyi arzulamaktadır. Tüm bu sorunlar ve yeni hedefler gölgesinde Haziran 2004 de İstanbul’da gerçekleştirilen NATO zirvesi özellikle Atlantik çatlağının geleceği konusunda beklenti yaratmıştı. Bu açıdan NATO zirvesi ve sonuçları Soğuk Savaş sonrasının yeni siyasal atmosferi konusunda yeterince açıklayıcı niteliktedir. Atlantik Çatlağını NATO Zirvesine Taşıyan Süreç ve Sonuçları Büyük Ortadoğu Projesi’yle (BOP), Atlantik çatlağıyla NATO zirvesi zorlu bir kulvarın yapı taşlarını döşemek üzere İstanbul’da toplanmıştı. Aslında İstanbul zirvesi öncesi gerçekleştirilen G-8 toplantısı, İstanbul buluşmasının kilit konularında nasıl bir eğilimin ortaya çıkacağı konusunda yeterince açıklayıcı nitelikteydi. Atlantik’in iki yakası BOP konusunda uzlaşamıyordu. Bu aslında adeta aile içi anlaşmazlıktı ve esası paylaşım sorununa dayanıyordu. ABD, 11 Eylül sonrası, eski müttefiklerinin siyasal ahengini bozarak, Irak işgali sürecinde Avrupa’ya yaşlı-genç, güvenilir-güvenilmez müttefik ayrımıyla bakıyordu. Avrupa’nın ABD’nin Soğuk Savaş sonrası tek taraflı olarak ilan ettiği Amerika merkezli tek kutupluluğa dayanan “Yeni Dünya Düzeni” ve “Tarihin Sonu”, “Medeniyetler Çatışması”, “Büyük Satranç Tahtası” gibi Amerikan üstünlüğünü ve egemenliğini mutlaklaştıran tezlerin Avrupa tarafından da kabul edilmesini ve buna bağlı olarak küresel düzeyde ABD’yi “dengeleyici bir güç” olma hedefi gütmemesini istiyordu. Bu çerçevede AB’nin genişleme sürecini ve bütünleşme iddialarını yakından izliyor, kendince önlemler de tasarlıyordu. En büyük kaygısı, ABD denetimi dışında, Avrasya’nın bir araya gelme iradesini göstermesi ve yeni bir güç dayanışmasına sahne olmasıydı. Bu durum AB içinde çekici gelebilirdi. Ne de olsa Fransa-Almanya çizgisi, AB’yi her zamankinden daha fazla Rusya-Çin ve hatta Hindistan ilişkilerine yöneltiyordu. Üstelik ABD Avrasya’yı AB üzerinden de denetleyebilmeyi tasarlıyordu. Ayrıca Maastricht sonrası Avrupa Birliği’nin gerek ortak dış politika gerekse ortak güvenlik sağlayabilme hedefine önem veriyordu. Bu iki hedef, ABD için üzerinde düşünülmesi ve önlem alınması gereken öğelerdi. Soğuk Savaş döneminde Avrupa’yı içine alan ABD’nin güvenlik şemsiyesi vardı ve bu durum NATO eliyle ABD açısından başarıyla sürdürülmüştü. NATO, Doğu Bloğuna karşı Batı çıkarlarını savunuyordu ama aynı zamanda ABD’nin müttefikleri üzerinde denetim olanağını da veriyordu. Ne olmuştu da Avrupalı
36
müttefikleri yeni bir güvenlik kimliği ve ordu tasarımı içindeydi? Bu durum küresel düzeyde bir dengeleyici güç olma hazırlığı mıydı? Üstelik bir de, tek para sistemine geçilmişti ve dolara karşı “rakip olma” refleksiyle davranıyordu. Avrasya coğrafyasında Euro etkinlik alanını artırıyor, enerji havzalarına girmenin hesapları yapılıyordu. Bu durum Euro için, dolar karşısında ilgi uyandıran bir seçenek olarak algılanıyor, yaşam alanını genişletiyordu. ABD’nin saptadığı ve kendisi için tehdit oluşturduğunu söylediği “haydut devletler”, AB için enerji anlaşmaları yapılan ülkeler olarak sıralanıyordu. Tüm bunlar boyutlanırken ABD tarihinin en önemli dış ticaret ve cari açığını veriyor, yatırım alanları arıyordu. O halde yeni bir jeopolitik projeye ihtiyaç vardı. İşgallerle başlayan süreç, kalıcı bir karakter ve başarı kazanabilmesi için bütünlüklü olması gerekiyordu. “Mekânların ekonomi politiği” önemliydi ve buna dayalı bir “mekânsal özelleştirme” seferi başlatılmalıydı. Hem ekonomik sıkıntıları aşmak hem doğal kaynaklara egemen olmak için hem de Avrasyalı güçlerin bir araya gelme iradesini kırmak için, önceden engelleyici olmak gerekiyordu. ABD için vazgeçilmez sayılan coğrafi bölgelerin denetim altına alınması için işgaller, kanlı veya kansız rejim değişikliklerinin meşrulaştırılması gerekiyordu. “Kitle imha silahları”, “küresel terör”, gibi kavramlar öne çıkarılıyordu. Ama aranan istikrarın önce olmaması gerekiyordu. Böylece istikrar götürebilme rolüne sımsıkı sarılmanın yolu açılıyordu. Böylece “gerekli olan düşman” saptanıyor ve NATO’ya yeniden başvurmak gerekiyordu. Ancak başvurulacak olan NATO eski NATO olmayacaktı. Sadece savunma örgütü olarak anılmak yeni NATO’yu tatmin etmeyecekti, zaten savunmayla yetinilecek bir ortam değildi. Yeni NATO, müdahale edebilen, inisiyatif sahibi niteliğiyle, pazar/piyasa ve enerji/doğal kaynak egemenliği için geliştirilen jeopolitik projelerin askeri örgütü olmalıydı. Ama bu projelerden aslan payını ABD almalıydı ve Avrupa (Almanya-Fransa) çok iddialı olmamalıydı. Zaten NATO’nun eski rollerinden biri de Avrupalı müttefiklerin denetimi sağlamaktı. Bu rol yeni NATO için de geçerli olmalıydı. Üstelik Avrupa’nın genişleme stratejilerinde (Weader Europe) ortak coğrafi bölgelere yönelim dikkati çekiyordu. Bu ABD için rahatsız ediciydi. BOP bunun için biçilmiş kaftandı ve yeni NATO BOP’a da hizmet edebilmeliydi. AB’nin yeni üyeleri aynı zamanda NATO üyeleri de olmalıydılar. Böylece yeni NATO’nun yapılanmasına uyum sağlamak için yeni silahlar almalıydılar ve savunma bütçeleri oluşturmalıydılar. AB’nin 1995 sonrası Barcelona süreciyle oluşturduğu Akdeniz projesi, NATO’nun Akdeniz diyaloguyla örtüşmeliydi. ABD bu önemli coğrafi alanlarda riske girmemeliydi. Bu yüzden Avrupa nerede genişliyorsa NATO orada olmalıydı. Üstelik NATO ve AB eliyle ABD’nin işgal stratejileri meşruiyet kazanmalıydı. Birleşmiş Milletlerden (BM) çok NATO önemsenmeliydi ve böylece yükselen anti-Amerikan çizgisi durdurulabilirdi. Ayrıca Afganistan ve Irak işgallerinde hesaplar tutmamıştı. Direnç sürmekteydi ve verilen kayıplar, Avrasya egemenliğine dayalı stratejik yönelişi yıpratıyor ve irtifa kaybı yaratıyordu. BOP başlangıç iddiasını sürdüremiyordu. Filistinİsrail sorunu çözülmedikçe BOP kapsamındaki yeni hamleler samimi hakça ve kalıcı bir biçimde bulunmuyordu. Üstelik Irak direnişi Filistin’le eklemlenmişti. Birleşik kaplar düzeneğinde işliyordu ve Irak’ta işkenceler dünya halkının bilinçaltına nefret tohumları ekiyordu. Amerikan kamuoyunun rahatsızlığı artıyordu. Neo-conların Avrasya egemenliği projesini ellerine yüzlerine bulaştırdıkları düşünülüyordu. Prof.Brzezinski başta olmak üzere birçok Amerikan strateji hazırlayıcıları gerçekten rahatsızdılar ve yöntem değişikliği öngörülüyordu. Bush ekibi yerine Kerry sesleri yükselmeye başlıyor ve başlayan işlerin Kerry ve ekibiyle çok daha başarıyla sonuçlanacağı umuluyordu.
37
Tüm bu arzu ve hevesler gölgesinde işleyen süreç, NATO İstanbul zirvesinde belli bir sonuca bağlanamıyordu. ABD Avrupalı özellikle Fransa ve Almanyalı dostlarını, aile üyelerini ikna edemiyordu. Irak’a NATO asker gönderemiyor, Afganistan’a NATO Mukabele Gücü’nün (NRF) gönderilmesi mümkün olmuyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac “NRF’ye ancak Afganistan tarzı misyonlarda değil gerçekten ciddi bir kriz durumu olduğunda başvurulmalı. NRF, bunun için tasarlanmadı ve eski bir kriz için kullanılmamalıdır. Ayrıca Afganistan’da NATO varlığının aşırılaşması da seçim sürecinde saldırıların artmasına yol açabilir” diyordu. Chirac bu sözleriyle, Irak ve Afganistan’ı NATO’nun müdahale edebileceği bir kriz olarak görmüyordu. Ayrıca Chirac, NATO’nun yeni NATO olmadığını, dolayısıyla NATO’nun Atlantik’in iki yakası arasında savunma amaçlı bir dayanışma zemini olduğunu vurguluyordu. Yani ABD’nin tasarladığı yeni NATO’yu benimsemiyordu. Bu görüşlere Almanya’nın da yakın durduğu anlaşılıyordu. ABD’nin 11 Eylül sonrası oluşturduğu güvenlik paketiyle (Bush doktrini ve önleyici vuruş, küresel terörizm, işgaller, rejim değişiklikleri, ...) NATO’yu uyumlandırma çabası ve NATO’ya küresel boyutlarda sadece askeri değil, ekonomik, politik, demokratik ve stratejik görevler de verilmesi çabası karşılığını tam olarak bulamıyordu. Ancak Atlantik’in iki yakası arasındaki çatlağın derinleşmesinden rahatsızlık duyanlar vardı. Başta çok uluslu şirketler (ağırlıklı G-8 şirketleri) olmak üzere bazı Batılı strateji çevreleri, Batı çıkarları açısından bu çatlağın büyümesini sakıncalı görüyorlardı. Aile içi uzlaşmazlık ve uyum sorunu biçiminde yansıyan Atlantik çatlağının, şu an için ciddi kopmalar yaratmayacağı sanılıyor, bunun için aile bağlarının kuvvetli olduğu düşünülüyor ve özellikle çok uluslu şirketler, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve NATO gibi Batı çıkarlarını koruyan örgütlerin aileyi birbirine kenetleyen bağlar olarak algılanıyordu. Ancak yine de sorun ciddiye alınmalıydı, esası aile içi miras bölüşüm kavgasına benziyordu ve tarihte bu tür kavgaların da acı sonuçları vardı. yeni siyasal atlas nasıl ve kim tarafından çizilecekti? Her şey bu sorunun yanıtında saklıydı. Avrupa (Almanya-Fransa) yaşam alanını daraltan projelere karşı çıkıyordu. Tüm bu aile içi çelişkilerden, aile dışı görülen aktörlerin üstelik aileyi hedef alabilecek biçimde yararlanmaya çalışması aile çıkarlarının hatırlanmasına yol açıyor, ortak kaygılar beliriyordu. Bu yüzden kendini aile reisi olarak ABD’nin aileyi hedef alan düşman tarifi yapması gerekiyordu. Sorun da burada düğümleniyordu. Bu tarif henüz aile fertleri tarafından inandırıcı düşman olarak algılanmıyor, aile reisinin aileden çok kendi çıkarlarıyla uyumlu bir düşman tarifi yaptığı düşünülüyordu. Bu ilişki yumağı içinde Türkiye de payına düşeni alıyordu. Batı çıkarlarıyla çelişen bir Türkiye vardı ve hedef ve cephe ülkesi kimliğiyle her iki biçimiyle ilişkiler yürütülmek isteniyordu. Terörle mücadele için Irak’a gelen ABD, Türkiye’nin terör algılamasını önemsemiyor, ondan beklenilenleri yerine getirmiyordu. Bu konuda AB de farksız tutum içindeydi. BOP konusunda Türkiye “mızrak ucu” rolüne soyundurulmak isteniyor, ülke topraklarının “lojistik üs” haline getirilmesi tasarlanıyordu. Böylece Türkiye güvenlik maliyeti üstlenen ama ekonomik kazanca ortak olamayan bir sürece sürükleniyordu. Oysa Türkiye’ye önce “stratejik ortak” sonra “demokratik ortak” deniliyordu ama karşılığı bir ortak gibi sağlanamıyordu. Oysa AB ile Türkiye çıkarları arasında uyum sorunu sürüyordu. 1 Mart Tezkeresi öncesi talepler ve sonrası, Süleymaniye baskını, Irak Türklerine ve Irak’ın kuzeyine yönelik ABD (ve İngiltere-İsrail) stratejileri, PKK terör örgütüne yönelik tutum gibi olgular bu uyum sorununun kilometre taşlarını oluşturuyordu.
38
Ortaya çıkan bu sonuçların Türkiye’den algılanış biçimine bakıldığında son derece ciddi sorunlar dikkati çekiyor. Gerçeklerle yüzleşemiyor ve yönlendirmeler ağırlık kazanıyor. Özellikle ekonomik sorunlar;biriken dış ve iç borç stoku, üretken ekonomiyi yerleşik kılamamak,işsizliği çözümleyememek ve yeniden güçlü bir kalkınma stratejisi benimseyip uygulayamamak Türkiye’nin dış politikasını edilgen kılıyor.Dış politika da ki edilgenlik de ekonomik sorunların çözümünü güçleştiriyor.Bu karşılıklı etkileşimli ilişki,Türkiye’nin ekonomiden,politikaya tüm toplumsal alanlarda bütünlüklü ve eş zamanlı çözümleri zorunlu kılıyor.Bunun için de öncelikle sorunların kaynağının bilinmesi gerekiyor. Sis Perdesinde Türkiye Soğuk Savaş sonrası Türkiye yeni bağımlılığın cenderesine sıkıştırılmış durumda. Özellikle ekonomik bağımlılığın yarattığı yeni atmosfer, Türkiye’nin geleceğine hemen her alanda ipotek koyuyor.Azgelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere kaynak transferi işlevini üstlenmiş olan IMF,Dünya Bankası gibi aracı kurumlar Türkiye’nin de kaderini belirler konuma erişiyor,tek taraflı bağlanmanın araçları olarak görev üstleniyor,ülkenin siyasi,kültürel ve askeri alanlarda bağımsız davranabilme ,ülke çıkarları doğrultusunda karar verebilme yeteneğini köreltiyor. Bu kurumların kapısı kredi için çalındığında ilişki basit bir “para alışverişi” olmaktan çıkartılıyor. Ekonomik, siyasal ve sosyal bir “dayatmalar düzeneğine” dönüşüyor. Adına “yapısal uyum” deniyor. Kulağa hoş geliyor ama toplumsal dokuda kangrenler açıyor. IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kredi kuruluşlarının kredileriyle geleceğini belirlemeye çalışan Türkiye; bu kuruluşların kredi koşullarıyla aslında geleceğini kaybediyor. Türkiye’ye bu kuruluşlar verdikleri borç paralar karşılığında şunları söylüyorlar: Sermaye dolaşımını ve ticareti serbestleştir. Kamu kesimini küçült, kamusal alanı daralt, kamusal refleksi körelt. Piyasa koşullarını hemen her alanda egemen kıl. Kalkınma stratejilerinden uzak dur, planlama kaygıları gütme. Tüketimi özendir, yatırımları kıs, tasarruf alanlarını daralt, vergileri kıs, “kamu hizmetlerinden yararlandıkça öde” ilkesini yerleştir. Kamusal üretimden vazgeç, özelleştirmeye iman et. Üstelik tüm bu koşullar değişimin, yenileşmenin bir gereği, statükonun zehri olarak sunuluyor. İçeride bu koşullar benimsenmeden iktidar olmanın olanakları daraltılıyor. Birçok parti programına örneğin, “devlet küçültülmelidir”, “özelleştirme hızla yapılmalıdır” ifadelerini içi boş kavramlar olarak yerleştiriyor. Oysa batının merkez ülkelerinde; “devletin kamusal rolü”, “ulus-devlet yapısı”, “kamusal harcamalar “gibi konular, üzerinde özenle durulan kavramlar olarak işlevini sürdürüyor. Bu özen, devletin başta ileri teknolojinin üretilmesi olmak üzere ekonomiden-sosyal yaşama kamusal rolün etkileşmesine yönelik olarak kabul görüyor. Örneğin kamu harcamalarında merkez ülkeleri, kısmak bir yana artış eğilimlerini sürdürüyor. Buna göre 1965 ve 1991 yılları toplum devlet harcamaları
39
olarak kıyaslandığında ABD %19.4’den %25.3’e, İngiltere %32.7’den %38.2’ye, Almanya %24.2’den %32.5’e, Fransa %32.5’den %43.7’ye yükseltiyori. Ekonomik yönden yansıyan bu tablo, merkez ülkelerin ulus-devlet yapılanmasına yönelik duyarlılığı sosyal ve kültürel alanlarda da eksilmeksizin canlılığını koruyor. Merkez ülkelerde ulus-devlet oluşumuna yönelik bu yaklaşımlar karşısında çevre ülkeler için durum son derece farklı işliyor. Her şeyden önce ekonomik altyapı sorunu, kamusal yapılanma, ortak hedefte buluşamama gibi sıkıntıları yaşayan bu ülkeler için ulus-devlet yapılarını korumak, yanlış adımlar sonucu giderek güçleşiyor. Ekonomide denetimi, siyasal alanda iradeyi yitiren bu ülkeler, ağır borç yükü içinde gelecek sıkıntısı yaşıyor. Gümrük denetimini kaybederek dış alım-dış satım dengesini ve ulusal Pazar kontrolünü yitiren ulusal mali piyasalardaki denetimi zedelenen bu ülkeler, sürekli alt kimliklerin özendirilmesi, devletin daha fazla küçültülmesi, daha fazla özelleştirme teşvikiyle yüz yüze kalıyor. Ulusal irade giderek zayıflatılarak, yok edilme riskini taşıyor. Böylece daha fazla küçülmek ve bölünerek parçalara ayrılma tehlikesi boyutlanıyor. Üstelik çevre ülkeleri tüm riskler ve tehlikelere karşın daha fazla küreselleşebilmek adına kontrolsüz bir “dışa açma sürecini” yeğlerken, tüm merkez ülkeler daha sağlam ekonomileri ve daha güçlü kurumsal yapılarına rağmen kontrollü bir “dışa açılma sürecini” yaşıyor. Oysa “kontrollü dışa açılma sürecinin” temel anlamı; ulus-devleti, küresel ilişkilerden koparmadan, ulusal çıkarların öncülüğünde, eşit koşullu-karşılıklı ilişki düzeyini egemen kılarak ve bu anlamıyla da bağımsız ve ulusal egemenlik yanlısı strateji ve politikaları benimseyerek, yerleşik kılmaktır. Aslında bu tabloyu açıklayan son derece çarpıcı bir vurgulamadan söz edilebilir. 19. yüzyıl iktisat tarihçisi Frederic List’in “Merdiveni İtme” metaforuna göre; “gücün zirvesine çıkmış bir için tırmandığı merdiveni arkasından başkalarının gelmesini engellemek için devirmek oldukça akıllı bir harekettir”ii. List, Britanya’nın serbest ticarete geçişini “son basamağına tırmanılan merdiveni itip devirmekle eşdeğer” bir adım olarak tanımlıyoriii. Bugün Türkiye’ye dayatılanlar dün, merkez ülkelerin tırmandıkları merdivenin basamaklarında asla yer almayanlar. Oysa basamaklarda yer alanlar gelişmiş ülkelerin dört elle sarıldıkları, titizlikle uyguladıkları. Nedir bunlar? Merdivenin basamaklarında neler var? Pazarını, ekonomisini, kültürünü koruma duyarlılığı var. Kalkınma heyecanı, hedefi, bütünleşmesi var.
i
Pointer, Joe. “The Regulatory State: The Corponate Welfare State and Beyond” Geographies of Global Change: Remapping The World In The Late Twentieth Century (ed by: R.J. Johnston, P.J. Taylor, M. J. Watts) Blackwell. 1995 Oxford s.137. Bu konuda ayrıca bir başka veri olarak, bu sayımızda yayınladığımız Servet CÖMERT’in “Özelleştirme Gerçeği” isimli makalesine bakılabilir.
ii
Chang, Ha-Joon, “Serbest Ticaretin Tarihine ve Geleceğine Dair Bazı Gerçekler”, Le Monde Diplomatique Türkiye, s.15, 2003, İstanbul.
iii
Chang, Ha-Joon, a.g.m., s.50.
40
Planlı hareket edebilme, geleceği bugünden tasarlama var. Stratejik öngörü, stratejik zenginlik var. Hedef belirleme, o hedefe kilitlenme politikası var. Devletin kamusal rolünü canlı tutmak var. Özellikle toplumsal alanda “senfonik uyum”duyarlılığı var.(Farklı seslerden tek ses üretme becerisi) Türkiye için bu basamaklar, uygulanmaması gereken politikalar ve stratejiler olarak öğütleniyor. Neden? Çok açık; merkezin güçlü kimliğini kalıcılaştırmak, çevrenin güçsüz kimliğine tutsak edilmesine bağlanmış durumda. Özellikle çevre ülkelerin “gelişmekte olan” grubu (1990’lı yıllardan itibaren bu grubun daha çok “gelişen piyasalar” olarak anılması yeğleniyor. Özünde her iki kavramda da “gelişme” vurgusunun süreçsel ifadesi yanılsama içermektedir. Esas olarak bu grup merkez ülkeler için “kontrol edilmesi gereken ülkeler” grubudur), bu amaca hizmet etmeleri için basamaklardan uzak tutulmaya çalışılıyor. Bu ülkelerin attıkları adımlar yakından izleniyor, izlenmekle de kalmıyor, müdahalelere uygun koşullarla iç içe yaşatılıyor. Peki, her şey dışarıdan mı plânlanıyor? Hayır, son derece sistemli bir düzenek devreye giriyor. Bu düzeneğin bir gereği olarak dışarının içeriyle iletişimini sağlayanlar bütünleşiyor. İşbirliği, işbirlikçiliğe dönüşüyor, ülkenin geleceği, çıkarları, ulusal hedefleri, geniş halk kitlelerinin beklentileri, istikbali, “işbirlikçi bütünleşme” sürecinde hiçe sayıyor. Çevrede ülkesine kaybettirenler, dışarıyla bütünleşenler bireysel kazançlar elde ediyor. Tarım, sanayi, ticaret eğitim, sağlık, kültür kaybedilen alanlara dönüşüyor. Değerler yitiriliyor. Gelecek kaybediliyor. Tek taraflı bağlanma, uluslararası ilişki olarak takdim ediliyor. Bağımsızlık ilkesi “karşılıklı bağımlılık” kavramıyla işlevsizleştirilmeye çalışılıyor. Bu kavramın “tefeci-borçlu” ilişkisine dayalı bir bağımlılıktan öte bir anlam taşımadığı gizleniyor. Türkiye tüm bunları çok canlı yaşıyor. Aslında Türkiye’ye yaşatılıyor. Gerçeklerle halk arasında bilinçli bir şekilde çekilen “sis perdesi” bu sürecin Türkiye’de yaşanmasını kolaylaştırıyor. Bu süreç “işbirlikçi bütünleşme” düzeneğiyle yürütülerek, dar çıkar çevresinin aktörlüğüne odaklanıyor. Bu konuda iki Amerikalı akademisyenin şu ifadeleri, sanırım hepimize çok tanıdık geliyor. “Yayılmacı dış politika muktedir ekonomik ve siyasi gruplardan teşekkül yerli güç bloklarına yaslanır. Bu gruplar lobicilik, rüşvet, medya pohpohlaması ve devasa kampanyalar marifetiyle siyaseti şekillendirirler”. “İmparatorluğun iktisat ve siyasetine kültürel ve ideolojik kampanyalar eşlik etmektedir. Küresel çapta pompalanan imgeler aracılığıyla ABD bir rol modeli olarak sunulmakta; reklamlar, haberler, müzik endüstrisi, Hollywood ve televizyon kanalları “Amerikalı her şeyi baş tacı etmektedir. Kolejler ve üniversiteler, gerek verdikleri tahsil gerek yaptıkları neşriyat vasıtasıyla geleceğin yabancı önder kadrolarını eğitmekte, yani Amerikalılaştırmaktadır”i. Tüm bu yaşananların zemininde görülmektedir ki, Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’de bir değişim rüzgarı esmektedir. Bu süreç “statüko” ve “değişim”
i
Wolff, Richard. D. - Wolff, Max Fraad. “Çelişen Çıkarlar: Irak Kavşağı”, Birikim Der. Sayı: 174. Ekim 2003, s.43.
41
kavramlarını karşı karşıya getirmiştir. Ancak kavramlar yerli yerinde kullanılmamaktadır.Karmaşa hakimdir.Neyin değişip değişmeyeceği,nelerin dokunulmaz kılınmak istendiğinin bilinmesi önem kazanmıştır.Türkiye’nin yeni bir stratejik derinlik kazanabilmesi,sorunlarını çözümleyebilmesi ve çağın gereksinimlerini yakalayabilmesi buna bağlıdır. Değişim nerede aranmalıdır? Statüko nerededir? Değişim, Soğuk Savaş koşullarının bittiğini kabul ederek, blok bağımlılığından sıyrılmaktan yana olmak demek. Değişimden yana olmak, çok seçenekli, bölge merkezli, karşılıklı (mütekabiliyet) esaslı dış politikadan yana olmak demek. Değişimden yana olmak. Üretimden, planlamadan, stratejiden, yarınına sahip çıkmaktan yana olmak demek. Değişimden yana olmak, dar çıkar çevresinin siyasal ve ekonomik güç üzerindeki ülke ve geniş halk kitlelerinin çıkarlarıyla çelişen egemenliğine karşı çıkmak demek. Değişimden yana olmak, yeni bağımlılık çabalarına tek seçenekli ve tek taraflı ilişki sığlığına karşı olmak demek. Değişimden yana olmak, mali sermaye hareketlerinde istikrar bozucu, kırılgan ve yönlendirme amaçlı davranış biçimine karşı çıkmak demek. Değişimden yana olmak, ülkeyi borç sarmalına kitleyerek aslında bundan yarar sağlayanların dayattıkları “biz kendi başımıza adam olmayız” aşağılanmasına, hedefler üreterek özgüvenle karşı çıkmak demek. Değişimden yana olmak, kültürünü, piyasa ve pazarını ve ekonominin her alanını koruyabilme yeteneğinden yoksun bırakılmaya karşı olmak demek. Değişimden yana olmak, denetimi yitirerek ülkeyi “dışa açmak” yerine, bilinçle ülkenin çıkar ve hedefleriyle bütünleşerek “dışarıya açılmayı” savunmaktan yana olmak demek. Değişimden yana olmak, yeniden kalkınma heyecanını hissetmek, benlikli ve kimlikli bir yükseliş hedefinden yana olmak demek. Değişimden yana olmak, Anadolu’nun kültür harmanından kopmamaktan, ulusal kültür sentezini yerleşik kılmaktan, halkla bütünleşmekten yana olmak demek. Kısaca özetlenen “bu değişim öğelerine” karşı çıkmak ise, statükodan yana olmak demek. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti 1938’den sonra tüm bu hedef dizisinden aşama, aşama uzaklaşmıştır. Bunlar yerine yerleşik kılınmaya çalışılanlar ise, bugün ülkenin geldiği noktada yüz yüze olduğu sorunların kaynağıdır. Öyleyse asıl “statüko” bu sorunların kaynağını değiştirmeye direnmektir.
42
43
ÖĞRENCİ ÇALIŞMALARI
BENCİLLİK Töre SEÇİLMİŞLER Giriş Dünya, günümüzde insanların yaşamakta zorlandığı bir yaşam ortamı durumundadır. İçinde bulunduğumuz bu durum, gelecekle ilgili olarak kaygı vericidir. Bunun nedeni, dünyada yaşanan sorunların katlanarak büyümesidir. Kısacası dünya, kötü sonsuza i doğru gitmektedir. Bu çalışmanın amacı, dünyanın kötü sonsuza gitmemesine katkıda bulunmak amacıyla, geleceğe ilişkin ütopya kurgulanmasıdır. Gelecekle ilgili olarak bir “ütopya”, bir düşünce üretilebilmesi için günümüz dünyasında yaşanan sorunların, iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Bu analizi yapmaktaki erek, dünyanın günümüzdeki ve gelecekteki sorunlarının, öz olarak geçmişte yaşanmış olan sorunlarla benzeştiğini, kısır bir döngü yaşandığını ve asıl sorunun insan ve insanın doğasında barındırdığı “Bencillik” özelliğinden kaynaklandığı düşüncesinin, doğruluğunu saptamaktır. Çalışma kapsamında insanın “Bencillik” özelliğinin genetik ve psikolojik boyutları ele alınmaktadır. Bu amaç doğrultusunda çalışmada, dünyanın kötü geçmişine, kötü şimdisine neden olan insan odaklı sorunların bazılarına değinilip, bu sorunlardan “Bencillik” konusu farklı kuramcıların görüşlerine başvurulmak suretiyle detaylandırılarak, sorunun gelecekte çözümü bir “ütopya” çerçevesinde kurgulanmaya çalışılacaktır. İnsanın Neden Olduğu Sorunlar İnsan, göçebe olarak yaşadığı dönemlerde, hayatta kalmak için bir arada yaşadığı diğer insanlarla birlikte (kadın-erkek), doğayla savaşmaktaydı. Toplum odaklı savaşın olmadığı bu dönemin belli bir aşamasında, birlikte yaşayan insanların bir bölümünün, belli bir toprak parçasına sahip çıkmasıyla oluşan “Sömürü Düzeni”, daha sonraları insanların bir bölümünün üretim araçlarına sahip olmasıyla günümüze kadar gelmiştir (Hançerlioğlu, 1979). İnsanın hem bencilliğinden kaynaklanan hem de bencilliğini tetikleyen bu düzen, dünya üzerinde günümüze kadar geçen süreçte ve günümüzde, dünyayı sona doğru götüren sorunların oluşturduğu bir kaos ortamı yaratmıştır ve hâlâ da yaratmaktadır. İnsanlığın başetmek zorunda olduğu sorunlardan bazıları şunlardır:
i
Dr. Ergin Yıldızoğlu’nun “Kötü Sonsuzda Gezintiler” adlı kitabından uyarlanmıştır.
44
Açlık; bir insanın ya da bir toplumun karşılaşabileceği en büyük felaketlerden biridir ve en başta gelenlerindendir. Açlığın sonucu, ölümdür. Dünyanın bazı coğrafyalarında günümüzde de süren bu somut ve mutlak sorun, sömürü düzeninin bir sonucudur. Günümüzde açlık sorunuyla karşı karşıya kalan toplumlar, yeraltı kaynakları bakımından zengindir. Ancak yeraltı kaynaklarını sömüren diğer toplumların uyguladıkları bencil sömürü düzeni nedeniyle, söz konusu toplumlar açlık sorunu yaşamaktadır. Savaş; geçmişte ve günümüzde; din, demokrasi, medeniyet vb. olgular öne sürülerek işlenen cinayettir. Ancak bugüne kadar yaşanmış olan savaşlar incelendiğinde, ya toprak için, ya yeraltı kaynaklarına sahip olabilmek için, kısacası ekonomik bir üstünlük ya da dünya ekonomisinden pay alıp, sömürü düzenini devam ettirebilmek için yapıldığı, anlaşılmaktadır. Kısacası ötekinin yok edilmesi ayrıcalıklı olduğunu savunan bir azınlığın yükseltilme çabası olarak görülebilir. Bu noktada savaş, insanın yarın kaygısıyla yaptığı dolayısıyla “planlı” bir eylem olarak karşımıza çıkmaktadır. Sağlık ve çevre; dünyanın karşı karşıya kaldığı bir diğer mutlak ve somut sorundur. İnsan, sadece kendi türüne değil, dünyada bulunan diğer canlı türlerine karşı da, olumsuz eylemlerde bulunmaktadır. Bu eylemler sonucunda oluşan çevre kirliliği, beraberinde sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Bu duruma ek olarak, sağlık ve çevre sorununda da sömüren toplumların, tüm doğayı kirletmelerinin ötesinde; kendi atıklarını, sömürülen toplumların yaşam alanlarına aktararak, kendi toplumlarını güvence altına almaları, ya da tüm dünyayı tehdit eder bir hale gelen küresel ısınmayla ilgili anlaşmaları imzalamayarak, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri, olumsuz bir gerçektir. İnsanların bireysel ya da toplumsal çıkarları doğrultusunda ötekileri düşünmeden neden oldukları bu durum, insanların ölümü ile sonuçlanabilmektedir. Düşünce ve ifade özgürlüğü mutlak, ancak soyut bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir toplumun içerisindeki bireylerin ya da dünyada yer alan toplumların, “düşünce ve ifade özgürlüğü” konusunda, birbirilerine uyguladıkları baskı da, sömürü düzeninin neden olduğu bir sorundur. Bu noktada insanların özellikle yüce değerleri kavramları ile ilgili düşünce ürünlerinin, yarar değerlerii kavramı lehine ifade edilmesi aşamasında engel olunması, dünyanın kötü sonsuza doğru yol almasının en önemli sebeplerinden biridir. Ele alınan bu sorunlar, analiz edildiğinde, sorunların hem nesnesi, hem öznesi, hem nedeni, hem de sonucu olarak karşımıza bir varlık çıkmaktadır. Bu varlık insandır. Bu bağlamda dünyanın kötü geçmişine, kötü şimdisine ve geleceğe ilişkin kötü sonsuzuna ait sorunların kaynağının insan olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır (Tablo1).
i
İnsanın yüce değerleri üretmesi, diğer hayvan türlerinden ayıran bir özelliktir. Bu değerlerle dünya insancıllaşmaktadır. Yüce değerleri; etik, daha iyi ahlakı aramak; estetik, güzeli ve çirkini ayırabilmek; mantık, doğru ile yanlışı ayırmak olarak üç alt açılım olarak oluşturabiliriz (Timuçin, 2005).
ii
İnsanın yarar değerleri, hayatta kalmak, varolabilmek için, eylem yapmaya yönelten değerlerdir. İnsanın bu noktada yarar değerler üretmesi olumsuz değildir. İnsan geleceğini garanti altına alma güdüsüne sahiptir. Ancak insanın geleceğini garanti altına aldıktan sonra daha fazlasını istemesi yarar değerlerin yüce değerlere baskın olması durumu bencilliğin psikolojik boyutuyla ilgilidir (Timuçin, 2005)
45
Bencillik İnsanın içinde barındırdığı; dünyanın kötü geçmişine, kötü şimdisine ve olası kötü geleceğine ilişkin sorunlarına neden olan bencillik kavramı, insanın biyolojik ve psikolojik yapısı açısından ele alınmaktadır. Bencilliğin Biyolojik Boyutu Bencilliğin biyolojik boyutu, “hayvan” için doğal bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Beslenme, üreme ve barınma, doğada yaşayan “hayvan” için hayatta kalma savaşının en önemli üç ana bileşenidir. Bu noktada, Neo-Darwinciler olarak adlandırılan grup, güçlünün hayatta kalacağı savı (doğal seçilim) çerçevesinde “hayvan”nın; (bu bağlamda hayvan cinsi içerisinde yer alan insan türünün) hayatta kalma savaşından galip çıkabilmesi için, genlerine kodlanan, bencilliğin doğal olduğu, kuramsal olarak öne sürülmektedir. Geyikler sürü içerisinde birlikte hareket ederler. Ancak sürü içerisinde bazı geyikler, daha güçlü ve başat, bazıları ise güçsüz ve zayıf olabilir. Bu noktada güçlü olan geyikler sürünün ortasında yer alırlar. Aslan vb. hayvanların saldırısında, ilk ve kolay yem olmayacaktır. Sürünün çeperinde yer alan geyikler ise; saldırı tehdidine karşı, sürekli olarak tedirgin davranışlar sergilemektedir. Hem beslenme ihtiyacını giderip, hem de çevreyi gözlemlemektedir. Çeperde yer alan geyikler az besin aldıkları için güçsüz ve ilk saldırı anında hedef konumundadır. Bu durumda, sürünün ortasında yer alan geyikler hayatta kalma savaşını kazanabilmek için, güçsüz diğer geyiklerin yaşamlarını kurban edebilmektedir (M. Tahir Ceylan, 2005). Siyah başlı martılar büyük koloniler halinde yuva kurarlar. Yuvalar birbirine yakındır. Yavrular yumurtadan ilk çıktıklarında güçsüz ve savunmasızdır. Bir martının, yavrusu olan bir başka martının balık avlamaya gitmesini beklediği ve ardından yavruyu yuttuğu görülür. Martı hem kolay bir avlanma yaşamış, hem de yuvasını savunmasız bırakmamış olur (Dawkins, 2004). Güney Kutbu imparator penguenlerinin (avlanma mevsimi başında), suya girmeden önce, kıyıda durdukları gözlenmiştir. Bunun nedeni, suda bulunan ayı balıkları tarafından yenme tehlikesi ile karşı karşıya kalmalarıdır. Penguenlerin birbirlerini suya itmeye çalıştıkları gözlemlenmiştir (Dawkins, 2004). Geyikler, siyah başlı martılar ve imparator penguenleri ile ilgili verilen örnekler, bireysel bencillik davranışlarını anlatmaktadır. Bu noktada, yapılan tüm bencilce davranışlar hayatta kalma savaşını kazanma amacı taşımaktadır. İnsanlar diğer hayvan türleri gibi genler tarafından yaratılmış varlıklardır. Bu noktada insan geni de, dünyanın bu rekabetçi ortamında hayatta kalmayı başarabilmiştir. Güçlünün hayatta kaldığı kuramına dayanarak, insan genin belirli niteliklere sahip olduğunu düşünebiliriz. Bu bağlamda, hayatta kalma savaşının kazanılmasının en önemli faktörü, gendeki baskın özellik olan doğal acımasız bencillik olgusunun varlığıdır. 300 milyon yıldır etkin olan genetik kodlanma, bireyin davranışlarının da bencil olmasına neden olmaktadır (Dawkins, 2004).
46
Tablo1: Dünyanın içinde bulunduğu sorunları ele alan matrisi. SOMUT (Olay, şey, fiziksel, biyolojik)
MUTLAK SORUN
AÇLIK DOĞUM, NÜFUS ARTIŞI YOKSULLUK İŞSİZLİK ÇEVRE SAVAŞ KÜRESEL ISINMA HASTALIK VB.
İNSAN
GÖRECE SORUN
GÖZETLEME GÖZETLENME GENETİK TEKNOLOJİ TARIMSAL TOPRAKLARIN AZALMASI VB.
İNSAN
GEREKSİNİM
SAĞLIK BARINMA KAYNAK TEKNOLOJİ VB.
İNSAN
KITLIK, DOĞAL KAYNAKLARIN AZALMASI SAĞLIK SORUNLARISALGIN HASTALIKLAR ÇEVRE KİRLİLİĞİ (HAVA-SU-TOPRAK) DOĞAL AFETLER (DEPREM-SELFIRTINA .) VB.
SOYUT (Kavramlar, olgular, düşünsel, duyusal)
DÜŞÜNCE VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ ÖLÜM/VAROLUŞ İKTİDAR OLGUSU AHLAK ADALET-HUKUK AHLAK-YOZLAŞMA SÖMÜRÜ (EMEK-KÜLTÜR-BİLGİ) VB.
İNSAN
İNSAN
DENETİM MEKANİZMALARI SİLAHLANMA IMF, 3.DÜNYA ÜLKELERİ BORÇLARI KURUMSALLAŞMA UZMANLAŞMA, İŞ BÖLÜMÜ VB.
TOPLUMSAL KURALLAR (GELENEK-ÖRFADETLER) YABANCILAŞMA (TOPLUMSAL / BİREYSEL) HIRS-BENCİLLİK VB.
İNSAN
İNSAN
EŞ DOĞA-ÇEVRE VB.
DİSİPLİN / DENETİM SAYGI/SEVGİ AİLE BENLİK-KİMLİK VB.
TANRI, İNANÇ, DİN IRK AYRIMI ÖZGÜRLÜK BİLGİ VB.
İNSAN
İNSAN
İNSAN
KUŞAK ÇATIŞMALARI İNTİHAR EĞİTİM HİYERARŞİ SOSYAL KRİZ VB.
İNSAN
Bencilliğin Psikolojik Boyutu Genetik kodlanma ile nesilden nesile iletilen bencillik davranışı, diğer hayvan türleri için hayatta kalma savaşının kazanılması gerekliliği bağlamında, masum görülebilir. Çünkü insan dışında hiçbir varlık, beslenme konusunda ihtiyacından fazlası için bir başka canlıyı yok etmez (Gürel, 2005 ders notları). Örneğin bir aslan, beslenme ihtiyacını gidermek için saldırdığı sürüden ihtiyacından fazla sayıda geyik i
Tablo 1’de ele alınan matris Planlama Felsefesi dersi kapsamında Erhan Kurtarır tarafından hazırlanmıştır.
47
öldürmez. Çünkü aslan o anki güdüleri ile hareket edip, sadece açlığını gidermek için eylemi yapmaktadır. İnsan, diğer hayvan türlerinden düşünebilme yeteneğine sahip olmasıyla ayrılmaktadır. İnsan aç kalabileceğini, barınma ve üreme problemleri ile karşı karşıya kalabileceğini, kısacası hayatta kalma savaşını kaybedebileceği gerçeğini düşünebilmektedir. Bu düşünce ürünlerinin tümü, insanın yarını/geleceği ile ilgilidir. İnsanın, geleceğinin ne olacağını düşünerek yarattığı gelecek kaygısı, yarınına güvenmemesine temellenmektedir. Geleceğini garanti altına alamaması; insanın, agonistiki davranışlar sergilemesine yol açmaktadır. Bu bağlamda insan, kendi türünün, diğer hayvan türlerinin, dünyada yer alan diğer canlıların yaşam alanlarını yok etme, yaşamlarına son verme eylemlerinde bulunmaktadır. Sosyal Darwinizm; Darwin’in biyoloji ya da evrim teorisini insan toplumlarının tarihsel gelişimine uygulayan ve bu çerçeve içinde ‘varoluş mücadelesi’ ya da ‘yaşama savaşı’ ve ‘doğal ayıklanma’ ya da ‘güçlünün ya da koşullara en iyi bir biçimde uyum sağlayanın ayakta kalışı’ fikirlerine özel bir anlam atfeden görüştür. Sosyal Darwinizm kuramı çerçevesinde, toplumda en güçlü olanların ayakta kalmak için varoluş mücadelesi verdiği, tıpkı doğada hüküm süren doğal ayıklanma gibi, güçsüzü toplum dışına iten ya da marjinalleştiren bir toplumsal ayıklanma sürecinin söz konusu olduğu; güçlüyü, toplumsal mücadelede ayakta kalanları bencil, yarışmacı, tutkulu vb., buna karşın yaşama savaşından yenik çıkanların güçsüz, pısırık, korkak vb. olarak nitelendirir (Cevizci, 1999). Hayvan türleri içerisinde insanı ele aldığımızda, genlere katılan özelliklerin sabit ve değiştirilemez olduğunu düşünmek doğru olmayacaktır. Bir insan tüm yaşamı boyunca genlerinin vermiş olduğu komutla yaşamak zorunda değildir. İnsanı diğer hayvan türlerinden ayıran bir diğer özelliği ise değer üretebilmesidir. Genler insana bencil olma komutu verebilir. Ancak bu durum değiştirilebilir. Bu konuda Dr. Tahir Musa Ceylan, YTÜ’de verdiği konferansta, çevre etkilerinin “sitoplazmada C-Fos proteininin sentezlenip, DNA’ya invaze olarak gerçekleştiğini” açıklamıştır. Ayrıca insanın çevresinden öğrendiği bir “şeyi”; kültür vb., gelecek nesillere aktarabilmektedir. Bu noktada insanın, ürettiği yarar ve yüce değerleri de gelecek nesillere aktardığını düşünmek doğru olacaktır. Bu durumda toplum daha çok yüce değer üretmiş ise, gelecek nesillere de yüce değerlerin aktarılacağı, dolayısıyla genlerdeki bencilliğin de yumuşatılması sağlanabilir. İnsan içinde bulunduğumuz agonistik yaşam alanı içerisinde, yarınını garantiye almak için, daha fazla yarar değerine sahip olma amacını güder. Bu noktada daha fazla yarar değeri elde etme savaşı içerisinde, bencilce davranışlar sergileyip, kendi türüne veya dünyadaki diğer canlıların yaşam alanlarına ve yaşamlarına zarar veren eylemlerde bulunmaktadır. Bencilliğin psikolojik boyutu olan “gelecek kaygısı” ve bunun sonucunda daha fazla yarar değere bencilce sahip olma güdüsü ile, (aslında masum olan insanın) doğal hayatta kalma savaşını kazanma güdüsünün birleşmesi, dünyanın giderek kötü sonsuza doğru yol almasına neden olmuştur ve olmaktadır.
i
Agonas Yunanca’da mücadele anlamı taşımaktadır. Birbirine rakip olarak hayatta kalma savaşını vermek, güçlünün hayatta kalma prensibi. Rekabetçi ortam.
48
Bu çalışmada ana sorun olarak insan bencilliği ve bundan kaynaklanan sonuçlar tanımlanmaktadır. Bir sonraki bölümde ele alınan ütopya ise, bu ana sorunun çözümüne yönelik olarak ele alınmaktadır. İnsanın İnsan(cıl)laştırılması Üzerine Bir Ütopya Denemesi İnsanların agonistik yaşam biçimlerine ilişkin iki boyutun olduğu düşünülmektedir. Birinci boyut, gelecek kaygısını gidermek için insanların kendine ve çevresine zarar veren eylemlerde bulunmasıdır. Bu noktada örnek olarak büyük sermaye sahipleri ele alındığında, patronları ve yöneticileri geleceğini garanti altına almasına rağmen, aynı agonistik yaşam düzenini sürdürmektedir. Bu noktada kişilerin, dünyanın içinde bulunduğu yaşam ortamı içerisinde, insanlığını yitirerek ve bir makineye dönüşerek, önce kendine sonra ötekilere karşı yabancılaşmaya başladığı düşüncesi doğru bir yaklaşım olacaktır. İkinci boyut ise, agonistik yarış özellikle bilim ve teknolojide insanoğlunun daima ileriye doğru gitmesine neden olmuştur. Bu noktada agonistik yarışın dünyada devam etmesi gerekliliği ve olumlu bir yönü de bulunmaktadır. Ancak burada ayırt edilmesi gereken konu, olumlu yönde ilerleyen bilim ve teknolojinin, insanlar tarafından geleceği garanti altına alma yarışında bencilce kullanılmasıdır. Bu noktada öncelikle insan bencilliğinin psikolojik boyutu ile daha sonrasında kurguda oluşan yeni çevrenin genleri etkilemesi ile de bencilliğin genetik boyutu çözümlenecektir. Gerek insanın düşünmesi ve bu agonistik ortam içerisinde yarar değerleri ürettiği gibi yüce değerler de üretebilmesi; gerekse insan genlerinin çevreden etkilenmesi konusu, sorunun nedeni olan insanın, çözümü de kendi içerisinde barındırdığını göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın kötü sonsuza doğru yol almasına rağmen, geleceğe ilişkin bir umut bulunmaktadır. Günümüzde bizler yarar değer üretimini önemseyen ve bunun için kavga veren bir ortamda yaşamımızı sürdürmekteyiz. Bu yaşam biçimi, dünyamızı yaşanmaz bir ortama dönüştürmüştür. Bu ortamın düzeltilebilmesi için ne yapılabilir sorusunun yanıtı aslında oldukça basittir. Yarar değerlerin üretimi ve bunun için verilen savaşın yerine, yüce değerlerin üretilmesini sağlayarak barış ve huzur ortamı oluşturmanın çabasını vermektir. Bu noktada geleceğe ilişkin bir düşünce ya da ütopya üretilmesi aşamasında yüce değer kavramı önem kazanmaktadır. Ütopyanın ana konusu, agonistik yaşam düzeninde yüce değerleri ön plana çıkararak, agonistik yarışı dengelemek ve insanın, makine-insandan yeniden insan-insana dönüşmesini sağlamaktır. Bu noktada yeni oluşacak olan denge düzeninin meydana getirdiği yeni çevre, insan genlerini etkileyerek nesilden nesile aktarılması suretiyle, gelecekteki bir zaman dilimi içerisinde sonuca ulaşılacaktır. Dr. Tahir Musa Ceylan, YTÜ’de verdiği konferansta bilimsel veri olarak, insanın eğitilmesi ile davranışlarında % 15 değişiklik gözlendiğini açıklamıştır. Bu noktadan yola çıkarak ütopya “Eğitim” üzerine kurgulanmıştır. Burada eğitimden anlaşılması gereken, günümüzdeki bireylerin okullardaki ders eğitimi değil; ailelere, bireylere, toplumlara yüce değerlerin eğitiminin verilmesidir. Ancak bu eğitimin gerçekleşebilmesi noktasında iki konu önümüze engel olarak çıkmaktadır. Bu konulardan ilki, topyekûn eğitimi bir anda karşılayacak maddi kaynağın olmaması; ikincisi ise, günümüz yaşam biçiminden çıkarı olan kişilerin, şirketlerin toplumların, vb. bu sürece engel olma çabalarıdır. Bu kişiler aynı zamanda günümüzde maddi kaynağı da elinde bulunduran ve bunu yönlendirenlerdir. Çıkarı olan kişilerin bu süreci engellemeleri nasıl önlenebilir sorusunun yanıtı da aslında basittir. Yanıt;
49
onlarla kazanılamayacak bir savaşın içerisine girmektense (özellikle maddi kaynaklara sahip olmaları), onları sürecin içerisine dahil etmektir. Bu kişilerin süreç içerisine nasıl dahil edilir sorusunun yanıtı ise, eğer bu süreçten bu kişiler çıkar elde ederlerse, sürece katkı sağlayacaklarıdır. Kısacası yüce değerlerin üretilmesinden ve verilen eğitimden bir çıkar sağlıyor olabilmeleridir. Bu kişilerden sürecin başlangıcında ya çok azı katkı sağlayacak; ya da hiç biri katkı sağlamayacaktır. Bu noktada günümüzde aramızda da varolan yüce değer gönüllüleri, ilk olarak aile ve bireyden başlayarak, yüce değerler üzerine bir talep oluşmasını sağlamak üzere çalışmalarına başlayacaktır. Bu talep artarak devam ettiğinde, günümüzde maddi kaynağı elinde bulunduranlar, oluşan bu talep karşısında gerek seminer vb. organizasyonlara sponsor olarak, gerek kitle iletişim araçlarını harekete geçirerek ya da gerekse yüce değerlerin öğretildiği özel kurumlar (burslu, burssuz) oluşturarak, kendilerine maddi kazanç sağlayacaklardır. Bu süreç içerisinde çıkar gruplarının maddi kazanç sağlamaları, onları sürecin içerisine dahil edebilir. Aile ve bireyden başlayan bu hareket, daha fazla maddi ya da manevi desteğe ulaştığında, toplum düzeyine taşınır. Bu noktadan sonra toplumdan çıkıp, toplumlararası bir düzeye taşınarak ve dünyayı saran bir harekete dönüşecektir. Yüce değer gönüllüleri, günümüzdeki yaşam sisteminin içerisine bir kartopu bırakmış olmaktadır. Bu kartopu daha sonra büyüyerek bir çığ halini alacaktır. Yüce değer gönüllüleri olarak adlandırılan kişileri tanımlamak gerekirse, topluma agonistik yaşamın dışında da bir yaşamın olabileceğini gösteren ve dünyanın yaşanılabilir bir yaşam ortamına kavuşması için çabalayan sivil dünya hareketi mensuplarıdır. Ütopyanın eğitim ayağını üçe ayırabiliriz. Aile, çocukların (gelecek nesillerin) sağlıklı, yüce değerleri bilen kişiler olarak yetişmeleri için oldukça önemli bir olgudur. Bu noktada yüce değerlerin eğitimi, ilk olarak aile kurumunun kurucuları olan anne ve babaların verilmelidir. Anne ve babanın yüce değerler eğitiminde belli bir seviyeye geldikten sonra çocukların da katılımıyla birlikte aile kurumunun tüm fertlerine ortak eğitim sağlanabilir. Bu eğitim nerede, hangi maddi kaynakla ve nasıl gerçekleşebilir sorusunun yanıtı ise; yüce değer gönüllüleri, bu sürecin başlangıcında eğitimi, evlerde gönüllülerin maddi imkânları kullanılarak felsefe, ahlak, estetik vb. konularda toplantılar düzenleyerek gerçekleşebilir. Yüce değerlerin eğitimini veren gönüllüler, bulundukları çevrede yüce değerlere bir talep yaratmaya başlayacaklardır. Artık bu noktada sistemin içerisine kartopu bırakılmıştır. Aileler ve bireylerde oluşan yüce değerlere olan talep karşısında, kitle iletişim araçları olan TV. Dergi gazete vb. halkın ihtiyaçlarına karşılık vererek, yüce değerleri işleyen haber, bilgi vb. oluşmasını sağlayacaktır. Bu noktada artık aile ve birey bazında oluşan bu kartopu, büyüyerek topluma yayılmaya başlamış olacaktır. Ayrıca yüce değerlerin eğitimi için özellikle maddi kaynak bulunması da kolaylaşacaktır. Bunun nedeni ise sermaye sahipleri oluşan talebin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, yüce değerlerin gerek eğitim sürecinde kendileri özel okul açarak, gerekse reklamlarını yapabilmek amacıyla seminer vb. sponsorluk vererek, maddi kaynak sağlamak isteyeceklerdir. Buna ek olarak, kentlerde ilçelerden başlayarak yüce değerlerin eğitimini vb. organizasyonları üreten, dernekler kurularak topluma daha etkin bir şekilde ulaşılıp, yüce değer kavramının toplumda yayılması sağlanacaktır. Ayrıca oluşan bu durum karşısında toplumlar da eğitim ve öğretim kurumlarının müfredatlarını, yüce değer kavramını içeren dersleri kapsayacak şekilde düzenleyeceklerdir.
50
Bu kurgunun en önemli noktalarından biri olan ve her toplumun içinde barındırdığı yüce değer gönüllülerinin bu süreci aynı anda başlatmalarıdır. Bu kişilerin süreci aynı anda başlatabilmeleri için yüce değer gönüllülerinin toplumlararası bir kurum olması gerekmektedir. Dolayısıyla yüce değer gönüllüleri toplumlararası bir kurum olarak her toplumun çekirdeğini oluşturan aile ve birey düzeyin başladıkları bu hareketi son aşamasında, toplumlararası bir düzeyde ortaya koyarak, dünyayı saran bir süreci sonuçlandırmış olacaktır. Bencilliğin psikolojik boyutu olan gelecek kaygısına yönelik çözüm, yüce değerlerin insanlara kazandırılması ile yeni bir düzen, çevre oluşturmaktadır. Bu düzenin yaratığı çevreden ise genler etkilenerek, bencilliğin biyolojik gerilemesi de sağlanacaktır. Tüm bu kurgu bağlamında, yüce değerlerin ön plana çıkması ile günümüzde içinde bulunduğumuz agonistik yaşam düzeni dengelenerek, insanın yeniden insan(cıl)laştırılması sağlanabilir. Oluşan yeni çevrenin genleri etkileyerek bencilliğin biyolojik boyutunu, yüce değerlerin eğitimi ile de yarar değerlerden ve yarın kaygısı duyulmadan da yaşanabileceğini ve hatta dünyanın daha yaşanabilir bir ortama kavuşacağını ortaya koyarak bencillik sorununun psikolojik boyutunu yenebiliriz. Bu durum uzak bir gelecekte ya da yakın bir gelecekte de oluşabilir. Ancak bu dengenin sağlanması “bir zaman” oluşturulabilir. Bu noktada Dr. Ergin Yıldızoğlu’nun ifade ettiği gibi kötü sonsuza doğru gezinti, iyi sonsuza doğru gezintiye dönüşebilir.
51
Kaynaklar Ceylan, T. M., YTÜ’de gerçekleştirilen "İnsan Sona Doğru Uzanan Çizgisini Kıracak Felsefi Bir Aydınlanma Geçirecek mi?" konulu konferans notları, 23.03.2005 Cevizci, A., (1999), Sosyal Darwinizm, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul. Dawkins, R., (2004), Gen Bencildir, 7. Basım, TÜBİTAK Yayınları, Ankara. Gürel, S., Ders Notları. Hançerlioğlu, O., (1979), Sosyalizm, Felsefe Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul. Timuçin, A. YTÜ’de gerçekleştirilen "Bir Ütopya İçin Felsefi İpuçları" konulu konferans notları, 01.04.2005. Timuçin, A., (2003), Ölesiye Sevmek, Bulut Yayınları, İstanbul.
52
DENETİM TOPLUMU VE DENETİM ARAÇLARI / “İnsanın İnsandan Kopuşu” Erhan KURTARIR Giriş: Küresel Gözetleme Ortamı ve Denetim Toplumu Teknoloji olgusunun 'iyi' ya da 'kötü' olabilecek niteliği, onu elinde bulunduranların niteliğine göre değişmektedir. İçinde yaşamakta olduğumuz sistem, teknoloji sayesinde denetleme araçlarını yenileyerek ve bu sayede de yeni teknikler geliştirerek mümkün olan en gelişmiş gözetleme toplumu yapısına doğru hızla ilerlemektedir. Eskinin mekanik denetleme araçlarıi terk edilerek günümüzde, sayısallaştırılmış denetleme araçlarına geçilmektedir. Bu yeni teknoloji sayesinde sayısallaştırılmış olan kimliklerimiz ya da görüntülerimiz, yaşamımızın her aşamasında karşımıza çıkabilmektedir. Çeşitli amaçlarla oluşturulan bu yeni sistemin en öne çıkan gerekçesi de “güvenlik” olarak tanımlanmaktadır. Bireyin özgürlüğünü kısıtlama araçlarını daha da geliştirmiş olan sistem, “güvenlik” gibi gerekçeler sayesinde meşru hale getirilmeye çalışılmaktadır. Burada ironik olan durum, insanlığın kendi hapis sitemini ve tekniklerini günden güne geliştirmesi ve kendisini tutsaklaştırmasıdır. Bir başka bakışla, artık, kurulan sistem kurucusunu esir almaktadır. Kurulan bu sistemi denetleyen ve yönlendiren ise “devlet”tir. Gelinen son noktada bireyin kendi özgürlüğünü yine kendisinin kısıtlaması aslında insanın evrilmesi ve insandan (bedenden) kopması olarak yorumlanabilir bir yapı sergilemektedir. Bu yazıda, insanın insandan kopma ve değişme sürecini anlamlandırabilmek için öncelikle “bilgi” kavramının değişen anlamı ve dolayısıyla değişen toplum yapısı irdelenecek, arkasından da bugün ortaya çıkan gözetleme toplumunun yapısını anlayabilmek için denetleme ve gözetleme araçları açıklanmaya çalışılacaktır. Ortaya konan bu sorunsala ilişkin geliştirilebilecek çözümlere dair ipuçları ise yazının devamında yer alan ütopya kurgusunda ele alınmaktadır. Değişen Toplumsal Yapı ve Bilgi Kavramı İnsanoğlunun içinde yaşadığı çevreyi anlamlandırma çabası, bugün de süren, sonu gelmez bir süreçtir. Peşinde olunan “bilgi”, yaşamsal ihtiyaçlardan doğup hayatı kolaylaştırabileceği gibi, bilmediğinden korkan insan için psikolojik bir dayanak oluşturmaktadır. İnsanın anlam ve bütünlük için bilgiye ihtiyacı vardır. Teknoloji, kendine ait yöntemlerle alımlanan bilgiyi toplamakta, onu işlemekte, yorumlamakta ve gündelik yaşama kazandırmaktadır. Günümüzde insanlık bu bilgi ihtiyacını giderebilmek için
i
Suçlu ya da hastalıklı olan bireyi kapatarak toplumdan uzaklaştırma ve ehlileştirme eğilimi.
53
teknolojinin sunduğu ulaşmaktadır.
araçlardan
da
yararlanarak
çeşitli
süreçlerle
bilgiye
Buraya kadar doğal bir ihtiyaçtan hareketle insanlık bilgi ile kendi yaşamı arasındaki ilişkiyi belirleme hakkını kullanıyor görünmektedir. Özellikle teknoloji bu noktada oldukça “masum” ve faydalı olarak adlandırılmaktadır. Ancak dikkat edilmesi gereken bazı noktalar vardır. Bilgi tarihsel süreç içerisinde meta haline gelmiş (Tablo 1) ve iktidarın sürdürülebilmesi için yine iktidarın en önemli gereksinimi halini almıştır. Artık bilgi, Foucault’nun da belirttiği gibi, “güç”tür. Bu gücü elinde bulundurma yarışı günümüze damgasını vuran temel eğilim olarak gözükmektedir. Tablo 1: Bilginin Evrimi ve Satılır Hale Gelmesi Süreci (Kurtarır, 2005)
Bilginin Evrimi ve Satılır Hale Gelmesi Süreci Cicero
Bilgi Mülkiyeti
Eski Roma
Fikir Hırsızlığı
13. yy
“bilgi, satılamayacak bir tanrı armağanıdır”
Rönesans
Fikir hırsızlığı tartışmaları
17. yy
Metnin mülkiyeti kime ait? tartışmaları
18. yy
Bilgi ile piyasa ilişkileri kurulması
20. yy
Bilginin tekelleşmesi ve rekabet Bilgi Temelli Ekonomi Bilgi Toplumu Bilişim Endüstrisi
Toplumsal aktörler üzerinden tanımlamalar yapılmaya başlandıkça bilginin ifade ettiği anlam da farklılaşmaktadır. Örneğin, küreselleşme ile birlikte artan rekabet ortamı bilgiyi firmalar açısından da önemli bir kaynak haline getirmiştir. Bu yeni dönemde rekabet gücü artık maliyet üstünlüğüne değil, bilgiyi yenileyebilme yeteneğinin sağladığı dinamik gelişmeyi mümkün kılacak yeteneklere dayanmaktadır.i Artık firmalar açısından, bilgi en önemli stratejik kaynak, öğrenme ise en önemli süreç haline gelmiştir. Bu süreci işler kılabilmek için toplumun geneline yayılan bir iletişim ağının kurgulanması ve teknolojik gelişmelerin de bu ağın sağlıklı yürütülebilmesi için gerekli altyapıyı sunması gerekmektedir. ÖĞRENEN BÖLGE
2000
BULUŞÇU ORTAM
1990
1980
1970
1960
SANAYİ BÖLGELERİ
Şekil 1: Küresel ortamda rekabet edebilmek için geliştirilen / önem kazanan kavramlar (Kurtarır; 2005)
i
Saral, G., 2002/1, Planlama
54
Fakat yeni teknolojiler beraberinde bazı sorunları da getirmektedirler. Bunlardan biri de bilgisayarlar ve internet ağları aracılığıyla toplumun daha sıkı bir denetim altına alınmasının kolaylaşmasıdır. Ayrıca, bilişim teknolojisindeki gelişmelerin özerk, özgün ve farklı kültürel oluşumlara imkân vermediği, aksine dünya çapında egemen, başat ve tek bir kültürün oluşumuna katkıda bulunduğu belirtilmektedir.i Medya sayesinde oluşturulan ve hızla yayılan bu ortamın küresel ölçekte yaşandığını gözlemlemekteyiz. Öte yandan, evrensel hale gelen bilişim teknolojileri, kültür hizmetlerinin niteliğini tanımlayan ve üreten, tekelleşmiş bir kültür ve eğlence pazarının doğmasına yol açmaktadır. Bu olgu, insanların özgün kültürel çevreleriyle bağlantılarını sağlayan ve kültürel gelişmelerin özünü teşkil eden mekanizmaların hızla yok olması anlamına gelmektedir. Bilgi toplumu yapısı aslında bilişim devrimini başlatan ve yönetenlerin çıkarlarına hizmet etmektedir. Söz konusu kesimler yönetici sınıf, askeri kurumlar ve uluslararası endüstri kuruluşları olarak sayılan toplumun en “güç”lü kesimleridir. Öte yandan toplum açısından bilişim teknolojilerinin ve bilgi toplumunun etkisi sorunları ve çözümleri bünyesinde barındıran karmaşık bir yapı sergilemektedir. Teknoloji toplum ve birey hakkında bilgi toplamak ve iletişimi denetim altına almaya yarayan etkin bir silah haline gelmektedir. Gizli servislerin normal görünümlü bilgisayar programlarını bilgi toplama amaçlı kullanmaları ve bu çerçevede gelişen olaylar pek çok roman ve belgesele de konu olmuştur Panoptikon ya da “gözlem evi”, Jeremy Bentham’ın 1787 yılında Rusya’dan İngiltere’deki bir arkadaşına yazdığı mektuplarda tasvir ettiği bir hapishane modelidir. Bu modele göre, daire şeklindeki bir binanın tam ortasına yüksekçe bir gözetleme kulesi yerleştirilmiştir. Kule, etrafını çevreleyen binadaki hücreleri görecek şekilde tasarlanmıştır. Her birine bir kişinin yerleştirildiği hücreler ise önden ve arkadan iki pencere ile aydınlatılmaktadır. Özellikle hücrenin arka tarafındaki pencereden gelen ışık, odadaki kişinin kuleden kolaylıkla görülebilmesini sağlamaktadır. Hücredekiler, dışarıdan görülebilen ancak kendilerini izleyenleri göremeyen nesneler konumundadırlar. Kuledeki gözeticiler (ya da gardiyanlar) ise görebilen, ancak görülmeyen özne konumundadırlar. Dolayısıyla panoptikon’un çalışması simetrik olmayan bir iktidar ilişkisine dayanmaktadır. Bu iktidar ilişkisinin temelinde yatan düşünce, nesne konumundaki kişilerin sürekli görünür olmaları ve her an izlendiklerine dair bir kanaate sahip olmalarıdır.ii Foucault, yeni uygarlığı gözetim uygarlığı olarak tanımlar ve görünmeyen bir iktidarın kendi kurallarını oluşturduğunu anlatır. Bahsedilen iktidar, bireyin hayatında ve toplumsal hayatta her aşamada kendisini hissettirmekte ve baskısını oluşturmaktadır. İktidarı bir sınıfa veya bireye bağlamak mümkün değildir. O kendi kendisini bireyde oluşturmakta ve onun sayesinde ilkelerini uygulamaktadır.iii Foucault’ya göre iktidarın araçlarını şu şekilde açıklanmaktadıriv:
i
Akın, 2005
ii
Arslan, 2005
iii
Kurt, 2005
iv
Kurt, 2005
55
Resim 1: Jeremy Bentham’ın panoptikon tasarımı (http://www.gf.dk/kriminalitet.htm)
A. Denetim Foucault’a göre modern toplumlar kendine özgü metodlarıyla bireyleri hükümranlığı altına almaktadır. Bunun önemli araçlarından biri de denetimdir. Bu konuda düşüncelerini şöyle açıklar: Denetim iktidarın önemli bir aracı olarak yerini alacak ve sicillere dayanan bir yapıyla kişileri gözlem altında tutmaya çalışacaktır. Bunun mekanları ise belirli bir yer değil tüm toplumsal hayattır. Okul, aile, kışla, hapishane, fabrika, hastane gibi kurumlar birey üzerinde iktidarın baskısını hissettirmeye yetecektir. B. Disiplin Disiplin anlamında Foucault hapishaneyi, modern tekniklerin batı toplumlarında normalleştirici, nesneleştirici, gözetleyici ve disiplinci iktidarın kurumu olarak inceler. İktidar artık eskisinden farklı olarak, öldürerek yönetmek yerine onları canlı tutarak yönetmektedir. Bu yönetimin ana tekniklerinden biri disiplin aracılığı ile yönetilenleri normalleştirerek yaşatmaktır. Egemen iktidarın gücü eskiden öldürme gücü iken bugün bedenlerin yönetimi ve yaşatmaya dönük işletmesini hedefleyen bir dizi müdahale ve düzenleyici denetim yolu ile gerçekleştirilen nüfus biopolitiğidir. Artık biopolitik iktidar dönemi başlamıştır ve bu anlayış kapitalizmin gelişmesinin vazgeçilmez bir öğesi olmuştur. Bedenlerin denetimli bir şekilde üretim hattına sokulması ve nüfusun ekonomik süreçlere göre ayarlanması bunu açıklamaktadır. Panopticonizm (her şeyi tüm yönleri ile ışık altına çıkarıp görünür kılma) bunun önemli bir aracıdır. Daire şeklinde hapishanelerde olduğu gibi herkesin her an görülebildiği yapılar iktidarın işleyişini kolaylaştırmaktadır. Daire biçiminde inşa edilmiş hücrelerde bulunan mahkumlar, merkezi bir kuleden sürekli olarak gözetlenip gözetlenmediklerini asla bilemeyeceklerinden herkes kendi davranışlarını kontrol etmeye başlamıştır. İleri kapitalizm döneminde insanlar bu anlayış neticesinde bilgisayarlar aracılığıyla gözlemlenmektedir. Modern dönemde işkence sürekli gözetimle yer değiştirmiştir. Bugün teknoloji sayesinde gözetim kolaylıkla yapılabilmektedir. Disiplin toplumlarından farklı olarak denetim toplumlarının özelliği, insanları kapatmaya artık ihtiyaç duymamalarıdır: günümüzün çok gelişmiş toplumları, hapishaneleri, hastaneleri, fabrikaları boşaltmanın araçlarını bulmaya, geliştirmeye
56
ve uygulamaya çalışıyorlar. Denetim toplumları bir bakıma "otoyollar" gibi işlemektedirler. Birey bu yol üzerinde özgürce dolaşmaya bırakılmakta ama aynı zamanda denetlenmektedir. Modern insan kendi hızı olmayan bambaşka türden, insani olmayan bir hıza "bindirilmiştir" Bu hız, toplu taşım araçlarının, kitle iletişim araçlarının dayanılmaz süratidir ve yepyeni türden tehlike ve risk ihtimallerini hepimiz için içinde saklayan bir yapıdadır. Özellikle bilgisayarlar ve iletişim ağları bu yeni denetleme süreci içerisinde, eski gözetim kulelerinin yerini almaktadır. Bilgisayarlar ve yeni iletişim ağlarının görünmeyen rolü “iktidarın gücünü sürdürmesine olanak sağlamak” olarak tanımlanmaktadır.i
i
Kurt, 2005
57 Denetim Toplumu ve Denetim Araçları
“Tanrı gözetleyendir… ama… Yerini Devlet’e bırakmıştır!”
Resim 2: New York Polis teşkilatının şehrin her yerine kurmayı tasarladığı kamera sisteminin soyut anlatımı (www.prisonplanet.com)
Foucault'ya göre, 17. yüzyıldan başlayarak Batı toplumlarında yeni bir devlet anlayışı/modeli ortaya çıkmıştır. Bu devlet artık ortada görünmeyen ama izleyen, gözetleyen, bilgi toplayan devlettir. George Orwell '1984' isimli kitabında 'olası düşman' durumuna karşı devletin “Büyük Birader” konumuna geldiğini, her yerde gözünün ve kulağının bulunduğunu belirtmektedir. Büyük Birader, dur durak bilmeden bizleri gözetleyen, izleyen aygıttır. Devlet, terör tehlikesi sayesinde, kendisi için çok verimli ve üretken bir zeminde, çok “haklı”, çok “makul” gerekçeler göstererek denetleme görevini yerine getirmektedir. İnsanoğlu artık kimsenin gözetleyeni göremediği, fakat herkesin gözetmen tarafından görülebileceği bir ortamda yaşamını sürdürmektedir. Bu süreç içinde teknolojik gelişmelerden yararlanan devlet, izleme ve denetleme sistemlerini geliştirmektedir. Bu amaçla geliştirilen sistemlerden bazıları aşağıda özetle açıklanmaktadır:i Mernis: • ‘Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi’ne karşılık kullanılan Mernis, ölenler, kayıplar ve vatandaşlıktan çıkarılanlar da dahil bütün T.C. vatandaşlarına, kişilerin özel durumları ile ilgili bilgi içermeyen 11 haneli kimlik numarası verilmesi amaçlanan İMF (uluslararası para fonu) kredili bir projedir. 30 senede geçilebilmiş aşamalar sonrasında artık her yerde sorulan bir kimlik numaramız olmuştur. • Bir sonraki aşama taklit edilmesi ‘imkansız’, parmak izi karşılığında nüfus müdürlüklerinden alınacak olan akıllı kartlardır. • Amacı, farklı kurumlarda olan veritabanlarını birleştirmek olan projenin sonunda tek numarayla tanımlanan bireyin, bütün bilgilerine bir terminalden ulaşmaktır. Promis: i
korotonomedya.net, 2005
58
• Savcı yönetim bilgi sistemi (Prosecutor's Management Information System) kısaltması olan Promis Amerikan adalet bakanlığına bağlı savcı büroları veritabanlarını birleştirmek amaçlı, İnslaw şirketi tarafından 70’lerin sonunda geliştirilen, girdiği bütün veritabanlarını bir dosya içine toplamasıyla türünün ilk örneği olan yazılımdır. Bu noktada “Resmi kayıtlara geçen bilgilerimizi verdik, fakat gündelik yaşamımız kurtarılmış bölge olarak varlığını sürdürüyor” diye düşünmek de yanlış bir bakış olacaktır. Çünkü, özel alana da müdahale edebilen yeni sistemler geliştirilmiştir; Echelon: • Dünya genelinde elektronik posta, telefon görüşmeleri, faks yazışmaları, internetten dosya indirme gibi kullanımların denetimine çalışan, Amerika, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda istihbarat teşkilatları tarafından yönetilen izleme sistemidir. • Echelon, ayırt etmeksizin dolaşımda olan bütün bilgiyi topladıktan sonra, yapay zekalar aracılığıyla konuşmalar ve elektronik postalardaki anahtar kelimelere göre bilgiyi sınıflar ve depolar. • Gelişigüzel araştırmanın dışında belirli kişilerin iletişim yollarını da takibe alabilir. • Bilgiyi toplamak, analiz etmek, depolamak için yeni teknolojiler geliştirilmektedir. Örneğin, Petaplax, en az 20 milyon gigabayt hafızası olan ve internet trafiğinin 90 günlük seyrini kaydedebilen bir sistemdir. Enfopol: • Echelon’a tepki gösteren Avrupa Birliği “kendi Echelon”u olan Enfopol adlı sistemi geliştirmektedir. • Enfopol; ortak para birimi ve AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) ile hız kazanan Avrupa’nın entegrasyonu sürecinde, casusluk örgütlerinin de “entegre” olması anlamına gelmektedir. • Avrupa Birliği Adalet ve İç İlişkiler Komisyonu desteğiyle hazırlanan Enfopol, Avrupa çapındaki telefon, internet, faks ve teleks gibi görsel ve işitsel tüm iletişimi izlenmesini sağlamaktadır. • Amaç “ulusal sınırları aşan, kesintisiz bir telekomünikasyon takip sistemi” oluşturmaktır. İnternet: • Savaş sırasında bir bölümü yıkılsa bile işlemeye devam edebilecek bir haberleşme ağı olarak Amerikan ordusu için geliştirilen Arpanet’in gelişmiş hali olan internet, var oluşu itibariyle merkezi olmayan bir sistemdir. Ancak, echelon ve promis gibi aygıtlar merkezi olmayan bu sistemin içinde veriyi tek merkezde toplama amacıyla kurulmuşlardır. Dolayısıyla, internet veya diğer iletişim teknolojilerinin tek kullanım amacının insanların daha etkin bir biçimde ve özgürce iletişim kurmaları olduğu söylenememektedir. • İnternete bağlanıldığı andan itibaren bilgisayarlardaki tüm bilgiler erişilebilir hale gelmektedir. Ağda akan veri trafiği, bilgi alışverişi aradaki pek çok ayrı kaynak tarafından (bir web sayfasını çağıran evdeki/iş-yerindeki bilgisayar,
59
arada köprü görevini gören server’lar, bilgiyi gönderen web sunucusu gibi araçlarla) sürekli kaydedilmektedir. Mernis, Promis, Echelon, Enfopol ve benzerlerinin merkezileştirdiği şey insanın sayılar âlemindeki kopyasıdır. E-Devlet, gücünü verilerden almaktadır. Bu gelişmiş sistemlerden de anlaşılacağı gibi, devlet kuşkucu bir yapı sergilemektedir. Bireyler ve toplum hakkında herhangi bir konuyu atlamaktan kaçınmaktadır; çünkü en ufak bir bilgi kırıntısını kaçırdığı andan itibaren sonunun geleceğinin tamamıyla farkındadır. Devlet bakışına göre, her şey ve herkes devlete karşıdır; karşı olma durumundadır şeklinde tanımlanmaktadır. Bu kendisini, otoritesini meşru kılmak için hazırlanmış bir kılıftan başka bir şey değildir. Devlet, izleme ve gözetleme alanını genişletmek istediği anda çeşitli güvenlik senaryolarını devreye sokmaktadır. Halk, durumun ne kadar vahim olduğu konusunda görsel, işitsel ve yazılı basın aracılığıyla yetersiz ve taraflı bir biçimde aydınlatılmaktadır. Örnek Olay: 11 Eylül Sonrası Denetimin Meşrulaştırılması Süreci 11 Eylül olaylarının insan hakları bakımından çok önemli sonuçları olmuştur. İnsanın temel hak ve özgürlüklerinin bu süreç sonrasında kolaylıkla elinden alınabildiği görülmektedir. Bu sonuçlardan ilki, şiddeti esas alan “güvenlik devleti” anlayışının küreselleşmenin etkisiyle kısa sürede yayılması olmuştur. Dünyanın birçok yerinde demokratik ülkeler, demokrasiye geçmeye çalışan ülkeler ve demokratik olmayan ülkeler güvenlik gerekçesiyle ve “terörle mücadele” söylemi altında hak ve özgürlükleri yok edecek uygulamalarda bulunmaktadırlar. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, küresel ölçekte terörist avına çıkarak yok etme iddiasında olduğu olgunun bir başka formunu devlet terörünü bütün dünyaya tanıtmıştır. 11 Eylül’ün bir diğer sonucu, insan hakları düşüncesinin aşınması olarak belirtilmektedir. Geride bıraktığımız yüzyıl insan hakları konusunun en fazla tartışıldığı ve savunulması gerekliliğinin vurgulandığı yüzyıl olmasına rağmen belki de tarihin tanık olduğu en kanlı dönem olarak kapanmıştır. Bu sürece ilişkin bir diğer önemli nokta da 11 Eylül sonrasında güvenlik gerekçesiyle yapılan kısıtlamalara halkın büyük ölçüde destek vermiş olmasıdır. Çünkü insanlık kendi eliyle hak ve özgürlüklerini devlete teslim eder hale gelmiştir. Bu durumu açıklayabilecek en doğru kavramın “korku” olduğu belirtilmektedir. “Güvenlik-özgürlük dengesinin ikincisi aleyhine bozulduğu dönemler, korkunun iktidar olduğu dönemlerdir. İnsanlar korktuklarında güvenliğin sağlanması uğruna hak ve özgürlüklerinden kolayca vazgeçebilmektedirler. Burada korkunun gerçek tehlikelerden ya da vehimlerden kaynaklanması çok da önemli değildir. Korku altındaki insanların sağlıklı düşünmeleri ve akıl yürütmeleri mümkün değildir.”i Bu gibi olağan üstü süreçler sonrasında bilinci sekteye uğrayan/uğratılan insan doğasında barındırdığı yeteneklerden de uzaklaşmakta ve kendisine yabancılaşmaktadır.
i
Arslan, 2005
60
Çözüm Amaçlı Ütopya Denemesi: Sanat Olgusu İnsanın İnsandan Kopması Sorunsalına Çözüm Üretebilir mi? Buraya kadar, insanlığın geldiği son nokta olan bilgi toplumu aşamasına kadar geçen sürecin aynı zamanda “insanın doğasından koparılma süreci” olarak da tanımlanabileceği belirtilmeye çalışılmıştır. İktidar olgusu, bireylerin zihninde ve özellikle de devletin araçlarında kendini sürdürmektedir. Bu ortamda gerçeklik de yitirilmektedir. Artık söylenenler ve yazılanlar farklı amaçlarla üretilen ve sahte kurgulara dayanan bir yapıya doğru evrilmiştir. Sürekli bir devinim içerisinde olan ve bize faydalı olduğu söylenen teknoloji bu veriler ışığında değerlendirildiğinde masumiyetini yitirmiş bir olgu olarak durmaktadır. Bağımlılık ve daha ötesi tutsaklık yaratmakta aynı zamanda da becerileri köreltmektedir. İnsanı ait olmadığı bir makine sistemi içine sokmakta, ait olmadığı bir hıza dahil etmekte ve insanı da makineleştirmektedir. Bu aşamada teknoloji, araçken amaç haline gelmektedir. Bütün bu gelişmelere rağmen insan ilişkilerinin her şeklini ve biçimini, problemlerin ve çözümlerin tümünü yani yaşamın tümünü sınırlı bir kapasitesi olan bilgisayarlara aktarmak mümkün görünmemektedir. Toplanan bütün bilgilerin yorumlanması gerekmektedir. Öte yandan insan, önceden varsayılamayacak hareketler içine girme becerisi de gösterebilmektedir. Bu karmaşık durum ile insan yapısı olan programların başa çıkması pek mümkün görünmemektedir. Öte yandan devlet insanlığın yarattığı bir olgu olduğu için denetleme toplumları da insanın kendi kendine kurguladığı bir ortam olarak tanımlanabilmektedir. Denetleme toplumu yapısı toplum içinde ayrışmalara yol açmaktadır. Öteki kavramı gittikçe güçlenmektedir. Ayrıca sistem, kendi içinde bazı kör noktalara sahiptir. Kör noktalar aracılığıyla sistemi bozmak da mümkün görünmektedir. Bu kör noktalardan birisi, kulenin tepesinde kimsenin olmadığı andır. Bu varsayım insanın kafasında kalıplaşmış halde bulunan gözetlenme hissinin kırıldığı andır ve artık özgürleşme yolunda insan ilk adımını atmıştır. Bu noktada bireyin ilişki kurduğu dış dünya ile bağlarının arttırılması ve tüketen/edilgen bir yapıdan üretken/etken bir yapıya dönüşmesi tanımlanan olumsuz gelişmelerin engellenebilmesi için vazgeçilemez bir çıkış yolu olarak durmaktadır. Bir başka deyişle bu sistem sarmalından çıkış yine insanın kendisinde yatmaktadır. İnsan yitirdiği temel özelliklerini geri kazanma yoluna döndürdüğü takdirde, hem öznesi hem de nesnesi olduğu iktidar sorununun çözümünü de yakalayacaktır. Örneğin insanın Paleolitik dönemde sahip olduğu “estetik kaygı” ve sanatçı kimliği, uzmanlaşma ve iş bölümü ile birlikte kaybettiği bu özellik, kafasında yerleşmiş olan iktidar olgusunun yıkılması için uygun bir araç olarak durmaktadır. Bu hedefe ulaşılmasında geliştirilebilecek en etkili yöntem, devletin de etkili biçimde kullandığı bir yöntem olan, eğitim olgusudur. Fakat burada tanımlanması amaçlanan eğitim olgusu kurumsallaşmış, devlet güdümündeki ve iktidarın devamlılığını sağlama amaçlı oluşturulan eğitim kavramından farklıdır. Burada hedeflenen eğitim süreci tanımlanacak olursa; Gelecek için tasarlanan her konuda bir ölçüde hayal gücüne ihtiyacımız vardır. Hayal kurabilmek için de beynin özgürce düşünebilmesi gerekmektedir. Hayal kurabilme yetisi için “sanat” en önemli araçtır ve bu ilişkinin tersi de doğrudur, sanatsal üretim için de hayal gücü ve düşünce özgürlüğü gerekmektedir. Günümüzde ise insanların hayal gücü bile
61
denetim altına alınmaya çalışılmaktadır ve herkese, uygun kalıplar içinde uygun roller dağıtılmaktadır. İnsan sadece kendi öz değerlerinden değil aynı zamanda doğadan da yabancılaşmaktadır. Bu noktada, özgür düşünce altyapısını oturtabilmek için sanatı araç olarak kullanmak gerekmektedir. Denetim toplumu yapısından kurtulabilmek ve kalıplaşmış rollerden sıyrılabilmek için masum, samimi ve içtenlikli bir topluma ve toplumsal düzene gereksinimimiz vardır. Bu amaç doğrultusunda, sorgulayan, üreten, geliştiren bir beyne sahip olmak için de sanat gereklidir. Sanat’a yüklenen anlamlara bakıldığında bahsi geçen sorunsala hangi açılardan çözüm oluşturulabileceğinin ipuçlarını da yakalayabilmekteyiz; Düşünmeyi ve gözlem yapmayı gerektirir. Beğeni ve estetik duygusunu geliştirir. İnsanın iç dünyasının, iç çocuğunun gelişmesine yardım eder. Dogmalardan ve kalıplaşmış toplumsal rollerden uzaklaşılmasına yardım eder. Gözlem yapılmasını ve algılamayı gerektirdiği için sorgulamayı doğurur ve insanın, dış dünyanın farkına varmasını sağlar. İnsanı stresle dolu yaşamından uzaklaştırıp rahatlatır. Değer olarak da bugün yükselen bir öneme sahiptir çünkü artık metalaşmıştır. Bu yapısı da çözüm girişimleri açısından fırsat yaratmaktadır. Araç Olarak Sanat ve Sanatın Toplumsal Rolü İnsanoğlu toplumun bir parçası olarak iletişime gereksinim duymaktadır. Bir dil ve kendini ifade aracı olarak sanat evrensel bir yapıya sahiptir. İletişim kurabilen ve kendini ifade etme şansı bulan insanlardan oluşan toplumlarda ayrımcılığın ortadan kalkabileceğini ve birlikte yaşama, bir arada olma becerilerinin gelişebileceğini söylemek mümkündür. Sanatın toplumsal rolünü anlayabilmek ve etkisini ölçebilmek için paleolitik döneme bakılması yeterlidir. İlkel toplumda sanatın rolü bugünkünden daha genel ve daha farklı bir yapıdadır. Örneğin, ilkel toplumda av dansının önemli bir yeri vardır. Bu dansla hayvana büyü yapıldığı sanılsa da aslında insan kendine büyü yapmakta ve zihinsel, fiziksel, pratik ve psikolojik yönlerden ava hazırlanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında büyü dansı bütün bu dansa katılanlar için bir toplumsal eğitim aracı halinde kullanılmaktadır. Hem fiziki ve mesleki eğitimin hem de etik ve estetik eğitimin aracıdır dans. Bu sırada yapılan dansın bir diğer önemli işlevi de, katılan her kişiyi ortak topluluğa manevi açıdan bağlamasıdır. Öte yandan, bireyi bu örgütlü topluluğun bir parçası haline getirmekte, dayanışma duygusunu arttırmakta ve ortak topluluğun gücüne olan inancı pekiştirmekte, vücuda esnek bir yapı kazandırmakta, hayvandan duyulan korkuyu yenmeye yardımcı olmakta ve zafere olan inancı arttırmaktadır. Sanat bu yoldan sadece doğayı değil insanın kendisini de insancıllaştırmaktadır. İnsanı hayvansal durumundan çıkarıp, kendisini ve yetilerini duyup tanımasına yardım etmiştir. İlkel toplumda sanatsal kültürün üreticisi ve tüketicisi veya başka bir deyişle, sanatçı ve izleyici arasında da bir ayrım bulunmamaktadır. Kagan bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
62
“En eski sanatsal yaratım biçimi, edilgen bir durumda izlemeye yönelik olan oyun değil, ama herkesin içinde yer alacağı tarzda, ortak topluluğun kendi bir etkinliğiydi; çünkü toplum bu etkinlik biçimini fantastik yoldan, safça dinsel düzeyde yorumlamakla birlikte kendi üyelerinin bu biçimde toplumsal olarak kendisini yetiştirmesinin yararlarını sezgisel olarak kavramıştı. (Kagan, M.; 1993)” Sanatçı kavramı irdelendiğinde ise toplumsal yapıdaki değişimlerin bu kavramı süreç içinde oldukça farklılaştırdığını görürüz. İlkel toplumlarda sanat yaşamın her alanında yer alan bir davranış biçimi olarak adlandırılırken, sanatçı diye bir ayrım yapılmamakta herkes sanatçı olarak adlandırılmaktadır. Günümüzde ise toplumsal değişimlerin ve kırılmaların ve iş bölümünün de etkisiyle bu olgu başkalaşarak seçkinci bir hal almıştır. İnsan en önemli özelliğini, yaratım edimini, toplumsal yapıdaki değişimler ve başkalaşımlar sonucu kaybetmiştir.
Şekil 2: Sanat ve Yaratım Potansiyeli İlişki Şeması (Kurtarır; 2005)
Sanat ve yaratım potansiyeli ilişki şemasında anlatılmak istendiği üzere, bir piramit benzetmesi yapılacak olursa piramidin geniş tabanını ilkel toplum ve onun yaratıcı davranış potansiyeli olarak adlandırmak, ince ucunu ise günümüz toplumunda küçük bir zümreye kadar düşen sanatla uğraşma durumu ve günümüz yaratma eylemi girişimi olarak adlandırmak mümkündür. Buradaki ilişkiyi düşey olarak kullanırsak fiziğin temel yasalarından olan enerjinin korunumu yasasına da gönderme yapmak mümkün hale gelir. Bilindiği üzere “h” yüksekliğine çıkıldıkça kinetik enerji yerini potansiyel enerjiye bırakmaktadır. “hmax” noktasında kinetik enerji minimum (Ek=0), potansiyel enerji ise maksimum (Ep=max) değerdedir. Günümüz toplumu ve geçmiş ilkel toplumlar arasında da yaratma eylemi açısından böyle bir ilişki vardır. Taralı alan kaybolan yetileri ifade etmektedir. Günümüz insanı gelişen denetleme toplumu yapısı, iş bölümü, yabancılaşma süreçleri sonucunda harekete geçirebildiği özelliklerini yitirmiş ve potansiyel olarak saklamaktadır. Bu aşamada piramidin ince ucunu tekrar genişletmek ve halka yayılan bir üretim ve yaratım sürecinin zeminini hazırlamak gerekmektedir. Sanat günümüzde halen önemli bir yere sahiptir. Örneğin, yeni ortaya çıkan rejimler de (ör; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması aşaması) kendilerini ifade etmek ve fikirlerini görünür kılmak için sanatı araç olarak kullanmışlardır. Bu yapısıyla hem
63
bireyin hem toplumun hem de otoritenin sıklıkla kullandığı kendini ifade etme aracıdır. Fakat anlamı değişmiştir. Günümüzde sanat daha çok sanat eserinin değişim değeri üzerinden tanımlanır hale gelmiştir. Bu noktada “Kültür Endüstrileri” kavramı ile bu yapı adlandırılmaya çalışılmaktadır. Küreselleşmenin etkilerinden biri olan kültürel benzeşme, sonucu insanların zevkleri de ortaklaşmaya başlamıştır. Sanat eseri bu yapısı ile geçmişteki işlevlerinden olan bireyin toplumsallaştırılması işlevini, bireyin tek tipleştirilmesi işlevine bırakıyor görünmektedir. Bu olumsuz gelişime rağmen sanatın halen önemli bir olgu olması ütopya kurgusu açısından bir fırsat olarak yorumlanabilir. Sanat aynı zamanda toplumsal direncin de ifadesidir. Toplumdaki olumsuz gelişmelerin yansıtılabildiği en özgür ifade ortamı olarak sanatsal üretim, olumsuzluklara karşı direnmeyi ifade etmektedir. Bu duruma gösterilebilecek iyi bir örneği Levent Çalıkoğlu’nun “Sanat Savaşa Dur Diyebilir mi?” isimli yazısında görmekteyiz: “Bugün ortak belleğe kazılı en gerçek savaş görüntüleri, savaşmayı onurlu bir iş olarak görmeyen ressamların elinden çıkmıştır. Kahramanlığı yücelten hamasi resimler sarayların görkemli duvarlarını süslerken, acıyı, katliamları, canlıları yok etmenin anlamsızlığını gösterenlerin hepsi hem müzelerde hem de hafızalarımızda yaşıyor. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın BM Güvenlik Konseyi'ne savaşa zemin hazırlayacak "kanıtlarını" sunarken, Konsey'in dış duvarını kaplayan dev boyutlardaki Guernica halısının üzerini kapattırmasının tek gerekçesi, Picasso'nun savaşta kopan kolları, dağılan aileleri, yok olan hayvanları göstermesi mi? Powell muhtemelen ABD'nin, Alman bombardıman uçaklarına yerle bir etme izni vererek Guernica kasabasındaki 1600 Bask'lının ölümüne ortak olan Franco rejimi ile özdeşleştirilmesinden korkuyordu. Kaldı ki, arkasında 20. Yüzyılın en karanlık savaş resmi bulunan savaş baltaları kuşanmış bir Amerikalının hangi sözleri savaşı meşru kılabilir?“ Bazı kalıpların kırılabilmesi için birlikte hareket edebilme becerisinin geliştirilmesi gerekmektedir. Birey kolayca baskı altına alınabilir ama tüm toplumu aynı anda bastırmak ve denetlemek daha zordur. Bu baskıcı ve denetçi yapının kırılabilmesi için de eğitim en önemli araçtır. Birlikte yaşam kültürünün geliştirilmesi, estetik değerlerin ön plana çıkarılabilmesi ve yaşamın sanat haline getirilebilmesi için eğitimin küçük yaşlardan başlayarak geliştirilmesi gerekmektedir. Bu amaçlara ve gerekliliklere ulaşabilmek için önemli deneyimlere de göz atmak gerekmektedir. Gerek Türkiye’de 1930’larda kurulan Köy Enstitüleri, gerekse de 1960’larda Amerika’da kurulan Kara Panterler deneyimleri bu ve benzeri amaçlar doğrultusunda oluşturulmuş başarılı toplumsal örgütlenme modelleri göstermektedirler. Fakat her iki girişim de dönemin iktidarları tarafından siyasi amaçlarla baltalanmış ve ortadan kaldırılmıştır. Her iki girişimde de insanın doğasında olan değerlere yönelen ve özgürce üretebilen, toplumla barışık bireyler yaratılması hedeflenmiştir. Her ne kadar iktidar tarafından sonlandırılmış olsalar da bu deneyimlerden çıkarılacak önemli dersler vardır. Örneğin, Köy Enstitüleri modelinin başarılı noktalarından birisi de sahiplenme hissini yaratmasıdır. Çünkü bir yapının sürdürülebilmesi için aynı zamanda sahiplenilmesi de gerekmektedir.
64
Bugün dünya nüfusunun büyük bir bölümünün kentlerde yaşadığı göz önüne alınırsa köy enstitüleri modelinin belki de “Kent Eğitim Kooperatifi” adı altında kentlerde oluşturulması gerekmektedir. Bu yapı içerisinde yer alacak bireyin yetkin bir bilince sahip olması ve hayal kurma yetisinin gelişmesi için eğitimde sanatın payının arttırılması sağlanmalıdır. Bu amaca ulaşabilmek için mümkün olduğunca iktidarın denetimindeki eğitim olgusundan uzaklaşılması gerekmektedir. Bilinmektedir ki sistem, kendi içindeki bütün eğilimleri yine kendi hedefleri doğrultusunda dönüştürmektedir. Eğitimin erken yaşlarda başlatılmasının temel gerekliliği de insanın becerilerinin yitirilmemesi gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Kurgusu gereği bu yeni eğitim ortamında gönüllülük ve sahiplenme bilinci en önemli araçlar olarak gözükmektedir. Sahiplenme hissinin yaratılması için tıpkı köy enstitülerindeki gibi, kurulan yapının katılımcılarının kendi eseri olması ve bizzat kendileri tarafından inşa edilmesi bu olgunun pekişmesini sağlayacaktır. Tasarlanan eğitim süreci yeni değerlerin bireye aşılanmasından çok, öz değerlerin ortaya çıkarılması ve kaybedilmemesinin sağlanmasını hedeflemektedir.
65
Kaynaklar Akın, H. B., (2005), “Toplumsal Endişeler Üzerine Bir Değerlendirme”, Selçuk Üniversitesi İ.İ.B.F. www.ikhal.org. Altunya, N., (2002), “Köy Enstitüleri”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Nisan 2002, Yıl: 3, Sayı: 26. Arslan, Z., (2005), “Güvenlik ve İnsan Hakları Arasındaki Kırılgan Denge”, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı; DCAF & TESEV: Ankara. Avrupa’da bilgi toplumunun oluşturulması için ortak girişim, Haziran 2001, eAvrupa+ Eylem Planı. Çalıkoğlu, L., (2005), “Sanat Savaşa Dur Diyebilir mi?”; http://www.birsanat.com. Eraydın, A., (2000), “Building Up Competence, Institutions And Networks In Order To Catch Up İn The Knowledge Economy”, paper presented at IGU- Commission of Industrial Space 2000 Residential Conference, China Dongguan, China. Fischer, E., (1974), Sanatın Gerekliliği, Özgür Yayınları, İstanbul. Kagan, M., (1993) Estetik ve Sanat Dersleri, İmge Kitabevi, Ankara. Kurt, M., (2005), “Michel Foucault Ve İktidar Çözümlemesi”, www.bilgiyonetimi.org. Landabaso, M. vd. (1999), “3rd International Conference on Technology and Innovation Policy: assessment, commercialization, and application of science and technology and the management of knowledge”, Austin, USA. Saral, G., (2002), Buluşçuluk Kapasitesi, Planlama, TMMOB Şehir Plancıları Odası Yayını, 19–37. Tüfekçi, Y., (2004), “Hortlayan Paranoya... Fişleme Dedikleri”, www.barikat-lar.de: 21. Sayı. İnternet Kaynakları http://korotonomedya.net/kisadevre www.bilgiyonetimi.org www.prisonplanet.com http://www.gf.dk/kriminalitet.htm http://www.birsanat.com www.ikhal.org www.barikat-lar.de
66
GÜÇ, ERK, İKTİDAR OLGULARI BAĞLAMINDA İNSANCIL BİR İKTİDARA DOĞRU Özer KARAKAYACI Giriş Canlılar doğaları gereği ya da hayatta kalabilmeleri için güçlü olmak isterler. Çünkü doğal ortamda yaşayabilmeleri güçlü olabilmelerine bağlıdır. Bu zorunluluğu ortaya çıkaran unsurun da yine canlılar olduğunu gözardı etmemiz mümkün değildir. Yani canlılar mücadele ortamlarını kendileri yaratmışlardır ve bu ortamda kalabilmeleri için güçlü olmak zorunda kalmışlardır. Çalışmanın amacı, “güç”, “iktidar” ve “erk” kavramlarının açılımlarını inceleyerek, canlılar üzerindeki etkilerini irdelemektir. Bu kavramların toplumların yönetilmesindeki etkileri incelenerek, iktidar kavramının insanlar üzerinde baskıcı olmayan ve özgürlüklerini engellemeyen bir olgu haline nasıl dönüşebileceği ve böyle bir dünyanın hayali kurgulanmıştır. Kavramsal Tanımlar Güç ve erk sözcükleri anlam olarak farklı olmasına karşın, günlük yaşamda aynı anlamda kullanılmaktadır. Bazen yapılan bir işin güç olduğu belirtilirken, erk bir olgunun diğer bir olgu üzerine hakimiyet kurması olarak algılanır. Bu noktada sözcükler anlam olarak birbirinden ayrılabilmektedir. Hem güç hem de erk sözcükleri gerek “cinsel” açıdan gerekse “siyasal” açıdan iktidar sözcüğü ile aynı anlama geldiği görülmektedir (Gürel 2005). Bu bakımdan güç ve erk kavramalarının hangi manalarda kullanıldığına bakılması gerekmektedir. Güç İnsanların yada bireylerin eylemde bulunma, yapıp etme yetisi, Belli bir işi başarma, ortaya bir takım etkiler ya da sonuçlar çıkarabilme yeteneği, Doğrudan yada dolaylı yollarla değişimi meydana getirme yada olası değişimleri önleyip önüne geçme kapasitesi, Devletlerin, hükümetlerin yada kurumların ellerinde bulunan yönetme yetkisi, Toplumu yönetenlerin siyasal, hukuksal, toplumsal yapıp etmeleri gibi (Akarsu 1998, Hançerlioğlu 2000, Ulaş 2002) anlamlara gelmektedir.
67
Erk (İktidar): Fiziksel güçten ayrı olarak, bedensel, ruhsal, tinsel yönden biçimleyici ve etkileyici herhangi bir güç, yapabilme gücü, Başkalarından üstün olma ve onları egemenliği altına alma iradesi (Akarsu 1998, Hançerlioğlu 2000, Ulaş 2002), olarak tanımlanmaktadır. Alman düşünür Nietzsche erk’i, “başkalarının iradelerini kendi doğrultusuna çeken irade” olarak tanımlamaktadır. İktidar ve gücün varlığı ilişki temellidir. İlişki, en az iki öznenin/kişinin birbirleriyle etkileşimde bulunması demektir. Etkileşimle oluşan ilişkide “iktidar” belirleyici özellik olarak ortaya çıkar, bireyler arasındaki iktidarı oluştururlar. Van Dijk iktidar çözümlemesini, “A’nın iktidarı, B’nin eylem özgürlüğünü sınırlandırdığında, A B’nin üzerinde iktidarını kurmuştur”, şeklinde açıklamıştır. Foucault’ya göre, iktidar özgür özneler yada bireyler üzerine uygulanır, yani özgürcesine eylemde bulunmayan insanların, bireylerin yada öznelerin olmadığı yerde iktidardan söz etmek olanaksızdır. Çünkü böyle bir durumda var olan şey sadece esaret ya da kölelik durumudur. Foucault iktidar ilişkilerini dört yöntemde irdelemiştir. İlk yöntem olarak iktidarı giderek hukukiliğin azaldığı sınırdan bakmak gerekliliğidir. İktidarı gerçek ve edimsel uygulamalar içerisinde bütünüyle nüfuz ettiği taraftan incelemek; bir anlamda iktidarı, çok geçici olarak, nesnesi, hedefi, uygulama alanı diyebileceğimiz şeyle doğrudan ve anında ilişkiye girdiği, başa deyişle iyice yerleştirdiği ve gerçek etkilerinin gösterdiği dış yüzü açısından incelemek söz konusudur. Buda Foucault’un ikinci yöntemidir. Üçüncü yöntem olarak iktidarı, homojen bir egemenlik, bir bireyin ötekiler üzerindeki, bir grubun ötekiler üzerindeki egemenliği olarak değil de, iktidarın çok yukarıdan ve çok uzaktan bakılması dışında, ona sahip olan ve yalnızca onu elinde bulunduranlar, ona sahip olmayan ve yalnızca ona katlananlar arasında paylaşılan bir şeydir. İktidar bu biçimde bir ağ şeklinde hareket ederler ve bireyler sürekli olarak bu iktidara katlanmak ve iktidarı uygulamak durumunda kalırlar. Bireyler hiçbir zaman iktidarın rıza gösteren ya da atıl hedefi olmazlar, her zaman onun aracı olurlar. Birey iktidarın bir etmenidir ve aynı zamanda, bir etmeni olduğu ölçüde de onun aracıdır. Dördüncü yöntem ise; “iktidar, uygulanır, dolaşımda bulunur, ağ oluşturur”. Merkezden yayılacak, aşağıya nereye kadar uzandığını, ne ölçüde çoğaldığını, ne ölçüde toplumun en küçük öğelerine dek sürdüğünü görmeye çalışacak bir iktidar bakış açısı yerine, iktidarın yukarıya doğru bir çözümlemesi yapılmalıdır. Yani küçük mekanizmalardan yola çıkarak bir çözümleme yapılmalıdır (Foucault 2003) . İktidar Olgusunun Tarihsel Gelişimi İktidar olgusu dünyanın var oluşundan itibaren ortaya çıkmış bir olgudur. Belki o dönemlerde canlıların birbirlerine karşı iktidar mücadelelerinden söz edilemezse bile, canlıların doğaya karşı mücadeleleri şeklinde ortaya çıkmıştır. Ancak doğaya karşı yapılan mücadeleler canlıların birbirlerine karşı mücadeleleri şekline dönüşmüştür. Şüphesiz bu sürecin gerçekleşmesine neden olan bazı etkenler vardır. Hiçbir sosyal sınıf, sadece kaba kuvvete, çıplak şiddete dayanarak egemen sınıf katına terfi edemez, egemenliğini tesis edip, iktidarını sürekli kılamaz. Her egemenlik biçimi zorunlu ve kaçınılmaz olarak iki ayaküstünde durur, bunlar: yanılsama ve kaba kuvvettir (veya çıplak şiddet). Buradaki yanılsamayı gönüllü kabullenme olarak da
68
ifade edilebilir. Demek ki tarih sahnesine çıkan yeni bir egemen sınıfın, egemen olup, egemenliğini kalıcılaştırabilmesi için, sadece etkin bir baskı aygıtına sahip olması yeterli değildir. Kitlelerin bilincinde yanılsama yaratıp olup-bitenlerin kitleler tarafından gönüllü kabullenilmesini sağlaması da gerekir. İşte, egemen ideoloji-resmi ideoloji ayrımı bu aşamada gündeme geliyor. Fakat tarih sahnesine çıkan yeni egemen sınıfın kitlelerde yanılsama yaratıp, kitle bilincini maniple edebilmesinin maddi koşullarının da oluşması gerekir. Canlıların iktidar mücadelelerinden bahsederken insanlar ile diğer canlıları da birbirinden ayırarak değerlendirmek gerekir. Çünkü insanlar ile hayvanlar arasında içgüdüsel farklılıklar vardır. Russell insan ile hayvan arasında iktidar güdüsünün farklılığına dikkat çekmektedir. İnsanların isteklerinin, hayvanların isteklerinin tersine sınırsız olduğuna işaret eder. Boa yılana yiyeceğini yedikten sonra, tekrar acıkıncaya kadar uyur; eğer öteki hayvanlar aynı şeyi yapmıyorlarsa, bu ya yiyeceklerinin yetmediğinden ya da düşmandan korkmalarındandır. Birkaç hayvan dışında, hayvanların eylemleri sağ kalma ve çoğalma gereksinimi üzerine odaklanır. İnsanlar için durum başkadır. İnsanlar geçimlerini sağladıklarında bile eylemlerine devam ederler. Var olmak ve çoğalmak hayvanlara yettiği halde, insanoğlu yayılmak ister. İnsanoğlunun bu yayılmacılık güdüsüne örnek olarak Amerika’nın keşfini verebiliriz. Yeni bir çağın başlangıcı olarak gösterilen Amerika’nın keşfi masumane amaçlarla yapılmamıştır. Kolomb’un Amerika’nın keşfi bilimsel bir keşiften daha çok gizli bir amaç taşıyordu. Amerika’nın keşfinin aslında kabalistiki bir operasyon olduğu iddiaları ile bugün çok yoğun olarak karşılaşmaktayız. Bu yoruma göre ortada bizim tanıdığımız Kolomb’dan başka bir Kolomb vardı ki bu Kolomb aslında ait olduğu etnik-dini cemaatine yeni bir “yurt” bulma amacıyla okyanusu aşmayı göze almıştır. Çünkü Kolomb aslında Hıristiyan değil, İspanya’nın Seferad Yahudileri soyundan gelen bir Marano’yduii. Kolomb’un keşfi sadece bu konu ile sınırlandırılamaz. Bu keşifte başka şeyleri de hesaba katmak gerekir. O da şudur ki; Kolomb Kudüs’teki “Süleyman Tapınağı’nın” yeniden inşası için burada bulacağı değerli madenleri kullanmak istemesidir. “İnsanlığın vahşilikten uygarlığa geçişinde bir basamak” olarak tanıtılan Amerika’nın keşfi aslında kıtadaki Kızılderili soykırımının başlangıcı olmuştur. Durum Hollywood filmlerinde gösterilen “vahşi Kızılderili” ve kendini savunan “uygar beyaz” görüntüsünden çok farklıdır. Kolomb Amerika’yı keşfettiğinde bu topraklarda 30-50 milyon civarında Kızılderili yaşamaktayken, bugün sayıları 2 milyonun altındadır. Bu Kızılderililer de ülkenin belli bölgesinde yalıtılmış olarak yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Bu süreçte kıtanın asıl sahiplerine reva görülen ise zulüm, işkence ve soykırımdır (Akar 2003). Claessen ve Skalnik devlet oluşumunu oluşturan unsurları; Nüfus artışı, Savaş tehdidi, Teknolojik ilerleme, İdeolojiler, i
Kabalistik: Kabala inanışına göre Mesih’in gelmesi ve “Dünya Krallığının” kurulabilmesi için; Yahudilerin dünyanın dört bir yanına dağılmaları, Yahudilerin Filistin’e yani anavatanlarına dönmeleri ve yıkılan Süleyman Tapınağı’nın yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Kabalistik bu şartların yerine getirilmesi için tarihin yeniden yazılması anlamına gelmektedir.
ii
Marrano o dönemde Yahudi dönmelerine verilen addır.
69
şeklinde sıralamaktadır (Giddens 1999). Savaş her türden toplumun önemli bir özelliğidir. Dünyadaki ilk savaşlar Nil, Dicle-Fırat, ve İndus vadilerinde tarımsal alanlarda gerçekleşmiştir. Savaş, bireyler arasındaki örgütsel bir davranış biçimi olmasından, devlet olgusunun gelişme süreci olarak kabul edilebilir. Nüfus artışı hem kaynaklar üzerindeki çatışmaları, hem de yönetim yetkisinin merkezileşmesini hızlandırmıştır. Bu yönetim yetkisi daha sonraları çevrelerindeki insanları egemenliği altına alan ve sınırlarını genişletmek isteyen devlet haline gelmiştir. İktidar Biçimleri Bertrand Russell iktidar olgusunu beş farklı sınıfa ayırmaktadır. Bunlar; Ruhban sınıfı iktidarı, Kral iktidarı, Yalın iktidar, Devrim iktidarı, İktisadi iktidar. Bilgi İktidarı i, Ruhban Sınıfı İktidarı ve Kral İktidarı: Eski zamanlarda önem kazanmış geleneksel iktidar biçimleridir. Daha çok tinsel yasaların hakim olduğu ve birkaç kişinin gücü elinde bulundurması olarak algılanabilmektedir. Bu iktidar biçimlerinin her ikisi de şuanda batış halindedir (Russell 2004). Yalın İktidar: Geleneksel iktidarı ayakta tutan inançlar ve alışkanlıklar kaybolmaya yüz tutunca, geleneksel iktidar da yerini, ya yeni bir inanışa dayanan iktidara yada “yalın iktidar”’a bırakır. Devletin, kendisine bağlı vatandaşları üzerindeki iktidarı geleneksel, ama başkaldıranlar üzerindeki iktidarı yalındır. Yalın iktidarın tanımı psikolojiktir ve bir hükümet sadece uyruklarının bir bölümüyle olan ilişkileri yönünden yalın olabilir, ötekilerle olan ilişkileri yönünden yalın olmayabilir (Russell 2004). Devrim İktidarı: Russell devrim iktidarını dört örnek üzerinde açıklamıştır. Bunlardan birincisi, kişisel din yönüyle değil, iktidarı ve toplumsal örgütü etkileyişi yönüyle “İlk Hıristiyanlık” dönemi; ikincisi, “Reformasyon”; üçüncüsü, “Fransız Devrimi”, dördüncüsü ise “Rus Devrimi”’dir (Russell 2004).
i
Bu iktidar türü Prof. Dr. Sümer GÜREL’in YTÜ Şehir ve Bölge Planlama Anabilim Dalında Doktora dersi olarak verdiği Planlama Felsefesi dersi kapsamında yapılan tartışmalar sonucu, Prof. Dr. Sümer GÜREL’in ortaya attığı iktidar türüdür.
70
İktisadi İktidar: Sonuçsal çözümlemede, gerektiği zaman silahlı kuvvetlere de başvurmak suretiyle, belirli bir toprak parçası üzerinde kimin kalacağına, bu toprağa kimin bir şeyler verebileceğine ve bu topraktan kimin bir şeyler alacağına karar verebilmesinden ibarettir. Güney İran petrolleri, Anglo-Persian Petrol şirketine aittir. Zira İngiliz hükümeti, kendinden başkasının bu petrollere el atamayacağına karar vermiş ve bugüne dek bu kararı zorla uygulayacak gücü göstermiştir. Rodezya’daki altın madenleri birkaç zenginin elindedir. Zira İngiliz demokrasisi, bu birkaç kişinin zengin kalmasını sağlamak için Labongula ile savaşa girmeyi çıkarlarına uygun bulmuştur. ABD’deki petroller belirli şirketlere aittir, bu şirketlere bu petrollere sahip olma hakkı yasa ile verilmiştir. ABD silahlı kuvvetleri şirketlerin bu haklarını korumaktadır (Russell 2004). Bilgi/Bilim iktidar: Günümüz dünyasında bilginin güç olarak değerlendirilmesinde, iletişim kanallarındaki teknolojik gelişmenin çok hızlı ve çok yönlü yayılımı ile gerçekleşmesi, belirleyici etken olmuştur. Bilgiye akışkanlık kazandıran kitle iletişim araçlarının gelişimi, toplumsal değişim ve dönüşümlerde önemli bir unsurdur. Kitle iletişim araçları bu özellikleri ile iktidar oluşumlarında ve iktidarlara karşı gelişen direniş oluşumlarında baş aktör olmuştur. Bu anlamda iletişim (yeni bilgi) olmadan etkileşim olmadığı gibi, iktidarın varlığından da söz edilemez. Bir Ütopya Denemesi İktidarın iki yönü vardır; İktidarı elinde bulunduranlar ve iktidarın egemenliği altında bulunanlar. İktidarı elinde bulunduranlar açısından iktidar sosyal bir gerekliliktir, dayattığı düzen ve yarattığı ahenk ile toplumun daha iyi bir hayata ulaşmasını sağlar. Ancak iktidarın egemenliği altında bulunanlar açısından ise, iktidar sosyal bir tehlikedir. Aklın ortaya çıkardığı bir şey değil, etkisi altındaki insan yığınları tarafından geliştirilmiş kuvvetleri kendi maksatlarına kullanması için harekete geçen canlı bir bileşimdir. Sınırsız iktidar gücüne sahip devletler veya bireyler bir ahtapota benzetilebilir. Ahtapotun kolları gibi devletin bir kolu bakarsınız bir denize bir nehre uzanır, bazen de başka bir devletin topraklarını istila eder ve yutar. Aynı şekilde bireyleri de örnekleyebiliriz. Güçlü bir birey kendinden zayıf bireyleri egemenliğine almak için bir ahtapot gibi davranır. Nietzsche’in devlet hakkındaki görüşü, “Devlet, soğuk canavarın en soğuğudur. Kılını kıpırdatmadan yalan söyler; en çok şu yalanı söyler: ben devletim, halkın ta kendisiyim der” şeklindedir. Devlet iktidarının var olmadığı bir durumda –bireylerin kişisel egolarının ve bencilliklerinin devam ettiği sürece- toplumsal kaosların çıkması önlemez. Ancak kişisel egoların olmadığı bir dünyada iktidarının varlığını tartışabiliriz. Bu bağlamda “iktidar olgusunun, toplumsal bir eşitsizliğin ve kişisel egoların olmadığı bir dünyada, toplumun eşit haklarının ve ihtiyaçlarının sürdürülebilmesi düzenini sağlayan-organize eden bir yapı olarak varlığını sürdürmesidir” ütopyası kurgulanmıştır. Peki bu ütopyanın gerçekleşme olanağı
71
nedir? Veya bu ütopyanın gerçekleşmesini sağlayacak örgütlenme biçimleri ve birey tipleri nasıl olmalıdır? Çalışmanın bu bölümünde bu sorulara cevap aranacaktır. Çalışmanın kuramsal çerçevesinde ele alınan iktidar biçimlerinin günümüzde bilgi, ekonomi odakları üzerine kurgulanmıştır. Aslında dünya tarihi boyunca bireylerin ya da devletlerin birbirlerine karşı üstün olma isteği ekonomik amaçlı olmuştur. İktidar biçimlerinin her döneminde ekonomik kazançlar ve buna bağlı olarak varlık sahibi olma isteği güçlü olma/iktidar sahibi olma içgüdüsünü beraberinde getirmiştir. Günümüzde ekonomik kaynakların azalması veya kaynakların daha çok nüfus tarafından paylaşılma isteği iktidar kavgasının şiddetini arttırmıştır. Artan bu iktidar mücadelesinde, bilim ve teknoloji bir araç haline gelmiştir. İnsanın bilinmeyeni keşfetmesi, öğrenmesi ve daha modern yaşam sürmesini sağlaması gereken bilim ve teknoloji, bireylerin birbirine karşı iktidarını kolaylaştıran araç haline gelmiştir. Russel’ın söylediği gibi "Hiçbir bilimsel keşif yoktur ki uygulamada silaha dönüşmemiş olsun". Bu bağlamda ütopyamızın gerçekleşebilme sürecinde önümüzde bazı somut problemler vardır. Bu problemleri; Nüfus Artışı Birey Tüketim Alışkanlıkları Para Teknoloji ve Bilim şeklinde sıralayabiliriz. Bu problemlerin evrende oluşum nedenleri aşağıdaki şemada özetlenmeye çalışılmıştır. Doğal kaynakların elde edilmesi ve insanların temel ihtiyaçları olan besin maddelerine sahip olmak istemeleri, kişisel egoları ve bencillikleri doğrultusunda, en fazlasını, en güzelini, en iyisini elde etme gibi duygularla hareket etmesi sonucunda elde ettiklerini koruma ve dış tehlikelerden korunma içgüdüleri gelişmiştir. Bu davranış biçimleri para, teknoloji ve bilim gibi olguları bir araç haline getirirken, nüfus artışı, birey tutum ve davranışları, tüketim alışkanlıkları bu süreci hızlandırmıştır. Rousseau bu noktada insanların özgürlüklerinin ve haklarının nasıl yok olduğunu şöyle özetlemektedir. “İnsanlar doğal yaşama halindeki ilk özgürlüklerinin özlemini çekmektedir. Ona göre, doğa yasaları gereğince yaşayan insanlar özgür ve eşittirler, toplum düzenine geçince bu mutluluğu yitirmişlerdir. İnsanların başına gelen belalar öncelikle mal ve mülk tutkularından doğmuştur. Ayrıca, bir avuç güçlü insanın başkalarını buyruk altına almasıyla da, insanlar arasında kölelik-efendilik ilişkileri ortaya çıkmıştır”. Rousseau ütopyasında, toplumdaki her bireyin malını, canını koruyan bir toplum biçimi hayal eder ve orada her insan hem kendi buyruğundadır, hem de eskisi kadar özgür olduğu bir toplum düzeninin özlemini çeker. Batının en erken döneminden bugüne toplumsal işlevler, rekabetin baskısı altında giderek daha farklılaşmış duruma dönüşmüşlerdir. Bunlar daha da farklılaşmış duruma geldikçe, işlevlerin ve dolayısıyla bireyin tüm eylemlerinde bağımlı olduğu insanların sayısı giderek artmıştır. Giderek daha fazla insan davranışlarını diğerlerinin davranışlarıyla uyumlu kılmak zorunda kaldıkça eylemlerin
72
ağı giderek daha katı ve tam bir biçimde örgütlenmek zorunda kalmaktadır (Giddens 1999). Elias, çağcıl batının belirli nitelikleri üzerinde durmaktadır. Ama bu nitelikler, genelleştirilmiş bir evrimcilik altına konmaktadır. “Daha az karmaşık toplumlarda “ daha az bireysel kendi kendini denetleme, daha fazla duyguların kendiliğinden dile getirilmesi vs. söz konusudur. Böyle toplumlardaki insanlar, daha çok çocuklar gibidir, kendiliğinden ve değişkendirler (Giddens 1999). Bu dünya düzeni içerisinde eşitsizliğin olmadığı ve kişisel egolardan kurtulmuş bir toplum düzeni ütopyasını gerçekleştirmek yukarıda bahsettiğimiz araçların ve bu araçların ortaya çıkmasına neden olan etmenlerin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu yazıda kurgulanan ütopik yaşantı içerisinde temel problemlerden biri olarak görülen “para” olgusunun olmayacağı kabulü üzerinden sürdürülecektir. Çünkü para olgusunun olduğu bir toplum düzeninde iktidarın, hakimiyet ve egemenlik yönünün yok olacağı kanısında değilim. Dolayısıyla para sahibi olmak toplum içerisinde bir statü olarak görülmeyecektir. Peki para kavramının olmadığı bir toplumda paranın işlevini nasıl bir olgu alacaktır? Doğa, yeryüzünün her yerinde insanların ihtiyaç duyduğu kaynakları insanların hizmetine sunmuştur. İnsanların doğanın bu kaynaklarını dengesiz kullanması ve yok etmesi, doğal dengenin bozulmasına neden olmuştur. Her bölgede yaşayan insanların, kendi yaşadıkları bölgelerdeki kaynakları diğer bölgelerde bulunan kaynaklar ile değiş tokuş usulü ile ticaret yapması para olgusunun yaptığı görevi yapabileceği gibi, ana metaın doğa olmasından dolayı da insanlar ihtiyacından fazlasını talep etmeyerek doğanın yok olmasını önleyecektir. Çünkü doğa onların zenginlik hazinesidir. Doğanın yok edilmesi gelecekte ihtiyaçların karşılanamaması anlamına gelecektedir.
DOĞAL KAYNAKLAR
KİŞİSEL EGOLAR
PARA
NÜFUS ARTIŞI
BİREY
İKTİDAR MÜCADELESİ
TEKNOLOJİ VE BİLİM
KORUNMA İÇGÜDÜSÜ
TÜKETİM ALIŞKANLIKLARI
DAHA FAZLASINI ELDE ETME İSTEĞİ
EVREN Doğanın korunması için öncelikle toplum nüfusunun belli bir sayıda tutulması zorunluluktur. Nüfus artışı doğal kaynakların besleyebileceği büyüklükte olmalıdır. Bireylerin doğadan optimum düzeyde yararlanabilmeleri nüfusun belirli büyüklükte ve
73
dengeli dağılmış bir şekilde tutulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu noktada iktidar bu nüfus dengesini sağlayacak mekanizma olarak görev yapacaktır. Doğal kaynakların korunmasında tek faktör nüfus değildir. Tüketim alışkanlıkları da doğanın yok edilmesinde önemli bir etkendir. Tüketim alışkanlıkları da, doğanın korunmasında önemli bir neden olarak ortaya çıkmaktadır. Bireylerin ihtiyaçlarından fazla talepleri doğanın yok olmasında önemli bir etkendir. Bu nedenle bireyleri, tüketim alışkanlıklarının değişmesi ve ihtiyaçlarından fazlasına sahip olma egosundan kurtulmaları sağlanmalıdır. Bireyin bu egodan kurtulması toplumsal yaşam biçimine bağlıdır. Toplum içerisinde yaşama standartlarının belirlenmesi ve bu standartların geleneksel bir unsur olarak sunulması yoluyla tüketim alışkanlıkları değiştirilebilir. Bu gelişmeler doğrultusunda iktidar mücadelelerinde gücün en büyük göstergesi olan teknolojik değişimler ve bilimsel gelişmeler artık iktidarı elinde bulunduranların bir kozu olmaktan kurtulacaktır. Teknolojik gelişmeler iktidar mücadelelerinde birbiri üzerine hakimiyet kurmayı kolaylaştıracak araçlar olmayacaktır. Kurguladığımız ütopya dünyasında teknoloji ve bilimsel araştırmalar, bireylerin daha özgürce yaşamalarını sağlayacak gelişmeleri, doğanın bilinmeyen zenginliklerini ortaya çıkarılarak ve insanların doğadan daha fazla yararlanmalarını sağlayacak bir araç haline dönüşecektir. Sonuç İktidar kavramının temelinde güçlü olma, zengin olma, hakim olma olguları yatmaktadır. Bireylerin toplumsal sınıflar içerisinde birbirlerine karşı üstün olma mücadeleleri, birbirlerine karşı iktidar sahibi olma olgusunu beraberinde getirmiştir. Bu iktidar mücadelelerinin en şiddetlileri devletlerarasında gerçekleşmiştir. Devletler kendi insanlarının daha rahat yaşamasını sağlarken, diğer insanların haklarını göz ardı etmişlerdir. Bu çalışmada kurgulanan ütopyada, devletlerin veya bireylerin birbirlerinin haklarını yok etmek üzerine kurdukları iktidar olgusunun ortadan kaldırılarak, iktidar olgusunun insanların ihtiyaçlarının karşılandığı, organize edildiği ve daha özgürce yaşamalarını sağlamak için yapılaması gerekenleri uygulayan bir organ haline getirilmesi düşünülmüştür. Bu bağlamda, para olgusunun olmadığı ve buna bağlı olarak doğal kaynakların eşit olarak kullanıldığı ve ticaretin doğadan elde edilen metaların değiş tokuşu yoluyla yapıldığı bir toplum düzeni düşünülmüştür. Böyle bir toplum düzeninin sağlanabilmesi için iktidar, teknoloji ve bilim olumlu bir araç olarak kullanılmıştır.
74
Kaynaklar Akar A., (2003), “Komploların Yüzyılı, Yüzyılın Komploları”, Timaş Yayınları, İstanbul Akarsu B., (1998), “Felsefe Terimleri Sözlüğü”, İnkılap Yayınları, Yedinci Baskı, İstanbul Foucault M., (1992), “Deliliğin Tarihi”, İmge Kitabevi, Çev: Mehmet Ali Kılıçbay Foucault M., (2003), “Toplumu Savunmak Gerekir”, YKY Giddens A., (1999), “Toplumun Kuruluşu”, Bilim ve Sanat Yayınları, Çev: Hüseyin Özel, Gürel S., (2005), YTÜ Planlama Felsefesi Dersi Ders Notları Hançerlioğlu O., (2000), “Felsefe Ansiklopedisi”, Cilt 2, Remzi Kitabevi Nietzsche, (2003), “Aforizmalar”, Babil Yayınları, Çev: Ali Akdeniz, İstanbul Rousseau J., (1999), “Toplum Sözleşmesi”, Adam Yayıncılık, Çev: Vedat Günyol, İstanbul Russell B., (2004), “İktidar”, İlya Yayınevi, Çev: Göksel Zeybek, İzmir Ulaş S., (2002), “Felsefe Sözlüğü”, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara
75
KISIM -II-
Editörler Emrah ALTINOK, Ufuk Fatih KÜÇÜKALİ, Sümer GÜREL
76
KONFERANSLAR
YABANCILAŞMA NEDİR? Prof. Dr. Afşar TİMUÇİN Benim kendimi anlatmam zor ama ana çizgileri söylemekle yetineceğim. 1939’da Manisa’nın Akhisar ilçesinde doğmuşum. Biz memur çocukları rastlantıyla bir yerlerde doğuyoruz, yoksa Akhisar’la benim pek bir bağlantım yok. Yıllar sonra gidip Belediye başkanının çağrılısı olarak Akhisar’ı tanıdım birkaç yıl önce. Adana’da Tepebağ Ortaokulu’nu, İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdim, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı ile Felsefe bölümlerinde okudum, ikisini birlikte okudum. O zaman sertifika yöntemi vardı, öyle gerekiyordu. Ondan sonra Kanada’da Montreal Üniversitesi Felsefe Fakültesi’ni bitirdim. 1967’de rahmetli eşimle birlikte Türkiye’ye döndük. Biraz Atatürk Üniversitesi’nde çalıştık. Sonra İstanbul’da çeşitli işler tuttum. Dışarıdan doktoramı verdim, dışarıdan doçent oldum. Doktora değil ama doçentlik arkadaş ısrarıyla oldu, ben yapacak değildim. Lise öğretmeni olmayı çok isterken üniversitede öğretmen kaldım. Ama gençlerle birlikte olmak çok güzel… Ben mutluyum. Önümüzdeki aylarda emekliye ayrılıyorum, yaş haddinden. Ondan sonra bakalım ne yaparız. Değerli arkadaşlar, Sümer Hocamızın isteği üzerine bugün sizinle yabancılaşma konusunu tartışacağız. Ben bir giriş konuşması yapacağım. Daha çok tartışmaya önem veriyorum, ağırlık veriyorum. Yabancılaşmanın ne olup ne olmadığını kendi bakış açıma göre biraz özetledikten sonra sizinle tartışmaya geçeriz. Yani, bunu bir konferans gibi almamanızı, bir karşılıklı sohbet toplantısı olarak düşünmenizi rica ederim. Burada sizin de dikkat edeceğiniz gibi yabancılaşmayı iki anlamda alacağız. Bir olumlu anlamında, bir de olumsuz anlamında. Olumlu anlamı budur, olumsuz anlamı budur demeden konuşmamı yapacağım, ama konuşmamın içinde olumluyla olumsuz belli olacak. Yani bilincin kendini var etmek için sürekli yabancılaşmasıyla, bilincin yanlış yönelimlerle, yanlış eğitimle yabancılaşması arasında bir ayrım olduğunu görmeye çalışacağız. Yabancılaşmanın bir olumlu yanı var, bir olumsuz yanı var, diyebiliriz. Yabancılık insan olmanın zorunlu bir koşulu olarak görünüyor. Yabancı bir ortama doğuyoruz. Bilmediğimiz bir dünyaya doğuyoruz ve yaşamımız boyunca da her şeyi bilmemiz olası değil. Bunu hepimiz, net olarak görüyoruz. Yani bu dünyada bir tür konuk olduğumuzu söylerler ya galiba bu doğru. Sürekli olarak yabancılık duygusunu yaşıyoruz. Ne olduğunu bilmediğimiz bir evrenin, ne olduğunu bilmediğimiz bir gezegeninde konuk olarak bulunuyoruz ve her an bir iğretilik duygusu içindeyiz. Pek çok sorun var kafamızda bu sorunları çözemiyoruz. Mesela evrenin zamanda ve uzamda bir sınırı var mı sorusunu kendime sorduğumda bir tür
77
yabancılık duyuyorum. Bu soruyu karşılayamıyorum. Kant gibi mi düşünmeli? Böyle bir soruyu zaten çözemez miyiz? Yoksa belki gelecek zamanlarda insanlar bu tür soruları da karşılayacaklar mı? Onu bugünden bilmek tabii ki olası değil. Pek çok insan görüyoruz, onlar ‘rahat konuklar’ gibi davranıyorlar; buranın yerlisi ya da asıl sahibi gibi yaşıyorlar. Bunlar genellikle bilinç düzeyi yetersiz kişilerdir. Yani dünyada olmak onlar için bir sorun değildir. Demek ki onlar her şeyi biliyorlar. Hatta dogmacı bir bakış açısı içinde ölümden sonra ne olacağımızı bile bilen insanlar var. Örneğin cehennemde kazanlar kaynayacak diyorlar. Ama biz bunları bilemiyoruz. Onun için yabancılık çekiyoruz. Yabancılık çekmek bizim bilincimizin bir oyunu ya da sorunu, diyelim. Örneğin hayvanlar, hiç yabancılık çekmiyorlar. Onlar gerçekten bu dünyanın asıl sahipleridirler. Çünkü onlar bu dünyada doğal ortamlarındadırlar. Ama biz doğallığımızı yitirmiş durumdayız. Doğallıkla, doğal olmayış arasında orta bir yerde duruyoruz. O yüzden dünyanın asıl sahibi kimdir diye sorsak belki de bitkileri ve hayvanları göstermek doğru olacak. Değerli arkadaşlar insan bilinçlendikçe dünya ile arasına bir takım uyarsızlıkların girdiğini seziyor. Yani bilinçlilik yabancılığı kendiliğinden getiriyor ya da bilinçlilik yabancılığın zorunlu koşuludur. Descartes XVII. yüzyılda “düşünüyorum, öyleyse varım” demişti. Bu çok zaman yanlış anlaşılmıştır. İnsan düşündüğü ölçüde insandır gibi anlaşılmıştır. Oysa bu bir yöntem sorunudur. Onu şimdi burada bırakalım. “Düşünüyorum, öyleyse yabancıyım” diyebilmek “düşünüyorum, öyleyse varım” diyebilmekten daha kolay geliyor bana. Yani, arkadaşlar, bilincimiz bir yabancının bilincidir, yabancılık çeken, yabancı olarak bu dünyada bulunan insanın bilincidir. Ve biz bilinçlendikçe yabancılığımız sürekli olarak artar. Hatta hep sorarlar “Bilinçlenen insan yalnız kalmaz mı?” diye. Kalır elbette, ama yalnız kalacağım diye bilinçlenmemek de akıl işi değil. Demek ki biz bilinçlendikçe yabancılığımız artıyor. Yani bir perdeyi kaldırdığımız zaman arkada bir perde, sonra daha başka bir perde… Gene de bizi yabancılık duygusundan kurtaran bilincimizdir. Çünkü sağlıklı bir bilinç, gerçeklikle bütünleşen bilinçtir. Her sağlıklı bilinç, gerçekliğin yansılarını kendinde taşır. Her sağlıklı bilinç gerçekliğe özgün bir bakıştır. Özgün diyorum, çünkü her bilinç ayrı özellikler taşıyan bir bilinçtir. Demek ki sağlıklı bir bilinç, bizi gerçeklikle yüz yüze getirir; gerçeklikle bütünleştirir. Nasıl sağlıksız bir bilinç gerçekliğe uyarsız bilinçse, sağlıklı bir bilinç de gerçekliğe uyarlı bilinçtir. Demek ki bizi gerçekliğin koşullarına götüren bilinçliliğimizdir. Bilinçlendikçe belki de hem yabancılık duygumuz artacaktır hem de daha az yabancılık duyacağız kendimizde, bu bir çelişki gibi görünse de. Yani özetlersek arkadaşlar bir bilinmezler dünyasında yaşıyoruz ve sürekli olarak bilgisizliğimizi aşmaya çalışıyoruz. Tabii bunu bütün insanlar için söyleyemeyiz. Gündelik bilinçle yaşayan pek çok insan vardır ki bunlar bilgisizliklerini aşmaya çalışmıyorlar. Sabah kalkan, işine giden, akşam döndüğünde televizyon seyredip yatan, hafta sonları pikniğe gidebilen, sıradan bir bakış açısı içerisinde siyasi olayları kendine göre doğru yanlış yorumlayan insanlarla karşılaşıyoruz. Demek ki çokları gündelik bilinçle ya da çarşı pazar bilinciyle yaşıyorlar. Onlar çokça yabancılık çekmiyorlar, çünkü onlar bilinmezlerin üstüne -demin söylemeye çalıştığımız gibidogmalardan kalın bir örtü örtüyorlar. O yüzden dogma dediğimiz şey bilincimizin kıtıkları gibidir. Bilincimizin bütün boşluklarını dogmalarla tıklım tıklım doldururuz ve “Oh ne kadar dolgun bir bilincimiz var” diyebiliriz. Ama gerçek bilinç yönelgendir. Özellikle çağdaş felsefe Husserl bu yana bilincin yönelgenliğini öne çıkardı. Yönelgen bilincimiz bizi bilmezliklerimizi aşmaya zorluyor. Bizi bu yolda sanata, felsefeye ve bilime itiyor. Üç alanda bilmezliklerimizi köklü biçimde aşmaya çalışıyoruz. Bunlardan biri sanat, biri bilim, biri de felsefedir. Demek ki bilinç her dışa dönüşünde ve kendine dönüşünde yabancılığını çekiyor, yabancılığını duyuyor ve yabancılığını aşmaya
78
çalışıyor. Yani bilmediğim bir sorun karşısında ben, bir tür yabancılaşmaya uğruyorum; bilincim bir tür yabancılaşmaya uğruyor; kendini dağıtıyor; kendi dışına çıkıyor; o sorunla hesaplaşıyor; o sorunla hesaplaştıktan sonra kendine dönüyor ve bütünlüğünü kuruyor. En küçük bir bilgi bile zorunlu olarak bilinci dağıtıyor, yabancılaşmayı gerçekleştiriyor ve sonra da kendine dönüşü sağlıyor. Yani biz sürekli kendimizi yabancılaşmalarla geliştiriyoruz. İster dış bir nesneye yönelmiş olalım, ister iç bir nesneye yönelmiş olalım böyle bu. Demek ki insan dışa dönüşünde ve kendine dönüşünde yabancılığını duyar, bu yüzden bilinçlenmek bir anlamda acıyı göze almak demektir. Çünkü dışa yönelmemiz, bizim kendi dışımıza çıkmamız acılı bir iştir; bir köklü serüvendir. İnsanların çoğu acı çekmemek adına değişmemekten yana olurlar. Değişmeyen bir yaşamda yaşamak bir bakıma daha kolaydır. Yani bir düşünürün dediği gibi “Ya gelişmek için acı çekeceğiz, ya da acı çekmek istemiyorsak gelişmemeyi göze alacağız.” Husserl vaktiyle “Bilinç herhangi bir şeyin bilincidir” demişti.. Bununla ne demek istemişti? Boş bilinç yoktur, hazır bilinç yoktur demek istemişti. Bilinç ancak kendindeki bilgiyle bilinçtir. Belki şunu ekleyebiliriz; bilinç bir şeylerin bilincidir her şeyin bilinci değildir. Bu yüzden bizim bilincimiz tanrısal bir bilinç olmayacaktır. Biz her zaman yetkin bilinçten söz ediyoruz ama, yetkin bilinç elbette insani ölçülerde yetkin bilinçtir. Öte yandan biz her zaman bir sınırlanmışlık duygusu yaşıyoruz ve sınırlanmışlık duygusu bizi boğuntuya itiyor. Yabancılığın kökeni de burada. Neredeyim ben, sorusunu sorduğumuz zaman bunu tam olarak karşılamamız olası değildir. Demek ki değerli arkadaşlar, bilinç kendini yabancılaşmalarla kurar. Bilinç bir nesneye yöneldiğinde demin söylediğim gibi kendini dağıtır. O nesneyle hesaplaşınca kendine döner ve kendini yeniden kurar. Yeniden kurulma yabancılaşmanın bittiği yerdir. Bilinç böyle durmadan dağılarak ve durmadan yeniden kurularak kendini geliştirir. Nereye kadar geliştirir? Belli bir sınıra kadar geliştirir. İnsan ömrü kısadır ve ölüm gelir, gelişmekte olan bilince bir son verir. Bu da ‘yazık değil mi?’ duygusunu getirecektir bize. Yazıktır. Ama doğa bizim yazıklarımıza ilgisizdir. “Nasıl olur da Tanrı altı yaşındaki bir çocuğu öldürür?” diyoruz. Aslında doğa bu tür şeyleri hiç ama hiç önemsemez. Demek ki değerli arkadaşlar bu sürekli aşma durumu yabancılığı giderecek gibi olur, ama kişiyi yeni yabancılıklara iter. Her bilinçlenmemde ben, yeni bir yabancılığın eşiğine gelirim. Yani, yabancılıktan kurtulma umudu boş bir umuttur. XIX. yüzyılın büyük şairi Baudelaire “Ben nerede değilsem, orada iyi olacakmışım gibi gelir” diyordu. Bu yer değiştirerek yabancılıktan kurtulma umududur ki umutsuzluğu kendinde taşıyor. Bilincimiz bir ufuk çemberiyle sarılmıştır, çemberin dışı, ufkun ötesi karanlıktır ya da yoktur ya da bir masal dünyasıdır. Ufkun dışına masal dünyaları kurabilirim ben. Mitolojiler özellikle ufkun ötesini çok güzel doldurdular. Ama oraya da biz insan varlığımızı yansıtıyoruz. Biz ufuk çemberini kırdığımızda biraz daha geniş bir çember oluşur. Ama ufuk her zaman vardır. Ufuk ötesi de dolayısıyla her zaman olacaktır. Başta söylemeye çalıştığımız gibi Kant XVIII. yüzyılın sonlarında bilinebilirle bilinemezin arasına aşılmaz bir duvar koydu ve “Bunları asla bilemeyiz, bunları düşünürüz ama bilemeyiz” dedi. Bana öyle geliyor ki bu sertliği yumuşatmak gerekir. Çünkü bilinemezlerin arasına Kant Tanrı’yı koymuştu, İnsan’ı koymuştu ve Evren’i koymuştu. Bilinemezlerin arasına insanı koymak ne demekti? Ruhbilimin bir bilim olamayacağına inanmak, insanın bilimsel olarak ele geçirilebileceğine inanmamak demekti. Ama Kant’dan biraz sonra XIX. yüzyılın üçüncü çeyreğinde ruhbilim laboratuara girdi. Dolayısıyla Kant gibi kesin konuşmamak, bunlar bilinebilir, bunlar
79
bilinemez demeden bilinebilirin sınırlarını genişletmek gerekiyor. Çünkü tarih gösteriyor ki insan bilinemezleri bilinir kılarak ilerliyor. Mutlak bilgiye, onun sağlayacağı mutlak erince ulaşabilecek miyiz? Bunu bilmek çok zor, ama evrenin büyüklüğünü ve insanın ufacıklığını düşündüğümüz zaman her şeyi bilmenin olası olup olmayacağını bilemiyoruz. Önemli olan bir yolda olmaktır. Bilinemez gibi duranın üstüne gitmektir. En azından çaresizlik duygusundan kurtulabilmek için gereklidir bu. Yani “Ben nasıl olsa bütün bunları bilemem, onun için bunlarla uğraşmayalım” diyemeyiz. Çünkü insan ilerleyen bir varlıktır, evrimlenen bir varlıktır. Gerçek evrim, artık bilincin evrimidir. Homo Sapiens’den bu yana beden evrimi bitmiştir. Artık on parmaklıyız, iki kulaklıyız ama sürekli bir bilinç evrimini gerçekleştiriyoruz. Bu çerçevede insan olmak yabancılığı göze almış olmaktır. Buna göre insan doğallığını aşan bir varlıktır, böyle olmakla evrende bir kopma noktası, bir ayrılma noktası oluşturur. İnsandan başka hiçbir varlık eksiklik duygusu yaşamaz. Bilinçli bir varlık olmasaydık içgüdülerimiz bizi tıpkı eşekler ve atlar gibi beslenmeyle ve üremeyle sınırlandıracaktı. İnsan, eşyanın dışına çıkarak istemli bir varlık durumuna gelmiştir. Buna göre eksiklik duygusunu bir yazgı gibi yaşamaktadır. Dolayısıyla dural bir varlığın, herhangi bir nesnenin dinginliğini onda bulmak zordur. Her istemli varlık doğallığından uzaklaşmış varlıktır, zaten insandan başka da istemli varlık yoktur. İstemlilik eksikliğin bir sonucudur. Sürekli olarak bir şeyleri elde etmeye çalışırız. Hegel, bunu çağdaş yaşam koşullarına götürerek tanımlamıştı. Gereksinimlerimiz artıyor, dolayısıyla işbölümü artıyor. İşbölümü arttıkça gereksinimlerimiz artıyor, gereksinimlerimiz arttıkça işbölümü artıyor. Yani dağ gibi büyüyen bir gereksinimler dünyası ve dağ gibi büyüyen bir gereksinimleri karşılama düzeneği oluşuyor. Yani istemlilik eksikliğin bir sonucudur. İstiyorum, çünkü eksikliyim diyebiliriz. Eksikli olma bilinci, yabancılık duygusunun kökeninde yer alır. Tanrı olsaydık yabancılık duymayacaktık. Eksikli varlık eksikliğini gidermek, bunun için bilmek ve bilerek elde etmek ister. Eksikliliğin ilkel biçiminde bilmeden elde etmek gibi bir eğilim de vardır. Genelde insanlar bunu yaşıyorlar. Avrupa’ya gidelim, müzeleri gezelim. Boş kafayla müzeleri gezsek ne olacak? Asıl çaba bilerek elde etme çabasıdır. Yetkin bilinç için dünyayı dönüştürme istemi bir zorunluluktur. Sartre diyordu ki; “İnsan olduğu şey değildir, olacağı şeydir. Olacağı şey arzuladığı şeydir. Henüz olmadığı şeydir.”. Demek ki yetkin bilinç deyimi belirli bir gelişmişliği duyurur ama mutlak yetkinliği duyurmaz. Hiçbirimiz mutlak yetkinliğe ulaşamayacağız. Hepimiz belli bir sınırın içinde yaşıyoruz. Dünyayı dönüştürme istemi demek ki bir zorunluluktur ve biz bunu yetkin bilince ulaşarak gerçekleştiririz. Ama yetkin bilinç belli bir gelişmişliği duyurur, mutlak bir yetkinliği duyurmaz. Bilinç tam yetkin olsaydı yoksunluk ya da eksiklik duymayacaktı. Arzulamayacaktı ve yabancılık çekmeyecekti. Eşya olmanın ve Tanrı olmanın dışında dinginlik yoktur. Ya ben bu kalem gibi olacaktım ya da Tanrı olacaktım, dingin olabilmek için. Bunun dışında bana huzur yok diyebiliriz. O yüzden pagan ahlakları -yani Hıristiyanlık öncesi ahlaklar- ahlaklı olmakla Tanrı olmaya çalışmak arasında bir koşutluk gördüler, özellikle Herakles’e özenen yetkin insanlar olma bilincini geliştirdiler. Hıristiyanlık geldi bu bilinci dağıttı. Biz Tanrı olamayız. Yerimiz hiçlikle Tanrı arasında bir orta yerdir diyerek insanı aşağıya çekmeye çalıştı. İnsan Tanrı olamayacağını bilebilir ama ben Tanrı olamayacağım diye yaşayan bir insandaki basitliği de unutmamak gerekir. Hıristiyanlık insanlardan bu basitliği istiyordu; çünkü pagan ahlaklarının yeniden yaşama geçmesinden korkuyordu; bu korkunun nedeni de Ortaçağ boyunca kitlelerin pagan ahlaklarını
80
göreneklerinde sürdürüyor olmasıydı. Bilinç yönelgen ya da atılgandır demiştik. Atılgan bilinç mutsuzluğu pahasına ufuk çemberini kırmaya çalışır. O bu çemberi Sisyphos gibi yeniden yeniden kırar. Sisyphos’u bilirsiniz, taşı dağın tepesine doğru sürüyordu. Tam doruğa geldiği zaman elden kaçırıyordu, sonra gene aşağıdan taşı sürmeye başlıyordu. İnsan yaşamı bir yanıyla bir döngüdür. Ressamın yaşamını düşünelim. Tam yetkin bir resim yaptığını düşünecek ama ertesi gün bu duygudan kopacaktır. O yüzden yeni bir resim yapma gereği duyacaktır. Yetkin insan Sisyphos’dur. Yetkin insan hem de kendini insana adamış olan Prometheus’dur. Prometheus’dur, tanrılar ona düşmandır çünkü. Çünkü o insanı tanrılaştırmayı, o yüzden tanrılardan ateşi çalıp insana armağan etmeyi gerçekleştirmiştir. Bu çaba içinde, değerli arkadaşlar, nasıl mutlu olabiliriz diye bir soru sorarsak, mutluluğun bir amaç olmaması bu durumda gerekir. Mutluluk bekli de bir amaç değil insani bir amaca giden yolda duyduğumuz bir sevinçtir. “Kitabımın ikinci bölümünü de yazdım oh ne güzel!” gibi bir duygudur. Amaç olarak mutluluk ya da amaçlanmış bir mutluluk bilinçli insan için bir hayalettir. Demek ki insan mutlu olabilecek bir varlık değildir. İnsan için mutluluk karşılıksız bir düşten başka bir şey değildir. Mutluluk insana adanmanın zaman zaman duyulan heyecanı olabilir ancak. Şimdi olumsuz yabancılığa doğru bir geçiş yaparak konuşmamızı bitirelim. Bizim için kötü olan, bilincin gelişme süreçlerinde yabancılık duyması değil gerçek anlamda yabancılaşmış olmasıdır, dünyaya ve kendine ya da daha doğrusu bütün bir gerçekliğe yabancılaşmış olmasıdır. Yabancılaşmış bilinç korkunç ve tehlikelidir. O yüzden yabancılaşmış bilinç ya da bir başka deyişle yanlış bilinç kötü eğitimin sonucunda ortaya çıkar. Ülkemizdeki en büyük sancılardan biri yabancılaşmış bilinç sancısıdır. Kötü eğitim bilinci tüm gerçekliğe yabancılaştırırken kendine de yabancılaştırır. Yanlış oluşturulmuş bilinç acılı bilinçtir, bunalımlı bilinçtir. Gerçeklikle uyuşmaz ama gerçekliği koşullamaya çalışır. Gerçekliğin belirleyiciliğinde gelişmeye değil, tam tersine kendi yanlışlarına, kendi sakatlıklarına göre gerçekliği düzenlemeye çalışır. Toplumu bir çırpıda düzelteceğini sanan insanlar vardır, bunlar topluma etkin bir biçimde yöneldikleri zaman düş kırıklığına uğrarlar. Önemli olan, değerli arkadaşlar, çok bilmek değil, bildiğini doğru bilmektir. Rönesans’da büyük bir bilgi açlığı vardı. Örneğin Rabelais her şeyi bilelim, öğrenelim açlığı içindeydi. Bir yüzyıl kadar sonra, bir yüzyıldan da kısa bir süre sonra Montaigne geldi, her şeyi kafaya doldurursak olmaz dedi. Bilincimizi son derece daha doğrusu bilincimizin temelini oluşturan belleğimizi temiz tutmamız gerekir. Bu nasıl olacaktır? Gerekli olanı almakla ve gereksiz olanı dışlamakla gerçekleşecektir. O yüzden Montaigne’den bu yana bir yüzyıl sonra da Jean Jacques Rousseau’dan bu yana gerçek anlamda eğitimin temel sorunu bilinç eğitimi, daha doğrusu bellek eğitimi sorunudur. Yanlış kurulmuş bilinç sağlıksız bilinçtir. Sağlıksız düşünce doğal olarak sağlıksız eylemler üretecektir. Linç girişimlerini düşünelim. “Verin bize, biz cezasını verelim” diyorlar. Oradaki yüzlerce insan ahlaklı mı? Demek ki yanlış kurulmuş bilinç sağlıksızdır. Sağlıksız düşünce doğal olarak sağlıksız eylemler üretir. Dünyaya uyarlanamamış böyle bir bilinç kendini kendi yalanlarıyla sürdürecektir. O yüzden de bizim Türkiye’mizde kendini iyi yetiştirmek isteyen kişi okul eğitiminin dışına çıkıp aklını başına toplayacaktır. Bu eğitim düzenekleri içinde aldığı bilgiyle kendini yetiştirdiğini sananlara gülmek gerekir. Kaldı ki bu bütün dünyada da azçok böyledir. Yani yanlış kurulmuş bilinç, yabancılaşmış bilinç, kendini kandırmaya eğilimlidir. Buna kendinin tutsağı olan bilinç de diyebiliriz. Böyle bir bilinç dünyayı kolayca
81
değiştirebileceğini sanır demin de söylediğimiz gibi. Darbeler yapmaya eğilimli bilinçtir bu. Fakat yaptıktan sonra görür ki gene hiçbir şey değişmemiş. Çünkü dönüşüm bilinçlerde gerçekleşmedikçe yaşamda gerçekleşmez. Bilinçliliğin temelinde sağlıklı eğitimle sağlanan sağlıklı bellek olmalıdır. Bellek eğitimi demin söylemeye çalıştığım gibi çok önemlidir. Bizim eğitim dizgemizde çok önemli gibi görünmez elbette. Biz de doldurmak çok önemlidir. Yani mide fesadı gibi beyin fesadına uğruyor insanlar ve beyin fesadına uğradıkları için de -çok affedersiniz- beyin ishali olmuş gibi sürekli konuşuyorlar. Demek ki bilinçliliğin temelinde sağlıklı eğitimle sağlanan sağlıklı bellek vardır. Bellek eğitimi eğitimbilimin temel sorunlarındandır. Sağlıklı bilinç Bacon’dan ve Descartes’ tan yani XVII.yüzyıldan beri kuşkucu bilinçtir.. Ama yabancılaşmış bilinç kendine sonuna kadar güvenen bilinçtir. Önemli olan yabancılıklara düşe düşe ve yabancılıkları aşa aşa bilincimizi geliştirmektir. Bu bir zeka sorunu gibi görünür. Ben zekiyim diyen insanlara rastlarsınız. Örneğin, geçenlerde Boğaz’da yürüyüşe çıkmıştım, yürüyüşten dönerken minibüste adamın biri anlatıyordu. Doktora gitmiş. “Benim çok yüksek zekam varmış ama kafamı o yüzden harap etmişim” diyor. Zeka dediğiniz bir olanaklar bütünüdür. İleri zeka koca bir tenceredir. İçinde biraz helva kavuracaksanız o tencereye hiç gerek yoktur. Oysa Buffon dehanın sonsuz bir sabır olduğunu söylüyor. Dehanın sonsuz bir sabır olması çok önemlidir. Gecesini gündüzüne katandır deha. Bu çerçevede demin söylediğimiz gibi kendini geliştirmeye yönelen insanda Prometheus’la Sisyphos bütünleşir. Gerçek insan olmak ağır bir yükümlülüğü yerine getirmektir. Demek ki insan olmak güçlükleri yenmeyi bilmektir, yabancılıklardan korkmadan. Stoa’nın iki büyük filozofundan biri olan Roma imparatoru Marcus Aurelius der ki: “Bir şey sana zor geliyorsa bu şeyin insan için olanaksız olduğunu düşünme. Bir şey insan için olası ve doğalsa onun senin elinin altında olduğunu düşün.” Demek ki değerli arkadaşlar dünyaya ve kendimize alabildiğine yabancılaşmamak için bilincimizi yabancılıklardan geçire geçire gelişimin koşullarını yaratmalıyız. Beni sabırla dinlediniz teşekkür ederim.
82
İNSANDA TEMEL İNŞAAT BOZUKLUKLARI ve HAYAT DEPREMLERİ Doç. Dr. Nusret KAYA Merhaba. Ben, hasta kavramı kullanmayan (çünkü psikiyatride hasta kavramını sevimli bulmam, bir dâhiliyeci olsaydım hasta derdim), gelenlere hasta yerine ‘danışan’ diyen; hayat hikâyelerine meraklı olmayan, bunlar yerine danışanlarına rüya analizi yapan; hatırlanmayanların rüya dilinde anlatılabildiğini bilen (çünkü son 25 yıldır bu işi yaptığım için elimde 20.000’den fazla yazılı rüya var) bir hekimim. Onun için şimdi sizlere de daha çok kitaplarda okuduklarınızı, ‘korteks (üst beyin)’ konuşmalarıyla öğrendiklerinizi değil, rüya diliyle gelen materyallerin özetini yapacağım. Dolayısıyla da konumuz ‘insandaki temel inşaat bozuklukları’ ve bunların sebep olduğu ‘yaşam depremleri’ olacak. Soldaki üçüncü şekle bakınız. Bu bütün dünyanın bilim adamları tarafından kabul edilen, üzerinde tartışılmayan net bir bilgidir: önce “Nöral Tüp” oluşur (birinci şekil), sonra da bu sistem oluşur. Bu sisteme klasik terminolojide ‘cenin’ denir. Görüyorsunuz, bir başı vardır bir de kuyruğu… Hakiki canlı budur; ama bilahare kollar, bacaklar, katmanlar geliştikten sonra bebek dünyaya geldiği için, bu hakiki canlı içimizde saklı kalır ve annemizin rahminden itibaren de kayıt alır. Hemen global bilgiyi öğrenmeye başlayabiliriz. “Eğer bir toplum kadınlara çiçek gibi davranmayı, hamileyken de orkide gibi davranmayı öğrenmediyse barbar kalır.” Sebep: annemizin rahmindeyken maruz kaldığımız “psikolojik virüsler” son derece sert olur (Ezilen, dayak yiyen anne sendromu… Ya da kayınvalidesiyle sorunlar yaşayan anne, cahil anne…). Cenin 9 ay 15 gün annenin kan dolaşımıyla beslenmek zorunda mı hepinizin bildiği gibi? Evet, çünkü başka bir besin kaynağı yok. O zaman annenin çektiği bütün sıkıntı, huzursuzluk ve bunalımları ‘temel inşaat bozukluğu’ olarak kaydeder. Aslında çok karışık değil; ama dikkat ediyor musunuz toplumumuzda bu bilgiyi hemen hiç kimse bilmiyor. “Doğarsa Allah bakar” zihniyetiyle doğuruyorlar. 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7… Birer sene aralıklarla… Annenin rahmi hazır mı kimsenin umurunda değil. Bir buğday başağının daha sağlıklı olması için milyon dolarlık projelere imza atılıyor, insan denilen canlının doğumu tesadüflere bırakılıyor! Buradan başlıyor işte. ‘Temel inşaat bozuklukları’nın birinci nedeni insanın ceninken kollanmasının metotlarının topluma iletilmemiş olması. Bir kadın yedi kez
83
doğurduğu zaman bu ceninlerden hangisine rahminde iyi davranabilecek? Hadi diyelim çevresel şartlar elverdi, iyi davrandı; bu sefer de annenin rahmi hazır değildir 3 yıldan önce. Kadının vücudu bu konuda kendi olanaklarını kullanmaya çalışır. Örneğin süt veren anne %99,1 oranında hamile kalmaz. Sebep: prolaktin denen bir hormon yükselir, süt verirken bu hormon hamile kalmayı bir “doğal bir kontraseptif” olarak engeller. Ama tabi şimdi de biberonlar, emzikler, mamalar çıktı. Artık anneler en fazla 6 ay emzirebiliyor, sonra yine gebe kalıyorlar. Son zamanlarda revaçta olduğu gibi anne 1 yıldan veya 1.5 yıldan 2 yıla kadar süt verebilse zaten bizim istediğimiz 3 yıl ara çıkacak. Dolayısıyla ‘temel inşaat bozuklukları’nın ilkinin içerisine sık doğumları da koyun, en azından başkalarına anlatırken. Birileri sorduğu zaman “hiç olmazsa 3 yıl ara ver ki rahmin hazır olsun” diyin. Annenin sigara içmemesi, aspirin kullanmaması, ilaç kullanmaması gibi bilgiler biraz olsun yerleşti. Ama annenin ezilmemesi gerektiği bilgileri henüz yerleşmedi. Ezik kadın sendromu bu toplumda tahmin ettiğinizden çok yüksektir. Kendi dar çevrenize bakmayın, Anadolu’ya doğru gidin. Hatta hatta bir takım politikacılar “böyük Türkiye, çoğalan Türkiye” diye bunu körüklüyordur. “Çoğalın, sayılarınız kabarsın, sayılarınız kabarınca da büyüyün güçlenin!” Hâlbuki buradaki güç sayıyla mümkün değildir. Ceninken alacağınız negatif kayıtları minimuma indirmekle mümkündür. Şimdi ikince resme (aşağıda) diğeriyle beraber göz atalım. Ne kadar benzeyecek bakalım. İçinizdeki evrensel canlının resmi… Biraz çirkin aslında… Beyin ve kuyruğu… Hakiki canlı… Bakın yukarıdaki o soldan üçüncü resimle bu resim ne kadar benzedi birbirine. Bunlar anatomi kitaplarından alındılar. Kurbağa larvası gibi canlının başı beyin oldu, kuyruğu da omurga oldu. Omurilik… Biz tıpta “medulla spinalis” diyoruz (Anlaşılması zor kavramlar kullandığımız zaman daha kibirli oluruz ya; bizi kimse anlamasın, biz de çok bilgili gözükelim diye. Hâlbuki bildiğimiz omurilik işte). Bu beyin ve kuyruğu içimizdeki evrensel eşik canlıdır. Hepinizde aynıdır; kadın erkek farkı bile yok. Geriye kalan her şey katmanlardır. Din, dil, ırk vb… Bu evrensel canlıyı hissetmeyen herkes kavgacıdır, savaşçıdır. Çünkü farklılaşmaların tuzağına düşer. Sen benden farklısın, ben senden üstünüm diye… Örneğin ben korteksle doktor olmuşum ya, öbürü de cahil bir kapıcı... Sen cahilsin, ben tahsilliyim: “ben üstünüm”. Benim çok param var sen fakirsin: “ben üstünüm”. Benim rengim beyaz seninki siyah: “ben üstünüm”. Bu üstünlük kavgalarının sebebi yukarıdaki canlıyı hissetmemektir.
84
Vurguluyorum, hiçbirimizin doğacağımız anneyi seçme şansı yok. Yani ben Anadolu’nun ücra bir köşesinde mağara gibi bir yerde yaşayan bir kadının 11. çocuğu olarak da onun rahmine düşmüş olabilirdim. Kavgaları bitirmek için bu içinizdeki canlıyı keşfetmeniz çok önemli. İkisi arasındaki benzerliği kurmanız çok önemli. Nasıl anlayacağız? En azından şunu düşüneceğiz, organizmadaki en kalın kemiklerle kollanmış. Kalın kafatası, kalın omurga… Sistem yara kabul etmiyor. Kafanızı çarptınız, 100 milyon beyin hücresi çöpe gitti. Asla yenileyemiyor. Veya uyuşturucu etki yapan herhangi bir kuru veya yaş madde kullandınız, yine 100 milyon beyin hücresi çöpe gitti. Kendisini asla yenileyemiyor. Kuyruk kafa kısmının altından koptu, ölüm kesindir, kimse düzeltemez. Kuyruk alt uçtan koptu felç kesindir, kimse tedavi edemez. Fakat gövdenizde kocaman bir yara çıksın, sistem emir verir kendini düzeltir. Şimdi bu ikisini yan yana getirdikten sonra ikinci temel inşaat bozukluğuna geçelim. İnsanda ikinci temel inşaat bozukluğu kuyruğunun alt ucunu kollayamadığı 0-2 yaş tuvalet terbiyesi dönemidir. Çünkü bu konuda benim dışımda çok az kişi konuşuyor. Dolayısıyla burada duyduğunuz bilgiler de çoğunuz için ilk olacak. Kuyruğun alt ucunu kollayamamak ne demek? İnsanın bu sisteminin üzerinde ince bir zar gibi olan ve korteks denilen (benim kitaplarımda ‘üst beyin’ dediğim) sistemi sonradan gelişiyor. Korteksi de şöyle anlatayım: Bir taze cevizin acı diye soymaya çalıştığınız zarı kadardır. İnsan beyninin korteksi 1 mm. kalınlığında bir kabuktur. Hücrelerinin rengi bile farklıdır. Gri hücreler… Hani şu Agatha Christine’in cinayetleri çözen gri hücreleri. Eğitim gören hücreler, para kazanan iş yapan, bizi profesör hırslarına götüren, koltuklara yapıştıran. Tabi ki önemli, ama şu sistemde kapladığı yer? 1 mm. kalınlığında bir kabuk. Onu çok önemsediğiniz zaman içinizdeki canlıyı fark edemez hale gelirsiniz. Yaşasın korteks, yaşasın ‘üst beyin’, yaşasın plan, yaşasın proje! İşte bu canlının, bu evrensel kuyruklu ve eşik canlının, henüz korteksi de gelişmediği için, tuvalete gitmekten aciz bir varlık olduğu için, 0-2 yaş tuvalet terbiyesi döneminde tuvalet sonrasında yapılan temizlik sebebiyle kuyruğu bozulmaya başlar. Bu konularda, gelişmiş ülkelerde çalışan kadınlara doğum izninin 2 yıl verilmesi sebebidir bu anlattıklarım. Çünkü yapılan araştırmalar göstermiş ki, kuyruğumuzun alt ucuna değen anne eli dışındaki her el takıntı yapıyor. Annenin rahminden çıkıyoruz ya, takıntı yok, o yaparken reaksiyon göstermiyoruz, rahimde zaten beraberiz. Hele hele titiz bir anneyse, günde 8-10 kere temizlik yapıyorsa kuyruğunuz bozuldu! Bir de cahil çocuk doktorları ateş düşürücü fitil kullandırttıysa, kuyruğunuz iyice bozuldu. Niye? Anal enerji… Bir de İslam’ın sünnet adetleriyle, yarısı gitti hepsi gitti diye düğün dernek penise darbe vurulursa, kuyruğunuz bir kat daha bozuldu! Giderek ‘temel inşaat bozuklukları’nda kuyruk enerjisi bozukluklarının ne kadar önemli olduğunu anlamaya başlıyoruz. Bu bozuklukları biraz olsun bertaraf edebilmek için şunlara dikkat edebiliriz: 1. Eğer anne çalışıyorsa (ülkemizde henüz Avrupa Birliği ülkelerindeki gibi çalışan annelere iki yıl izin verilmediği için) bakıcı veya bakıcı anne, her kim bakacaksa eldiven giymeli. 2. Çocuk, doktorların verdiği ateş düşürücü fitillerden uzak tutulmalı. 3. Çocuk “bebek yiyici yamyamlar”dan uzak tutulmalı. “Ben seni yerim” diye sevenler (gülüşmeler)…
85
Bunlar olmazsa ne olur, kuyruk enerjimiz bozulur. Kuyruk enerjisi bozularak büyüyen kız bebek için, örneğin kuyrukta iki bozukluk çıkar kabaca. Tuvalet terbiyesi döneminde… Önde klitoris arkada anüs… Bu iki sinir yukarı doğru çıkar. Muhteşem nevrotik krizlerle çıkar aslında… Ve sonra ne başlar, “örtün kızım, ayıp kızım, bacak bacak üstüne atma kızım”… Kızın kapatılması… Sonra ne başlar? Aklımız sıra seks yapma zamanı geldiği günler… Burada kimseyi suçlamıyorum. Aynı enerjiler tekrar devreye girer. Bebeklikte aldığımız enerjiler… Bir bakarsınız ki kız çocukları geliyor, ilk seksüel tecrübelerinden sonra bebekler gibi ağlıyorlar. Learning teorisi… İlk önce bunlarla uyarıldı ya temel inşaat anlamında sistem, kuyruk enerjisi anlamında oralara geri gider. Erkek çocukta ne olur? Diyelim ki bütün bu enerjiler anal enerjiyi devreye koydu. Bir de sünnet adeti yüzünden yara aldı. Anüs ve penis… Birbiriyle kavga eden iki enerji… Bu enerji bir adamı binde bir ihtimalle “gay” yapabilir; ama binde 999 ihtimalle problemli yapar; sıklıkla da maço yapar. Ben kuyruğumdan gelen anal enerjiyi nötralize edebilmek için horoz erkek olmak zorundayım. Vurduğu zaman deviren… Ben erkeğim diye kabaran, ikide bir kavga eden, tartışan, savaşçı erkek… Esasında bu enerji o kadar yaygın ki, sadece toplumumuzdan bahsedersek haksızlık etmiş oluruz. Örneğin Bush’un kovboy gibi dolaşmasındaki enerjileri sizin görüşünüze bırakıyorum. Ya da Saddam’ın elinde koca tüfeklerle heykellerini diktirmesi… Aklıma gelen örnekler bunlar. Hatta felsefi bağlamda savaşın sebebi anal enerjidir diyebilirsiniz. Niçin? Aşağıdan enerji doğru gelmiyor ki içindeki ben’le barışık kalsın. Yunus Emre gibi düşünün, “bir ben vardır bende benden içeri” demiş ya, içteki benle kavganın bir numaralı nedeni kuyruk enerjisi bozukluğudur. Elimde 300.000’e yakın vaka var. Rüya diliyle çalışıyorum ya ben. Hep bunu anlatıyor rüya dili. İlginçtir Anadolu’da bunları biliyorlarmış vaktiyle eskiler. Eskiden gelme bir deyim, insanlar birbirine iyi bir şey söylerken “kuyruğunu dik tut” derler. Kardeşim insanın görünürde bir kuyruğu yok ki! Demek ki kastettikleri bu. Ölmek üzere bir vatandaş için de duymuşsunuzdur “kuyruğunu titretti” diyorlar. Yine kastedilen o kuyruk. Neden kuyruk önemli? Çünkü yaşam enerjimiz kuyruktadır. Biz psikiyatristler ona “libido” deriz, Tao da “yaşam enerjisi” der açık açık. Aslında libido ve yaşam enerjisi aynıdır. İşte ispatı: bir vatandaş gelir, depresyondadır. “Doktor bey canım seks istemiyor” der ilk şikayetinde. Libido bitmiş. Aynı vatandaşı bırakın kendi haline, 3 ay sonra gelir. “Doktor bey canım yaşamak istemiyor” der. Yani bu pil yaşam pili aynı zamanda, libidinal bir pil… Cinsel enerji pili… E, o zaman ne çıkıyor karşımıza? Anne rahmindeyken maruz kaldığımız psikolojik virüslerin yanında 0-2 yaş tuvalet döneminde de çok fazla virüse maruz kaldığımızdan içimizdeki ben virüslü! Virüsleri nasıl temizleriz? Düz konuşmalarla hayır. Düz konuşma kortekstir. Savunmaları anlatır. Virüsleri anlatamaz. Farkında değil ki anlatsın. Bir tek silah var elimizde “dream analyses” başlığında kullanılan bizde pek bilinmeyen, Batı tıbbında çok yaygın kullanılan rüya analizidir. Rüyalar sembolik olarak anamızın rahmindeyken maruz kaldığımız virüsleri bile anlatabilir. Ama sembol dili bilmek şart… Yorum tabir ve tefsirle uzak yakın hiçbir ilgisi yok. Jung’un dediği gibi kitaplarında “eğer benim bir meslektaşım rüya analiziyle hasta tedavi etmeye soyunacaksa işi gücü bırakıp tarihi, arkeolojiyi, mitosları, arketipleri bilmek zorundadır”. Ve ben bunları bilirim. Hayatımın çok önemli yılları bunları öğrenmekle
86
geçti. Global olarak bildiklerimin özetini size aktarıyorum. Çünkü rüya analiziyle gelen materyaller son derece saklı bir bilgi verir. Örneğin “kuyruk bilimi”ni verir. Geleceğin bilimi kuyruk bilimidir. İlginçtir 6000 yıl önce Sümer çivi tabletleri bunu yakalamış. “Bilgi ağacının bilgisini insanoğluna verdik, yaşam ağacının bilgisini vermedik”. Bilgi ağacı beyin, yaşam ağacı omurilik… Bu ağaç tüm organlara dal verir. Aşağıdan da “cauda equina” denilen 5 tane dal verir. Dolayısıyla virüslerden temizlenmek için ikinci önemli yol kuyruk enerjinizi düzgün hale getirmektir. Nasıl? Hiç bir şey yapamazsanız günde 1 saat terletici spor yapın. Çünkü kuyruk enerjisi nereden gelirse gelsin nötralize olur. İkincisi kutsal kaseyle biten seks. İkincisi biraz daha zor, özellikle bizim toplumumuzda, çünkü bizim toplumumuz rahim toplumudur, rahim toplumlarında da genel bilgi şudur: şerefli rahim, fahişe vajina… E şimdi hem bu bilgiyi alacaksın senelerdir, hem de bunun yerine devrim yaratacak bir bilgi koyacaksın, kolay değil. Yani şunu demek istiyorum, tam anatomik konuşuyorum (ruh hekimi gibi değil); kadın kuyrukta erkekten biraz daha güçlüdür çünkü 5 tane organdan dal alır. Biofeedback… Alır ve verir. Beyniyle iletişim kurar, tekrar emir gönderir, tekrar kurar. İşi daha zor çünkü ağaç gibi… 5 tane su kaynağının 4’ü kirli su, 1’i temiz su. Elimizdeki 300.000’den fazla vaka sayısının özetini veriyorum. Kirli su nedir? 1) Klitoris, anüs, mesane… Niye? Bebeklikte aldığımız virüsler, altımız değişirken… 2) Rahim. Niye? Rahim doğurganlığa mahkum eder kendisini. 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7… Bir tek kutsal kase… Eski mitoslardaki ismi kutsal kase, aslı vajina. Kuyruğunun alt ucunda vajinal orgazmı öğrenen bir kadın ‘medulla spinalisi’ndeki vajinal siniri çalıştırmayı öğrenir; onu çalıştırmayı öğrendiği için de beyniyle vajina arasında iletişim başlar. Dişileşir. Dişileşemedi inat etti (diyor ki bana ne, bu doktor benim klitorisime neden karışıyor); tamam seçim hakkı onun. Ama bir anatomi kitabını açın, klitoris için aynen şöyle yazar: erkek penisinin ufaltılmış bir modelidir. Dolayısıyla dışınız cinsilâtif, içiniz oğlan çocuğu kalır. Benden söylemesi. “Bunlar da hiç önemli değil, seks de neymiş” dediniz. Rahim olursunuz. Kuyruğunuzda aseksüel çalışan tek güç rahimdir. Muhteşem bir yürüyen rahim… Doğurduklarınızın tanrıçası… Doğurduklarınızın canına okuyan, onları büyütmeyen… Ben acemi zamanlarımda ‘üst beyin’ çalışmaları da yapardım. Çocuğu almış getirmiş ‘üst beyin’ yaşı 15, ‘alt beyin’ yaşı üç… Erkek çocuğu… “Tedavi edin ne olur doktor bey!” Ben de basit bir öneri veriyordum. Git çocuğuna her karışmanda bir çarpı koy. “Yemeğini yedin mi, dişini fırçaladın mı, dersini çalıştın mı, ayakkabını giydin mi, atletini giydin mi? Üşürsün!” Ortalama 150 çarpı. Şimdi git işte bunu azalt, baksana adam büyümüyor. Çünkü bebek kaldığını o da kabul ediyor, zaten ondan bana getirmiş. Çarpı sayısı 145 yine. “Doktor bey içimden geliyor yapamıyorum ki!” İlla karışacak. “Karışıcı Rahim”i “turning point”e getiren bir tek olay vardır, kutsal kaseyi keşfetmesi. Çok done var elimde onun için net konuşuyorum. Yani libido olması gereken yerde olacak. Vajinada… Eğer libido vajinada değilse rahime geçer. Rahim libidosu Anadolu’da da, büyükşehir hayatında da çok tehlikelidir. Çünkü ‘çocuk alt beyin’li adamlar topluluğuna sebep olur. Çocuk alt beyinli adamlar topluluğu da savaşçılar haline gelirler. Dan Brown’un Da Vinci’nin Şifresi adlı kitabından bir paragraf… Belki dikkatinizi çekmiştir. “Katolik kilisesi kutsal dişiden korktu (Benim çok sevdiğim ismini de koymuş kutsal dişinin. Ben de
87
kullanırım, eski Mısır’daki Isis…).” Anlamayanlar için bir paragraf daha açıyor ilerde. “Seksi ayıp ve günah gibi kavramların altına sokarak…” Burada anlatılan ne? Vajina… Rahim olsaydı son paragrafa gerek kalmazdı ki. İnsanlığın hiçbir tarihinde rahim ayıp değildir. O zaman kutsal kaseyle anlatılan vajinadır. Ben bunu şöyle özetlerim, kutsal kase yoksa kutsal dişi yoktur. Çünkü omurilikteki vajinal sinir çalışmıyor, beyniniz dişileşemiyor, kutsal dişi yoksa erkek de yok. Çocuk alt beyinli adamlar topluluğu… Ne oldu, kuyruk bilimi giderek anlaşılır hale geldi. Yaşam ağacının bilgisi çünkü… İlla bir yer kullanacak. 8 tane çocuğu doğurduktan sonra namusuyla (!) aseksüel olarak yaşayan yürüyen rahimler… Bir süre sonra sadece doğurduklarının değil, etrafındakilerin de canına okumaya başlarlar. Çünkü rahim büyülü düşünce meraklısıdır. Mutlaka kendisinde bir yetenek arar içindeki kompleksi düzeltmek için. En azından “benim rüyalarım çıkar doktor bey” diye gelir karşıma. Ben iyi büyü yaparım, çok iyi fal bakarım, ‘biyoenerjist’im, ‘reikici’yim. Farkında mısınız toplumda ne kadar çok büyülü enerji var? Benim köşe başında dükkan açmış: “fal bilim merkezi” (gülüşmeler). Evet… Niye? Rahim insanları mantıksız yapar. Komplo teorisi kurabilirsiniz, var ya şimdi moda herkes kuruyor, biz de kuralım. Kutsal kasenin önemini bir toplumdan alın, o toplum mantıksızlaşır. Niye? Temel inşaat bozuklukları anlamında hiç eziyet çekmeseniz, koca dayağı yemeseniz, kendinize çiçek gibi davranmasını öğrenseniz bile, hamile kalmadan önce kutsal kasenizi öğrenmediniz ya, libidonun gelmesi gereken yere gelmedi ya, rahim libidosu yüzünden karartır yine öyle doğurursunuz. Çünkü libido karna düşeni illa penisli ister. “Kocam istedi”… Yalan, kendisi ister. Penisli düşmeyince kısır döngü başlar. Diyelim bir tane erkek doğurdu, penisli oh ne iyi. İkinciye kız doğurdu. Rahimsel libidinal enerjiler erkek çocuğa % 99 akarken kız çocuğa % 1 akar. Kız keşke benim de penisim olsa demeye başlar. Bu da biraz Freudyen. Niye çünkü annesinden akan enerjiler çok sağlıksız. Yemeğin çoğu ona, çorbanın çoğu ona. Kız çocuğuna çaktırmadan. E ne yapacak? Başka bir besleyici kaynağı yok ki… Annesinin rahim enerjilerini koymak için “keşke benim de penisim olsa”nın açılımı klitoristen vazgeçemeyen kız çocuklarıdır. Benim İyileşme Kitabı’mda açık açık yazıyor. Bazı kız çocuklarının klitoristen vazgeçmesi o kadar zor ki, vibratör vermek zorunda kalıyoruz. Evliyse bile. Niye, vibrasyon yapıyor. Bir nevi fizik tedavi gibi vajinadaki pili devreye sokuyor. Çünkü şerefli rahim, fahişe vajina… Artı bu söylediğim nedenlerle kuyruk enerjisi klitorise mahkum edilmiş. Kolay mı o enerjiyi vajinaya taşımak? Temel inşaat bozuklukları global anlamda bunlar. Şunları da ekleyeyim. Eğer kişinin annesi sağsa “git annenle konuş bakalım, sana hamileyken neler yaşamış?” diye sorarım. Hatırlayan beyin bölümü kurulmadı ya, korteks yok ya, mecburen anneden alınacak. Hayret edersiniz %99.9’u negatif. Üzülmüş sıkılmış, erken doğurmuş, kayınvalidesiyle çatışmış, ekonomik sıkıntı çekmiş vs… “0-2 yaş tuvalet terbiyesi döneminde sana kimler nasıl baktı? Çocuk doktorları ateş düşürücü fitil verdi mi?” diye sorarım. Yine hatırlamadığı dönem, kendisi anlatamayacak ki! Erkekse sünnet nasıl oldu, kaç yaşında oldu, narkoz mu? Vb… Kadınsa ilk regl dönemi neler hissetti? Bütün bunlar kuyruk virüslerini araştırmak için… Ve yine %99.9 kuyruklarımız virüslü. Bir tek kabahatli var, biz bilim adamları. Anlatmamışız, hep beyini anlatmışız. Çoğumuz, kuyruğumuz yokmuş gibi düşünüyoruz (Tabi bu konularda biraz daha ayrıntılı bilgi almak istiyorsanız, bir sitemiz var onu yazalım: www.psikoestetik.com).
88
Yaşam depremleri kısmına geçerken biraz daha felsefi olmak zorundayız. Çünkü sperm ve yumurtanın döllenme sonunun temel inşaat bozukluklarını kabaca anlattım. İlave edeceğim şeyler şunlardır: bu sistem yukarıdaki kabuğun, korteksin, namı diğer üstbeynin oluşmadığı, yani anne rahmindeki 9 ay 15 gün ve 0-2 yaş bebeklik döneminde (korteksin devre dışı kaldığı uyku ve narkoz dönemleri ve sislendiği her zaman buna dahildir) psikolojik virüslere maruz kalır. Sislenme zamanları da aşırı sarhoşluklar, duygusal şoklar, matem reaksiyonları vb.’dir. Yani bu korteksin bir fonksiyonu daha vardır. Devrede olduğu zaman alttaki sistemin virüse maruz kalmasını engeller. Mesela şimdi virüse maruz kalmayız. Ama içinizden birisi uyursa o kalabilir. Uyuyan var mı (gülüşmeler) ? Niye? Korteks devre dışı, sistem kollayamıyor. Örneğin bebekler biraz büyüdü, televizyon karşısında uyuyor. Anne baba derki “uyuyor işte, şu vahşet filmini seyredelim”. Vahşet filmindeki çığlıkları kaydeder. Dolayısıyla bu bilgiye bu açıdan baktığınızda psikiyatrinin temelini öğrenmeye başlarsınız. Ama hangi psikiyatrinin? “Analitik psikiyatri”nin… Zor olanın… İnatçı psikiyatri değil. Analitik psikiyatri… İnatçı psikiyatriden çok daha zordur. Onun için zaten biz danışanlarımıza rüyalarınızı hatırlıyorsanız mutlaka rüyalarınızı yazın; dört veya beş rüya biriktirince arayın deriz. Düz konuşmaları dinlemeyiz. Eski hikayelerin konuşulması iyileştirici değildir. Bazen de fenalaştırıcıdır. Görmüş olduğun anıları tekrar canlandırırsın, anlatırsın anlatırsın, bir bakarsın evde başlamışsın kendini kötü hissetmeye. Onun için biz ne yapıyoruz, rüya analizi yapıyoruz. Bu tabir ve tefsirden çok farklıdır. Belli başlı arketipler de bizi sperm ve yumurtanın döllenme önündeki dualizme götürüyor. Oradaki kavramları da global anlamda açmamız lazım. Çünkü sperm ve yumurtanın döllenme önünde atalarımızdan RNA molekülleri yoluyla genetik kayıtlar alıyoruz. Örneğin Türklerle Ermenilerin meselelerinin bir türlü bitmemesi… Yahudilerle Almanların meselelerinin bitmemesi… Aslında bir nevi gene çekimdir. Sperm ve yumurtanın döllenme önündedir. Niye? Bugünkü hayatta böyle bir şey yok ki! Tarihte var. Bunu 1989 yılında ispatlayan araştırmacılar, Ribonükleikasit molekülünün yirmi milyona yakın bilgi taşıdığını anlattı. Tabi bu bilgilerin bir kısmı da atalarımızın korteks yaşantılarına aittir. Savaşlar, yangınlar, vahşetler… Biz bu kadar ayrıntıya giremeyiz. Ama size verdiğim “Sezilerimiz ve Takıntılarımız” kitabının alt başlığı ‘psikotarih’tir. O kitapta çok ayrıntılı bilgi bulacaksınız döllenme önü konusunda. “İyileşme Kitabı”nda da döllenme sonundaki virüslerin ayrıntılarını bulacaksınız. Sperm ve yumurtanın döllenme önündeki bir takım kavramları aklınızda tutmakta fayda var. Bunlar dualistik kavramlar. Yani global anlamda negatif geçişler, global anlamda pozitif geçişler. Bunların her bir medeniyette isimleri var. Mesela pozitifleri aklımıza geldiği şekilde yazalım: İslam
RAHMAN
Şamanizm
GÖKTENGRİ
Zerdüşt
BEYAZ
Çin
YANG
Sümer
MARDUK (erkek) NİBURİ (dişi)
Mısır
OSİRİS (erkek) İSİS (dişi)
89
Bunlar da aklıma ilk gelen genetik geçişli pozitif kavramlar. Negatiflerle birlikte şimdi tümüne bakalım: Negatif
Pozitif
İslam
RAHMAN
RAHİM
Şamanizm
GÖKTENGRİ
YER TENGRİ
Zerdüşt
BEYAZ
SİYAH
Çin
YANG
YİNG
Sümer
MARDUK (erkek) NİBURİ (dişi)
TİAMAD
Mısır
OSİRİS (erkek) İSİS (dişi)
ANUBİS
Yani bütün tarih ve mitolojiyi bu anlamda incelediğinizde iyi ve kötü hep vardır. Artı ve eksi hep vardır. Bunlar tabi ki genetik geçişli olarak sperm ve yumurtanın önünde negatif kayıtlar ve pozitif kayıtların toplamı olarak geçiyor. Sperm ve yumurtanın döllenme sonundaki canlılığımızda, “virüs temizleme programları”nda ilerlemiş hissediyoruz kendimizi (en azından ben). Birçok sayıda pozitif netice aldığım vakalar var. Ama bu genetik kayıtlardaki iyileştirme konusunda daha zamana ihtiyaç var. Tüm bunlar daha çok kişiliğimizin virüsleri. Dolayısıyla bunları da temel inşaat bozukluğu anlamında ele almak, üzerinde çalışmalar yapmak, dualistik felsefenin iyi ve kötülerinin başka medeniyetlerdeki karşılıklarını bulmak, oldukça önem kazanıyor. Belki bu kavramları işlersek negatifleri biraz daha yumuşatıp, pozitifleri biraz daha üste çıkarmak mümkün olacaktır zamanla. Temel inşaat bozuklukları, yaşam depremlerine aslında bu felsefi bağlamda sebep olur. Şimdi diyelim ki kuyruk enerjimiz bozuk, çoğumuzun bozuk olduğunu biliyoruz (gülüşmeler), komutanımız yer tanrıları olur. Rahim bizi ele geçirmiştir. Sıklıkla rahmin bizi ele geçirmediğinin entelektüel olmayan düzeydeki bağlamı annecilliktir. Primer enerjide… Anne sevgisi değil… Annecillik… Mesela üniversitede profesör talebelerine ders anlatıyordur. Annesinin evden telefonu gelir (“başım ağrıyor kızım” diye), dersi yarıda bırakıp eve koşar. Annecillik… Bir bakarsın annesini hastane hastane gezdirmeye başlamış, başı ağrıyor diye. Röntgenler, filmler, elektrolar vb. Mercimek kadar bir şey çıktığı zaman büyük panikler başlar. Annecillik… Bunun sekonder entelektüel anlamı da yer tanrıların emirlerinde kul olmaktır. Otoritelerin karşısında boyun eğmektir. Sürü iç güdüsünün sebebi. Fert olmak yerine sürü yapar rahim çünkü. Politikacıların vatandaşlarım, milletim nutuklarının sebebidir. Primer enerjide rahim, sekonder enerjide yer tanrılara tapınmaya sebep olur. Tabi bu yer tanrı tapınmaları da pek çok kişinin yer tanrı olma amaçlı çalışmalarına sebep olur. Örneğin asistanken doktor, doktorken doçent, doçentken profesör… Profesörsen ordinariyus profesör olacaksın bir de. Hoş bu tuzaklara vaktiyle ben de düşmüştüm. Hepimiz düşeriz yani. Dolayısıyla biz neden tuzağa düştük diye de üzülmeyin. Olay bilgi meselesi… Veyahut politikacılıkta adamın astığı astık kestiği kestik liderlere tapınması… Mesela birileri emir veriyor, 82 yaşındaki bir adam bir yerlere bir şey yazdı diye mahkemelere düşüyor. Veya karikatür krizleri… Tanrılar ya…
90
Yer tanrının iki tane duygusu vardır. Anlamakta güçlük çektiğiniz iki duygudan bahsedeceğim, rahmin tuzakları anlamında. Diğer kötü duyguları, depresyon, panik, anksiyete, vs. hepiniz anlarsınız. Ama şu iki duygu üzerinde mutlaka düşünün. Kibir ve merhamet… Anadolu’dan bir deyiş: merhametten maraz gelir. Alpachino’nun “Şeytanın Avukatı” filminin sonundan bir deyiş: “benim en sevdiğim günahım kibirdir”. Niye? Eşitliği muhteşem bozucu iki duygudur. Bir sürü insanın ağzında, zavallı adamcağız, zavallı çocukcağız. Çağrışımsal, yerleşmiş! İşte, “çocukcağız ateşli hastalık oldu”, “Adamcağız ölmüş”… Başka birisine acımak onu aşağılamaktır. Acımak kibir kökenlidir. Anadolu’da bir zamanlar varmış bu bilgiler, sonradan unutulmuş. Ne güzel kullanmış, “merhametten maraz gelir”. Tabi burada bizim yaşam depremlerimizin en temel nedeni rahimde ve 0-2 yaşta maruz kaldığımız psikolojik virüsler… Bu virüsleri temizlemenin yöntemi de klasik ilaç tedavileriyle mümkün olmadığı için yer tanrılara tapınır hale getirilmemizdir. Yer tanrılara tapınır hale gelirsek bana inanın ‘alt beyin’imiz birey olamaz. En iyi ihtimalle kadınlar için ya klitorisin oğlan çocuğu, ya da rahmin muhteşem anacığı… Erkekler için de sıklıkla çocuk ‘alt beyin’li adam… İtaat eden, baş üstüne diyen… Aşırı ‘-ım’ eklerine meraklı adam… Vatandaşlarım, bebeğim, çocuğum, karım, sevgilim. Niye? Çünkü ‘-ım’ eki göbek bağının ifadelerinden bir tanesidir. Ama yine de felsefi bağlamda konuşuyorum. Alt beyin dünyasında hiçbir canlı hiçbir canlıya ‘ım’ diyemez. Aşırı ‘-ım’ derse bir şeyler olur. Tamam işte eşitlik bozuldu (gülüyor). Eğer bana gelmeden iyileşmek istiyorsanız, işte size kuyruğunuzu dik tutmanın iki yolu (önceden de belirttiğim bu iki yolu tekrar ediyorum): Ya günde 1 saat terletici spor ya da kutsal kaseyle biten seks… Üçüncü bir yol yok. Hatırladıkça rüyalarınızı yazın. Kimseye söylemeyin. Çünkü sorduğunuz zaman size büyülü düşünceye meraklı bir rahim toslayacaktır (gülüşmeler). Kabak görürse ur, örümcek görürse uğursuzluk demeye başlayacaktır. Yine Anadolu’muzun insanlarından bir deyiş: “Rüyalarını suya oku”. Ben de yalnız şunu ekliyorum, önce yazın sonra okuyun. Çünkü yazmak korteksin kollateralleriyle altbeynin kayıtları arasında bağlantı kurar. Bana gelmeniz şart değil. Tahmin ettiğinizden çok güzel ilerlemeler yakalayabilirsiniz. Zaten o kitabın adı o yüzden İyileşme Kitabı. Beni dinlediğiniz için çok teşekkürler.
91
BİLGİ TOPLUMU SINIFI ve İKTİDAR SORUNU Orhan Bursalı Konuşmama önce bazı sorular yönelterek başlamak istiyorum: Bugünkü dünyayı nasıl anlamalıyız? Neden toplumsal ilişkilerin temelinde çıkar ve kâr amacı var? Neden insanın, toplumun iktisadi faaliyetinin temeli, ekonomik kâr ençoklaması üzerinde kurulu? İçinde yaşadığımız dünyadan mutlu muyuz? Bizi en çok ne rahatsız ediyor? Bizi yöneten iktidarlardan huzursuzluklarımız nedir?
duyduğumuz
temel
rahatsızlıklarımız-
Uygarlığımız bu kadar ileri mesafeler kaydettiği, bilim, teknoloji, sanat, felsefe ve edebiyat alanında büyük başarılara imza attığı halde, bu huzursuzluklar neden? Ve ne yapmalıyız? Biz kimiz, ne yapabiliriz? Saptamalar Dünyamıza ilişkin, hemen hemen büyük bir çoğunluğun paylaşacağı iki saptama yapabiliriz: İnsanlık, yetenek ve değer yaratma farklılıklarıyla kıyaslanamayacak bir şekilde, varsıllığın ve yoksulluğun en uç noktalarında yaşıyor. Bu yaşamın sürdürülebilirliği tartışma konusudur. …ve doğal çevre, yerkürenin fiziksel olanakları, aynı şekilde, yeryüzünde yaşamın sürdürülebilirliğini tehlikeye sokması açısından uç noktalarda tüketiliyor. Bir Varsayım Diyelim ki, entelektüel, yaratıcı, üretici bireyler olarak çok iyi para kazanıyorsunuz, arabalarınız var, tatiliniz var, eviniz, yazlığınız, plazma TV’niz var. Yani yaşamınızı rahatça sürdürebileceğiniz maddi olarak gerekli her şeye sahipsiniz.
92
...fakat, çevremiz, doğa giderek yaşanmaz hale geliyor... Soluduğumuz hava bozuluyor... Giderek kötüleşen, rezil bir Kent Dokusu içinde yaşıyoruz.. İklim, Yerküre alarm veriyor. Üstelik, toplumsal yaşam kötüleşiyor; yoksul sınıflar, ülkeler giderek büyüyor, milyarlarca insan, çocuk temel biyolojik gereksinimlerini, yiyecek, su, sağlık, ilaç.. karşılayamaz ve sürdüremez durumda. Öte yandan da savaşlar, hegemonya iddiaları, yeryüzünde küresel ve toplumsal yaşamı sürdürülemez kılan ana etken olarak ortaya çıkıyor. Varsıllık Çelişkisi Bu koşullarda, iyi kazanan ve “yaşayan” insanlar mutluyuz diyebilir mi? Mutluluk, iyi maddi koşullara sahip olmak ile eşitlenebilir mi? Veya kişisel zenginlik, çevremizde ve dünyada büyük adaletsizlikler, haksızlıklar, eşitsizlikler, büyük yoksul kitlelerin üremesi, yerkürenin sürdürülemezliği karşısında, mutluluk mu üretir yoksa mutsuzluk mu? Buna varsıllık çelişkisi diyebiliriz... Bilgi Toplumu İnsanı Burada size, aslında, bugün dünyada en büyük ana maddi değerleri yaratan, sermayeyi ençoklaştıran, sermayeyi en çabuk büyüten, paranın her türlü güçiktidar kazanmasında başlıca rolü oynayan; …ve buna karşılık da kendisine önemli maddi refah sağlayan yeni bir sınıfın, bilgi toplumu sınıfını ve insanını, içinde bulunduğu Varsıllık Çelişkisi ile tarif etmeye çalıştım... Ne demek istediğimi biraz daha açalım. Aşağıda dört noktada topladığım ve birbirinin devamı olan ayrıntıları, bu konuşmanın ana tezleri olarak sizlere sunuyorum: Tez 1: Dünyada ekonomik zenginliğin, bu zenginliğe temel oluşturan bilimsel ve teknik yaratıcılığın ve üreticiliğin; kültürel, sanatsal, edebi, felsefi ve düşünsel zenginliğin esas yaratıcı gücü, günümüzde bilgi toplumu sınıfıdır. Tez 2: Bu sınıf, üretimden iyi - çok iyi pay alıyor, ancak toplum ve dünyadaki kötü gidişten vicdani ve insanı olarak büyük rahatsızlık duyuyor; sahip olduğu ekonomik-toplumsal-kültürel üretim içindeki büyük gücüne rağmen, dünyayı kendi düşünceleri doğrultusunda etkileyemiyor, dönüştüremiyor. Tez 3: Bu sınıf, uygarlığımızn gerçek taşıyıcısıdır, sahibidir, koruyucusudur, ilerleticisidir.. Dolayısıyla toplumların, ülkelerin ve dünyanın geleceğinde en büyük söz sahibi olması gerekir. Yarattığı uygarlık değerleri, geliştirdiği etik değerler ve sahip olduğu vicdani ölçüler ışığında da, Toplum ve Yerküreyi en iyi yönetebilecek sınıftır. Tez 4: Ancak, potansiyele, kapasiteye, yeteneğe sahip olmasına rağmen, bunları gerçekleştiremiyor, çünkü a) iktidar yoksunudur ve b) kendisi için sınıf bilinci oluşturmaktan uzaktır.
93
Buna da güç-iktidar çelişkisi diyebiliriz. Şimdi biraz tarihsel perspektif ve temellendirme: Tarihin Yol Ayrımı Karl Marks, sermayenin bugünkü enternasyonalizmini gördü, buna karşı da işçi sınıfının enternasyonalizmini çıkardı. Emek -sermaye çelişkisini ve üretici sınıfın ürettiğine yabancılaşmasını gördü ve bu “toplumsal-sınıfsal çelişkiyi” çözmek için işçi sınıfının iktidarı fikrini ortaya attı. Komünist Manifesto, bir iktidar çağrısıydı:“Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!” Das Kapital, yani “Sermaye” adlı dev yapıtı, kapitalizmin bütün ekonomik işleyiş mekanizmalarını çözen, Marks’ın eserinin adıdır. Marksizm ise Friedrich Engels ile kurdukları, felsefi, toplumsal, insanlık tarihinin gelişimini açıklayan kuramın adıdır. Marksizm, o güne kadar düşünce tarihinde cesaret edilebilen en kapsamlı insanlık tarihi ve gelişimi açıklamasıdır ve bu açıklama, sosyalizm ve sınıfsız toplum çıkarsamasını, modelini, veya ütopyasını doğurmuştur. Onların en büyük cesareti, belki de, kendilerinden öncülleri gibi toplumu kısmi olarak açıklamakla yetinmeyip, bütünsel kavramaya kalkışmalarıdır... Hem de bütün yönleriyle! İki Sınıf 1800’lerde, hatta daha öncesinden, sanayi devrimi başlamıştı. Toplumun iki yeni sınıf üzerinde yükseleceği görülüyordu: burjuva-kapitalist sınıf ve işçi sınıfı.. Toplumda her şeyi belirleyen ekonomik ilişkilerin ve çelişkilerin tarafları bu iki ana sınıf olacaktı. Bu iki sınıf, değerleri yaratacaktı, tarihi ve toplumların geleceğini belirleyecekti. Karl Marks, 1800’ler kapitalizminin vahşi sömürü ve kanlı sermaye birikimi düzeni karşısında, işçi sınıfının “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi” olmadığını açıklıyor, işçi sınıfını “kendisi için sınıf” olmaya çağırıyordu. Bu, sınıf bilinci meselesiydi ve Marks ve Engels’e göre kaçınılmazdı. O zamanlar gerçekten işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktu. Biyolojik yaşamını kıt kanaat sürdürebilecek bir gelir sağlıyor, ayrıca çocuk işçiler üzerinden de vahşi bir sermaye birikimi gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. 1800’lü yıllara bakarsak: Şüphesiz toprağından kopma sürecinde olan büyük bir köylü kitlesi toplumun büyük kitlesini oluşturuyordu; Büyüyen bir işçi sınıfı vardı; Önce ilkel, daha sonra bantçı (Fordist) üretim süreci üretimi belirleyici olacaktı Homojen-niteliksiz bir iş gücü söz konusuydu;
94
Neredeyse sıfır maliyetli, kamu malı niteliği ön planda olan “bilgi”den bahsedilebilirdi. Yani bilimsel ve teknolojik bilgi hem az hem de maliyeti fazla değildi. ABD bilginin patentlenmesi sürecine girmişti ve gerçekten de teknoloji doğuran veya doğrudan teknoloji yaratan bilgiler sahibini zengin ediyordu. Çok az oranda, üniversite mezunu, aydın, düşün-edebiyat ve sanat insanı, bilim ve teknoloji üreticisi insan vardı. Bu üretici, değer yaratıcı sınıf toplumun çok çok azınlığını oluşturuyordu. 2000‘ler Bugün ise o dönemin sınıf ilişkilerinde çok temelli ve büyük değişiklikler gerçekleşti. Köylü sınıfı eridi, gelişmiş kapitalist ülkelerde yok oldu ve kapitalist çiftçilere dönüştü. Bu sınıf, nüfusun yüzde 5’inin bile altına indi. İşçi sınıfı, toplumun önemli bir kesimini oluşturmaktadır. Ancak, bugünün işçi sınıfı ile 1800’lerin işçi sınıfı arasında bence niteliksel farklar oluştu. Bugünkü işçi sınıfı “kaybedecek şeyleri olan” sınıfa dönüştü. Bilgi Toplumu sınıfı: Bugün toplumun belkemiğini Bilgi Toplumu Sınıfı oluşturmaktadır. Genel nitelik olarak, eğitimi, becerisi, yaratıcılığı, kültürü yüksek... Çoğunluk üniversite mezunu ve okumuş.. Bilgi, üretimin ana girdilerinden biri ve en önde geleni. Bir üretim aracı… Ekonominin rekabetçi olup ayakta kalabilmesi, bilgi toplumlu sınıfının yenilikçiliğine, üretkenliğine; nitelikli-kitlesel ve ucuz mal üretimine bağlı… Bugünkü kapitalist sistemin dayanakları 1) Dünyada sayısı 2 milyonu aşan bilimsel-teknolojik araştırıcı sınıfı, ARGE, üretim sürecini ayakta tutan, milyonlarca iyi yetişkin mühendis, yönetici ve çeşitli uzmanlık sahipleridir. 2) Bu sınıfın ürettiği bilgidir, veridir, patenttir, ekonomik değer yaratan her şeydir. Yılda trilyon dolarları aşan bir bütçe harcamaktadır. Sermayeyi durmadan büyüten, ençoklaştıran, sistemi ayakta tutan bu sınıftır. 3) Ayrıca, sistemin diğer büyük değer yaratıcıları da Bilgi Toplumu Sınıfı’na aittir: Düşün insanı, sanatçı, edebiyatçı, felsefeci, şair, eleştirmen, tasarımcı, karikatürist, incelikli el sanatı üreticileri... Bilgi Toplumu’nun, kapitalizmin ana üretici gücü olan bilim ve teknoloji üretiminde muazzam gelişmeye bakalım: 1665 İlk Bilimsel dergiler yayınlandı. Sonraki gelişmeye bir göz atalım (Rokovski): 1800’lü Yıllar
100 dergi
1850’li Yıllar
1.000 dergi
1900’lü Yıllar
10.000 dergi
1990’lı Yıllar
100.000 dergi
95
Bilimsel dergi sayısı her 15 yılda bir ikiye katlandı. Geometrik bir artış… Günümüzde yılda 1 milyonu aşkın araştırma makalesi yayımlanıyor ve “Gelmiş geçmiş bütün bilim insanlarının yüzde 90”ı, bugün bizimle, aramızda yaşıyor! 1700’lerde 100 kadar bilim insanı varken, bugün 2 milyon bilim insanından bahsediyoruz. Ve bunlara ek olarak yüzmilyonlarca Bilgi Toplumu insanı var. Dünyada 170 bin periyodik yayımlanıyor ve bunların iki yıl önce sadece 8 bini internette erişilebilirdi. Fen bilgilerinin eskime, yenilenme hızı, 3–5 yıla düşmüştür. “Tarihimizin en önemli özelliği, bilginin olağanüstü hızla artmasıdır ve buna bağlı olarak da eskiyen ve geçerliliğini yitiren bilgi, kuram ve varsayımların da hızla artmasıdır.” (Rokowski) Benzer gelişmeyi entelektüel düşüncenin gelişiminde de görebiliriz. Çeşitli alanlarda, ekonomi dahil, bir dizi düşünce, kuram, varsayım da hızla eskiyor ve yerini yenileri alıyor. En az eskiyen Klasikler de aslında (roman, din, öykü, tiyatro, felsefe vb) yeniden değerlendirilmekte ve yorumlanmakta. Bütün bu insanlar Bilgi Toplumu Sınıfı’nın ana unsurlarını oluşturuyor. Bu sınıf, toplumu her gün yeniden üretiyor ve uygarlığımızı zenginleştiriyor, geliştiriyor. Günümüzde Bilgi Toplumu Sınıfı’nın karşıtı, Sermaye Sınıfıdır. Sermaye, şüphesiz, ekonomik ve toplumsal üretimin ana girdilerinden biridir. Fakat kendi başına bir anlamı yoktur ve ancak Bilgi Toplumu Sınıfı’nın üreticiliği ile varolabilir, büyüyebilir. Sermaye Sınıfı’nın temel içgüdüsü, kazancını ençoklaştırarak, durmadan, neredeyse sonsuza kadar büyümektir. Sermaye Sınıfı’nın sahip olduğu iktidar gücü ile Bilgi Toplumu Sınıfı’nın iktidar gücü arasında, yaratıcılıkları ve üreticilikleri göz önüne alındığında, inanılmaz bir eşitsizlik, adaletsizlik, orantısızlık vardır. Sonuç Aslında şöyle demek daha doğrudur: Toplumda bütün iktidar, neredeyse Sermaye Sınıfı’na aittir... Gelişimi, bu sınıfın temel içgüdüleri belirliyor. Bilgi Toplumu Sınıfı’nın iktidar gücü ise çok sınırlıdır. Marks’ın değiştirici güç olarak gördüğü işçi sınıfının yerini bugün Bilgi Toplumu Sınıfı almıştır. 1800-1900’ların kas gücü, yerine beyin gücüne bırakmıştır. Dünyayı dolaşan trilyonlarca serbest para da aslında bu sınıfın yarattığı artı değerdir. Marks’ın iktidara getirmek istediği o zamanki işçi sınıfı, bilinç, eğitim ve kültür olarak yönetici olabilecek nitelikte değildi. Bu nedenle, Aydınlar işçi sınıfı adına iktidara talip oldular. Bu durum, sınıfsal sorunlar, açmazlar iktidarı yarattı. Bilgi Toplumu Sınıfı ise, aracıya ihtiyacı olmadan, bizzat ülkeyi, kıtayı, toplulukları, yerküreyi yönetebilecek niteliktedir. Bu görevi yerine getirecek, bu sınıftan daha iyisi yoktur. Bilgi Toplumu Sınıfı, başkası için sınıf olmak yerine, kendisi için sınıf bilincine ulaşmalıdır. Ancak, Bilgi Toplumu Sınıfı, sermayenin temel içgüdüsü ile toplumların varlıklarını gelecekte en iyi sürdürme isteği ve yerküreyi geleceğe taşıma zorunluluğu arasındaki temel çelişkiyi çözebilir. İktidar Sorunu
96
Bilgi Toplumu Sınıfı, ancak sermaye ile bütün üretici güçler arasında en uygun ilişkileri kurabilir, yaşanabilir ve sürdürülebilir bir toplum ile yerkürenin yaratılmasına yardımcı olabilir. Bugün, karşılaştığımız temel ağır sorunların üstesinden gelebilmek için kaçınılmaz olarak şu çağrıyı yaygınlaştırmak zorundayız: “Bütün ülkelerin Bilgi Toplumu Sınıfı, birleşiniz!” Sözümü Marks’a bir özenti ile bitirmek isterim: “Bütün ülkelerin Bilgi Toplumu Sınıfı, iktidara!” Beni dinlediğiniz ve dikkatiniz için teşekkür ederim.
97
ÖĞRENCİ ÇALIŞMALARI
EKOLOJİ VE İNSAN BENCİLLİĞİ Ufuk Fatih KÜÇÜKALİ Kendi yaşamının idamesi için vazgeçilmez olan doğal kaynakların sahip olduğu ekolojik hassasiyetleri hiçe sayan ve ne pahasına olursa olsun tüketen bir toplumun ulaşacağı aydınlık bir gelecekten bahsedebilir miyiz? Araştırma sorumun temelini; insan bencilliğinin nevrotik düzlemden psikoz düzlemine taşınmasıyla ile kendi varlığını tehdit/yok eder noktaya gelmesi oluşturmaktadır. Bu olgunun temelini irdelediğimizde insanoğlunun dünya sahnesinde ilk yer aldığı iki milyon yıl öncesine gitmemiz gerekmektedir. O dönemlerde insansı/insan içinde yaşadığı doğa ile gizli bir anlaşmaya varmışçasına bir yaşam sürmekte ve doğanın belirlediği senaryo içindeki rolü ile yetinebilir nitelikteydi. Bu anlaşma milyonlarca yıl bozulmadan yürürlükte kalabildi. Anlaşmayı bozan ise elbette belirli bir bilinç(!) seviyesine ulaşmış, bencilliği şişirilmiş, yabancılaşmış insan oldu. Bu sürecin işlerliği belli tarihi kırılma noktaları ile netleşmiş ve etkileri katlanarak hissedilmeye başlamıştır. İnsanın kökeni üzerine kronolojik bir araştırmadan uzak olan makalemin kurgusu içinde insanmerkezciliğin kökeni öne çıkmaktadır. Antroposentrizm yani insanmerkezcilik, insanı evrenin merkezine koyan ve özsel değere sahip tek varlık olarak gören anlayıştır. Bu anlayış insan olmayan varlıkları; özsel değeri olmayan, insanın ihtiyaçlarını giderebileceği araçlar olarak algılar. İnsan için “akıl sahibi”, “duyarlı varlık” gibi ifadelerin kullanıldığı bu anlayışta ahlaksal değerlendirmeye konu olan ilişkiler sadece “insan-insan” ilişkileridir. Diğer varlıklarla ilişkilerde insanın davranışı ahlaksal açıdan nötr kabul edilir ve herhangi bir etik değerlendirmeye konu olmazlari. Örneğin kişi bir hayvana/bitkiye zarar verdiği veya onu ortadan kaldırdığı zaman ahlaksal bir yanlış yapmış olmaz. Fakat bu eylemiyle bir insan, mesela hayvanın/bitkinin sahibine veya kamuya zarar verir ise, o zaman ahlaki bir suç işlediği kabul edilir. İnsan var oluşundan bu yana aynı anlayışa mı sahipti?
i
Başkır, M. Mutlu, (2000), “İçinde Ütopya Olmayan Ütopya”, İnsan Merkezli Olmayan Bir İnsancıl Ütopya Denemesi, Mimar Sinan Üniversitesi, s.35
98
İnsanın biyolojik ve psikolojik bileşenlere sahipliği göz önüne alındığında; biyolojisinin geçirdiği değişim (evrim) uzun yıllardır tartışılmakta ve her geçen gün bilimsel kanıtlarla desteklenmektedir. Biyolojik anlamda geçirilen değişim beraberinde elbette psikolojik evrimi de tetiklemiştir. İlk insanların / insansıların doğa ile olan ilişkileri üzerine birçok yazılmış bilimsel makale ve çalışmalardan yola çıkarak insanmerkezci anlayışa ulaşan yolun adım taşlarını belirleyebiliriz. İçinde yaşadığımız dünyanın genel durumu geri dönüşsüz bir şekilde kötüleştikçe, bizler de giderek daha fazla olguyu sorgulamaya başlıyoruz. Artık dayanılmaz bir düzeye ulaşmış olan toplumsal koşullar, sorunların kaynağını görebilmek için, çok daha derinlere bakmamızı gerektiriyor. Bu noktada ABD’li anarşist ve sosyal eleştirmen John Zerzan’ın; bilim, felsefe, sosyoloji ve psikoloji alanlarındaki belli başlı ilerlemeler ile tahakküm arasındaki keskin paralelliği zengin örneklemelerle ortaya koyan Gelecekteki İlkel (Future Primitive) adlı kitabından yararlanarak, bildiğimiz olguların faklı bir bakış açışıyla tekrar gözden geçirilmesi gerekliliğini ortaya koymaya çalıştım. Yazarın yapıtının tümüne egemen olan Neo-anarşist yaklaşım içinde, insan yapısı her şeyi, bu arada kültür olgusunu tümden yadsıyarak, doğal yaşamı savunmak adına keskin ve bazı noktalarda ucu açık söylemler içinde olabildiğini eleştirerek konuya girelim. Ayrıca aşağıda kökenlerini irdeleyeceğimiz olguları reddetmenin mümkün olmadığını ve makaleme ‘vahşiliğin yüceltilmesi’ gibi bir amaç yüklemediğimi de belirtmeliyim. Uygarlık öncesi yaşamımızın mahrumiyetten, vahşilikten ve cehaletten ibaret olduğu anlayışı yakın geçmişte, Richard Lee ve Marshall Sahlins gibi akademisyenlerin çalışmaları ile çürütülmüştür. Evcilleşme ve tarım öncesi yaşamın, ağırlıklı olarak doğa ile özdeşleşme, duyusal bilgelik, cinsel eşitlik ve sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşam olduğu artık bilinmektedir. İnsanlar bir zamanlar son derece uzun bir dönem boyunca yabancılaşmanın ve tahakkümün ne olduğunu bilmemekle kalmayıp, John Fowlet ve Thomas Wynn adlı arkeologlar tarafından 1980 den beri yürütülen araştırmalarda görüldüğü gibi, en az bizimkine denk bir zekâya sahip olmuşlardır. Paleolitik çağda uzun bir zaman dilimi boyunca, teknolojide sadece birkaç küçük değişiklik meydana gelmiştir. Gerhard Kraus’ a göre “2.5 milyon yılı aşkın bir süre boyunca taş alet kullanımında ölçülen yenilik hemen hemen sıfırdı.”Tarih öncesi zeka hakkında bildiklerimizi de hesaba kattığımızda, böylesi bir durgunluğun araştırılması gerekmektedir” (Zerzan, 2000). Avcı-toplayıcı varoluşun başarısı ve hoşnutluğuyla donanmış zekanın, kayda değer bir ilerleme olmayışının başlıca nedeni olması son derece mantıklıdır. İşbölümü, evcilleşme ve sembolik kültür; besbelli ki bunların tümü yakın zamana kadar reddedilmişti. Postmodern tezahürüyle birlikte çağdaş düşünce, doğa ile kültür arasındaki ayrım gerçekliğini ortadan kaldırmak niyetindedir; oysa insanların uygarlıktan önceki yetenekleri veri alındığında, o insanların çok önceden kültüre karşı doğayı seçtiklerini söylemek daha doğru olacaktır. Her eylemin ve her nesnenin sembolik olarak değerlendirilmesi de çok yaygındır ve bu yaklaşım genelde doğa-kültür ayrımını reddeden duruşun uzantısıdır. Ayrıca fazlasıyla yetkin bir zekâya rağmen, ilkel
99
yaşamda, şeyleşmiş zamana, rakamlara, sanata, ritüele, dine ve dile yer olmadığı da kolayca anlaşılıyor.i O halde uygarlık öncesi insanların sembolik kültüre karşı neden doğayı seçtikleri konusu önem kazanmaktadır. Burada seçim kelimesi özellikle vurgulanmalıdır. Günümüz zeka seviyesine yakın bir düzeye sahip olan avcı-toplayıcı insanlar, yabancılaşmanın, bencilliğin ve güç istencinin sebep olabileceği yıkımları önceden kavramış/sezmiş ve doğanın içindeki rollerinden memnun olagelmişlerdir. İnsanların doğa ile ve içinde diğer yabanıl türlerle dengeli bir şekilde yaşadığı iki milyon yıllık bir yaşamdan sonra, sebebi tam olarak belirlenemeyen bir özevcilleştirme ve buna bağlı olarak doğayı evcilleştirme süreci başlamıştır. Bu sürecin tam olarak neden başladığı, neden o tarihte başladığı konuları halen karanlık olsa da, süreci tetikleyen olgular üzerinde yorum yapmamıza engel değildir. Bu olgulardan; zaman, dil, rakamlar(sayılar), sanat, ritüel, din ve tarımın kökeni ve doğa-insan ilişkilerinin kopmasındaki rolleri üzerinde durulması gerekmektedir. Böylece; günümüzde bunların yansımaları ve insanlığın nereye doğru gittiğini/gitmeyi seçtiğini tanımlayan iki senaryoya ulaşmaktayız. Öncelikle yukarıdaki olgular üzerinde duralım. İnsanın doğadan kopmasının ilk durağı zamandır dersek çok da abartmış olmayız. Günümüzün en saplantılı kavramlarından biri nasıl ki zaman denen maddi gerçeklik ise, zaman anlayışı da sosyal yaşamın ilk yalanı olmuştur. “Spengler tarafından da belirtildiği gibi, ‘Tarih öncesiz sonrasız bir oluştur ve bu yüzden öncesiz sonrasız bir gelecektir. Doğa ise var olandır ve bu yüzden sonsuz bir geçmiştir”. ‘Tarih doğanın inkârıdır’ diyen Marcuse, insanı insan olmaktan çıkaran ve giderek daha da hızlanan bu ilerleyişi iyi yakalamıştır”.ii Bu sürecin odak noktasını, ilk insanlarda var olmayan hükmedici bir zamansallık anlayışı oluşturur. “Vaneigem’in de belirttiği gibi evcilleşmemiş olanlar, yalnızca mevcut anın bütünsel olabileceğini bilirler. Bu ise onların bizimle kıyaslanamayacak bir şekilde, çok daha büyük bir dolayımsızlık, yoğunluk ve tutkuyla yaşadıkları anlamına gelir. Mbutiler, mevcut anın doyurucu bir şekilde yaşanmasıyla, geçmişin ve geleceğin, kendi başlarının çaresine bakabileceğine inanırlar. İlkel insanlar anılarla yaşamazlar ve genellikle doğum günlerini ve yaşlarını ölçme gibi konularla ilgilenmezler. Gelecek konusunda ise, henüz var olmayanı kontrol altına almaya pek hevesli değildirler, tıpkı doğayı egemenlik altına alma niyetinde olmadıkları gibi.”iii Buradan şu sonucu çıkarabiliriz; eski çağların düşüncesi, zamanı tekdüze bir süreklilik veya nitel olarak farksız anlardan oluşan bir ardışıllık olarak ele almaz. Bunun yerine ilk insanlar, her an bir arada var olan ve böylece hem nicel hem de nitel bakımdan sürekli olarak değişen olaylar bütününü beraberinde getiren bir iç ve dış deneyim akışı içinde yaşamıştır. “Avcı-toplayıcılıktan göçebeliğe geçilirken, uzamsallaşma, yaklaşık olarak İ.Ö. 1200 dolaylarında, iki tekerlekli savaş arabası olarak karşımıza çıkmaktadır. Zamanı kontrol altına almanın bir telafisi olarak, yayılmanın ve hızlanmanın getirdiği zafer sarhoşluğu artık belirgin bir şekilde varlığını hissettirmektedir. Göçebe yaşamın sona
i
John Zerzan, a.g.e., s.19
ii
John Zerzan, a.g.e., s. 44
iii
John Zerzan, a.g.e., s. 27
100
ermesiyle birlikte, toplumsal düzen yeni bir uzamsallaştırma olan sabit mülkiyet üzerinde inşa edilmiştir. Buna bağlı olarak; artı ürünü ve uzmanlaşmayı geliştirerek üretimi doğuran tarım uygarlığı her şeyi temelden değiştirdi. Kendisine sunulan artı ürün sayesinde, rahip zamanı ölçmeye, gökyüzü hareketlerini tanımlamaya ve gelecekteki olayları öngörmeye başladı. Güçlü bir elitin denetimi altında olan zaman doğrudan insan yaşamlarının denetim altına alınmasında kullanıldı. Yahudilik ve Hıristiyanlıkla birlikte, zaman son derece belirgin bir şekilde keskinleşerek çizgisel bir ilerlemeye dönüştü. Zamanın ivediliği insanı ele geçiriyordu. Galip gelen çizgisel zamana damgasını vuran Hıristiyanlığın göstergelerinden biri olarak, kısa bir süre sonra feodal Avrupa’da, katı bir zaman tarifesi altında yönetilen ilk günlük yaşam örneğiyle karşılaşıyoruz; manastırlar. Kilise, zamanın ölçülmesine katılan ve zamana göre düzenlenmiş bir yaşam tarzını dayatan ilk güç olmuştur. Bu yüzden vurmalı ve yelkovanlı saatin Papa II. Sylvester tarafından 1000 yılında icat edilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Özellikle Benedikt’in tarikatı, Coulton, Sombart, Mumfort gibi tarihçiler tarafından, modern kapitalizmin ilk kurucusu olarak değerlendirilmiştir. Charles Newman’ın deyimiyle, söz konusu dönemden başlayarak, dünyanın ilerlemeci bir mantıkla gözden çıkarılması, olgusu hız kazandı. İfadesini tahakkümde bulan bu yayılmacı tutum, dünyadan yabancılaşmaya belirgin bir önem atfediyor.” i Sembolik dünyanın, bir şekilde yaygın bir sözsüz iletişim ortamından ve yüz yüze ilişkiden doğan dilin formüle edilmesiyle ortaya çıktığını varsaymak mantıklı görünüyor. Dilin ne zaman ortaya çıktığı konusunda henüz bir fikir birliğine varılmış değildir, bununla birlikte Üst Paleolitik çağdaki kültürel patlamadan önce konuşmaya ilişkin herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Dil modern öncesi bireyin açık olduğu imge ve duygu fırtınalarına ket vurarak dizginleyici bir etmen olma ve yaşamı daha büyük bir denetime tabi kılma işlevini görmüş olmalıdır. Bu anlamda dil, açıklığın ve doğayla ortaklığın hüküm sürdüğü bir yaşamdan, sembolik kültürün ortaya çıkışından sonra ortaya çıkan tahakküme ve evcilleşmeye yönelik bir yaşama geçişi temsil etmiş olmalıdır. Bu arada dil ile düşündüğümüz için düşüncenin ilerlediğini varsaymamızı gerektiren bir kanıt yoktur. Sert darbeler ve benzeri hasarlar nedeniyle konuşma yeteneklerini tümden kaybeden hastaların, mantıklı düşünüş yeteneklerini tamamen muhafaza ettiklerini gösteren pek çok örnek vardır.ii Bu noktada Zerzan’ın metaforunun eleştiriye ihtiyacı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Konuşma yeteneklerini yitiren insanlar mantıklı düşünürken, dilin kendilerine geçirdikleri kazadan önce kazandırdığı kavramları kullandıkları açıktır. Dil; kavramları formüle ederek düşünceye ulaşmaktadır. İlkel dönemde insanların ‘doğa’ ile ‘kültür’ arasında bilinçli bir seçim yapmış olmaları için ‘doğa’ ile ‘kültür’ olgularını kavramlaştırdıkları bir dilin varlığından söz edilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Dolayısı ile ‘bilinçli seçim’ düşüncesi, bizi ister istemez avcı-toplayıcıların da bir ‘dil’ e yani sembolik kültüre sahip oldukları sonucuna götürebilir. Karşıt olarak bu seçimi sezgisel olarak yaptıklarını savunursak, bu ‘bilinçli’ bir davranış olarak nitelendirilebilir mi? Zerzan’ın ilkel dönemde dil olgusunu sembolik kültürün bir bileşeni olarak adlandırıp tamamen yadsıdığı i
John Zerzan, a.g.e., s. 49-52
ii
John Zerzan, a.g.e., s. 21
101
söylenemez. Dilin ve buna bağlı olarak sembolik kültürün insan-doğa ilişkilerinde ki kopuşu tetiklediği savını desteklemek adına bazı ucu açık söylemler içinde olmasını anarşist ve sosyal eleştirmen kişiliğinin bir yansıması olarak görmeliyiz. Dil olgusuna farklı bir pencereden bakmaya devam edelim. Nietzsche’den yapacağım kısa bir alıntı ile dilin özü olan anlayıştan bahsetmek istiyorum; “kelimeler şeyleri eksilterek duygusuzlaştırır; kelimeler kişiliksizleştirir; kelimeler olağandışı olanı olağanlaştırır.” Dil düşüncenin sembolleştirilmesi anlamına geldiği için ve semboller de kültürün temel bileşenleri olduğu için, konuşma, uygarlık olarak adlandırdığımız şeyin vazgeçilmez kültürel fenomenidir. George Steiner’e göre; “İnsan konuşması, açığa çıkardığından çok daha fazla şeyi muğlaklaştırır; ilişkilendirdiğinden çok daha fazla şeyi birbirinden koparır.” Dil aklın kendi deneyimlerine yabancılaşmasını, yani tıpkı kavramlar gibi, parçaları da, sanki bu parçalar maniple edilebilir somut nesnelermiş gibi tahlil etme eğilimini temsil etmektedir. Dil, doğrudanlığa ve kendiliğindenliğe dayalı ilişkilere karşı saldırıya geçerek, burayı ve şimdiyi dolaylandırmaktadır. Bunun için bir örnek verelim. Bir çocuk okur-yazar hale geldiğinde, artık geriye dönüş imkânsızdır. Bir müzenin içinde gezinin, okur-yazar yetişkinlerin, neyi göreceklerine emin olmak için, tablolardan önce, bu tabloların altındaki tanıtıcı kartları okuduklarını, hatta sadece kartları okuyup tabloları tamamen es geçmelerine bile tanık olabilirsiniz. Okumayazma öğrenme kitaplarında da belirtildiği gibi, okuma kişinin önüne çeşitli kapıları açar. Ne var ki, bu kapılar, bir kez açıldığında, bu kapılardan bakmaksızın dünyayı görmek neredeyse imkânsızdır. Köken olarak dil, kendi alanı dışında var olan bir sorunun gereklerini karşılamak zorundaydı. Bir insanın, konuştuğu andan itibaren artık ayrı bir insan olduğu ve kendisiyle da yabancılaştığı açıktır. Konuşma, insanlık ile doğa arasındaki özgün birliği bozmaya başlayan diğer bir kırılma noktasıdır.i Yaşamakta olduğumuz krizin boğucu niteliği, her şeyden önce de, günden güne artan anlamsızlık duygusu ve içerik yoksunluğu, en alelade verileri bile daha fazla sorgulamamızı gerektirmektedir. Zaman ve dil şüphe uyandırmaya başlamıştır; bu durumda, sayının masumiyeti de sorgulanmalıdır. Sayının ne tür sorulara verilmiş bir cevap olduğunu sorduğumuzda ve nicel olanın anlamı ya da ortaya çıkış nedenleri üzerinde durmaya çalıştığımızda, bir kez daha, doğal var oluşumuzdan koptuğumuz o can alıcı döneme bakmış oluyoruz. Eğer matematiksel gerçeklik, normatif veya standartlaştırıcı ölçme sisteminin rafine olmuş biçimsel yapısı ise, ölçülmesi gereken ilk şey kesinlikle zamandı. Temsilin dil ile başladığını ve yeniden üretilebilir biçimsel bir yapının yaratılmasıyla gerçekliğe aktarıldığını fark ettiğimizde de dil ile sayı arasındaki temel bağı kavramış oluruz. Baos’a göre “ sayma, ancak nesnelere özgünlüklerinden geriye hiçbir iz bırakmayacak ölçüde genelleştirilmiş bir yapı atfedildiği zaman gerekli hale gelir.” Özgür ve düzenlenmemiş olan şeyleri kontrol altına almak amacıyla geliştirilen ve ilk sayı sistemiyle kristalleşen kategorilere baktığımızda, dünyaya yeni bir tutumla yaklaşıldığını görürüz. İsimlendirme bir ayrım ve egemenlik ise, isimlendirmenin daha da çoraklaşmış hali olan sayma eylemi de bir başka tahakküm anlamında gelmektedir. Sayı dilin doğal sonuçlarından biri olmakla birlikte, yine de yabancılaşmanın en kritik saldırısını temsil eder. Avcı-toplayıcı insanlık sayılara hemen hemen hiç ihtiyaç duymamıştır.ii
i
John Zerzan, a.g.e., s. 66-67
ii
John Zerzan, a.g.e., s. 83-88
102
Doğanın evcilleştirilmesi ya da terbiye edilmesinden duyulan hoşnutluğun başlangıcı, yabanılın ritüel aracılığıyla kültürel düzenlenişinde görülmektedir. Duyguların düzenlenmesine yarayan bir araç, kültürel yöneliş ve dizginlenmenin bir yöntemi olarak ritüel, dışavurumun bir biçimi olan sanatı ortaya çıkardı. “Sanat ve din aynı şekilde, tatmin olmamış arzulardan doğmuştur” der La Barre. Önce dil olarak, daha soyut, daha ritüel ve sanat olarak daha amaçsal bir şekilde ortaya çıkan kültürün işlevi, manevi ve toplumsal kaygıları yapay bir tarzda gidermeye çalışmaktır.” Doğanın totalitesi içindeki katılımdan kopularak dine doğru atılan adım, güçlerin ve varlıkların çözülerek dışa, yani tersyüz edilmiş yaşantılara yönelmesi anlamına geliyordu. Bu kopuş ifadesini putlarda bulmuş ve dinin uygulayıcısı, yani şaman, ilk uzman olmuştur.i Zamanla din ve ritüel evrimleşmeye başlamıştır. Önceleri çok somut kimi imge ve simgeler (fetişler, totemler vs.) ile dışa vurulan ve ay-güneş-yıldız vb. gibi doğal şeylerle kalıtımsal olarak yüz binlerce yıllık süreçte aktarılan bu duygular, insan bireyin evrimsel gelişimine koşut değişikliklere uğramıştır. Tarihin değişik dönemlerinde ve değişik coğrafyalarda farklı insan topluluklarının aynı inancı (Pagan, Şamanist, Budist; giderek günümüzde Musevilik, Hıristiyanlık, İslam vb.) paylaştıklarını, ama o inancı farklı yaşadıklarını gözlüyoruz. Din bir bakıma örgütlenmiş bir inanç sistemi olarak tanımlanabilir. Din; belli ritüeller, tapınma biçimleri, mekânları (sinagog, kilise, cami vb.), kitap ve kuralları ile kuramsallaşmış bir yapı sergilemektedir.ii Özellikle monoteist dinlere (Musevilik, Hıristiyanlık, İslam) geçişle birlikte doğa-insan arasındaki bağların kopma noktasına geldiği gözlenmiştir. Genelde insan-insan ilişkilerini düzenleme misyonuna sahip olan bu monoteist dinlerin aynı zamanda insanı evrenin merkezinde gören bir temelden güç aldıklarını birkaç örnekle belirtmekte yarar görüyorum. İnsanmerkezciliğin anlamı olan; her şeyin insanın faydalanması için varlığı ve insanın, insan olmayan her şeyin hakimi ve efendisi olduğunu savunan görüşe desteği hiç de uzaklarda aramaya gerek yoktur. İncil ve Kuran… “Ve Allah dedi: Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım; ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne ve yerde sürünen her şeye hakim olsun…” (Tekvin,1:26) “Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur.” (Mülk:15) Yaratılış efsanesinde Tanrı’nın Nuh Peygamber’e söyledikleri de bu konuda bize ışık tutmaktadır. “Ve senin korkun ve senin dehşetin, havadaki tüm kuşlar, yeryüzünde hareket eden tüm hayvanlar ve denizdeki tüm balıklar üzerinde olacaktır; onlar senin ellerine teslim edilmiştir.” Avcı-toplayıcı toplumlarda da ritüele, yani bir tür dine rastlanmaktaydı. Bu da sembolik kültürün bir göstergesi olarak ele alınabilir. Ancak monoteist dinler öncesinde insan-doğa ilişkileri dengesinin korunmaya çalışıldığı unutulmamalıdır. Paganizm, Şamanizm ve Budizm’de bunun örneklerini görmemiz mümkündür. İnsanı doğanın efendisi değil, bir parçası olarak gören bu anlayış, zamanla yabancılaşmış ve etkisini kaybetmiştir.
i
John Zerzan, a.g.e., s. 78
ii
Bkz. Gürel, Sümer, İnsan İnsanın (Niçin) Kurdudur?, basılmamış kitap.
103
Yüzyıllar boyunca insanlığı tahakkümü altına almış olan monoteist dinlerin en büyük başarısı(!) insan-insan ilişkilerini düzenlerken (ki bu konudaki başarısını birinci ve ikinci dünya savaşlarında görebiliriz), insanı doğadan koparması, tüm diğer varlıkların hizmet edeceği yaratılmış en yüce varlık olarak dünyaya yabancılaştırmış olmasıdır. Sembolik kültürün, doğasına içkin olan manipüle ve kontrol etme arzusu ile birlikte ortaya çıkışı, kısa süre içinde doğanın evcilleştirilmesine kapıları açtı. İnsanların doğa içinde diğer yabanıl türlerle dengeli bir şekilde yaşadığı iki milyon yıllık bir yaşamdan sonra, tarım, yaşam tarzımızı ve uyarlanma biçimimizi eşi görülmemiş bir değişikliğe uğrattı. Dil, ritüel ve sanat aracılığıyla yapılan özevcilleştirme, akabinde, bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesinde esin kaynağı oldu. Sadece 10.000 yıl gibi kısa bir süre önce ortaya çıkan çiftçilik çabucak zafer kazandı; çünkü kontrol tam da doğası gereği yoğunlaşmaya yol açar. Üretim arzusu bir kez ortaya çıktıktan sonra, daha yetkin bir şekilde uygulandıkça daha verimli olmaya ve böylece daha baskın ve daha uyarlayıcı olmaya başladı.i Tarımsal artık ürün, yüksek boyutlara erişen işbölümünü mümkün kılar, toplumsal hiyerarşinin maddi temellerini kurar ve çevresel yıkıma yol açar. Rahipler, krallar, ağır çalışma koşulları, cinsel eşitsizlik ve savaş, tarımın doğrudan özgül sonuçlarından sadece birkaçıdır. Paleolitik insanlar, birkaç bin çeşit bitkiden oluşan son derece değişken bir beslenme rejimine sahipken, çiftçilikle birlikte bu kaynaklarda yoğun bir azalma oldu. Rooney’e göre, tarih öncesi insanlar 1500’ü aşkın yabani bitki türü ile beslenirken, Wenke bize şunu hatırlatır; “Tüm uygarlıklar yalnızca altı bitki türünden biri veya birkaçıyla beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, darı, pirinç, mısır ve patatestir.”ii Bitkilerin nesillerindeki hassas değişim, aynı zamanda hayvanların evcilleştirilmesiyle de paralellik içindedir; hayvanların evcilleştirilmesi ile doğal seleksiyon bozulmakta ve daraltılarak yapay bir düzeye taşınan organik dünya, kontrol edilebilir bir tarzla yeniden oluşturulmaktadır. Tıpkı bitkiler gibi, hayvanlar da yalnızca işlenecek birer nesneye dönüştürülmüştür; örneğin bir mandıra ineği, otu süte dönüştüren bir tür makina olarak değerlendirilir. Kural olarak, büyümeye daha çok, etkinliğe daha az enerjinin verildiği evcil memelilerde yeni nesillerin üretilmesiyle birlikte, beyin hacmi görece daha da küçülmüştür. En fazla evcilleştirilmiş sürü hayvanı olan koyunun sergilediği durgunluk, bu durumun en tipik örneğidir; zira yabani koyunlardaki çarpıcı zekâ, evcilleştirilen koyunlarda tamamen kaybolmuştur.iii Taş Devri insanlığının zekâsı ve muhteşem pratik bilgisi veri alınarak, hep şu soru sorulmuştur; “Tarım niçin, diyelim ki, İ.Ö. 1.000.000 yılında değil de, İ.Ö. 8.000 yılı dolaylarında ortaya çıktı?” Zerzan, işbölümü ve sembolleşme biçiminde ortaya çıkan ve yavaş yavaş ivme kazanan yabancılaşmadan söz ederek, bu soruyu cevaplamaya çalışmıştır, ancak, sonuçların ne denli olumsuz olduğu dikkate alındığında, bu olgu şaşırtıcı olmaya devam ediyor. Ancak Binford’un da dikkat çektiği gibi “Sorulması gereken soru, tarımın niçin her yerde gelişmediği değil, esas olarak tarımın niçin ortaya çıktığıdır.” Avcı-toplayıcı yaşamın sona erişi, bedende, i
John Zerzan, a.g.e., s. 23
ii
John Zerzan, a.g.e., s. 124-125
iii
John Zerzan, a.g.e., s. 122
104
boyda ve iskelet yapısında bir gerilemeye neden oldu ve diş çürümesi, beslenme bozuklukları ve bulaşıcı hastalıkların önemli bir kısmını beraberinde getirdi. Cohen ve Armelagos şu sonuca varıyor; “Bir bütün olarak ele alındığında tüm bunlar, insan yaşamının niteliğinde (muhtemelen süresinde de) topyekün bir gerileme anlamına geliyor.” Florida’daki Kızılderili babaların ölmeden önce kendi ailelerindeki beşinci kuşağı gördüklerini anlatan İspanyol tanıkları kaynaklardan öğreniyoruz. Tarımın diğer sonuçlarından biri de sayının icadı oldu; oysa sayı, ekinlerin, hayvanların ve tarımın belirleyici özelliklerinden biri olan toprağın, mülkiyet konusu olmadığı dönemlerde tamamen gereksizdi. Sayının gelişimi, doğayı egemen olunacak bir varlık olarak görme tutkusunu daha da körükledi. Evcilleşme, ilk ticari işlemler ve politik yönetim için yazıyı da gerektiriyordu. Levi-Strauss ikna edici bir biçimde, yazılı iletişimin başlıca işlevinin, sömürünün ve baskının kolaylaştırılması olduğunu, yazı olmaksızın kentlerin ve imparatorlukların ortaya çıkamayacağını söylemiştir.i Öyleyse kültüre yön veren şey, doğayı yeniden düzenleyip ikincil plana itme zorunluluğudur. Yapay bir çevre olarak değerlendirebileceğimiz tarım, tahakküm ilişkilerinin oluşumu için gerekli olan nesne manipülasyonunu sağlayan sembolizmle birlikte bu can alıcı dolaylamayı yaratmıştır. Üstelik boyunduruk altına alınan yalnızca dışsal doğal değildir; tarım öncesi yaşamın yüz yüze ilişkilere dayalı niteliği tahakküme hiçbir şekilde yol vermezken kültür, tahakkümü daha da genişletip meşrulaştırır. Bu noktada çağdaş toplayıcı-avcılar hakkında biraz daha derinlemesine bir analiz yapılması gerekmektedir. Tayland’ın batısındaki Andaman Adası yerlileri lidersizdirler, sembolik temsil hakkında bir fikirleri yoktur ve herhangi bir hayvanı evcilleştirmemişlerdir. Ama aynı şekilde aralarında saldırganlık, şiddet ve hastalık da yoktur; yaraları şaşırtıcı bir şekilde çabuk iyileşir, görme güçleri ve işitme duyuları özellikle keskindir. Ayrıca; sıtmaya karşı doğal bağışıklık ve inanılmaz bir diş kuvvetliliği vardır. Cipriani, dişleriyle çivi kıran 10 ile 15 yaş arası çocuklar gördüğünü söylemiştir. Ayrıca Andamalıların, hiçbir koruyucu giysi kullanmadan, bal toplama faaliyetlerine de tanık olmuştur. DeVries, dejeneratif hastalıkların ve zihinsel özürlülüğün olmaması, kolay ve acısız doğum da dahil olmak üzere toplayıcıavcıların yüksek sağlık düzeylerini kanıtlayan çeşitli mukayeseler yapmıştır. DeVries aynı zamanda, toplayıcı-avcıların uygarlıkla ilişkiye girdikleri andan itibaren, sağlıklarının bozulmaya başladığına işaret etmektedir. Aynı konuyla bağlantılı olarak, ilkel insanların yalnızca fiziksel ve duygusal gücü değil, aynı zamanda yüksek duyumsal yeteneklerine ilişkin azımsanmayacak kanıtlar vardır. Levi-Strauss, Güney Amerikalı bir kabilenin gün ışığında Venüs gezegenini görebildiğini öğrendiğinde hayretler içinde kalmıştı. Boyden’de Jüpiter’in dört uydusunu çıplak gözle görebilen Buşmanlardan bahsetmiştir. Lauren van der Post, Kalahari Çölü’nde, San Buşmanları ile doğa arasındaki yakınlığı enine boyuna incelerken şöyle diyordu; “neredeyse mistik denebilecek bir deneyim düzeyine sahipler. Çevrelerindeki mükemmel çeşitlilikten sadece birkaç tanesini belirtmek gerekirse, örneğin bir fil, aslan, antilop, tavşan, kertenkele, fare, peygamberdevesi, baobab ağacı, sarı ibikli kobra veya yıldız benekli nergis zambağı olmanın ne demek olduğunu biliyor gibiydiler.”ii
i
John Zerzan, a.g.e., s. 24
ii
John Zerzan, a.g.e., s. 28-29
105
Veriler, toplayıcı avcıların genelde bölgeci olmadıklarını, grup içi saldırganlığı ve rekabeti reddettiklerini; yaşam kaynaklarını serbestçe paylaştıklarını; grup işbirliği bağlamında eşitlikçiliğe ve özerkliğe önem verdiklerini göstermektedir. Tanaka tipik bir örnek verir: “En çok hayran oldukları özellik cömertliktir, en çok hor gördükleri ve nefret ettikleri özellikler ise cimrilik ve bencilliktir.” Her hangi bir toplumdaki hakimiyet, doğanın evcilleştirilmesinden bağımsız değildir. Öte yandan toplayıcı-avcı toplumlarda, insan ile insan olmayan varlıklar arasında keskin bir hiyerarşi bulunmaz; benzer şekilde toplayıcılar arasındaki ilişkiler de hiyerarşik değildir. Lenski’nin 1974’te yapmış olduğu araştırmalar, savaşın avcı-toplayacılar arasında ender olduğunu, ancak çiftçi toplumlarda hızla arttığını ortaya koymaktadır. Wilson’un da belirttiği gibi, “İntikam, kan davası, kargaşa, kavga ve savaş, evcilleşmiş halklar arasında ortaya çıkmış ve onlara özgü olgularmış gibi görünmektedir.”i Şiddetin, daha karmaşık toplumlardaki temel kökenlerine gelince, Barnes, toplayıcı-avcılar arasında yaşanan “bölgesel çatışmalara ilişkin etnografik raporların” son derece ender olduğunu saptamıştır. Örneğin; Kung sınırları belirsiz ve savunmasızdır. Kitwood’a göre toplayıcı-avcı halklar, herhangi bir özel mülkiyet anlayışı geliştirmemişlerdir. Samson’un a-Aborjinleri “mülkiyetsiz halklar” olarak nitelemesinden de anlaşılacağı gibi, toplayıcılar, uygarlığın dış varlıklara yönelik saplantılarını benimsemezler. Pietro, Kolomb’un ikinci seferinde karşılaştığı Kuzey Amerika yerlileri hakkında şöyle yazıyordu: “Tüm kötülüklerin kaynağı olan benimki, ve seninkinin onlar arasında yeri yoktur.” Post’a göre Buşmanlar “herhangi bir iyelik” anlayışına sahip değillerdir ve Lee, Buşmanların, doğal çevrenin kaynakları ile toplumsal refah arasında keskin bir ayrım yapmadıklarını görmüştür. Bir kez daha görüldüğü gibi, doğa ile kültür arasında keskin bir ayrım vardır ve uygarlaşmayanlar birincisini, yani doğayı seçmişlerdir.ii Bir zamanlar, insanlar her şeyi paylaşıyorlardı; tarımla birlikte mülkiyet en yüce değer oluyor ve insan tüm dünyaya sahip olmaya kalkışan bir türe dönüşüyor. Akıllara durgunluk veren bir deformasyon… Yabancılaşmamış bir dünyadan söz etmek imkansızdır; ancak sanırım, yaşanılır bir dünya olmaktan çıkan günümüz dünyasının nasıl bu hale geldiğini ortaya çıkarabiliriz ve çıkartmalıyız da. Sembolik kültürün ve işbölümünün ortaya çıkışıyla birlikte, anlayışlılığın, bütünlüğün ve büyüleyiciliğin hüküm sürdüğü bir yaşamdan koparak, bizi ilerleme öğretisinin (sembolik kültürün her evresinde ilerleme öğretisinin varlığı söz konusu değildir) tam göbeğindeki hiçliğe getiren son derece yanlış bir yöne saptık. Kendisi boş olan ve her şeyin içini boşaltan evcilleşme mantığı, her şeyi kontrol etme arzusuyla birlikte, geri kalan her şeyi harabeye çeviren uygarlığın yıkıntılarını artık gözümüzün içine sokmaktadır. Doğalın tali olduğu varsayımı, kısa bir süre sonra tüm yeryüzünü yaşanamaz hale getirecek olan kültürel sistemlerin tahakkümünü mümkün kılmaktadır. İnsanlar milyonlarca yıl boyunca, toplumsal ilişkilerin tahakküm üzerinde şekillenmedi bir doğal düzende yaşadı. Bu özgür yaşam, yalnızca on bin yıl önce tarımın ortaya çıkıp ardından da uygarlığı yaratmasıyla yok oldu. Yukarıda kökenlerinden bahsettiğim olguları reddetmek mümkün olmadığı gibi, makaleme
i
John Zerzan, a.g.e., s. 30-38
ii
John Zerzan, a.g.e., s. 40
106
“vahşiliğin yüceltilmesi” (Avcı-toplayıcı yaşamın vahşilikten uzak olduğu paradoksuna rağmen) gibi bir amaç da yüklemiş değilim. İçine saplandığımız çizgisel zaman olgusunun ( Doğu’nun döngüsel zaman anlayışını göz ardı ederek) doğası gereği tarihsel anlamda bir geri dönüşün mümkün olmadığını da bilmekteyiz. Sonuç olarak insan denilen canlı varlık, beyinsel-zihinsel gelişimi koşutunda sürekli evrimleşerek ve kaçınılmaz dönüşüm ve değişmeler geçirerek doğadan kopmuştur. Buna göre bir bakıma tabiat anasını yadsıyarak kendi dünyasını, kültüruygarlığı kurmuş ve onunla yetinmeyerek var oluş nedeni olan doğayı yok etmeye yönelmiştir. İnsanı biyolojik ve psikolojik bileşenlere sahipliği ile tanımlamaktayız. Psikolojik boyut insanı diğer canlılardan ayıran tekil niteliktir. Güdü, sezgi ve koşullanma olgularından öteye gitmeyen diğer canlılardaki (hayvanlar) reaksiyon gösterme ve karar verme mekanizması, insanda bilinç kontrolünde çalışmaktadır. Kendi yaşamının idamesini tehdit eder noktaya gelen insanın genetik (biyolojik) yapısının buna sebep olabileceğini göz ardı edersek; psikolojik yapısı temelinde bilinçli olarak bu noktaya ulaşıldığı gerçeği kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada bahsettiğim bilinç elbette yetkin bilinç i olarak algılanmamalıdır. Bu yaşam-kalım oyununda kendi türünün varlığını tehdit eder noktaya ulaşılmasının temelinde insan bencilliğinin gizli yüzünü görmezden gelemeyiz. Bu bağlamda bencilliği temellendiren bazı kavramların psikoloji düzleminde ele alınması gerekmektedir. Buna göre temel kaynak olarak Sigmund Freud ile bu alandaki diğer bir öncü Carl Gustav Jung karşımıza çıkmaktadır. “Ben kavramı psikolojide ‘ego’ sözcüğü ile karşılık bulmakta ve zaman zaman da “bendeki ben” biçiminde geçmektedir. Egonun bilinç denetimi altında olduğunu Freud’dan öğreniyoruz. Dolayısıyla Ego olarak yorumladığımız ben (ya da bendeki ben) davranış ve tutumlarımızda bir sapkınlığa neden olmaz. Ancak Freud’un sıralamasına göre önbilinç-bilinç-bilinçaltı-bilinçdışı katmanları bağlamında incelediğimizde ben kavram ve olgusunun değiştiğini görüyoruz. Başka bir değişle önbilinç ve bilinç katmanlarındaki ben (ego), çeşitli çevresel (aileden topluma yayılan) etmenlerle oluşan kimi ruhsal sorunları daha derinlere doğru (baskılar / repression sonucu) itmektedir. Böylece bilinçaltına, giderekte bilinçdışına itilen, bir bakıma hapsolan sorunların sorumlusu artık ben (ego) değil, kendim (self) olarak anılan bir başka ben’dir. İşe bu kendin (self) olan ve bilinçdışına kaymış sorunlardan sorumlu olan olgu artık denetimden çıkmıştır. Kısacası ruhsal sapma ve sapkınlıklar (psişik patolojiler) içindeki bir ben’dir, kendim (self) olan ben olgusu ve yaşadığımız tüm insanlık sorunları da bu bilinçdışı katmanın sorumluluğundadır” ii Bir tanımlamaya göre: “Ego bilinçli kişiliğin merkezi iken, self tüm ruhsal yapının (bilinç ve bilinçdışı) düzenleyici ve birleştirici merkezidir.” ve dolayısıyla da self bir üst psişik otoritedir ve ego onun da astı konumundadır. iii Bu arada egoist sözcüğü ile güncel görüşmelerde eşanlamlı kullandığımız bencil (selfish) sözcüğü arasındaki farkın önemine de değinmek yerinde olacaktır. İlki i
Prof. Dr. Afşar Timuçin’in ‘Yabancılaşma’ konferansından alınan bir kavram
ii
Prof. Dr. Sümer Gürel, a.g.e
iii
Edward F. Edinger, Ego, Archetype, Shambala-Boston, London, 1992, s.3
107
her ne kadar kendi iyiliğini düşünen (egoist) olarak tanımlansa da bu başkalarının kötülüğü pahasına değildir. Zira daha önce belirtildiği gibi “ego” sürekli olarak “bilinç” denetimindedir ve kişinin kötü davranışlarını engeller. Oysa bencil (selfish) kişi denilince, artık bilinç denetimi olmayan bir insandan söz ediyoruz demektir.i İnsanın iç çevresi ile dış çevresi arasındaki ilişki düzenindeki aksamaların huzursuzluk yarattığını, hatta dış çevresindeki aksaklıkların iç çevreyi tedirgin ettiğini görebiliyoruz. Burada üzerinde düşünülmesi gereken soru; “insanın iç çevresinde meydana gelen aksaklıklar, dış çevresel faktörlerin tetikleyiciliğinde mi oluşur?” Yoksa “insan iç çevresinde kendiliğinden veya doğuştan/genetik gelen aksaklıklar mı dış çevredeki aksaklıkları tetikler?” Burada kesin çizgilerle konuyu ayırmak mümkün görünmemektedir. “Gen Becildir” kitabının yazarı Yeni-Darwinci Richard Dawkinsii bize ışık tutabilir. Yazar kitabın temel tezinin “bizim, diğer bütün hayvanlar gibi genlerimiz tarafından yaratıldığımız makinalar olduğumuz” kabulüne dayandığını belirtmektedir. Ayrıca şöyle sürdürüyor görüşünü; “Ben başarılı bir gende, baskın özelliğin acımasız bir bencillik olduğunu savunacağım. Genin bu bencilliği, bireyin davranışlarında da bencil olmasına yol açacaktır.” İlk bakışta karamsar gözüken bu saptayımı, yazar bir önerisi ile yumuşatmaya çalışıyor ve diyor ki; “Eli açık ve özverili olmayı öğretmeye çalışalım; çünkü bencil doğuyoruz. Kendi bencil genlerimizin ne istediğini anlayalım; böylelikle en azından onların tasarımlarını bozabiliriz. Bu başka hiçbir türün cesaret edemeyeceği bir şey…” Ayrıca yazar; “genlerimiz bize bencil olma talimatı verebilir; fakat tüm hayatımız boyunca onlara boyun eğmek zorunda değiliz” diyerek ileriye dönük spekülasyonlarımız için bizi yüreklendirmektedir. Özveri konusundaki kuşkularını da şu şekilde dile getiriyor Dawkins; “genellikle yakından baktığımızda açıkça özverili olan eylemlerin gerçekte kılık değiştirmiş bencillik olduğu ortaya çıkar.” Richard Dawkins’in görüşleri, kendisinin de yer yer değindiği gibi, ağırlıklı olarak öznel niteliktedir; ama bir kesimi doğadaki olay ve gözlemlere kimi zaman laboratuar deneylerine dayandıkları için, birden fazla öznelliği aynı anda içeren düzeye eriştiklerinden daha inandırıcı gözükmektedir. İnsan iç çevresindeki aksaklıkların kökenini dış çevreyle olan ilişkileri üzerine irdeleyen Neo-Freud’cular diyebileceğimiz Amerikalı iki uzman Jay R. Greenberg ile Stephen A. Mitchell’ın ortaklaşa yazdıkları Pisikoanalitik Kuramda Nesne İlişkileri ( Object Relations in Psychoanalytic Theory) adlı kitaba kısaca değinmenin yararlı olacağına inanıyorum. Yapıtta; “ Psikanalizin bugün genel görünümü insanların diğerleri ile karşılıklı etkileşimine gittikçe artan bir odaklaşma, yani nesne ilişkileri sorununa yöneliktir.” Diyerek Freud’a açık-seçik bir eleştiride bulunulmaktadır. Şöyle bir görüş ileri sürülmektedir; “ her ne kadar Freud dış dünya ve diğer insanlarla ilişkileri önemsiz görmüyor idiyse de, araştırmaları onu kendi deyimi ile beşer deneyimlerinin derinliği olan, tüm zihinsel eylemlerin amacını ve enerjisini sağlayan ve bedenin oluşturduğu istemlerin, insanın biyolojik doğasının gösterişi olan tüm itilerin (impulses) içine çekmiştir. Böylece güdülerin (libido) sorgulanması daha i
Prof. Dr. Sümer Gürel, a.g.e
ii
Richard Dawkins, Gen Bencildir, Çev: Asuman Ü. Müftüoğlu, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1995
108
önemli, daha baskın gelmiştir. Ancak, daha sonraları ego sorununa eğildiğinde ve onun dış dünya ve diğer insanlarla ilişkileri karşısına çıkınca bu süreçleri ve sorunları bir yerlere oturtmak, ilinti kurmak kaçınılmaz olmuştur. Kısacası nesne ilişkileri hesaba katılmak zorundaydı.” i Başka türlü söylersek, insan bireyin ilksel ve ilkel dönemde, doğal yaşamdan tarım toplumuna geçişle başlayan yabancılaşma sorununa bağlı olarak yitirdiği insancıl niteliklerinden en başta geleni “ben-sen” ayrımı yapmaması, artık onun dış dünya ile (nesne) ilişkilerinde içsel dünyasının sorunsalını ortaya çıkarmaktadır. Tüm bu açıklamalar doğrultusunda insan bencilliğinin kökeni üzerine kesin bir yargıda bulunmak mümkün görünmemektedir. Dawkins’e göre insanlar bencil doğarlar ve bunu başarılı bencil genlere sahiplik olarak adlandırır. Freud ise libido olarak adlandırdığı güdüler temelinde bir bakış açısına yaslanmış, Jay R. Greenberg ile Stephen A. Mitchell’sa nesne ilişkileri bağlamında olaya açıklık getirmeye çalışmıştır. Makalemin ilk kısımlarında bahsettiğim avcı-toplayıcı insanların bencil genlerini dinlemeden doğanın sesine kulak vermeleri ile tahakkümden uzak, eşitlikçi ve mutlu bir yaşam yaşamış olmaları mümkün olabilir. Ya da avcı-toplayıcı yaşamın varlığı, Dawkins’in bencil gen tanısını yanlışlıyor mu? Bunun bir cevabı olmayabilir de! Tüm bu tartışmalar ışığında insanlığın geleceğini iki kısa senaryo denemesi ile ortaya koymaya çalışalım: Günümüzde insan bencilliğinin ulaştığı yıkım tarif edilemez boyutlardadır. Şu an sahip olduğumuz teknoloji ve bilinç (!) seviyesine rağmen dünyanın geri dönüşü olmayan bir yok oluşa sürüklendiğini savunan birçok bilim adamı, her geçen gün elde ettikleri yeni bulgularla insanlığın kıyametinin yaklaşma hızındaki dehşet verici ivmeden bahsediyorlar. Zerzan’ın Neo-anarşist gözlüğünü bir kenara bırakırsak, uygarlık, kültür ve bilimsel gelişmelerle çok aydınlık bir ütopyaya doğru varacağımızı düşünürken, çok karanlık bir distopya bize doğru gelmektedir. İnsanlığı dünyaya bulaşmış bir enfeksiyon (virüs) olarak adlandırmak çok da yanlış olmayacaktır. Virüsler bilim adamlarınca halen tartışılan canlı/yarı canlı niteliklerine rağmen, onlar hakkında en yaygın bilinen özellikleri; bir hücreyi ele geçirme politikalarındaki acımasızlıklarıdır. Hücreye girdikten sonra kendi RNA ları ile hücre DNA larını denetim altına alıp, hücrenin virüs yararına yaşaması noktasına gelinir. Mutualist bir yaşam birlikteliğinden çok uzak olan bu oluşum hücreye hiçbir fayda sağlamaz. Kendini eşleyebilen bir yapıya sahip olan virüsler hücre içinde uygun koşullarda üremeye başlarlar. Sınırsız bir üreme kapasitesine sahip gibi davranan virüsler sonunda yaşanacak bir hücre/canlı kalmayana kadar üreyebilir ve canlının canlılığını yitime noktasını aşması ile de yok olurlar. ( Belli virüsler hücre/ canlı dışında da belirli koşullar altında belirli sürelerde canlı kalabilir. ) Virüslerin canlı oldukları varsayımı üzerinden gidersek; kontrolsüz bir ortam imkânlarının kullanımı ve çoğalma şifreleriyle donatılmış genetik yapıları tartışma götürmeyecektir. Kendi varlıklarını da yok edecek noktada fütursuz bir davranışa sahip olan tek bir canlı daha vardır. İnsan!
i
Jay R. Greenberg and Stephen A. Mitchell, Object Relations in Psychoanaliytic Theory, Harvard University Pres, 1983
109
Virüslerin sahip oldukları genetik (biyolojik) yapılarına bağlı olarak bu davranışı sergiledikleri düşünülebilirken, insan için aynı şeyi söylemek ne derece doğru/gerçekçi olabilir? Milyonlarca yıldır kendi içinde sürdürülebilir bir ekolojik döngüye sahip olan insanlık ve diğer canlılar, son 200 yılda daha önce hiç yaşamadığı bir doğal kaynak sömürüsü olgusu ile hızla yok olmaya doğru ilerlemektedir. Tüm doğal kaynaklar üzerinde eş zamanlı bir baskı oluşumuna sebep olan insanoğlu kendi varlığını da tehdit ettiğinin farkında olarak bencillikle ve yabancılaşmayla gözleri körleşmiş bir halde dünyayı elbirliğiyle yok etmeye çalışmaktadır. “Su Dünyası” (Waterworld) filminde ortaya konan; tüm dünyanın sularla kaplanması ve toprağın en hayati stratejik kaynak olduğu bir dünya senaryosu özellikle son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarla eskisi kadar ütopik görünmemektedir. Özellikle küresel ısınma ile kutuplardaki buzulların hızla erimesine bağlı olarak Kuzey ve Batı Avrupa sahillerinin, ABD kıyılarının ve Japonya adalarının sular altında kalacağı gelecek vizyonu için verilen 50 yıllık tarihlerde yakınlaştırılarak güncellenmektedir. Aynı zamanda kontrol altında tutulamayan nüfus artışı olgusu ile ilgili olarak dünyanın ulaşacağı son için birkaç istatistik vermek konuyu netleştirebilir. 1800’lü yıllara kadar kendi içinde sürdürülebilir bir doğum-ölüm oranına sahip olan insan popülâsyonu katlanan bir ivmeyle çoğalmaya başlamıştır. Nüfusun 1 milyara ulaşması için 2 milyon yıl geçmesi gerekmişken; 2 milyar nüfusa ulaşmak için sadece 130 yıl geçmesi yeterli olmuştur. 30 yıl sonra 3 milyar, 15 yıl sonra da 4 milyara ulaşan insan nüfusu 2000 yılında 6 milyarı geçmiştir. Gelecek projeksiyonlarına bakarsak; “Örneğin, Latin Amerikanın bugünkü nüfusu 300 milyon civarındadır. Nüfus bu hızla artmaya devam ettiği sürece, 500 yıl sonra öyle bir noktaya gelinecektir ki, insanlar ayakta paketlenmiş bir durumda kıtanın tüm yüzeyini halı gibi kaplayacaktır.” i
Dünya nüfusundaki hızlı artışa karşın, tarımsal ve buna bağlı gıda üretiminin aynı hızda artmaması nedeniyle baş gösteren ve bugün az gelişmiş çoğu ülkede yoğun olarak yaşanan açlık sorunu, yakın gelecekte daha büyük boyutlara ulaşacaktır. Dünya Gıda Örgütü'ne göre, dünyada 200 milyonu 5 yaşın altındaki çocuklar olmak üzere 800 milyonu aşkın insanın açlığın pençesinde kıvranmakta olup, 2 milyarı aşkın insan ise yetersiz beslenmeden kaynaklanan hastalıkların tehdidi altında yaşam savaşı vermektedir.ii Tüm hidrolojik kaynakların kirletildiği, yağmur ormanlarının talan edildiği, kutuplardan çöllere kadar dünyanın her bir köşesinin insan kullanımına ve tüketimine açıldığı bir dünya hiç de uzak görünmemektedir. Teknolojiyle birlikte artık dünya ölçeğinden çıkıp kâinat ölçeğinde yeni ve kirletilecek yer arayışlarının da hız kazanması bize bazı ipuçları veriyor olsa gerek. Kısıtlı kaynaklara sahip olanlar/elinde tutanlar ve sayısı sürekli olarak katlanarak büyüyen kullanıcılar arasında dünya savaşları yaşanmıştır, yaşanacaktır da. İnsanlar
i
Richard Dawkins, a.g.e., s.186
ii
Food and Agriculture Organization, www.fao.org
110
arası savaş olgusunun da ötesinde, insan-doğa savaşları ile insanlığın baştan kaybettiği ve sonucu belli olan bir süreci hızla tüketiyoruz. Teknolojinin insanlık yararına kullanımının çok ötesinde, insanlığın yok oluşuna zemin hazırlamasının en son örnekleri olarak nükleer/kitle imha silahlarını sayabiliriz. Global anlamda yıkım etkisine sahip olan bu silahların kullanım kararlarını verecek olan kişinin de bencillik sarmalında nevrotik düzlemden patolojik düzleme kaymış bir insan olma olasılığı hiç de düşük değildir. Akıl sağlığı uzmanları, sadece yüzde yirmimizin psiko-patolojik semptomlar sergilemediğini belirtmektedir. Yani; ciddi biçimde sağlıksız bir toplumun kronik ruhsal sefaletiyle belirlenen bir “normallik patolojisi” sergiliyoruz. Korkunç bir karanlığa gömülmemize sebep olacak olan şey, dünyanın sonu, kıyamet ve hiçlik olarak tanımladığımız kaçınılmaz sonu ateşleyen düzeneğin düğmesinin; bir güç odağında olacağı kesindir. Dünyadaki politik güç sahiplerinin patolojik rahatsızlıklara sahip olduklarını belirten birçok araştırmacıya dayanarak, sonumuzun “Her şey ve herkes benim olmalı! ;Benim!; Benim!” nidaları ile bir düğmeye basılması ile gerçekleşebileceği hiç de ütopik değildir. İnsanlığın Sonu Geldi! Her şey bu kadar karanlık sonuçlanmayabilir de. Karanlıkların ardında yatan bir ışığa ulaşılabileceği, gerçek anlamda aydınlanma sürecini tamamlayabileceğimiz bir dünyaya ulaşmak da bizim çabalarımızla mümkün olabilir. Biz kendimize ait bir mekânı kendimiz bu hale getirdik. O halde çözümü de kendi içimizde aramalıyız. İnsanlık tarih boyunca yaptığı hatalardan ders almak yerine; hatalarını hem tekrarlayarak hem de çeşitlendirerek aydınlanmadan uzak kalabilmiştir. Bunu tersine çeviren ütopyama EKO-TOPİA diyebiliriz. Yani bio-merkezcil bir yaşam sistemi. İnsan-doğa ilişkilerinde tekrar barışın imzalanması, insanlığın özçıkarının doğa koruma ile olabileceğinin farkına varılması. Toplumların bilinç-dışındakini bilinçli kılmaya çalışan bir sistem. Bu biraz da koşullanmalarımızı tanıma ve hayatımızın her anını kontrol edebilmeyi amaçlayan terapi ağırlıklı bir eğitim siteminin de istemi. Demek ki ütopyanın gerçekleşebilmesi, eğitimin hassas dengeleri göz önüne alınarak, inançlar üstü, hatta inançlar dışı bir eğitim sistemine dönüşmesine bağlıdır. Bir de koşullanmalarımızı (kişisel ve toplumsal) tanımlayarak onları bilinç düzeyine eriştiren bir terapi sisteminin eklenip, insanmerkezci yerine doğamerkezci bir anlayış temeliyle, yaş sınırı gözetmeksizin toplum yaşamına adapte edilmesine bağlıdır. Yani insansal güçlerimizi türdeşlerimiz ve doğa ile yeni bir uyum içerisine girinceye kadar geliştirmektir. İnsan-Doğa El Ele… Bu noktada makalemin başında tanımladığım sorun olan: insan bencilliğinin nevrotik düzlemden patolojik düzleme taşınması ile kendi varlığını tehdit/yok eder noktaya gelmesi sürecine çözüm önerisi olarak ‘Eko-topia’ nın önerilmesi, soruna insanmerkezcil bir bakışı işaret etmektedir. Ayrıca, sembolik kültürün sebep olduğunu savunduğum olumsuzluklara çözüm önerisi olarak yine kültür ürünü olan eğitimin verilmesi paradoksu üzerinde durmamız gerektiğini düşünmekteyim.
111
Yaklaşık olarak iki milyon yıldır insansı/insan ile içinde yaşadığı doğa arasında gizli bir anlaşma varmışçasına doğanın belirlediği rolü ile yetinildiği gözlenmekte iken, doğaya hükmetme/yok etme noktasına gelinirken tarihi kırılma noktalarının sembolik kültürün oluşumu ve gelişimine koşut ilerlemesi üzerine, aralarındaki bağların irdelenmesi gerekliliği üzerine bu makaleyi kaleme almaya karar vermiştik. Sembolik kültürün yapı taşları ve sebep olduğu yıkımlar üzerine Zerzan’dan da yararlanarak belirli bir noktaya kadar gelen makalemin bir noktada tıkanması sembolik kültürün bir aracı olduğu, nasıl kullanıldığına bağlı olarak olumlu veya olumsuz etkiler sergileyebileceği gerçeğiyle karşı karşıya kalmamı sağladı. Burada insan psikolojisinin derinliklerine inerek, sembolik kültürün bilinçli olarak kötüye kullanılması sürecinde insan bencilliğinin yadsınamaz gücüyle karşılaştım. Soruna çözüm önerisi olarak elbette yine sembolik kültürü temel gösterip eğitime yönlenmem kaçınılmaz görünmekteydi. Yukarıda da belirttiğim gibi içinde yaşadığımız zamana kadar süregelen eğitim anlayışından oldukça uzak, insanmerkezcil ama aynı zamanda biomerkezcil bir temelden güç alan bir sistem kurgulanması gerekliliğini dile getirmeye çalıştım. Yukarıda da belirttiğim gibi makalenin hem öznesi hem nesnesi olarak seçim bizimdir. Rene Descartes, bilimin amacının “bizi doğanın efendisi ve sahibi yapmak” olduğunu söylemiştir. Descartes, doğanın efendisi olurken doğa ile yabancılaşma tehlikesinin ya farkında değildi, ya da göz ardı etmişti. Sembolik kültür ve uygarlıkla ulaşılan yabancılaşmanın bize dayattıklarının etkisinin eğitim ile azaltılacağı ya da yok edilebileceği düşünceme en büyük eleştiri, yabancılaşmanın geri dönüşsüz oluşudur. Tarihin bazı anlarında, fiziksel dünya dengemizi bozacak kadar bizi rahatsız ettiğinde, herhangi bir durum bir anda tersine döner. Bana muazzam bir umut veren yaşanmış bir öykü var: Pavlov’un laboratuarındaki köpekler belirli uyarımlara tepki verecek şekilde koşullandırılmıştı. Ayrıca tamamen eğitilip evcilleştirilmişlerdi. Ama köpeklerin yaşadığı bodrumu su bastığında, göz açıp kapayıncaya kadar öğrendikleri her şeyi unutmuşlardı. Bizler de aynı şeyi en azından onlar kadar iyi yapabilmeliyiz.
112
Kaynakça Başkır, M., M., (2000), “İçinde Ütopya Olmayan Ütopya”, İnsan Merkezli Olmayan Bir İnsancıl Ütopya Denemesi, Mimar Sinan Üniversitesi Dawkıns, R., (1995), “Gen Bencildir”, Çev: Asuman Ü. Müftüoğlu, Tübitak Popüler Bilim Kitapları Edınger, E., F., (1992), “Ego, Archetype”, Shambala-Boston, London FAO, Food and Agriculture Organization, www.fao.org Greenberg, J., R.; Mıtchell, S., A., (1983), “Object Relations in Psychoanaliytic Theory”, Harvard University Press Gürel, S., “İnsan İnsanın (Niçin) Kurdudur?” (Basılmamış kitap) Zerzan, J., (2000), “Gelecekteki İlkel”, Çev: Cemalettin Atilla, Kaos Yayınları
113
EĞİTİMİN EVRİMSEL SÜRECİ Çağdaş KUŞÇU Giriş Ulusal ve global anlamda baskısı büyük ölçüde artan gelir eşitsizliği ve yoksullukla mücadele çalışmalarında, üzerinde özellikle durulan eğitim; mikro düzeyde bireysel geliri, makro düzeyde ekonomik büyümeyi belirleyen faktörlerden biri olarak görülmektedir. 1950’lerde bir grup iktisatçı, Adam Smith’in (1776) pahalı bir makine ile alışılmışın dışında şeyler üretilebilinmesinin, eğitilmiş iş görene benzetmesinden yola çıkarak “İnsani Sermaye Teorisi”ni geliştirmişlerdiri. Teori eğitimin verimlilikte yarattığı artışın gelir artışlarına olan pozitif etkisine dayanmaktadır. İnsan sermayesine olan bir yatırım olan eğitimin geri dönüşümünde, bireysel ve toplumsal yararlar sağlanıldığı ve bunun kazanç olduğu savunulmaktadır. Özellikle son yıllarda, ülkelerin kalkınma düzeyleri ifade edilirken kullanılan eğitim seviyeleri, eğitimi insan kaynaklarına yapılan en önemli yatırımlardan biri haline getirmiştir. UNDP tarafından 1990 yılından itibaren her yıl yayınlanan insani kalkınma raporlarında; bir ülkedeki milli gelir artışının yüksek olması, o ülkenin gelişmiş ülke olarak kabul edilmesi için yeterli olmadığı, ekonomik büyüme kavramının dışında sosyo-ekonomik gelişme kavramının ülkeler arasındaki refah ve yaşam standardını açıklamak için daha uygun olduğu vurgulanmaktadır. İnsani Gelişme Endeksinin, uzun bir yaşam sürmek, bilgi sahibi olmak ve onurlu bir yaşam standardına sahip olmak gibi en basit insani özelliklerdeki kazanımları yansıttığı belirtilmektedir. Son çeyrek yüzyıldır küreselleşme ile birörnekleştirilmeye çalışılan dünyada, özellikle 1980’den sonra İMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları ile gelişmekte olan ülkeler üzerinde baskı yaratılarak kapitalizm temel koşul olarak sunulmaktadır. Yapısal uyum politikalarının içeriği ve kapsamı, daha çok serbest piyasa düzenine dayalı liberal bir küresel ekonomi yaratma amacı taşımaktadır. Bu politikalar bağlamında devlet teorisinden demokratik haklara, sağlıktan eğitime, konuttan işgücü piyasasına, özelleştirmeden dış ticarete ve daha birçok konuda düzenlemeler istenmektedir. Bu anlamda yalnızca ekonomik değil politik düzenlemeler de yapısal uyum politikaları kapsamına girmektedirii.
i
Hoşgörür V; Ekonomik ve Sosyal Kalkınmada Eğitim,s.6, Kırıkkale Ünv. Eğitim Fak.
ii
Şahin M, İnsancıl Yüzlü Uyum ve Sosyal Adalet, Çanakkale Ondokuzmart Ünv. İİBF
114
Kalkınma toplumsal bir etki taşımalıdır; gelir dağılımdaki dengesizlikleri ortadan kaldırmalı, herkese eşit başarı şansı sunmalı, sağlık ve eğitimden yararlanma hakkı vermelidir. Oysa, sunulan reçeteler gizliden, sermayeye hizmeti ve özelleştirmeyi özendirmekte, desteklemektedir. Belli gelir düzeyi altındaki kesimlerin bu haklara ulaşması engellenmekte, sosyal guruplar arası uçurum artırılmaktadır. Bu noktada özellikle, uygulanılan eğitim politikalarıyla, sermaye ve eğitim arasında bağımlı geçişken bir yapı oluşturulmaktadır. Bu noktada gözden kaçırılmaması gereken bir husus da; ülke ekonomisinin genel yapısıdır. Bu yapı eğitimle kişisel gelir arasındaki gelir dağılımını etkilemektedir. Piyasa şartlarından bağımsız olarak özendirilen eğitim ile kişiler üzerinde arttırılan ekonomik beklenti karşılanamayarak eğitimli işsizler ordusu yaratılabilmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde nitelikli eğitim almış kişilerin sayısı az olduğundan ve bu durumun en azından kısa sürede değiştirilmesi mümkün olmadığından, arz ve talebe bağlı olarak gelir elde etmede eğitimin etkisi yüksek olmaktadır. Diğer bir ifadeyle gelişmekte olan ülkelerde, kazanç farklılıklarını açıklamada eğitimin etkisi gelişmiş ülkelere göre daha fazla olmaktadıri. Bütün bunlarla birlikte, özerk bırakılmayarak, siyasal iktidarların oyun hamuru haline getirilen eğitim; tüm toplumu kuşatarak siyasal statükoculuğu besleyen bir kaynak haline dönüşmektedir. Nitekim, 1980’den sonra ülkemizde uygulanan eğitim politikaları ile hedeflenen bu yapı, bugün başarısının sonuçlarını bir bir ortaya koymaya başlamıştır. Oysa eğitim, kişinin çevre ile olan ilişkilerini düzenleyen, algılama-anlama-tepki verme mekanizmalarını geliştiren iletişime dayalı bir ilişkidir. Eğitim; bireyin bireyselleşmesi kadar, aynı zamanda onun toplumsallaşması aracıdır da. Bireyin bireyselleşmesi, onun özgüven ve özkarar mekanizmalarının gelişmesi anlamına gelmektedir. Bireyin toplumsallaşması ise, eğitim yolu ile toplumsal birikimden yararlanması ve böylece elde edilen yararın toplumsal işbölümü içinde tekrar topluma dönüştürülmesi demektir. Eğitimin bireyi özgürleştirmesi için, onun hakim dokulardan arındırılmış ve eleştirel nitelikte olması gerekmektedir. Eğitimin özerkliği, bireysel özgürlük kadar, toplumsal iş bölümü için de gerekli bir koşuldur. Aksi durumda eğitim, bireyi köleleştirici ve tek-tip bireylerden oluşmuş bir toplumsal yapı oluşturucu bir rol oynayabilir.ii Bugün ülkemizde yaşanan; üniversitelerin bilimsel eğitimden uzaklaşması, eğitimin özelleşmesi, öğrencilerin müşterileşmesi, eğitimli işsizlik, apolitikleşmiş tepkisiz toplum sorunları, şimdiye kadar izlenmiş olan –bilinçli olarak uygulananeğitim politikalarına ait sonuçların en iyi göstergeleridir ve toplumsal yapımız İzzettin Önder’in de bahsettiği köleleşmiş tek-tip bireyden oluşmuş toplumsal yapıya iyi örnek olacak hale dönüşmeye başlamıştır. Bütün bu sorunlar karşısında detaylandırma ihtiyacı ile hazırlanan bu araştırmada insan doğasında bulunan, bilgi edinme ve bilgiyi kullanma ihtiyacıyla gelişen eğitim kavramı, eğitimin sınıflaşmaya etkisi, iktidarların halk üzerinde
i
Yumuşak İ, Bilen M; 2000; Gelir Dağılımı-Beşeri Sermaye İlişkisi ve Türkiye Üzerine Bir Değerlendirme; K.Ü Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:1 s:83
ii
Önder İ; Eğitim Üzerine;1999, Eğitim: Ne İçin?,Üniversite: Nasıl?, Yök:Nereye?, Ütopya yayınevi
115
kullandıkları ideolojik bütünleştirme çabalarında Türkiye’sinin eğitim politikası sorunları incelenmiştir.
eğitimin
yeri
ve
günümüz
Toplumsal Dönüşümlerde Eğitim İnsan Doğasından Gelen Bilgi Edinme ve Bilgiyi Kullanma İhtiyacı Tarihöncesi çağlar doğa tarihinin devamı niteliğindedir. Doğa tarihi, yaşamak ve neslini devam ettirebilmek için elverişli ortam oluşturmaya çalışan yeni türlerin olagelişini izler. İnsanlık tarihi ise, insanın kendi türünü güçlendirip neslinin devamını sağlamaya çalışmasını ve bunu sağlamak için de yeni endüstri ve ekonomiler yaratışını anlatır. Bu iki sürecin benzerliklerinin dışında, farklılıklarının ortaya koyulması; “insan” ve “geliştirilebilirlik” ilişkisini de genel ölçüde açıklamaktadır. Doğa tarihinin içerdiği en önemli süreç organik evrimdir. Hayvanlarda yeni yaşam biçimleri ve yeni türlerin oluşumu, gözelerde ve protoplazmada oluşan ve kuşaktan kuşağa aktarılan değişimlerin birikimi ve bu birikimin sonucuduri. Bu değişimlere ayak uyduramayan canlılar ölürler ve nesilleri de yavaş yavaş yok olmaya mahkumdur. Yaşam ve çoğalmayı kolaylaştıran bu değişimlere zamanla “doğal seçilim” adı verilmiştir. Doğadaki değişimlerinin yaşam koşulları ve ihtiyaçlara etkisi, elbette insanın da yaşamını sürdürebilmesi için bu değişimlere ayak uydurmasını zorunlu kılmıştır. İşte bu noktada insan, “insan olma” farkını ortaya koyarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. İnsan ile hayvanı karşılaştırıldığında; hayvanlar, yaşam karşısındaki savunma ve ihtiyaç karşılama gibi bilgilerini ve bilgiyi kullanma yetilerini soyaçekim yoluyla alırlar. Ama insan için bilgi taşıma ve bilgiyi işler hale getirme çok daha farklıdır. İnsan, gelişime açık olan bir beyne sahip olsa da, donatımı ve savunma araçları kendi vücudunun dışındadır ve kullanımı için genetik bir bilgi taşımamaktadır. Bu bilgileri sosyal sentez sonucu sonradan edinmektedir. Taşınmasına yardımcı en önemli sosyal yöntemler ise dil ve yazıdır. Yazının icadına kadar; deneyler ve gözlemler sonucunda edinilmiş bu bilgilerin nesilden nesile aktarımı örneklemeler ve öğütler yoluyla olmuştur. Ancak gelişim paralelinde artan bilgi birikiminin örgütlenmesinde kullanılan en önemli araç kuşkusuz yazıdır. Yazının icadı ile insan artık deney, gözlem ve birikimlerini ölümsüzleştirerek nesilden nesile aktarabilmiştir. İlkokul dönemlerimizden beri bildiğimiz tarihi çağlar, insanların yaptıkları aletlerde kullandıkları maddelere göre Taş Çağı, Bronz Çağı, Demir Çağı diye ayrıştırılmaktadır. Ancak, bu dönemler; sadece araç yapımında kullanılacak yeni maddelerin keşfedilmesi ya da yeni aletlerin yapılması ile tarihi etki yaratmamışlardır. Her bir “çağ”ın, onsekizinci yüzyılda oluşan “Endüstri Devrimi” ile kıyaslanabilecek önem ve biçimde ve aynı etkide bir ekonomik devrimi vardırii. Özellikle bronz kullanımının başlaması, uzmanlaşma gerektiren endüstrilerin ve örgütlenmiş bir ticaretin oluşmasının kanıtı olduğu görülmektedir. Bronz araçların üretilebilmesi için toplumun bir kesiminin besin üretiminden ayrılıp maden işlemesi, i
Zerzan J., Gelecekteki İlkel, 2000
ii
Childe G., Kendini Yaratan İnsan, 2006, Varlık Yayınları s:33
116
dökümcülük üzerine çalışması, bunun için de teknik eğitim alması gerekmekteydi ki bu, aynı zamanda sanayi gelişimini de beraberinde getirmiştir. Gelişen bu sanayii öğrenmiş insanlar ise toplumda özel bir yer edinmeye başlayarak yeni bir tabaka oluşturmuşlardır. Zanaatçılar... Zanaatçıların ilk uğraşları olan maden işlemeciliği, madeni eşya üretimi, çömlekçilik, dokumacılık gibi tüm uğraşlar, ancak deney birikimleri ve bu deneylerden varılan sonuçların uygulanmasıyla gerçekleşmiştir. Bunların her biri ve tümü uygulamalı bilime dayanmaktadır. Her bir zanaatın sürdürülmesi ve gelişmesi ise; pratik bilim bilgisi ile yönlenmiştir. Zanaatçıların pratik bilim bilgisi ile edindikleri deneyimleri kullanarak yaptıkları üretimin tarihsel sürece etkisi ise ciddi bir ekonomik anlam taşımaktadır...Emek üretkenliği gittikçe öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, toplum üyeleri artık salt geçim kaynaklarını sağlamaya çalışmak ile kalmayıp, kendi ihtiyaçlarının fazlasında ürünler yani artı ürün elde etmeye başlamıştır. Kullanılan üretim araçları, aletler ise özelleşmiş-bireyselleşmiştir. Bu özelleşmenin emek ve sonuç ürün üzerinde yarattığı farklı etkiler ise, topluluğun mal paylaşımındaki eşitlik ilkesinin dengesini bozarak, hakediş değeri üzerinden bir paylaşımı gündeme getirmiştir. Artık insanlar arasında bir rekabet başlamıştır. Bilgi ve bilginin kullanımı, bu rekabet ortamında fark yaratan en önemli unsur olmuştur. İşte, buraya kadar anlatılmış olan, insanın yaşam mücadelesi içerisindeki öğrenme ihtiyacı ve öğrendikleri ve yarattıklarını yeni nesillere aktarmaya çalışmasından doğan ilişki-iletişim eğitimi yaratmıştır. Birikmiş tecrübelerden elde edilen sonuçların, yeni tecrübe ve yeni sonuçlara ulaşımında da en önemli araç kuşkusuz eğitim olmuştur. Yazıya Gereksinim ve Yazının Toplumsal Sınıflaşmaya Etkisi Pratik bilim bilgisinin kullanımıyla süregiden süreçte artan bilgi birikimi, doğallığında, insanlık tarihi için dönüm oluşturacak ekonomik sonuçlar yaratmıştır. Artan ekonomik gereksinimlerle birlikte yeni bilimlerin doğuşu, artık, bilginin örgütlenmesini zorunlu kılmış ve insanoğlu yazı ve matematiği kullanmaya başlamıştır. Doğuşu tamamen ekonomik gereksinimlere dayanan yazı ilk olarak tapınak kayıtlarının tutulmasında kullanılmıştıri. Zamanla siyasal yönetimin kurallarının ve komşularla yapılan anlaşmaların kayıt edilmesinde, savaşta ve yasal dokümantasyon işlerinde kullanılmaya başlamış ve yaygınlaşmıştır. Elle işlenerek yapılan kayıtlar, aracı, amacı ve ürünüyle; yöneticilerin, tüccarların, sahiplerin, lordların, asillerin, beylerin, senatörlerin vb. mülkiyeti olarak kendini göstermiştir. Diğer bir deyimle, iletişim, taş, çamur tabletler, ağaç tabletler, papirüs ve hayvan derisi üzerine işlenen yazının kullanılış biçiminde, ekonomik yönetimin ve siyasal egemenliğin bir parçası olarak oluşturulup geliştirilmiştirii. 21. yüzyılda dahi okuma yazma bilmeyen insanların var olduğunu düşünürsek, o dönem içerisinde yaşayan halkların kendi işleri için yazıyı kullandıklarını düşünmek de komik olurdu. Yazının kullanılmaya başlaması, kendiliğinden toplum içerisinde yeni bir sınıf daha yaratmıştı, yazıcılar...Bu sınıf, okuma ve yazma bilgileri ile önceleri i
Childe G., Kendini Yaratan İnsan, s:131, 2006, Varlık Yayınları
ii
Erdoğan İ., Kültür ve İletişim- İlk Çağlarda Egemen İletişim Biçimleri Üzerine Bir Değerlendirme, s. 27
117
tanrı için, zamanla toplumun üst kesimlerine bilgi taşıyıcıları olarak hizmet verirken, kendilerine de toplum içerisinde özel ve önemli bir yer edinmişlerdir. Bugünün deyimiyle, kamu hizmeti veren devlet memurları olarak da nitelendirilebilecek olan bu yazıcı sınıfı; deneyimler yoluyla edinilemeyecek olan okuma ve yazma bilgilerini de, muhtemelen kurslar şeklindeki özel eğitimler yolu ile almışlardı. Zaman içerisinde el emeği ve beden gücü ile beslenmeyen bu kesimin yaşam koşulları (mevki ve güç sahibi olunması yönünden), çiftçiliğe ve zanaatçılığa karşı, halk üzerinde çekicilik yaratmaya başlamıştı. Gordon Childe’in “Kendini Yaratan İnsan” adlı kitabında verdiği Yeni Krallık dönemi Mısır belgelerine dayalı örneklemeyle, okul hayatımız boyunca büyüklerimizden duyduğumuz “oku da büyük adam ol” sözlerinin kıyaslaması yapıldığında; dönemin çocuklarının babalarından aldıkları nasihatlerin, bizimkilerden pek de farklı olmadığı, görülmektedir. “Sen yazıyı yüreğine yerleştir, yerleştir ki, kendini ağır işten koru ve saygın bir konuma yerleş. Yazıcı, ağır beden işinden kurtulmuştur...artık emir veren odur...Elinde yazıcının yazıtı var mı, yok mu? İşte artık seni, kürek çeken elden ayıran tılsım bu olacaktır. Maden işçisini; fırınının başında çalışırken gördüm, parmakları timsaha dönüşmüştü. Kokusu kokmuş balığınkinden de beterdi. Elinde eğe tutan, toprak çapalayandan daha çok iç çeker; tarlası odun, döşeği eğedir. Akşam boş kaldı mı, kol gücünü aşan bir çabayla çalışır; gece bile ışığını yakar. Taşçı, her sert taşta iş arar; işinin çoğunu bitirdiği vakit, artık kolları tutmaz, bitkindir...Tezgah başındaki dokumacının işi, kadından da bitiktir; dizi karnına yapışmıştır, bir soluk temiz hava alamaz. Işığı görmek için gözcülere somun somun ekmek verir.” Bu örnekten de anlaşıldığı gibi; o dönem içerisinde yaşayan insanların, yazının icadıyla birlikte gündeme gelen eğitime bakış açısı, eğitimin bilginin anahtarı olduğu düşüncesi değil, tamamen ekonomik rahatlık ve güç isteğidir. Bilim için eğitim anlayışı ise zamanla gelişmiştir, imparatorluklardaki mülkiyet ilişkilerinde; köle, mal sayımı ve toprak ölçümü gereksinimlerin karşılanmaya sağlanması, matematiği geliştirmiştir. Yazı bununla birlikte; pozitif bilimler, muhasebe, matematik ve astronomi de kullanılan önemli bir araç halini almıştır. Ortaçağ’da Eğitim Anlayışı Özellikle Yunan ve Roma uygarlıklarını kapsayan antik dönemde, gözleme dayalı bilgi edinimi kullanılmaktaydı. İnsanın doğa düzenine ve ilişkilerine merakına bağlı olarak gelişen “bilme isteği” onu, doğayı gözlemlemeye ve gözleme dayalı bilgi edinmeye itmiştir. Felsefi düşüncelerin geliştiği Antikçağ’da, Sokrates, Platon, Aristoteles ve Plotinos’un çeşitli alanlarda yaptıkları çalışmalar ve felsefi düşünceleri, sistemli eğitim anlayışının temeli olmuş ve Ortaçağ, Rönesans dönemi düşünce ve eğitim sistemlerini etkilemiştir. Bu dönemin, Ortaçağ’ dan ayrılan en önemli özelliği; çoktanrılı inanışın egemen olması ve doğadan edinilen bilginin işlevsel olarak kullanılmasıdır. Bilgi ve bilimin ön plana çıktığı bu dönemde, doğa “theoria” ve “praxis”, bugünkü değimiyle “teori ve pratik” ilkelerine dayalı olarak yorumlanmaktaydı. Bu dönemde matematik, geometri, tıp, astronomi, fizik, coğrafya, ve biyoloji alanlarında önemli bilim adamları yetişmiş ve birçok önemli eser üretilmiştir. Üniversitelerin kuruluşu Ortaçağ olarak gözükse de, aslında eğitim sisteminin kökleri Antikçağ’a dayanmaktadır.
118
Ortaçağ toplumunun oluşmasında ve düzenlenmesinde Hıristiyanlığın yaygınlaşması en önemli etken olmuştur. Bu dönemde, doğadan gözlem yoluyla edinilen bilginin kavranmasının yanı sıra, ilahi (dini) bilginin kavranma gerekliliği ortaya konmuştur. Bu dinin yaygınlaştırılması, geliştirilmesi ve savunulması için kullanılabilecek en önemli araç ise kuşkusuz eğitim olmuştur. Hıristiyanlığın yaygınlaştırılma çabalarının en yoğun olduğu, patristik dönem içerisindeki 200-250 yıllık dönemde akıl ile inanç uzlaştırılmaya çalışılmıştır. Dini bilginin öğrenilmesinin ve öğretilmesinin ağırlıklı olduğu bu dönemde; dinsel dogmalar doğal olarak doğa bilgilerine bağlı olarak gelişen bilgi üretiminde önemli aksaklıklar oluşturmuştur. Tanrı merkezli düşünce sistemi, gerçek bilginin tanrıyı anlamak olarak belirlenmesi ve Hıristiyanlık dininin dogmaları; bilimsel çalışmaları ve bilgi üretimini büyük ölçüde engellemiştiri. Yaklaşık 600 yıl süren patristik dönemin sonlarına doğru, kilise ve manastırların eğitim üzerindeki etkisinin giderek azalması, Roma toplumunun giderek yozlaşması ve kurumsal çalışmaların durma noktasına gelmesi; yeni eğitim ve bilgi üretimi yöntemlerinin geliştirilmesi, eğitim ve öğretimde bir standartlaşmaya gidilmesi gerekliliğini ortaya çıkmıştır. Ortaçağ’ın teosantrik merkezli düşünce sisteminde, bilim ve bilimsel çalışmalarda ilerleme kaydedilmesi için; din-bilim-felsefe arasında bir uzlaşmanın sağlanması, artık bir zorunluluk halini almıştır. Akıl ve inancın uzlaştırılma çabalarının yoğunlaştığı ve eğitim üzerine düşüldüğü 800-1500 yıllarını kapsayan skolatik dönemin, yaklaşık 12. yy’ına kadar katedral ve manastırlar ön plana çıkmıştır. 12. yy sonlarına doğru ise bu kurumların etkileri zayıfmış, yerlerini üniversiteler almıştır. Skolastik dönemin bilime bakış açısında yarattığı gelişme Rönesans sonrasında doğacak bilim anlayışına da öncülük etmiştir. Patristik dönem içerisinde kabul gören “anlamak için inanıyorum” düşüncesi, skolastik dönemde “inanmak için anlıyorum, biliyorum” şekline dönüşmüştür ki; bu yaklaşım ile din ile bilim birbirinden ayrıştırılmıştır. Bilgi üretilmesindeki yöntemlerin artışı ise, bilgi birikimini ve doğallığında bilginin sistemli kayıt edilmesi zorunluluğunu getirmiştir. Ancak, kayıt edilen bilgilere ulaşma hakkı, kesinlikle halktan uzak kalmıştır. El yazmaları şeklinde kayıt edilen bilgilere, masraflı olmasından dolayı ancak soylular, din görevlileri ve hükümdarlar ulaşabilmekteydi. Ancak; bu elyazmaları, ayrı bir sektörün gelişmesinde de etkili olmuştur. Bu sektörün ihtiyaçlar karşısında, kendini geliştirmesi zorunluluğu matbaanın icadına sebep olmuştur. 15. yy ortalarında matbaanın icadı ile çok sayıda basılan kitaplar ucuzlamış, bilginin toplumsallaşması kolaylaşmıştır. İlk üniversitelerin kurulmasında en önemli ortak özellik olarak, küçük ve büyük şehirlerde kurulmaya çalışılmış olmaları göze batmaktadır. Kırsal bölgelerdeki manastır okulları, bu geçişin dışında kalmıştır. Yani üniversite eğitimi, şehirde yaşayan zengin insanlara sunulmuş bir imkan olarak ortaya çıkmıştır.
i
Anameriç H, Ortaçağ’da Bilgi Üretimim ve Aktarımında Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Yolları,2004, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fak.
119
Üniversitelerin kurulmasının getirdiği ilk sorun, yetiştirilen öğrenciler ile halk arasında uyuşumsuzlukların çıkmasına neden olmasıdır. Tüccar ve toprak sahiplerinin önemli gelir kaynağı olarak gördüğü üniversite öğrencileri, imtiyazlı bir yapıya sahip olmalarından dolayı halk üzerinde antipatiye neden olmuştur. Bu sebeple Ortaçağ üniversiteleri, uzun yıllar öğrenci isyanları ve boykotlara sahne olmuştur. Yıllarca süren öğrenci isyanları ve boykotlarından sonra 1231’de Paris Üniversitesi’nin Magna Carta’sı olarak anılan Papa’nın bildirisi Parens Scientiarum yayınlanmıştır. Bu bildiriyle üniversitelere kazandırılan özerkleşme hakları, bugün YÖK altında çalışan üniversitelerimizin sahip olduğu haklardan daha özgür bir yapıya olanak tanımaktaydı. İlk üniversitelerin -karanlık olarak nitelendirilen Ortaçağ’da ortaya çıkmış olmalarına rağmen- kurumsal yapıları ve üniversitelere toplumun bakış açısı, günümüzle karşılaştırılması gereken önemli veriler taşımaktadır. 1221’de tüzel kişiliği kabul edileni üniversitelerin, hazırlanan bu bildiriye göreii; Üniversitelerin kendi kanunlarını, kurallarını, müfredatını ve standart derecelerini oluşturma hakları vardı. Üniversitenin dışarıdan herhangi bir müdahale olmadan eğitimin içeriğine ve biçimine karar verme hakkı vardı. Ortaçağ üniversitelerinin üzerinde belirgin olan diğer nokta; belli bir sınıfa hizmet amacıyla doğmuş üniversitelerde, öğretmen maaşlarının ailelerce karşılanmasının, öğrencilere de büyük haklar sağlamasıydı. Örneğin, Bologna Üniversitesi’nde rektörleri ve profesörleri seçen ve görevden alan öğrenci loncaları bulunmaktaydıiii. Günümüzden fark yaratacak, açıkmış gibi görünen bu konu da; hızla artan özel üniversitelerde müşterileşen öğrencilerle kapanmaya başlamıştır. Bu durum, aslında çok acı bir gerçeği de ortaya koymaktadır...Çağımıza kadar taşıdığımız bilgi birikimleri ve gelişen teknolojiyle, insanın sosyal yapısı ne kadar değişmiş olsa da; toplumlar üzerinde kurulan siyasal egemenlik ve güç istenci değişmemiş, aydınlık kapıların aralanması, her zaman erkler üzerinde korku yaratmıştır... Cumhuriyet’e kadar aydınlanmayı yaşayamamış olan toplumumuz, doğal olarak kazanımlarının değerini bilmeyerek bir bir kayba dönüştürmüştür... Cumhuriyetle birlikte kurulmaya çalışılan -dünyaya örnek- eğitim sistemi modeline sahip çıkmayarak yozlaşmasına izin vermiş; üniversitelerinin, YÖK boyunduruğu altına sokulmasına göz yumarak, bilim ve eğitim özgürlüklerini elinden almış; eğitimi belli bir sınıfın hizmetine bırakarak aslında Ortaçağdan çok da farklı işlemeyen bir sisteme destek olmuştur.
i
Bilim C., 1999, Çağdaş Dünya Tarihi, Anadolu Ünv. Açık Öğretim Fak. Yayınları s:18
ii
http://www.subjektif.com/felsefe/univeriste.htm
iii
http://www.subjektif.com/felsefe/univeriste.htm
120
Aydınlanma ve Eğitim “İnsan özgür olarak doğmuştur fakat her yerde zincire vurulmuştur” J.J.Rousseau
Aydınlanma ile “insanın insan olma” düşüncesi ortaya koyulmuş, bu bağlamda “eğitim konusu” insanın zihinsel gelişiminin önemli bir ayıracı olarak ele alınmıştır. Bu döneme kadar belli bir sınıfın hizmetine sunulan bilginin ise, halka yayılması gerektiği savunulmuş; bu konuda özellikle, Fransız Devrimi’nde önemli rol oynayan jakobenler, halk eğitiminin kilisenin elinden alınması konusunda önemli mücadeleler vermişlerdir. Bunun sonucunda, eğitim hakkı evrensel bir hak olarak tanınmış, bilimsel bilgi mülkiyet ya da ayrıcalık konusu olmaktan çıkarak çağdaş eğitim sistemi anlayışı gündeme gelmiştir. Eğitim sistemi ve eğitimin toplum üzerindeki etkileri üzerine; Alman, İngiliz ve Fransız bir çok düşünür özel araştırmalar yapmışlar, önemli tezler ortaya koymuşlardır. İngiliz filozof J.Locke’un deyişiyle Tabula Rasa olarak tanımlanan insan aklı, doğuştan hiçbir dışsal bilgi taşımamaktaydı, insanın iyi-kötü yararlı-yararsız oluşu tamamen aldığı eğitime bağlıydı ve toplumsallaşma sürecinde eğitim büyük rol oynamaktaydı. Yani, aydınlanma dönemi düşünürlerinin genel kabul gördüğü bu düşünceye göre; eğitimle, insan aklına istenilen şekil verilebilmekteydi. Aydınlanmacılara göre eğitim metodunun temelini gencin sahip olduğu yeteneklerini geliştirici olması oluşturuyordu. Buna göre eğitim doğaya uygun olmalı yani eğitimin görevi, doğa verisi olan yetenekleri doruğa eriştirmek ve doğal gelişimini desteklemekti. Ancak, insanın şekillenmesinde en önemli araç olarak eğitim, devletin hakimiyetinde olan stratejik bir meseledir. Çağlar ve toplumlar ne kadar değişse de; toplumsallaşma sürecinde, hakim güçlerin varlıklarını kabullendirme, koruma ve sürdürebilme çabalarında en etkili araç olarak eğitim görülmüş, kullanılmıştır. Bu gerçeklik tarihte de, günümüzde de kendini gösteren önemli bir sorundur. Eğitimin sistemleştirilmeye çalışıldığı aydınlanma döneminde, çağa damgasını vurmuş birçok düşünür (J.J.Rousseau, M.J.A.Concordet, I.Kant, W.Humboldt, K.Marx, S.Freud, W.Reich,.. vd ) özellikle bu kritik nokta üzerinde durmuşlar; eğitimin, insanın kendini gerçekleştirmesine ve haklarını elde etmesine yardımcı olması gerektiğini vurgulamışlardır. Eğitim toplum ilişkileri üzerine yazdığı Emile adlı romanıyla Rousseau çağı için radikal bir eğitim ütopyası oluşturmuştur. Rousseau’nun eğitim anlayışında, eğitimin amacı insanları I’homme citoyen (vatandaş) yapmak değil, I’homme (doğal insan) yapmak olmalıydıi. O’na göre insan doğduğunda temizdir, ancak feodal toplum ve onun eğitim dahil kurumları çocuğun temizliğini ve ahlakını bozmaktadır. Oysa, eğitim, toplumun dinsel, felsefi, ahlaki ve politik sistemlerinin çocuğa kabul ettirilmesi değil, onun serbest ve doğal gelişimini sağlayıcı bir düzen olmalıdırii.
i ii
Bilim C., 1999, Çağdaş Dünya Tarihi, Anadolu Ünv. Açık Öğretim Fak. Yayınları s:58
Çuhadar A., Jean-Jacques Rousseau’nun Yaşamı ve Yapıtları, s:14, Çukurova Ünv. Eğitim Fak. Yayını
121
Sanayi devriminin etkisiyle gelişen liberal anlayış ve aydınlanmayla gelişen “akılcı” yaklaşımın senteziyle 19. yy’da İsveçli eğitimci Pestazolli, özellikle Rousseau’dan etkilenerek yeni bir eğitim yöntemi geliştirmiş; bu yöntem 20.yy’ın başlangıcında, Ellen Key tarafından modellenerek, “İlerlemeci Eğitim Sistemi Modeli” oluşturulmuştur. İlerlemeci eğitim anlayışına göre; Eğitim yaşamın kendisidir, yaşama hazırlık değildir. İçerikteki bilgi mutlak doğru değildir, yeni durumlarda değişebilir. Konular ve dersler öğrenci merkezli olmalıdır. Öğrenme yaşantı yoluyla gerçekleşir. Öğrencinin neyi düşüneceği değil, nasıl düşüneceği önemlidir. Öğretmen yalnızca yol gösterici olmalıdır. Öğrenciye sorunlar sunulmalı ve çözmesi istenmelidir. Aydın düşünürler ve yapıtları incelenildiğinde; eğitim sistemi sorunlarının ve eğitimin birey-toplum ilişkileri içerisindeki hassaslığının hemen her dönem vurgulandığı ancak, devlet-iktidar egemenlik kaygılarıyla uygulanan eğitim politikalarının, bu düşünceleri hezimete uğratarak “düşünen insan” kavramını farklılaştırdığı görülmektedir. Bunun kendimizden olan en güzel örneği de herhalde, ülkemiz için bir kazanım olan Köy Enstitüleri’nin, iktidar çıkarları uğruna hiç düşünülmeden kapatılmış olmasıdır. Kant’a göre yönetimin (devletin) ereği, halkın üzerinde kalıcı ve güçlü etkiler meydana getirerek, kendi iktidarını kalıcılaştırmaya yöneliktir; bunun için de öncelikle halkın refahına yönelir ve bu ereğe uygun araçları seferber eder. “Halk, kendi refahını öncelikle özgürlük olarak değil, doğal ereklerinin, yani aşağıdaki üç hususun sağlanması olarak düşünür: Ölümden sonra mutlu olmak, toplumsal yaşamlarında mülkiyetlerini yasalarla güvence altına almak, hayatın fiziksel tarafının tadını çıkarmak”. Devletin eğitim anlayışı içerisinde de üst fakülteler burada devreye girer. Üniversite’nin yapısı ve fakültelerin konumu rastlantısal bir biçimde değil, devlet eliyle oluşturulmuştur, dolayısıyla devletin böyle bir kuruluşla amaçladıklarını, beklentilerini yansıtır.i. Tarihten bugüne, her devirde; “düşünen insan” “tehlikeli insan” olarak görülmüş, bireyler düşünmeden, sorgulamadan itaat eden bireylere dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bunun için kullanılan silah da, eğitim olmuştur. Bugün için eğitim anlayışı, Rousseau’nun karşı çıktığı şekle, yani tamamen meslek eğitimine dönüşmüştür. Felsefe eğitimiyle gelişen düşünce üretimi, itaatin önünde duracak büyük engel olarak görüldüğünden, sosyal bilimler ve fen bilimleri birbirinden tamamen koparılmıştır. Sermayeye ve devlete hizmet veren fen bilimleri meslek grupları ön plana çıkartılarak, tam da Kant’ın “Fakültelerin Çatışması” makalesinde tanımladığı “üst fakülteler” konumuna yerleştirilmiştir. Eğitimli insan modeli ise, sadece verilen ve istenilen üzerinde düşünce üretebilen insana çevrilmiştir.
i
Gözkan B., 2005, Kant ve Üniversite İdeası, Cogito “Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant”, YKY Yayınları, sayı 41-42
122
“Bilgi” – “Belirleyici güç” “İnsani tutkular, sadece saygı duydukları manevi bir güç önünde dururlar. Bu tür bir otorite olmayınca en kuvvetlinin sözü geçer ve gizli ya da açık savaş durumu zorunlu olarak sürüp gider. Ekonomik işlevler bir zamanlar ikinci derecede rol oynarken şimdi birinci sıradadırlar. Ancak bugün bilim de uygulamaya, yani büyük ölçüde ekonomik uğraşlara hizmet edebildiği ölçüde saygınlık sahibidir.” Durkheim
Toplumsal değişimler içerisinde, bilgi taşıyıcılığı ve eğitimin üstlendiği misyonun, çağımızdaki yeri ve öneminin en yalın anlatımı, herhalde “Bilgi” = “Belirleyici Güç” ifadesidir. Dünyada tarımın ortaya çıkması ile birlikte “birinci dalga” değişim yaşanmış, köylü merkezli ekonomiler doğmuştur. Sanayi devrimi ile birlikte, fabrikalara dayalı, kitle üretiminin arttığı, giderek daha büyük ve daha bürokratik kurumlara gereksinim duyulduğu, “ikinci dalga” değişim yaşanmıştır. Bugün ise “bilgi devrimi” ile birlikte ekonomik, teknolojik ve sosyal alanda “üçüncü dalga” değişim yaşanmaktadıri. 18. yy’ın sonunda yaşanan Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin yarattığı etkiler, toplumsal anlamda büyük dönüşümlere neden olmuştur. Fransız devrimi sosyal, siyasal ve kültürel alanı etkisi altına alırken; sanayi Devrimi, ekonomik faaliyetlerin hızla artmasına yol açmıştır. Bu iki hareketin; toplumun kurumları, yapısı, norm ve davranışlarına olan etkileri; geleneksel bakış açılarının yerini akılcı bakış açılarına bırakmasına neden olmuştur. 19.yy’ın ekonomik oluşumu “Sanayi Toplumu”, kültürel oluşumu ise “Modernizm” olarak tanımlanmaktadır. Sanayi toplumunun oluşmasına neden olan teknolojik gelişmeler, hem fiziki sermayeyi hem de fiziksel ve düşünsel gücü ile üretime katkıda bulunan insan sermayesine ihtiyacı doğurmuştur. Yani buharlı makinenin icadıyla başlayan “sanayileşme çağında”, artık emek ve sermaye kavramları önem kazanmış; zenginlik kavramı olan maddi varlığa sahip olma stratejileri, üretkenlik üzerine odaklanmıştır. Akla ve bilime dayanan bir toplum modeli düşleyen Aydınlanma döneminde; modernizmin temel kavramı olan “akılcılaştırma” için bilim, en önemli referans olmuştur. Aydınlanma dönemiyle ortaya çıkan “sanayi toplumu” ve “modernizm” kavramlarının günümüzdeki dönüşümleri ise “bilgi toplumu” ve “postmodernizm” dir. Aydınlanmanın, akla ve bilime dayanan düşlemi, bilgi toplumuna ulaşılmasıyla gerçekleştirmiş olsa da; ideal kültürel yaşam özlemini yansıtan “bilimsel ahlak” raylarına oturmamış, “amaç” olan bilim anlayışı, “araç” olarak görülen bir bilim anlayışına dönüşmüştür. Her konu başlığının önüne geçmiş olan postmodern kavramı bilgi, doğru ve insan anlayışıyla eğitim konusunu da kapsamı içerisine almıştır. Postmodernizmin insan üzerinde yarattığı anominin toplumsal etkisi olan etkisizleşme ve bunalımla; bilgi toplumunun bilimsel dinamikleri ve hızla gelişen teknoloji ciddi bir çatışma yaratmaktadır. Fransız Devrimi’yle başlayan, Marshall Bermanii’ın deyimiyle “Katı olan her şeyin buharlaşması” süreci postmodernizmle i
Gison R, Geleceği Yeniden Düşünmek; İş Yönetimi, Rekabet, Kontrol, Liderlik, Pazarlar ve Dünya; 1998 ii
Berman M, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, İletişim Yayınları
123
zirveye ulaşmıştır. Postmodernizmin sonucu olan; ideolojilerin, toplumu yönlendirici ve şekillendirici işlevlerini yitirmesi, toplumu iç çelişkileri içerisinde sürüklendiği bir kaosa itmekte; kişinin sağlıklı ve nitelikli bir birey olarak toplumsal yapıya katılmasını engellemektedir. Bu karmaşık toplumsal problemin dengeleyicisi, kuşkusuz eğitimdir. 20. yy’ın “liberal-ilerlemeci” olarak tanınan filozoflarından John Dewey; eğitim sistemi formülasyonunda dikkat çektiği noktalarla, gelecekteki bugünün “eğitim” problemlerinin birçoğunu yakalamış, üzerinde tartışmıştır. O’nun eğitim felsefesinde temel aldığı kriterleri; Yukarıdan zorlamalı eğitim modeline karşı olma Dışardan disiplin uygulanmasına karşı hareket serbestliği Metinlerden ve deneyimlerden öğrenme düşüncesine karşı, deneyimler yolu ile öğrenme Alıştırma yapılarak tecrit edilmiş becerilerin ve tekniklerin öğrenilmesi düşüncesine karşı bunların doğrudan başvuru kaynağı olacak amaçlara ulaşılmasında bir araç olarak öğrenilmesi düşüncesi Durağan amaç ve gereçlere karşı çıkarak değişen dünya ile tanışık olma düşüncesidir. Modern toplum, emek-değer ilişkisi üzerinden incelenirken; artık toplumsal örgütlenmenin ekseni bilgi-değer üzerinde dönmektedir. Gelişen teknoloji ve hız ile artan bilgi birikimi, beraberinde beklentileri de aynı oranda arttırarak; sürekli-yenilikçi, tüketici bir toplum modeli yaratmaktadır. Bu gelişim; yaşamı, gerçeklikten sanallığa oturtarak, insani değerleri de aynı sanallığın içerisine yerleştirerek bireyi kendine ve topluma karşı yabancılaştırmıştır. Taşınacak bilgi daha büyük bir misyonla yüklenmişken, bu hassas noktada eğitimin üstlendiği görev önemlidir. Eğitim anlayışı meslek için eğitimden öte gitmeli; eleştirel bir yaklaşımla, koşullar ve toplumsal sorunların üzerinden akılcı eğitim sistemi modeli oluşturulmalıdır. İktidar-İdeoloji-Kapitalizm ve Eğitim İlişkisi “Eğitim, bir egemenliğin satışını yapan ve bu egemenliğe ücretli\maaşlı ve kölelik arayışıyla birbiriyle yarış içindeki işsiz köleler yetiştiren örgütlü faaliyet biçimine dönüştüğünde, ideolojik hegemonyanın sağlayıcısı olur”ii
Bugün bilgi kullanımının sermayeye hizmet ettiğini düşünürsek, tarihten günümüze, temelde değişen çok fazla şey olmadığı; bilgi taşıyıcılığının en etki aracı olan yazının kullanımının da başlangıçta egemen sınıfların ihtiyaçlarına hizmet amacı taşıdığı görülmektedir. O dönemin yazıcılarını, bugünün bilgi işçileri olarak görmek çok da yanlış olmaz herhalde. Tarihte medeniyetler incelendiğinde de, bulunan yazıtların siyasal-ekonomikdini ya da ideolojik içerikte olduğu ve iktidarın egemenlik mücadelesinde önemli yer tuttuğu görülmektedir. Bu siyasal tutumun yakın tarihteki örneklerinden biri olarak; i
Dewey J, 1936, Deneyim ve Eğitim, Kappa Delta Pi Ders Notları Serisi, Öğretim Teknolojileri Türkçe Kaynaklar Serisi ii
Erdoğan İ., Kültür ve İletişim- İlk Çağlarda Egemen İletişim Biçimleri Üzerine Bir Değerlendirme, s. 27
124
Almanya’da Hitler’in önderlik ettiği Nasyonal Sosyalizm (Nazi) hareketinini iktidara gelmesinden sonra yaptığı ilk işlerden birisi olarak üniversitelerde başlattığı yapılanma hareketi verilebilir. Bütüncül (totaliter)-ırkçı ideolojisine uygun olarak, üniversitelerde kendisine aykırı gördüğü bilim adamlarını, (yahudi,solcu,demokrat) bilimsel değerlerini düşünmeden tasfiye ederek, kadrolaşmaya gidilmiştir. Illichii’in ifadesiyle insanların, toplumsal kabul ve siyasal statü kazanmasının yolu bu yapacakları ve yapamayacakları şeyleri öğrenmekten geçer. Bu anlamda eğitim, toplumsal bir amaca ulaşmak için bir araç olarak kullanılır. Eğitim süreci, insanın imal edilme sürecini ve fabrikasyonunu ifade eder. Bu yönüyle eğitim kurumları, insanları programlama merkezleridir. İktidar-ideoloji-kapitalizm ve eğitim ilişkisine bakıldığında toplumu düzenleme ve iktidarın ideolojik yapısını bireylere sindirme çalışmalarının en önemli aracı eğitimdir. Siyasal iktidarları ayakta tutan toplumsal birlik, bütünlük ve uyum sağlama işlevi; ideoloji ve eğitim kurumlarıyla gerçekleşir; çünkü bu birlik bütünlük ve uyum, siyasal iktidarın da hareketlerini kolaylaştıracak bir alan yaratır. 1970’lerin ortalarından itibaren etkisi giderek belirginleşen neo-liberal politikalar ile, eğitim üzerinde de oynanmaya başlamış, serbest rekabet ön plana çıkartılarak, eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesi gerekliliği vurgulanmaya başlanmıştır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin kapitalizme entegrasyonunu ve ulusal ekonomilerinin uluslararası kapitalist sistemin içine alınması hedeflenerek, yapısal uyum politikaları oluşturulmuştur. Bu çerçevede hedef alınan, en önemli ve en geniş hizmet alanlarından birisi de “eğitim” olmuştur. Eğitim, en yaygın kamu hizmetlerinden birisi olarak ortaya çıkması nedeniyle yeniden yapılanma politikalarının merkezinde yer almaktadır. Eğitim sistemi “çağın gereklerine göre” yeniden düzenlendiğinde, diğer kamusal hizmet alanları bu düzenlemeye kendiliğinden uyum sağlayabilir. Bu nedenle bir ülkenin, örneğin Türkiye’nin eğitim sistemi, devletin diğer kamu alanlarının yeniden oluşturulması için lokomotif görevi görebilir. Eğitim sisteminde yeniden yapılanma, bir bütün olarak kapitalist sistemin kendisini yenileyebilmesi için olmazsa olmaz bir önem taşımaktadıriii. Coheniv’e göre emek gücü üretken bir güçtür ve emek gücünün bir boyutu da, üretken bir biçimde uygulanabilir bilgidir. Bu da demektir ki, üretken kullanıma açık bilimsel bilgi bir üretken güçtür. Bilginin gelişmesi, üretken güçlerinin gelişmesinin merkezidir. Bu nedenle gelişmesinin daha yüksek evrelerinde üretken güçlerin gelişimi, üretken bir şekilde yararlı bilimin gelişmesiyle kaynaşır. Az gelişmiş olarak tanımlanan ülkelere sundukları yapısal uyum programları ile; Dünya Bankası, IMF, WTO, OECD uzmanları, son zamanlarda eğitim üzerine yoğunluk vererek eğilmektedirler. Teorik bir çerçeveye oturtularak kavramsallaştırılan eğitim-sermaye ilişkisine dayanarak; eğitimin bireysel getirisinin, toplumsal getirisinden fazla olduğu empoze edilmekte ve sermayeye altyapı hazırlanmaktadır. i
Akşin S, 1996, Türkiye’nin Yakın Tarihi, İmaj Yayıncılık
ii
Illich I.,Okulsuz Toplum, 1971
iii
Eğitim Sen Tebliği, 2003, Kapitalizmin Yenilenmesi ve Eğitim Politikaları, KESK-Değişim Sürecinde Kamu Hizmetleri ve Sendikal Politikalar Sempozyumu
iv
Cohen A., Karl Marks’ın Tarih Teorisi,1978
125
Eğitim böylece, bireylerin bilgi, birikim ve yeteneklerini arttırma işlevi yerine, artı mal ve tüketim anlayışını kazandırma işlevini üstlenmiştir. Fuat Ercani bu eğitim anlayışını; kapitalizmin toplumsal ilişkiler sistemi olarak gelişmesi ve değişimi olarak yorumlamaktadır. Yurttaşlık eğitimi, giderek yaygınlaşırken, aynı zamanda muazzam üretim ve tüketim makinasına dönüşen toplum için, bilimsel ve teknik bilgiye duyulan ihtiyaç artmıştır. Eğitim sistemi, böylece vatandaşlık eğitiminin yanı sıra bilimsel ve teknik bilgi donanımı için gerekli vasıflı emek üretecek bir işlevi üstlenmiştir. Türkiye’de neo-liberal anlayışın kamu hizmetleri üzerindeki planları 1980’den bu yana kararlı bir biçimde uygulanmaktadır. Dünya Bankasından alınan kredilerle, 1984 ve 1988’de “Sınai Eğitim”, 1985’de “Endüstriyel Okullar”, 1987’de “Yaygın Mesleki Eğitim”, 1990’da “Milli Eğitimi Geliştirme”, 1998 ve 2002’de “Temel Eğitim” projeleriii ile küresel sermayenin gereksinimlerine ve hizmetine yönelik çalışmalar hız kazanmıştır. 1995’te yapılan GATS ve AB tarafından Katılım Ortaklığı Belgesinde de yer verilmiş olan hizmetlerin serbestleşmesi ile; eğitim sistemimiz kamu hizmet alanı olmaktan çıkartılarak özelleştirilmesi desteklenmiş, piyasa ihtiyaçlarına hizmet alanına dönüştürülmüştür. Genç Cumhuriyet Dönemi Türkiye’si Eğitim Politikası Genç Cumhuriyet Dönemi Eğitim Anlayışı “İnsanlığın hepsini bir vücut ve her ulusu bunun bir uzvu saymak gerekir. Bir vücudun bir parmağının ucundaki acıdan bütün uzuvlar etkilenir... İnsanlığın genelinin gönenci, açlığın ve baskının yerine geçmelidir... Bütün bunların sözde kalmaması için; Dünya yurttaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir...” M. Kemal Atatürk
17.yy’ın sonlarından itibaren, toprak kayıpları giderek artan Osmanlı Devletinde başlayan yenileşme hareketlerinde, üstünlüğü kabul edilen batı kültürünün büyük etkisi vardır. Bu yenileşme çabaları içerisinde üzerinde önemle durulan iki nokta ise, askeri yapılanma ve eğitim sistemidir. Bu dönem içerisinde, eğitim kurumları modernleştirilmeye çalışılmış; Rüştüye, İdadi ve Sultani orta dereceli okullarıyla, Tıbbiye (1827), Harbiye (1834), Mülkiye (1859), Darülfünun (1863) yüksek okulları açılmıştır. Bu değişim, her ne kadar Osmanlı açısından büyük önem taşısa da; misyoner okullarının da içinde bulunduğu kozmopolit eğitim sistemi, öğretimde çok sesliliğe neden olmuş, daha sonra yaşanacak olan iç kargaşanın da nedeni olmuştur. Milli Mücalenin kazanılmasında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında etkili olan milli birlik ve milli şuur anlayışı, yeni devletin eğitim politikasının da yapıtaşı olmuştur. Milli Mücadele’nin devam ettiği yıllardan itibaren, geleceğe yönelik i ii
Ercan F., Eğitim: Ne İçin - Üniversite: Nasıl - YÖK: Nereye?, 1999
Dinçer A, 2006, Eğitim Hizmetlerinin Özelleştirilmesi ve Neo-Liberalizm Türkiye Deneyimi, Avrupa Sosyal Formu-Eğitim Sen tebliği, Atina
126
çalışmalar başlamış, 1921’de Ankara’da milli eğitim programının oturtulması amacıyla Maarif Kongresi toplanmıştır. Bu kongrede vurgulanan “doğu ve batı tesirinden uzak milli eğitim politikası”, yeni devletin eğitim politikasını da çizmiştir. Cumhuriyet’le birlikte başlatılan sistemli eğitim çalışmalarının yürütücülerinden Cumhuriyet’in ilk Maarif Vekili olan İsmail Safa (Özler) döneminde, eğitim politikasının tespiti için oluşturulan “Misak-ı Maarif” te eğitim ve öğretimin hedefleri olarak şu ilkelere yer verilmiştir: Türk milletini medeniyet safında en ileriye götürmek Milliyetçi, halkçı, inkılâpçı ve lâik cumhuriyet vatandaşları yetiştirmek; İlköğretimi yaygınlaştırmak; herkese okuma-yazma öğretmek; Yeni nesilleri bütün öğretim kademelerinden geçirmek Toplum hayatında dünya ve âhiret cezaları korkusundan doğan ahlâk yerine, hürriyet ve barış içindeki gerçek ahlâk ve erdemleri hâkim kılmaki 3 Mart 1924’de kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de; eğitim merkezileştirilerek devletin kontrolüne geçirilmiş, azınlık ve yabancı okulları devletin denetimi altına alınmış, eğitimde ikililik yaratan mektep-medreseler kapatılarak devletin denetiminde din okulları açılmıştır. 1923-1946 yılları arasında geliştirilerek uygulamaya koyulan, birbirini tamamlayan 5 eğitim seferberliği, ülkenin aydınlanma meşaleleri niteliğini taşımaktadır. Bunlar; Okuma-yazma seferberliği Halk Eğitimi Seferberliği Köy Eğitimi Seferberliği Mesleki ve Teknik Eğitim Seferberliği Çeviri ve Yayın Seferberliği “Cehlin izalesi” anlayışı ile başlatılan bu eğitim hareketlerinin sonuçları çok kısa sürede kendini göstermiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonra yapılan ilk nüfus sayımına göre %8 civarında olan okur-yazar oranı 1935’de %19, 1940’da ise %22’ye çıkmıştır. Halkçı bakış açısıyla; akılcılık, gerçekçilik ve bilimsel düşünceyi esas alarak geliştirilen aydınlanma çizgisindeki eğitim politikasında; eğitimde fırsat eşitliği ön planda tutulmuş, okulların bütün ülke çocuklarına açık ve parasız hale getirilmesi hedef alınmıştır. Bu hedefler doğrultusunda kurulan, Halkevleri ve Köy Enstitüleri’nin kuruluşu, hedeflenenlerin pratiğe geçirilişindeki en güzel yapılanma örnekleridir. Bu yüzdendir ki, ülkenin kendi iç dinamiklerinden hareketle başlatılan bu yapılanma; emperyalistlerin ülke üzerine koyduğu hedeflere ters düşmüş, ellerine geçen ilk fırsatta da kendi hareket alanlarını daraltacak bu kurumları dağıtmaya çalışmışlardır. Köy Enstitülerinin kapatılması, ülkemizin bağımsızlık politikasının kırılması, miladı olarak görülebilir. 1950’den sonra Marshall yardımlarının gelmesi sürecinde, Köy Enstitüleri’nden vazgeçilmesini sağlayan 12 kadar proje, amaçları ve hedefleri ortaya koymaktadır.
i
Ergün M, 1981, Atatürk Devri Türk Eğitimi
127
Halkevleri Halkı, yeni devlet ilkeleriyle bütünleştirme, eğitme düşüncesiyle 19 Şubat 1932’de kurulmuştur. Eğitimi, okul dışında kalan geniş kitleye ulaştırma çabasında kurulan halkevlerinin hedefleri; bu kitle üzerine ulus ve yurttaşlık bilincini yerleştirmek, köy-şehir arasındaki kültürel farklılıkları gidermek, güçlü, demokratik, laik bir toplum oluşturmaktı. Kısaca, başlatılan aydınlanma hareketinin taşraya ulaşmasının en etkin aracı olan halkevleri, halkın kültür evleri niteliğini taşıyordu. 9 ana dalda yapılan çalışmaları ise bize, bu özgün eğitim kurumun amaçlarını çok iyi tanımlamaktadır. Dil, edebiyat, tarih Güzel sanatlar Temsil Spor Toplumsal yardım Halk dersanaleri ve kurslar Kütüphane ve yayın Köycülük Müze ve sergi Birçok kez kapatılması karşısında yeniden açılan ancak darbeler almış olan halkevleri; hala yapı olarak kendisini korusa da; kuruluş dönemindeki etki ve etkinlikleriyle kıyaslandığında bugün yetersizleşmiştir. Hem halkı düşünsel bazda gelişime açarak, hem de halkın sosyal ihtiyaçlarına ücretsiz cevap vererek toplumdaki sosyal kültür dağılımını dengeleyen bu yapı, elbette ülke üzerinde siyasiekonomik hedefleri olan kesimlere ve özellikle sağ iktidara rahatsızlık nedeni oluşturmaktadır. Köy Enstitüleri Köyden çocuk almalı köyler için kız erkek, Yetiştirmeli onu köylüye olsun örnek. Gitsin köye baş olsun, başlasın uygarlığa; Köylü kardeşlerini kavuştursun varlığa. Madem köye gidecek, köye olmalı yakın, Kurulacak duraklar. Başlasın köyden akın. Hasan Ali Yüceli
1930’larda, yaklaşık 16 milyonluk nüfusunun %75’i köylerde, %25’i şehirlerde yaşayan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, ilköğretim çağında bulunup okul ve öğretmen
i
Yücel H.A,1960, Dinle Benden, İnkılap Kitabevi
128
bulabilen çocukların % 75’i şehir ve kasabalarda %25’i köylerde yaşamaktaydı. Bu ters orantılı durumun giderilmesi, köylere aydınlanma ateşinin yakılması için çalışmalar başlatıldı. Daha Cumhuriyet ilan edilmeden Maarif Kongresinde hedeflenen Milli Eğitim Politikası ile başlatılan araştırma çalışmaları, özellikle batının eğitim sistemleri hakkındaki incelemeler ve dönemin dünyaca ünlü yabancı eğitim bilimcilerinin hazırladıkları raporlardan yararlanılarak bir model oluşturulmaya çalışılmıştır. Özellikle John Dewey’in eğitim felsefesi ve 1924 yılında Türkiye’ye gelerek hazırladığı rapordan da etkilenen İsmail Hakkı Tonguç, 1935’de hazırladığı “Eğitim Yolu ile Canlandırılacak Köy” raporu ile Köy Enstitüleri’nin temelini atmış; hazırladığı bu raporda köyü ve köylüyü aydınlığa taşıyacak yolun eğitimden geçtiğini şu sözleriyle ifade etmiştiri: “Köyü canlandırma alışılagelmiş, sıradan bir ilköğretim sorunu değildir. Eğitim yolu ile köyü canlandırmak; modern anlamda ilköğretimi köye maletmekle sağlanabilir.(…)Köyü canlandırma sorunu, her şeyden önce bu savaşa katılacak elemanı yetiştirme sorunudur. Köy Enstitüleri’nin kuruluş nedenlerinin başında bu gelir” 17 Nisan 1940 da kurulan Köy Enstitüleri şu esaslara göre kurulmuştur: Köyden kız-erkek ilk okulu bitirmiş çocuklardan almak. Onları köy hayatının şartlarına uygun bir çevre içinde 5 yıllık eğitime tâbi tutmak. Yalnız okuyup yazma öğreten ve müfredat organlarındaki dersleri okutan pasif bir insan değil, Cumhuriyetin ve inkılâbın adamı olarak köyde önder olma vasfında, köy hayatında işe yarar öğretmen yetiştirmek. Okuyup yazacakları ve yaşayacakları yerleri, başlarına bilirkişi koyup bunların kendilerine yaptırmak Öğretmen çıktıkları zaman gidecekleri köye toprakla, bahçe ile ve köy işleriyle vazifelendirip kendilerini devamlı surette bağımlı kılmak”ii Çok fazla sürmeyen ömründe, Köy Enstitüleri’nin başardıklarına bakarsak; Eğitim hakkı sadece şehirde yaşayan çocukların eline bırakılmamıştır. Bilimsel ve felsefi anlamda laik eğitim anlayışı köylüye ulaşmıştır. Sanat, edebiyat, bilim ve teknoloji köylere ulaşmıştır Kültür dağılımı şehir ve köylerde dengelenmeye başlamıştır. Yüzyıllardır biriken feodal toplumun üretim ve yaşam biçimine tehdit olmuştur Düşünen ve sorgulayan bireyler yetişmeye başlamıştır
i ii
Tonguç E,1997,Bir Eğitim Devrimcisi: İsmail Hakkı Tonguç Yaşamı, Öğretisi, Eylemi; Gildikeni Yayını
Yücel, H.A., 1997, Hasan-Âli Yücel Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Yazıları-Konuşmaları: Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı
129
Köylünün dilinden ancak köylü anlar anlayışıyla yaklaşılan, köyün içinde doğup büyümüş çocukları aydınlatma ve bu aydınlanma meşalesini ellerine vererek, meşaleyi devredecek yeni nesilleri kendi ortamlarında kendilerinin yetiştirmesini sağlama çalışması; üzerinde düşünüldüğünde ne kadar akılcı, ilerici bir örgütlenme modeli olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim, kısacık zaman içerisinde çok büyük etkiler bırakan Köy Enstitüleri’nin köylüyü uyandırış hareketi, gelecekleri tehdit altına girmeye başlayan toprak ağalarının, din istismarcılarının, cumhuriyet karşıtlarının rahatını bozmaktaydı. Doğal olarak, rahatsızlanan kesimin ve emperyalizmin destekçisi olan sağ iktidarın, ipleri eline geçirdiği anda yaptığı ilk hareket de, gecikilirse önüne geçilemeyecek olan bu yapılanmayı ortadan kaldırılmaya çalışması olmuştur. Köy Enstitüleri, 1950 yılında kapatılma sürecine girerek 1954 yılında tamamen kapatılmıştır. Sonuçlar Günümüz Türkiye’si Eğitim Sorunları ve Sonuçları Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla, ülkemizde büyük bir kırılma yaşanmış; yapılan tek hamle, bugüne yansıyan bir çok soruna neden olmuştur. Köy Enstitüleri modeli; eğitim hakkının sadece belli bir kesimin elinde bulunmasını ve yetişmiş insanların belli bir kesime hizmet eden kaynak olarak kullanılmasını engelleyici bir nitelik taşımaktaydı. Bu açıdan bakıldığında, bugün ülkemizde yaşanılan eğitim-işsizliksosyal şiddet sorunlarının birçoğu; köy yaşamının, bireylerin ekonomik-sosyal-kültürel beklentilerine yeterli olmamasından dolayı köylerini terk etmelerine dayanmaktadır. Eğer bu kurumlar kapatılmamış olsaydı, Günümüzde yaşadığımız ve temelinde ekonomik ve kültürel beklentiler olan köyden kente göç bu derece yoğun olmayacak ve beraberinde gelen gecekondulaşma bu kadar artmayacak, çarpık ve plansız kentleşme olmayacaktı. Köyün kentlileşmesi yaşanmayacaktı
hedeflenirken,
kentin
köylüleşmesi
Türkiye’nin en doğusundan, en batısına tüm köylere ulaşılması hedeflenen bu yapılanma ile doğu-batı dengesizliği ortadan kalkacak, fırsatlar eşit olarak dağılacaktı Üretim hedefleri, tüketime dönmeyecekti Köylerimiz teknolojinin verilerinden yararlanacak, köylülerimiz daha çağdaş ve modern bir yaşam içerisinde olacaktı Kız-erkek öğrencilerin aydınlanması, aşırı nüfus artışını engelleyecekti Ana-çocuk sağlığı problemleri oluşmayacaktı Kültür yozlaşması ve kozmopolitleşme bu derece olmayacaktı. Halen, ülkemizde 1950’lerden sonra kaybedilmeye başlanan akılcı, ilerici, eğitim politikası bir daha rayına oturtulamamış; her hükümet değiştiğinde, siyasal iktidarın hedefleri doğrultusunda değiştirilerek yap-boz oyununa dönüştürülmüştür. Özellikle 1980’den sonra bilinçli bir yaklaşımla uygulanan;
130
Fen bilimleri ve sosyal bilimler birbirinden tamamen koparılarak, okumanın öğrencilerden uzaklaştırılması Fen bilimleri eğitimi ile yerleşilecek fakültelerin, piyasaya uygun olduğu için özendirilmesi Üniversite sınavının öğrencileri ezberciliğe alıştırması Eğitim kalitesinin düşük olması nedeniyle özel okulların, dershanelerin ve özel derslerin ön plana çıkartılması Üniversite sayılarının arttırılması Üniversite eğitimlerinin öğrenciyi; araştırma ve öğrenmeye yönlendirmesinden çok, ezberci ve piyasaya elverişli hale getirmesi Bilim adamlarının yeterince desteklenmemesinden dolayı başarılı öğrencilerin piyasaya yöneltilmesi dolayısıyla bilim kalitesinin düşürülmesi Yetişmiş bilim adamlarının, özel üniversitelere yönelmesi Öğrencinin müşterileştirilmesi ile bu sistemin başarıdan başarıya koşacağı da kesindir... meyvelerini de vermeye başlamıştır. Türkiye’de okullaşma oranı 2001 yılı bilgilerine göre %82; okur-yazarlık oranı genç nüfus içerisinde %96.7, yetişkinlerde %85.5 ‘dir. Buna karşın kitap okuma oranı %4.5, gazete okuma oranı %22’dir ki bu oranı “hangi gazete” sorusuyla tekrar düşünmek gerekir. Her ne kadar Victor Hugo “Okuma ihtiyacı barut gibidir, bir kere tutuşunca artık sönmez” demiş olsa da; bu oranlardan çıkarılabilen tek sonuç “Eğitimli, okumayan toplum” dur. Zaten, 1980 darbesiyle istenilen de; iktidarın hareket alanını rahatlatacak olan Düşündürmeyen-Düşünmeyen-Eğitimli Toplum yapısıydı ki, o da başarılı sonuçlarını apolitikleşmiş, tüketici zihniyette, okumayan genç yeni nesil yapısıyla almıştır. Her yeni iktidar döneminde, eğitime ayrılan bütçenin giderek daraltıldığı, özelleşme saldırısıyla devlet okullarının altının boşaltıldığı, eğitimde niteliksizliğin ve öğretmen açığının arttığı eğitim sistemimizde; eğitim kurumları büyük rantlar elde edilen birer ticari alan haline gelmiştir. Örneğin üniversite kapısına gelen kadar, kişi başına düşen ÖSS harcamaları 2004 yılı verilerine göre 4 bin 711 dolardır. Kaldı ki, bir öğrencinin ÖSS masraflarında kitaba ayrılan harcamaların dışında kalan payı tamamen özel dershaneler ve özel öğretmenler kaplamaktadır. Dolayısıyla, bilgideğer ekseninde dönen toplumsal örgütlenmede; sermaye ve eğitim arasında bağımlı geçişken bir yapı oluşmuştur. Eğitimin “meslek için eğitim” anlayışına dönüştüğü ülkemizde; her il’e bir üniversite politikasıyla, ara meslek gurupları ortadan kaldırılmış, sürekli büyüyen bir “üniversite mezunu işsizler” ordusu yaratılmıştır. Bugün Türkiye’de 53’ü devlete ait, 24’ü vakıf üniversitesi olan toplam 77 üniversite bulunmaktadır. İhtiyaçlar dikkate alınmadan, plansızca açılan üniversitelerden, her yıl 230 bin civarında öğrenci mezun olmaktadır. ATO’nun sunduğu 2006 eğitim araştırmalarıi raporuna göre, devlet üniversitesinde okuyan ve devlet yurdunda kalan bir üniversite öğrencisinin; barınma, i
Aygün S, 2006, ‘ ATO’dan “Geleceğe Silgi:Eğitimli Küskünler Dosyası” ’, ATO Raporu
131
harç, kitap, yemek, yol ve giyimden oluşan masraflarının aile bütçesi üzerindeki yükü yıllık 7 milyar lira, 4 yıl sonunda bu rakam 28 milyar olmaktadır. Devletin üniversite öğrencisi başına yaptığı ortalama harcama ise 3 milyar 153 milyondur. Bu kadar işsiz ve bu kadar harcama karşısında; hala özendirilen ve hala yenileri açılmaya çalışılan üniversiteler konusu, Kim için Eğitim?? sorusunu da sorma gereğini yaratmaktadır. Türkiye’de eğitim sisteminin sağlıklı bir yapıya kavuşması için Yapısal uyum programları çerçevesinde verilen kriterleri sağlamak için değil- kendi toplumsal refahını ve yapısını güçlendirmek için, ülkenin kendi dinamiklerinden yola çıkılarak hazırlanacak akılcı, ilerici, bilimsel anlayışta, tutarlı bir eğitim sistemi modeli geliştirmesi gerekmektedir. Eğitim bir kamu hizmeti olarak görülmeli, herkese eşit eğitim hakkı sağlanmalıdır. Her yere açılan ve bilimsel eğitimden uzaklaşılarak, meslek için eleman yetiştirme kurslarına dönen üniversitelerin; hem her türlü baskı altından çıkartılarak bağımsız, özerk bir yapıya büründürülmeleri, hem de gerçek işlevlerine geri döndürülerek bilimsel eğitimin en üst basamağı haline getirilmeleri gerekmektedir. Herkesin üniversite mezunu olması gibi bir hedef ortaya koyulurken, ülkenin ihtiyaçları, iş olanaklarına dikkat edilmelidir…Üniversiteli olma ayrıcalığı ve kişi üzerinde yaratılan gelecek umudu; bir dönem sonra hayal kırıklığına dönüştürülerek gelecekte oluşabilecek toplumsal bunalımlara zemin hazırlanmamalıdır. Ara meslek ihtiyaçlarını giderecek, eğitim kurumları oluşturulmalıdır. Değerlendirme Doğası gereği bilgi edinebilme öğrenebilme yeteneğine sahip insanın toplumla olan ilişkileri çeşitli tarihsel süreçler içerisinde incelenildiğinde; zaman içerisinde toplumsal bir varlığa dönüşmüş olan insanın, gelişen ve değişen bu ilişkisel yapıya uyum sağlayabilmesi için, gereksinimleri doğrultusunda artan bilgi birikimlerini kullanmasının ve işlevsel hale dönüştürmesinin zorunluluk olduğu görülmektedir. Yazının icadı ve özellikle toplumsal-ekonomik ilişkilerdeki değişimler, “uzman bilgisi ve deneyimini” ön plana çıkartmış; bilgiyi insanın toplumsal statüsünde bir ayraç haline dönüştürmüştür. Bununla birlikte zaman içerisinde değişen; toplumsal yapılanmalar, halkların sosyal beklentileri, ekonomik ilişkiler, siyasi yapılanmalardaki otorite arayışları, bu bilgi birikimi ve atarımı konusunda sistemli bir yapılanma gerekliliğini de beraberinde getirmiştir. İnsan ve toplum gelişimini yönlendiren ve içerisinde çoklu beklentileri taşıyan bu sistem arayışı “eğitim” kavramını ortaya çıkartmıştır. Bireyden topluma, toplumdan siyasi iktidara, siyasi iktidardan devletlerarası güç istencine yansıyan ilişkiler zincirinde “eğitim” bağlaç olmuştur. Eğitim, insan davranışlarında, önceden belirlenmiş amaçlara göre belirli gelişmeler sağlamaya yarayan planlı etkiler dizisi olarak tanımlanmaktadır. İnsan yetiştirme sürecinin de tanımı olan eğitim; geniş açıyla bakıldığında planlı, örgün ve yaygın bir model çerçevesinde toplumu yetiştirme, biçimlendirme aracıdır. Bu nedenle, birey-toplum-devlet ilişkisindeki dengelerin sağlanmasında, devletin kendine özgün, tutarlı bir eğitim sistemi oluşturması büyük önem taşımaktadır.
132
Çok basit bir mantıkla bu zincir halkaları ilişkilendirildiğinde “ideal eğitim sistemi modeli” kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Eğitimin amacı, bireyi yetenekleri doğrultusunda geliştirmekle birlikte, ona kendine ait bir düşünce sistemi oluşturabilmesinde ufuk açarak kendi modelini tartışabilecek yapıyı kazandırmak olmalıdır. Oysa bugün, düşünce sistemleri bile, tüketici bir yaklaşımla “hazır paket modeller” olarak kullanılmaya çalışılmaktadır; çağımız koşullarının, toplumsalekonomik ilişkilerinin, ülkelerarası güç ilişkilerinin sorgulanmasıyla yeniden yorumlanıp geliştirilen, çözüm üretebilecek modeller oluşturulamamaktadır. Aslında, eğitimin de yardımıyla açılan düşünce ufukları, gelişimle birlikte kendiliğinden, tutarlı bir toplum yapısını da oluşmuş olacaktır ki bu da; yerleştirilen siyasi iktidarları gerçek anlamda toplumun sözcüsü durumuna getirecektir. Ancak, güç-iktidar-egemenlik istenci, iktidar toplum ilişkisini tersine çevirmiştir. Bireylerin şekillendirerek konumlandırdığı siyasal iktidarların yönettiği toplumlar yerine, siyasal iktidarların şekillendirdiği bireylerden oluşan toplumlar yaratılmaya çalışılarak bu basit model ütopya haline dönüştürülmüştür. İktidarların, kendi statükolarını koruma amaçları içerisinde kullanabilecekleri en iyi aracın eğitim olduğu çok açık ortadadır. Bu nedenle, eğitim sistemi siyasal iktidarların, üzerinde rahatça oynayabilecekleri hamur olmaktan çıkartılarak bilimsel ve özgür çerçeveye oturtulmalıdır. Eğitim sistemi modeli, her ülkenin kendi iç dinamiklerinden yola çıkılarak oluşturulmalı; her şeyden önce herkese eğitim hakkı ve fırsatta eşitlik tanımalı, parasız, bilimsel çerçevede, laik, demokratik içerikte ve toplumun ekonomiktoplumsal yapısı ile bağdaşır biçimde olmalıdır. Özellikle yeni dünya düzeni içerisinde, gelişmekte olan ülkelerin bağımsızlıklarını korumaları ve kapitalizmin uluslararası alanda gerçekleştirdiği küresel sermayeye pazar arayan politikalarına yem olmamalarında, izleyecekleri tutarlı eğitim politikalarının rolü büyük olacaktır. Uluslararası anlamda, devletlerin kalkınmışlık kriterleri incelenirken de, zorunlu bulunan ve temel insan hakkı olarak belirtilen eğitim niteliği ve işlevi; bir ülkenin kalkınma koşullarının yaratılabilmesi için vazgeçilmezi olduğu gibi, özellikle küreselleşmenin ve kapitalizmin yayılmacı etkisi karşısında ezilmesine ya da yok edilmesine kalkan görevi görecek kadar önemli bir araç niteliği de taşımaktadır. Bugün çok açık olarak ortadadır ki; IMF, WTO, OECD, Dünya Bankası emperyalizmin çıkar kolları olarak iş görmekte; özellikle gelişmekte olan ülkeleri, sunulan zorunlu yapısal uyum programları ve verilen kredilerle kendilerine bağımlı hale getirmekte, ülke içerisine yerleştirilen küresel sermayeyle bu bağımlılığın sürdürülebilirliğini garanti altına almaktadırlar. Sunulan reçeteler gizliden, sermayeye hizmeti ve özelleştirmeyi özendirmekte, desteklemektedir. Belli gelir düzeyi altındaki kesimlerin bu haklara ulaşması engellenmekte, sosyal guruplar arası uçurum artırılmaktadır. Bu noktada özellikle, uygulanılan eğitim politikalarıyla, sermaye ve eğitim arasındaki ilişki giderek güçlendirilen bir yapıya büründürülmektedir. Oysa; kalkınma toplumsal bir etki taşımalıdır; gelir dağılımdaki dengesizlikleri ortadan kaldırmalı, herkese eşit başarı şansı sunmalı, sağlık ve eğitimden yararlanma hakkı vermelidir. Hem uluslararası, hem toplumsal, hem de bireysel anlamda büyük önem taşıyan eğitim üzerinde yapılacak hamlelerde dikkatle düşünülmeli, geri dönüşümünün çok farklı yönlerden gelecek büyük darbelere neden olabileceği göz ardı edilmemelidir. Bugün ülkemizde yaşanılıyor olan çoklu sorunlar bunun en iyi göstergesidir.
133
Kaynaklar Akşin S, (1996), Türkiye’nin Yakın Tarihi, İmaj Yayıncılık Altbach P.G, Kelly G.P, (1991), Sömürgecilik ve Eğitim, İnsan Yayınları Anameriç H, (2004), Ortaçağ’da Bilgi Üretimim ve Aktarımında Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Yolları, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fak. Aygün S, (2006), ‘ ATO’dan “Geleceğe Silgi:Eğitimli Küskünler Dosyası” ’, ATO Raporu Berman M, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, İletişim Yayınları Bilim C., (1999), Çağdaş Dünya Tarihi, Anadolu Ünv. Açık Öğretim Fak. Yayınları s:18,58 Childe G., (2006), Kendini Yaratan İnsan, Varlık Yayınları Cohen A., (1978), Karl Marks’ın Tarih Teorisi, s:68, Toplumsal Dönüşüm Yayınları Çuhadar A., Jean-Jacques Rousseau’nun Yaşamı ve Yapıtları, s:14, Çukurova Ünv. Eğitim Fak. Yayını Dewey J, (1936), Deneyim ve Eğitim, Kappa Delta Pi Ders Notları Serisi, Öğretim Teknolojileri Türkçe Kaynaklar Serisi Dinçer A, (2006), Eğitim Hizmetlerinin Özelleştirilmesi ve Neo-Liberalizm Türkiye Deneyimi, Avrupa Sosyal Formu-Eğitim Sen tebliği, Atina Eğitim Sen Tebliği, (2003), Kapitalizmin Yenilenmesi ve Eğitim Politikaları, KESKDeğişim Sürecinde Kamu Hizmetleri ve Sendikal Politikalar Sempozyumu Ercan F., (1999), Eğitim: Ne İçin - Üniversite: Nasıl - YÖK: Nereye?, Elemanları Sendikası Ortak Yayını -Ütopya Yayınları
Öğretim
Erdoğan İ., Kültür ve İletişim- İlk Çağlarda Egemen İletişim Biçimleri Üzerine Bir Değerlendirme, s. 27 Ergün M, (1981), Atatürk Devri Türk Eğitimi Gison R, (1998), Geleceği Yeniden Düşünmek; İş Yönetimi, Rekabet, Kontrol, Liderlik, Pazarlar ve Dünya Gözkan B., (2005), Kant ve Üniversite İdeası, Sınırında:İmmanuel Kant”, YKY Yayınları, sayı 41-42
Cogito
“Sonsuzluğun
Hoşgörür V; Ekonomik ve Sosyal Kalkınmada Eğitim,s.6, Kırıkkale Ünv. Eğitim Fak. Illich I., (1971),Okulsuz Toplum, Şule Yayınları Önder İ; (1999), Eğitim Üzerine : -Eğitim: Ne İçin?,Üniversite: Nasıl?, Yök:Nereye?-, Ütopya Yayınevi Şahin M, İnsancıl Yüzlü Uyum ve Sosyal Adalet, Çanakkale Ondokuzmart Ünv. İİBF Tonguç E, (1997), Bir Eğitim Devrimcisi: İsmail Hakkı Tonguç Yaşamı, Öğretisi, Eylemi; Gildikeni Yayını Yumuşak İ., Bilen M., (2000), Gelir Dağılımı-Beşeri Sermaye İlişkisi ve Türkiye Üzerine Bir Değerlendirme; K.Ü Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:1 s:83 Yücel H.A, (1960), Dinle Benden, İnkılap Kitabevi
134
Yücel, H.A., (1997), Hasan-Âli Yücel Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili YazılarıKonuşmaları: Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Zerzan J., (2000), Gelecekteki İlkel
135
TARİHSEL SÜREÇTE YABANCILAŞMA KAVRAMI Ayşe ORBAY KAYA Giriş Bu çalışma, yabancılaşma kavramını farklı disiplinler ve yaklaşımların bakış açıları ile ele almayı amaçlamaktadır. Yabancılaşma terimine atfedilen anlam ve içerikler, yaklaşımlara göre farklılaşmakla birlikte, tarihsel süreçte kavramın özünün zenginleştiği düşünülmektedir. Tüm disiplinlerin sık sık atıfta bulunduğu bu kavramın ortaya çıkışının Eski Ahit’e kadar uzanması ve kavrama atfedilen anlamların zaman içinde farklılıklar göstermesi bizi konuyu tarihsel bir akış içinde ele almaya yöneltmiştir. Çalışmanın ilk bölümünde yabancılaşma kavramının ortaya çıkışı ve etimolojisi üzerinde durulmaktadır. Ardından kavramın doğu ve batı felsefesindeki yeri üzerinde durulacaktır. Felsefe ve yazında batı felsefesinin yeri göz önüne alındığında, bu çalışmanın ağırlıklı olarak batı kaynaklı çalışmalardan ve görüşlerden derlenmesinin doğal olduğu görülecektir. Marx'ın kavramın açılımlarına yaptığı katkıların sonucu olarak literatürün emeğin yabancılaşması ekseninde yoğunlaşması bizim çalışmamıza da yön vermiştir. Günümüz dünyasında insanların uyanık oldukları zamanın dörtte üçünün iş başında geçtiği unutulmamalıdır. Bu gerçek, 20. yüzyıl ve sonrası için konuyu ele alırken odak noktamızı belirleyen en önemli etmen olmuştur. Çalışma, çağımız düşünürlerinden Zerzan'ın bütüncül ve sıradışı yaklaşımlarının açıklanması ve kendi yabancılaşma tanımımızın ortaya konulması ile son bulmaktadır. Yabancılaşma Kavramının Kökleri Batı düşüncesinde, başlı başına bir kavram olarak ortaya çıkmamakla birlikte, yabancılaşma fikrinin ilk kez ortaya atılması, Eski Ahit’te sözü edilen putperestlik kurumu çerçevesinde olmuştur. Eski Ahit’te sözü edilen ve peygamberlerin putperestlik olarak adlandırdıkları ve eleştirdikleri şeyin özünde, putların insan elinden çıkma birer nesne olmaları yatmaktadır. Putlar, birer nesne olmalarına rağmen, insanoğlu onların karşısında diz çökmekte ve onlara yani kendi yarattığı şeylere tapmaktadır (Fromm, 1993:106). İngilizce ”alien” kelimesinin anlamı strange yani görülmemiş, ilk defa görülen, başka yerden gelmiş, yeni, alışılmamış, tuhaf, acayip, yabancı, utangaç, çekingen olup alienation; “vazgeçirme, soğutma, diğerine feragat ve temlik etme, dini kurumlara ait mülkü ellere verme, akli dengesizlik” gibi anlamlara gelmektedir. Alienation sözcüğünün Fransızca karşılığı “delilik”tir. Latince‘de yabancılaşma alienati/o-onis karşılığı ise “yabancılaşma, ayrılma, anlaşmazlık, şaşkınlık, bilinç bozukluğudur. Alien sözcüğü Latince’ye eski Yunanca’dan geçmiştir ve anlamı
136
“başkası”, “barbar”, “diğer”, “öteki”, “başka yer”, “öteki yer”dir. Yabancılaşma Osmanlıca’da teferruk yani ayrılma, dağılma anlamına gelmektedir. Doğu Felsefesi ve Yabancılaşma İslam’da yabancılaşmanın içine giren kişinin önce kendisinin ne olduğunu unuttuğu, bu unutkanlığın bir sonucu olarak, kendi dışındaki varlıkların anlamını ve amacını da unuttuğu görüşü vardır. İslam görüşüne göre kendini varlığın efendisi olarak gören, fakat fiilî hayatında başka şeylerin ve belki de kendi eliyle ürettiği şeylerin tahakkümü altına giren insan, böylece hem kendini hem de yaratıcısını unutur. Bu ikilemin kıskacında kalan insan, kendine ve varlık alemine yabancılaşmış insandır. İslami düşünce ve inanç kalıplarını zorlayan tasavvuf dizelerinde vurgulanan anlam öznenin evren oluş tasarımıdır. Yunus Emre’nin şiirlerinde vurguladığı insanın, resmi din ya da mezhebin çizdiği anlam sınırlarını aşıp kendi anlamını bulma, yani göksel yaratıklar içinde yer alma, doğayla bütünleşme ve bir olma çabasıdır. Taoculuk, Budacılık gibi Asya kökenli din felsefeleri ile tasavvuf arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Bu felsefeler, insanı doğanın bir parçası olarak görüp, doğa-insan bütünlüğünü koruma üzerinde temellenmektedir. Geçmişi 13. yüzyıla kadar uzanan Ahilik'te, Marx’a benzer bir biçimde, yabancılaşmaya karşı bir üretim metodu vurgulanmaktadır. Buna göre standart üretim sanatkar ruhuna aykırıdır. Kişi yaptığı eseri görerek kendine emanet edilen işin sahibi ve faili olduğunu daha kuvvetle anlamış olur. Bu sosyal tatmini yaşayan, kendine güvenen, tatmine ulaşan ruh, bir hayat felsefesine yaslanarak içinde yaşadığı toplumda birliğin ve beraberliğin sembolü olur. İnsanlar, hayatlarını manalandıracak bir hayat ve inanç sisteminden mahrum kalırlarsa er geç hiçlik duygusu yaşarlar. Batı Felsefesi ve Yabancılaşma Yabancılaşma kavramı, 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte önemli bir felsefi terim olarak kabul edilmesinden önce de, felsefe alanının dışında yaygın olarak; gündelik yaşamda eski arkadaşlardan veya yakınlardan uzakta kalmak anlamında, ekonomide ve hukukta mülkiyetin bir kişiden diğerine geçmesini ifade eden bir terim olarak, tıpta ve psikiyatride normallikten bir sapmayı, ruhsal sağlıksızlığı ifade eden bir terim olarak kullanılmıştır (Petroviç, 2001: 621). Öte yandan, yabancılaşma kavramı felsefe tarihinde ilk olarak Hegel’in yapıtlarında karşımıza çıkmaktadır. Hegel'in felsefesinin temel taşı olan “mutlak varlık” (tin, ide, tanrı), filozofa göre, doğada kendisinden başka bir varlık haline gelmiş, kendine yabancılaşmıştır. Daha sonra Feuerbach ve Marx gibi bir çok filozofun düşünceleri üzerinde büyük etkileri olacak yabancılaşma kavramının kökü buradadır. Hegel’e göre, mutlak varlık farklılaşma yoluyla tek tek varlıklara dönüşür ve bu şekilde evreni, tarihi, toplumu ve insanoğlunun bütün ürünlerini ortaya koyar. Mutlak varlık en sonunda insanoğlunun bilincinde, kendine dönerek kendi bütünlüğünü kavrar ve yabancılaşmadan kurtulur. Böylece özgürlüğüne kavuşur (Hilav, 2003: 166-169). Bir başka deyişle, doğa yani varlık, insanoğlunun düşüncesinde kendi bilincine ulaşmış ve kendini tanımıştır. Yabancılaşma da ortadan
137
kalkmıştır. Özetle, Hegel felsefesinde yabancılaşma kavramı, “kendinin ne olduğunu unutma" ve "öze dönerek tekrar hatırlama" ikili teması üzerine kurulmuştur. Hegel’i eleştiren Feuerbach, tanrının insanoğlunu değil insanoğlunun tanrıyı yarattığını ileri sürer. Ona göre, tanrı kavramı, insanoğlunun, isteklerini ve özlemlerini kendi düşüncesinin ürünü olan bir varlığa aktarmasından başka bir şey değildir. Böylece Feuerbach, dinsel yabancılaşma kavramını ortaya atar. Evrensel, manevi bir ilkeye yani Hegel’in mutlak varlığına karşı somut insan etkinliğini öne çıkararak, maddeci bir felsefe ortaya koyar. Filozof, bu yönüyle Marx felesefesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Feuerbach’ta yabancılaşma kavramına “insanoğlunun yarattığı bir şeyin daha sonra onu boyunduruğu altına alması” teması hakimdir. (Hilav, 2003: 183) Feuerbach'a, kutsalı "insanın özünde" aramak, özsel ve evrensel bir özne ileri sürmek ve şimdiye kadar Tanrıya atfedilmiş belirli nitelikleri insana atfetmekle, soyut insan kategorisini Kutsal kategorisi içine yerleştirerek dinsel yabancılaşmayı sadece yeniden ortaya çıkarması eleştirisi Stirner tarafından getirilmektedir. Bu görüşe göre Feuerbachçı tersyüz oluş sayesinde insan Tanrıya dönüşür, ve insanın Tanrı karşısında değeri düştüğü kadar bireyin de bu kusursuz varlık, insan karşısında değeri düşmüş olur. Stirner'e göre insan, Tanrıdan daha fazla değilse de onun kadar baskıcıdır. İnsan, Hıristiyan yanılsamasının ikamesi haline gelmiştir. (Stirner, 2006) Marx ve Yabancılaşma Marx, Feuerbach’ın dinsel yabancılaşmayı eleştirisine katılmış fakat dinsel yabancılaşmanın insani kendine yabancılaşmanın birçok biçiminden yalnızca biri olduğunu vurgulamıştır. Düşünüre göre, insan kendi benliğinin bir bölümünü tanrı biçiminde yabancılaştırmakla kalmamakta, ayrıca ruhsal etkinliğinin diğer ürünlerini felsefe, sağduyu, sanat ve ahlak biçiminde; ekonomik etkinliğinin ürünlerini meta, para ve sermaye biçiminde; toplumsal etkinliğinin ürünlerini de devlet, hukuk ve kurumlar biçiminde yabancılaştırmaktadır. Bir başka deyişle, insanoğlunun kendi etkinliğinin ürünlerine yabancılaşarak, bu dünya karşısında bir köle, bir güçsüz, bir bağımlı hale gelmesinin çeşitli biçimleri vardır (Petroviç, 2001: 623). Marx’a göre yabancılaşmanın en belirgin olarak yaşandığı alan, emek ve buna bağlı olarak işbölümüdür. Marx için, emek ya da çalışmak insanın doğa ile olan ilişkisinin üretken bir biçimde ifade bulmasıdır. Bir başka deyişle çalışmak insanın kendini gerçekleştirmesi sürecinden başka bir şey değildir. Öte yandan, işbölümünün ortaya çıkmasıyla, emek insan gücünün üretken bir ifadesi olma özelliğini yitirmeye başlar. (Fromm, 1993: 111-112). Bu durumda, emek ve emeğin ürettiği şeyler, insan iradesine bağlı olmayan nesnelere dönüşmektedirler. “Emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir erk olarak ona karşı koyar (Marx, 1993: 140).” Böylesi bir emek, çalışanın kendi doğasının bir parçası olmaktan çıkıp, artık çalışan kişiye yabancılaşmıştır. Bundan dolayı çalışan kişi işine istekle değil, nefretle gitmekte, kendisini iyi değil kötü hissetmektedir. Öte yandan, insana yakışan özgür fiziksel ve zihinsel enerjiler üretememekte, kendini işinde gerçekleştirememekte, adeta kötürümleşmektedir (Fromm,1993: 112). Marx'a göre, birikmiş emekten başka bir şey olmayan sermaye, kapitalist sistemde giderek tek bir elde toplanma eğilimindedir. Emek ne kadar nitelikli, yaratıcı ve üretken olursa, onu kontrol altında tutan sermayeye o kadar güç kazandırır. Burjuva, bu sayede rakiplerine karşı avantaj elde eder ve onları iflasa sürükler.
138
Bunun sonucunda, eskiden burjuva sınıfına mensup olan birçok insan yaşamını emeğiyle idame ettirmek zorunda kalır. Bu da emekçi sınıfın kalabalıklaşmasına ve emeğin giderek daha değersiz bir meta haline gelmesine yol açar. Böylece, insana ait olan ve onu hayvandan ayıran karar verebilme ve kendini yönetebilme gibi yetenekleri onu özgürleştirmek yerine köleleştirir (Mandel ve Novack , 1973: 7). Modern üretim tekniklerinin kullanıldığı bir toplumda baş gösteren yabancılaşma olgusu, Marx’a göre elişi ve imalathane dönemlerine göre daha derindir. Elişinde ya da imalathanede çalışan insan işin tamamı üzerinde etki sahibidir ve bizzat bir aleti kullanmaktadır. Ama fabrikadaki bir işçi sanki makinenin bir kölesi gibidir ve ona hizmet etmektedir.El işçiliğindeki işçi canlı bir mekanizmanın bir halkasını oluşturur. Oysa fabrikada, işçiden bağımsız olan ölü bir mekanizma vardır. İşçiler makineye hayat veren ve onun işlemesini sağlayan etten parçalar gibidirler (Fromm, 1993: 118). Marx’a göre, birey ne kadar çalışırsa, emeğin yarattığı nesneler dünyasına o kadar girmektedir. “İşçi yaşamını nesne haline getirir ve yaşamı artık kendisine değil nesneye ait olur. Faaliyetleri çoğaldıkça sahip olduğu şeyler azalır. Kendi emeğinin ürününde somutlaşmış olan şey artık kendisi değildir. Bu ürün ne kadar çok büyürse kendisi o kadar küçülür.” Böylece, insanın kendi emeği ona karşı bir hal alır. Yeteneklerini kısıtlayarak, mecburi bir faaliyete dönüşür. Çalışma tamamen bir araç halini alır. Böylece, insana özgü bir faaliyet biçimi olan çalışma, Marx’a göre, baskıcı bir zorunluluğa, kişinin kendisini ancak çalışma dışındaki boş zamanlarında ya da ailesiyle beraberken özgür hissettiği, yabancı, dışsal bir faaliyete dönüşür (Swingwood, 1998: 88). Kısaca, Marx’ta da Feuerbach’ta olduğu gibi yabancılaşma kavramına “insanoğlunun yarattığı bir şeyin daha sonra onu boyunduruğu altına alması” teması hakimdir. Düşünüre göre, kendisinin doğanın hakimi haline geldiğini sanan insan, gerçekte kendi ürettiği nesnelerin ve durumların kölesi haline gelmiştir. Özel Mülkiyet, Bürokrasi, Taylorizm ve Yabancılaşma Marx, erken dönem çalışmalarında yabancılaşma ile özel mülkiyet arasında köklü ilişki olduğuna işaret etmiştir. Düşünüre göre, emeğin yabancılaşması, tüm tarihsel devirlerde değişik oranlar ve biçimlerde görülmesine rağmen, en belirgin düzeyine özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumda çıkmaktadır. Bu aşamada en fazla yabancılaşan sınıf da emekçi (çalışan insanlar) sınıfıdır. Bu düşünceye göre, emekçinin yaptığı işi belirlemede herhangi bir sözü geçmemekte, böylece de kullandığı makinenin bir parçası haline gelmektedir. Kullanılan bir araç olan insan, sermayeye bağımlı olmakta ve artık bir insan olmaktan çıkıp, bir nesne haline dönüşmektedir (Fromm, 1993: 116). Öte yandan 20. yüzyılın sosyalist devletlerinden edinilen izlenim, salt özel mülkiyetin ortadan kalkmasının yabancılaşmanın ortadan kalkması için yeterli olmadığıdır. Bu noktada, yabancılaşma – bürokrasi ilişkisine odaklanmak yararlı olacaktır. Bürokrasinin özü itibarı ile insani olandan uzaklaşmaya ve mümkün olduğu kadar arınmaya çalışan bir yönetim biçimi olduğu Weber’in sözlerinde açıkça ifade bulmaktadır:
139
“Bürokrasinin kapitalizme çok uygun gelen özgül niteliği” [şudur:] , “bürokrasi ne denli insanlıktan uzaklaşırsa o denli kusursuz gelişir; resmi işlerden sevgi, nefret ve tüm hesaplanamaz kişisel, irrasyonel ve duygusal öğeler ne denli ayıklanırsa, bürokrasi asıl niteliğine o denli yaklaşır. Bürokrasinin bu özgül niteliği, onun özel erdemi olarak kabul edilir (Weber, 1996: 310)” . Weber, akılcılaştırma sürecini ele alırken “bilimsel yönetim”den de söz eder. Bilimsel yönetim kavramı, düşünceleri 20. yüzyıl boyunca iş dünyasının biçimlenmesinde kilit bir rol oynayan Taylor tarafından yaratılmıştır. İş dünyasında verimliliğin olmamasından etkilenen Taylor, çalışmayı daha verimli hale getirmek için ilkeler geliştirmiştir. Görevleri küçük parçalara bölmüş ve her birini yapmak için en iyi yolun bulunması gerektiğini söylemiştir. Daha sonra işçileri seçmiş ve işin çalışanlar tarafından aynen anlatıldığı gibi yapılmasını sağlamıştır. Ritzer’e göre, bilimsel yönetim, çalışanlar üzerinde büyük bir denetim uygulanan insansız bir teknoloji üretmiştir (Ritzer, 1998: 55-56). Modern bürokrasi ve bilimsel yönetim gibi montaj bandı da yirminci yüzyılın başında ortaya çıkmıştır. Otomatik montaj bandı, üretimin akılcılaştırılmasında önemli bir ileri adımı temsil etmiş ve üretimde yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Zira, hareketli bir bant üzerinde arabaların montajını yapan hayli uzmanlaşmış, vasıfsız işçilerin, bir grup vasıflı işçinin bir odaya kapanarak bir araba yapmalarından çok daha verimli oldukları keşfedilmiştir. Montaj bandı, üretim sürecinin belirli noktalarında belirli görevleri yapmak zorunda olan işçiler üzerinde maksimum denetime izin veren insansız bir teknoloji halini almıştır. Her işin yapılması için ayrılan sınırlı zaman, belirli bir görevi yaratıcı biçimde yapmak için çok az fırsat yaratmış ya da hiç yaratmamıştır. Üstelik her işin uzmanlaşması sonucu oluşan rutin ve kendini tekrarlayan işler, çalışanları insanlıktan çıkarıcı bir iş ortamı yaratmıştır. Çok çeşitli becerileri ve yetenekleri olan insanlardan, sınırlı sayıda işi defalarca yapmaları istenmiştir. İnsanlar çalışırken insani yeteneklerini göstermek yerine insanlıklarını inkar etmeye ve robot gibi davranmaya zorlanmışlardır. Böylece kendilerini işte ifade etmeleri imkansız hale gelmiştir (Ritzer, 1998: 57-58). 20. yüzyılın sosyalist devletleri özel mülkiyeti ortadan kaldırmakla birlikte, çok büyük bürokrasiler yaratmışlar, burjuva sınıfının yerine bürokrat sınıfını koymuşlar ve genel olarak kapitalist üretim tekniklerini benimsemişlerdir. Marx'ın yabancılaşma felsefesine göre üretim süreci çalışan insanlar için varolmalıdır. Halbuki, uygulamada sosyalist devletlerde de insanlar üretim için varolmuşlardır. Bu büyük bürokrasiler ve üretim sistemlerinde de çalışan sınıfların çok büyük bir bölümü yapacakları işi, bu işin hızını ve kullanılacak yöntemleri belirlemede söz sahibi olamamışlar, onlar da kullandıkları makinelerin parçaları haline gelmişlerdir. Sovyet Rusya’sı özel mülkiyeti kaldırmış olmakla birlikte, üretim ve yönetim teknikleri açısından kapitalizmi taklit etmiş, bu anlamda emek sürecini bilinçli bir şekilde, kapitalist emek sürecine benzetmiştir. Özellikle Lenin, Taylorist sisteme övgüler yağdırmış, Rusya’da bilimsel yönetim ilkelerinin uygulanması gerekliliğini ısrarla savunmuştur (Braverman, 1974: 11-12). “Sosyalizmin başarısı, Sovyet gücü ve yönetimi örgütleme tarzı ile kapitalizmin başarılarını birleştirebilmemize bağlıdır. Rusya’da Taylorist çalışmaları ve eğitim faaliyetlerini örgütlemeli ve bu sistemi kendi amaçlarımıza uyarlamalıyız (Lenin, 1918; Alıntılayan: Braverman, 1974:12)”.
140
Görüldüğü gibi yabancılaşma olgusu, sadece özel mülkiyetin bulunduğu kapitalist ülkelerde değil, 20 yüzyılda kurulan bir çok sosyalist devlet veya geçiş ekonomisinde de varlığı sürdürmüştür. Blauner ve Endüstriyel Yabancılaşma Robert Blauner, 1964'te yayımladığı, “Yabancılaşma ve Özgürlük” adlı çalışmasında, yabancılaşma kavramını endüstri ve teknoloji boyutları çerçevesinde ele almıştır (Jafee, 2001: 187). Marx, Woodward, Seeman gibi öncüllerinin görüşlerini geliştiren Blauner, felsefi bir kavram olan yabancılaşmayı, endüstriyel sosyolojide karşılaştırmalar yapılırken kullanılabilecek, somut ve ölçülebilir bir yapı haline getirmeye çalışır. Yazara göre, yabancılaşmanın düzeyi, endüstriyel teknolojinin ve işbölümünün yapısına bağlı olarak değişir (Weir, 1973: 11). Blauner’e göre yabancılaşma, çalışana özgü bazı öznel gerçeklikler ile işin yapısına ilişkin sosyal ve teknik nesnel koşullar arasındaki ilişkiden doğan genel bir sendromdur (Blauner, 1964: 15). Bu anlamda, kişiden kişiye ya da zaman içinde düzeyi değişebilir. Yazara göre endüstriyel yabancılaşmanın 4 boyutu vardır: Güçsüzlük, anlamsızlık, yalıtılmışlık ve kendinden uzaklaşma (Blauner, 1964: 16). Güçsüzlük: Çalışanların yaşamlarını ve çalışma biçimlerini etkileyen koşullar üzerinde etkin olamaması ya da denetim kuramaması olarak tanımlanabilir. Blauner’e göre güçsüzlük duygusu her çalışanda aynı düzeyde olmak zorunda değildir. Kavramın temelinde özne ile nesne arasındaki ikilik yatmaktadır. Çalışan, neyi, ne zaman, ne kadar ve hangi yöntemlerle yapacağına karar veren bir özne olmaktan çok, üretimin devamı için gerekli olan kalemlerden biri olarak, yani bir miktar hammadde ya da bir ekipman gibi basit bir nesne olarak görür. Blauner'e göre güçsüzlük boyutu yabancılaşmanın diğer boyutları içinde en önemlisidir. Yazar, güçsüzlüğü dört ana başlıkta inceler: 1. Çalışanın iş süreci üzerinde kontrolünün olmaması: İşin miktarının, niteliğinin, hızının ve kullanılacak yöntemlerin belirlenmesinde hak sahibi olamama; çalışma ritmini belirleyememe ve fiziksel dolaşım hakkının olmaması. 2. Çalışanların üretim araçlarının ve üretilen ürünlerin sahibi olamaması. 3. Çalışanların genel yönetim politikalarını etkileme şanslarının olmaması. 4. Çalışanların iş koşullarını belirleme güçlerinin olmaması: Çalışanın iş güvencesinin olmaması, piyasanın ve iş gücü arzının yapısına bağlı olarak her an işini kaybedebilecek bir durumda olması. Anlamsızlık: Bireylerin eylemlerinin kendi içinde anlaşılır olmaması, eylemlerle genel amaçlar arasında bağlantı kuramaması olarak tanımlanabilir. Anlamsızlık, parça ile bütün arasındaki kopukluğu yansıtır. Modern endüstride çalışanların, çok büyük bir üretim sisteminin küçük bir parçası haline gelmesi, kişinin kendi emeğinin bütün içindeki rolünü kavrayamaması ve özellikle bürokrasi karşısında kendisini küçük,
141
katkısını önemsiz hissetmesi anlamsızlık duygusunu körüklemektedir. Aynı güçsüzlük gibi anlamsızlık duygusunun düzeyi de kişiden kişiye değişir. Yalıtılmışlık: Toplumda ya da örgütte yüksek değer verilen inanç ya da amaçların çalışan açısından bir değer taşımaması durumu olarak tanımlanabilir. Çalışanlar, işyerinde çoğu zaman kendilerini amaçları ortak olan bir topluluğun (cemaat) üyesi gibi hissetmezler. Bunun sonucunda, çalışanlarda örgüte ve genel olarak örgütün amaçlarına karşı bir ilgisizlik ortaya çıkar. Yalıtılmışlık kavramının temelinde birey ile topluluk arasındaki ikilik yatmaktadır. Yalıtılmışlığın karşıtı ait olma hissidir. Yalıtılmışlık duygusu az olan bir çalışan, kendini işinde bir topluluğun üyesi olarak hisseder ve dünyaya bakış açısı ile o topluluğun değerler sistemi arasında büyük çelişkiler yoktur. Kendinden Uzaklaşma: Çalışma sürecinin kendi başına bir doyum kaynağı olmaktan çok, kendi dışındaki amaçlar için bir araç haline gelmesi olarak tanımlanabilir. Kavramın temelinde, “şimdi” ile “gelecek” arasındaki ikilik yatmaktadır. Karşıtı, kendini gerçekleştirme ya da işinde kendini ifade edebilme duygusudur. Kendinden uzaklaşma duygusu yaşayan biri için işin kendisi bir mutluluk ya da tatmin kaynağı değildir. Kişi bireysel tatminini çalışma anında değil, ancak çalışma bittikten sonra boş zamanlarında yahut uzak ya da yakın bir gelecekte yaşayacağını ümit eder. Çalışma bir zorunluluk halini alır. Artık çalışmak, kişinin hayatını sürdürebilmesi ya da kişisel amaçlarına ulaşabilmesi için katlanması gereken bir araç haline gelir. (Blauner, 1964: 2-34; Duygulu, 1999: 2). Blauner, bu dört boyutlu sınıflandırmaya, Seeman’ın beş boyutlu yabancılaşma çözümlemesini endüstriyel sosyolojiye uyarlayarak ulaşmıştır. Seeman’da bu dört boyuta ek olarak “kuralsızlık” (normlessness) boyutu da vardır. Kuralsızlık, kuralların etkisini yitirmesi ve amaçlara ulaşmak için kural dışı eylemlerin zorunluluğuna inanılması olarak tanımlanabilir. Blauner bu boyutun bazı yönlerini kendi sınıflandırmasındaki “yalıtılmışlık” boyutu dahilinde ele alır (Blauner, 1964: 16). Tablo 1. Blauner’e göre Yabancılaşma Boyutlarının Temelinde Yatan İkilikler
Yabancılaşma Boyutları
İkilik
Güçsüzlük
Özne - Nesne
Anlamsızlık
Parça - Bütün
Yalıtılmışlık
Birey - Topluluk
Kendinden Uzaklaşma
Şimdi - Gelecek
142
Blauner, çalışanların çoğunlukla vasıflı işçilerden oluştuğu zenaatçi tipi üretimde endüstriyel yabancılaşmanın en düşük düzeyde olduğunu ileri sürer. Savını, matbaa endüstrisinden elde ettiği bulgularla destekler. Yazara göre makine kullanımının arttığı endüstrilere doğru gidildikçe (örneğin tekstil endüstrisi) yabancılaşmanın düzeyi artar. Montaj hattına dayalı endüstrilerde (yazar çalışmasında otomobil endüstrisini incelemiştir) ise yabancılaşma en yüksek düzeyine ulaşır. Bu tip endüstrilerde, güçsüzlük, anlamsızlık ve yalıtılmışlık duygusu çalışanları kontrol altına alır. Öte yandan Blauner, otomasyona dayalı teknolojilerin gelişmesinde bir umut ışığı görür. Kimya endüstrisi üzerinde yaptığı çalışmalarda, çalışanların iş süreçleri üzerindeki kontrolünün ve sorumluluk duygusunun artması sonucu, yapılan işin çalışanlara daha anlamlı geldiği ve yabancılaşmanın göreli olarak azaldığı sonuçlarına ulaşır (Weir, 1976: 11; Blauner, 1964).
Yabancılaşma
Endüstri ve Teknoloji Matbaacılık
Tekstil
Otomobil – Montaj Hattı
Kimya
Şekil 1 – Blauner’ göre farklı endüstrilerde yabancılaşma (Jaffee, 2001: 187).
Yabancılaşma kavramını endüstriyel analizin temeline oturtmasına rağmen Blauner, yabancılaşmaya dayalı çözümlemenin iş ve insan mutluluğu arasındaki ilişkinin tamamını açıklamakta yeterli olamayacağını kabul eder. Blauner’e göre, en yabancılaşmış iş bile bazı insanlar tarafından reddedilmemektedir. İş dolayısıyla kazanılan toplumsal statü ve kimlikler, insanların, en vasıfsız işlerde bile, ekonomik olarak bağımsız hale geldiklerinde ya da emekli olduklarında dahi çalışmayı sürdürmelerine yol açabilmektedir. Meselenin karşı ucunda da benzer bir durum söz konusudur. En az yabancılaşmış işlerde dahi, iş tamamen bir zevk ya da mutluluk halini alamamaktadır. En özgür ve yaratıcı işler bile (Blauner burada bir yazarı ya da sanatçıyı örnek verir) ürünün yaratım sürecinin önemli bir bölümünde özünde insanı sıkan ve baskı altına alan bir çalışmayı gerektirebilir (Blauner, 1964: 31). Blauner’e önemli bir eleştiri de Braverman'dan gelmiştir. Braverman, sınıf bilinci, iş tatmini ve yabancılaşma gibi kavramların beyana dayalı anketlerle ölçülmesinin çok da mümkün olmadığını öne sürer. Braverman’a göre, bu tip çalışmalar yabancılaşmanın doğası ve sebeplerinden çok, belirli bir andaki düzeyini ölçmekten öteye gidemez (Braverman, 1974: 28-29, 31-32).
143
İş memnuniyeti üzerine yapılan çalışmalar insan faktörünü çalışmanın odağına almakla birlikte özünde örgüt verimliliğini artırmaya yönelik yaklaşımlara hizmet etmektedirler. Günümüzde popüler olarak kullanılan iş memnuniyeti ölçekleri (30 dan fazla yayınlanmış makaleye temel teşkil etmiş Spector'un çalışması örnek verilebilir), işin sağladığı maddi olanaklar, yan getiriler, ödüllendirme sistemi ve kariyer olanakları gibi faktörlere önemli bir ağırlık vermektedirler. Günümüz toplumunda, Marx’ın çok önceden öngördüğü gibi, paranın neredeyse her şeyin ölçüsü haline geldiğini bir ölçüde kabul etmek gerekir. Öte yandan, iş memnuniyeti çalışmalarında maddi (parasal) olanakların merkezi bir konuma sahip olması çeşitli sakıncalar içermektedir. Çağdaş insan, eğer düzenli bir işte çalışıyorsa zamanının çok büyük bir bölümünü işte geçirmektedir. İhtiyaçların sürekli olarak uyarıldığı tüketim toplumunda, çok yüksek maddi olanaklara sahip olan çalışanlar da dahil olmak üzere, insanların ezici çoğunluğu, sahip oldukları maddi olanakları yetersiz bulmaktadır. İnsanların paraya karşı tutumlarının aynı olmadığını (Arocas ve Tang, 2004) da unutmamak gerekir. Bu anlamda, uyanık oldukları zamanın dörtte üçünü çalışarak ya da işini düşünerek geçiren milyarlarca insanın, çalıştıkları işten memnun olmalarını sağlayan ya da onları mutsuzluğa sürükleyen diğer faktörleri göz ardı etmek hatalı bir yaklaşım olacaktır. Zerzan ve Yabancılaşma Amerikalı yazar John Zerzan yabancılaşmamış bir dünyadan söz etmenin imkansız olduğunu ileri sürer. Zerzan’a göre insanoğlu, sembolik kültürün ve işbölümünün ortaya çıkışıyla birlikte, anlayışlılığın, bütünlüğün ve büyüleyiciliğin hüküm sürdüğü bir yaşamdan, onu ilerleme öğretisinin tam göbeğindeki bir hiçliğe götüren son derece yanlış bir yöne sapmıştır. Kendisi boş olan ve her şeyin içini boşaltan evcilleşme mantığı her şeyi kontrol etme arzusuyla birlikte geriye kalan her şeyi harabeye çeviren bir uygarlığın doğmasına yol açmıştır (Zerzan, 2004: 41-42). Zerzan, uygarlığı, günümüzde dünyayı bir bütün olarak yok oluşun eşiğine getiren bir ölüm yolculuğu olarak görür. Antropoloji ve arkeoloji alanlarında son yirmi yılda gerçekleşen köklü dönüşümlerden hareket eden yazar, bugün pençesinde kıvrandığımız yabancılaşmanın kökenini avcı toplayıcı yaşam tarzının sona ermesiyle ortaya çıkan tarımla birlikte başlayan uygarlığa dayandırmaktadır. Zerzan, evcilleştirme, tarım ve uygarlık öncesi yaşamın, aslında doğayla özdeşleşmenin, duygusal bilgeliğin, cinsel eşitliğin ve sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşam olduğunu ileri sürer. Neredeyse iki buçuk milyon yıl süren bu dönemde insanoğlu rahipler, krallar ve patronlar tarafından köleleştirilmemiş, bütünlüklü ve özgür bir yaşama sahiptir. Ne var ki, günümüzden sadece on bin yıl önce, adeta ani bir patlamayla başlayan uygarlık, bu özgür yaşamı yok ederek, önce doğanın, ardında bizzat insanın tahakküm altına alındığı yabancılaşmış bir dünyanın temellerini atmıştır (Zerzan, 2004). Genel Değerlendirme ve Bir Yabancılaşma Tanımı Denemesi Yabancılaşma kavramının daha çok felsefi ve politik temalara ışık tutan oldukça soyut bir kavram olduğunu kabul etmek gerekir. Blauner’in de kabul ettiği gibi, kavram, insanın işine dayalı mutluluk sorununu tamamen açıklayabilecek donanıma sahip değildir. En yaratıcı iş bile çalışanı belirli bir ölçüde baskı altına alabilirken, diğer tarafta en monoton işlerde insanlar yıllarca şikayet etmeden çalışmayı kabul
144
edebilmektedirler. Bu bir ölçüde, çalışma eyleminin doğasında bulunan önceden tasarlama ve planlama öğelerinden kaynaklanmaktadır. Bir plan, ne kadar ulvi bir amaca hizmet ederse etsin özünde kişiyi bir ölçüde baskı altına alır. Çünkü ortada, belirli kaynak ve yöntemler kullanılarak belirli bir zaman dilimi içinde bitirilmesi gereken işler vardır. Bu kısıtların dışına çıkmak, planı ya da tasarıyı olumsuzlamaktan başka bir şey değildir. Yabancılaşma kavramının bir başka özelliği, insana dair değişmeyen bir özün varolduğunu varsaymasıdır. Kavramı kullanan bir çok düşünür aslında insana ait bir “doğa” olduğunu varsaymaktadır. Her düşünür kendi kafasındaki ideal insan doğasını belirlemekte ve insanın buna nasıl ters düşüp yabancılaştığını kendince tarif etmektedir. İnsanoğlu kendi yarattığı şeylerin daha sonra kurbanı olmakta ve kendini bu bahsi geçen doğaya uymayan koşullar altında yaşamaya mahkum etmektedir. Hıristiyanlıkta putlar, Hegel’de tin, Feuerbach’ta Tanrı, Marx’ta devlet, sermaye, Weber'de bürokrasi, Zerzan’da tarım toplumu ile başlayan uygarlık, insanı kendi doğası ile ters düşüp yabancılaşmaya sürükleyen yine insan elinden çıkma soyut ya da somut etkenlerdir. Dolayısıyla her birinin atıfta bulunduğu öz farklıdır. Yabancılaşma kavramı pek çok sorunu ele almakta faydalı olmakla birlikte evrensel bir tanımlama yapılması mümkün gözükmemektedir. Böyle bir tanım yapılmaya kalkışıldığı anda tanımlamayı yapmaya kalkışacak kişiyi bu özü/doğayı tanımlama gibi çetin bir görev beklemektedir. Kavram; özerklik, sorumluluk alma, sosyal ilişkiler kurma ve kendini gerçekleştirme olanağı sağlayan işlerin her insana değer kazandırdığını, bu özelliklerden yoksun işlerin ise değersiz olduğunu varsaymaktadır (Blauner, 1964). Bu varsayım kavrama genel bir çerçeve çizmekte iken diğer yandan kavramın farklı tariflemelere açık olmasına ve bundan dolayı ortak bir anlamı gerçekleştirememesine neden olabilmekte, güncel deyiş ile “aynı dilden konuşulmasına” engel teşkil etmektedir. Öte yandan, peki, değişen insanlar arasında değişmeden kalan bir öz ya da insan doğası yoksa ne olacaktır? İnsanın karakteri, prensipleri, değer yargıları, vasıf ve yetenekleri sürekli olarak değişiyorsa nasıl olacak da insan kendi doğasına yabancılaşacaktır? Psikanalizi toplumsal ölçeğe uygulama çabası içinde olan Erich Fromm yabancılaşmayı insanın kendi doğasına yabancılaşması olarak tanımlarken; insanın tarihin başında, doğal bir toplum yapısına sahip olduğunu ileri sürmekte ve bu düzenin, insan doğasına en uygun toplum yapısı olduğunu söylemektedir. Lacan ise psikanaliz ile yapısalcı dilbilim arasında ilişki kurarken Freud’dan da faydalanarak birey bölünmüşlüğünü ortaya koyar ve psikanaliz çerçevesinde yabancılaşmayı tanımlar. Buna göre birey, kendisi ile ilgili olarak bilinç düzeyinde olduğu için ulaşabileceği ve bilinçdışı olduğu için ulaşamayacağı bilgiler ile kaplıdır ve “benlik” duygusunun oluşumu bu nedenle sadece bir hayaldir. Bilinç kendini ancak toplumun uzlaşımını gerçekleştiren bir kurum olan dilin vasıtasıyla ele alabilir. İnsan kendi varoluş gerçeğini olduğu gibi değil, ancak dilin ona sunduğu, kendi kuralları olan bir yapıdan dolayımlanarak biçimlendirebilir, düşünebilir ve ifade edebilir. Bu dolayım, insanın kendisine yabancılaşma sürecini mümkün kılar. Zira, bilinçdışı da insanın kendi gerçeğini kültürel bir koddan dolayımlanarak kavramak zorunluluğuna bağlanır. (Faraci, 2003; Tekelioğlu, 1983) Yukarıdaki soruya psikanaliz çerçevesinde daha kapsamlı bir yanıt aramak kuşkusuz bu çalışmanın amacını aşmaktadır. Günümüzde, çalışanlar ve yaşamlarını sürdürebilmek için çalışanlara bağlı olan birçok insan için yaşam büyük ölçüde çalışılan işin taleplerine göre belirlenir. İstihdam gerektirdiği beceriler ne olursa olsun, biçimi ve içeriği teknik zorunluluklar
145
tarafından belirlenen işlerin yerine getirilmesini gerektirir. Bu zorunluluklar da bireysel hüküm ve inisiyatif alanını ciddi biçimde sınırlar (Lodziak, 2003: 86). İnsanların zamanının büyük bir bölümünü işte geçirmesi son dönemde iş sözleşmelerine "esnek çalışma saatleri” olarak yansımıştır. Şirketler iletişim teknolojilerinin ilerlemesi yardımıyla günün her saatinde çalışanlarını denetim altında tutabilmektedirler. Deleuze’un "kontrol toplumları” olarak adlandırdığı bu perspektifte, kurumların iç içe geçmesi ile bireylerin daha etkin olarak içselleştirdiği denetim mekanizmalarının, teknolojik gelişmelerle doğrudan gözetime doğru evrildiği gözlenmektedir. Bu ise kişileri kendilerini sürekli olarak iş yaşamı ile ifade etmesine kadar varan bir mutsuzluğa ve kendinden uzaklaşmaya, yabancılaşmaya sürükleyecektir. İşbölümü, bürokrasi ve özel mülkiyet gibi günümüz toplumuna özgü kurumların ortadan kaldırılmasını önermek en azından kısa vadede çok da gerçekçi bir yaklaşım değildir. Öte yandan, yabancılaşma kavramına dayalı çözümlemeler bu kurumları eleştirirken bir çok önemli noktaya işaret etmektedir. Bu noktaların, iş memnuniyeti konusuna yaklaşırken bizlere oldukça yararlı perspektifler sağladığını kabul etmek gerekir. Marx’ın ima ettiği, Blauner'in üzerinde önemle durduğu “şimdi – gelecek” ikiliği bunlardan biridir. İnsanın gelecekte, akşam eve vardığında ya da yıllık izninde değil, tam da çalışırken tatmin olması önemlidir. Bu çalışmada farklı disiplinler ve kültürler açısından yabancılaşma kavramı ele alınmış ve çalışma tarihsel süreçte değerlendirme yönteminin seçilmesi nedeni ile günümüz dünyasının en önemli çelişkilerinden birinin sonucu olan emeğin yabancılaşması ekseninde yoğunlaşmıştır. Çünkü insanların yaşamının neredeyse dörtte üçünü iş ile ilgili aktiviteler ele geçirmiş durumdadır. Felsefe tarihinde, bir önceki düşünürün ortaya koyduğu açıklamalara çağın gerektirdiği doğrultuda yapılan ilavelerle kavramın yaşadığı zenginleşmeyi önceki bölümlerde gördük. Bu bağlamda çalışmayı sonlandırmak için yapılan seçimden de anlaşılacağı gibi kendi yabancılaşma yaklaşımımız en çok Zerzan ile örtüşmektedir. Ancak işbölümü, bürokrasi ve özel mülkiyet gibi günümüz toplumuna özgü kurumların ortadan kaldırılmasının gerçekçi bir yaklaşım olmayacağını da belirtmiştik. O halde yabancılaşmanın iki farklı seviyede ele alınabileceğini ortaya koyabiliriz. Birinci seviye yabancılaşma tarıma geçiş ve uygarlığa atılan ilk adımlarla başlayan kaçınılmaz yabancılaşmadır. Bu seviyede doğa ile insan arasındaki kopuş yaşanmıştır. Bu de facto yabancılaşmayı değişmez kabul edersek, ikinci seviye yabancılaşma yaşadığımız günün koşullarında göre her bir bireyin kendi özel şartlarına göre değerlendirilebilecek bireysel yabancılaşmadır. İkinci seviye yabancılaşma bireyin bulunduğu konuma göre seçenekleri ile ilintilidir. Yabancılaşmanın en fazla yaşandığı durumda kişi önünde olumlu bir gelişme vadeden başka seçenek olmadığı için bulunduğu konumu korumakta ya da korumak zorunda kalmaktadır. Bir başka deyişle, kişinin önünde olumlu seçenekler olmasına rağmen bulunduğu konumu koruyor ise yabancılaşma en az seviyede yaşanıyor diyebiliriz. Elbette olumluluk içerdiği varsayılan bu seçeneklerin varlığı, bunların sonuçlarının yabancılaşmayı azaltıcı yönde gerçekleşecek olması anlamına gelmez. Ancak kavramın özerklik, sorumluluk alma, sosyal ilişkiler kurma ve kendini gerçekleştirme olanağı sağlayan işlerin her insana değer kazandırdığını varsayması açısından seçenekler arasında karar alma faaliyeti yabancılaştırmayı azaltacak bir unsur olarak etki edecektir. Bu yaklaşıma yapılabilecek ilk eleştiri mutluluk tanımına daha yakın görünmesi olacaktır. Tanım bu kadar geniş tutulduğunda kavram,
146
toplumsal sorunları irdelemede faydalı bir araç olmaktan çıkma tehlikesi ile karşı karşıya kalır.
147
Kaynakça Arocas, R. L. ve Tang, T. L. P., (2004), “The Love of Money, Satisfaction, and the Protestan Work Ethic: Money Profiles Among University Professors in the U.S.A. and Spain”, Journal of Business Ethics, Dordrecht. Blauner, R., (1964), Alienation and Freedom: Factory Worker and His Industry, The University of Chicago Press, Chicago. Braverman, H., (1974), “Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century”, Monthly Review Pres, New York. Faraci, F., (2003), “Dilbilim-Bilinçdışı İle İlişkisi”, Psikoloji ve Hayat, Aralık 2003 Fromm, E., (1993), Marx’ın İnsan Anlayışı, Arıtan Yayınevi, İstanbul. Hilav, S., (2003), Yüz Soruda Felsefe, K Kitaplığı, İstanbul. Jaffee, D., (2001), Organization Theory: Tension and Change, McGraw Hill, Singapore. Lodziak, C., (2003), İhtiyaçların ÇitlembikYayınları, İstanbul.
Manipülasyonu:
Kapitalizm
ve
Kültür,
Mandel, E. ve Novack, G., (1973), The Marxist Theory of Alienation, Pathfinder, New York. Marx, K., (1993), 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Sol Yayınları, İstanbul. Marx, K., (2003), Yabancılaşma, Sol Yayınları, İstanbul. Newman, S., (2006), “Stirner ve Foucault Post-Kantçı Bir Özgürlüğe Doğru”, http://birarada.net/nobese/article.php?story=20060213171854319 Petroviç, G., (2001), “Yabancılaşma”, Bottomore, T. (der.), Marksist Düşünce Sözlüğü içinde, İletişim Yayınevi, İstanbul. Ritzer, G., (1998), Toplumun McDonaldlaştırılması: Çağdaş Toplum yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme, Ayrıntı Yayınevi, İstanbul. Swingewood, A., (1996), Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara. Tekelioğlu, Orhan, (1983), “Bir Lacan Okuması”, Felsefe Yazıları-7.Kitap1983-Yazko Weber, M., (1996). Sosyoloji Yazıları, İletişim Yayınevi, İstanbul. Weir, M., (1976), Job Satisfaction: Challenge and Response in Modern Britain, Fontana, Glasgow. Zerzan, J., (2004), Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul.
148
İNSANDA GÜÇ İSTENCİ ve KENTLER Emrah ALTINOK Giriş Tüm çağrışımlarıyla ‘güç’ sözcüğünün ilk olarak ne zaman ve hangi dilde türediğine ilişkin kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak insan hayatındaki yeri düşünüldüğünde kullanımının çok eskilere, dilin doğuşuna kadar dayanabileceği ileri sürülebilir. Bugün gücün sözcük anlamına bakıldığında sözlüklerde farklı yazınlara göre tanımlar yapılmıştır. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ndeki güç tanımlarından bir kaçı şunlardır: • Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği • Bir olaya yol açan her türlü hareket, kuvvet • Büyük etkinliği veya önemi olan nitelik İlk iki tanıma göre güç herhangi bir sonuca yol açabilen her türlü yetenek, etki, hareket vb. olarak görülmektedir. Bu yeteneğin, etkinin ya da hareketin dozu, kalitesi hakkında herhangi bir ölçüt yoktur. Üçüncü tanımda ise gücün yaratacağı etkinliğin belirli bir düzeyin üzerinde olması vurgulanmıştır. İngilizce (power), Fransızca (force), Almanca (kraft), İspanyolca (fuerza), İtalyanca (potenza) gibi farklı dillerde güç sözcüğüne tekabül eden sözcüklerin tanımlarına bakıldığında da benzer sonuçlara ulaşılmaktadır. Bu makalede güç daha çok üçüncü tanıma göre ele alınacaktır. Güç kavramıyla zaman zaman eş anlamda kullanılan ama genel olarak farklı yazınlarda farklı anlamlar yüklenmiş olan başka kavramlardan da bahsetmek gerekir. Bunlar iktidar, erke, erk, otorite vb.diri. Temel olarak güç, Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji, Fizik, Biyoloji, Uluslararası İlişkiler vb. disiplinlerin kavramsallaştırmalarına göre tanımlanmaktadır. Çalışma kapsamında güç kavramı felsefe, sosyoloji ve psikolojideki tanımlarıyla insan ilişkilerine ve sonrasında kentlerin tarihteki dönüşümlerine dayandırılarak kullanılacaktır.
i
Bu kavramlar burada tek tek incelenmeyecektir. Ancak temel bir hatadan burada söz etmek gerekir. İktidar ve güç kavramları bazı durumlarda eş anlamlarda kullanılsalar da aslında aralarında önemli anlam farkları vardır. Basitçe, güç, “bir amaca varmayı sağlayan özellik” olarak ele alınırken, iktidar da “bu özelliği elinde tutma durumu” olarak ele alınmalıdır.
149
Güce Yaklaşımlar Felsefede Güç Olgusu Pythagoras “insanlar, tanrılar ve bir de Pythagoras gibileri vardır” derken güce nasıl bir gönderme yapmıştır? Eskiçağ Yunan felsefesinde aslında Pythagoras’ın bu önermesinin denklemleri üzerinde yoğunlaşıldığı görülebilir. Russell, “Felsefe bilimle teoloji arasında kalan ve her ikisi tarafından saldırıya uğrayan bir ‘hiç kimsenin ülkesi’dir” derken de bu tanrı – insan düalizminin önemine işaret eder ve felsefeyi bu tartışmaların cenderesinde tanımlar. İnsan, tanrı metaforu ile girdiği yarışta hem felsefede hem de yaşamda galip gelebilmeyi istemiştir. Bu tanrılaşma eğilimini saptayabilmek gücün en özgür tanımlarına ulaşabilmeyi de getirir. Söylenceye göre Empedokles “tanrıyım, o nedenle de varım” demiş ve tanrı olduğunu ispat etmesi istenince Etna yanardağının kraterine atlamıştır. Aristoteles tanrılaşma eğiliminden ziyade gücü “bilgi sahipliği” ve “erdem” üzerinden tanımlamıştır. Ona göre şiirin, trajedinin acıma ve korku duygularını dışa çıkararak bunlardan arınma yolu olduğunu biliyoruz. Bu, Aristoteles’in “düşük ve mekanik işler yurttaşlara göre değildir” önermesini de anlam olarak yanına katan; gücü bilgi sahipliği ve erdem üzerinden tanımlayan felsefesini açıkça ortaya koyar. Hellenizm ve Roma Felsefesinde de güç yine önemli bir yer tutar. Örneğin Epikuros iç huzura ve benliğin sağlamlığına ulaşmanın yolu olarak din, korku ve özellikle de ölüm korkusunun ortadan kaldırılması gerektiğine inanmıştır. Her ne kadar onun “iyi bir insanı göz önüne alıp sürekli onu düşünmemiz, sanki bizi gözlüyormuş, her yaptığımızı görüyormuş gibi yaşayıp davranmamız gerekir” deyişinde tanrı tarafından gözlenme duygusundan arınamamayı görsek de, onun felsefesinde din ve korku olguları sağlam ve güçlü bir benlik için yok edilmesi gereken olgulardır. Ortaçağ felsefesi özellikle ‘Skolastisizm’in yükselişiyle birlikte sanıldığının aksine teolojiden uzak ve derinlikli bir diyalektik düşüncenin temellerini ifade eder. Abélard (doğ. 1079 – öl. 1142) en tanınmış yapıtı ‘Evet ve Hayır’da öncesinde Sokrates’in değindiği diyalektiği yeniden gündeme getirir. O kutsal kitap dışında diyalektiğin gerçeğe götüren yol olduğunu ve insan zihnine iyi geldiğini savunmuştur. Bunun yanında Aziz Anselmus (1093 – 1109) de tanrının varlığına ilişkin ontolojik kanıtıyla ünlüdür. Her ne kadar tanrının varlığını mantığa dayandırmak istese de yöntemi diyalektik bir yöntemdir. Anselmus’un tersine Aquino’lu Tommaso (1225 – 1274) ise tanrının varlığının apaçık olmadığını yine ontolojik olarak kanıtlama yoluna gitmiştir. Sonuç olarak bu dönemde de güç olgusu tanrı merkezli bir düzlemde tartışılmış, felsefe Russell’ın deyimiyle teoloji ile bilim arasındaki sahada çarpışmasını sürdürmüştür. Rönesansla birlikte bu temel tartışma alanı genişlemiştir. Luther’in deyimiyle “tanrı insanın kalbine girmiştir”. Alberti’nin “insan isterse her şeyi yapabilir” sözü bu dönemde insanın açıldığı yeni okyanusu işaret eder. Simya, kimyaya; astroloji astronomiye dönüşmüştür. Bu dönemde güç üzerine tartışmaları ilk kez önemli bir düzeyde ortaya koyan filozof Machiavelli’dir. Machiavelli’nin (1469 – 1527) ideal siyasi iktidara ilişkin görüşleri bugün batı dünyasının iktidar anlayışı için ve liberal düzenin iş dünyası için temel öğretiymişçesine kabul edilir. Ancak onun “Bir iktidar hayvan gibi davranabilmelidir. Onun tilki ve aslandan öğreneceği çok şey vardır. Tuzakları
150
sezmek için tilki, kurtları korkutmak için de aslan olmak zorundadır.” sözleri kulağa her ne kadar kötü gelse de, aslında politikada olup bitenin ampirik bir betimlemesinden başka bir şey değildir. Bu yönüyle modern, laik ve bilimsel siyaset felsefesinin temellerini attığı öne sürülen Machiavelli, aynı zamanda temel yaklaşımlarıyla gücün tek bir erkte birleşmesi gerektiğine olan derin inancı ve bu gücü kullanan erkin gerektiğinde kurnaz, yırtıcı ve içten pazarlıklı olması gerektiğini savunması hem kendi çağında hem de bugün yarattığı olumsuz etki açısından da eleştirilmektedir. Rönesans felsefesinin güce ilişkin özgün yorumlarıyla öne çıkan bir diğer filozofu Francis Bacon ’dır (1561 – 1626). Bacon “Bilginin İlerlemesi” adlı yapıtında dünya ve doğa üzerine bilgi arayışında deney ve gözleme büyük önem vermiştir. “Bilgi Güçtür” sloganı ona maledilmiştir. Bacon bununla pratik bilgiyi kastetmiştir; ancak o güne dek bilginin güce ilişkin bir yönü olduğu üzerinde kimse bu denli durmamıştır. Bacon’dan itibaren Descartes’la (1596 – 1650) birlikte Rasyonalizm’in öne çıkışı, daha sonra Locke’la (1632 – 1704) birlikte gelişen Ampirizm ve onun da sonrasında Hume’un (1711 – 1776) Kuşkuculuğu, bazı düşünürlere göre birbirlerinin altını oyan yaklaşımlar gibi görünse de aslında ortak bir sonucun gelişmesinde etkili olmuşlardır -öyle ki daha sonra Kant (1724 – 1804) Ampirizm ve Rasyonalizm’in sentezini önerecektir-. Özellikle aydınlanmayla birlikte dünyayı mistisizm - gelenekçi bakış açılarıyla görmenin ve anlamanın yerini, bilginin ışığıyla görme ve anlama uğraşı almaya başlamıştır. Bilimin hızla gelişmesi ve adeta rüştünü ispat etmesiyle birlikte felsefe de bu dönüşümün düşünsel altyapısını oluşturmuştur. Bu altyapının içerisinde özel bir yeri olan Karl Marx, diyalektik materyalizmle, bilginin yalnızca sermaye için bir erk aracı haline gelmesi ve bazı yararcı (J.S. Mill’in öncülüğünü yaptığı) ve liberal (Adam Smith’in öncülüğünü yaptığı) ideolojilere göre bunun kaçınılmaz ve gerekli oluşuna karşı çıkmış; aslında özgürlükler dahil tüm bilginin ve gücün paylaşılmasıyla toplumsal bir eşitliğe kavuşulacağına açılım vermiştir. Marx’ın “gelecek kitlelerindir” önermesini yukarıdaki açılımla değerlendirecek olursak, gücün örgütlü bir proleter kitlenin elinde olmasının ve özünde eşitlik ilkesini barındırmasının toplumlar açısından erişilmesi gereken bir geleceği ifade ettiği söylenebilir. Bunun yanında Nietzsche “gelecek büyük adamlarındır” demiştir. Nietzsche’nin bu ilk bakışta yalnızca ‘antisosyalist’ olarak nitelendirilebilecek söyleminin arkasında aslında oldukça özgün bir güç tanımı yatmaktadır; zira Nietzsche’ye gelene dek güç kavramı üzerinde onun kadar durmuş başka bir filozof olmadığını belirtmek gerekir. Bu konu bölüm 2’de ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Sosyolojide Güç Olgusu Naturalistik sosyoloji kuramına katkıda bulunmuş olan Peter M. Blau “toplumsal alışveriş”in (B.F. Skinner, George C. Homans) psikolojik ilkesini benimseyerek, insanları birleşmeye iten unsurun toplumsal ödüllere duyulan istek olduğunu savunur. Blau her ne kadar ödül isteğinin toplumsal ilişkileri yönlendirdiğini düşünse de bütün insan davranışlarının bu istekle açıklanamayacağını da kabul eder. Burada ‘ödül’ kişilerin birbirlerinden ve birbirleriyle kurdukları ilişkilerden sağlayacakları maddi ve manevi faydalara ve dolaylı olarak elde edecekleri “sosyal / fiziksel güce” işaret eder. Blau bu ödülleri içsel ve dışsal ödüller olarak sınıflandırmayı tercih etmiştir.
151
Blau’nun toplumsal alışveriş kuramına bakışında özellikle Homans’a göre bazı farklılıklar gözlemlenmiştir. Blau, Skinner’ın geliştirdiği ve Homans’ın yeniden tartıştığı toplumsal alışverişin küçük gruplarda yönlendirici unsur olduğunu kabul etse de, büyük ve daha karmaşık gruplarda güç ve ödül isteğinin zamanla törpülendiğini, liderliğe en yatkın üyelerin öne çıkartılarak, vasıfları yetersiz olanların bilerek geri adım attığını savunur. Ayrıca Homans’tan farklı olarak, karmaşık gruplarda güç isteğinin bağlılık isteği nedeniyle zamanla arka planda kaldığını ve yerini aynı amaçlar için bir araya gelmiş insanların arkadaşlık ilişkilerine bıraktığını vurgular. Zira Blau’ya göre, karmaşık topluluklarda her üyenin aynı derecede ödüllendirilmesi mümkün değildir ve grup üyeleri bunu fark ettiklerinde gönüllü olarak ödülden vazgeçme, ödülü hak edene bırakma yolunu tercih ederler. Her ne kadar ödülden vazgeçme bir fedakarlık gibi görünse de, temelde elindekini kaybetmeme çabasından farklı bir şey değildir. Kişi ödülünü bağlı bulunduğu grubun kazanacağı güç şeklinde almayı tercih eder, çünkü elinden başka bir şey gelmez. Yorumlayıcı sosyoloji kuramının savunucularından Goffman ise gündelik hayatı bir tiyatro sahnesine benzeterek, onu sahne önü ve sahne arkası olmak üzere iki bölüme ayırır. Sahne önünde herkesin kendi idealleşmiş görüntüsünü sergilediğini söyler (Goffman, 1959:48, akt. M. Poloma, 1993:207). Kişi bu ideal görüntüyle bağdaşmayacak davranışları saklama gayreti içindedir. Zaafların gizlenmesi suretiyle rolünü ve dolaylı olarak gücünü korumaya çalışan her birey, bu kişisel güç mücadelesinden her zaman tek başına çıkamaz. Bu nedenle geniş toplumlarda bireyler diğer bireylerle birlikte hareket etme ve bir gruba dahil olma eğilimindedir. Goffman’ın “total institution (Tam Kurum)” olarak tanımladığı bu gruplarda her şey aynı insanlarla, belirli bir düzene göre, bir otorite altında, birlikte yapılır (M. Poloma, 1993:208). Ayrıca güç sahibi kişiyle, yönetilen kişiler arasında ciddi bir mesafe olduğu ve bu mesafenin toplumsal hareketliliğin kısıtlanması yoluyla korunmaya çalışıldığı vurgulanmaktadır. Dört yıl boyunca akıl hastanelerinde gözlemler yapan Goffman, burada edindiği izlenimleri kuramsal bir perspektife dönüştürmüştür. Goffman’a göre bütün toplumsal gruplarda üyeler zamanla sistemin nasıl işlediğini kavrarlar. Öyle ki, Goffman akıl hastanelerinde de hastaların diğerlerine göre ayrıcalık elde etmek için gücü elinde bulunduran kişilere kendilerini sevdirmeye çalıştıklarını gözlemlemiştir. ‘Değerlendirici Sosyoloji’ kuramının savunucularından C. Wright Mills, ‘Naturalistik’ ve ‘Yorumlayıcı Sosyoloji’ kuramlarına katkı sağlamış olan sosyologları temel olarak gücün doğası ve bilgiyle ilişkisi konusunda yetersiz bulur ve kendi kuramsal yaklaşımlarında bu ilişkinin ifade edildiği bir çerçeve sunar. Bir anlamda iki kuramın sentezi niteliği taşıyan bu değerlendirici yaklaşıma göre toplumsal yaşam sürekli bir güç mücadelesinden oluşmaktadır. Bu mücadele zaman zaman fiziksel olabildiği gibi daha çok sembolik ve siyasi bir mücadeledir. Gücü elinde bulunduran kesimler sembolik, resmi – politik statüler ve kabullerin kişilere verdiği erki kullanır ve bunun kalıcılığı için güce hizmet eden kesimlerin sosyal yaşamlarına müdahale ederler. Bu aşamada özellikle sermaye ve emek çelişkisine değinen Mills, Marx’ın işçilerin ürettikleri ürünle olan yabancılaşmasını tanımlamasından yola çıkarak güce hizmet eden grupların güçle aralarında tanımlanabilecek temel paradoksun bilgi yoksunluğu olduğunu belirtir. Sonuç olarak güç üzerine temel sosyolojik yaklaşımlar hem naturalistik hem yorumlayıcı hem de bu ikisinin bir sentezini ifade edebilecek değerlendirici sosyoloji kuramlarında yer bulmuştur.
152
Psikolojide Güç Olgusu Alfred Adler’e göre, herkes içindeki aşağılık duygusuna (inferiority complex) karşı mücadele eder ve bu duyguyu yenmek için diğerlerinden üstün olmaya çalışır. Adler kişilerin bu üstünlüğü elde etmek amacıyla kendilerine has stratejilerden oluşan bir hayat tarzı da geliştirdiklerini söylemiştir. Jay Haley’e göre ise, “Güç Taktikleri” kişinin sosyal dünyasını etkilemek, denetlemek ve böylece dünyayı daha bilinebilir kılmak için kullandığı manevralardır (Haley, 1969; akt. Horner, 1997:8). Temel olarak Horner (1997:15-17) güç olgusunu iç güç, atfedilmiş güç ve resmi güç olmak üzere üç aşamada değerlendirmiştir. İç güç, benliğin dış dünyada aradığı güçten farklı olarak kendi bünyesindeki üstünlük, yeterlilik ve etkinlik duygusudur. Diğer taraftan, atfedilmiş güç kişide iç güç olarak bir karşılık bulsun ya da bulmasın, kişiye dışarıdan atfedilen bir gücü ifade eder. Horner’a göre atfedilen güç özellikle aile içi ilişkilerde (karı-koca, baba-oğul, abi-kardeş vb.) kıskançlık ve korku gibi olumsuz duygular yaratabilmektedir. Resmi güç ise kişilerin kurumsal statü ve haklar sayesinde elde ettikleri gücü işaret etmektedir. Horner’ın temel söylemlerinden biri söz konusu güç tipolojisinin bütünü için geçerli olmak üzere, kişinin sahip olamayacağı şeyleri istememeye kendisini çoğu zaman ikna ettiğidir. Bu noktada güç ister iç güç, ister atfedilmiş güç, isterse de resmi güç olsun kişinin sahip olabileceği kadarıyla tanımlanmaktadıri. Horner’in (1997) “Güç Sahibi Olma İsteği ve Güce Sahip Olmaktan Korkma” adlı yapıtında bu durumun güç isteğinin bilinç yoluyla bastırılmasından başka bir şey olmadığı ileri sürülmektedir. Aslında içsel bir güç arayışından burada da bahsetmek gerekmektedir. Kişinin sahip olduğu gücün kendine yettiğine inanması güç mücadelesinden kaçışın sadece kolay bir yoludur. Tarih bizlere gücün, sahip olunamayacak kadar uzak görünen hallerinde bile kişi için erotik bir tutkuyla talep edilebildiğini göstermiştir. Hitler bunun iyi bir örneğidir. Bu patolojik sıra dışı karakter dünya tarihinde insan ırkının güç tutkusunun boyutlarını anlamada ezber bozucu bir etki yaratmıştır. Temel Sorun: İnsanda Güç İstenci İlginç bir örnekle başlanabilir: Yamyamlığın çeşitli biçimlerinde, bir insanı yemekle onun güçlerinin kendilerine geçeceğine dair bir inanış olduğu Eric Fromm (1990:49) tarafından aktarılmıştır. Cesur bir insanın yüreğini yiyen kişi cesaret bulur. Bir totem hayvanı yenilince onun sembolize ettiği tanrısal güce ortak olunur, hatta kişi tanrısal güçle “bir” olur (Fromm, 1990). Fromm’a göre yamyamlığın ortaya çıkışındaki temel faktörlerden birisi de söz konusu güç isteğidir. Felsefe’de güç kavramını kendinden önceki filozoflara nazaran en çok kullanan ve özgün felsefi önermelerinde bu kavramı en çok merkeze koyan filozof Nietzsche’dir. Schopenhauer'ın üzerinde durduğu insanın aslında hiç de erdemli bir yaratık olmadığı fikrinden ve yine Schopenhauer'ın “Varoluşun temeli istençtir” ilkesinden etkilenerek bu görüşü geliştiren Nietzsche, “Güç istenciii” (Der Wille zur i
Bu konuda Afşar Timuçin’in (2003:80) kendine yeten güç ve iktidar olmak isteyen güç ayrımının yapılması gerektiğini savunur.
ii
Bkz. Nietzsche, 2002
153
Macht) adlı eserinde doğaları farklı olsa da, tüm insanlarda ortak olan bir öğe bulunduğunu söyler: Güç isteği. Nietzsche’ye göre bütün varlığın temelinde daha güçlü olmaya yönelmiş bir istek, bir irade vardır. Nietzsche canlı olanın, yaşayanın bulunduğu her yerde güçlü olma isteğinin kökleşmiş olduğunu söyler. Yaşamın temel nedeni güçlü olma isteğidir. İnsanoğlu yalnızca kendini korumak ve yaşamak istemez; insanoğlunun asıl istediği daha güçlü olmaktır. Bu evren güçlü olma isteğinin hüküm sürdüğü bir evrendir. Filozofa göre yaşamın temelinde güçlü olma isteği bulunduğundan da, eşitlik, toplumsal barış ve çıkarlarda uyum söz konusu olamaz. Nietzsche’nin güce yaklaşımında ayrıca çok temel bir söylem de vardır: Güç, insanın başkalarının değil de, kendi kendisinin efendisi olabilmesi için, korkusuz ve mutlu olabilmesi için gereklidir. Bu yolda kontrol edilen bir güç istemi, insanın kendisini aşmasını, üstün bir düzeye gelmesini sağlayacaktır. Nietzsche’nin oldukça yankı uyandırmış olan “üstün insan” – “üstinsan” kavramsallaştırması bu düşüncelere dayanır. Ancak insan için güç isteği, diğer canlılardan farklı olarak bilincin ekseninde sürekli değişen bir ihtiyaç eğrisine göre değişir. Nietzsche’nin belirttiği gibi güç istenci, korkusuzluki ve mutlululuğun da ötesinde doyuma, hazza ve şehvete ulaşma, kendini aşma, diğerlerini aşma, iktidar ya da otorite sahibi olabilme yolunda önemli bir yer tutar. Bu noktada doğadaki diğer canlılara atfedemediğimiz ‘iyi’, ‘kötü’ sıfatlarını insana yakıştırdığımızdan olsa gerek -ki bu konuda felsefede ve bilimde kabul görmüş tek gerçek, insan dışındaki tüm canlıların tercihlerini belirleyen güdünün yalnızca “hayatta kalma arzusu” olduğudur- gücü ‘iyi’ ya da ‘kötü’ amaçlarla talep edebilen bir insandan da söz etmek gerekir. Toffler (1992:17) gücün şimdiye kadar genel olarak hep kötüye kullanıldığını ileri sürmektedir. Bu sebeple gücün çağrışımlarının da kötülükten yana olduğunu belirtir. İngiliz tarihçi John Emerich Dalberg “Güç aldatmaya meyillidir, mutlak güç mutlaka aldatır” demiştir. Edmund Burke’ye göre “Güç arttıkça kötüye kullanılma tehlikesi de artar”. Güç istencinin toplumlarda nihayetinde adaleti zedeleyen bir yanı olduğu gözlemlenebilir. Trasimakus’a göre “Adalet güçlü olanın yanındadır”. Platon ‘Devlet’ adlı eserinde “adalet güçlünün işine gelendir” der (Magee, 2000). Bu da güç istencinin mutlak eşitliğin olanaksızlığında ciddi bir payı olduğunu ortaya koyar. ‘İyi’ ya da ‘kötü’ olma üzerine felsefi bir yaklaşım geliştirmek ya da mutlak eşitliğin-adaletin tartışılması bu makalenin bir gereği olmadığından daha çok gücün, insanın değişen arzularına göre hem amaç hem de araç olabildiğinden bahsetmekte fayda vardır. Şöyle ki, istenilen sonuca varmak için gerekli güce ihtiyaç duyan bir insanı düşünelim. Çeşitli yollarla bu güce de sahip olmuş olsun. Bu noktada, sahip olduğu güç artık eski anlamını yitirecektir. Bu güç başka bir sonuca varabilmek için -ki bu sonuç genelde bir öncekini aşan bir sonuç olacaktır- kullanılmaya çalışılacaktır. Burada güç artık amaç olmaktan çıkmış ve araç olmaya yönelmiştir. Ancak kişi sahip olduğu gücün bir öncekini aşan sonuçlara ulaşmada yetersiz olduğunun farkına i
Afşar Timuçin (2001)’e göre güç istenci insanın kendini koruma ve etkin kılma içgüdüsünden ileri gelmektedir. Bu noktada güç istencinin temelinde iktidar ve otorite arzusundan önce insani bir tetikleyicinin yattığı görüşü öne çıkmaktadır.
154
varmakta da gecikmez. Böylece daha fazla güç talep eder ve yeni sonuçlar elde etme yolunda bu döngüyü devam ettirir. Çünkü ‘varılan’ ve hep ‘bir sonraki bir öncekini aşan sonuçlar’ kişiye yine güç getirir. Bu idealize edilmiş tablo tabi ki tersine de işleyebilir; ya da durağan bir yapı da sergileyebilir. Yani kişi güç kaybedebilir, güçsüzleşme eğilimi gösterebilir ya da sahip olduğu güçle yetinebilir. Ancak Horner’in saptamalarını tam da bu noktada yinelemekte yarar vardır: Kişi sahip olamayacağı şeyleri istememeye kendisini çoğu zaman ikna eder; ancak bu halde bile içsel bir güç istencinden bahsetmek mümkündür. Yani sürekli gerileyen ya da durağan bir tabloda bile değişmeyen tek gerçek kişide bitmeyen bir güç arzusunun varlığını devamlı koruyacağıdır. Latince bir özdeyiş: “Cui plus licet quam par est plus vult quam licet (Gereğinden fazla almasına izin verilen, verilenden fazlasını isteri).” Sonuç olarak değişmeyen üç ana faktörün bir temel soruna işaret ettiğini ileri sürmek mümkündür. Bu üç ana faktör şunlardır: İnsan yaşamı boyunca güce ihtiyaç duyar. Bu ihtiyacı doğrultusunda harekete geçsin ya da geçmesin güç istenci içindedir. Güce sahip olma arzusu çoğu kez belirli bir doyuma ulaşmayla sonlanmamakta; ulaşılan her sonuç daha üstel nitelikler taşıyan yeni sonuçlara ulaşma arzusunu getirmektedir. Bu da öncekini aşan yepyeni bir güç arayışıdır. Bu ana faktörlerin işaret ettiği temel sorun ise şudur: İnsanda güç istenci, hayatta kalma isteğinin doyum noktası olan korkusuzluk ve daha kaliteli bir yaşam isteğinin doyum noktası olan mutlululuğun da ötesinde, yalnızca hazza, şehvete ulaşma, kendini aşma, diğerlerini aşma ve iktidar ya da otorite sahibi olabilme yolunda geliştiği sürece evrensel sorunlara sebep olmuştur ve olacaktır. Bu sorunlar bireyin benliğindeki psikopatolojik düzeyden başlar, diğer bireylerle kurmuş olduğu sosyal bağlara kadar uzanır. Dolayısıyla bu temel bozukluk önce bireyin psikolojik durumunda, daha sonra da toplumların organizasyon ve dayanışmaya dayalı sistemlerinde tamiri çok güç yaralar açabilmektedir. İlerleyen bölümlerde bu sorunlara ilişkin değerlendirmeler özellikle kentlerdeki görünümleriyle özdeşleştirilerek aktarılmaya çalışılacaktır. Kentler ve Güçler – Gücün Değişen Anlamları Buraya kadar insanda gücün felsefi, sosyolojik ve psikolojik açıdan ne ifade ettiği ve güç istencinin bu bakış açılarıyla nasıl yorumlanması gerektiği üzerinde durulmuştur. Konuya kentler açısından yaklaşıldığında ise güç tanımları farklılaşmakta, güç istenci de kentlerdeki etkileri ve görünümleri açısından daha farklı bir karakter çizmektedir. Kent ve güç olgusunu yan yana düşünebilmek için gücün felsefe, sosyoloji ve psikolojideki yani salt insana ilişkin tanımlarından ziyade, kentlerin güç unsurlarını anlamada fayda sağlayabilecek başka yazınlardaki tanımlarına da göz atmak gerekmektedir. Çünkü kentler özellikle bugün yalnızca içinde yaşayan halkı değil tüm i
Çeviren: Prof. Dr. Erendiz Özbayoğlu
155
bir ulusu, hatta dünyayı etkileyen ve yine bu faktörlerden etkilenen bir yapı sergilemektedirler. Kentlerin bu yerel, ulusal ve global anlamlarını her çağ için irdelemek güç ilişkilerini kavramada da büyük önem taşımaktadır. Uluslararası ilişkiler bu düzlemde merkeze alınabilecek bir disiplindir. Uluslararası ilişkiler yazınının en eski ve köklü varsayımlarını ortaya koyan “realist paradigma” uluslararası ilişkilerde “güç” kavramını literatüre sokan ve ona en çok önem veren yaklaşım biçimidir (Arıboğan, 2001:17). Bu yaklaşıma göre genel olarak uluslararası ilişkilerin mekansal boyutlarıyla analiz edilmesi (burada jeopolitik kavramı devreye girmektedir), global sistemdeki güç ilişkilerinin çözümlenmesine dayalıdır. Söz konusu güç ilişkilerinin bugün global sistemdeki aktörler arası işbirlikleri ve çatışmalardan ibaret olduğu söylenebilir. Ancak burada önemle üzerinde durulması gereken konu, hem devletler açısından gücün uluslararası anlamlarının hem de kentler açısından gücün mekansal anlamlarının zaman içinde değişim göstermiş olduğudur. Bu sebeple uluslararası ilişkilerin analizi aynı zamanda dönemin güç anlayışının ve aktörlerinin de doğru tanımlanmasını gerektirecektir. Tam da bu noktada insandaki güç istencinin tarih boyu devletlerin ve bugün global sistemdeki tüm formel ve enformel aktörlerin ‘jeopolitik davranışlar’ında sezilebilir bir itici faktör olduğu ileri sürülebilir. Zaten uluslararası ilişkilerde davranışçı modele göre devletlerin ve global sistemdeki diğer aktörlerin insanınkine benzer davranışlar gösterdikleri, benzer arzularla harekete geçtikleri yolunda bir analoji kurulmaktadır. Devletler ve kentler açısından güce sahip olmak isteyen her aktörün her dönemde yöneldiği, amaç ya da araç edindiği güç unsuru farklı olmuştur. Özellikle dünyada yaşanan temel paradigma değişimlerini anlamamızda önemli katkıları olabilecek bir takım toplumsal, ekonomik, siyasi, kültürel ya da felsefi alanlardaki kırılma noktaları, gücün anlamlarının değişimine de işaret etmektedir. Bu kırılma noktalarından belki en önemlilerinden birisi Sanayi Devrimi’dir. Aslında aydınlanma ile başlayan ancak asıl köklü mekansal dönüşümlerini Sanayi Devrimi’yle görebildiğimiz ‘bilginin bir erk unsuru haline gelme süreci’ toplumsal ve mekansal düzenekleri tamamıyla altüst etmiştiri. İkinci önemli kırılma noktası olarak da özellikle 1970’lerdeki (somut olarak 1973’teki) petrol kriziyle birlikte ortaya çıkan ‘refah devleti bunalımı’nı gösterebiliriz. Bu bunalımla birlikte gündeme gelen ‘bilgi ve üretim teknolojilerinin olağanüstü bir hızda gelişimi’, ‘demokrasi ve insan haklarındaki gelişmeler’, ‘Ulus devlet anlayışındaki, demokratik değerlerdeki değişmeler’, ‘küreselleşme’, ‘neo-liberalizm’, ‘postmodernizm’, ‘postfordizm’, ‘yeni sağ politikalar’ vb. gibi yeni kavram ve olgular belirli paradigma değişimlerini ifade etmektedirlerii. Gelinen bu noktada artık imparatorluk dönemlerindeki gibi yalnızca devlet ya da mutlak iktidarı elinde bulunduran kesimin belirlediği bir güç olgusundan söz etmenin mümkün olmadığı ileri sürülmektedir. Sistem yasal, yasal olmayan, formel ya da enformel davranışlar sergileyen, uluslararası, ulusal, çokuluslu ve hatta bireysel özelliklere sahip çok çeşitli aktörün etkileriyle devinen kaotik bir yapı sergilemektedir. Her aktör bu sistem içinde amaçları doğrultusunda insanoğlunun gücünü maksimize
i
Bu konu hakkında daha ayrıntılı yaklaşımlar Bölüm 4.4’te verilecektir.
ii
Bu konu hakkında daha ayrıntılı yaklaşımlar ise Bölüm 4.5’te verilecektir.
156
etme dürtüsüne benzer dürtülerle güç arayışı içindedir ve bu arayış direk olarak mekana yansımaktadır. Kentler tarih boyunca gücün yansımalarının okunabildiği yegane mekanı ifade etse de, günümüzde gelinen nokta, kentlerin eskiye göre çok daha derin ve hızlı bir biçimde güç unsurlarının çeşitliliğinden doğan kaotik yapıyla ve önceki dönemlerde rastlanmadığı ölçüde görülebilecek vahşi rekabet ortamının yarattığı olumsuz etkilerle dönüşmekte olduğudur. Bu durum dünya coğrafyalarında hem çoğunluğun faydasına olmayan sonuçlar yaratmakta, hem de doğal, kültürel, tarihi vb. değerleri ciddi bir hızda tüketmektedir. Tüm bu faktörlerin yanı sıra kırılma noktalarından üçüncüsü olarak görülebilecek 1990’larla birlikte, yaşanan Körfez Savaşı, Balkanlardaki savaş, 11 eylül saldırıları, Afganistan ve Irak işgalleri ise benzer etkilerle olmasa da güç algılarını değiştirmiş ve global sistemde rol oynayan aktörlere daha farklı açılardan bakmayı zorunlu kılmıştır. Bu kaotik gibi görünen ve belki de gösterilen süreçte güç bugün gerçekten de kontrol altında değil midir? Yoksa neredeyse tek bir elde ve hatta imparatorluk nitelikleri taşıyacak düzeyde tahakkümlerle dünya halkının üzerine mi binmektedir? Kent Sahnesinde Güç İstencinin Görünümleri Gücün ve güç istencinin insanın yerleşik hayata geçişiyle birlikte mekana yansıdığını belirtmek gerekir. Bu sebeple insanoğlunun doğayı biçimlendirme isteği, aslında bilincin ve bilinçaltının derinliklerinden kendi sosyolojik mekanını yaratması anlamına da gelmiştir. Antik çağdan günümüze kalan menhirler, insanoğlunun doğaya egemenliğinin ilk simgeleri olarak kabul edilebilir. Eski Mısır’da yükseklikleri 148 m.’ye kadar çıkabilen piramitler (bkz. Resim 1.), Sümerler’in Ziggurat’ları (bkz. Resim 2), MÖ 3000-2300 yılları arasının güç yapıları olarak karşımıza çıkmaktadır. MÖ 1800 yıllarında Mısır’ın Nil Nehri bataklığında inşa edilmiş 120 m. yüksekliğindeki Faros Feneri de Akdeniz’in gücü simgeleyen yüksek yapıları arasındadır (Çalışlar, 1999:25). Dikkat edilecek olursa, genel olarak gücün görsel simgelerini Sanayi Devrimi’ne dek dini öğelerde aramaktayız. Gücün görsel simgelerini mekana yansıtan güç unsuru ise siyasi iktidarın kendisi olmuştur. İlginçtir ki siyasi iktidar ve dini öğeler birbirleriyle belki de sırf bu sebepten ilişki içinde olmayı günümüze kadar devam ettirmiştir. Örneğin Roma uygarlığında Augustus kentte Yüce Rahip, taşrada ise bir Tanrı idi. Osmanlı’da halife, devlet başkanı olduğu kadar İslamiyet’in de başıydı (Şengül, 1999:10). Günümüzde Tayland Kralı 9. Rama için de aynı durum söz konudur. Siyasi iktidarın dini öğelerle yakınlığı günümüze dek sürüyor olmasına rağmen, gücün kentlerdeki simgelerinin yaratıcıları tarihte sürekli olarak değişmiştir. Aslında güç el değiştirmiştir. Ortaçağa dek ve ortaçağda en üst seviyede olmak üzere, tanrısal öğeler bir güç simgesi olarak kentlerde yerini alırken, aydınlanmayla birlikte (Rönesans kentlerinde) daha siyasi ve merkezi bir otoritenin etrafında gücün odaklanmaya başladığını görmekteyiz. Bu durum Barok Kentlerinde iyiden iyiye güçlenmiş Mutlak Monarşi rejiminin gösterişli siyasi iktidarının güç simgelerini kentlerde yakalamamızla devam eder. Sanayi Devrimi’yle birlikte ise gücün yavaş yavaş merkezi otoriteden özel sektörün sanayi sermayesine doğru kaymaya başladığını ve dolayısıyla kentlerde de bu kesimin güç simgelerini sanayi yapılarıyla okuyabildiğimizi söylemek mümkündür. Son olarak Bilgi Devrimi olarak nitelendirilen ve içinde bulunduğumuz dönemde ise, gücün mutlak sahiplerinin dağılmaya
157
başladığı, küresel sermayenin, çok uluslu şirketlerin, uluslararası örgütlerin devletlerle yarışan, kimi durumlarda ise devletleri aşan güçlere sahip olabildiği ve dolayısıyla da bu güçlerin kentlere kaotik ve hızlı bir biçimde yansıdığı belirtilmelidir.
Resim 1. Sümer Ziggurat’ı
Resim 2. Mısır Piramidi
Ortaçağ Kentleri Kavimler göçü ve Roma İmparatorluğu’nun çökmesiyle Avrupa’da kentsel yaşam sekteye uğramıştır. Merkezi otoriteye dayalı Roma İmparatorluğu’nun birleştirici ve koruyucu gücü ortadan kalkmış, kentler barbar kavimlerin saldırılarına ve istilalarına maruz kalmaya başlamıştır. Tahrip edilen kentleri besleyen kırsal alanların ve ticaret yollarının güvenliği azalmış ve zaten salgın hastalıklarla giderek azalan nüfus daha güvenli yerlere göç etmeye başlamıştır. Avrupa’da Hıristiyanlığın güçlenmeye başlaması da bu döneme denk gelmiştir. Keşişler dini her yere yaymaya başlamış, insanları yaşadıkları kötü koşullardan
158
dolayı tanrıya sığınmaya davet etmişlerdir. Roma’nın son döneminde siyasi güç kazanmaya başlayan din, her anlamda kurumsallaşmıştır. Bu dönemde krallıkları kentlerden ziyade manastır-kilise etrafında kümelenmiş köyler ve dağınık kırsal yerleşmeler oluşturmuştur. Roma İmparatorluğu’nun birleştirici gücünü krallıklarda artık tamamıyla kilise yüklenmiştir. Kilise, egemenliğini toplumlar üzerinde ispat etmiş, politik yaptırımları da zamanla bünyesinde toplamış çağın tek gücü haline gelmiştir. Üstelik bu egemenliğin rüştünü ispat edişi Foucault’ya göre güçle değil, toplumların ruhuna işleyerek, onlara tanrı korkusu sayesinde iktidarını gönüllü bir şekilde kabul ettirerek olmuştur.
Resim 3. Ostuni, İtalya
Resim 4. Mont Saint Michel, Fransa
159
Ortaçağ kentleri, toplumsal hiyerarşinin mekana direk yansıdığı ve bu düzenin en sembolik biçimde, apaçık okunduğu tek dönemdir. Özelikle tepelerde kurulan kale kentleri ele alındığında, kentin merkezinde her şeye hakim bir gücün simgesi olan kiliseyi, hemen çevresinde asilleri, zamanla sur içine alınan çeperlerde tüccarlar ve zanaatkarları, sur dışında ise toplumsal hiyerarşi içinde bir sınıf olarak bile sayılmayan, kırsal alana dağılmış bir şekilde yaşayan ‘serf (köylü)’leri görmek mümkündür (Bkz. Resim 3.). Bu dönemde kentler arasında kiliselerin büyüklüğü, mimari estetiği, gösterişliliği ve saygınlığı açısından ciddi bir yarış da söz konusudur. Yani tek iktidar olan kilisenin kent içerisindeki hakim konumunun yanında mimari nitelikleri de güçlü simgesini ifade etmede önem taşımaktadır (Bkz. Resim 4.). Ortaçağ kentlerindeki tek güç simgesi kilise değildir. İtalya’da birbirleriyle ihtilaflı olan asil ailelerin derebeylik yapılarına uzun kuleler ekleyerek birbirlerine karşı üstünlüklerini göstermeye çalıştıkları bilinmektedir (bkz. Resim 5.). 14. yy.dan kalma birkaç bin nüfuslu San Gimignano’da 20 kadarı ayakta olan 96 kule inşa edilmiştir (Çalışlar, 1999). Rönesans Kentleri İlk olarak özellikle İtalya kentlerinde (Floransa başta olmak üzere) yurttaşlık bilincinin ön plana çıkışı, klasik dönemdeki “özgürlük” düşüncesinin yeniden güçlenişiyle birlikte gelişen aydınlanma hareketleri Avrupa’ya Rönesans’ı (Renaissance – Uyanma, yeniden doğma) getirmiştir. Öğrenme arzusunun doruk noktası Da Vinci”yle birlikte eleştirel düşüncenin -bilimin- filizlenişi, diyalektik deneyin doğuşu ilerleyen dönemde gücün el değiştirmesinde önemli bir yer tutmuştur.
Resim 5. San Gimignano, İtalya
160
Bu dönemde Avrupa’da özellikle pusula’nın keşfiyle mümkün olan uzun mesafeli yolculuklar sayesinde ticaret gelişmeye başlamış, para ekonomisine geçiş hızlanmış, ortaçağın pazar yerleri giderek kalıcı dükkanlara dönüşmüştür. Kısaca ticaret yerel olmaktan çıkmış dünya ekonomisi oluşmaya başlamıştır. Ancak özellikle 16. yy.da oldukça gelişen ticaretle (merkantilizm) birlikte ortaya çıkan kentler arası rekabet ve pazarları ele geçirme çabası, mal ve para dolaşımını garanti altına almak için merkezi bir otoritenin koruyuculuğuna gereksinimi de yaratmıştır. Bu durum ortaçağın tanrısal gücünü devredeceği merkezi otoritenin giderek güçlenmesi anlamına gelmektedir. Güçlenen merkezi otoritenin kentteki güç simgeleri de ortaçağın simgelerinden tabi ki farklıdır. Öncelikle bu gücün ifade edilebilmesi için ortaçağın kendiliğinden, organik bir biçimde ortaya çıkan kentsel formuna ve estetiğine karşın Rönesans’ta bilinçli bir düzen yaratma ve belli bir estetik anlayışa ulaşma çabası söz konusu olmuştur. Bu çerçevede ideal kent şemaları ortaya çıkmıştır. Bu şemalara Leon Batista Alberti’nin çalışmaları temel oluşturmuşturi. Alberti’ye göre: Kentler muntazam, rasyonel bir plana ve mimariye sahip olmalı Kent çevresi dairesel formda olmalı Işınsal yol sistemi olmalı (Meydanlardan çıkan ışınsal yollar) Bina yüksekliklerinde eşitlik gözetilmeli Yollar düz bir aks halinde uzanmalı ve önemli bir yapı ile sonlanmalıdır. Bu ilkeler doğrultusunda geliştirilen ideal kent şemaları merkezi otoritenin henüz bütüncül uygulamaları gerçekleştirecek kadar güçlenmemesi sebebiyle uygulama olanağı bulamamıştır. Daha çok parçacıl uygulamalarla ortaçağın organik kent dokusu bulvar çalışmalarıyla düzenlenmeye çalışılmıştır. Bütüncül olarak uygulama olanağı bulmuş tek kent Palma Nova’dır (bkz. Resim 6). Sonuç olarak Rönesans dönemi kentleri, gücün tanrısal öğelerden merkezi otoriteye geçiş aşamasını ifade etmektedir. Barok Kentler 17. yy.la birlikte gelişmekte olan tüm ulus devletler için ticaret önemli bir gelir kaynağı haline gelmiştir. Tüccarlar ve aynı zamanda merkezi otorite güçlenirken, Rönesans dönemine göre daha da keskin bir biçimde olmak üzere, feodal beyler önemini tamamen yitirmiştir. Tüccarı ve ticareti koruma politikası (himayecilik) merkezi otoritenin en önemli görevi haline gelmiştir. Bu dönemde ayrıca sömürgecilik de ekonomi de riski azaltmak için önemli bir araç teşkil etmektedir. İktidarın merkezileşmesi, yeni toplumsal yapıyı denetlemek için geniş bir bürokrasiyi, sürekli, profesyonel bir orduyu ve başkenti gerekli kılmıştır. Merkezi otoritenin güçlenmesiyle dev saraylarda yaşayan kralın ve soyluların yaşam biçimlerinin belirlediği gösterişli, şaşaalı bir devir başlamıştır (XIV. Louis örneği). Benzer özellikler sanat dünyasında da kendisini göstermektedir. Bu, aslında kentler
i
Bu ilkeler çerçevesinde geliştirilen ideal kent şemaları için bkz. Albrecht, Dürer, Cataneo, Maggi ve Filarete.
161
ve insan yaşamı için yeni bir sentez anlamına da gelmektedir: dramatik, abartılı, tiyatrovari (Müzik, resim, mimari vb.) bir yaşam ve bu yaşamın geçtiği sahne: kent…
Resim 6. Palma Nova, Scamozzi, Venedik
Kısaca Barok dönemi kentlerinde akla, aklın gücüne önem veren, her şeyi sistematize edip rasyonelleştiren ve oldukça naif olan Rönesans tutumu yerine; duyuların bilinçli olarak uyarıldığı, duygulara hitap eden şaşaalı bir yaklaşım kendisini göstermiştir. Mutlak gücü elinde bulunduran ve bunu Mutlak Monarşik siyasi sistemle meşrulaştıran iktidar sahipleri ve ticaret sermayesi dönemin güç simgelerini kentlerde sergilemeye başlamıştır. Bunlar daha çok gösterişli yaşam biçiminin yansımalarından ibarettir. Ortaçağın kilisesi yerine kentte odak yapı saraydır. Ayrıca sarayın dışında mutlakiyetçi Barok rejimlerin ekonomik, politik ve toplumsal yapısının sonucu olarak ve gelişen kültür ortamında yeni işlevler ve bunları barındıran yeni yapı tipleri de ortaya çıkmaktadır. Bunlar: tiyatrolar, yönetim yapıları, konser salonları, sanat galerileri, kütüphaneler, müzeler, askeri kışlalar… vb.dir. Hepsi otokratik rejime yaraşır anıtsallıkta tasarlanmışlardır. Rönesans döneminde Alberti’nin ilkeleri doğrultusunda geliştirilen fikirler bu dönemde bütüncül olarak uygulanma olanağı da bulmuştur. Özellikle büyük Avrupa kentlerinin merkezlerinde, saray ve çevresinde gerçekleştirilen yenileme (yıkıp yeniden yapma) çalışmaları kentlerin çehresini kökten değiştirmektedir. Kentler adeta Barok dönemin güç unsuru olan merkezi otoritenin gücünü ifade edecek şekilde yeniden organize edilmektedir (bkz. Resim 7.).
162
Resim 7. Versay Sarayı
Sanayi Devrimi ve Kentler Toplumları ve kentleri temelden sarsan, ‘her şeyin bir alt-üst oluş’la yeniden kurulmasını koşullayan Sanayi Devrimi, gelenekler, ortak yaşam biçimleri ve değer yargılarının, merkezi otoritenin ve bir grup elitin kararlarının belirleyici olduğu sanayi öncesi toplumlarında gerçek bir şok etkisi yaratmıştır. Özellikle mekanda belirgin bir sınıfsal ayrışmanın olmadığı kentlerde üretim biçimlerinin kökten değişimi (makineleşme ve rasyonalizasyonun geniş ölçüde üretime uygulanıyor olması), el emeğiyle ev ölçeğinde üretime (tek bir sahibi olan atölyelerde ‘artizanal’ üretime), tarıma ve ticarete dayalı ekonomik yapıyı alt-üst etmiştir. Dolayısıyla üretim biçiminin değişmesiyle yaşam biçimleri ve kentlerin karmaşık olmayan yapısı da değişmiştir. Adam Smith’in‘Milletlerin Zenginliği’ (Wealth of Nations – 1776)’nde ortaya koyduğu liberal doktrini ve akabinde Fransa’da (1789’da) yaşanan burjuva devriminin Avrupa’daki toplumsal yaşamda ve dünyada yarattığı farklı etkiler göz önünde bulundurulduğunda, sanayinin kentlerde ve zihinlerde yaratmış olduğu çelişki daha net bir şekilde görülebilir. Başka bir deyişle artık kentleri ve zihinleri biçimlendiren yeni güçlerin ortaya çıktığı ve toplumun bunları denetleyecek tecrübe ve yasal çerçeveden yoksun olduğu düşünülürse, Adam Smith’e göre daha serbest olan ama gerçekte daha baskıcı bir insan yaşamının şekillenmeye başladığı fark edilecektir. Sanayi Devrimi’nin en önemli ilk yansıması tabi ki üretim biçimlerindeki değişimlerin yarattığı etkilerdir. Bu etkiler ilk olarak sanayiye ilişkin bilgiye ve üretime yatırım yapan ülkelerde görülmüştür. Kentsel mekanın fabrikaların yer seçtikleri alanlar etrafında ya da ucuz arsanın bulunduğu yerlerde konumlanan, özel sektör tarafından acil ve sağlıksız şartlarda üretilen işçi konutlarıyla (sırtsırta konutlar, mahzen konutları, pansiyon tipi konutlar, kira kışlaları vb.) dolup taşması, nüfusun bu süreci tetikleyen ve bu sürecin bir yerde de sonucu olarak hızla artması sebebiyle kontrolsüz olarak biçimlenmesi bu etkilerin ilk görünümleridir. Foucault’ya göre sanayileşmeyle birlikte insan davranışlarını kontrol etmeye yönelik disiplinler de doğmuştur (Sözen, 1999:65). Psikoloji, suç bilimi, klinik tıp gibi. Bu konuda Castells (1997b) de benzer yaklaşımlarda bulunmuştur. Birbirlerine sırtını dönmüş, ortak yaşam alanları olmayan işçi evlerinde yaşayan, zorunlu olarak
163
bireyselleşmiş ve kişiselleşmiş olan emeğin günlük yaşamında bir “terslik” oluştuğunda bir psikiyatrist ya da bir polis daima hazır (Castells, 1997a) bulunmaktadır. Akademik disiplin iki uçlu bir pratiktir: Bir taraftan bilgi ve hakikati kontrol eder, öte taraftan sosyal amaçlar için kişileri ve bünyeleri / bedenleri denetim altında bulundurur (tıp ve ekonomik teoriyi kullanarak nüfusun davranışını disipline etmek gibi) (Sözen, 1999:65). Böylece bilgi dil yoluyla güce önderlik eder (Lemert ve Gillan, 1982:19-21; akt. Sözen, 1999:65). Bilginin çağımızdaki düzeyde gücü ifade etmesi bu dönem için geçerli olmasa da bu gücü devlet ve sermaye kendi çıkarları için gerek toplumları iğdiş edebilme yolunda gerekse bu güce dayalı otoritelerini tartışmasız kılacak ‘üstsöylem’ (metadiscourse)’i yaratma yolunda kullanmışlardır. Adam Smith’in liberal doktrininin toplumun aristokrat kesimine ve burjuva sınıfına sağlamış olduğu taraflı özgürlükler de özel sermaye piyasasının büyümesini ve global anlamda söz sahibi olmaya başlamasını getirmiştir. Tam da burada gücün artık tek elde toplanan mutlak bir güç olmaktan çıkmaya başladığını görürüz. Rönesans’ın ve merkantalizmin oluşturduğu sağlam temel üzerine kurulan bu yapılanma ekonomilerin Avrupa açısından gerçek anlamda globalleşmesinin ilk perdesidir. Sanayi Devrimi’nin kentlere vurduğu en ağır darbe bir dönem için en önemli güç unsuru ve simgesi haline gelen sanayi yapıları ve bu güce hizmet eden emeğin yaşadığı sağlıksız konut çevreleridir. Gücün ve güçsüzlüğün biraradalığının bu kadar acıklı – çıplak bir biçimde kentte göründüğü başka bir dönem olmayacaktır (bkz. Resim 8.).
Resim 8. Sanayi Devrimi ve kentler: Fabrika (güç) – İşçi Konutları (güçsüzlük)
Ancak 1900’lerde ve hemen akabinde 1929’da yaşanan krizlerle ürettiğini satamayan bir sanayi sermayesiyle karşı karşıya kalırız. Bu krizler yalnızca bir üretim-tüketim krizini ifade etmezler.
164
Kapitalizmin başlangıcından bugüne devletlerin ekonomik yapılarını oluşturan ve dönüştüren sermaye birikim süreçleri zaman zaman krizler yaşamış ve bu krizler krizin yaşandığı coğrafyalarla birlikte iletişim düzeylerinin artmasıyla dünyanın bir çok yerini etkisi altına alabilmiştir. Genel olarak kapitalist sistemin zamanla kendisini yeniden üretememesiyle ortaya çıkan krizler, ülke içi ve ülkeler arası ekonomik faaliyetleri etkilerken, asıl etkisini siyasal, toplumsal ve mekansal yapılarda göstermiştir. Bugüne dek iktisadi dalgalanmalarla ortaya çıkan her kriz, dünya için niceliksel değişimlerin niteliksel sıçramalara yol açtığı bir köklü değişim noktasını ifade etmiştir. Örneğin genel olarak Avrupa’da 1900’lerde yaşanan kriz, dünya ölçeğinde ilk etapta sermaye birikim biçimlerini dönüştürmüştür. İngiltere’nin hegemonyasındaki, devletin rolünün kısıtlı olduğu, para ve emek piyasasını şirketlerin belirlediği, emek gücünün devlet güvencesi altında olmadığı, örgütlülük düzeylerinin düşük olduğu bir sistemin birikim biçimi olan ‘yaygın birikim’ üretiminden; krizden çok daha az etkilenmiş olan Amerika’nın hegemonyasındaki, ücretli emek gücünün geliştiği, makineleşmenin öne çıktığı, emeğin verimliliğinin arttırılmasıyla daha kısa çalışma süreleriyle daha çok üretimin sağlanabildiği (Taylorist yaklaşım) bir sistemin birikim biçimi olan ‘yoğun birikim’ üretimine geçilmiştir. 1900’lerde yaşanan krizin mutlak bir sonucu olarak görülmemesi gereken bu sürecin, özellikle Avrupa’da her ülkede farklı zamansallıklarla işlediği de göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak krizin sermaye birikim biçimlerini dönüştürücü etkisi tartışılmazdır ve bu etkiye benzer etkiler her kriz sonucunda yaşanmıştır, yaşanacaktır. Bilgi Devrimi ve Kentler Sanayinin global açıdan en önemli güç unsurlarından birisi olmasının 1973 petrol krizine dek sürdüğü ileri sürülebilir. Çünkü sanayiye dayalı ekonomik kalkınmanın sürdürülebilir kılınması için sürdürülebilir bir enerji kaynağına ihtiyaç vardır. Ancak yaşanan bu kriz petrolün tükenebilir bir kaynak olduğunun, petrol rezervlerine sahip ülkelerin bu rezervlere sahip olmayan ülkelere nazaran daha avantajlı konumda olduklarının bir kez daha fark edilmesini sağlamış ve sanayiye dayalı ekonomik sistemin dünyada ciddi bir bunalım yaşamasına sebep olmuştur. Özel olarak petrol bunalımını alternatif enerji kaynakları bulma yolunda aşma girişimlerinin yanında -belki de daha önemli dönüşümlerin önünü açtığından fen ve sosyal bilimler alanlarında- farklı paradigma değişimleri tanımlanmış ya da ifade edilmiştir. Süreç içerisinde, özellikle sosyal bilimler alanında, kapitalizmin 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarından itibaren 30 yıllık aralıklarla yaşamış olduğu krizlerden sonuncusu olarak nitelendirilebilecek 1973 petrol krizinin artık geleneksel paradigmalarla aşılamayacağı ileri sürülmüştür. Sanayi toplumunun öz değerlerinde ve yaşam felsefesinde gerçekleştirilmesi gereken ve devletleri krizi aşmaya götürecek niteliksel sıçramanın, en başta ‘bilginin üretimi’ ve ‘toplum tarafından değerlendiriliş biçimi’nde yaşanması beklenen paradigma değişimleriyle gerçekleşeceği düşünülmüştür; düşünülmektedir. ‘Bilginin üretimi’ ve ‘toplum tarafından değerlendiriliş biçimi’nde gerçekleştiği vurgulanan paradigma değişimi, aydınlanma ve Sanayi Devrimi’nden sonra dünyada bugüne dek ifade edilmiş en köklü değişimdir. Joseph S. Nye Jr. (2003:53) bu değişimi şu şekilde aktarmaktadır: “Princeton’dan tarihçi Robert Darnton’ın belirttiği gibi ‘her çağ bir bilgi çağıydı, her birinin bilgisi kendine özgüydü’. Ama Bacon bile bugünkü Bilgi Devrimi’ni tasavvur edemezdi. Şöyle ki, 21. yy.ın başında İnternet’te 610 milyar e-posta mesajı ve 2.1
165
milyar sabit sayfa bulunmaktaydı. Bu sayfalar her yıl %100’lük bir oranda artmaktadır. Bazen yeni bir Sanayi Devrimi olarak adlandırılan bilgisayar ve iletişim bağlantısı teknolojilerindeki bu dramatik değişim, hükümetlerin ve egemenliklerin doğasını değiştirmektedir.” Bilgi teknolojilerinde gerçekleşen hızlı ve köklü değişimin toplumların, devletlerin ve hatta bireylerin doğasını değiştirmekte olduğu kesinlikle yadsınamaz. Ancak gelinen bu noktanın krizin aşılmasında bir açılım mı sağlayacağı, yoksa krizi derinleştiren bir rol mü oynayacağı konusunda genellikle farklı görüşler bulunmaktadır. Deniz Ü. Arıboğan (2001) Globalleşme Senaryosunun Aktörleri adlı çalışmasında özellikle 1970’lerden sonra uluslararası literatürde devlet temelli yaklaşımın eski önemini yitirdiğini belirtmektedir. Arıboğan’a göre devlet artık ne kendi sınırları içerisinde yaşayan halka, ne de kendi kurumlarına Hobbes’cu bir egemenlik anlayışıyla hükmedememektedir (Arıboğan, 2001:16). Çünkü güç artık yalnızca devlette değil, örgütlerde, medyada, şirketlerde ve daha birçok kurumda da bulunan alternatif bir potansiyele işaret etmektedir. Artık güç olgusunun karakteri de değişmiş ve devletin gücünü belirleyen temel kriter olan askeri potansiyel yerini bir çok aktör tarafından paylaşılan ekonomik verilere bırakmıştır (Arıboğan, 2001:16-17). Bu görüşe göre artık imparatorluk dönemlerindeki gibi yalnızca devlet temelli bir güç olgusundan söz etmek mümkün değildir. Sistem yasal, yasal olmayan, formel ya da enformel davranışlar sergileyen, uluslararası, ulusal, çokuluslu ve hatta bireysel özelliklere sahip çok çeşitli aktörlerin etkileriyle devinen bir kaotik yapı sergilemektedir. Bu aktörlerin güçlerini kentler üzerinden okumak istersek yine çarpıcı bir tabloyla karşı karşıya kalırız. Özellikle gelişmiş ülkelerin dünya kentlerinde, merkezi yönetimin, çok aktörlü resmi ya da resmi olmayan örgütlerin, çokuluslu şirketler vb.nin prestij yapıları merkezde yer seçmekte ve adeta birbirleriyle yarışan anıtsallıkta özellikler göstermektedirler (bkz. Resim 9.). Bilgi Devrimi’nin gücün paylaşımına ilişkin yarattığı sonuçlar net bir biçimde dünya kentleri üzerinden okunabilirken bu gücün eşitsiz olarak dağıldığı gerçeği Sanayi Devrimi’nin erken dönemlerine göre bu dönemde çok daha fazla kendisini göstermektedir. Şöyle ki: Birleşmiş Milletler’in en son İnsani Gelişim Endeksi’ne göre dünya nüfususun 1.3 milyarı halihazırda günde 1 yada daha az dolarla geçinmektedir (Bauman, 1999:94). Gelişmekte olan (azgelişmiş) ülkelerde yaşayan 4.5 milyar insanın her beşinden üçü temel altyapı hizmetlerinden yararlanamamaktadır. Üçte biri içecek su olanağından yoksun, dörtte biri insana yaraşır nitelikte bir konutta oturmuyorken, beşte biri hiç sağlık hizmeti alamamaktadır. Her beş çocuktan biri herhangi bir okula 5 yıl bile gidemezken, aynı oranda çocuk sürekli yetersiz beslenme sorunu ile karşı karşıyadır. Gelişmekte olan yüz ülkenin sekseninde kişi başına düşen yıllık gelir, otuz yıl öncesinin altındadır. On dokuzuncu yüzyılın başında, dünyanın en zengin ve en yoksul ülkeleri arasındaki kişi başına düşen gerçek gelirlerin oranı 1/3’ken, bu oran 1900 yılında 1/10, 2000 yılında ise 1/60 olmuştur. Yine bugün dünya nüfusunun en zengin % 1’inin geliri, en alttaki % 60’ın gelirine eşittiri.
i
Bkz. http://public.cumhuriyet.edu.tr/~mazlum/yoksulluk.htm; Erişim Tarihi: 14.06.2006
166
Resim 9. Manhattan, Newyork, ABD
Bugün çokuluslu şirketler dünya üretimine egemendirler. 140 Amerikan çok uluslu şirketinin yıllık toplam satışları 380 milyar dolardır. Bu rakam ABD ve Bağımsız Devletler Topluluğu ülkeleri dışında kalan bütün ülkelerin milli hasılalarından daha fazladır. Bazı şirketler, ekonomik olarak, içinde faaliyet gösterdikleri ülkelerden daha büyüktür (Toffler, 1991:24). Amerika’ya baktığımızda nüfusun % 17’si yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. En yüksek gelire sahip 2.7 milyon kişinin geliri, en düşük 100 milyon kişinin gelirine eşittir. 8 milyon Amerikalı evsiz, sokaklarda yaşamaktadır. Son yirmi yılda en yoksul Amerikalıların toplam geliri % 21 azalırken, en zenginlerin geliri ise % 22 artmıştır. Bugün Amerika’da açlık tehdidiyle yüz yüze olan insan sayısı 30 milyondur (Kızılçelik, 2002:232-236). Sonuç: Günümüz Tablosu ve Güce Yenilikçi Bir Yaklaşım Şüphesiz bugün hem kentlerde, hem zihinlerde yarattığı etkiler açısından güç denilince akla ilk gelen ülke ABD’dir. Bugün İnternet’teki erişiminde çok önemli bir yere sahip olan arama motoru www.google.com’da “power (güç)” anahtar sözcüğüyle yapılan aramada ilk çıkan sonuçlarda G. Bush’un gülümseyen yüzüyla karşılaşmaktayız. ABD yaratmış olduğu tartışmasız gücü tabi ki tarihteki bir çok manevrası sayesinde sağlamıştır. Ancak bunlardan belki de en vahşice ve antidemokratikçe olanları 1990’larla birlikte dünyanın gündemine girmiştir. Şöyle ki:
167
ABD yaşamış olduğu petrol krizini aşabilmek için belirli politikalar izlemiştir. Özellikle Soğuk Savaş’ın bitmesi, Doğu Blok’unun dağılması sonrasında belirlenen ekonomik politikalar devletin küresel hegemonya olma isteğinin göstergeleri olmuştur. Ancak petrol sorunu bu politikalarla bertaraf edilmek istense de hiçbir zaman tamamen çözülemeyecektir. Bu sorunun askeri güçle çözümüne ilişkinse üç önemli müdahale gerçekleştirilecektir. Bu müdahaleler süreç içerisindeki güç algılarını altüst edecektir. İmparatorluk - Devlet temelli olmadığı, çok aktörlü olduğu ileri sürülen bir global sistemde imparatorluk tavrı sergileyen bir devlet, ulusal çıkarları için bütün dünyayı karşısına alabilecektir. Bu müdahaleler 1991 Körfez savaşı, Afganistan ve Irak işgalleridir. Daha ilerisinde yaşanması muhtemel vahşetleri de yine kendi vahşet literatürünü (!) kuranlar tarafından açıkça belirtildiği görülmektedir: Büyük Ortadoğu Projesi… Tarih boyunca tabi ki her devlet ulusal kalkınmanın haricinde bir takım makro çıkarlar için de savaşlar vermiştir. Bu kimi zaman ülke sınırlarını genişletme arzusuna dayandırılmış, kimi zaman dünyanın hakimiyetini ele geçirmek için bir takım mekansal stratejiler geliştirmeye… Ancak hiçbirisinde neredeyse bu denli erotikleşmiş bir güç arayışı söz konusu olmamıştır. ABD bahsi kapatılacak olursa, bugün için devletler de dahil olmak üzere global sistemdeki her aktör bu sistem içindeki amaçları doğrultusunda insanoğlunun gücünü maksimize etme dürtüsüne benzer dürtülerle güç arayışı içindedir. Bu durum dünya coğrafyalarında çoğunluğun faydasına olmayan sonuçlar yaratmaktadır. Toffler’in gücün kötüye kullanıldığına ilişkin yorumlarını boşa çıkartmayan bu tablo ne yazık ki uzun bir süre de değişmeyecek gibidir. Bu noktada temel sorun güç arzusundan çok gücün nasıl kullanıldığına dayanmaktadır. Güç arzusu bugün global sistemde doğal kaynakların hızla tüketilmesine sebep olmaktadır. Güç arzusu tarihte bir çok uygarlığı, medeniyeti, kültürü yok etmiştir; etmektedir. Güç arzusu bugün insani değerleri de hızla tüketmektedir. Güç arzusu güçsüzü, insanı acımasızca yok etmektedir. Sonuç olarak güç tüm paradigmalar alt-üst olsa da, dünya iki kutuplu, tek kutuplu, çok aktörlü olsa da paylaşılmaktadır ve yeniden üretilmektedir. Fizikte enerjinin korunumu yasasından yola çıkılacak olursa ekonomik, askeri, toplumsal hangi alanda olursa olsun global düzeyde topyekün bir güç söz konusudur ve bu güç sürekli el değiştirmektedir. Bu süreç içinde yıkımların yaşanmaması, dünyanın ve toplumların köklü zararlar görmemesi adına güç ve insanoğlunun temelden barışması gerekmektedir. Güçle barışacak bir insanoğlunun düşü uzak olsa da imkansız bir inanç değildir. Strensud (1979; akt. Horner, 1997) “Kişisel güç sahip olduğumuz değil yaşadığımız bir şeydir. Yapımızın doğal bir parçasıdır. …Güç elde etme veya itibar kazanma gereksinimi olmadığı zaman, gücümüzü yitirme korkusuyla ona sarılmadığımız zaman gereksinim duyduğumuz tüm güce sahibizdir” diyerek Taocu inanca dikkat çeker. Öyleyse Russell’la da sonlandırmak mümkün görünüyor: “İktidar felsefeleri toplumsal sonuçları göz önüne alındıkça kendi kendilerini çürütürler. Benim tanrı olduğum inancını eğer benden başka paylaşan çıkmazsa beni tımarhaneye kapatırlar; eğer inancımı başkaları da paylaşırsa bu bir savaşa yol açar ve ben büyük bir ihtimalle bu savaş içinde mutlaka bir gün yok olurum. Kahramanlık dini korkak bir ulus yaratır. Pragmatizme inanç eğer yaygınsa yalın gücün egemenliğine yol açar ki bu da hoş değildir. bundan dolayı pragmatizme inanç yine kendi denek ölçüsü üzerinden temelsizdir.
168
Eğer toplum hayatı toplumsal istekleri doyuracaksa, bu toplum hayatının güç istencinden türemeyen bir felsefeye dayandırılması gerektir.” (B. Russell, İktidar)
169
Kaynaklar Arıboğan, D. Ü., (2001), Globalleşme Senaryosunun Aktörleri – Uluslararası İlişkilerde Güç Mücadelesi, Der Yayınları, İstanbul Bauman, Z., (1999), Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Sarmal Yayınevi, 60-81, İstanbul. Castells, M., (1997a), Kent, Sınıf, İktidar, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara Castells, M., (1997b), The Rise of Network Society, Blackwell, Cambridge. Çalışlar, H. C., (1999), Mimaride Güç ve İktidarın Kullanımı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul Freud, S., (1994), Psikanalize Giriş Dersleri, Öteki Yayınevi, 136-139, Ankara. Fromm, E., (1990), Sahip Olmak ya da Olmak, Arıtan Yayınevi, İstanbul Haley, J., (1969), The Power Tactics of Jesus Christ, Grossman, New York; akt. Horner, A., (1997), Güç Sahibi Olma İsteği ve Güce Sahip Olmaktan Korkma, HYB Yayıncılık, Ankara. Horner, A., (1997), Güç Sahibi Olma İsteği ve Güce Sahip Olmaktan Korkma, HYB Yayıncılık, Ankara. Kızılçelik, S., (2002), Sefaletin Sosyolojisi, Anı Yayınları, 232-236, Ankara. M. Poloma, M., (1993), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Gündoğan Yayınları, Ankara Magee, B., (2000), Büyük Filozoflar – Platondan Wittgenstein’a Batı Felsefesi, Paradigma Yayınları, İstanbul Nietzsche, F., (2002), Güç İstenci – Bütün Değerleri Değiştiriş Denemesi, Birey Yayınları, İstanbul Nye Jr., J. S., (2003), Amerikan Gücünün Paradoksu, Literatür Yayınları, İstanbul Sözen, E., (1999), Söylem – Belirsizlik, Mübadele, Bilgi / Güç ve Refleksivite, Paradigma Yayınları, İstanbul Strensud, R., (1979), “Personal Power: a Taoist perspective”, Journal of Humanistic Psychology, 19:31-41; akt. Horner, A., (1997), Güç Sahibi Olma İsteği ve Güce Sahip Olmaktan Korkma, HYB Yayıncılık, Ankara. Şengül, G., (1999), Kentsel Tasarım Bakış Açısından Güç Odaklarının Kent Mekanına Etkisi: Beşiktaş – Maslak Aksı Örneği, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitisü, İstanbul Tevfik, B. Vd., (2001), Nietzsche - Hayatı ve Felsefesi, Çev.: Burhan Şayli, Karşı Kıyı Yayınları, İstanbul Timuçin, A., (2001), “Korkunun İktidarı”, Felsefelogos Dergisi, Dosya: Güç – İktidar Felsefesi, 16:19, Bulut Yayınları, İstanbul Timuçin, A., (2003), Ölesiye Sevmek, Bulut Yayınları, İstanbul Toffler, A., (1992), Yeni Güçler, Yeni Şoklar, Altın Kitaplar, s17, İstanbul Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük, (1998), TDK Yayınları, Ankara
170
İnternet Kaynakları [1] “Globalleşmenin ortaya çıkardığı tehlikeler”, (2005) www.canaktan.org/yeni-trendler/globallesme/tehlike.htm [2] http://public.cumhuriyet.edu.tr/~mazlum/yoksulluk.htm