Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca Türkce Sözlük 60 000 Başlıq Turuz-Tebriz-2012
1
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
A
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"1928 senesinde alınan Türk alfabesinin ""a"" harfi, Osmanlıcadaki elif ve ayın harflerine yakın bir ses verir."
Ab
Kusur, ayıp, noksanlık.
âb
su.
Âbâ ve ecdâd
Analar, babalar, dedeler.
Âbâ
(Eb. C.) Babalar, pederler. * Mc : Mürşidler, ileri gelenler.
A'ba
Ağırlıklar, yükler, mes'uliyetler. * Sandık.
âbâ
babalar, atalar.
Aba
Ekseriyetle yünden yapılmış, bol giyimli bir libas, elbise. (Peygamber Efendimiz de (A.S.M.) bu libası giyerlerdi.)
Aba'
Kaba, ahmak kişi.
aba
yünden yapılmış kaba kumaş.
Abab
(Abb) Suyu nefes almadan içmek. * Işık, nur, ziyâ.
Âbab
Otu bol olan yerler, çayırlar, otlaklar, mer'alar.
Ab'ab
Taze civanlık. * İbrişim halı. * Dağ tekesi. * Yumuşak yünden yapılan kisve.
Ab'âb
Uzun boylu kimse. * Güzel huylu ve sabırlı adam.
âbâd
ebedler, sonsuz gelecek zamanlar.
Abad
Ebedler. Sonsuz gelecek zamanlar.
A'bad
Köleler.
Abadan
f. Mâmur, şen. İmâr edilmiş.
2
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Abadî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bayındırlık, mâmurluk, şenlik. * İmar edilmiş olan. * Hindistan'ın Devlet-âbad şehrinde ipekden yapılmış bir yazı kağıdı.
Abâdile
Abdullah isimli sahabeler.
Abâdile-i seb'a
Meşhur olan yedi Abdullah isimli sahabe-i kiram (R.A.) (Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Mes'ud, Abdullah İbn-i Ravâha, Abdullah İbn-i Selam, Abdullah bin Amr bin As, Abdullah bin ebi Evfâ (R.A.) (Asr-ı saadette Abdullah ismiyle anılan ikiyüz yirmi sahabe-i kiram hazerâtı vardı.)
Abajur
Fr. Lamba siperi.
Abak
İcab etmek. Lâzım olmak. * Yapışmak.
Abakiye
Lâzım olmak. * Yapışmak. * Zahmet.
Abal
Dağ kili.
Âbal
Develer.
Abalet
Ağırlık.
Abam
şişman kimse.
Aba-puş
f. Aba giyen, derviş. * Fakir.
Âbar
(Bi'r. C.) Kuyular. Su kuyuları. * f. Hesap defteri.
Abat
Koltuk altları.
Abb
Işık, nur, ziya. * Güzelleşme.
Abbas
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın amcalarındandır ve Mekke'nin fethinde Müslüman olmuştur. * Arslan, gazanfer.
Abbasî
Resul-i Ekrem'in (A. S.M.) amcası Hz. Abbas'ın neslinden gelen veya aynı sülâleden gelenlerin kurdukları devlete mensup olan.
Ab-berin
f. Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana gelen içi oyuk kovuk.
Ab-came
f. Su kabı.
3
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ab-çera
f. Kahvaltı.
Abd
"Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). ""Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."""
abd
kul, köle.
abdal
dünya ile ilgisini kesen mânevî makam sahibi kişi.
Abdal
t. Safdil, ahmak, bön. * Afganistan'da yaşıyan bir Türk kavminin adı, bu kavimden olan kimse. * Anadoludaki bazı göçebelerin adı ve bunlardan olan kimse. * Derviş, ermiş, kalender. Kendini Allah'a adamış. Ona teslim olmuş, bu yolda çile çekmiş kimse. (Bak : Ebdal)
Abdan
(Ab. dan) Bahçe kovası, bahçe sulamaya mahsus süzgeçli kova. * Sidik kesesi, mesane.
Abdar
f. Parlak. * Sağlam vücudlu. * Su veren hizmetçi. * Mc : Ter u tâze, tap taze.
Ab-dest
f. Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir. * Azarlama, paylama.
abdest
su ile temizlik ibadeti.
Abdestan
f. Su ibriği, abdest ibriği.
Abdest-hane
f. Ayak yolu, helâ. * Abdest alacak yer.
abdiyet
kulluk.
Abdiyet
Kulluk. * Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte bulunmak.
4
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Abdulaziz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
32. Osmanlı Padişahıdır. Hilâfeti (Hi: 1277-1293) seneleri arasındadır. Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından bilek damarları kesilerek şehid edilmiştir.
Abdulhamid ll
(mi: 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır. 33 yıl saltanatta kalmış olan bu şefkatli Sultan,İslâmiyete son derece bağlı idi. Yüksek bir siyaset adamı ve devlet işlerini bizzat takibeden bir zattı. Memlekette bolluk ve refahı te'min için çalıştı. (R.Aleyh)
Abdulkadir
Allah'ın kulu.
Abdulkadir-i geylanî
(Bak: Geylânî)
Abdulkahir-i cürcanî
(Bak: Cürcanî)
Abdullah ibn-i abbas (r.a)
"Ashab-ı Kiram'ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i
Ekrem'in (A.S.M.) amcasının oğludur. Ashâb-ı Kirâm arasında mümtaz bir mevki'e hâizdir. Sahih-i Buhari'de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında : ""İlâhi onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!"" diye dua buyurmuştu. Bu âli duaya mazhariyetinden dolayı zamanın en bilgin şahsiyeti olmuştu. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hadislerini ezberlemekte, tefsir, hadis, fıkıh ve ferâiz gibi yüksek ilimlerde eşsizdir. Hz. Ömer ve Osman'ın (Radiyallahü anhüma) hilâfetleri zamanında müftülük vazifesini ifâ ediyordu. Kur'anın tefsirindeki müstesna kudretinden dolayı Habr-ülümme, Tercemân-ül-Kur'an, Sultan-ül-Müfessirin gibi yüksek lâkablarla Ashab ve Tabiin arasında şöhret buldu. 1640 hadis rivâyet etmiştir. Hicretin 68. yılında 70 yaşında olduğu hâlde Tâif'de ebedî hayata kavuşmuştur. (R.A.)" Abdullah ibn-i ömer
Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri
5
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gelenlerinden ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi. Hilâfet ve Valilik işlerine hiç karışmadı. Müttaki, cömert, kanaat sahibi, halim bir zat olup kendini dünyaya bağlaması ihtimali olan bir malı olsa derhal onu sadaka verir veya hediye ederdi. (R.A.) Abdullah ibn-i zübeyr Ebu Bekir-i Sıddık'ın kızı Esma'nın oğludur. Muhacirlerden ilk doğan çocuk olup cesaret, şecaat, ibadet ve takvası ile meşhurdur. Zübeyr ibn-i Avvam'ın oğludur. Yezid'in saltanatını kabul etmedi ve Mekke'de dokuz sene halifelik yaptı. 73 yaşında şehid edildi. (R.A.) Abdullah
Allah'ın kulu. * Bu isim Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek ve şerefli isimlerindendir. Çünkü, Allah'a itaat ve ibadette, kulluk yapmada devamlı ve en ileride olup bütün ömürlerinde Cenab-ı Hakka maddi manevi bütün hâlâtında itaatttan ayrılmamıştır (A.S.M.). Hem muhterem babasının adı da Abdullah'tır.
Abdurrahman bin avf Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Çok zengin idi. Bir defa otuz köleyi birden azad etmişti. Hicri 31 tarihinde 71 yaşında vefat etti. Abe
İşaret, alamet. * Cemaat, topluluk.
Abe'
Kıymet. Ehemmiyet. Meta'.
Abece
Ahmak kimse.
Abed
Hayâ etmek. Arlanmak. * Hışım etmek, kızmak. * Uyuz hastalığı.
Abede
(ÎÂbid. C.) İbadet edenler. Âbidler. Tapanlar.
6
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Abede-i esnam
f. Puta tapanlar. Putperestler. Heykele baş eğenler.
Âbek
Sulu, su dolu olan şeyler. * Çıban. * Civa. (Hg).
Abeket
(C.: Abekât) Tâne, az şey. * Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi. * Ekmek parçası. * Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk.
Abel
(C.: Abâl) Yassı ve enli yaprak.
A'bel
(C: A'bile) Çok sert taş ki, kırmızı, beyaz veya siyah renkli olur. * Taşlık dağ.
Ab-endam
f. Güzellik. Güzel endam.
Ab-endaz
Su mühendisi.
Aberasyon
Fr. Sapma.
Aberat
(Abre. C.) Göz yaşları.
Abes
Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi. (Bak: Gaye)
abes
saçma, gayesiz, hikmetsiz, gereksiz.
Abese irca
"Mantık ve matematikte bir isbat şeklidir. Bir hükmün doğruluğunu isbat için, bu hükmü inkâr eden diğer hükmün yanlışlığı isbatlanır. Meselâ: Allah'ın varlığının inkâr edilmesinin imkânsızlığını veya abesiyetini göstermek, Allah'ın varlığını isbat yollarından biridir. Bu, ""Abese irca"" yolu ile isbat şeklidir."
Abese suresi
Kur'an-ı Kerim'de sekseninci surenin ismi olup, Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Saliha Suresi, Sefere Suresi de denilir.
Abese
(Abs. den) Çehresini çattı, sureti kerih oldu (meâlinde).
Abesiyat
(Abes. C.) Faydasız ve boş şeyler.
abesiyet
abeslik, saçmalık.
Abesiyyun
"Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler.
7
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zamanımızda Ekzistansializm ""Varoluşculuk"" adı altında yeniden ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Bunlardan uluhiyeti inkâr edenler, hayatın, varlığın ve insanın var oluşunu abes ve gayesiz sayan ehl-i dalâlet fırkalarından biridir. Hristiyanlık dünyasında bunlara karşı çıkan ikinci kısım ise: Allah'a inanılmazsa herşeyin abes olacağını, bu sebeple Allah'a inanmanın zaruriliğini müdafaa etmektedirler.(Kâinatı abes ve gayesiz itikat eden felâsife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Haliksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir. Ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır. Ve evamir-i İlahiyyeye müsahharlardır.S.)" Abey-seran
Fesliğen. * Şiddetli emir. Şer ve mekruh nesne. * Bir dikenli ağaç.
Ab-gah
Fr. Havuz, küçük göl, su biriken yer. * Tıb : Karnın kaburga kemikleri kıkırdağı ve kısa kaburgalar altında olan kısmı. Böğür.
Ab-gine
Fr. Billur. * Ayna. * Kılınç. * Göz yaşı. * Şişe, sürahi, kadeh.
Ab-gir
f. Suyun biriktiği yer, havuz. * Dokumacılıkta kullanılan fırça.
Ab-hane
f. Abdest bozacak yer. Helâ, tuvalet.
Abher
Nergis çiçeği, * Dolu kap.
Ab-hurde
f. Su içen.
Ab-ı âbistenî
Nebatların beslenip büyümesi için zaruri olan su ve yağmur. * Gebeliğe sebep olan su, meni.
Ab-ı adâlet
Doğruluğun ve adaletin feyz ve bereketi.
Ab-ı bâde-reng
Kanlı göz yaşı.
Ab-ı beste
Buz. * Mc : Billur, sırça.
Ab-ı ciğer
Ciğer suyu. * Göz yaşı.
8
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ab-ı çeşm
Göz yaşı.
Ab-ı dehân
Ağız suyu, salya.
Ab-ı hayat
"Kan. Ebedî hayata sebep olan hayat suyu (diye tâbir edilen) bu kelime, edebiyatta : ""çok güzel ifâde, lâtif söz, parlaklık, letâfet"" mânalarında geçer. * Tas : Aşk-ı hakiki, aşk-ı ilâhi, ilm-i ledün, mârifetullah'tan kinayedir. Âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı beka gibi isimlerle de söylenir."
Ab-ı hufte
Durgun su. * Buz. * Billur. * Kınında bulunan kılınç.
Ab-ı hurdenî
İçme suyu. İçilir su.
Ab-ı kevser
Kevser âb-ı hayatı. Kevser letâfeti.
Ab-ı leziz
Leziz, tatlı su.
Ab-ı musaffâ
Temizlenmiş, tasfiye edilmiş su. Saf su.
Ab-ı revan
Akar su. * Kalpteki ferahlık.
Ab-ı rûy
Yüz suyu, şeref, haysiyet, nâmus.
Ab-ı şor
Acı su. * Göz yaşı.
Ab-ı yah
Buzlu, soğuk su.
Ab-ı zen
f. Küçük havuz. * Su birikintisi. * Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak : Avzen)
âbıhayat
hayat suyu.
Abık
Sebebsiz olarak sahibi yanından kaçan köle.* Civa. (Hg)
âbıkevser
Kevser adlı cennet havuzunun suyu.
Abî
f. Ayva. * Suda yaşayan ve suda meydana gelen. * Çok mâvi.
Abid
f. Kıvılcım.
âbid
ibadet eden.
Abîd
Kullar. Köleler.
Abidane
f. Kul olarak, ibâdet edene yakışır surette.
9
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âbidane
ibadet eden gibi.
Abidat-ı islâmiye
İslâm medeniyeti anıtları.
A'bide
(Abd. C.) Köleler. Abid.
abide
anıt.
Abide
Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye. * Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a. * Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir. * Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina. * Azametiyle, güzelliğiyle insanı hayrete uğratan mebani. (Süleymaniye ve Ayasofya câmileri gibi.) Uzun müddet yaşıyan edebî, ilmi, sinai eserler. * Geçmiş devirlerden kalma tarihi veya bedii kıymeti olan binalar, kaleler ve harabeleri. * Dikilmiş sütunlar ve bunların üzerindeki resimler, nakışlar, yazılar. * Abidenin arapçadaki manası bizdekinden başkadır: Kendisinden nefretle, haşyetle bahsolunan, uzun müddet dillerde destan olup kalan dâhiye ve beliyyeye denir. (Türk İslâm Ansiklopedisi)
Abidevî
Abide gibi. Abideyi andıran, âbideye benzeyen şekilde.
Abil
Koyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan. * Çayırda otlayarak suya muhtaç olmayan hayvan.
Abile
f. Su üzerindeki kabarcık. * Sivilce. Çıban.
Abir
(Ubur'dan) Bir yerden geçen, giden yolcu. Geçen. * Hz. İbrâhimin (A.S.) dedelerinden birisinin adı.
Abis
Denizlerdeki dokuzbin metreyi geçen derinlikler.
Abîse
(C: Abayis) Tarhana.
Abist
f. Gebe, hâmile.
Abisten
f. Gizli, gizleme. * Gebe. * Dişilik.
10
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Abistenî
f. Hâmilelik, gebelik.
Abişhor
f. Hayvan sulama yeri. * İçme kabı. * Dinlenmek için kısa bir duraklama, teneffüs. * Günlük yiyecek.
Abiştgâh
f. Gizlenecek yer, gizli yer.
Abiy
Kısmet, nasib,
Abiye
Örtü ile yüzünü örten, utangaç kız veya kadın.
Abkame
f. Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. * Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi.
Abkarî
"Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil. * Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer san'atı olmayan. * Çok güzellik. * Bir nevi döşek.(Abkari: Esasen abkar'e mensub demektir. Ebu Suud ve sair tefsirlerin beyanına göre Abkar: Arabın zu'münce bir Cin beldesinin ismidir ki, Arablar acib gördükleri her şeyi ona nisbetle tavsif ederek abkarî derler. Mu'cem-ül Büldan'da şu tafsil mezkûrdur: Abkar; dolu, yani buluttan inen donmuş sudur. Ve demişlerdir ki, cinnin sâkin olduğu bir arzdır. Meselde: ""Keennehüm cinn-i abkar: sanki abkar cinni gibi"" denilir...Bazıları da demiştir ki: Abkarinin aslı; vasfına hırs ile rağbet olunan her şeye sıfattır. Bunun da esası; çünkü Abkar'da döşeme ve saire nakışları yapılırdı. Onun için her iyi şey Abkar'a nisbet edilirdi.)"
Ab-kend
f. Havuz, dere, su geçidi.
Ab-keş
f. Delikli kevgir. * Su çeken, sucu, saka. * Kadeh sunucu.
Ab-kur
f. Lâğım çukuru. Pisliğin aktığı yol ve delik.
Abl
Kalın, büyük nesne. * Bükmek.
Abla'
Ak nesne. * Beyaz taş.
11
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ablise
f. Tarlaya tohum atan, ekinci.
Abluka
İtl. Etrafını sarıp hâriçle alâkasını kesme. Bahren muhasara, denizden kuşatma.
abluka
kuşatma, etrafını çevirme.
Ablukayı bozmak
Muhasara hattını yarıp geçmek.
Ablukayı kaldırmak
Muhasarayı bırakmak.
Ab-nak
f. Sulu, ıslak, nemli.
Abone
Fr. Gazete ve dergi gibi yayınlara peşin para vererek muayyen bir zaman için müşteri olan kimse.
Abonman
Fr. Bir imalâtçı ile müşteri arasında düzenli satın alma için yapılan anlaşma.
Aborda
İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye yanlamasına yanaşması.
Abr
Rüya tabir etmek. Düş yormak. * Yaş akıtmak. Sudan veya başka yerden geçmek. * Söylemeden bir şeyi düşünmek.
Abra
Bir değiş-tokuşta üste verilen şey. * Teraziyi ayarlamak için hafif gelen kefesine konulan ağırlık.
Abran
Ağlayan, ağlayıcı.
Ab-rane
f. Su borularına ve su yollarına bakan mühendis.
Abraş
Alaca benekli at. * Klorofil azlığından dolayı açık renkte lekeleri olan bitki yaprağı.
Abre
Göz yaşı.
Abs
Kurumak, katılaşmak.
Absal
f. Bahçe, koru, park.
Ab-süvar
f. Su üstünde yüzen. * Sudaki kabarcık.
Abş
Salâh. * Hüsn. İbâdet. * Gaflet.
12
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ab-şar
f. Şelâle, su akarken çıkardığı ses, şırıltı.
Ab-şinas
f. Sudan anlıyan. * Gemi kılavuzu.
Abt
Yalan, Şübhe uyandırıcı hareket.
Abu
f. Nilüfer çiçeği.
Abus
Çatık çehreli. asık yüzlü. Yüzü ekşi.
abus
somurtan, surat asan.
Abv
Yüzün güzel olması. Nizamlı oluş. (Bak: Ta'biye)
Ab-vend
f. Maşrapa, bardak, su kabı.
Ab-yar
f. Sulayan. * Mc: Bereketlendiren, feyizlendiren.
Ab-yarî
f. (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat.
Ab-yârî-i himmet
Korumak için yapılan yardım, himmet yardımı.
Ab-yârî-i himmetinizle Himmetiniz yardımıyle, himmetiniz sayesinde. Ab-zen
f. Küçük havuz. * Banyo.
Ac
Fildişi. * Dolu kap.
Ac'ac
Çağırış.
Acac
Toz. * Tütün. * Bulut. * Duman.
Ac'ace
Uzun uzun çağırmak.
Acafet
Zayıflık. Çelimsizlik.
Acaib
(Acib. C.) Şaşırtacak ve hayret verici şeyler.
acaib
şaşırtıcı, acayip.
Acaibat
Normale zıt şeyler. Acâib şeyler.
Acâib-i seb'a-i âlem
Dünyanın yedi tane şaşılacak, acaib şeyi. (Çin seddi bunlardan biridir.)
Acaiz
(Acuze. C.) Kocakarılar. İhtiyar kadınlar.
Acak
f. Toprak.
13
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Acal
(Ecel. C.) Eceller. Ölümler, vâdeler.
Acalit
Yoğurt.
A'cam
(Acem. C.) Acemler. İranlılar. * Arab olmayanlar.
Acam
(Ecme. C.) Meşelik, kamışlık, ağaçlıklar.
Acan
f. Polis: Emniyet mensubu
Acar
(Ecr. C.) Sevaplar, ücretler, mükâfatlar. * Kiralar.
Acasa
Deve sürüsü.
Acb
"Kuyruk sokumu. ""Us'us"" denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik.(Kur'ân-ı Kerim'de ""Sure: 30. âyet: 27"" Yani: ""Sizin haşirde iâdeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır."" Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de bir bedende birbiri ile imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peydâ eden zerrat-ı esasiyye, Hz. İsrâfil'in (A.S.) suru ile Hâlik-ı Zülcelâlin emrine ""Lebbeyk"" demeleri ve toplanmaları aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadisde ""Acb-üz zeneb"" tâbir edilen ecza-i esasiyye ve zerrât-ı asliyye ikinci neş'e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakim beden-i insanîyi onların üstünde bina eder. S.)(Arkadaş! Zâhire nazaran, haşirde, eczayı asliye ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz'ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike
14
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
göre, nebatatın tohumları gibi ""Acb-üz-zeneb"" tâbir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşvü nema ile teşekkül eder. İ.İ.)" acb
kuyruk sokumundaki küçük kemik.
acbüzzeneb
ölümden sonra dirilişin tohumu sayılan madde.
Acc
Yüksek sesle haykırma, * Gürültü çıkarma. Deveyi döğme.
Acc(e)
Kalabalık.
Accac
Fırtınalı, rüzgârlı. * Gürültülü.
aceb
acaba, hayret.
A'ceb
Çok acâyib. Pek tuhaf olan.
Aceb
Taaccüb, şaşma, hayret. * Garib, hoş, lâtif ve nâdir-ül vücud olduğundan bir şey için inkâr ve istiğrab etme hâli.
A'ceb-ül acâib
Çok acib ve gülünç olan.
Aced
Kuru üzüm.
A'cef
İnce, zayıf.
A'cel
Daha acele, en çabuk. * Acele eden kişi.
Acele
Çabuk, çabukluk. Bir işi çabuk yapmaya ve çabuk bitirmeye çalışma, ivedilik.
Acem
Arap olmayan, iranlı.
Acemâne
f. Acemlere yakışır suret. Yabancı gibi.
Acemceme
(C: Acemcemât) Kuvvetli, muhkem deve.
Aceme
(C: Acemât) Çekirdek. * Çekirdekten biten hurma ağacı. * Sert ve sağlam taş.
A'cemî
Aceme mensub. * Arapçayı iyi konuşmayan. Dilsiz. * Beceriksiz.
acemi
işin yabancısı, tecrübesiz.
Acemî
Tecrübesiz. * Yabancı. * Yeni. Mübtedi.
15
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Acemistan
f. İran ülkesi.
Acemiyan
f. (Acemi. C.) İranlılar. Acemler. * Acemiler, tecrübesizler.
Acente
(Acenta) ing. Bir vapur şirketinin her iskeledeki memuru. * Bir şirket veya idarenin diğer memleketteki vekili. * Memur veya vekilin memuriyeti ve idarehanesi.
A'cez
En âciz. Çok kudretsiz. * Mak'adı etli ve yumru olan.
Aceze
(Âciz. C) Âcizler. * Düşkünler, zayıflar.
aceze
âcizler, güçsüzler.
acîb
benzeri görülmeyen, şaşırtıcı.
Acib
Hayret veren. Şaşılacak şey.
Acîb
Şaşılan ve hayret uyandıran şey. Benzeri görülmeyen. Garib. Taaccüb olunan şey.
Acîbe
Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici, şaşılacak şey.
Acibe-i hilkat
Her zaman yaratılan şekilden farklı olarak yaratılmış olan. (Meselâ: Normalinden çok fazla büyük cüsseli veya üç ayaklı olmak gibi)
Acic
Sesi yükseltmek.
âcil
acele eden.
Âcil
Aceleci. * Acele eden. Hemen. * Derhal. Peşin. * Çabuk. * Fık: Dünya.
Acil
Sonraya bırakılmış. Bir vâdeye bağlı. * Ahiret.
Âcilane
f. Acele edene ait. Acele olarak. * şimdiki zamana ait.
âcilen
acele olarak.
Âcilen
Acele olarak. Serian, derhal, müstâcelen.
Acin
Rengi ve tadı değişmiş pis su.
Acinî
Hamur gibi yoğurulmuş, macun kıvamında.
16
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aciniyet
Mâcun halinde olma. Hamur gibi yoğurulmuş olma.
aciniyyet
mâcun halinde olma, yoğurulmuşluk.
Acir
Elindekini başkasına kiralayan. Kiraya veren.
Aciş
f. Üşüme, soğuktan üşüme.
Aciyy(e)
(c: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk. * Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk.
Âciz
Beceriksiz. Eli ermez. Kabiliyetsiz. Gücü yetmez olan.
âciz
güçsüz.
Âcizân
(Âciz. C.) Âcizler, beceriksizler, zayıflar, güçsüzler.
Âcizâne
"f. Âciz olarak. Beceriksizce. Tevâzu ile. (Alçak gönüllülük ifâdesi için söylenir) ""Allah'a karşı kusurlarını bilen bir mü'min âcizâne ancak Allah'tan rahmet diler."""
âcizane
güçsüzce.
âcize
güçsüz.
âcizem
güçsüzüm.
Âciziyyet
Acizlik, beceriksizlik, kabiliyetsizlik. * Fakirlik, tevâzu.
Acled
Yoğurt.
Aclez
Kavi, sağlam nesne.
Acm
(C: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve. * Kuyruk dibi. * Isırmak.
Acmî
İnce fikirli. Akıllı, anlayışlı.
Acn
Yoğurma. Ma'cun kıvamına getirme.
A'cube
(Bak : U'cube)
acûbe
şaşılacak şey.
acul
aceleci.
Acul
Çok acele eden sabırsız.
Aculâne
Acele edene yakışır suretde.
17
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
aculiyet
acelecilik.
Aculiyet
Acelecilik. Sabırsızlık.
Acur
Kabakgillerden bir hıyar cinsi. Üstü hafif olukludur. Bazıları tüylüce olur.
Acuz(e)
Çok yaşlı kadın. Kocakarı. * Kılıç. * Şarap. * Sırtlan.
acûze
güçsüz kocakarı.
Acuze-i şemta
Saçı ağarmış kocakarı.
Acür
Yoğunluk, semizlik, besililik. * Yoğun. * Her nesnenin hacmi ve cüssesi olmak.
Acürî
Kiremitçi, tuğlacı.
Acüs
Almak, kabzetmek. * Gecenin sonu.
Acüz
(C.: Acâz) her nesnenin dibi, kökü ve sonu. * Yay kabzası.
Acv
Çocuğa süt içirmek.
Acve(t)
Medine-i Münevvere hurmalarından bir çeşit, iyi hurma.
Acz
"Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak. * Zarardan korunmak gücünün olmaması. * Bir şeyin geri tarafı. (İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebârüz ettiği gibi: İnsandaki kusur, kemalat-ı Sübhâniyye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecesine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyâsına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hâcat, envâ-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergah-ı izzetine kusurlarını ""Estağfirullah"" ve ""Sübhânallah"" ile ilan etmektir. M.N.)"
acz
güçsüzlük.
Acza'
Dübürü büyük kadın. * Kumdan yığılmış yüksek tepe.
18
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Acz-alud
f. Âcizlik, kuvvetsizlik, güçsüzlük.
aczâlûd
güçsüzlükle karışık.
Acze
(C.: Acâyiz) Her nesnenin sonu. * Kadın dübürü.
Acz-mend
Acizlik, mahviyet sâhibi.
Acz-mendî
f. Âcizlik, iktidarsızlık. Fakr.
Açalya
yun. Fundagillerden, güzel çiçekli bir bitki ve çiçeği.
Açar
f. İştah açmaya yarayan turşu v.s. * İnişli yokuşlu yer. * Karıştırılmış, birleştirilmiş.
Açı
(Bak: Zâviye)
Açkı
Cilâ, perdah, lostra.
Açkıcı
Cilâ ve perdah veren sanatkâr.
Ad
Hud aleyhisselâmın kavmi.
Âd
Hz. Hud Peygambere (A.S.) isyan ettiklerinden gazab-ı İlâhiyyeye uğrayan ve helâk olan, Yemen tarafında yaşamış bir kavmin adı.(Şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemalâtına ve ulvi hukuklarına ve kudsi hakikatlarına bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semavat ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anâsır ittifak edip, kavm-i Nuh (Aleyhisselam) ve Âd ve Semud ve Fir'avun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor. $ âyetinin sırriyle cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. ş.)
âda
düşmanlar.
A'da
En zâlim, en çok düşmanlık eden.
Ada
Etrafı su ile çevrili kara parçası. * Etrafı yollarla çevrili arsa ve binalar takımı.
Âdâb u erkân
Edebler, kaideler ve rükünler. Ahlâk ve terbiye kaideleri.
19
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Âdâb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"(Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir.""Edipler edepli olmalı"" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar, edepsiz olurlar.(Sünnet-i Seniyyenin meratibi var. Bir kısmı vâciptir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâ'da tafsilâtiyle beyan edilmiş. Onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da, nevâfil nevindendir. Nevâfil kısmı da iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, ""âdâb"" tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitablarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid'a denilemez. Fakat âdâb-ı Nebevi'ye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât), muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tevâtürle malum olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere ""âdâb"" tabir edilir. Fakat o âdâba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdâbdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdâbın mürââtı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyle o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilân edilir.
20
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nâfile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir. Sünnet-i Seniyye, edebdir. Hiçbir mes'elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: $ Yâni : ""Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş."" Evet Siyer-i Nebeviyyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat'iyyen anlar ki: Edebin envâını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem'etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terkeden, edebi terkeder. L.)" âdâb
edepler, ahlâk kuralları.
Âdâb-ı milliye
Millete ait edep ve terbiyeler.
Âdâb-ı muaşeret
Beraber yaşayışta, hoş ve İslâmca yaşama ve geçinme usulleri. Peygamberin (A.S.M.) sünnetine uygun olan hareket. İnsanlara karşı edebli olma, insanca ve İslâmca yaşama âdâbı. Adâba dair sünnet-i peygamberiyeye uymak.(... İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muâmele etmektir. M.)
Âdâb-ı umumiye
Umumi ahlâk kaideleri.
A'dad
İnce ve kısa kollu adam.
Adahi
(Udhiye. C.) Kurbanlar.
Adahik
(Udhuke. C.) Şakalar, gülünç şeyler.
Adak
Nezredilen şey. (Bak: Nezr)
Adakk
İnce, dakik.
A'dal
(İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler.
Adal
Gümüşü az olan para.
Adalat
(Adale. C.) Adaleler.
adale
kas.
21
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Adale
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tıb: Bedenin hareketini icra eden ve birbirinden, ince bir perde ile ayrılan sinirli et kısımlarından her biri. Hepsine birden et (Lahm) tâbir edilir.
Adalet
"Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf. Mâdelet. Dâd. Cenab-ı Hakk'ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya Allah'ın emrini icra etmek.(Adâlet iki şıktır. Biri mübet, diğeri menfidir. Müsbet ise; hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet; bu dünyada bedahet derecesinde ihâtası vardır. Çünkü her şeyin istidat lisaniyle ve ihtiyac-ı fıtrî lisaniyle ve ıztırar lisaniyle Fâtır-ı Zülcelâl'den istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adâletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat'i vardır. İkinci kısım menfidir ki: Haksızları terbiye etmektir. Yâni, haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise; çendan tamamiyle şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat, o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyâne-i ta'zib, gayet âli bir adâletin hükümran olduğunu hads-i kat'i ile gösteriyor. S.) (Bak: Fâtih Sultan Mehmed)"
adalet
hak sahibine hakkını vermek, doğruluk.
Adâlet-i ilâhiye
Allah'ın adaleti.
Adâlet-i izafiye
"İzafi adalet veya adâlet-i nisbiye de denir. Küll'ün selâmeti için, cüz'ü feda eden adalet usulüdür.(Cemaat için ferdin hakkını nazara almaz, ""ehvenüş-şer"" diye bir nevi adalet-i izâfiyeyi yapmağa çalışır. Fakat
22
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
adalet-i mahza kabil-i tatbik ise ""adalet-i izafiye""ye gidilmez, gidilse zulümdür. M.)" Adâlet-i mahza
Adaletin tam hakikisi, tam adalet. (Adâlet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki: $ âyetin mâna-yı işarisi ile : Bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir fert dahi umumun selâmeti için feda edilemez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak, haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük büyük için iptal edilemez. Bir cemaatin selâmeti için bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet nâmına, rızası ile olsa o başka meseledir. M.)(... Adâlet-i İlâhiyenin tam mânâsı ile tecelli etmesi için haşre ve Mahkeme-i Kübrâ'ya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün. İ.İ.)
Adaletkâr
f. Adaletli, insaflı, adalet sahibi.
Adâletkârane
f. Adâletlice. Adalet sahibine yakışır şekilde, insaflı ve haklı surette.
adaletname
mahkemeye davet yazısı.
Adaletpenah
f. Adâletli.
adaletperver
adaletsever.
adaletullah
Allahın adaleti.
Adall
Çok sapık, çok dalâlette.
adall
iyice sapıtmış.
Adam
İnsan. * Erkek kişi. * Birinin tarafını tutan kimse. * İyi ve terbiyeli yetişmiş insan.
Adamet
Ahmaklık, akılsızlık.
Adan
Deniz kenarı.
23
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Adaptasyon
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi. * Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme.
Adapte
Fr. Adaptasyonu yapılmış, tamamlanmış.
Adarr
En zararlı.
A'das
(Ades. C.) Mercimekler.
âdât
âdetler, alışkanlıklar.
Âdat
Âdetler. (Bak: Âdet)
Adavet
"Husumet, düşmanlık. Kin. buğz. Garaz.(Adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mâna-yı hakikisinde olarak beraber cem olmazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakiki bulunsa, o vakit adâvet mecazi olur; acımak suretine inkılâb eder. Evet mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadis ile: ""Üç günden fazla, mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek."" Eğer esbâb-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatıyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecâzi olur; tasannu ve temelluk suretine girer. M.)"
adavet
düşmanlık.
adavetkârane
düşmancasına.
Aday
(Bak: Namzed)
Adb
Kılıç. * Kesmek. * Sövmek.* Yardımcı.
Adcem
Eğri burunlu.
Add
Hesablamak. Saymak. Sayılmak. İtibar etmek.
Âdd
Kuvvet, salâbet.
add
sayma.
24
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Addar
Denizci, gemici taifesi.
addetmek
saymak.
Addetmek
Saymak. İtibar etmek. İttihaz etmek.
Âde
Âdet kelimesinin arabca terkiblerdeki kısalmış şekli. Meselâ: Harikulâde, alelâde, fevkalâde.
A'deb
Erkeklerden arkadaşı ve yardımcısı olmayan. * Bir boynuzu kırık hayvan.
aded
sayı, tane.
Aded
Sayı. Tane. Rakam. Miktar.
Adeden
Sayı bakımından, sayıca.
Adedî
(Adediye) Adede yani miktar ve rakama, sayıya mensub.
A'del
(Adil. den) Adâletli, çok doğru.
Âdem
"İnsan. İlk insan ve ilk peygamber (A.S.)Allah ilk insan olarak Âdem'i, sonra eşi Havva'yı yaratmıştır. Bugünkü insanlar onlardan türeyip çoğalmıştır. Bazı dine tâbi olmıyanlar, insanın maymun soyundan bir hayvandan türediğini iddia ederler. Bu iddia kasıtlıdır, çünki ilmî isbatı yapılamamıştır. Lâboratuarlarda küçük canlılar üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir ki, canlının genetik yapısında meydana gelen değişiklik sonucu türeyen yeni canlı, ana-babasından daha mükemmel değil; dejenere olmuş, soysuzlaşmış, bozuk bir şekil almıştır. İnsan ise en mükemmel mahluktur. Kaldı ki bu güne kadar bir canlının değişip başka bir canlı haline geldiğini kimse görmemiştir. Bugünkü maymunlar da hâlâ insan olmamışlardır. Bugünün psikoloji ve felsefi antropolojisi insanın mahiyetçe, özce hayvandan farklı olduğunu kabul etmiştir. $ Yani: Cenâb-ı Hak, Âdem'i (A.S.) bütün kemalâtın mebadisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve
25
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bütün maâlinin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidat ile halketmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvi bir vicdan ve ihatalı on duygu ile teçhiz etmiştir; ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-ı eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir. Âdem'i halketti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzed kıldı. Sonra vakta ki Âdem'i melâikeye tercih etmekle rüchan mes'elesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz kıldı. İ.İ.)(Hz. Âdem'in (A.S.) Cennet'ten ihracı ve bir kısım beni-âdemin Cehennem'e idhali ne hikmete mebnidir?Elcevap: Hikmeti, tavziftir... Öyle bir vazife ile me'mur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkkiyat-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mâhiyet-i insaniyenin bütün Esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netayicindendir. Eğer Hz. Adem Cennette kalsaydı; melek gibi makamı sâbit kalırdı, istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sâhibi olan melâikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, nihayetsiz makamatı kat' edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan mâlum günahla Cennet'ten ihraç edildi. Demek Hazret-i Adem'in Cennet'ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; küffarın da Cehennem'e idhalleri haktır ve adâlettir. M.) (Bak: Terakkiyat)" Adem
ilk insan ve ilk peygamber.
adem
yokluk, olmama, bulunmama.
ademabâd
ebediyyen yok olma.
26
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Adem-âbâd
f. Yokluk. Yokluk alemi.
ademâlûd
yoklukla karışık.
Adem-i abesiyyet
Abes olmayış. Faydasız ve boş olmamak.
Adem-i basiret
Basiretsizlik, görüşsüzlük.
Adem-i dikkat
Dikkatsizlik.
Adem-i emniyet
Emniyetsizlik. Güvensizlik.
Adem-i hâricî
"İlm-i İlâhide mevcud olup, maddi vücudu olmayan.(Adem-i mutlak zaten yoktur; çünkü bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, bir şey ona atılsın. Dâire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i hâricidir ve vücud-u ilmiye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik ""A'yan-ı sâbite"" tabir etmişler. Öyle ise, fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u mâneviye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fani olanlar, vücud-u hâricîyi bırakıp; mâhiyetleri bir vücud-u mânevi giyer, dâire-i kudretten çıkıp dâire-i ilme girer. M.)"
Adem-i ihtilâf
Birlik. Beraberlik. Uyuşma. Anlaşma.
Adem-i iktidar
İktidarsızlık. Güçsüzlük. Kuvvetsizlikten gelen hastalık.
Adem-i imkân
İmkânsızlık. Mümkün olmayış.
Adem-i inkâr
İnkâr etmeme. İnkârsızlık.
Adem-i istima'
Huk: Mahkemede dâvanın dinlenmemesi.
Adem-i itâat
İtâatsizlik, emri dinlememek.
Adem-i itikad
İtikatsızlık.
Adem-i itilâf
Ülfetsizlik, anlaşmazlık.
Adem-i ittifak
İttifaksızlık. Uyuşmazlık.
Adem-i kabul
İsbatı tasdik etmemek. Şek, hükümsüzlük. İman hükümlerini lâkaydlıkla karşılamak, nefy ve inkâr etmek, kabul etmemek, göz
27
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kapamak gibi câhilâne bir hükümsüzlük. Bir terk, bir cehl-i mutlak. (Kabul etmemek başkadır. İnkâr etmek başkadır. Adem-i kabul, bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı, onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise: O adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı, hareket etmeye mecburdur. M.) (Bak: Kabul-i adem) Adem-i kifâyet
Kifâyet etmeme, kâfi gelmeme, yetmezlik.
Adem-i merkeziyyet
Bir idâri taksimattaki parçaların (vilâyet, belediye ve köy) muayyen hususlarda kendi kendilerine idare yetkileri. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare tarzı.
Adem-i mes'uliyet
Mes'uliyetsizlik, sorumsuzluk.
Adem-i mevcudiyyet Yokluk. Olmama. Adem-i muvafakat
Râzı olmayış, muvâfakat etmeme.
Adem-i mübâlât
Dikkatsizlik.
Adem-i müdâhale
Karışmamazlık.
Adem-i müsâade
İzinsizlik, müsaadesizlik
Adem-i salâhiyet
Salâhiyetsizlik, yetkisizlik.
Adem-i sırf
Yokluk. Mutlak yokluk.
Adem-i tahayyüz
Boşlukta yer kaplamamak. Mekândan münezzeh oluş. Yer ile bağlı olmamak. Hacmi olmayış.
Adem-i takayyüd
Kayıtsızlık. Bir şeye bağlı olmayış. Kıymet vermemek. Üzerine almamak.
Adem-i ta'kib
Takibsizlik. * Huk: Muhakemeye lüzum görmemek.
Adem-i te'diye
Borcunu ödememe.
28
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Âdemî
İnsanlardan olan, insana âit, insana dair ve müteallik.
Ademî
Yokluğa ait. Ademle ilgili (Bak: Vukuât)
ademî
yoklukla ilgili, olmama.
ademistân
yokluk ülkesi.
Âdemiyân
(Âdem. C.) İnsanlar.
Âdemiyât
(Adem. C.) Yokluklar. Ademler.
ademiye
yoklukla ilgili.
âdemiyet
insanlık.
ademiyet
yokluk.
Âdemiyyet
İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır.
Âdem-küş
f. Adam öldüren, katil.
ademnüma
yokluk gösteren.
Ader
Çok su.
Ades
(C. Adâs) Mercimek.
adese
mercek.
Adese
Mercimek. * Mercek. Uzağı yakın veya yakını uzakta görmeğe yarayan dürbün veya mikroskop camı.
Adese-i ayniyye
Gözleme merceği.
Adese-i mütekarib
Yakınlaştıran mercek.
Adesî
Mercimeğe benziyen şey.
âdet
görenek, alışkanlık.
Âdet
Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı
29
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle bozulmamasına gayret gösterir. Adetâ
Âdet olduğu üzere, her vakitki gibi, alelâde. Bayağı surette, âdi bir suretle. Düpedüz.
âdeta
sanki.
Adeten
Görenek şekliyle, âdet olarak.
Âdet-i agnâm
Keçi ve koyunlar için alınan vergi.
Âdetullah
"(Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. ""Âdetullah"" yerine ""tabiat kanunu"" demek yanlıştır.(... Esbab-ı tabiiyyenin üss-ül-esası hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzadaki kuvve-i câzibe ve kuvve-i dâfianın ictimalarının hortumu üzerinde bir muhaliyet damgası var. Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def, hareket, kuva gibi emirler, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Lâkin kanun, kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten hâricîliğe ve itibarîden hakikata ve âletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz. M.N.)"
âdetullah
Allahın yaratıklardaki kanunları.
Adevân (adv)
Sür'atle koşmak.
Adf
Yemek.
Adgâs
(Dags. C.) Desteler, demetler. * Karışık rüyalar. * Karışık söylentiler.
Adgâsu ahlâm
Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.
Adhâ
Kurbanlar. Kuşluk vakti kesilen kurbanlar. Kuşluk vakti. (Bak: Îd)
Adham
Yoğun, kaba. * İri cüsseli adam.
30
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âdi
bayağı, aşağı, sıradan.
Âdî
Üstünlük farkı olmayan. Kıymetsiz. * Her zamanki. * Âd kavmine âid.
Adid
Hasım. * Arkadaş. * Isırma. Bir ısırımlık lokma. (Bak: Adûd)
Âdih
Sihirbaz. * Soktuğu saat öldüren yılan.
Adihe
Bühtan, yalan.
Âdil
"(Âdile) Adâlet eden. Allah'ın emirlerini noksansız tatbik eden. Doğru. Doğruluk gösteren. Adâlet sahibi. (Bak: Adâlet)(Meselâ bir hükümdâr-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zâlimlerden almakla ve fakirleri kavilerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstahak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması; hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan elbette Hâkim-i Hakim, Adl-i Âdil olan Zât-ı Hayy-ı Kayyumun bütün mahlukatına, hususan zihayatlara ""hukuk-u hayat"" tabir edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle.. ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle ve zaifleri kavilerin şerrinden Rahimane himaye etmekle.. ve umum zihayatlarda bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev'i tamamen; ve haksızlara ceza vermek nev'i ise, kısmen sırr-ı adâletin icrasından olmakla.. ve bilhassa Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşirde adalet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuunât-ı Rabbaniye ve maâni-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor. L.)"
Adil
Eş, denk, akran, benzeri. Ölçüde, miktarda eşit olan.
Âdilâne
Adalet sahibi bir adama yakışır surette.
âdilane
âdilce.
âdiliyet
âdillik.
31
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Adîm
Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir.
Adîm-ül imkân
İmkânsız. Olamaz.
Adîm-ün nazîr
Eşi, benzeri olmayan. Eşsiz. Benzersiz.
Âdin
Otlakta bulunan dişi deve.
Âdine
Cuma günü.
Âdiş
f. Ateş, nar.
Âdiyat suresi
Kur'an-ı Kerim'in 100. suresinin ismi olup, Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
Âdiyat
(Âdi. C.) Her zaman meydana gelen hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan kuymeti bilinmeyen hâdiseler. * Kıymetsiz şeyler. (Kur'an, âyetleriyle insanların nazarını me'lüfatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler, atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havârık-ul âdât mu'cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir. M.N.)
Âdiyât
(Adiv. den ism-i faildir) Hızla koşmak, seyirtmek. (At, deve v.s. koşanların hepsine ıtlak olunabilir.) * Mc: Düşmanlık, zulüm. * Dâima muharebeye koşup hücum eden cemaat. * Uzaklık. (Kamus)
âdiyât
her zaman olagelen alışılmış şeyler.
Âdiyât-ı umûr
Günlük işler, her zamanki değersiz işler.
Âdiye
(C: Âdiyat) Gaza yolunda seğirten at.
Âdiyen
Her zamanki gibi. Adice. Fevkalâde olmayarak.
Âdiyye
İtiyad edilmiş. Alışılmış.
Âdiyyet
Adilik. Aşağılık.
Adk
Vurmak, darp.
adl
hak gözetme, tarafsız hüküm, doğruluk.
32
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Adl
Mâni olmak. Men etmek.
Adla'
(Azla') (Dıl'. C.) Kaburgalar. * Mat : Geometrik şekillerin kenarları, sayı kökleri.
Adlî
Adâlete mensup, adâletle alâkalı, ilgili.* Sultan II. Bayezid'in şiirlerinde kullandığı mahlası.
adlî
adaletle ilgili.
Adliye
"Mahkeme. Muhakeme işleriyle uğraşan daire. (Adliyede, adalet hakikatı ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki; İmam-ı Ali (RA), hilafeti zamanında bir yahudi ile beraber mahkemede oturup, muhakeme olmuşlar. Ş.)"
adliye
adalet yeri, mahkeme binası.
Adl-penah
Adâletin barındığı yer, adâlete sığınan kimse.
Adm
(C: İdâm) Yay tutamağı. * Deve kuyruğu. * Saban eğiği ki, ucunda demiri vardır. * Harman savurdukları yaba.
Admer
Arslan. * Şedit, şiddetli. * Belâ. * Çirkin yüzlü şişman kadın.
Adn
cennette bir bölüm.
Adrahş
f. Yıldırım. * Gökgürültüsü. * Şimşek.
Adras
(Dırs. C.) Arka dişler, dişler.
Adrefut
Kelerden büyük bir hayvan.
Adrenalin
Fr. Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır.
Adreng
Fr. Keder, mihnet, sıkıntı.
Adret
Kaşları olmayan kimse.
Adub
Yardımcı.
33
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Adud
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pazı. Kolun omuzdan dirseğe kadar olan kısmı. * Mc: Yardımcı. İstinadgâh.
Adude
Yumuşaklık. Tazelik.
Adudî
Pazı kemiği ile ilgili.
Adulî
Gemici, mellah.
Adüvv
Düşman, hasım.
adüvv
düşman.
Adüvv-i cân
Can düşmanı.
Adüvv-i kadim
Eski düşman.
Adüvv-üd din
Din düşmanı.(Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibâdından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlukları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler. S.)
Adv
Yelmek. Seğirtmek. * Hazırlamak.
Adva
Hastalık başkasına bulaşmak.
Advan
Çok koşan kimse.
Adya'
Boynuzu ufak koyun. * Nebiyyi Zişân Aleyhisselam Efendimizin devesinin adı.
Adye
Koğuculuk, dedikoduculuk. * Yalan söylemek. * Sövmek.
Afa'
Eşek sıpası.
Afaf
(Afâfet) Temiz olma. Masumiyet. Günahsızlık.
Af'af
Devedikeni ağacının yemişi.
34
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Afaif
Namus, ırz ve iffet sahibi, şerefli kadınlar.
âfâk
ufuklar, taraflar, yönler.
Afak
Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire. * Etraf. Cihetler. * Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs'dür.)
Afakgir
Ufukları tutmuş, âleme yayılmış, şâyi, çok meşhur.
âfâkî
dışımızda olanlar.
Afakî
Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin haricindeki âleme dair. * Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.) (Objektif)
Afar
Arap diyarında çok olan bir yeşil ağaç. * Hurma ağacını islah etmek. * Katıksız ekmek yemek.
Afaret
İfritçe, şeytanî, kötü niyet.
Afarit
(İfrit. C) Şeytanlar. İfritler.
Afaroz
(Bak: Aforoz)
âfât
afetler, belâlar.
Afat
Afetler. (Bak: Afet)
Afat-ı semaviye
Semavi âfetler. Allah tarafından insanları ikaz ve ceza için verilen belâ ve musibetler.
Afazî
Fr. Tıb: Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı halde, fikri kelime ile anlatamamak hâli.
Afen
Çürüme, pörsüme. Yemeğin kokması. (Bak: Ufunet)
Afend
f. Harp. Kavga.
A'fer
Pek beyaz. * Beyazı kırmızılığına galip olan geyik.
Afer
Toprak. Yer. Arz. * Ekin suladıkları vaktin evveli.
Aferca
Yaramaz huylu.
Aferide
(C: Aferidegân) f. Yaratılmış, mahluk.
âferin
beğenme sözü.
35
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aferin
f. Beğenmek, alkış, yaşa, varol. * Yaratan, yaratıcı.
Aferin-hân
"f. ""Aferin"" diyen."
Aferna'
Arslan. * Kuvvetli deve.
Afes
Burun eğriliği.
A'fes
Çıplak, uryân.
âfet
başa gelen üzücü hâl.
Afet
Belâ. Musibet. Büyük felâket. Dâhiye. * Mc: Son derece güzel.
A'fet
En güç sey. * Pek akılsız. * Peltek konuşan. Kekeleyen.
Afetzede
(C: Afetzedegân) f. Bir musibete, bir belâya ve bilhassa yangın, zelzele gibi bir felâkete uğramış.
Afetzedegân
(Afetzede. C.) f. Afete, belâya, felâkete uğramışlar.
Aff
İffet, namus. İffetli olmak. Nefsini haramdan men'etmek.
Afgan
Afganistan. Afgan krallığı, Afganistan milleti.
Afî
Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan. * Affedilmiş, bağışlanmış. * Yalvaran. * Uzun saçlı. * Tencere altında artaya kalan.
afif
iffetli, namuslu, temiz.
Afif
Temiz. Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan. * Müstakim.
Afifâne
f. İffetlice. Temiz olarak. Nazif olarak.
Afik
Çok aptal.
âfil
gurub eden, batan.
Afil
Uful eden. Gurub eden. Batan. * Görünmez olan. Kaybolan. * Fâni, geçici.
Afilûn (afilîn)
(Afil. C.) Gelip geçici, fâni olanlar. * Gözden kaybolup gidenler. Uful edenler.
Afin
Affedenler.
36
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Afinite
(Affinite) (Bak: Aşk-ı kimyevi)
Afir
Güneşte kum üstünde kurutulan et.
Afire
Komşusuna bir şey vermeyen kadın.
Afiş
Fr. Duvar ilânı.
Afitab
f. Güneş. * Mc: Pek güzel. * Çok güzel yüz.
âfitâb
güneş.
Afitâbî
Güneşe âit. * Güzelliğe dâir.
Afite
Dişi koyun. Koyun güdücü kız.
âfiyet
esenlik, sıhhat ve selâmet.
Afiyet
Sağlık, selâmet, sıhhatli olmak.
Afk
Akılsız olmak. Sözünü tam söylememek.
Aflak
Çok gevşek şey.
Aforoz
R. Papa tarafından bir Hıristiyanın kiliseden çıkarılması, dinden hariç addolunması.
Afra'
Beyazı kızıllığına galip olan geyik. * Ayın onüçüncü gecesi.
Afraze
f. Nur. Aydınlık, ışık. * Kandil fitili.
Afreye
Horoz ibiği. İnsanın ense saçı. * Davarın alın saçı.
Afruşe
f. Un helvası.
Afs
Hapsetmek. * Deve sürmek. * Arkasına ayağıyla vurmak.
Afsa
Boynuzu ardına kayık koyun.
Afsun
(Efsun) f. Büyü, sihir, tılsım. (Büyücülük yapmak ve büyücülere uymak, Müslümanlıkta yasak ve günahtır.)
Afşar
Avşar kabilesini meydana getiren Türkmenlerin adı.
Afşelil
Sırtlan dedikleri canavar. * Yaşlı, eti ve derisi sarkmış kuru kadın.
Aft
Pelteklikten sözü zorlukla söylemek. Kekemelik.
Aftab
f. Güneş. * Pek güzel şahıs. * Çok parlak çehre.
37
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aftabe
f. İbrik. Su kabı.
Aftâb-gerdan
f. Güneşten korunmak üzere başa giyilen şey. * Avcı kulübesi.
Aftab-gerdek
f. Kaya keleri. * Ayçiçeği.
Aftab-gerdiş
f. Yer yüzü. * Kaya keleri. * Devamlı güneş gören yer.
Aftab-gir
f. Güneşlik, şemsiye. * Güneş gören yer.
Aftâb-ı kureyş
Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz.
Aftabî
f. Güneşlik, şemsiye, tente. * Güneşe ait, güneşle ilgili.
Aftab-perest
f. Nilüfer çiçeği. * Güneşe tapan kimse. * Ayçiçeği.
Aftab-ru
f. Güneş yüzlü, yüzü güneş gibi parlak (güzel). * Sevimli, dilber. * Güneşe karşı olan (yer).
Afur
Belâ kasırgası.
afüvkâr
affedici.
Afüvv
Affeden, merhametli.
afüvv
affeden.
Afv
"Bağışlamak. Kusur ve günâhı affetmek.(Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, ta ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; adeta taksiratından takdis etsin. Evet şeytanı dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de yüz te'vil ile te'vil ettirir. ( $ )sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan, $ dediği halde nasıl nefse itimat edilebilir. Nefsini ittiham eden kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir
38
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kusurdur. Kusurunu itiraf etmemek büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar, itiraf etse, afva müstahak olur. L.)(İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinliyen insafsızlar, mü'mine adâvet ederler. Halbuki : Cenab-ı Hak Haşirde adâlet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefini tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan bazen bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adâlet-i İlâhiyye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenâlıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki: İnsan, fıtratındaki zülum damarıyla, şeytanın telkiniyle bir zatın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl, bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de: İnsan garaz damariyle, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü'min kardeşine adâvet eder. İnsanların hayatı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur. L.)" afv
bağışlama.
Afv-cu
Afv isteyen. Afv arayan.
afvcûyem
af diliyorum.
Afv-i anil ceraha
"Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır."
39
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Afv-i anilkat'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huk: Azalarından biri kesilen bir şahsın, buna karşılık hak kazandığı diyet veya kısas davalarından vaz geçmesi.
afyon
ilaç.
Afyon
Lât. Haşhaş sütünün birikmesinden ibaret bir madde.
Agâh
(Ageh) f. Haberdar. Uyanık. Kalbi uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf. Bilen.
âgâh
haberli, uyanık.
Agâhân
(Agâh. C.) f. Agâhlar, bilenler, bilgililer. Âlimler.
Agâhî (agehî)
f. Malumat, vukuf, haberdarlık. Uyanıklık, teyakkuz, basiret.
Agal
Darıltma, kışkırtma. * Çiğnemeden yutma. * Ağıl. * Arı kovanı.
Agaliş
f. Kışkırtma. * Birşeye saldırmak için kışkırtma.
Agande
f. Sucuk, yastık, minder gibi zorla doldurulmuş olan şeyler. * Bir çeşit zehirli olan haşere, böcek.
Agarr
Çok sıcak gün. * Kendini beğenmiş. * Asil, âlicenâb. * Beyaz.
Agarr-ül eyyâm
En sıcak gün.
Agaşte
f. Bulaşmış.
Agavat
(Ağa. C.) Saray hizmetlerinde kullanılan harem ağaları.
Agayan
Ağalar.
Agaz
f. Başlama. Mübâşeret.
Agba
Daha küt, en küt. * Daha koyu, en koyu.
Agber
Çok tozlu.
Agbeş
Boz renkli.
Agbiya
(Gabi. C.) Ahmaklar, gabiler.
Agdef
Uzun ve sarkık kulaklı.
Agdiye
(Gada ve Gıda. C.) Yenip içilecek gıdalar.
Agel
(Bak: İkal)
40
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
agel
sarık.
Agende-guş
f. Söz dinlemeyen, aldırmayan, alçak ve hayırsız kimse.
Ageste
f. Islanmış, ıslak.* Bulaşmış.
Agfer
Mağfiret eden, bağışlayan, afveden.
Agfer-ül-gafirîn
Afvedenlerin en çok afvedeni. (Allah).
Agırra
(Garîr. C.) Tecrübesizler, safdiller, acemiler. * Mağrurlar.
Agin
f. Dolu, doldurulmuş.
Agisna
Bize imdad eyle, yardım ihsan eyle (meâlinde duâ.)
Agiş
f. İlişik, sarkık. * Uzatılmış.
Agiyye
İçine su biriken çukur.
Aglak
(Galak. C.) Kilitler. * Kapalı, anlaşılmaz şeyler.
Aglal
Ağaçlar arasında akan su. (Bak: Eglâl)
Aglaz
(Galiz. den) kaba ve galiz şeyler.
Agleb
"Daha galib. Çok kerre, ekseriya. Çoğu. (""Ağleben - Ağlebâ"" şeklinde de kullanılır.)"
Agleb-i hükemâ
Hakîmlerin çoğu. Hakîmlerin ekserisi.
Agleb-i ihtimal
Büyük bir ihtimal.
Aglef
Sünnetsiz. * Sandıkta kapalı. * Mc: Katılaşmış, duygusuz kalb.
Aglez
(Galiz. den ism-i tafdil) Pekçok kaba ve galiz.
Agma
Yıldız. Yıldız akması.
Agmad
(Gımd. C.) Bıçak ve kılıç kınları.
Agmak
Yukarı kalkmak, yükselmek, yukarıya meyletmek. * Buhar olup yukarı kalkmak, buharlaşmak.
Agmar
(Gamr. C.) Yüce kimseler. * Seller. * (Gumr. C.) Bilgisizler, cahiller.
Agmaz
(Gamz. C.) Göz yummalar, göz kırpmalar.
Agmaz-ul ayn
(Egmaz-ul ayn) Gözü kapalı kimse. Çok müsamahakâr. Gafil.
41
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Agna
(Gani. den) Çok gani. En zengin.
Agnam
(Ganem. C.) Koyunlar, keçiler. * Hayvanlardan alınan vergi anlamında kullanılan bir tabirdir.
Agniya
(Gani. C.) Zenginler, ganiler.
Agniye
(Bak: Ugniye)
Agnostik
fels. Agnostisizm görüşünü benimseyen.
Agnostisizm
"fels. Gerçeğin, mutlak hakikatın bilinemez olduğunu; insanın gerçeği, tam uygun bilgiyi elde edecek yaradılışta olmadığını kabul eden felsefe görüşü."
Agra
Çok sevimli, yakışıklı.
Agrafi
yun. Yazma kabiliyetinin kaybedilmesi.
Agrandisman
Fr. Büyütme (Fotoğrafçılıkta kullanılır.)
Agrar
(Gırr. C.) Tecrübesizler. Acemiler. Kolay aldananlar.
Agras
(Gars. C.) Taze fidanlar, yeni dikilmiş ağaçlar.
Agraz
(Garaz. C.) Garazlar. Fiil yapılırken gözetilen gayeler. Kasden ve bilerek yapılan kötülükler.
Agreb
(Garib. den) En garib, çok tuhaf.
Agreb-ül garâib
Şaşılacak şeylerin en garibi.
Agrel
(C. Gurl) Sünnet olmamış kişi.
Agsan
(Gusn. C.) Dallar, ağacın dalları. * Mc: Mânanın kısımları.
Agsem
Beyazı siyahından daha fazla olan saç.
Agser
Boz ve esmer renkli, çok tüylü abâ, kilim. * Kurbağa yosunu. * Karabatak kuşu. * Aşağılık ve âdi (adam).
Agşa
Baygın adam. * Vücudu siyah yüzü beyaz olan hayvan.
Agşiye
(Gışa. C.) Perdeler, örtüler. * Zarflar, mahfazalar.
Agtaş
Karanlık. * Zayıf gözlü.
42
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Agtem
Sözü tutkunarak söyleyen. Kekeme.
Agtiye
(Gıtâ. C.) Perdeler.
Agu
Zehir, sem.
Agul
f. Hiddetlenerek göz ucuyla bakma.
Agun
f. Baş aşağı, ters. * Uğursuz.
Agunde
f. Hallaç elinden geçmiş pamuk, atılmış pamuk.
Aguş
f. Kucak. * Sığınılan yer.
Agüs
f. Taşcıların oymacılıkta kullandıkları demir kalem.
Agva
Dalâlete en fazla sapan, giden. Sapık.
Agvar
(Gar. C.) Mağaralar.
Agvas
(Gavs. C.) Yardım istemek için bağırmalar. İmdat istemeler.
Agyar
Yabancılar. Başkaları. * Rakipler. (Bak: Gayr)
Agyaz
(Gayze. C.) Ağaçlıklar, meşelikler.
Agyed
Uykucu, tenbel. * Esmer vücutlu. * Nazik derili.
Agyer
(Gayret. den) Çok gayretli adam.
Agza
(Gazâ. C.) Düşmanlarla savaşlar, muharebeler.
Agzel
(C.: Uzelân-Uzul) Eğri kuyruklu at.* Silahsız kimse. * Yağmursuz bulut.
Agziye
(Gıdâ. C.) Yenilip içilecek şeyler. Gıdalar, besin maddeleri.
Ağa yeri
Topkapı sarayında hazine kethüdasının oturduğu yer.
ağaz
başlama.
Ağda
Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her nevi şeker vesaire.
ağdiye
tekelcilik.
Ağıl (ağl)
Koyun, keçi vesair hayvanlara mahsus üstü açık, etrafı çit veya çalı çırpı ile çevrilmiş yer, mandıra.
43
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ağıt
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir. Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi değildir.)
ağleb
daha galib, ekseriyet, çok defa.
ağleben
ekseriyetle, genellikle.
ağlebî
ekseriyetle ilgili.
ağmaz
kolay anlaşılmayan, pek derin.
ağniya
ganiler, zenginler.
ağrâz
garazlar, kötü niyetler.
ağrube
en garip.
ağsan
dallar.
Ağtabaka
Tıb: Görme sinirlerinin göz yuvarlağı içinde dağılmasından meydana gelen zar.
ağuş
kucak.
ağyâr
başkalar, yabancılar.
Ah u enin
Ah deyip inlemek, ağlamak. Ah u fizâr da aynı mânayı ifâde eder.
Ah
Kardeş, birader. * Dost.
Ahabir
(Ahbâr. C.) Hikâyeler. * Rivayetler.
Ahabiş
(Habeş. C.) Habeşliler.
Ahad
(Bak: Ehad)
ahad
birler.
Âhâd
Birler. Birden dokuza kadar olan sayılar.
Ahadd
(Hadd. den) Pek keskin.
Âhâd-ı nâs
Avam, halktan birisi.
Ahadî hadis
Rivâyet eden bir veya iki koldan olan veya mütevatir mertebesinde olmayan hadis demetir. İştihar haddine yetişmeyen hadistir. Şartları
44
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tamam olursa zann-ı galib ifade eder, muktezası ile amel vâcib olur. (Muvazzah İlm-i Kelâm) ahadî
bir iki koldan nakledilen hadîs türü.
Ahadî
Tek, yalnız. Birlere âid, birlere mensub.
Ahadid
Sopa ve kamçı gibi şeylerin vücudda bıraktığı izler. (Bak: Uhdud)
Ahadis
(Bak: Ehâdis)
Ahadiyyet
(Bak: Ehadiyyet)
Ahaff
Pek hafif, çok hafif. * Düşüncesiz.
Ahakk
(Bak: Ehakk)
Ahal
f. Birşeye yaramıyarak atılacak olan şey, çerçöp.
Ahali
(Ehl. C.) Halk, umum, nâs. * Bir memleketin yerlileri, bir memlekette oturanlar, yaşayanlar.
ahâlî
halk.
Ahamire
Acem milletinden bir tâife.
Ahann
Sözü burun içinden söyleyen. Burnundan konuşan.
Ahar
(Aher) Gayrı, başkası. Diğeri.
âhar
başkaları, diğerleri.
Aharr
Daha sıcak, en sıcak.
Ahass
Asılsız, kötü kimse.
Ahavat
(Uht. C.) Kızkardeşler. * Benzer şeyler.
Ahaveyn
İki kardeş. * İslam âlimlerinden olan Urfalı Vaiz Mahmud Kâmil efendinin babası Mustafa Kâmil Efendi ve amcası Urfalı Mehmed Efendi. (Bak: Ehaveyn)
Ahazz
Pek bahtiyar, mes'ud, şanslı, mutlu.
Ahba
(Haba. C.) Saray adamları.
Ahbab
Dost. Sevilen dostlar. Sevilenler. Ehibbâ, muhibler.
45
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ahbâb
sevilenler, dostlar.
Ahbar
(Bak: Ehbâr)
ahbâr
haberler.
Ahbâr-ı gayb
"Bizce bilinmeyen gayb âlemlerine ve geleceğe dâir haberler.(... Hem de musibetlerin vakti muayyen olsa idi; musibet, başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade mânevi bir musibet -o intizardan- çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlâhiyye tarafından gizli, perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisât-ı kevniyye-i gaybiyye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki, gaibden haber vermek yasak edilmiş. $ düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-i imaniyeden başka olan umur-u gaybiyyeden izn-i Rabbâni ile haber verenler dahi, yalnız, işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbâr etmişler. Hatta ""Tevrat"" ve ""İncil"" ve ""Zebur"" da Peygamberimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki, o kitabların bir kısım tabileri te'vil edip iman etmediler. Fakat itikad-ı imâniyyeye giren mes'eleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan ve Tercümân-ı Zişanı (A.S.M.) umur-u uhreviyeden tafsilen ve hâdisât-ı istikbâliye-i dünyeviyeden icmâlen haber vermişler. Ş.)"
Ahbarî
Rivayetçi, rivayet eden kişi.
Ahbas
(Habs. C.) Su bentleri, havuzlar. * Hapisler, zindanlar. * Gayr-ı meşru vakıf yerler.
Ahbaz
(Hubz. C.) Ekmekler.
Ahbel
Divane, deli.
46
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ahben
Çok su içmekten karnın şişip zahmetli olması.
Ahbes
Pek çok pis, daha murdar. En habis, berbad.
Ahbeş
Habeş, Habeşi.
Ahbiye
(Hıbâ. C.) Kıldan yapılmış göçebe çadırı. * Keçe ve kıldan yapılan evlerde konup göçen Türkler.
Ahcar
(Hacer. C.) Taşlar.
ahcâr
taşlar.
Ahcen
Burnu eğri kimse.
Ahd ü misâk
f. Yemin, anlaşma, sözleşme.
Ahd ü peyman
f. Yemin etme, söz verme.
ahd
söz verme, sözleşme, ahit.
Ahd
Vâdetme. Söz verme. Vefâ. Yemin. And. Misak. Peymân. * Asır. Devir. Tevhid. Mukavele. * Vasiyet.
Ahda'
Boyun damarlarından bir damar. * Hilekâr, aldatıcı, kandırıcı.
Ahdak
(Hadeka. C.) Göz bebekleri.
Ahdan
(Hıdn. C.) Dostlar, yoldaşlar.
Ahdar
Yeşil, yemyeşil, pek yeşil.
Ahdar-ı nâzır
Çok yeşil, yemyeşil, tam yeşil.
Ahdas
(Hades. C.) Yeni hâdiseler, fena şeyler. Dertler, musibetler. * Gençler.
Ahdeb
Hiç kimsenin fikir ve düşüncesini beğenmeyen, ahmak. * Uzun boylu.
Ahdel
Boynu önüne eğilmiş olan. * Çok eğik olan şey.
Ahder
(C.: Ehadir) Kavi ve galiz olmak. Kaba olmak. * Şaşı adam.
Ahderrî
Yabani eşek.
Ahdes
Fikirli kişi.
Ahdet
(C.: Ahâd) Yağmur yağdıktan sonra yağan yağmur.
47
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ahd-i atik
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tevrat, Zebur ve Mezamir'in bazıları, Yahudilerin eski ve mukaddes kitapları.
Ahd-i cedid
f. İncil.
Ahdî
Ahde âid, sözleşmeye dâir.
Ahd-name
f. Anlaşmanın şartlarını ve anlaşmayı yapanların imzalarını taşıyan kağıt.
Ahek-i siyah
Rutubete dayanıklı olan bir cins çimento.
Ahek-i tefte
Sönmemiş kireç.
Ahen
Demir. * Mc: Sert. Zincir. Kılıç.
Ahen-âşiyân
f. Dikiş yüksüğü.
Ahen-be
f. Dokunacak bezin veya çulhanın iki yanına konan demirli ağaç. Bu demirli ağaç bezin buruşukluğunu da açar.
Ahen-cân
f. Demir canlı. * Katı yürekli. * Sabırlı, tahammüllü.
Ahen-dest
f. Demir elli, eli demir gibi olan.
Ahen-dil
f. Demir yürekli, kahraman. * Merhametsiz, acımasız kimse.
Ahene
f. Demir halka.
Ahen-ger
f. Demirci. Demir yapan veya satan.
Ahen-gerî
f. Demircilik.
Ahenin
Demirden yapılmış, çok kuvvetli, pek sağlam.
Ahenk
f. Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş.
âhenk
uyum, düzen.
Ahenkdâr
f. Uygun, düzgün, âhenkli, makamlı.
Ahen-keş
f. Demiri çeken. Mıknatıs.
Ahen-puş
f. Demirler giymiş. Zırh kuşanmış.
Ahen-rübâ
f. Demiri kapan, mıknatıs.
Aher
Başka, diğer, gayrı.
48
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âher
başka, diğer.
Aheste
f. Yavaş, ağır.
âheste
yavaş.
Ahestegî
f. Yavaşlık, acele etmemeklik.
Aheste-rev
f. Aheste âheste yürüyen, acelesiz, yavaş yavaş yürüyen.
Ahfa
Çok gizli, pek gizli.
ahfâ
çok gizli.
ahfâd
torunlar.
Ahfad
Torunlar. Hafidler. Evlâd oğulları. Yardımcılar.
Ahfas
(Hıfs. C.) İşkembeler, kırkbayırlar.
Ahfaz
(Ahfad) Alçak ve çukur yer. * Mc: Çok alçak gönüllü. Mütevâzi.
Ahfec
Ayakları eğri.
Ahfeş
Küçük gözlü, zayıf bakışlı. * Yalnız gece gören kimse. * Üç büyük Arab âliminin lâkabı. * Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen.
Ahfiye
(Hıfâ. C.) Örtüler, perdeler, gizli şeyler. * Çiçeğin tomurcuğunu örten kabuk.
Ahger
f. Ateş koru. Yanar halde olan kömür.
Ahger-i suzan
Yakıcı kor.
Ahh
Öksürmek.
Ahır
t. (Ahur) Hayvanların barındığı yer, dam.
ahî
kardeşim
Ahi
Kardeşim. * Ahilik ocağından olan kimse. * Eli açık, cömert.
Ahibba
Dostlar, arkadaşlar. (Bak: Habib)
Ahid
(Bak: Ahd)
ahid
verilen söz, andlaşma.
49
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ahid-şiken
f. Ahdi bozan, anlaşmayı bozan.
Âhil
Erkeği olmayan kadın. * Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah.
Ahilik
"Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerini geliştirmeye de önem verirdi."
Ahilla
(Ehillâ) Sadık ve samimi arkadaşlar. En sadık dostlar. Haliller.
Âhin
(C.: Avâhin) Fakir. * Hazır, sabit kimse. * Yumuşak hurma ağacı.
Ahin
(C.: Uhun) Boyalı yün.
Ahîr
En son, sonraki.
Ahir
herşeyden sonra da var olan, varlıkların sonrasına da hâkim.
âhir
sonraki.
Âhir
Zina işleyen. Fasıklık yapan. * Tembel kimse.
Âhir-bin
f. Sonunu gören, düşünen.
Âhire
Zâni, zinakâr.
Ahiren
En son, en son olarak. * Son zamanlarda, yakında.
âhiren
sonradan.
Âhiret
"Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Âhiret, kıyamet koptuktan sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada ölüm yoktur, hayat sonsuzdur; dinin emirlerine bağlı olanlar için cennet; dine bağlı olmıyanlar için de cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan müslüman olamaz. Kur'an ve peygamberi inkar etmiş olur. İnsan ölüp toprak olduktan sonra onu kim diriltecek diyenlere Kur'anın pek çok cevaplarından biri meâlen şudur: ""Onu ilkin kim yarattı ise, öldükten sonra da yine o diriltecek."" (Bak:
50
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haşir)(Dünya dar-ül hikmet ve ahiret dar-ül kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya, bir derece tedricî ve zaman ile olması, hikmet-i Rabbaniyenin muktezasıyla olmuş. Âhirette ise; hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda ve bir lemhada inşasına işareten Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan: $ ferman eder. Ş.)(Mühim bir taraftan ehemmiyetli bir sual: Rivayette gelmiş ki, Cennette bir adama beşyüz senelik bir Cennet verilir. Bu hakikat akl-ı dünyevinin havsalasında nasıl yerleşir?Elcevap : Nasıl ki bu dünyada herkesin dünya kadar hususi ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zahiri ve batıni duygularıyla o dünyasından istifade eder. Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlukat ve ziruhlar bulunmaları, o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi, bilâkis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar, zinetlendiriyorlar. Aynen öyle de, fakat binler derece yüksek, herbir mü'min için binler kasır ve hurileri ihtiva eden has bahçesinden başka, umumi cennetten beşyüz sene genişliğinde birer hususi cenneti vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla cennete ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususi ve geniş cennetini zinetlendiriyorlar. Evet, bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangahtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözleriyle, zevkiyle, zâikasıyla, sâir duygularıyla
51
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
istifade ettiği gibi; aynen öyle de fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fâni memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zâika, o bâki memlekette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada, beşyüz senelik mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli, baştan başa zinetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. Her mü'min derecesine ve dünyada kazandığı sevaplar, haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefid olur. L.)" âhiret
öbür dünya.
âhirîn
sonrakiler.
Âhirzaman
"Dünyanın son zamanı ve son devresi. Dünya hayatının kıyamete yakın son devresi. (Rivayette var ki : ""Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz."" Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberiyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azâb-ı kabirden sonra ( $ ) vird-i ümmet olmuş. Allahu a'lem bissavab, bunun bir te'vili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ: Rusyada hamamlarda, kadın- erkek beraber çıplak girerler ve kadın, kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemâlperest erkekler dahi nefsine mağlup olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebâirleri ve bid'aları, birer câzibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz. Ş.)"
52
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âhirzaman
dünyanın son zamanları.
Ahissa
(Hasis. C.) Cimriler, pintiler, tamahkârlar.
Ahiyane
f. Damak. * Tıb: Boğaz.* Beyin kemiği.
Ahiyyen şerahiyyen
(Süryanice) Hannân, Mennân, Rahmân ve Rahim olan. Çok çok nimet veren.
Âhiz
(Âhize) Alan. Alıcı. Ahzeden. * Ses alıcı âlet. * Kabul etme, alma.
Ahîz
(Ahz. den) Esir.
âhize
alan, alıcı.
Âhize
Fiz : Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren alet.
Ahkab
Uzun zamanlar.
Ahkad
(Hukd. C.) Kinler, garezler.
Ahkaf suresi
Kur'an-ı Kerim'de kırkaltıncı sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
Ahkaf
(Hıkf. C.) Eğri büğrü kum tepeleri.
Ahkâm
(Hüküm. C.) Hükümler. Kanunlar. Nizamlar.
ahkâm
hükümler, kanunlar.
Ahkâm-ı adliye
Adaletle alâkalı hükümler, emirler. * Adliye nezaretinin eski ismi.
Ahkâm-ı fer'iyye ve ahkâm-ı asliyye (Bak: Şeriat) Ahkâm-ı kur'âniye
f. Kur'ân-ı Kerim'in kat'i olan hükümleri, emirleri. (Bak: Hukuk)
Ahkâm-ı şahsiye
Huk: Şahsın kendisini alakalandıran hükümler. (Bak: Hukuk-u şahsiye)
Ahkar
En hakir, pek âciz ve değersiz. (Daha çok tevazu makamında söylenir.)
Ahkar-ul ibâd
Kulların en hakiri.
ahkem
en çok hükmeden.
Ahkem
En sağlam. En kuvvetli. * En çok hükmeden. * En hakim ve akıllı.
53
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ahkem-ül hâkimîn
Hükümdarların hükümdarı. Hâkimlerin en hâkimi. Cenâb-ı Hak (C.C.)
Ahker
f. Ateşli kül, kül ile karışık ince kor.
Ahla
En tatlı, çok şirin. Çok tatlı.
ahlâf
halefler, öncekilerin yerine geçenler.
Ahlaf
Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti.
Ahlak
(Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri inceliyen ilim. Ahlâkın kaynağı ve mahiyetini inceliyen felsefe.Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk kaidelerine uyması gerektiği konusunda ortak bir fikre varamadılar. Kimi menfaati, kimi saadeti, kimi de vazifeyi ahlâkın temeli saydı. İslâm ahlâkı ise ahlâkın temeli Allah'ın emrine uygunluğu ve gaye olarak da Allah rızasını almakla insanı şahsi veya içtimâi (toplumsal) bencillikten kurtarmıştır. Ahlâkı da cemiyetten cemiyete ve zamanla değişen keyfî ve tesadüfî kaideler yığını olmaktan çıkarıp Allah'ın emirlerine uygunluğu esas almakla, birlik ve beraberliği ve devamlılığı sağlamıştır. (Bak: Hulk)
ahlâk
insanın iyi veya kötü hâlleri, bunlarla ilgili ilim.
Ahlâk-ı fâzıla
İyi ahlâk, faziletli huylar.
Ahlâk-ı hamide
Beğenilen güzel ahlâk.(Hz. Muhammed (A.S.M.) bütün ahlâk-ı hamidede en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye malik idi...... Onda içtima etmiş ahlâk-ı hamidedir ki her bir haslette en yüksek tabakada olduğuna dost ve düşman ittifak ediyorlar. M.)
Ahlâk-ı hasene
"Yüksek ahlâkı en parlak ve ulvi bir şekil ve ruhta gösteren ve bilfiil yaşayan Peygamberimizin (A.S.M.) ve O'nun yolunda gidenlerin
54
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ahlâkı.(Diyorsun ki: Teklif, saadet içindir. Halbuki ekser-i nâsın şekâvetine sebeb, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?C- Cenab-ı Hak, verdiği cüz'-i ihtiyâri ile ef'al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-i mütenâhi tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nemâ bulamazdı. Evet, nev'-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlak-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyariyle teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev'in saadetine de sebep olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlahiyyeyi reddetmişlerse de teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevi, ahlâki vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hâli kâfir değildir. İ.İ)(Hadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (A.S.M.) üzerine olsun ki, demiş: $Yani; benim, insanlara Cenab-ı Hak tarafından bi'setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır. H.)"
55
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ahlâkıyyât
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ahlâk ilmi ve düsturlarını ve bunların vasıflarını ve tatbiklerini inceleyen, öğreten ilim. * Ahlâk ve terbiye ile alâkalı ders ve bahisler.
Ahlâkıyyun
"Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış olanlardır."
Ahlâkî
Ahlâkla ilgili, ahlâka ait.
ahlâkî
ahlâkla ilgili, ahlâka uygun.
ahlâkiyat
ahlâk ilmi.
ahlâkiyyun
ahlâk âlimleri.
Ahlal
(Hıll. C.) Samimi dostlar, yâranlar.
Ahlam
Rüyâlar. (Bak: Hulm)
Ahlas
En hâlis, daha temiz.
Ahlat
(Hılt. C.) Çok karıştırılabilir, karıştırılmağa elverişli.
Ahlat-ı erbaa
İnsan vücudunda varlığı kabul edilen dört unsur veya üsareler.
Ahlef
Solak kimse.
Ahles
Kara ile kırmızı arasında olan renk.
Ahlet
Saçı dökülmüş kişi.
Ah-liümm
Baba ayrı, ana bir kardeş.
Ahliya
(Hali. C.) Boş şeyler.
Ahma
(Hamâ. C.) Kayın biraderler.
Ahmak
(Humk. dan) Pek akılsız, sersem, şaşkın. Anlayışsız.
ahmak
akılsız, budala.
ahmakane
ahmakça, budalaca.
Ahmakane
f. Ahmakçasına, ahmak olana yakışır şekilde.
Ahmakî
Akılsızlık, ahmaklık.
Ahmakiyet
Ahmaklık, akılsızlık.
56
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ahmak-ul humaka
Ahmakların en ahmağı.
Ahmal ü eskal
Ağır yükler.
Ahmal
(Haml. C.) Yükler. * Ağır şeyler. Eşya, ağırlık.
Ahmas
(Hums. C.) Beşte birler, humslar.
Ahmas-ül kadem
Ayak tabanı.
Ahmed ibn-i hanbel
(Bak: Hanbelî, İmam-ı Hanbel)
Ahmed
çok hamdeden, övülmeye en lâyık olan.
Ahmed-i bedevî
"(Seyyid) (Hi. 596-675) Mısır'ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali neslinden gelir. Bir çok lâkabı vardır. Ona Afrika bedevileri tarzında (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı (el-Bedevi) deniyordu. 626 yılına doğru onda deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat üzere Kur'an okudu ve Şafii fıkhı tahsil eyledi. Kendisini ibadete vakfeyledi ve kendisine yapılan izdivaç teklifini reddeyledi. Berlindeki bir yazmada bu hususta şunlar yazılıdır: ""Cennet hurilerinden başka hiçbir kadın ile evlenmemeğe ahdettim."" Kerametler ve harikalar göstermiştir. Geceleri Kur'an okumak âdeti idi. Aktab-ı Erbaa'dandır. (R.A.)"
Ahmed-i fârukî
"(Hi. 971-1034) (İmam-ı Rabbanî) Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğundan Fârukî denilmiştir. Kendisi demiştir ki: ""Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmata tercih ederim."" Hem demiş ki: ""Bütün tarikatların nokta-i müntehası hakaik-i imâniyenin vuzuh ve inkişâfıdır."" Bu zatın büyük ve çok kerametleri görülmüş ve müceddidiyet vazifesini bihakkın ifâ etmiştir. Nakşi tarikatının kahramanı ve bir güneşi hükmünde olduğu Risale-i Nur'dan ""Mektubat"" isimli eserde mezkurdur. (R.A.) (Bak: Müceddid)"
57
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ahmed-i muhtar
Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimiz.
Ahmed-i rüfâî
(Hi: 512-578) Büyük bir veliyullahtır. Pek çok kerametleri görülmüştür. İmam-ı Musa Kâzım Hazretlerinin evlâtlarından olup, dine büyük hizmetler etmiştir. (R.A.)
Ahmed-i sünusî
(Bak: Sünusî)
Ahmer
Kırmızı.
ahmer
kırmızı.
Ahmes
Kuvvetli, yiğit. Kahraman, cesur, şecaatli, bahadır.
Ahmeş
İnce, dakik.
Ahmez
Daha metin, daha sağlam, daha çetin.
Ahna
Çapraz ve birbirine zıt işler. Çarpık, eğri şeyler.
Ahna'
Çok alçak gönüllülük, mütevazilik.
Ahnas
(Hıns. C.) Yeminden dönmeler. Yalan yeminler.
Ahnef
Ayakları çarpık ve eğribüğrü olan.
Ahnes
Burnu basık ve sivri olan adam.
Ahond
f. Tahsil yapmış, hoca. Ulu, büyük.
Ahra
Daha lâyık, daha münasib, en elverişli.
Ahrab
Kulağı kesik. * Kulaktaki küpe deliği.
Ahrac
(Hırc. C.) Hayvanların yular, tasma ve palanlarına dizilen boncuklar.
Ahrad
Pek tamahkâr cimri.
Ahrak
Miskin, akılsız adam.
Ahram
(Harem ve Harim. C.) Gizli yerler. Gizli olup herkesin girmesi serbest olmayan yerler. * Kadınların bulunduğu haremlikler.
Ahrar
(Hür. C.) Hürler. Esir veya köle olmayan kimseler. * Silsilesinde esir veya köle bulunmayanlar. * Hürriyetçiler.
ahrâr
hürriyetçiler.
58
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ahrarane
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Hürriyetçilere yakışır tarzda. Serbestçe. Hür olana yakışır surette.(İnsana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyyeti intac eder. Mün.)
Ahras
(Hâris. C.) Bekçiler, muhafızlar, koruyucular.
Ahraz
(Ahrad) Kirpikleri dökülmüş, çipil gözlü.
Ahreb
"Çok harap, perişan, yıkık. * Kulağı yarık kimse. * Edb: Rübai vezinlerinden ""Mef'ulü"" ile başlayan oniki şekilden herbiri."
Ahrec
Ak ile kara. Siyahla beyaz.
Ahred
Ayaklarının siniri kurumuş veya bozulmuş olan hayvan.
Ahrem
"Burnu kesik olan. Kesik burunlu. * Edb: Rübai vezinlerinden ""Mef'ulü"" ile başlıyan oniki şekilden herbiri. * Tıb: Omuz ucu."
Ahres
Dilsiz, dili olmayan kimse.
Ahrez
Gözleri dar ve küçük olan.
Ahruf
(Harf. C.) Uçlar. * şiveler, lehçeler. * Harfler.
Ahsa
"""İhsa""dan fiildir. (Bak: İhsâ)"
Ahsar
Pek kısa, daha kısa, daha özlü, daha veciz.
Ahsas
Hisler. Duygular.
Ahseb
Çok iyi hesab edilmiş, münâsib. * Çok fazla cimri, hasis. * Miskin. * Saçının rengi kırmızıya yakın. *Tüyünün rengi boz renk olan kızıl deve.
Ahsef
Kara ile ak, alaca.
Ahsem
Geniş yüzlü kılıç. * Arslan. * Enli, yassı ve yayvan burun. * Enli, yassı ve yayvan burunlu adam.
ahsen
en güzel.
Ahsen
En güzel. Çok güzel.
59
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ahsen-i takvim
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"En güzel kıvama koyma. * Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en güzel kıvam, sıfat ve surette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd ve kabiliyetlerde ve en güzel surette yaratıldığı.(Envâ'-ı zihayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak insanı bütün Esmâsına câmi' bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihâzata mâlik bir mu'cize-i Kudret ve bütün Esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddi ve mânevi rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vâsıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfiline düşer; bir zulm-ü azimi irtikâb eder. M.)"
ahseniyet
en güzel olma.
Ahsen-ül gayât
Gayelerin en güzeli, en iyisi.
Ahsen-ül hâlıkîn
Hâlıkıyyet mertebelerinin en güzel ve en münteha mertebesinde olan bir Hâlık-ı Zülcelal. Her şeyi herşeyle münasebetine lâyık bir tarzda güzel yaratan Hâlık. (C.C.)
Ahsen-ül kasas
İbret verici vakıaların en güzel şekilde nakledilişi. Kıssaların en güzeli. * Sure-i Yusuf (A.S.).
Ahşa'
(Haşâ. C.) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar. * Mahaller, bölgeler, cihetler.
Ahşa
Pek korkunç. Çok korkunç. Çok korkunç yer.
Ahşab
Kereste. Tahta. Ağaçtan yapılan bina. * Ağaçtan olanlar.
Ahşam
(Haşem. C.) Bir büyük zâtın yakınları, maiyeti, taraftarları.
Ahşeb
(C.: Ehâşib) Sert taşlı büyük dağ. * Haşin ve yoğun olan.
Ahşef
Uyuz adam.
60
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ahşem
Burnu koku almayan. * Burnunun içi kokan kimse.
Ahşen
Pek sert şey. * Geçimsiz kimse.
Ahşic
f. Zıt ve uygunsuz.
Ahşican
(Ahşic. C.) f. Zıtlar. Dört unsur. (Toprak, su, ateş, hava.)
Ahşig
f. Zıt ve uygunsuz.
Ahşigân
(Ahşig. C.) Zıtlar.
Ahşişan
Çok katı, pek huşunetli.
Ahtab
(Hatab. C.) Odunlar.
Ahtal
Çabuk yürüyen. * Boşboğaz, çok konuşan kimse. Çenesi düşük.
Ahtapot
Fr. Çok ayaklı, kafadan bacaklı bir nevi deniz hayvanıdır ve yakaladığı canlı hayvanı kıstırıp kanını emer. * Canlı yengece benzeyen bir çıban.
Ahtar
(Hıtar - Hatarat) Tehlikeler.
Ahte
f. Dışarı çıkarılmış, dışarı çekilmiş. (kılıç, bıçak gibi..) * Husyesi çıkarılmış hayvan.
Ahteb
Arı kuşu dedikleri kuş. * Kızıl eşek.
Ahtel
Sarkık kulaklı.
Ahtem
Uzun burunlu.
Ahter
Yıldız. * Mc: Baht, talih.
Ahterân
f. Yıldızlar. Necimler.
Ahter-bîn
f. Müneccim. Yıldız ilmi ile meşgul olan kimse.
Ahter-gû
f. Yıldız ilmi ile uğraşan kişi, müneccim.
Ahter-i dünbâle-dar
Kuyruklu yıldız.
Ahter-şinas
f. Yıldız ilmi ile uğraşan. Müneccim.
âhû
ceylân.
61
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ahu
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Ceylân. * Gözleri çok güzel olan. Çok güzel göz. * Gazâl. * Mc: Dilber. Mahbub.
Ahu-beçe
f. Ceylan yavrusu.
Ahu-bere
f. Ceylan yavrusu.
Ahu-çerende
f. Otlıyan ceylan.
Ahu-dil
f. Ceylan yürekli. * Mc: Korkak.
âhufizâr
yanıp yakınma.
Ahun
f. Delik, yarık. Lağam.
Ahun-bür
f. Yer kazan, delik açan. Lağamcı.
Ahu-nigâh
Ceylan bakışlı
Ahu-pa(y)
f. Ceylan ayaklı. Çevik, atik. * Altı köşeli, nakışlı ev ve köşk.
Ahur
f. Ahır, dam.
Ahuri
f. Hardal.
Ahuvan
(Ahu. C.) f. Ceylanlar. Karacalar.
Ahu-yi leng giriften
Topal ceylan tutmak. * Mc: İnsafsızlık etmek. Acizlere sataşmak.
Ahu-yi mâde
f. Dişi ceylan.
Ahu-yi ner
Erkek ceylan.
Ahu-yi simin
Sevgili. * Sâki.
Ahva
(C.: Huvve) Kararmış nesne.
Ahval
(Hâl. C.) Dayılar. Annenin erkek kardeşleri.
ahvâl
haller, durumlar.
ahvâlât
ahvaller, durumlar.
Ahval-i hayret-fezâ
Hayret verici haller.
Ahval-i sıhhiye
Sağlık durumu.
62
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ahval-i şahsiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huk: Hakiki şahısların, hukuki varlıklariyle alâkalı olan hukuki durumlar. (Doğum, evlenme, boşanma, evlat edinme, ölüm hadiseleri gibi)
Ahvas
(C.: Ehâvis, Huves) Bir gözü birinden küçük olan.
Ahvat
(Uht. C.) Kız kardeşler.
Ahveb
Asi, günahkâr.
Ahvec
En muhtaç, pek çok ihtiyacı olan.
Ahved
Çok değişen.
Ahvef
En korkak. * Çok korkunç.
Ahvel
Bir şeyi çift gören, şaşı.
ahvel
şaşı.
Ahver
Akıllı. * İri gözlü güzel. * Müşteri yıldızı. (Jüpiter) * Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam.
Ahverî
Yumuşak, beyaz nesne.
Ahves
Cesur, kahraman, yiğit, şecaatli, bahadır.
Ahvezi
Yeyni, hafif. * Tez, seri.
Ahyâ vü emvât
Diriler ve ölüler.
Ahyâ
(Hayy. C.) Diri olanlar. Hay olanlar. Canlılar.
ahyâ
diriler, canlılar.
Ahyal
(Hayl. C.) : Atlar, at sürüleri. Atlı kıtalar.
Ahyan
(Hin. C.) Arasıra. Vakit vakit. Vakitler. Zamanlar.
Ahyanen
(İhyânen) Zaman zaman, arasıra. Kâh kâh.
ahyâr
hayırlılar, iyiler.
Ahyar
Hayırlılar. * Dostlar. * İyilik sevenler. (Eşrar'ın zıddı)
Ahyaz
(Hayiz. C.) Odalar, bölmeler, bölümler.
Ahyed
Peygamberimizin Tevrattaki ismi.
63
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ahyef
Bir gözü gök, diğer gözü siyah olan.
Ahyus
Ekseriyetle su kenarında biten bir ot.
Ahz u itâ
Alışveriş.
Ahz u kabul
Alıp kabul etmek.
Ahz ü girift
Ele geçirme, yakalama. * Esir alma.
Ahz ü kabz
Kendine mal etme.
ahz
alma, tutma.
Ahz
Alma. * Tutma. * Kabul etme. * İşkence etme.
Ahza
Çok alçak, menfur kişi. Nefret edilmiş olan kimse.
Ahzab suresi
Kur'ân-ı Kerimde otuzüçüncü surenin adı olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
Ahzab
(Hizb. C.) Hizbler, bölükler, kısımlar, gruplar. * Toprağı katı yer. * Kur'ânın kısımları. Hizbleri.
ahzâb
hizipler, bölümler, partiler.
Ahzad
Eğrilip bükülen, esnek.
Ahzan
(Hüzn. C.) Hüzünler, kederler, sıkıntılar, tasalar, gamlar.
ahzân
hüzünler, üzüntüler.
Ahzar
(Hazer. C.) Endişeler, ihtiyatlar.
Ahzeka
Bodur ve şişman adam.
Ahzel
Beli kırılmış olan adam.
Ahzem
İşini sıkı tutan, ihtiyatlı, tedbirli. * Yüksek yer. * Göğsü büyük.
Ahzen
Çok hüzünlü kederli. En tasalı, daha gamlı.
Ahzer
Devamlı gözünü kırpan adam. * Ufak gözlü olan kimse.
Ahzetmek
Almak. Tasarrufuna dahil etmek. Tahsil etmek.
Ahz-ı asker
Askere alma. * Askere alınma.
Ahz-ı misak
Sözleşme. * Yemin etme.
64
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aib
(Bak: Ayib)
âid
geri gelen, dönen, dair, ilgili.
Aid
Geri gelen, dönen. Râci. Dâir. * Bir kimse veya bir şeyle ilgili olan. * Hastayı ziyaret eden.
Aidat
(Aide. C.) Gelirler, kazançlar. * Resim, vergi. İrad. Belirli sürelerde bir derneğe ödenmesi taahhüd edilen para.
Aide
(C: Avâid - Aidat) Kâr, kazanç, fayda, gelir.
Aidiyyet
Alâkalılık, ilgililik. Aid olma. Birine mahsus olma.
Aik
(Aika ) Mâni'. Alıkoyan. Engel. Meşgale. Bir işten alıkoyup men ve sarfeden.
Aika
(C. Avâik) Alıkoymaya ve te'hire sebep olan şey, mâni, engel.
Ail
Ailesini geçindiren, idare eden. Kalabalık ailesi olan. Fakir.
Aile
"Erkeğin karısı. * Ev halkı. * Akraba. * Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi.(Kadının aile hayatında müdür-ü dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan en esaslı hasleti; sadakattır, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakatı kırar; kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir. Kötü haslet sayılırlar. L.)"
Aile-perver
f. Evine düşkün, ailesine düşkün.
Ailevî
Aile ile ilgili.
ailevî
aileyle ilgili.
Ainne
(İnan. C.) : Dizginler.
Air
Göz ağrısı.
Aiş
Yaşıyan. * Rahat yaşıyan.
65
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aişe
(Bak: Ayişe)
Aiz
Yeni doğmuş deve yavrusu.
Aizze
(Bak: Eizze)
Aj
f. Dinlenme, rahat hâl, istirahat.
Ajan
Fr. Bir şahsın, bir şirketin veya bir devletin bazı işlerini gören kimse. * Gizli vazifeli olan kişi.
Ajanda
Akılda tutulması icab eden şeyleri not etmeye yarayan, takvim şeklinde tanzim edilmiş defter.
Ajans
Fr. Her türlü havadisi toplayıp, ilgili mevkilere bildiren kuruluş. * Ticari bir teşekkülün kolu.
Ajeh
f. Vücutta çıkan pürtüklü küçük ur.
Ajende
f. Çamur. * Binalarda kullanılan harç.
Ajig
f. Nefret, kin ve düşmanlık.
Ajih
f. Kir, küf. * Çapak.
Ajine
f. Değirmen taşı gibi maddeleri yontup düzelten demir alet. Dişengi.
Ajir
f. Göl, havuz. * Kalabalık, izdiham. * Bağırma, feryât. * Çekingen. * Akıllı, uyanık. * Amâde, hazır.
Ajirak
f. Gürültü, ses. Bağırış.
Ajur
Fr. Gözenek. Göz göz işlenmiş nakış.
Ajüg
f. Hurma lifi. * Ağaç budama.
Ak alem
Osmanlılarda saltanat sancağı.
Ak anber
Beyaz cins anber.
Aka
"İran Türkleri ""ağa"" yerine kullanırlar."
A'kab
(Akab. C.) Bir şeyin hemen sonrası.
âkab
hemen sonrası.
66
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Akab
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Topuk. Ökçe. * Bir şeyin hemen arkası. * Bir şeyin gerisinde olan zaman veya mekan.
Akabe biatı
Nübüvvetin 11. senesinde Mekke'nin haricindeki Akabe denilen yerde Medine ahalisinden bir cemaatın, Hz. Peygamber'le (A.S.M.) gürüşüp konuşarak İslâm'ı kabul ve tasdik ettikleri biat hâdisesi.
Akabe
(C.: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş. * Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz. * Muhatara, tehlike. * Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi. * Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan dar bir körfezin ismi.
Akab-gir
f. Peşe düşen, kovalıyan.
Akabinde
Arkasından, hemen arkadan. Hemen ardından.
âkabinde
hemen sonrasında.
Akab-rev
f. Arkadan gelen. Peşe düşmüş, arkaya takılmış.
Akademi
yun. Yüksek mekteb. * Âlimler, edebiyatçılar heyeti. * Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer. * Çıplak modelden yapılan insan resmi. * Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini te'min maksadı ile müşterek tetebbularda veya serbest tedrisatta bulunan salâhiyetli kimseler topluluğu. (Huk. L.)
Akağa
Osmanlı saraylarında hizmet gören beyaz hadımağası.
Akaid
(Akide. C.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar.(Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle vicdanî ve aklî olan imani hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve
67
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
te'sirleri zayıf kalır. Bu hale, Alem-i İslâmın hâl-i hazırdaki vaziyeti şahittir. İ.İ) akaid
akideler, inanılan hakikatlar.
Akaid-i diniye
"Dini akideler. İmâni esaslar.(Ben tahmin ediyorum ki: Eğer şeyh Abdulkadir-i Geylâni (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmâm-ı Rabbâni (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsa idiler; bütün himmetlerini hakaik-ı imâniyyenin ve akaid-i İslâmiyyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü, saadet-i ebediyyenin medârı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyyeye sebebiyet verir. M.)"
akaidî
îmanla ilgili.
Ak'ak
Saksağan.
Akak
Sıcak çok olmak.
Ak'aka
Saksağan sesi.
Akakir
(Akkar. C.) Tıb: İlaç yerine kullanılan nebâtî kökler.
A'kal
En akıllı. Pek akıllı. Daha akıllı.
Akala
Bir çeşit pamuk.
Akalid
Yoğurt.
Akalim
(Ekalim) (İklim. C.) İklimler. * Dünyanın kıt'a ve memleketleri.
Akalit
Yoğurt.
Akall
(Ekall) Daha az. En az.
Akall-i kalil
En az. Azın azı.
Akalliyet
(Ekalliyet) Azlık. Azınlık. * Bir ülkede hâkim unsurların haricinde olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar.
Ak'am
Burnu eğri.
Akam
Çocuksuz, çocuğu olmayan, kısır. * Tedavisi kabil olmayan hastalık.
akâmet
kısırlık, verimsizlik.
68
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Akamet
Neticesizlik. Kısırlık, sonu alınmama.
Akan
Deve ayağını bağladıkları ip.
Akanyıldız
Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.
akar
gelir getiren mal.
A'kar
Kısır.
Akar
Köşk, yüksek bina. * Bâbil vilayetinde bir yer adı. * Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak. * Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi.
Akarat
(Akar. C.) Gelir getiren yapılar ve mallar.
Akaret
Kısırlık, kısır olma.
Akarib
(Bak: Ekarib)
akarib
akrabalar, yakınlar.
A'kas
Boynuzu kulağı ardında bitmiş veya boynuzu kulağı ardına gelmiş nesne.
Akas
Çirkin kokulu olma.
Akasır
(Akser. C.) Pek kısalar.
Akasi
(Aksa. C.) Çok uzaklar.
Akat
Evin ortası. Evin çevresi, etrafı.
Akavil
(Bak: Ekavil)
Akb
Sakalın kaba ve sık olması.
Akbeh
(Kabih. den) En çirkin. Çok kabih.
Akbel
Eğri gözlü. * Kabiliyetli kimse. * En çok beğenilen
Akbenek
Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıbandan kalan ve görmeyi yavaş yavaş azaltan beyaz benek.
Akbiye
(Kubâ. C.) Kaftanlar, üste giyilen elbiseler.
69
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Akciğer
Göğüs boşluğunu dolduran ve solunmağa yarayan bir organ. Ree.
Akça
(Akçe) Beyaz, oldukça beyaz. * Para. * Eskiden para ölçüsü olarak kullanılan küçük gümüş sikke.
akçe
eskiden para.
akd
anlaşma, sözleşme.
Akd
Anlaşma. Sözleşme. * Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.* Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesine de in'ikad denilir.
Akdam
(Kadem. C.) Ayaklar, kademler.
akdam
kademler, ayaklar.
Akdar
Değerler. Kudretler.
Akdem
Daha önce. Daha ileri. Daha mühim.
akdem
en önceki.
Akdem-i umur
İşlerin en mühimmi.
Akdemîn (akdemûn)
Daha evvelce yaşamış olanlar. Geçmişler. İleride ve daha mühim kimseler. * Eksikler. (Bak: Kudemâ)
Akder
En kudretli. * Kısa boylu.
Akderi
Eski zamanda kağıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan deri.
Akdes
En kudsi. En mübarek.
akdes
en mukaddes.
Akd-i meclis
Konuşmak için toplanma, meclis kurma.
Akd-i muavaza
Hibe ve sadaka gibi teberruattan olmayıp iki taraftan ivaz verilerek yapılan akd, ivazlı akd. Satış, trampa gibi.
70
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Akd-i zimmet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâmlarla muharebe etmiş veya eden bir şahsın veya bir cemaatın İslâm ahd u emânını, yani tâbiiyyetini kabul etmesi.
Akdiyye
Mafsallarda bulunan yumru ve düğüm.
A'kef
Ahmak.
Akem
Vergisi olmayan emlâk. Türbe, cami, köprü, çeşme gibi.
Aker
Zeytinyağı tortusu.
Akerker
Kuvvetli arslan. * Yoğurt.
Akese
f. Ökse. * Bir şeye ilişmiş, asılmış.
Akevka'
Kısa boylu.
Akf
Eğmek, meylettirmek.
Akfa
(Kafâ. C.) Başın arka kısımları. Enseler.
Akfal
(Kufl. C.) Kilitler. Kapı kilitleri.
Akfar
(Kafr. C.) Sahralar, çöller.
Akfas
(Kafas. C.) Hamal küfeleri. * Kafesler.
Akfen
Kulağı küçük ve kalın olan.
Akfer
Çok kısır, en kısır. * İki ön ayakları dirseğine kadar beyaz olan at
Akhaf
(Kıhf. C.) Ağaç kaplar, ağaçtan yapılmış kaplar. * Kafa tasları.
Akheb
Rengi bozrak olan ak nesne.
Akheban
Fil, câmus.
Akher
En kahredici, çok kahreden.
âkıbet
son, netice.
âkıbetbîn
işin sonunu görebilen.
âkıbetendişane
sonu için kaygılanırcasına.
Akıl
(Bak: Akl)
âkıl
akıllı.
akıl
zihnin anlama ve düşünme sıfatı.
71
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Âkıl(e)
Uyanık. Aklı başında. Tedbirli. Düşüncesi sağlam. Huşyâr.
âkılane
akıllıca.
Âkılâne
f. Akıllı kimseye yakışır surette, akıl ve idrakle.
Âkılât
Akıllı kadınlar.
Akılcılık
(Rasyonalizm) fels. İnsanın, akılla gerçeğe uygun bilgiyi bulabileceğini, aklın doğru kabul ettiği bilginin şübhe götürmez kesinlikte doğru olduğunu kabul ettiği felsefe. Tenkitçi felsefe, deneyci felsefe, psikoloji ve sosyoloji bu felsefenin aşırı iddialarını çürütmüştür. Bugünkü ilim adamları herşeyi tam doğru olarak biliyoruz iddiasından uzak, daha alçak gönüllü bir hareket tarzını benimsemektedirler. (... izm) şeklinde ifade edilen görüşlere körü körüne ve acele ile bağlanmayı doğru görmemektedirler.
akılfüruş
akıllılık taslayan.
Akıl-füruş
f. Akıl satan, daha akıllı olduğunu göstermeğe çalışan.
akılsûz
akla aykırı gelen.
Akılsuz
f. Aklı yandıran, aklı gideren.
Akıncı
Keşif, yağma ve tahrib kasdıyla ecnebi memleketlere akın yapan kişi. Akıncılık, Osman Bey zamanında başlamıştır.
Akıntı
Bir sıvı cismin mütemadiyen hareketi, akış. * Nehir veya deniz suyunun bir tarafa doğru cereyanı. * Bazı hastalıklarda vücuttaki bir delikten cerahat akması.
Âkır(e)
Kısır, verimsiz, kumlu toprak. * Çocuksuz kadın. * Oğlu veya kızı olmayan erkek. * Yaralayan, yaralayıcı.
Akıs
İnatçı, muannid.
Âkıs
Pis kokulu.
Aki
(Akk. dan) İsyan eden, başkaldıran, âsi.
72
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Akib
Ayağın ökçesi. Adamın evlâdı, evlâdının evlâdı.
Akîb
Bir şeyin ardından gelen. Arkası sıra giden.
Âkib
Çok fazla.
âkib
hemen sonra gelen, izleyen.
Âkibe(t)
Bir şeyin sonu. Nihayet. Netice, sonuç.
Âkibet-bin
f. İleri görüşlü. Sonunu evvelden gören.
Âkibet-binî
f. Tedbirlilik, neticeyi önceden görüp düşünme.
Âkibet-endiş
f. Geleceği için endişe eden. İstikbâlini düşünen. Akibetini düşünen.
Âkibet-ül âkibe
Akibetin âkibeti. * Neticenin sonu. * Ahiret.
Âkibet-ül emr
Bir işin neticesi, sonu.
Akid
Aralarında akid yapanlardan her birisi. (Bak: Akd)
âkid
aralarında sözleşme yapanların herbirisi.
Âkid
Kuyunun çevresi, etrafı.
akid
söz, sözleşme.
akide
îman, inanma.
Akide
İnanılan ve itikad edilen esas. İmân. * Bir nevi şeker adı.
Akide-i tevhid
Allah'ın bir olduğuna inanmak.
Âkideyn
Huk: Her akidde anlaşmayı yapan her iki taraf.
âkif
devamlı ibadet eden.
Âkif
Devamlı ibadetle meşgul olan. * Bir şeyde sebat eden. * Teveccüh, yönelme.
Akifan
Uzun ayaklı karınca. * Araptan bir kabile adı.
Akik
Bunaltıcı sıcaklık.
akîk
değerli bir taş cinsi.
73
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Akika
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Yeni doğan bir çocuğun başındaki ana tüyü. Yahut böyle bir çocuk için Cenab-ı Hakk'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı. Bu kurbana ""Nesike"" de denir."
akîka
yeni doğan çocuk için şükür niyetiyle kesilen kurban.
âkil
yiyen, yiyici.
Âkil(e)
(Ekl. den) Ekl eden, yiyen. Yiyici.
Akîle
(C.: Akayil) Baba tarafından akraba. * Her şeyin en iyisi.
Âkile
(C.: Avakil) Baba tarafından olan akraba.* Baş tarayıcı kadın.
Âkilet-ül ekbâd
Ciğerler yiyen kadın. * Uhud harbinde şehid olan Hz. Hamza'nın (R.A.) göğsünü yararak ciğerlerini yiyen Ebu Süfyanın karısı Hind.
Âkil-ül beşer
İnsan eti yiyen.
Âkil-ül hevâm
Haşaratla beslenen.
Âkil-ül küll
Herşeyi yiyen.
Âkil-ül lahm
Etle beslenen, et yiyici.
âkilüllâhm
et yiyen.
âkilünnebat
ot yiyen.
Âkil-üs semek
Balıkla beslenen. Balık yiyici.
âkilüssemek
balık yiyen.
Akim
(C.: Akâm-Ukum) İçinde giyecek olan büyük çuval.
akîm
kısır, verimsiz, neticesiz.
Akîm
Neticesiz, sonu yok. Beyhude. * Yağmur getirmeyen rüzgar. * Çocuğu olmayan, kısır. Doğurmayan (kadın), doğurtmayan (erkek).
Akir
Yaralanmış, cerih.
Akire
Ses, sedâ, savt.
akis
yansıma, yankı.
74
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Akis
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yere gömüp köklendikten sonra kestikleri üzüm çubuğu. * Üzerine yağ koyup içtikleri taze süt. * Sütlü çorba.
Akisa
(C.: İkâs) Saç örgüsü.
Akise
Işığı aksettiren âlet.
Akk
Serkeş, inadçı.
Akkâl
Çok yiyen, obur. * Tıb: Etrafındaki etleri çürütüp mahveden (yara).
Akkâm
Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam. * Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe. * Çadır mehteri.
Akkor
(Bak: Nâr-ı beyza)
Akkub
Devenin çok yediği yassı yapraklı bir dikenli ot.
akl
akıl, anlama melekesi.
Akl
Sürmek. * Ölmek. * İp ile bağlamak.
Akla'
Eli kesik.
Aklah
Sarı dişli.
Aklam
(Kalem. C.) Kalemler. Oklar. Yayla atılan eski zaman silahlarından biri.
Aklan
(Bak: Mâile)
Akleb
Sarkık dudaklı.
Akled
Yoğurt.
Aklen ve naklen
Akıl ve haberlerin nakline göre. Akıl ve nakil yolu ile.
Aklen
Akıl ile. Akıl yolu ile.
aklen
akılca.
Aklet
Yoğurt.
Akl-ı bâliğ
Yetişmiş genç. Erginlik hâli. Onbeşini doldurmuş genç.
Akl-ı beşer
"İnsan aklı. İnsan düşüncesi.(Kur'anın hakaik-ı İlâhiyeye dair beyanatı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-ı âlemin muammasını açan
75
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
beyanat-ı kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü: O hakaik-ı gaybiyeyi hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları o mesâilin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği mâlumdur. Hem Kur'an, gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye ve hakaik-ı kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü: ""Sadakte"" deyip o hakaikı kabul eder. Kur'ana, ""Bârekâllah"" der... Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat, Kur'anın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde isbat ediyor. S.)" Akl-ı evvel
"İlk akıl, hılkî ve cibilli olan akıl. (Bir kısım eski ve sapık felsefecilere ve hususan İşrakıyyuna göre; teselsül tâbiri ile müessiriyetini iddia ettikleri sebeblerden birincisidir. Bunun neticesi şirke gider. Bunlarca, akl-ı evvel Allah'ın mahluku olup ve bundan ikinci akıl, ikincisinden üçüncü akıl... ve böylece ""Ukul-ü Aşere"" dedikleri birbirinden türeyen on akıl varlığı tevehhüm edilerek dalâlete gidilmiştir.)(Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan ( $ ) ""Birden bir sudur eder"" Yani, ""bir zattan, bizzat bir tek sudur edebilir. Sâir şeyler vasıtalar vasıtası ile ondan sudur eder."" diye, Ganiyy-i alel-ıtlak ve Kadir-i Mutlakı, âciz vasaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vasaite, rububiyyette bir nevi şirket verip Halik-ı Zül Celâle ""Akl-ı evvel"" nâmında bir mahluku verip âdeta sair mülkünü esbaba ve vasâite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-alûd ve dalâletpişe o felsefenin düsturu nerede?... Hükemânın yüksek kısmı olan
76
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İşrakıyyun böyle halt etseler; maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin. S.)" Akl-ı fa'al
İşleyen ve çalışan akıl.
Akl-ı küllî
Kâinatta görülen umumi ahenk. Her şeyi kavrayan akıl.
Akl-ı maad (mead)
İrfan ve ilimle terbiye olan âhiretini düşünen akıl. Geleceği kavrayan akıl.
Akl-ı maaş
Aklın en alt tabakası. Dünyada geçim işini düşünen akıl.
Akl-ı matbu'
Yaradılıştan olup, her çocukta olan akıl. Öğrenmeden var olan fıtrî akıl. Bu akıl mümeyyiz olmayıp kabil-i hitap değildir.
Akl-ı mesmu'
Kabil-i hitab olan akıl. Sonradan tecrübe ve bilgiyle gelişen akıl. Hayrı ve şerri fark edebilen ve mümeyyiz olan kimsenin aklıdır.
Akl-ı selim
(Hiss-i selim) İyiyi kötüyü farkedip, insana hak ve hakikatı, iman ve İslâmiyeti tâkib ettiren akıl ve düşünüş. Normal ve müsbet düşünce.
Aklî
Akıl ile bilinen veya bulunan şey. Akla mensub. Akla dâir ve müteallik.
aklî
akılla ilgili, akıl alanına giren.
akliyât
akıl alanına giren şeyler.
Akliyyat
Müşahedeye ve tecrübeye girmeyen ve sadece akıl ile düşünülen şeyler ve hususlar. Nazarî meseleler. (Bak: Mücerredât, Ma'kulat)(Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulumu akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî olan hastalıklar, insanlarıaklî ilimlere teşvik ve sevkeder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtelâ olur. M.N.)
Akliyye
Akılcılık. Akıl ile anlaşılan ve bulunan. Akıl hastalıkları.
77
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Akliyyun
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan, hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp, aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden birinci kısım, insan aklının her meseleyi çözebileceğini iddia ederler. Allah'a ve vahye inanan ikinci kısım ise, Allah'a, ruha, âhiret gününe, kitap ve peygambere inanmanın makul olduğunu, dinde akla uymayan bir tarafın bulunmadığını isbat etmek isterler.
akliyyûn
aklı tek ölçü kabul eden felsefeciler.
Akm
Kısırlık.
Akmadde
"Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder."
Akmar
(Kamer. C.) Aylar. Yıldızlar.
Akmed
Ensesi uzun ve kalın olan kimse. * Uzun boylu.
Akmer
Ay gibi beyaz (yüz). Akça şey.
Akmî
Yıpranmış, eskimiş. * Anlaşılmaz.
Akmise
(Kamis. C.) Gömlekler.
Akmişe
(Kumaş. C.) Kumaşlar, dokumalar.
Akmus
Eşek, hımar.
Akna'
En çok kanaat getiren, en mukni'.
Akna
İnce, yumru burunlu kimse.
Aknan
(Kınn. C.) Kullar, köleler.
Akonitin
Fr. Kurtboğan denilen bir bitkiden çıkan zehirleyici bir madde.
Akont
Fr. Sonradan hesaplaşmak üzere bir borç veya kazanç hissesinden alacaklıya yapılan ödeme.
78
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Akra'
Başı kel olan. * Saçları dökülmüş olan. * Çıplak dağ.
Akraba
Aralarında soyca, nesebce yakınlık olanlar. Yakınlar.
akrabâ
yakınlar, hısımlar.
Akrad
Emir, bey.
Akrah
Alnının ortasında akçe kadar beyaz yeri olan at.
Akran
(Karin. C.) Birbirlerine derece, sınıf, liyâkat ciheti ile benzeyenler. Mümâsil. Emsal.
akrân
eş ve benzer olanlar, yaşıtlar.
Akras
(Kurs. C.) Yuvarlaklar, daireler, çemberler.
Akrat
Kaşları olmayan.
Akre'
Çok lâtif ve pek güzel Kur'an okuyan.
akreb
daha yakın, pek yakın.
Akreb
Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık. * Saatin kısa ibresi. * Semâda bir burç ismi.
Akrebe
"Dişi akrep. * Çevik ve zeki cariye. * Ayakkabı bağcığı. * Kazan, tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan ""S"" şeklindeki kanca."
Akrebek
f. Küçük akrep. Saatin kısa olan ibresi.
Akreb-i mekniyyat
"Huk:Meşrut-un lehi bildiren zamirin en yakın mercii mânasını anlatır. Meselâ: Bir vakfiyede vâkıf tevliyetini evvelâ kendisine, sonra oğlu ""A"" ya, sonra çocuklarına şart etse, çocukları tabirindeki zamir vâkıfın kendisine değil de en yakın merci'i bulunan ""A"" nın çocuklarına hamlolunur. (Huk.L.)"
akrebiyet
yakınlık.
Akrebiyyet
Daha yakın oluş. * Cenab-ı Hakkın insana olan yakınlığı. (Bak: Kurbiyet)
79
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Akref
Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse.
Akren
Kaşı çatık olan adam.
Akres
"Bir çeşit tuzlu veya ekşi ottur ve ""devenin yemişidir."""
Akreşe
Dişi tavşan.
Akret
Kısırlık.
Akriba
(Bak: Akraba)
Akriha
(Karah. C.) Temiz su. * Ağaçsız yer, ağacı olmayan tarla.
Akromatopsi
Tıb: Renk körlüğü.
Akropol
yun. Eski Yunan şehirlerinde içinde saray ve tapınakların bulunduğu müstahkem tepe.
Akrostiş
yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.
Akruban
Erkek akrep.
Akrüb
(Karib. C.) Sandallar.
aks
yankı, yansıma, tersi.
Aks
Yaramaz huylu. * Katı kumlu yer.
Aksa'
Boynuzu arka tarafına kaymış olan koyun.
aksâ
en son.
Aksa
En uzak. En son. Kusvâ. Nihayet. Irak.
Aksab
(Kusb. C.) Kalın bağırsaklar.
Aksad
Kırık şey.
Aksakal
Köy ihtiyarı. Köy ihtiyar heyetinin başı.Muhtar.
Aksa-l-gayat
Gayelerin en ilerisi, en büyüğü.
Aksam
Dişi yarısından ufanmış. * Boynuzsuz davar.
aksâm
kısımlar, bölümler.
80
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Aksam-ı seb'a
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yedi kısım. * Gr: Kelimelerin (sahih, misâl, muzaaf, lefif, nakıs, mehmuz, ecvef) bölümleri.
Aksam-ı selase
Üç kısım. * Gr: İsim, fiil, harf bölümleri.
Aksar
(Akser) Daha kısa. Pek kısa. En kısa.
Aksat
Çok doğru olan şey. Ayakları kuru olan hayvan.
Aksata
(Bak: Ahz u ita)
Aksay
Çok uzak.
Aksâ-yı bilâd
Bir memleketin sınır bölgeleri, hudut beldeleri.
Aksâ-yı emel
Mefkûre, ideal, gaye-i hayal.
Aksa-yı garb
Uzak garp, uzak batı.
Aksa-yı meram
Meramların, arzuların en sonu. Emellerin son haddi.
Aksâ-yı merâtib
Rütbelerin, mertebelerin en büyüğü.
Aksâ-yı şark
Uzak Doğu. Çin, Japonya gibi yerler.
Aksâ-yı terakki
Tekâmülün son basamağı. Terakkinin son hududu.
Aks-endaz
f. Çarpıp duran.
Akser
(Kasir. den) (C: Akasır) En kısa, çok kısa.
Akser-i eyyam
En kısa gün, günlerin en kısası.
Akser-i turuk
En kısa yol, yolların en kısası.
Akset
Ahsen, en güzel.AKSÎ : İnatçı. * Geçimsiz, huysuz. Uğursuz. * Ters, zıd.
Aks-i dâva
Zıt hüküm. Karşı dâvâ (Zıt teorem.)
Aks-i kaziye
"(Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin (mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir. Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : ""Her insan canlıdır."" sözünde konu olan insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm elde edilir: ""Bazı canlılar insandır."""
81
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aks-i mülevven
Renkli akis.
Aks-i sadâ
Sesin bir yere çarpıp geri gelmesi. Yankı. Çok evvelden söylenen bir hakikatın sonradan tekrar edilmesi.
aksisadâ
ses yankısı.
Aksiyon
Fr. Şirket ve ticaret hissesi. * Kuvvet ve enerjinin dışa ve fiile çıkması.
Akson
yun.Tıb: Sinir hücrelerinden çıkan uzantıların en önemlisi.
Aksu
t. Gözlerde görülen bir hastalık.
Aks-ül amel
"İstenilen şeyin zıddı hasıl olması. Tersine oluş. (Reaksiyon) * Edb: Edebi san'atlardandır. Bir cümle veya mısrânın altını üstüne getirmekle, başka bir cümle veya mısrâ yapmaktır. Pertev paşanın: ""Her düzün bir yokuşu, her yokuşun bir düzü var."" mısrâında olduğu gibi.(Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı, bazan damara dokundurur; aksülamel yapar. M.)"
Aksülamel
(Bak: Aks-ül amel)
aksülamel
işin tersi, tepki.
Aksülümen
Kim. Klor ile civadan mürekkeb zehirleyici te'siri fazla olan bir tuz.
Aks-ün nakîz
"Birbirine zıt olan iki şey. * Man: Mevzuun nakîzini yüklem; ve yüklemin nakîzini de mevzu kılmak. Misâl: ""Her aklı başında olan insan Allah'ı tanır"" kaziyesinden aks-ün nakîz yolu ile şu hüküm elde edilir: ""Allah'ı tanımayanlar, aklı başında olmayan insanlardır."""
Akşar
(Akşın) Doğuştan derisi, kılları beyaz olan insan veya hayvan.
Akşer
Kızıl çehreli, kırmızı yüzlü adam.
Akşet
(C.: Kuşut) Burun kamışı çökük ve yassı olan.
82
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Akta'
Kesmeler, kırılmalar. * Beylik araziler. * Alâkasızlıklar.
Aktaan
Kalem, seyf.
Aktab
(Kutb. C.) Kutublar. Hak tarikatların reisleri, şahları.(Âlem-i İslâmda, her biri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını dâire-i dersine alıp hârika irşad ve kerametlerle manevi terakki ettiren ve hüccetler yerine müşahedata, keşfiyyata dayanan en derin ehl-i tahkik ve hakikat olan zatlar. Ş.)
aktâb
kutublar, büyük evliyalar.
Aktab-ı ehl-i beyt
Ehl-i Beytten yetişen kutublar. Yâni, büyük mürşidler.
Aktab-ı erbaa
Ehl-i sünnet âlimleri ve mütebahhir ve maneviyatta çok ileri zatlar tarafından şimdiye kadar dört büyük kutup olarak bilinen veliler.(Seyyid Abdulkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi, Seyyid İbrahim Desuki.)
Aktan
(Kutn. C.) Pamuklar.
Aktar
(Kutr. C.) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar. * Her taraf. * Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri. * Ecza, ilâç satan adam. * Mahalle aralarında bazı baharatla iğne, iplik vesaire satan satıcı.
aktâr
her yer.
Aktâr-ı âlem
Her taraf. Alemin dört bucağı. Alemin her yeri.
Aktâr-ı beden
Vücudun her tarafı.
Aktivizm
Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.
Aktör
Fr. Tiyatroda erkek oyuncu.
Aktris
Tiyatroda kadın oyuncu.
83
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
aktrist
kadın oyuncu.
Aktüalite
Fr. Bugünkü hâdise veya mevzu. Günlük hâdiseler.
Aktüel
Fr. Bugünkü, şimdiki.
Aku
f. Baykuş, puhu.
Akub
Toz.
Akuk
(Bak: Ukuk)
Akul
İshalden kurtaran bir ilâç.
Akum
İyileşmez yara. Kısırlık. * Zahmet.
Akur
Yaralıyan, ısıran köpek. Kuduz, azgın köpek. * Çok şerir, kötü kimse.
Akurâne
f. Kuduzcasına, kudurmuşcasına, saldırırcasına.
Akustik
Fr. Sese ait.Ses mevzuu. Kapalı yerde ses dağılma sistemi.
Akümülatör
Fr. Fiz: Elektrik enejisini depo eden cihaz.
Akva
Daha kuvvetli. En kuvvetli. (Bak: Ekva)
akvâ
en kuvvetli.
Akva'
Kuyruğu beyaz, gövdesi siyah olan dişi koyun.
Akval
(Kavl. C.) Sözler, kaviller.
akvâl
sözler, konuşmalar.
Akval-i hakîmâne
f. Hikmet sahiblerine yakışır sözler.
Akvam
(Kavim. C.) Kavimler. Milletler. Toplumlar.
akvâm
kavimler, ırklar.
Akvâm-ı beşer
İnsan toplumları. İnsan kavimleri.
Akvarel
Sulu boya resim.
Akvaryum
Lat. Su hayvanlarını veya bitkilerini besleyebilecek tarzda yapılmış camdan su kabı.
Akvas
(Kavs. C.) Kavisler, yaylar. * Virajlar, büklümler.
Akvat
(Kut. C.) Yiyecekler, azıklar.
84
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Akvat-ı yevmiyye
Geçim, derd-i maişet için lazım olan günlük yiyecekler.
Akvaz
(Kavz. C.) Kum tepeleri.
Akve
Evin önündeki açıklık, meydanlık. Avlu.
Akved
Uzun boyunlu.
Akvem
Daha doğru. En doğrru.
Akverin (akveriyat)
Büyük belâlar, musibetler, âfetler.
Akves
Sıkıntılı an. * İhtiyarlıktan beli bükülmüş kimse. Kamburu çıkmış ihtiyar kişi.
Akvet
(C.: Ukâ) Hallaç masurası.
Akviya
(Kavi. C.) Sağlam ve güçlü olanlar. Kuvvetliler.
Aky
Koyu olan ve birbiri üstüne sağılmış olan koyun sütü.
Akya
Lüfer azmanı denilen iri cins bir balık.
Akyuvar
(Bak: Küreyvât-ı beyzâ)
Akz
Atâ, bahşiş.
Akza
Kadılıkta ve fıkıh ilminde daha ileri, daha bilgili.
Akzef
Çok iftira atan. Çok kazifte bulunan. (Bak: Ekzef)
Akzel
"Çok aksak; pek fazla topal."
Akzem
Zayıf.
Akzer
Necis ve murdar nesne.
Akziye
(Kaza. C.) Hükümler. Kararlar. * Tam cümleler.
âl
aile, sülale, soy.
Âl
Sülâle, soy, hânedan. Akrabâ ve taallukat. * Yaz sıcaklarında su gibi görünen serap. * Hile, tuzak.
Alâ hide
Tek başına, münferiden, ayrıca.
A'lâ suresi
Kur'an-ı Kerim'in seksenyedinci suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
85
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ala vech-i îcaz
İcâz yolu ile.
Alâ
"Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet eder. Bazan mecrurunun mukabiline müstâli olur. (maa) gibi müsahabet için gelir. (lâm) gibi tâlil için olur. Mücaveze için olur. Harf-i cer olan (min) mânâsına ve zarfiyyet için ve harf-i cer olan (bâ) mânâsına isim olur. ""yukarıda"" manasına gelir. * Üstünde, üzere."
A'la
Daha iyi. Pek iyi. En yüksek. Ziyâde ve mürtefi olan.
âlâ
en yüce, daha iyi, pek iyi.
alâ
üst, üzere.
Ala
Yükseklik. Büyüklük. şeref. şan.
Alabalık
t. Akıntısı sert olan soğuk ve tatlı sularda bulunan bir cins leziz balık.
Alabanda
İtl. Gemilerde dümeni tam sancağa veya iskeleye kırma, yahut geminin bir tarafındaki toplara ateş etme kumandası. * Mc:Şiddetle kınama ve azarlama.
Alaca bayrak
Tar:Ondördüncü Yeniçeri Bölüğüne verilen ad.
A'la-d derecat
Derecelerin en alâsı, en yükseği.
Ala-eyyi-hal
Herhâlde, mutlaka, elbette, her nasıl olsa.
Alaf
(Elf. C.) Binler.
Alâ-fetretin
Daim olmayarak, fasıla ile.
alafranga
Batı tarzında.
Alafranga
İtl. Frenk tarzında olan, Fransız usulü.
Alaik
(Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.
alâik
alâkalar.
86
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Alâik-i dünyeviye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dünyevî alâkalar. İnsanı Cenab-ı Hakkın rızasından alıkoyan lüzumsuz işler.
alâim
alâmetler, belirtiler.
Alaim
İzler. İşaretler, deliller. (Bak: Alamet)
Alâim-i semâ
(Alâim-üs semâ) Al yeşil kuşak. (Bak: Kavs-ı kuzah)
Alak suresi
Kur'an-ı Kerim'in doksanaltıncı suresinin adıdır. İkra' Suresi de denilir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
Alak
Zahmet, meşakkat gidermek.
alâka
ilgi.
Alâka
İlişik, rabıta, merbutiyet. * Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse. * Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)
alaka
kan pıhtısı.
Alaka
Kan pıhtısı. Uyuşuk kan.
Alâkabahş
f. İlgi uyandıran. Alâka uyandıran.
Alâkadar
Alâkalı, münâsebetdar.
alâkadar
ilgili.
alâkadarane
ilgi gösterircesine.
Alâ-kadr-il-imkan
Olabildiği kadar. İmkânı nisbetinde.
Alâ-kadr-il-istitaa
Elden geldiği kadar, güç yettiği nisbetinde.
Alâ-kadr-it-taka
Güç yettiği kadar.
Alâ-kavlin
Bir kavle göre. Bir rivâyete nazaran.
Alak-ı dem
Kan pıhtısı, pıhtılaşmış kan.
alâküllihâl
her durumda, eninde sonunda.
87
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Alâ-küllihal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İster istemez. Olduğu kadar. Her halde.(Ey insan düşün! Sen alâ küllihal öleceksin. L.)
A'lal
(İllet. C.) Hastalıklar, marazlar, illetler. * Sebepler.
Âlâm u askam
Kederler ve hastalıklar.
A'lam
(Alem. C.) Alemler. Alâmetler. İzler. Nişanlar. * Bayraklar. * Büyük âlimler. * Büyük dağlar.
Alam
(Elem. C.) Elemler. Kederler. Üzüntüler.
âlâm
elemler, acılar.
Alâ-ma-farazallah
Allah'ın farzettiği üzere.
Alamana
İtl. Küçük odun gemisi. * Büyük balıkçı kayığı. * Büyük balıkçı kayıklarına mahsus büyük ağ, ığrıp.
Alâmat
(Alâmet. C.) İzler, nişanlar, alâmetler, işâretler.
Alamat
Uzun ince bir cins balık. (Hint denizinde çok olur ve yılana benzer.)
Alâ-mele'in nas
Herkesin önünde. Halkın huzurunda.
Alâ-meratibihim
Rütbesine ve derecesine göre sırasıyla.
alâmet
bellik, belirti.
Alâmet
İz, nişân, işâret.
Alâmet-i fârika
Ayırıcı işaret. Damga.
Alâmet-i gurur
Gurur ve kibiri belli eden alâmet.
Alâm-ı elime
Çok acı ve acıklı elemler.
Alâm-ı gurbet
Vatandan ayrı kalma elemleri, gurbet acıları.
Alan
Orman içinde açıklık, meydan.
Alânî
Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde.
Alâniyeten
Herkesin önünde, açıkça, alânen.
Alâ-rağm-i enf-il ye's Ye'sin burnunu kırmak maksadiyle ve ona tahkir ile. Alarga
İtl. Açık deniz, engin.
88
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Alâ-rivayetin
Rivayet edildiği üzere. Söylenenlere bakılırsa.
Alarm
Fr. Tehlike anında herkesi haberdar etmek için verilen işaret.
Alâ-ruus-ileşhad
Aleme karşı. Herkesin gözü önünde. Halkın önünde.
Alas
Odun kömürü.
Alaşım
Madenlerin eriyerek birleşmesi sonunda meydana gelen madde, halita.
Âlât
(Âlet. C.) Vasıtalar. Âletler.
âlât
âletler, gereçler.
Alâ-tarik-il icmal
Kısaca, icmal yoluyla.
Alâ-tarik-il münavebe Nöbetleşe, münâvebe yoluyla. Âlât-ı basariye
Gözle alâkalı gözlük, dürbün gibi optik âletler.
Âlât-ı câriha
Yaralayıcı âletler.
Âlât-ı harbiye
Harb âletleri, silâhlar.
Âlât-ı katıa
Kesici âletler.
Âlât-ı nariyye
Ateşli silâhlar.
Âlât-ı rasadiyye
Meteoroloji ve astronomi araştırmalarında kullanılan âlet ve cihazlar.
Âlât-ı tab'iyye
Baskı âletleri. Matbaa levâzımatı.
Alaturka
İtl. Türkvari, Türk usulü, Osmanlı usulü.
alaturka
Türk usûlü.
Alavere
Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele. * Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi. * Herc ü merc. Karışıklık, kargaşalık. * Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak aktarılması.
Alavî
(İlâve. C.) İlâveler, ekler.
Alay emini
Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askerin hesap işlerine bakan subay ki, binbaşıdan alt derecededir.
Alay imamı
Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askere imamlık vazifesini yapan subay.
89
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Alay
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Ask.) 3-4 tabur piyade veya5 bölük süvari askerinden mürekkep kuvvet. * Debdebe ve gösterişle yapılan tören, geçit resmi. * Cemaat, topluluk, güruh, kalabalık, fevç. * Fazla miktar, muhtelif ve müteaddit kişiler veya şeyler.
alay
beş bölük erden oluşan askerî topluluk.
Alaybozan
Eskiden kullanılmış olan bir çeşit fitilli tüfek.
Alaye
Yüksek yer, yükseklik.
A'lâ-yı illiyyîn
Cennette en yüksek derece. Cenâb-ı Hakkın indinde en iyilerin ve kâmillerin derecesi.(Bak o zat öyle bir maksad, öyle bir gâye için saadet isteyip duâ ediyor ki: İnsanı ve bütün mahlukatı, esfel-i safilin olan fenâ-i mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, fâidesizlikten, abesiyetten a'lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubât-ı samedaniye olması derecesine çıkarıyor. M.N.)
âlâyıîlliyyîn
yücelerin yücesi.
Alayiş
f. Bulaşıklık, bulaşma. * Debdebe, tantana, gösteriş.
âlâyiş
gösteri, gösteriş.
Alaz
Alev.
Alb
Yiğit, kahraman, bahadır, cesur gibi manalara gelen bir sıfattır.
Albastı
Ateşli bir lohusalık hastalığı, lohusa humması.
Albatr
f. Yumuşak ve beyaz bir çeşit mermer, kaymak taşı.
Albay
Yarbay ile tuğgeneral arasındaki askeri rütbede olan üstsubay.
Albora
İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması. * Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması. * Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması.
Albüm
Lât. Fotoğraf resimlerini veya sair resim, şekil ve hatıraları içine alan defter veya kitap.
90
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Albümin
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Tıb:Nebat ve hayvanların etli ve sulu kısımlarında bulunan karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşiği gıdalı madde.
Alc
(C.: Uluc) Yaramaz huylu kişi.
Alcem
Uzun boylu, uzun.
Alcün
Ahmak kadın. * Semiz dişi deve.
Alçı
Sağlam harç yapmada kullanılan beyaz toz, cibs.
Ald
Boyun siniri.
Aldehit
Lât. Kim:Alkol veya asitlerden elde edilen kimyevi bir sıvı.
Âle
"f. İlaç için kullanılan ve ""Hint Sünbülü"" adı verilen çiçek."
Alebat
Yemek kapları, çanaklar.
Alebe
(C. Alebât) Yemek kabı, çanak.
Ale-d-derecat
Derecelere göre, sırayla.
Ale-d-devam
Devamı üzere. Devamlı olarak.
aleddevam
devamla, devamlı olarak.
Alef resmi
Hayvanların yedikleri saman ve otlardan alınan vergi.
Alef
(C. A'lâf - Ulufe) Saman, ot, yulaf. * Hayvan yemi.
Âlek
"f. İlaç için kullanılan ve ""Hint Sünbülü"" adı verilen bir çiçek."
Alek
Sülük. * Kan pıhtısı.
Aleka
(C.: Alekat) Yapışkan balçık, çamur. * Kan pıhtısı. * Uyuşmuş kan. * Sülük.
Aleksi
yun.Tıb: Okuma kabiliyetinin kaybedilmesi.
Alel
İkinci defada içmek.
Ale-l-acaib
Tuhaf şey, şaşılacak şey.
Ale-l-acele
Çarçabuk, acele olarak, çabuk.
Ale-l-ade
Adet olduğu üzere. * Bayağı, basbayağı.
alelâde
sıradan.
91
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ale-l-amya
Körü körüne. (Bak: Alel-ımıya)
alelamya
körükörüne.
alelekser
çoğunlukla, ekseriyetle.
Ale-l-ekser
Ekseriya, çok vakit.
Ale-l-fevr
Birden, derhal, hemen.
Ale-l-gafle
Dalgınlığa getirerek. Dalgınlığa gelerek, boş bulunarak.
Ale-l-hadise
Gölge hâdise. (fr. epiphenomene)
Ale-l-hesab
Hesâba sayarak.
Ale-l-husus
Hususiyle, hepsinden önce olarak. Bâhusus.
Ale-l-ımıya
Körü körüne, körlemeden. (Bak: Ale-l-amyâ)
Ale-l-ıtlak
Umumiyetle. Mutlaka. Bir suretle kayıtlı olmayarak. Mingayri tahsis.
Ale-l-icmal
Toplu olarak, topluca.
Ale-l-infirad
Ferd olarak. Birer birer.
alelinfirad
teklikle, bir olarak.
Ale-l-insan
İnsan hakkında. İnsana dâir. İnsan üzerine.
Ale-l-istimrar
Aralıksız.
Ale-l-iştirak
Birlikte, müştereken.
Ale-l-ittisal
Birbiri ardınca, peş peşe, aralarında fâsıla olmadan.
Ale-l-kaide
(Ka, uzun okunur) Kurala, kaideye göre.
Ale-l-kavl
Birinin sözüne, iddiasına göre.
Ale-l-kifaye
Yetecek kadar, kâfi gelir derecede, yeter derecede.
alelumum
genellikle, bütünüyle.
Ale-l-umum
Herkese âit. Herkes hakkında.
alelusûl
usûlen, öylesine, özen göstermeden.
Âlem
"Bütün cihan. Kâinat. * Dünya. * Her şey. * Cemaat. * Halk. * Cemiyet. Dehr. * Hususi hal ve keyfiyet. * Bir güneş ile ona tâbi olan
92
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve etrafında devreden seyyarelerin teşkil ettiği dâire. (Cenab-ı Haktan gayrı mahlukata Âlem denmesi, mucidi olan Zât-ı Ecelle ve A'lâ Hazretlerini bilmeğe delâlette vesile olduğuna mebnidir. L.R.)(Semâvatta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı her biri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlukat, birer âlemdir. Hatta her bir insan dahi küçük bir âlemdir.( $) tâbiri ise, ""Doğrudan doğruya, her âlem, Cenâb-ı Hakkın rububiyyeti ile idâre ve terbiye ve tedbir edilir"" demektir. M.)" alem
bayrak, sancak, nişan.
Alem
Bayrak. * Nişan, işâret. * Özel isim. * Mc:Yüksek dağ. * Büyük âlim. * Üst dudakta olan yarık.
A'lem
Daha iyi bilen. En iyi bilen. * Yarık dudaklı. * Alâmetli, belirtili.
âlem
dünya, cihan, evren.
a'lem
en iyi bilen.
Âlemane
f. Dünya ile ilgili. Dünyevî.
Âlemârâ
f. Dünyayı, âlemi süsleyen.
Alemdar
Bayrağı veya sancağı taşıyan. Bayraktar, sancaktar.
alemdar
bayrak tutan.
Alemdâr-ı nebi
Peygamberimizin (A.S.M.) bayraktarı olan Hz. Ebu Eyyub-il-Ensarî (R.A.)
Alemdarî
Bayraktarlık.
Alemefraz
Bayrak kaldıran, bayrak çeken.
Âlem-efruz
f. Âlemi parlatan, bütün âleme ışık saçan.
Âlemeyn
İki âlem. Dünya ve âhiret.
Âlemgir
f. Bütün âleme yayılan, cihanı kaplayan, dünyayı zapteden.
93
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Âlem-i asgar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Daha küçük âlem. En küçük âlem. * İnsan. (Nasıl ki insanın anasırları, Kâinatın unsurlarından; ve kemikleri; taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından, ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arz'ın çeşmelerinden ve mâdeni sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de, insanın ruhu, âlem-i ervahtan; ve hafızaları, levh-i mahfuzdan; ve kuvve-i hayaliyeleri, âlem-i misalden.. ve hakeza.. her bir cihazı bir âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına kat'i şehadet ederler. L.)"
Âlem-i berzah
"Berzah âlemi. Kabir âlemi. (Bak: Kabr)(Âlem-i ziyâ, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsâdemesiz küçük bir yerde içtimâ ederler. M.N.)(Nass-ı Kur'anla, şühedânın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-ı hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Âlem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar... Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar... Kemâl-i saâdetle mütelezziz oluyorlar.. Ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saâdet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasılki, iki adam bir rü'yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü'yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. ""Ben uyansam şu lezzet kaçacak"" diye düşünür. Diğeri rü'yada olduğunu bilmiyor, hakiki
94
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
lezzet ile hakiki saâdete mazhar olur.İşte Âlem-i Berzahtaki emvât ve şühedanın hayat-ı berzahiyyeden istifadeleri, öye farklıdır. Hadsiz vâkıatla ve rivâyatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sâbit ve kat'îdir. Hatta Seyyidüşşüheda olan Hazret-i Hamza (R.A.), mükerrer vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi.. ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. M.)" Âlem-i ceberut
"Âlem-i azamet ve kudret. (Bununla âlem-i esmâ ve sıfât kasdolunur. Muhakkıkların ekserisine göre bu, âlem-i evsattır. Yâni üstte olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem. Amiriyyet-i umumiyyeyi muhit olan berzahtır. Ceberut, ibranice ""kudret"" mânasındadır)."
Âlem-i ekber
En büyük âlem. Kâinat.(Şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misâl-i musağğarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delâilini gösteriyorlar. Evet, kâinattaki san'at-ı muntazamanın küçük bir mikyasta, nümunesi insanda vardır. O daire-i kübrâdaki san'at, Sâni-i Vâhid'e şehadet ettiği gibi, şu insanda olan küçük mikyastaki hurdebini san'at dahi, yine O Sâni'a işaret eder, vahdetini gösterir. M.)
Âlem-i emir
"Sâdece bir emr-i İlâhî ile işlerin hemen olduğu âlem. Yaradılışa ait kanunlar âlemi.(Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissi olmayan nevilerde hükümran olan kavânine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emri, vücud-u harici giyse idi o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bakîdir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve
95
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
inkılâbat, o kanunların vahdetine te'sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı zerre gibi bir çekirdeğinde ölmiyerek baki kalır. İşte madem en âdi ve zaif emri kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insani, değil yalnız bekâ ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki: Ruh dahi Kur'anın nassıyla $ ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u zihayattır ki; kudret-i ezeliyye, ona vücud-u harici giydirmiş. Demek, nasıl ki, sıfat-ı irâdeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekâya mazhar olmak daha ziyade kat'idir, lâyıktır. Çünki zivücuttur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha ulvidir. Çünki zişuurdur. Hem onlardan daha daimidir, daha kıymettardır. Çünki zihayattır. S.)(Maddiyattan olmayan, bilhassa mahiyetleri mütebayin olan bir çoklukta tasarruf eden bir zatın, o çokluğun herbirisiyle bizzat mübaşeret ve mualecesi lâzım değildir. Evet asker neferatı arasında bir kumandanın tasarrufatı, tanzimatı, ancak emir ve iradesiyle husule gelir. Eğer o kumandanlık vazifeleri ve işleri, neferata havale edilirse, her bir neferin bizzat mübaşeret ve hizmetiyle veya herbir neferin bir kumandan kesilmesiyle vücud bulacaktır. Binâenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın mahlukatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve irade ile olur. Bizzat mübaşereti yoktur. Şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi. M.N.)" Âlem-i ervah
Ruhlar âlemi. Ruhların ve ruhanîlerin bulunduğu âlem. (Bak: Ruhaniyat)
96
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Âlem-i esbab
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sebepler âlemi. Her şeyin bir sebebe dayanarak olduğu âlem. Bu dünya.
Âlem-i fâni
Gelip geçici âlem, dünya.
Âlem-i gayb
"Zâhir duygularımızla bilinemeyen ve ervah ve meleklere, cinlere mahsus olan âlem. Mâzi ve müstakbeldeki mahlukatın mânevi hayatlarının âlemi.(Her şeyin bâtını zâhirinden daha âli, daha kâmil, daha lâtif, daha güzel, daha müzeyyen olduğu gibi; hayatça daha kavi, şuurca daha tamdır. Ve zâhirde görünen hayat, şuur, kemâl vesaire ancak bâtından zâhire süzülen zaif bir tereşşuhdur. Yoksa bâtın câmid, meyyit olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehaba ihtimâl yoktur. Evet karnın ""miden"", evinden; cildin, gömleğinden; ve kuvve-i hâfızan, senin kitabından nakş ve intizamca daha yüksek ve daha gariptir. Binâenaleyh, âlem-i melekut, âlem-i şehâdetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir. Maalesef nefs-i emmare, hevâ-i nefs ile baktığı için zâhiri hayatlı, ünsiyetli bir perde gibi meyyit ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu görüyor. M.N.)"
Âlem-i hâb
Uyku ve rüyâ âlemi. Bazan âlem-i mâna, âlem-i misal, âlem-i nevm gibi tâbirler de kullanılır.
Âlem-i islâm
"İslâm dünyası. İslâm milletleri. (Ey âlem-i İslâm, uyan! Kur'ana sarıl! İslâmiyete maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol! Ve ey Kur'ana bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde naşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur'ana yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu'cize-i manevîsi olan Nur Risalelerini mütalaa etmeğe çalış. Lisanın, Kur'anın âyetlerini âleme duyururken, hâl ve etvar ve
97
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ahlâkın da onun manasını neşretsin; lisan-ı hâlin ile de Kur'anı oku. O zaman sen dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun! Ey asırlardan beri Kur'anın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş olan ecdadın evlâdı ve torunları! Uyanınız, âlem-i İslâmın fecr-i sadıkında gaflette bulunmak, kat'iyyen akıl kârı değil! Yine âlem-i İslâmın intibahında rehber olmak, arkadaş kardeş olmak için Kur'anın ve İmanın nuruyla münevver olarak İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip hakiki medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i İslâmiyyeye sarılmak ve onu, hâl ve harekâtında kendine rehber eylemek lâzımdır. T.H.)" Âlem-i kevn ü fesad
Cismani âlem. Bir taraftan vücuda gelip, diğer taraftan da harab olan fâni âlem.
Âlem-i kevn
Varlık âlemi. Kâinat.
Âlem-i ma'na
Mâna âlemi, bazı ehline münkeşif olan âlem, mânen anlaşılan ve bilinen âlem.
Âlem-i melekut
Melekut âlemi. (Bak: Melekût)
Âlem-i menâm
Uyku âlemi, rüya âlemi.
Âlem-i misâl
Rüyâda görülen âlem. Dünyada mevcud bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün ef'âlin aynısı ile müretteb ve mütekevvin olan bir tarzı veya âlem-i ruhâninin bir nev'i. (L.R.)(Gördüm ki: Âlem-i misâl, nihâyetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmıyarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviyye ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedi temâşâgâhlarda ve Cennette Saadet-i ebediyye ashâblarına dünya
98
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
macerâlarını ve eski hâtıralarını levhaları ile gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim. S.) (Bak: Âlem-i hâb) Âlem-i nâsut
İnsanlar âlemi ve dünya hayatı. Mahlukiyet. Âlem-i Lâhut'un zıddı.
Âlem-i sabavet
Çocukluk dünyası.
Âlem-i siyaset
Siyâset dünyası, siyaset âlemi.
Âlem-i süflî
"Süflilerin âlemi. Dünyâ âlemi. Âlem-i şehadet, âlem-i nâsut. (Bak: Nâsut)(Şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azim bir şecere mânasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin: Anasır, dalları; nebatat ve eşcar, yaprakları; hayvanat, çiçekleri; insan, meyveleri hükmünde görünür. Sâni-i zülcelâl'in, ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm'dir. S.)"
Âlem-i şahadet
Şahâdet âlemi. Bu dünya. Cenâb-ı Hakkın âyetlerine ve emirlerine imân edenlerin, hakka, hakikate şahadette bulundukları ve Allah'a itaat ve ibadetle mükellef oldukları dünya âlemi.(Âlem-i şahadet, avâlim-i guyub üstünde tenteneli bir perdedir. M.)
Âlem-i şuhud
Bilip keşfedilen, görür gibi bilinen âlem. Görünen âlem. Dünya. Kâinat.
Âlem-i tekvin
Devamlı değişen. Vücud ve hudus âlemi.
Âlem-i ulvî
Ulvi âlem, ruhlar âlemi.
A'lem-i ülemâ
Alimlerin âlimi. Alimlerin en çok bilgilisi, büyüğü.
Alem-i zâtî
Zata âit isim, zatına âit işâret, zâtına mahsus alâmet, delil.(Evet, Zât-ı Akdes'in alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan Lafzullahtan sonra en âzam ismi olan Rahman, rızka bakar. Ve rızıktaki şükür ile ona yetişilir. Hem Rahman'ın en zâhir mânası, Rezzak'tır. M.)
99
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Âlem-i zuhur
Görünen âlem, şahâdet âlemi, şu anda içinde yaşadığımız âlem.
Alemî
(Alem. den) Has isimle alâkalı. Aleme aid.
Âlemî
(C.: Âlemiyan) (Âlem. den) Dünyaya ait. İnsan.
Âlemîn
(Bak: Âlemûn)
Âlemiyan
(Âlemî. C.) Âleme mensub olanlar, insanlar.
Âlemnüma
f. Dünyayı gösteren.
Âlem-penah
f. Cihanın sığındığı (yer veya saha).
âlempesend
dünyaca ünlü.
Âlempesend
f. Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey.
Âlem-suz
f. Cihanı yakan.
âlemşümûl
âlemi kaplayan, dünya çapında.
Âlemşümul
Bütün dünyayı alâkadar eden, dünyayı kaplayan ve her yerde tanınmış olan.
Âlem-tab
f. Dünyayı aydınlatan, cihanı parlatan.
Âlemûn (âlemîn)
(Âlem. C.) Âlemler.
Alen
Aşikâr, apaçık, meydanda olma.
Alenda
(C. Alânid) Çok sağlam nesne.
Alendat
Katı, sağlam nesne.
alenen
açıkça, saklanmadan.
Alenen
Gizli olmayarak, açıktan.
Aleng
f. Hücum eden asker. * Siper, istihkâm.
Aleni
Açık olarak, meydanda. Gizli olmayarak.
alenî
açık, gizli olmayan.
Aleniyye
Açık, aleni, göz önünde.
Aleniyyet
Göz önünde olma.
Alenked
Çok sağlam nesne.
100
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aler-re's
Baş üstüne. Hemen. Derhâl.
alerresivelayn
baş ve göz üstüne.
Aler-re'si-vel-ayn
Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)
Aler-r-rağm
Rağmen.
Ales
Bir cins buğday ki bir kabuk içinde iki tane olur. * Buğday arasında biten çavdar ve mercimek. * Büyük kene. * Bir nevi karınca. * Katı, sağlam nesne.
Ale-s-sabah
Erkenden, sabahın ilk saatlerinde.
Ale-s-seher
Gün doğmadan evvel, seher vakti.
Ale-s-seviyye
Bir seviyede, aynı boyda. * Müsâvat üzere.
Alessevri velhut
"(Ale-s-sevri ve-l hut) Öküz ve balık üzerinde.Risale-i Nur Külliyatından Lem'alar adlı eserin Ondördüncü Lem'asında bu mevzuizah edilmiştir. Nümune olarak bir parçası aşağıda dercedilmiştir:(Hamele-i arş ve semâvat denilen melâikenin birinin ismi ""Nesir"" ve diğerinin ismi ""Sevr"" olarak dört melâikeyi, Cenâb-ı Hak, arş ve semâvata Saltanat-ı Rububiyetine nezaret etmek için tâyin ettiği gibi, semavatın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan küre-i arza dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi""Sevr"" ve diğerinin isim ""Hut""dur. Ve o nâmı vermesinin sırrı şudur ki; arz iki kısımdır: Biri, su; biri, toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i arza müekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık tâifesine ve öküz nev'ine bir
101
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cihet-i münâsebetleri bulunmak lâzımdır. Belki, o iki meleğin âlem-i melekut ve âlem-i misâldesevr ve hut suretinde temessülleri var (Haşiye). İşte bu münâsebete ve o nezârete işareten ve küre-i arzın o iki mühim nevi mahlukatına imaen lisan-ı mu'ciz-il beyan-ı Nebevi $ demiş, gayet derin ve geniş bir sahife kadar mes'eleleri havi olan bir hakikatı, gayet güzel ve kısa bir tek cümle ile ifade etmiş...İkinci Vecih : Mesela: Nasıl ki denilse: ""Bu devlet ve saltanat, hangi şey üzerinde duruyor?"" cevabında: $denilir. Yani: ""Asker kılıncının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adâletine istinad eder."" Öyle de: Küre-i Arz madem zihayatın meskenidir ve zihayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı azamının medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevâhil olmıyan kısmının medâr-ı taayyüşleri, ziraatle, öküzün omuzundadır ve mühim bir medâr-ı ticareti de balıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğugibi, Küre-i Arz da, öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zirâ, ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sukut eder. Halik-ı Hakim de arzı harab eder. L.)(Haşiye) : Evet Küre-i Arz, bahr-i muhiti havâide bir sefine-i Rabbaniye ve nass-ı Hadisle âhiretin bir mezraası, yâni fidanlık tarlası olduğundan, o câmid ve şuursuz büyük gemiyi o denizde emr-i İlâhî ile, intizam ile, hikmet ile yüzdüren, kaptanlık eden melâikeye ""Hut"" nâmı; ve o tarlaya izn-i İlâhî ile nezaret eden melâikeye ""Sevr"" ismi ne kadar yakıştığı zahirdir." âlet
bir iş veya sanatta kullanılan vasıta.
Âlet
Fakir. * Dağda ve tarlada yaptıkları künbet.
102
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Âlet-i cerrâhiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cerrahların, yaraları tedaviye çalışan doktorların kullandıkları edevat, takım.
Âlet-i katıa
Kesici âlet.
Âlet-i lehv
Oyun âleti. Oyuncak. Çalgı âleti.
Âlet-i musavvit
Sesi nakletmeye yarıyan alet. Mikrofon.
âletiyet
aletlik.
Alettafsil
Uzun uzadıya, mufassal olarak.
Alettahkik
(Ale-t-tahkik) Hakikat üzere, kat'i surette. Besbelli.
alettahkik
araştırmayla.
Alettahmin
Aşağı yukarı, tahminen.
Alettahsis
Hususi olarak, bilhassa, hele, en çok.
Alettedric
Azar azar.
Alettertib
Tertibli olarak, sırasıyla.
Alettevali
Arası kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya.
Alev
Ateşten çıkan parlak ve yanar hava. * Mızrak ucuna takılan küçük bayrak, flama.
Alev-gir
f. Alevlenmiş.
Alev-hiz
f. Parlayan, alevlenen.
Alevî
Hazreti Ali sevgisini meslek kabul eden.
Alev-keş
f. Alevden fırlayan.
Alev-riz
f. Alevlenen, alev saçan.
Aleyh
(Aleyhi - Aleyhâ) (Alâ edatının zamirle birleştiği zamanki şekli.) Aleyhinde, onun hakkında, onun üzerine.
aleyh
onun üzerine.
Aleyhdar
Muhalif olan. Aynı fikirde olmayan. Zıt olan.
aleyhdar
onun tersi yönünde, karşı.
103
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Aleyhim, aleyhima
Aleyh edatının cemi ve tesniye şekilleri.
aleyhimüsselâm
Allahın selâmı onlara olsun.
Turuz-Tebriz-2012
Aleyhissalatü vesselam Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır. aleyhissalâtüvesselâm salât ve selâm onun üzerine olsun. Aleyke
Senin üzerine, sana.
Aleyküm
Sizin üzerinize, size.
Aleyküm-üs selâm
Selâm sizin üzerinize olsun. (Bak: Selâm)
Aleyna
Bizim üzerimize, bizim hakkımızda. Bize.
Alfabe
Fr. Bir lisandaki sesleri gösteren harflerin, belli bir sıraya göre dizilmiş takımı. * Okuyup yazmayı yeni öğrenecekler için başlangıç kitabı. * Bir işin başlangıcı.
Alfabetik
Fr. Alfabe sırasına göre dizilmiş.
Algı
(İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki (objektif, nesnel), hem enfüsi (sübjektif, öznel) unsurlar bulunur. Bu sebeple idrak, gerçeğin bizzat kendisi değil, gerçeğin bir yorumudur.
Algun
f. Kırmızı renginde, koyu ve parlak pembe.
Alh
Akıl gitmek. * Tembel olmak.
Alhan
Deve kuşunun erkeği. * Karnı çok aç kişi.
Alhece
Demiri ateşte kızdırıp yumuşatmak.
104
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Âl-i abâ
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Hz. Peygamberin (A.S.M.) kendisi ile beraber, kızı Hz. Fâtıma Validemiz, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (R.A.) müteşekkil hey'et. ""Hamse-i âl-i abâ"" da denir. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) giydiği abâsını mezkur sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden bu isimle anılmaları meşhurdur.(Bediüzzaman Hazretlerinin ""Lem'alar"" adlı eserinin Ondördüncü Lem'asında bu meseleye dair izahat vardır.)"
Âl-i aba
(Bak: Âl)
Âl-i abbas
Emevilerden sonra 749 senesinden 1258 senesine kadar süren Abbasi hükümdar ailesi.
Âli baht
f. Talihli, şanslı, bahtlı.
Âl-i beyt
"Hz. Peygamberin (A.S.M.) sülâle-i tahiresinden yetişenler ve sünnet-i seniyyesinin menbaı ve muhafızı ve bihakkın sünnete ittibâ ve onu idâme ettirenler. Al-i Resul, Al-i Nebi, Al-i Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi tâbirlerle de söylenir. (Eğer denilse: ""Neden hilâfet-i İslâmiye, Al-i Beyt-i Nebevide takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı.Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Al-i Beyt ise, hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi mâsum olmalı veyahut hulefâ-i râşidin ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır'da Âl-i Beyt nâmına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilâfeti ve Afrika'da Muvahhidin Hükümeti ve İran'da Safevîler Devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye, Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terkettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette
105
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâmiyete ve Kur'ana hizmet etmişler. M.)( $âyetinin bir kavle göre mânası: ""Resul-ü Ekrem (A.S.M.) vazife-i Risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor."" Eğer denilse: Bu mânaya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir faide gözetilmiş görünüyor. Halbuki, ( $ ) sırrına binâen karabet-i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlâhiye noktasında vazife-i Risalet cereyan ediyor? Elcevap: Resul-ü Ekrem (A.S.M.), gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki: Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek, âlem-i İslâmın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin ""Âl"" hakkındaki duası ki: $dir. Makbul olacağını keşfetmiş, yani nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler Hz. İbrahimin (A.S.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (A.S.M.) vezaif-i azime-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde enbiya-i benî İsrâil gibi, Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için ( $ ) demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı te'yid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: ""Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim."" Çünkü: Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. L.)" Âl-i ibrahim
Hz. İbrahim Peygamberin (A.S.) neslinden gelen ve onun mânevi yolunda yürüyenler. Bütün müslümanlar, Mü'minler.
106
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Âl-i imran suresi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kur'an-ı Kerimin üçüncü suresinin ismi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. Bu sureye Eman, Kenz, Ma'niyye, Mücadele, İstiğfar Suresi ve Tayyibe de denilir.
Âl-i imrân
İmran soyundan gelenler. (İmran ikidir. Birisi: Hz. Musa ve Harun'un (A.S.) babaları olan İmran ibn-i Yashür ibn-i Lâvi ibn-i Yakub ibn-i İshak ibn-i İbrahim'dir (A.S.) İkincisi: Hz. Meryemin babası olan İmran ibn-i Metan ki, bu da Süleyman ibn-i Dâvud ibn-i İşa neslinden, bunlar da Yahuda ibn-i Yakub neslindendirler. İki İmran arasında 1800 sene geçtiği söylenir.)
Âli
Büyük, yüksek, şerif, celil, aziz olan.
Ali
Üstün. Yüce. Çok büyük. Meşhur. Necib.
âlî
yüksek, yüce.
Aliaba
Peygamberimizin abası altına aldığı beş kişi.
Alibeyt
Peygamberimizin neslinden olan.
Âlic
İki hörgüçlü büyük deve. Yumuşak nesne. * Kırda bir kumlu yer.* Alcân dedikleri otu yiyen deve.
Âlicah
(Ali-câh) f. Mevkii yüksek. Yüce mevkide bulunan.
Âli-cenab
f. İyilik sahibi, yüksek ahlâklı. Cömerd. Büyük zat.
âlicenab
yüksek ahlâklı.
âlîcenabâne
yüksek ahlâklı birine yakışır biçimde.
Âli-d-derecat
Derecelerin âlisi, iyi ve şereflisi.ALİF : Yem torbası.
Âli-fıtrat
Yüksek fıtratta olan.
Âlih
"(C.: Alihât) Mabud; tapınılan, ibadet edilen şey."
Âlihe
(İlah. C.) Bâtıl ilâhlar. (Bak: İlâhe)
âlihe
ilâhlar, tanrılar.
âlîhimmet
himmeti yüce ve gayreti çok kimse.
107
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Âli-himmet
Himmeti yüksek. Gayreti çok.
Alîk
Hayvana bir defada verilen yem. * Asılan torba.
Alika
İçine birşey koyacak torba. * Yem.
Âli-kadr
Çok takdir edilen. Yüksek değer sahibi. Kadr ü kıymeti yüksek. * Meşhur bir çeşit lale.
âlîkadr
kıymeti yüksek.
Alîk-üd-devâb
Yem torbası.
Alîl
"Hasta. İlletli.(Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi; ittiba-ı Kur'andır. M.)"
alîl
hasta, sakat.
alîlem
hastayım.
Âlim
"Bilen, bilgili. * Çok şey bilen. * Çok okumuş, bilgiç. * İlim ile uğraşan. Hoca.(Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir. M.)"
âlim
bilen, bilgili.
Alîm
sonsuz bilgi sahibi Allah.
Alim
Üzüntülü, kederli, ıztırab çeken.
Âli-makam
Makamı yüksek, yeri yüksek.
Alim-allah
Allah bilir (meâlinde yemin.)
Alîm-allah
Allah en iyi ve en çok bilendir (meâlinde.)
Âliman
f. (Alim. C.) Alimler.
âlimâne
âlimce.
Âlimâne
f. Alimlere yakışır surette. Bilenlere yakışır şekilde.
Âlî-mekan
Makamı, yeri, derecesi yüksek olan.
Âlim-ül-gayb ve-ş-şehâde Alîn
Görüleni ve görülmeyeni bilen. Allah.
Aleni, açık.
108
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Âlî-şan
şan ve şerefi yüksek olan. * Meşhur bir cins lâle.
âlîşân
şânı yüce.
Âlî-tebar
f. Sülâlesi temiz ve soyu yüce olan.
Alivre
Elde edildiği vakit teslim edilmek üzere, bir mahsul üzerine önceden yapılan satış.
âlîyat
yüce şeyler.
âliye
âletle ilgili
âlîye
yüce, yüksek.
Âliye
Yüksek, yüce. Şerif ve aziz olan. * Necid ve Hicaz ülkesi. * (C.: Avali) Süngü başı.
Aliyy
Necip, büyük, yüksek, meşhur, namdar, ünlü.
Âliyye
Âlete mensup. Âletle alâkalı. * (C.: Alâyâ) Yemin etmek.
Aliyy-ül a'la
En üstün, birincilerin birincisi. En yüksek. Pek iyi.
Aliyy-ül murtaza (r.a.) "Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebutturâb, İmâm-ı Ali isimleri ile de anılır.Hz. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup Hicretten yirmiüç yıl önce doğmuş ve Bi'setin ikinci günü daha on yaşında iken imân etmiş, hiç putlara tapmamıştır. Bunun için mübârek ismi söylendiğinde, Kerremallâhü Veche diye tâzim edilir. Bütün gazâlarda, din muharebelerinde çok kahramanlık ve fedâkârlığından dolayı ""Esedullâh: Allah'ın aslanı"" nâmını da almıştır. Aşere-i Mübeşşeredendir. Ayetle medhedilmiştir. Kendinden evvelki üç Halife-i kirâma (R.A.) seve seve biat etmiş, onlara Şeyh-ül İslâm gibi hizmetlerine iştirak etmiştir. Evliyânın reisidir. Hicretin kırkıncı yılında şehid edilmiştir. (R.A.) Bu vesile ile onunla alâkalı bir dersten kısa ve mühim bir kısmı yazıyoruz:(... Hem nakl-i sahih-i kat'î ile İmam-ı Ali'ye demiş: ""Sende Hazret-i İsa (A.S.) gibi iki kısım insan
109
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
helâkete gider. Birisi ifrat-ı muhabbet; diğeri, ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ'ya Nasrâni, muhabbetinden hadd-i meşrudan tecavüz ile hâşâ ibnullâh dediler. Yahudi, adâvetinden tecâvüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da bir kısım, hadd-i meşru'dan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir."" $ demiş, bir kısmı senin adâvetinden çok ileri gidecekler; onlar da Havâricdir ve Emevîlerin bir kısım müfrit taraftarlarıdır ki, onlara Nâsibe denilir.Eğer denilse: Al-i Beyte muhabbeti Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş, o muhabbet Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar, hususan Rafiziler, o muhabbetten istifâde etmiyorlar? Belki işâret-i nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar?""Elcevab: Muhabbet iki kısımdır: Biri; mânâ-yı harfiyle, yani Resul-ü Ekrem Aleyhhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Al-i Beyti (R.A.) sevmektir. Şu muhabbet Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşru'dur, ifratı zarar vermez, tecâvüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktizâ etmez.İkincisi: Manâ-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı düşünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini; ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünür; sever. Hatta Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine ve Cenab-ı Hakkın muhabbetine sebebiyyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini
110
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve adâvetini iktiza eder.İşte işâret-i Nebeviyye ile Hazret-i Ali hakkında ziyâde muhabbetlerinden Hazret-i Ebu Bekir-i Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler ve o menfi muhabbet sebeb-i hasarettir. M.)" alîz
cılız.
Âlîz
f. Alihten $ veya Aliziden fiilinden emirdir. İsm-i fâili Alizende Türkçedeki mânası: Zayıf, cılız. * Farsçada: Hayvanın ürküp sıçraması, çifte atması, huysuzluk edip sıçramasına denir.
Alizarin
Fr. Eskiden kök boyası denilen bitkiden çıkarılırken, şimdi kimya usulleriyle hazırlanan boya maddesi.
Alize
Fr. Tropikal bölge denizlerinde sürekli olarak esen rüzgârın adı.
Alizende
f. Çifteli at.
Alkam
Acı salatalık, hıyar.
Alkame
Acılık, acı tat. Acı hıyar.
Alkış
Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir.
Alkol
Fr. Mayalanmış içkilerin damıtılmasıyla elde edilen sıvı madde. Sarhoş edici etkisi vardır. Alkollü içkiler hem beden sağlığına, hem de ruh sağlığına zararlıdır. Dinimizde her türlü alkollü içkinin azı da çoğu da haramdır.
Allaf
Yulaf satan kimse.
Allah
"İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemiyen bütün varlıkların yaratıcısı. Allah ezelidir; yani varlığının başlangıcı yoktur, çünki yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiç bir şey yokken o yine vardı. Allah'ın ilmi, kudreti ve iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve hepimizi her an bilir ve görür. Allah'ı doğru
111
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olarak bilmek için ondört sıfatını doğru ve tam anlamıyla bilmek lâzımdır. Allah ismi bu sıfatları da kapsar. Allah'ın müslümanlarca zikredilen 99 ismi vardır. Bu isimler, O'nu doğru olarak bilmemiz, Allah'ı daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Allah'a Tanrı demek çok yanlıştır. Allah isminin mânasını ifade eden başka bir kelime hiç bir dilde yoktur. Tanrı sözü müslümanlıktan önceki Türklerin şamanizm denilen batıl dinlerinde güneş ilâhı manasına gelen Tengri sözünün bugünkü dilde aldığı şeklidir.(Bütün Esmâ-i Hüsna'nın ifâde ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye Lâfza-i Celâl olan ""Allah"", bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmalarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki: Sıfatlar, müsemmalarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizâmen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfzai Celâl bil-mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bililtizam delâlet der. Ve kezâ Uluhiyet ünvanı Sıfât-ı kemâliyyeyi istilzam etmesi ism-i has olan ""Allah""ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve kezâ, ""Allah"" kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binâenaleyh, ""Lâ İlâhe İllallah"" kelâmı, Esmâ-i Hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu Kelime-i Tevhid kelâmı delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. M.N.)" Allahü a'lem bi-s-savab
Allah daha iyi bilir. Allah doğrusunu en iyi bilir.
Allahüalem
Allah bilir.
Allahümme
Allahım!
Allak
Sakızcı.
112
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Allâm
herşeyi en iyi bilen, Allah.
Allâme
Çok büyük alim. Meşhur olmuş büyük mütefekkir. Her ilimde ihtisas sahibi.
allâme
pek büyük âlim.
Allâme-i küll
Bir şeyin ilmine vâkıf olan. Bir hususda ihtisas sahibi olan.
Allâm-ül guyub
Esma-i Hüsnadandır. Bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hak.
Allâmülguyûb
dış duyular yoluyla bilinemeyenleri en iyi bilen Allah.
Allet
Kişinin, avreti üstüne aldığı ikinci avret. * Üvey ana.
Allüsinasyon
Fr. (Bak: Hallüsinasyon)
Alman
Almanyalı, Cermen.
Almanak
"Fr. Kitab biçiminde bir çeşit takvimdir. Senenin bölümlerinden başka bayram, yıldönümü gibi muayyen günleri gösterir; ayrıca astronomi, meteoroloji, istatistik bilgiler de verir."
Alotropi
Kimya bakımından bir değişiklik olmadığı halde bir cismin ayrı hususiyetler göstermesi hali. Meselâ : Kırmızı ve beyaz fosfor arasında, birleşim farkı yoktur. Buna rağmen renklerinin ayrı oluşu bir alotropi halidir.
Alpaka
Güney Amerika'da yaşayan ve büyüklüğü keçi ile deve arasında olan bir hayvan. * Bu hayvanın kılından mamul bir cins ince yünlü kumaş.
Als
Karıştırmak.
Altays
Düz, berrak, kaypak nesne.
Altbilinç
(Bak: Şuuraltı)
Altın kozak
Padişahlar tarafından yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunun konulduğu muhafaza.
Altıpatlar
Revolver denilen mükerrer ateşli, altı mermi alan tabanca.
113
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Alu
f. Erik, şeftali. * Tuğla fırını.
Alu-bâlu
f. Vişne.
Alud
(Alude) f. Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış.
âlûd
bulaşık, karışık.
âlûde
bulaşmış, karışmış.
Alude-dâmân
f. Eteği bulaşık, iffetsiz kadın.
Alude-gân
f. (Alude. C.) Suçlular, kabahatliler. Bulaşıklar, bulaşmışlar.
Alude-gî
f. Dalmış, garkolmuş. Bulaşıklık.
Alufe
(Ulüf. C.) Hayvan yemi.
Alu-gürde
f. Caneriği.
Aluk
Arzu. * Kendi yavrusundan başka yavruyu emzirmek isteyip yine burnuyla koklayıp emzirmeyen deve. * Devenin otladığı ot. * Süt.
Alus
f. Naz veya kırgınlık sebebiyle göz ucuyla bakmak.
Alusî
f. Nazlanarak göz ucu ile bakan kimse.
Alu-yu buhara
Türkistan eriği.
âlüfte
alışık, iffetsiz kadın.
Alüfte
f. Muhabbet ve sevgiden deli gibi. * Alışık, nâmus perdesi yırtık, iffetsiz kadın. Fâhişe.
Alüfte-gân
f. (Alüfte. C.) Nâmus perdesi yırtık kadınlar. Fâhişeler.
Alügde
f. Saldırıcı, şiddetle saldıran.
Alüvyon
Nehirlerin sürükleyerek taşıdığı toprak.
Alya
Yüksek yer, yükseklik. * Gökyüzü.
Alyan
Uzun, iri yarı kimse.
Alye
Fakirlik.
Alyuvar
(Bak: Küreyvât-ı hamra)
114
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Alz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Alzât) Sabırsızlık. * Hastaya ârız olan titremek. * Hafiflik. * Acele
Ama'
Dağbaşlarında olan duman.
âmâ
kör.
A'ma
Kör. Gözü görmeyen. * Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik. * Yağmur bulutları.
Âmâç
f. Saban demiri. * Hedef, nişan tahtası.
Âmâç-gâh
f. Nişan atılan yer, nişan yeri. Hedef mahalli.
Âmâde
f. Hazırlanmış, hazır.
âmâde
hazır.
Âmâde-gî
f. Hazırlık, âmâdelik.
Amah
f. Şiş, kabarcık.
A'mâ-i elvan
Tıb: Renk körlüğü, renkleri ayırt edememe hastalığı. Akromatopsi.
Amâim
(İmâme. C.) Sarıklar, imâmeler.
Amâir
(Amâyir) (İmâret. C.) İmâretler. Mâmur etmeler. * Sâlih fakirlerin veya kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri.
Amâir-i hayriyye
Hayır ve hayrat müesseseleri.
Amak
(Maak ve Mauk. C.) Göz pınarları.
A'mak
(Umk. C.) Derinlikler.
âmâk
derinlikler.
Amaka
Derinlik. * Iraklık.
A'mak-ı hafa
Gizlilik derinlikleri.
A'mak-ı zemin
Zeminin derinlikleri.
A'mal
(Amel. C.) Ameller. İşler. Yapılan hayırlar.
Âmâl
(Emel. C.) Emeller. Arzular. Gayeler. Dilekler. İstekler.
115
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âmal
ameller, işler.
âmâl
emeller, beklentiler, istekler.
A'mâl-i beşeriye
İnsanların amelleri, iş ve hareketleri.
A'mâl-i erbaa
Mat: Dört işlem. (Toplama, çıkarma, çarpma, bölme.)
A'mâl-i hasene
Güzel amel. Sevablı ve hayırlı ameller. (Bak: Amel-i sâlih)
Âmâl-i ma'sumâne
Masumcasına emeller, arzular.
A'mâl-i sâliha
"Allah'ın rızasına uygun, iyi ve hayırlı işler.( $) Kur'an: Sâlihatı mutlak, mübhem bırakıyor... Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler... Nev'den nev'e geçtikçe değişir... Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır... Mahalden mahale tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.Meselâ: Cesaret, sehavet; erkekte: gayret, hamiyet, muavenete sebeptir.Karıda: Nüşuze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebep olabilir... Meselâ: Zaifin kaviye karşı izzet-i nefsi, kavide tekebbür olur. Kavinin zaife karşı tevazuu zaifte tezellül olur. Meselâ: Bir ulü-l emir, makamındaki ciddiyeti vekar; mahviyeti zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir; mahviyeti tevazudur.Meselâ: Tertib-i mukaddematta tefviz, tembelliktir... Terettüb-ü neticede, tevekküldür... Semere-i sa'yine, kısmetine rıza kanaattır. Meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dun-himmetliktir.Meselâ: Ferd mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı, amel-i sâlihtir... Mütekellim-i maal-gayr olsa, hıyanet olur...Meselâ: Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez. Millet nâmına tefâhur eder, hazm-ı nefs edemez... Herbirinde birer misâl gördün, istinbat et.Madem ki, Kur'an bütün tabakata bütün a'sarda, kâffe-i ahvâlde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur... Sâlihattaki
116
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ıtlakı, beliğane bir icaz-ı mutnebdir. Beyanda sükutu, geniş bir sözdür. Sünuhat)" Âmâl-i sermedî
Sermediyete âit arzu ve emeller. Cennete, ebediyyete dâir dilek ve temenniler.
A'mâl-i uhreviye
"Ahirete ait iş, hareket ve ibadetler.(Bu dünya, dâr-ül-hikmettir, dârül-hizmettir; dâr-ül-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a'mâl ve hizmetlerin ücretleri Berzahta ve Ahirettedir. Buradaki a'mâl, Berzahta ve Ahirette meyve verir. Madem hakikat budur, a'mâl-i uhreviyyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunane değil, mahzunâne kabul etmek lâzımdır. Çünki: Cennet'in meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevi meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lâmbayı bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir. M.)"
Âmâl-i uhreviye
Ahirete ait emeller, ümitler ve istekler.
Amalika
Çok eskiden Sina yarımadasında yaşadıkları sanılan ve gariplikleriyle şöhrete erişen bir kavim.
A'mam
(Amm. C.) Amcalar.
amame
sarık.
Amame
Sarık. Ammâme. Başa sarılan ve sünnet-i seniyye olan kisve. (Bak: İmâme)
Aman
(Emân) Emniyet. İmdat. Yardım dileği. Afv, ricâ, niyâz. * Sabırsızlıkla hiddet ve infiâl ifâdesi. * Tenbih, sakındırma.
aman
yardım dileme sözü.
Aman-name
f. Bir şahsa iltimas yapması için, başka bir kimseye hitaben yazılan pusula, yazı.
117
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük A'mar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Ömr. C.) Ömürler, yaşayışlar. * Mes'ut hayat. Hoşa gidecek garib ve tuhaf şeyler. * Sinler, yaşlar.
Amar(e)
f. Hesap. * Araştırma. * Tıb: Karında su toplanma hastalığı.
Amare
(C.: İmâr) Fes gibi başa giyilen nesne.
Amare-gir
f. Hesap işleriyle uğraşan kişi. Muhasebeci.
Amariyye
Deveye konulan mıhfe.
Amas
f. İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık.
Amase
şiddet. * Zulmet.
Amatör
Fr. Bir işi para kazanma maksadıyla değil de, zevk için yapan kimse.
Amay
f. Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek kullanılır.
Amazon
"Milattan önce yaşamış İskitlerin kadın askerlerine verilen isim. Göğüslerini dağlatarak küçükten harbe alıştırılan bu İskit kadınlarının şiddetli muharebeler yaptıkları yazılıdır. * Güney Amerika'da büyük bir nehir adı.(Evet nasıl ki tarihlerde eski zamanlarda ""Amazonlar"" nâmında gayet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir tâife-i askeriye olarak harika harpler yaptıkları naklediliyor... Aynen öyle de bu zamanda zındıka dalâleti İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin plâniyle şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi, yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacağı ile dehşetli bıçaklarla ehl-i imâna taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak çokların nefislerini birden esir edip kalb ve ruhlarını kebâir ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. G.R.)"
amazon
eski zamanlarda yaşamış savaşçı kadın.
118
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ambalaj
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Eşyayı taşınabilir bir hale koymak için sarma veya sandığa yerleştirme işi.
Ambargo
Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.
amd
niyet, arzu, istek.
Amd
Niyet, kasıt, istek, arzu. * Direk koymak.
Amden
Kasten, bile bile. İsteyerek.
amden
niyet ederek ve isteyerek.
Ame
f. Divit, yazı hokkası.
Âmed ü reft
Geliş-gidiş.
Âmed ü şüd
"Varıp gelme. Gidiş geliş; geldi gitti."
Âmed
f. (Mâzi fiili olup mastar gibi kullanılır). Gelmek, geliş, vürud eyleme.
amed
gerekir, gelir.
Amed
Sütunlar. * Birşeye devam üzere olma. * Mülâzemet etme.
Âmede
Gelmiş. Vürud eylemiş.
Âmede-gû
f. Hazırcevap. Düşünmeden hemen güzel söz söyleyen kimse.
Âmedî
f. Geliş.
amedî
gelme, geliş.
Âmediye
f. Gümrük vergisi.
Ameh
Basiretsizlik. Tahayyür, tereddüt. Doğru ciheti bilmemek.
amel
iş, çalışma, uygulama.
Amel
İş. Çalışma. Bir emri veya vazifeyi yerine getirme. * Kâr, iş işleme. * Dini bir emri yerine getirme, tatbik etme. İtaat. İbâdet.
Amele
(Âmil. C.) Âmiller. Amel edenler. * Irgat, işçi.
amele
işçi, ırgat.
119
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Amelehu
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"""Tarafından yapıldı."" mânâsına gelir ve bir sanat eserinde san'atkârın imzasından önce yazılır."
amelen
amelce, işçe.
Amelen
Bilfiil, işleyerek, fiilen, çalışarak.
Amel-i kalil
Amel-i kesirden az olan hareket. Bir rek'atta bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir hareket veya ardı ardına yapılan üçten az hareket.
Amel-i kesir
"Namaz içinde ve namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı ardına yapılan üç hareket veya iki uzuvla yapılan bir hareket; bu hareket namazı bozar."
Amel-i sâlih
"Allah rızâsına uyan hayırlı amel. Günahlardan uzak olan iş, fiil. Maddi veya mânevi hukuk-u ibâdı ifâ etmek.(Bugünlerde Kur'an-ı Hakîm'in nazarında, İmandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyyattan ve günahlardan ictinab etmek ve amel-i sâlih, emir dâiresinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedâr hevesat zamanında bu takvâ olan, def-i mefasid ve terk-i kebâir üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takvâ, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemiyen kurtulur. Böyle kebâir-i azime içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakiyyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. Hem takvâ içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünkü, bir haramın terki vacibdir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var.Takva; böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek ictinab, az bir amelle, yüzler günah
120
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
terkinde, yüzer vacib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta; niyetiyle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla menfî ibâdetten gelen ehemmiyetli a'mâl-i sâlihadır... K.)" Amel-i tâlih
Yaramaz iş, makbul olmayan amel.
Amel-i uhrevî
Âhirete ait amel. (Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevi istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittiba et. Çünki: Bir muamele-i şer'iyyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevi çok meyveler veriyor. Meselâ: Bir şey'i satın aldın. İcab ve kabul-ü şer'iyyeyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alışverişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer'i, bir tasavvur-u vahiy verir. O dahi,şarii düşünmekle bir teveccüh-ü ilâhi verir. O dahi, bir huzur verir. Demek Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek bir hayat-ı ebediyyeye medar olacak olan faideler elde edilir. S.)
Amelî
(Ameliyye) Amele mensup ve müteallik olan. Fiil olarak. İşlemek suretiyle. Pratik. Tecrübeli.
amelî
iş olarak, uygulamalı.
amelisâlih
dine uygun iyi amel, güzel iş.
ameliyât
ameller, işler, bir tedavi biçimi.
Ameliyyat
Ameller. işler. * Bir bilginin iş olarak tatbiki. * Tıb: Operatörlük. Cerrahlık.
Amelles
Kuvvetli adam. * Kurt. * Yavuz, çirkin at.
Amellet
Sağlam, muhkem, katı nesne.
121
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Amelmande
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. İş yapmaz hâle gelmiş olan. Muattal. Battal. Çok yaşlı. Sakat veya hasta olup çalışamaz hâle gelmiş olan.
amelmânde
iş yapamaz durumda.
Amelnüvis
f. Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet.
Amen
Bir yerde mukim olmak, ikamet etmek.
Âmen
Çok veya en emin ve güvenilir.
Âmenna
İnandık, öylece kabul ederiz, ona diyecek yok (meâlindedir.)
âmennâ
inandık.
Âmentü
"""İmân ettim"" demek olup Ehl-i Sünnet Mezhebi olan mü'minlerin iman esaslarını kısaca toplayan ifâdenin has ismidir."
âmentü
îman esasları.
Amer
(Amr, ömr, imâret) Muammer eylemek. Çok zaman yaşayıp kalmak. Muammer olmak.
A'mer
Yaşlı kişi. İhtiyar.
Ameş
Gözü zayıf olan, gözü yaşlanıp durmadan akan.
A'meş
Gözünün yaşı durmayıp akan. * Tomlaç gözlü.
Ameysel
Arslan. * Şişman, büyük deve. * Kaftanını yere sürüyerek gezen tembel kimse. * Uzun kuyruklu geyik. * Enli nesne. * Kerim, şerif nesne.
âmî
âlim olmayan sıradan kimse.
Ami
Senevî, yıllık. * Avamca. İleri gelenden olmayan. Câhil. Havassa âit olmayan. Avama âit ve müteallik.
Amid
Çok hasta. * Aşk hastası. * Başlıca nokta. * Önder, şef, komutan. Rehber. * Haraç alan kimse.
Âmid
Diyarbakır'ın önceki adı.
122
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük A'mide
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Amud. C.) Direkler. Temeller. Sütunlar. * Mc: Büyük kimseler. Büyükler.
Amig(e)
f. Karışık. * Hakikat. * Mc: Çiftleşme.
Amih
Şaşkın, şaşırmış, şaşakalmış.
Amihte
f. Karışmış, karışık.
Amihte-gî
f. Karışmış olma.
Amije
f. Şair. * Karışmış, karışık.
amîk
derin.
Amik
Hicaz vilâyetinde ulu bir ağaç.
Amik(a)
Dibi çok aşağıda, derin. * Mc: İnceden inceye pek ziyade araştırma ve düşünceden sonra anlaşılabilen derin ve ince mes'ele.
Amil
Arzusu, isteği olan.
âmil
işleyen, etkileyen.
Âmil
Yapan. İşleyen. *Sebep. * Vergi tahsiline memur kimse. * Mütevelli. * Vâli. *Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).
Âmile
(C.: Avâmil) (Amel. den) Bacak, ayak.
Âmiletân
İki ayak, çift bacak.
Amîm
Herkese mahsus. Umuma âit. * (C.: Umem) Tam, tamam.
Amîm-ül ihsan
Bağışı, bahşişi, ihsanı bol ve umumi olan.
Amin alayı
Eskiden çocukların ilk okula başladığı gün yapılan merasim.
Âmin
(Emn. den) Gönlü müsterih, kalbinde korku bulunmayan. * Emniyet ver.
âmin
Allahım kabul eyle!
Amin
Kim. Hususiyetleri ve yapıları bakımından amonyaka benzeyen kimyevi maddelerin cins adı.
123
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Âmine
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Emin olan. Kalbinde korku olmayan kadın. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın öz annesinin adı. Yirmi sene yaşamıştır. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın dini üzere idi. (R. Aleyha)
Aminen
Emniyet ve huzur içinde, selâmetle, emin olarak. Sağlam olarak.
Amin-han
(C.: Aminhânân) f. Amin diyen.
âmir
emreden, iş buyuran.
Amir
Mâmur eden, harâbelikten kurtaran, şenlendiren. * İmâr olunmuş. * Devlete âit, mirî.
Âmir(e)
Büyük me'mur. Emreden, iş gösteren. * Huk: Bir kimseyi öldürmek veya bir uzvunu kesmek ve sakatlamak tehdidiyle bir filli yapmaya veya yapmamaya zorlayan ve bu tehdidi yapmaya muktedir olan kimse. (Bak: İhcâc)
Amiral
Emir-ül bahr, Emir-ül-mâ. Bahriye kumandanı, kaptan. Deniz generali.
âmirâne
emreden âmir gibi.
Âmirane
f. Emredercesine. Amir imiş gibi. * Emreden büyük kimseye yakışır şekilde.
Âmir-i mutlak
Kayıtsız şartsız herşeye hâkim olan.
Âmir-i müstakil
Hiç kimseye bağlı olmayan ve istiklâl sahibi olan âmir, kumandan.
Âmir-i vicdanî
Vicdana emreden, vicdanı çalıştıran.
âmiriyet
âmirlik, emredicilik.
Âmiriyyet
"Kumandanlık hâli. * Amir, emredici olmak.(Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idâresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev'i birer vazife ile
124
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
musahharâne meşgul bulur. $ âyetinin askerlik mânasını ihsas eden temsiline göre: Zerrât ordusundan ve nebatât fırkalarından ve hayvanât taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan Cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkimâne tekvini emirlerin, âmirane hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedâhetle bir Hâkimiyet-i Mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler. ş.)" Âmirziş
f. Allah'ın afvetmesi, bağışlaması. * Bağışlama, afvetme.
Âmirz-kâr
f. Bağışlayan, affeden Allah. * Affeden, bağışlayan.
Amis
Sirkeyle ıslanmış çiğ et.
Amit
(C.: Amâmit) Zarif, çeri, değerli kimse.
âmiyâne
bilgisizce, körü körüne.
Âmiyane
f. Âdice. Bayağıca. Cahillere yakışır surette.
Âmiyy
Avama ait, avamca.
Âmiz(e)
f. Karışık, karışmış. (Âmihten) $ mastarından imtizaç etmek, karıştırmak mânasındadır.
Âmize-mu(y)
f. Saçı sakalı kırlaşmış olan adam. Kır sakallı kimse.
Âmize-muyî
f. Kır saçlı ve kır sakallı kimse.
Âmiz-gâr
f. Uygun, münâsib, yaraşır.
Âmiziş
f. Uysallık, imtizaç, uyuşma.
Âmm lâfızlar
"Aynı cinsin birçok fertlerine birden delâlet eden lâfızdır. ""Kavil, cemaat, nisa"" lâfızları gibi."
Amm
Amca. Babanın kardeşi. * Çok cemaat.
Âmm
Herkese âit. Umuma âit. Hususi ve bazılara mahsus olmayan. Umumi.
âmm
umumi, genel.
Amma
(Bak: Emmâ)
125
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ammal
Yapıcılar. * Devleti idare eden adamlar.
Amman
Şam diyârında Belka şehrinin adı.
Ammar
Bayındırlaştıran, imar eden.
Ammat
(Amm. C.) Amcalar.
Amme nevalühü
"""Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanı herkese veya herşeye şâmildir."" meâlinde."
Amme
$ den müteşekkil suâl cümlesi. Neden, nelerden, neyi?... meâlindedir.
âmme
herkes, kamu.
Âmme
Tülbent sargı. * Su içinde üstüne binip yüzülen şişirilmiş tulum. * Umumi. Herkese ait.
Ammered
Her şeyin uzunu. * Yaramaz huylu. * Belâ ve meşakkat.
Ammeten
Umumi olarak, herkese ait olarak, genel tarzda.
ammilgarâib
garipliklerin amcası.
ammizâde
amca çocuğu.
Ammuriyye
Ankara şehri. Türkiye'nin başkenti.
Ammus
Güçlü ve kuvvetli kişi.
Amnezi
Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi (genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan öncekini (retrofrat), yahut sonrakini (anterofrat) hiç hatırlamaz, yahut tamamen hafızasını kaybeder.
Amortisör
Fr. Otomobillerde veya diğer makinelerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri hafifletmeğe yarayan tertibat.
Amper
Fr. Elektrik akımında şiddet birimi.
Ampermetre
Fr. Elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan âlet.
126
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ampirizm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fls. (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamıyacağını savunan felsefe. Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi felsefe ve psikoloji göstermiştir. Bilgi için ne sadece tecrübe, ne de düşünme gücü (akıl) yeterlidir.
Ampul
Fr. İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe. * İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe.
Amr ibn-ül-as (r.a.)
Sahabe olup kumandanlıklarda ve valilikte bulunmuştur. Çok zeki ve belâgatlı bir zât olduğu söylenir. Vefatı (Hi: 43) tür.
Amr
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan umumi isimlerden birisi. (Bak: Zeyd-Amer)
Amrus
(C.: Amâris) Kuzu. * Çok yürütmek istediklerinde yürümeyen davar.
Amrut
(C.: Amârit) Hırsız.
Ams
Eskiyip mahvolmak. * Bilirken bilmezlikten gelme.
Amşuş
Üzerinden üzümü alınmış üzüm salkımı.
Amuc
Eğri giden ok.
Amucazade
f. Amca oğlu.
Amud
Dik, dikine. Sütun, direk.
amûd
direk, sütun.
Amude
f. Dizi, dizilmiş.
Amuden
Dik olarak, dikine. Dik surette.
amûdî
dikine, direk gibi.
Amudî
Yukarıdan aşağıya dikey olarak. Direk gibi yukarıdan aşağıya düz ve şakulünde olarak.
127
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Amud-u nuranî
Nurdan sütun, nurlu sütun.
Amud-ül fecr
Sabah yeri ağarıp uzama.
Amug
f. Uzun boylu adam. * Ciddiyet, vakar.
Amuhte
f. Öğrenmiş.
Amuhte-gâh
f. Muallimler, öğretmenler.
Amûmet
Amcalık.
Amur
(C.: Âmar) Bekâ mânâsına. Ömür. Her kişinin hayât müddeti.
Amûr
İki diş arasında olan et.
Amus
Karanlık.
Amut
Bir kimsenin peşinden ayıbını söylemek.
Amût
f. Yalçın kayalarda ve yüksek yerlerde yapılmış olan kuş yuvası.
Amuz
f. Öğretmek mastarının emir kökü.
Amuzende
f. Talebe, öğrenci. * Muallim, öğretmen. Öğreten.
Amuziş
f. Öğrenme. * Öğretme, tedrisat.
Amuzkâr
(Amuzgâr) f. Muallim. Öğretici.
Amuzkârî
(Amuzgârî) Öğretmenlik, öğreticilik, muallimlik.
Amürg
f. Fayda, menfaat, kâr. * Kader, kıymet. * Zahire, meyve. * Esas, hülâsa, özet. * Bir mikdar.
Amürz
f. Afveden, bağışlayıcı.
Amürzende
f. Bağışlayan, afveden.
Amürzgâr
f. Affeden, bağışlayan. Günahları bağışlayan Allah.
Amürziş
f. Bağışlayış, afvediş.
Amyâ
(Müe.) Kör, a'ma.
amyâ
tam kör.
Amyant
Kolayca bükülebilen, ateşe dayanıklı liflerden yapılmış bir çeşit asbest.
128
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük An mim amed
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına verilen işaret.
An
En kısa bir zaman. Lahza. Dem. Cüz'i bir zaman.
ân
en kısa zaman.
Ân
f. Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. * Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. * Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân: Âlimler. Anân: Onlar. Merdân: Adamlar. İnsanlar. Zenân: Kadınlar.Kelimenin sonuna getirilerek sıfat edatı yapılır: Ters: Korku. Tersân: Korkak.Kelimeyi zarf yapar. Güyân: Söyliyerek.
Ânâ
(Ani. C.) Gece yarısı vakitleri.
A'nâ
(İnv. C.) Nahiyeler, taraflar. * Cemaatler.
Anâ'
Zahmet, meşakkat, güçlük, zorluk.
A'nâb
(İneb. C.) Üzümler. Yaş üzümler.
Anâbil
Kaba nesne.
Anâdil
(Andelib. C.) Bülbüller.
Ânâf
(Enf. C.) Burunlar.
Anâfet
Kabalık, sertlik.
Anafor
Denizde akıntının yanında veya altında, onun ters istikametinde olarak akan su. Akıntı mukabili.
Anâk
(C.: Ânuk) Dişi keçi yavrusu. * Zahmet, meşakkat. * Karakulak dedikleri hayvan.
A'nak
(E'nak) Boynu uzun.
A'nâk
(Unk. C.) Boyunlar, gerdanlar.
Anak
En zarif, en yakışıklı, en güzel.* Çok ferah, çok sürurlu.
129
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Anakat
Muvaffakiyetsizlik. Ümidi boşa çıkma.
Anâkib
(Ankebut. C.) Örümcekler.
Analjezi
yun.Tıb: Acı hissinin kaybı.
Analoji
Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise, bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri hakkındaki bilgilerden faydalanılarak muhakeme yürütülmesidir. Bu tarz düşünce çok defa düşüneni yanlış sonuca götürür. Muhtemel olanın muhakkak zannedilmesine sebep olur. Hataya düşmemek için dikkatli olmak gerekir.
Anamalcılık
(Bak: Kapitalizm)
Anân
Bulutlar. * Gökyüzü, semâ.
Ânân
f. (An. C.) Onlar.
A'nan
Ufuklar. * Ağacın ucu.
An'anât
(An'ane. C.) Rivayetler. * Gelenekler, an'aneler, âdetler, örfler.
ananât
gelenekler.
An'ane
"Âdet, örf. * Ağızdan nakledilen söz, haber. * Ist: Bir haberin veya bir hadis-i şerifin ""an filân, an filan"" diye râvileri bildirilmek suretiyle olan nakil. * Silsile. * Müezzin ezân okurken ""teganni"" ederse; ona da ""An'ane"" denir. (Bak: şeâir)(Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet - bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle - cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı mânevî ve ruh-u habis olmuş. Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidi olan itikadlarını himaye eden İslâmi perde-i ulviyeyi yırtıyor; ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor. R.N.)"
Anane
Bir tek bulut.
130
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
anâne
gelenek.
An'aneli sened
"Hadis nakledenlerin veya bir haberi söyleyenlerin bu haberi kimden kime söylendiğini belli eden ""An filan, an filan"" diyerek şahısların isimleriyle beraber rivâyet ve nakledilen kuvvetli ve şüphe götürmeyen sened. (Suâl : An'aneli senedin fâidesi nedir ki; lüzumsuz yerde, malum bir vâkıada ""an filân, an filân, an filân"" derler? Elcevab: Fâideleri çoktur. Ezcümle bir fâidesi şudur ki: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sâdık ehl-i hadisin, bir nevi icmâını irae eder ve o senette dâhil olan ehl-i tahkikın, bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an'anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; o hadisin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dâir mührünü basıyor. M.)"
An'anevî
An'ane ile alâkalı.
anânevî
gelenekle ilgili.
An'aneviye
An'aneciler. * An'aneden gelen.
Anarşi
"yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış olan bir milletin durumu. (Bak: Ye'cüc ve me'cüc)(Bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hiristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak... Çünkü; bir İsevi Müslüman olsa, İsâ aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Musevi Müslüman olsa, Musa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam'ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine giremez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir hâlet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyyeye bir zehir olur. R.N.)(..Hakiki bir Müslüman, samimi bir
131
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mü'min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa tarafdar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünki, anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhir zamanda ""Ye'cüc ve Me'cüc"" komitesi olduğuna Kur'an-ı Hakim işaret buyurmaktadır. Tr.)(Hem her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hânedir. Eğer iman-ı ahiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlakın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, Rıza-yı İlâhi, sevab-ı uhrevi yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riyâ, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhiri asayiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriyye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar. Ş.)" anarşi
karışıklık, kargaşalık, düzensizlik.
anarşilik
karışıklık, kanunsuzluk.
Anarşist
Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran.
anarşist
düzen tanımaz, yıkıcı, isyancı, bozguncu.
Anarşizm
Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.
Anâsır
(Unsur. C.) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.
anâsır
unsurlar, elemanlar, kavimler.
Anâsır-ı erbaa
Dört unsur: Toprak, hava, su, nur (veya ateş).
132
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Anâsır-ı hisabiyye
Mat : Bir hesabı yapmak için gerekli olan mâlûmatlar.
Anâsır-ı külliye
Külli ve dünyanın her tarafından yayılmış bulunan unsurlar.
An-asl
Aslında, hakikatında, aslından.
Anat
(An. C.) Anlar, zamanlar.
Anatomi
Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür.
Ânâ-ül-leyl
Gece yarıları, gecenin geç vakitleri.
Anayasa
(Bak: Teşkilât-ı esâsiye)
Anaz
Bir büyük kuşun adı.
anbean
gitgide, gittikçe.
An-be-an
Gittikçe, yavaş yavaş, zaman ilerledikçe.
Anber
Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde. * Derisinden kalkan yapılan bir balık.
anber
güzel kokulu bir madde.
Anbera
İğde yemişi.
Anber-bar
f. Güzel kokulu. Anber kokulu.
Anber-efşan
f. Anber saçan.
Anberî(n)
Güzel kokulu. Anber kokulu.
Anber-nisar
f. Güzel koku yayan. Anber kokulu.
Anber-sirişt
f. Anber gibi güzel kokulu.
Anber-ter
f. Güzellerin zülüfleri ve benleri. * Mc: Geceleyin.
Anbes
(C: Anâbis) Arslan.
Anca
f. Orası, ora, orada.
Ancec
(C: Anâcic) Büyük nesne. * Fesliğen adı verilen çiçek.
Ancehaniye
Kibir, azamet.
133
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ancehiyye
Bilmezlik. Büyüklük. Ululuk.
An-cehlin
Bilmezlikle, bilmeyerek.
Ancere
Dudak uzatmak.
Anded
Ayrılık, firak.
Andel(e)
Yaşı büyük deve. * Uzun, tavil. * Avazla çağırmak.
andelîb
bülbül.
Andelib
Bülbül. Seher kuşu. * Mc: Hz. Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi.
Andelibân
f. Andelibler, bülbüller.
Andem
Tıb: Kanı durdurmak için kullanılan bir çeşit reçine.
Andezit
Yanardağ lâvlarının soğumuş kalıntısı.
Âne
f. Kelime sonuna getirilerek zarfiyet ifâdesi için kullanılan nisbet edatıdır. Meselâ: Mütefekkirâne (: Mütefekkire yakışır halde) kelimesinde olduğu gibi.
A'neb
Büyük burunlu adam, burnu iri olan adam.
Aneban
Erkek geyik.
Aned
Cânib ve nâhiyeler.
Anede
Çok inatçılar. Muannidler.
Anef
Kabalık (inceliğin zıddıdır).
Anem
Bir ağaç cinsi ki, kızıl yumuşak budakları olur.
Anen fe anen
Zamanla, gittikçe, devamlı.
Anen
Arız olmak.
Anese
Ünsiyet etmek. Karşılıklı görüşmek, arkadaş olmak, yakınlık göstermek. (Vahşetin zıddı)
Anestezi
yun.Tıb: Bütün vücutta veya vücudun bir kısmında hislerin az veya çok miktarda kaybı.
Aneşneş
Uzun boylu.
134
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Anet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Günah. Zinâ . * Helâk. * Fesâd. * Meşakkat. * Kalb darlığı. * Hata. Galat. * Tıb: Kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması.
Aneze
Ucu demirli uzun ağaç, (ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.)
Anfe
Dudak altında biten kıllar.
anfeanen
gitgide, zamanla.
Angâh
(Angeh) f. O vakit. Ondan sonra.
angarya
ücret vermeden gördürülen iş.
Angarya
yun. Ücretsiz olan iş. Meccanen görülen iş. Baştan savma görülen iş. (Bak: Suhre)
Anglikan
ingiliz kilisesi.
Anglosakson
Büyük Britanya'da yerleşen Germen ırkından aşiretlerin adı. * Ana dili İngilizce olan şahıs.
Anha minha
Şundan bundan, şöyle böyle ederek, şu bu, öteberi.
Anhü (anhâ)
Ondan. (İşaret zamiri).
Anhüm
Onlardan (mânasına işaret zamiri).
Anhümâ
Her ikisinden.
An-ı seyyale
"Gelip geçici az bir an.(Vacib-ül Vücud'a intisabını bilen veya intisabı bilinen herbir mevcud, sırr-ı vahdetle, Vâcib-ül Vücud'a mensub bütün mevcudatla münasebetdar olur. Demek her bir şey, o intisab noktasında hadsiz envar-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır. Eğer o intisab olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünki o hâlde alâkadar olabileceği herbir mevcuda karşı bir firakı ve bir iftirakı ve bir zevâli vardır. Demek kendi şahsi vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücudda kalsa da, intisabsız - evvelki noktasındaki o
135
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
intisabdaki - bir an yaşamak kadar olamaz. Onun için ehl-i hakikat demişler ki: ""Bir ân-ı seyyâle vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır."" Yani: ""Vücud-u Vâcibe nisbet ile bir an vücud, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır."" Hem bu sır içindir ki, ehl-i tahkik demişler: ""Envâr-ı vücud, Vâcib-ül Vücudu tanımakladır."" Yâni: ""O hâlde kâinat, envar-ı vücud içinde olarak melâike ve ruhaniyat ve zişuurlar ile dolu görünür. Eğer onsuz olsa; adem zulümatları, firak ve zeval elemleri herbir mevcudu ihata eder. Dünya, o adamın nazarında, boş ve hâli bir vahşetgâh suretinde görünür."" M.)" An-ı vâhid
Aniden, birdenbire, bir an.
Ani
(C: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü. * Köle * Meşgul. * Iztırab çeken. Muztarib. * İşçi. * Müfettiş. * Tahsildar. (Müennesi: Aniye)
ânî
bir anda, hemen.
A'ni
Yani ben demek istiyorum ki (manasında).
Anîd
(İnad. dan) Çok inadçı. * Daima suyu akıp iyileşmeyen yara. (Bak: Anud)
Anîde
Kabile, ehl-i beyt.
Anif
Sert, kaba.
Ânif
Yakında geçen. Pek yakın geçmişte.
Ânife
Gençlik çağının başlangıcı.
Ânifen
Yukarıda. * Az önce, biraz evvel.
Ânif-ül beyân
Biraz evvel bildirilen, az önce beyan olunan.
Ânif-üz zikr
Az önce bildirilen, biraz evvel tebliğ edilen.
Anik
Çok nesne. * Devenin ancak dizini çekip yürüyebildiği kumlu yer.
An-il iman
İmandan.
136
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
An-il-gıyab
Kendisi yokken, gıyabında, arkadan.
Animizm
Sosy: Ruhları İlâh sayan batıl bir din. Ruhlar cisimler gibi Allah'ın mahlukudur. Onun emirlerine tâbidir.
Anin
f. Yağ çıkarmağa mahsus olan yayık.
Anis
Şişman ve iri deve. * İhtiyar bekâr. * İhtiyar kız.
Anise
Cana yakın kız veya kadın.
Aniye
Son derece kızgın su.
Aniz
Iztırablı, muztarib.
Ank
Kapı, bâb. * Güzel, hoş, gökçek olmak.
ankâ
hayâlî bir kuş.
Anka
İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır. * Uzun boyunlu kadın. * Arabdan bir kimsenin lakabı. * Zahmet, meşakkat.
Anka-meşrebane
Anka meşrebi halinde, kanaat sahibi. Eski edebiyatta kanaat sahiplerine kinaye olarak söylenir.
An-karib
Yakından, çok zaman geçmeden.
An-karibin
Yakın vakitlerde.
An-karib-iz-zaman
Yakın vakitten.
Ankas
Erkek tilki yavrusu.
An-kasdin
Kasd ve niyet üzere, mahsusen.
Anka-yı mağrib
Zümrüd-ü Anka kuşu.
Anke
Sağlam olan nesne. * Ahmak.
Ankeb
Erkek örümcek.
Ankebet
(C.: Anâkıb) Dişi örümcek.
137
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ankebut suresi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kur'an-ı Kerimin yirmidokuzuncu suresidir. Mekkidir. (Allahtan başkasına güvenenlerin, dünyayı avlamak için kurdukları teşkilâtını bir örümcek ağına benzeten, örümcek meseli zikrolunan bir suredir.)
ankebût
örümcek.
Ankebut
Örümcek.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Ebubekir-i Sıddık (R.A.) ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Hira'nın kapısında iki nöbetçi gibi, iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi harika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir ki: Örümcek zayıf ağı ile rüesa-yı Kureyş'e galebe etmiştir. Ayet diyor ki: En zaif bir hayvana mağlup olacaklarını o müşrikler faraza bilseler, bu cinayete ve bu suikaste teşebbüs etmiyeceklerdi... R.N.) (Bak: Beyt-i Ankebut)
Ankebutiye
Örümcekler.
Ankur
Her nesnenin aslı.
Ankût
Örümcek. Evcil, al kumru.
An-küm
Sizden.
An-küma
İkinizden.
An-kümâ
İkinizden.
An-la şey'in
Bilâ mucib, sebebsiz.
Annab
Üzümcü.
An-nakdin
Nakit para olarak.
Anofel
yun. Sıtma mikrobunu taşıyan ve aşılayan sivrisinek.
Anonim
yun. Yapıcısının adı belirtilmeyen eser. * Sermayesi hisselere bölünerek, her ortağın mes'uliyet ve salâhiyeti sermayedeki hissesiyle orantılı bulunan ortaklık, şirket.
Anormal
Normal olmayan. İfrat veya tefrit hali.
138
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Anot
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Pozitif elektrot. Bir elektrolitte, elektrik akımının içeri girdiği iletken uç.
Ans
Sağlam, kuvvetli deve. * Yemen tâifesinden bir kabile. * Kız bâliğa olduktan sonra, ailesinin evinde çok durması.
An-samim-il kalb
Derûn ve kalbden, riyâdan âri ve hâli olarak. Kalbin samimiyyeti ile.
An-samimin
Kalbden. Riyasızlıkla. Samimiyetle. İçten.
Ansar
(Bak: Ensar)
Ansiklopedi
yun. Bir sahadaki bilgileri veya bütün bilgileri sistemli veya alfabetik bir şekilde sıralayan eser.
Anşet
(C: Anâşit) Yaramaz. * Uzun.
Anter
(C: Anâtir) Gök sinek.
antika
eskiden kalma kıymetli eser.
Antika
yun. Kıymetli san'at eseri. Eski zamandan kalma eser.
Antikor
Fr. Vücuda giren hastalık mikroplarını zararsız kılmak için organizmanın bir kanun-u İlahî ile çıkardığı madde.
Antranik
Ermeni örgütünün liderlerinden biri.
Antropoloji
yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, dünyadaki yeri açısından incelendiğinde felsefi antropoloji adlarını alır. Allah insanın önce bedenini yaratmış, sonra ona ruh vermiştir. Hiçbir varlığa vermediği kabiliyetler vermiştir. Allahı tanıdığı ve ona bağlandığı zaman Allahın muhatabı, yeryüzünün halifesi ve efendisi olur. Allahı tanımadığı ve kendi keyfine tâbi olduğu zaman hayvanlardan aşağı bir mahluk olur. Dünya
139
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hayatı, iyi ile kötülerin denendiği bir imtihan yeridir. İnsan ebed için yaratılmıştır. Ölüm ebedi hayata bir yolculuk, bir terhistir. Mezar, ya Cennete giden yolun kapısı veya Cehenneme giden yolun giriş yeridir. Antropomorfizm
"Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestliğe bir geri dönüştür. İslâm dini Allah'ın varlığı, sıfatları ve fiilleriyle eşsiz ve benzersiz olduğunu bildirmekle, en üstün ve mükemmel din olmak şerefine hak kazanmıştır. İslâmın ""Görmek, işitmek, konuşmak"" gibi insani vasıfları Allaha atfettiğini, ve bu sebeple antropomorfik dinler arasında yer aldığını iddia edenler ya bilgisiz ya da kasıtlı kimselerdir. Çünkü İslâm, Allahın ""Görmek, işitmek, konuşmak"" fiilinde insanın muhtaç olduğu organ ve şartlara muhtaç olmadığını bilhassa belirtir ve insan fiili ile hiçbir surette benzerliği bulunmadığını açıklar. İslâm en cahil insandan en âlim insana kadar herkese hitap eden bir din olduğu için, basit ve kaba düşünenlere, hareketlerinin Allah'dan gizli kalmayacağını anlatmak için Allah'ın, putperestlerin ilahları gibi konuşmaz, görmez, işitmez diye düşünmemelerini, Allah'ın her hal ve hareketlerinden haberdar olduğunu anlatmaktadır."
Antût
Çöl ortasındaki küçük dağ ve tepe.
anûd
çok inatçı.
Anûd
Muannid. Çok inatçı.
anûdane
inat ederek.
Anûn
İsyankâr, kavgacı. * Davarların önünde yürüyen davar.
140
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Anve
Kuvvet, cebr, zorakilik, zorlama, zor.
Anvet
Kahretmek. * Galip olmak.
Anye
Güçlük, engel, zorluk, meşakkat.
Anzar
(Bak: Enzar)
Aposteriori
Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir.
Apriori
"fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: ""Her sayı kendine eşittir"" hakikatı hiçbir deneye baş vurmadan bilinen bir apriori bilgidir."
Apsis
Fr. Yönlü bir eksen üzerinde bulunan bir noktanın, başlangıç noktasına olan uzaklığının cebirsel değeri. * Bir noktanın, fezadaki yerini tesbite yarıyan ana çizgilerden yatay olanı.
Apulet (apolet)
Fr. Askerlerin, sınıf ve rütbelerine göre sırma, ipek veya yünden omuzlarına taktıkları saçak.
Âr ü namus
Utanma, haya ve namus.
Âr
Utanma, mahcubiyet. Utanılacak şey. Ayıp. Şiyb. Şerm. Haya.
âr
utanma.
Ârâ
f. Süsleyen. Bezeyen.
ârâ
fikirler, reyler.
Arâ
Mıntıka, bölge. * Komşuluk. * Avlu. * Çıplaklık. * Geniş, çıplak arazi.
Ârâb
(İrb ve İrbe. C.) Hacetler. * Uzuvlar. * Akıllar, zekâlar. * Hileler, oyunlar.
141
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Arab
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ceziret-ül Arab, Şam, Hicaz, Irak, Yemen, Mısır ve Afrika'nın şimâlinde yaşayan geniş bir kavmin adı.
A'rab
Göçebe Araplar, çölde yaşayan Araplar.
Arabe
(Arben) Yemek yeme.
Arâbe
(C: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba. * Açık saçık konuşma.
Arabesk
Süslemede kullanılan bir çeşit tezyinat.
Arabî
Arabça, Arab dili. Arab kavmine mensub.
A'rabî
Çölde yaşayan Arab.
Arabistan
f. Arap ülkesi. Arapların yaşadığı ülke.
Arabîye
Arapça.
Arabiyyat
(Arabiyyet. C.) Arapçaya dâir ilimler, kitab veya fikirler. Arap edebiyatı.
Arabiyyet
Arapça ile ilgili olan (İlim, fikir veya kitap). Arap edebiyatı.
Arabîyyülibare
Arapça söz, ibare, metin.
A'rac
Anadan doğma topal (aksak).
Arac
f. Dirsek.
Aradîn
(Bak: Eradîn)
A'raf suresi
Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur. Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır.
A'raf
"(Arf. C.) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer.(Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.)(A'raf, meşhur bir kavle göre Cennet ile Cehennem arasındaki hicabın, surun yüksek tepeleri demek olur. İbni Abbastan sıratın şerefeleri diye bir kavil de mervidir. Fakat
142
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hasanı Basri Hazretleri demiştir ki, A'raf ma'rifettendir. Ve mânâ ""Ehl-i Cennet ile ehl-i Nârı simalarından tanımak üzere bir takım rical vardır demektir. Kendisine bu rical ""hasenat ve seyyiatları müsavi olan kimselerdir"" denildikte dizine vurmuş ve bunlar, demiş, Allah tealânın ehl-i Cennet ile ehl-i Nârı tanımak ve birbirinden temyiz etmek üzere tâyin buyurduğu bir kavmdir. Vallahi bilmem belki bazısı şimdi beraberimizdedir. Hâsılı A'raf üzerindeki ricalin tefsirinde başlıca iki kavil vardır. Birincisi Ebu Huzeyfe ve saireden mervi olduğu üzere bunlar amelde kusur etmiş ve mizanda hasenat ve seyyiatları müsavi gelmiş bir taife-i muvahhidindir ki Cennet ile Cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Tealâ haklarında bir hüküm verir. (İkincisi) Bunlar Enbiya, şühedâ, ahyar, ulemâ veya rical suretinde görünür. Melâike gibi dereceleri yüksek bir takım zevattır.) (E.T.)" ârâf
cennet ile cehennem arasındaki yer.
Arafat
Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cennet'ten çıkarıldıktan sonra burada bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz. Muhammed (ASM) yüzbin insana hitab eden veda hutbesini burada okudu. İnsan haklarını 14 asır önce burada dünyaya ilan etti.
Arafet
(C: Avârif) Atâ, ihsan, hediye.
Arahim
Büyük olan şey. * Bir cins beyaz büyük mantar.
Arais
(Arûs. C.) Gelinler. * Güneşler. * Gökler.
Araiz
(Ariza. C.) Arz olunan meseleler. Küçükten büyüğe yazılan yazılar.
143
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
A'rak
(Irk. C.) Kökler, damarlar.
Arak
Kalabalık, izdiham.
Arak-çin
Kavuğun altına giyilen takke.
Arak-dar
f. Terli.
Arakî
Terle ilgili, tere mensub.
Arakiyye
Yünden yapılan bir cins külâhtır ki, bilhassa dervişler kullanırlar.
Arakk
Çok ince. En ince. Ziyâde rakik olan.
Araknak
f. Terlemiş, terden ıslanmış, ter içinde kalmış.
Arakriz
f. Terliyen, ter döken.
Ârâm
(İrem. C.) Çölde, sahrada konulan hususi nişan.
Ârâm-bahş
f. Dinlendirici, dinlendiren, ârâm veren.
Ârâm-cû
f. Dinlenmek isteyen.
Ârâm-cûyane
f. Dinlenmek isteyene yakışır şekilde.
Ârâm-gâh
f. Dinlenilecek yer.
Ârâmgâh-ı ebedî
Ebedi olarak dinlenilecek yer, sonsuz olarak istirahat edilen yer, mezar.
Ârâm-gâr
Hiçbir sıkıntısı olmayan, rahat yaşayan adam.
Ârâm-güzin
f. Dinlenmek için oturan, istirahat eden, dinlenen.
Ârâm-ı cân
Gönül rahatı. * Sevgili, sevilen güzel.
Ârâm-ı dil
Sevgili, sevilen güzel. * Gönül rahatı.
Ârâmî
f. Dinlenme, rahat etme.
Ârâmide
f. Rahat olan, dinlenen, sükûn halinde ve rahatta bulunan.
Ârâmiş
f. Huzur, rahat.
Aramram
(Aremrem) Asker çokluğu. * Şiddetli hâl ve iş.
Arâm-rüba
f. Sıkıntı veren, istirahatı bozan, rahatı kaçıran.
Arâm-saz
f. Yerleşen, oturan.
144
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Arâm-sûz
f. Huzuru bozan, rahatsızlık veren.
Aran
f. Dirsek.
Aranik
Su kuşlarından boynu uzun bir kuş.
Ar'ar
Arap diyârında bir yerin adı. * Bir oyun çeşidi.
Arare
(C: Arâr) İyi kokulu bir ot. * Şiddet * Kötü ahlâk. * Evin avlusu, ev içi. * Soğuk şiddetli olmak.
Ar'are
Dağ başı. İki burun deliğinin arası. * Servi ağacı. Çocuk oyunundan bir oyun.
Ararot
Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.
A'râs
Düğünler. * (İrs.C.) Evliler. * (Urs. C.) Nikâh merasimleri.
Aras
Yorgunluk, bitkinlik. * Hayranlık.
Arasat
(Aresât) Mahşer yeri. Haşir ve neşir meydanı.
arasât
ölümden sonraki dirilme yeri.
Araste
f. Bezenmiş süslenmiş. * Çarşının bir esnafa mahsus kısmı. * Vaktiyle ordu çarşısı, ordugâhta kurulan seyyar çarşı.
Araste-gî
f. Süslülük, bezenmişlik, ârâstelik.
A'raş
(Arş. C.) Tahtlar. * Çatılar, damlar.
Arat
Bölge, mıntıka. * Avlu.
Arayende
f. Düzen verici, süsleyici.
Arayî
f. Süsleyicilik.
Arayiş
f. Süs, zinet. * Süsleme.
A'raz
(Araz. C.) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler. * Tesadüfler. * Hastalık alâmetleri. * Kazalar, felâketler, musibetler.
ârâz
arazlar.
araz
belirti, sonradan meydana gelen özellik.
145
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Araz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İşâret, alâmet. * Tesâdüf, rast gelme. * Kaza. Felâket. Zâtî olmayan hâl ve keyfiyet. * Fls. Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan vasıf. Meselâ: Şekerin beyaz rengi şekerin varlığı için zaruri değildir.
Arazan
Rastgele, tesadüfen, tevafukan.
Arazet
Genişlik.
Arâzi
(Arz. C.) Yerler. Ekilen toprak. Ekilen yerler.
Arazî
Araza âit ve mensub. Araza dâir ve ilgili.
A'razi
Ârızî, tesâdüfî, rastgele.
arâzî
yerler, topraklar, tarlalar.
Arâzi-i emiriyye
Huk: Beytülmâle mahsus olup devlet tarafından şahıslara dağıtılan yerler. (Tarla, çayır, koru ve emsali gibi.)
Arâzi-i emiriyye-i mevkufe Huk: Sadece hazine menfaatleri veya tasarruf hakları veyahut ikisi de bir hayır cemiyetine ayırılan miri arazi. Arâzi-i emiriyye-i sırfa Huk: Beytülmâle mahsus menfaatleri ve tasarruf haklarından hiçbiri bir cihete verilmeyip devlete ait olan ve şahıslara dağıtılan memleket arazisi. Arâzi-i gamire
Huk: Harap, su baskınına uğramış veya içine henüz çift girmemiş yerler.
Arâzi-i hâliye
Boş, sahipsiz bırakılmış topraklar.
Arâzi-i haraciye
Müslümanlar tarafından fetholunan ve ulul-emir tarafından müslim olmayan eski sahibi elinde bırakılan veya hâriçten müslim olmayanlar getirilerek yerleştirilen arâzi.
Arâzi-i mahlule
Huk: Araziyi kullananın intikal sahibi mirasçı bırakmaksızın ölümüyle hükümete kalan arâzi-i emiriye.
146
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Arâzi-i mahmiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huk: Beytülmâle ait araziden, koru, mer'a, yol, pazar yerleri gibi halkın ihtiyaçlarına ayrılmış olan arâzi.
Arâzi-i meftûha
Huk: Fetih hakkının taalluk ettiği yerler.
Arâzi-i mektume
Huk: Beytülmâle haber verilmeksizin kullanılan mahlul veya müstahik-i tapu araziler.
Arâzi-i memluke
Mülkiyet yolu ile tasarruf olunan yerler. (Mülk, timar toprağı).
Arâzi-i metrûke
Terk edilmiş, bırakılmış topraklar, araziler.
Arazi-i mevât
Huk: Hiç kimse tarafından kullanılmayan ve halka verilmeyen, meskun mahallerden biraz uzakta bulunan taşlık ve kıraç arazi.* İşlenmemiş toprak.
Arâzi-i mevkufe
Vakfedilmiş yerler. Bir hayır işine devamlı surette tahsis edilmiş yerler.
Arâzi-i mevkufe-i sahiha
Huk: Arâzi-i memlükeden şartlarına uygun olarak vakfolunan
yerler. Arâzi-i miriye
Devlete ait arazi.
Arâzi-i muhtekere
Kiracısı tarafından üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere senelik bir ücret karşılığında kiraya verilen arazi. (Kiracı, kira bedelini her sene arâzi sahibine vererek o arâziyi devamlı sûrette elinde bulundurur.)
Arâzi-i mukaddese
Mukaddes yerler. Kudsi topraklar.
Arâzi-i mübâreke
Mübarek yer olan Hicaz.
Arâzi-i mülkiye
Hükümet arazisi, hükümet toprağı. Hazine arazisi.
Arâzi-i mürfaka
Huk: Sokaklarda oturulacak yerler ve caddelerde boş bırakılan kısımlar. Yolculara ait terkedilmiş konak yerleri, kervansaraylar.
Arâzi-i müştereke
Huk: Çokları tarafından tasarruf olunan yer.
147
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Arâzi-i öşriyye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huk: Ziraat olundukça her sene hâsılatından beytülmâle, beytüssadakaya konulmak üzere, fakirlerin hakkı olan öşür alınan arâziler.
Araziş
f. Hayır ve iyilik yapma. * Tasaddukta bulunmak.
Arbede
Cidal, kavga, patırtı.
arbede
gürültülü patırtılı kavga.
Arbede-cû
Patırtıcı, gürültücü, kavgacı.
Arbede-cûyâne
f. Kavga çıkartmağa yeltenerek.
Arbede-sâzî
f. Gürültücülük, kavgacılık.
Arc
Mekke ile Medine arasında bir mevzi. * Deve sürücüsü.
Arca
(Müz: Arec) Topal ve aksak kişi. * Sırtlan.
Arcele
Sürü, hayvan topluluğu. * Yayalar cemaati. * At sürüsü.
Ard
f. Buğday ve diğer tahıllardan öğütülen un. * Buğdayı değirmen taşına akıtan oluk.
Arda
Çıkrıkçı kalemi.
Ard-biz
f. Elek, un eleği. * Elekle un eleyen kişi.
Ardhale
f. Bulamaç adı verilen yemek.
Ardin
f. Deneme, imtihan, tecrübe.
Ardiyye
Ticaret eşyasının saklandığı yer. * Böyle bir yerde saklanan eşya için ödenen ücret.
Ardtûle
f. Bulamaç denilen yemek.
Are
Borç olarak alınan veya verilen şey.
Areb
Şehir ehli olanlar. * Mide fesâdı.
Ârec
f. Dirsek, kolun arka tarafı.
A'rec
Topal, aksak.
Arec
Topallık, aksaklık.
148
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Arecan
Aksak ve topal kişinin yürümesi.
A'ref
Pek ma'ruf, çok bilen. Arif. * Çok anlayışlı, fazla bilgili. * Yelesi ve boynu uzun olan at.
arefe
bayramdan bir önceki gün.
Arefe
Mekkede hacıların arefe günü toplandıkları tepe.
Arekiyye
Zinâkâr kadın.
Arekrek
Aceleci, acul. * Kuvvetli büyük deve.
A'rem
Alacalı, benekli (şey).
Aremet
Savurmak için dövülüp toplanmış harman.
Aremide
f. İstirahat eden, dinlenen. Rahat kişi.
Aremrem
Kalabalık ordu, çok fazla asker.
Aren
Davar ayağında olan kuru kemre. * Yarık. * Bir nesne yumuşak olmak.
Arenc
f. Dirsek. * Gidiş, tarz, usül, metod.
Arende
f. Birşey getiren kimse.
Areng
f. Dirsek. * Dert, keder. * Hile, dubârâ. * Tarz, tavır, üslüb. * Vali, hakim. * Zannolunur ki, galiba, öyledir, benzer gibi bir yakınlık ve benzerlik ifâde eder.
Areometre
yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir çubuktan ibarettir.
Ares
Hayranlık.
Areste
f. Süslenmiş, bezenmiş.
Aret
f. Dirsek.
Arf
(C: A'râf) Rüzgâr. * El ayasında çıkan çıban.
Arfa
(Müz: A'raf) Yeleli. * Sırtlan.
149
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Argo
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Bir meslek veya topluluk sınıfı arasında kullanılan özel söz. * Mc: Serserilerin ve külhanbeylerin kullandığı söz veya deyim.
Argon
yun. Kim: A sembolü ile gösterilen renksiz, kokusuz ve tatsız bir gaz. Havada % 1 nisbetinde bulunur.
Arık
Uykusuz kimse, uykusuz olma halindeki.
Arınmak
t. Temizlenmek, pâk olmak.
ârız
gelip çatan, bulaşan, yapışan.
Ârız
Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan. * Bir şeyi arz ve takdim edici olan. * Kalın ve geniş bulut. * Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri. * İnsanın yanağı. * Hasta olduğundan dolayı kesilen deve. * Seyrek sakallı kimse. (Bak: İctima-i zıddeyn) * (Arz. dan) Gelen. * Tesadüfî vakıa. * Dağ, bulut. v.s. gibi görmeye mâni olan herşey. * Yanak.
ârıza
aksama, aksaklık, engebe.
Ârıza
Sonradan olan, noksanlık. * İsabet eden belâ ve keder. * Bozulma. * Gelip geçici. * Hariçten gelen te'sirle olan. * Bir şeyin olmasına veya görülmesine mâni olan birşey.
Ârızan
(Ârız. dan) Geçici olarak. * Tesadüfen, tevafukan, rast gele.
ârızî
sonradan olan, dıştan gelen.
Ârızî
Zâtî ve irsî olmayıp sonradan hâsıl olan. Zâtî ve esastan olmayıp sonradan zuhur ve taalluk eden. Muvakkat, geçici.
ârî
arı, temiz, saf.
Ârî
Pâk, pislikten uzak. * Hür.
Ârib
Halis Arap cinsinden olan.
150
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Âric
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Uruc. dan) Yukarı çıkıp yükselen. Çıkıp inen. Uruc eden. * Topal, aksak, noksan.
Ârif
(İrfan. dan) Bilen, bilgide ileri olan. Aşinâ, vâkıf. Hakkı, hakkı ile bilen. * Sabırlı ve mütehammil. * Çok düşünmeğe ihtiyaç kalmaksızın, tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan. * Zevkî ve vicdanî irfan sâhibi olan.
ârif
anlayışlı, sezgili, kavrayışlı.
Arîf
Çok irfanlı, çok tanınmış, meşhur âlim. * Bir işten iyi anlayan.
Ârifan
f. Ermişler. Arifler.
ârifane
ârifçe.
Ârifane
t. Arife yakışır surette. Bilene yakışır şekilde. İrfan sahibi olarak.
Ârif-i billah
Mürşid, ermiş, evliyâ. Hakkın nuru ile Cenab-ı Hakk'ı bilen. Âlemi, hâdiseleri İlahî feyz ve ilim ile gören veli.
Ârif-i esrar
İlâhî sır ve hakikatlara vâkıf olan.
Ârif-i münevver
Nurlanmış ve mesleğinin mütehassısı olmuş ve aklı ile beraber kalbi de nurlanmış âlim. Arif-i Billâh.
ârifibillah
Allahı tanıyan.
ârifîn
ârifler, irfan sahipleri.
Ariflerin mezakları
Ariflerin zevkaldığı yer ve hususlar.
Arig
f. Kırılma, gücenme. * Kıskançlık, kin, nefret, adavet, düşmanlık.
Arik
Asil haseb ve neseb ehli olan.
Ârim
İnatçı, kafa tutan.
Arin
Arslanın yerleşip yataklandığı yer. * Ağaçlar. * Et.
Arir
Garip.
Aris
Gerdek. Hacle.
Aristatalis
Yunan feylesofu Aristo.
151
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Aristo
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"(Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır. (Silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbi gibi adamlar ""İnsaniyetin gayet-ül gayâtı : (Teşebbüh-ü Bil-vâcib) dir. Yâni Vacib-ül Vücud'a benzemektir."" deyip fir'avunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-i şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderic olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar...Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiyye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlâhiyyeye iltica, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahiyyeye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlahiyyeye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.İşte diyanete itâat etmiyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene, kendi dizginini eline almış, dalâletin herbir nev'ine koşmuş. İşte şu vecihteki ene'nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış. S.)"
Aristokrasi
yun. Âlimlerin ve cemiyette en iyilerin iktidarına dayanan hükümet şekli. Tarihte soylu, imtiyazlı, toprak sahibi, zenginlerin hâkimiyetine
152
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dayanan hükümet şekli. Bu şekli ile oligarşi veya plütokrasi adıyla da anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir. Aristokrat
yun. Sınıf farkını kabul eden ülkelerde asil sayılan kimse. Asilzâde sınıfından olan.
Ariş
f. Anlam, mânâ, kavram, mefhum.
Arişî
f. Manevî. Mânâ ile ilgili.
Ariye
(Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.
âriyeten
emaneten.
Ariyeten
İğreti olarak, emâneten mânasında kullanılır.
Ariyy
(C: Erâri) Davar bağlanan yer ve ip.
Ariyyet
Ödünç verip almak.
Ariz ve amik
Enine ve boyuna, genişliğine ve derinliğine, tafsilâtlı şekilde.
Âriz
Azarlayıcı.
Ariz
Enli, geniş.
Ariza
Büyük bir kimseye hürmetle yazılan veya verilen şey, istirhamnâme, hediye.
Arize
Sâbit olmak. * Kuvvetli ve muhkem olmak. Bahil olmak.
ark
su yolu, kanal.
Ark
Ulaşmak.
Arka
Çadıra diktikleri direk. * Duvar içinde kerpiç ve taş arasına konulan ağaç.
Arkan
Terleme.
Arkeoloji
(Bak: Atikiyyat)
Arkes
Cem'etmek, toplamak.
153
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Arkî
Balık avcısı.
Arkub
Ökçe siniri. * Yalan ve kötü söz.
Arm
(Arem) İnatçılık, muannitlik. * Kafa tutma.
Armâ'
Alaca yılan.
Armador
İtl. Direk, seren, ip ve yelken gibi şeylerle gemiyi donatan usta.
Arman
f. Hasret, özleyiş, özleme. * Nedâmet, pişman olma. * Eseflenme, teessüf. * Sıkıntı, rahatsızlık, zahmet.
Armanî
f. Müteessif, kederli, üzüntülü. Pişman, nâdim.
Armatür
Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası. * Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.
Armaz
Kurbağa yosunu.
Arnavut
(Rumca ve Arnavutçadan) Balkan yarımadasının batı tarafında oturan bir kavimdir. Osmanlı devrinde, Kosova, İşkodra, Manastır, Yanya vilâyetleridir. Şimdi müstakil bir devlet olup, Türkçede Arnavutluk şeklinde söylenir.
Arr
Uyuz hastalığı.
Arra'
Sıtma tutmak, titremek.
Arrade
(C: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine konurdu. * Dişi çekirge.
Arraf
Falcı, kâhin, müneccim. * Hekim. * Göçebe Arab aşiretlerinin örfe vâkıf umumi bilgileri. (Müe: Arrâfe)
arrâf
falcı, kâhin.
Arras
Gürleyen, şimşek çakan. * şimşekli.
Arre
Câriye. * Uyuz hastalığı.
Ars
İki duvar arasında olan duvar.
154
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Arsa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Arasât) Bina yapılacak boş arazi parçası. Üzerindeki binası yıkılmış veya yapıya tahsis olunmuş yer.
Arsa-i âlem
Alem arsası, dünya meydanı.
Arsa-i kâr-zâr
Muharebe alanı, savaş meydanı.
Arsat
Semer ağaçlarına çakılan ağaç mıh.
Ârsız
Bî-ar, utanmaz, arsız.
Arş u ferş
(Arş u zemin) Arş ve yeryüzü.
Arş u kürsî
(Arş ve Kürsî) Arş ile Kürsî.
Arş ve süllem
Delil-i Arşî ve Delil-i Süllemî'den kinâyedir. (Bak: Delil).
Arş
"Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.) * Fevkiyyet, ulviyyet. * Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlâs, Felek-i Azâm gibi isimlerle Cenab-ı Hakkın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir. (O.S) (... Arş: Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu halitada dahil olan İsm-i Zâhir itibarı ile Arş Mülk; kevn, Melekut olur. İsm-i Bâtın itibarı ile Arş, Melekut; kevn, Mülk olur. Demek Arşa ism-i Zâhir nazarı ile bakılırsa; kendisi zarf, Kevn de mazruf olur. İsm-i Bâtın gözü ile bakılırsa; kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve kezâ ism-i Evvel itibârı ile $ âyetinin işâret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Âhir itibarı ile $ hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihâyetini içine alıyor. Demek Arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını, solunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur. M.N.) (... Arş, sakf demektir ki bir binanın veya yerin muhit-i ulvisini teşkil eder. Bir eve nisbetle tavanı, tavanına nisbetle üstündeki çatısı,
155
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kubbesi, tepesindeki köşkü, tahtaboşu, cihannüması hep arş medlülünde dahildir. Buna müteferri olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de ıtlak olunur.) (E.T.)" arş
ilâhî kudret ve saltanatın tecelli yeri.
Arşa
f. Güverte.
Arş-ı a'zam
En büyük arş. Cenab-ı Hakk'ın arşı. (Bak: Arş)
Arş-ı azim
(Bak: Arş-ı a'zam)
Arş-ı berin
Arş-ı âlâ. Göğün en yüksek tabakası.
Arş-ı ehadiyet
Allahın ehadiyet tecellisinin arşı ve âlemi. Allahın, ehadiyet tecellisini gösteren âlem.
arşın
68 santimetrelik uzunluk ölçüsü.
Arşın
f. Bir uzunluk ölçüsü. (68 cm. uzunluk.) Bir kol boyu. Büyük bir adım genişliği. * Zirâ'.
arşî
arşa dair, mantıkta bir delil.
Arşidük
"Fr. Avusturya ve Macaristan İmparatorluk hanedanı prenslerine verilen ünvandır ve ""Büyük Düka"" demektir. Türkçe'de Arşuduka da denmiştir. ARŞİV : Fr. Eski ve tarihçe kıymetli olan resmi kayıt ve kâğıtların saklandığı yer. * Bir mevzu hakkında toplanmış muhtelif vesikaların hepsi."
arşiv
kıymetli belgelerin saklandığı yer.
Arşiyân
f. Arş'ın etrafında tesbih ederek dolaşan melekler.
Arş-üs-süreyya
Ülker yıldızının altında yer alan bir yıldız topluluğu.
Artal
Akranlarından ve benzerlerinden çok daha iri yapılı olan.
Artebe
Burun ucu.
Artel
Yoğun, büyük nesne.
Arten
Bir ot cinsidir ki, debbağlar onunla gön ve sahtiyan dibâgat ederler.
156
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Arteziyen
Fr. Burgu gibi bir âletle açılıp su fışkırtılan kuyu.
Artı
Mat: (+) ile gösterilen toplama işaretinin adıdır.
Arub
(C: Urub) Erkeğini seven kadın.
Arube
Fasih, hatasız arabca konuşmak. Bu kelimenin mastarları: Araben, arâbeten, uruben, urubiyyeten diye de okunur. * Cuma günü.
Aruf
Uzun zaman ıztırab, elem çeken.
Arug
f. Geğirme.
Arugde
f. Öfkeli, kızgın.
Arun
f. İyi vasıflarla meşhur olmuş, güzel huylular.
Arus
Süslenmiş gelin, güveyi. * Güneş. Gök. * Kim: Kükürt.
Arusan
(Arüs. C.) f. Gelinler, yeni evlenmiş kızlar.
Arusane
f. Geline yakışır şekilde.
Arusân-ı bâğ
Tarla çiçekleri.
Arusan-ı huld
Cennet hurileri.
Arusek
f. Küçük gelin. * Yeşil ve pembe dalgalı sedef.
Arus-i cihân
Dünya.
Arus-i felek
Güneş.
Arus-ül kur'ân
(Bak: Rahmân)
Aruz kalıpları
(Bak: Bahr)
Aruz
Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler. * Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır. * Bir beytin birinci mısraının son kısmı. * Çadırın ortasına dikilen ve ona destek olan kazık. * Tas: Süluk edenlerin karşısına çıkan çok şeyler, birisine ârız olan iş ve ihtiyaç. * Yan taraf. * Yanak. * Yol. * Usûl.
157
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
arûz
şiirde bir vezin türü.
Arv
Sıtma ve diğer ateşli hastalıklarda gelen ilk titreme. * İş için birinin yanına varma. * Yemişsiz bir çeşit ağaç.
Arvana
Boz dişi deve.
Arvend
f. şan, şeref, ululuk, yücelik, azamet.
Arz
Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek. * Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek. * Bir şeyin birden, âniden meydana gelmesi. * Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uzunluk mukabili olan genişliği. * Bir muamelede aldanmak. * Sağlam insanın hemen ölmesi. * Delirmek. * Coğ: Bir yerin yeryüzünde hatt-ı istivâdan (ekvatordan) olan uzaklığı. * Koz: Bir yıldızın mıntıkatulbürucdan olan uzaklığı.
arz
yer, yeryüzü.
Arza
şiddet. * Kuvvet.
Arzan
Enine, genişliğine.
Arzanî
Enine, genişliğine olarak.
Arz-gah
f. Bir şey arzetmek için toplanma yeri.
Arz-hane
f. İstanbuldaki Topkapı sarayında bulunan Hırka-i Şerif odasının dışında kalan aralık oda.
Arz-ı a'şâriye
Öşür (onda bir vergi) veren memleket.
Arz-ı belde ta'yini
Ast: Herhangi bir bölgede kutup yıldızı veya diğer yıldızlarla astronomik hesaplar yapmak suretiyle o yerin arzını tayin etmek.
Arz-ı belde
Ast: Herhangi bir bölgenin üstünden geçen arz dairesi.
Arz-ı cemâl
f. Güzelliğini göstermek. Arz-ı didar da denir.
Arz-ı cenubî
Cenub arzı. (Güney enlemi).
158
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Arz-ı endâm
Boy-pos gösterme.
Arz-ı hâcet
İhtiyacını, muhtaç olduğunu bildirmek.
Arz-ı hâl
Halini arzetme. İstida. Arzuhal.
Arz-ı harac
Harac veya vergi veren memleket.
Arz-ı hüner
Hüner gösterme, marifet izhar etme.
Arz-ı hürmet
Hürmetini bildirme. Saygısını gösterme.
Arz-ı iftikar
Hacatını arzetme, ihtiyaçlarını meydana koyma.
Arz-ı kudret
Kudret gösterme.
Arz-ı mahzar
Bir işin yapılması için, yüksek bir mevkiye halk tarafından topluca verilen dilekçe.
Arz-ı minnet
Minnet gösterme.
Arz-ı mukaddes
"Kudsi, mübarek yer. Eski peygamberlerin çok eseri bulunan Kudüs, Filistin. (Arz-ı mukaddes: Temiz yer (arz-ı mutahher) ve mübarek yer demektir ki, Beyt-i Makdis'in bulunduğu yerdir. Vaktiyle birçok enbiyanın makarrı olduğundan böyle tesmiye olunmuştur. Bir rivayete göre İbrahim (A.S.) Lübnan Dağına çıktığı zaman, Allah Teâlâ: ""Bak, gözün nereye kadar yetişirse orası mukaddestir ve zürriyetine mirastır."" buyurmuştur. Bunun tâyin ve tahdidinde tur yani cebel ve havalisi denilmiş. Dimeşk, Filistin ve Ürdün'ün bir kısmı denilmiş, Arz-ı Şam da denilmiştir. Hz. Musa, Mısır'dan çıktıktan sonra Şamda iskân vadedildiği ve Beni İsrâil'in buna Arz-ı Mevaid dedikleri de söylenmiştir. E.T.)"
Arz-ı nefs
Hizmette ve fedakârlıkta nefsini ve kendini ileri sürme.
Arz-ı rum
(Erzurum) Rum memleketi. Şimdiki Anadolu. Anadolunun şarkındaki bir vilâyet adı.
Arz-ı tâzimât
Karşısındakine büyük bir hürmetle takınılan tavır ve hareket.
159
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
arzî
dünyaya ait.
Arzî
Genişliğine ait. Bir yerin enine ait.
Arzîn
(Arz. C.) Arzlar.
Arziyat
Jeoloji. Dünyanın yaradılışı ile tarih boyunca değişen vaziyetlerini tetkik eden ilim.
Arziz
f. Kurşun, kalay.
arzu
istek.
Arzu
Meşhur halk hikâyelerinden olan Arzu ile Kamber hikâyesinin kadın kahramanı.
Arzu-dâr
f. Hevesli, talebli, istekli, arzulu.
Arzuhal
(Arz-ı hâl) Bir iş için bir makam veya resmi daireye bir iş sahibinin verdiği dilekçe. İstida-nâme.
arzuhal
dilekçe.
arzukeş
arzulu.
Arzu-keş
Yürekten isteyen, isteyici.
Arzu-mend
İstekli.
Arzu-mendî
f. Taleb, istek, arzu, heves.
Arzu-şikesten
f. Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl.
Arzu-yu beka
Ebedilik arzusu.
Arzu-yu hilâf
Muhalefet etme, karşı koyma arzusu.
As
Sansar cinsinden siyah kuyruklu, beyaz tüylü kakum denilen bir hayvan, çok kıymetli olan postu için avlanır.
âsâ
" ""benzer, gibi"" mânâsında son ek."
Asâ
"(Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına
160
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gelir. (Kâde) $ fiiline benzer. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder." A'sa
(Asâ. C.) Değnekler, sopalar, bastonlar.
asâ
baston, sopa, değnek.
Asa
f. (Gibi) manasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Teşbih edatıdır.)
Asa'
Yaş olan şey kuruyup katılaşmak.
A'sâb
(Asab. C.) Sinirler. Damarlar.
Asâb
Geyik, gazâl.
asab
sinir, damar.
Asab
Sinir. Damar.
âsâb
sinirler, damarlar.
Asabe
Kuvvet, şiddet. * Bir tek sinir. * Baba tarafından akraba olanlar. * Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı. * Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, terekeyi alan kimse. (Babası ve evladı olmayan kimseye vâris olan.)
A'sâb-ı gûş
Kulak sinirleri, kulaktaki sinirler.
A'sâb-ı muharrike
Hissi, duyguyu vücuttaki haber merkezine bildiren sinirler. Hareket ettirici sinirler.
Asabi'
(Usbu'. C.) Parmaklar.
asabî
sinirli.
Asabî
Sinirli. Öfkeli.
asabiyet
sinirlilik. gayret.
asabiyeten
asabilik bakımından.
Asabiyet-i kavmiye
Vatanperverlik. Menfi milliyetçilik, Asabiyet-i câhiliye, asabiyet-i milliye, asabiyet-i nev'iyye gibi tabirler de aynı mânayı ifâde eder. (Bak: Asabiyet-i Câhiliyye).
161
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Asabiyyet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sinirlilik. Fart-ı gayret. İmân ve İslâmiyeti, kendi akrabasını, vatanını, din veya milliyetini müdâfaa etmek gayreti. Hamiyyet.
Asabiyyeten
Asabi olarak. Sâde kendi milliyetini, soyunu sevmekle.
Asabiyyet-i cahiliyye İslâmiyetten evvelki câhiliyyet asabiyyeti. Menfi milliyet. Irkçılık, yani, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam gayreti.(Asabiyyet-i cahiliyye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkeb bir mâcundur. Bunun için menfi milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyyet-i İslâmiyye ise, nur-u imândan in'ikâs edip dalgalanan bir ziyadır. M.N.) Asabiyy-ül-mizac
Yaradılışça sinirli olan kimse. Yaradılışı itibâriyle asabi, hırçın, öfkeli olan.
A'sac
Saçları alnı üzerine dökülmüş.
Âsad
(Esed. C.) Esedler, arslanlar.
Asaf
Süleyman Peygamberin (A.S.) veziri. Vezir. * Bir ot ismi.
Asafâne
f. Bir vezire yakışır surette ve hâlde.
Asafir
(Usfur. C.) Serçe kuşları.
Asaf-rey
Düşüncesi Asaf'ınki gibi akıllıca olan vezir.
Asagir ü ekâbir
f. İtibar ve mevkice küçükler ve büyükler.
Asagir
(Asgar. C.) Şeref ve itibar bakımından küçük olanlar. Çok küçük şeyler.
Asah
(Bak: Esahh)
Asahib
(Ashab. C.) Sahibler, sahib olanlar. Ashablar.
Asaib
Cemaatler, tayfalar. * Başa sarılan sargılar, nesneler.
Asak
Darlık. * Hurma budağının yaramazı.
Asakir
(Asker. C.) Askerler. Erler.
162
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
asâkir
askerler.
Asâkir-i bahriyye
Bahriyeliler. Deniz askerleri.
Asâkir-i berriyye
Kara askerleri.
Asâkir-i muntazama
Ordu askeri.
Asâkir-i muvahhidîn
Allahın birliğine inanan askerler. İslâm ordusu.
Asal
Ahlâk. Karakter. * Alâmet, işaret, belirti.
A'sal
Dişinin ucu eğri olan.
âsal
ulaştırma.
Asalak
Başka hayvan veya bitkilerin üstünde yaşayan ve onlara zarar veren hayvan veya bitki. Parazit. * Mc: Başkalarının sırtından geçinen kimse.
Asale
Zehiri çok tesirli ve korkunç olan yılan.
asâlet
asillik, soyluluk.
Asalet
Temiz soyluluk. Soy sop temizliği. Köklülük. * Rüsuh. * Metanet. Necabet. Zâdegânlık. * Kendi işi için bizzat ve kendisi nâmına hareket. * Edb: Yazıda veya sözde bayağı tâbirlerin bulunmaması.
asâleten
kendi adına.
Asaleten
Vekil olmayış. Kendi işini kendi namına bizzat kendisi yapmak üzere. Kendi nâmına olmak üzere.
Asaletlû
Asâletli, soy ve neseb sahibi, necib, asil. * Osmanlı İmparatorluğu zamanında resmi yazışmalarda büyükelçilere, Hristiyan büyüklerine, devlet adamlarına ve prenslerine denirdi.
Asalit
Koyu, sahin.
Asam
(İsm. C.) Günahlar.
A'sam
(Usme. C.) Ön ayakları beyaz olan at, geyik veya koyun.
âsâm
günahlar.
163
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
asamm
sağır, işitmez, katı.
Asamm
Sağır. * Sert, katı. * Güç, tahammül edilmez. * Gr: Muzaaf olan fiil. (İkinci veya üçüncü harf-i aslisi şeddeli olan fiil)
asammane
sağırcasına.
A'sâm-ül yümnâ
Sağ ayağı beyaz olan at, geyik veya koyun.
Âsân
f. Kolay. Suhuletli. Yesir. * Bükülmüş ipin her katı.
âsân
kolay.
Âsânî
Suhulet, kolaylık.
A'sar
(Asr. C.) Asırlar. Yüzyıllar.
âsar
asırlar, çağlar.
As'ar
Çok kibirli, mağrur. * Çarpık suratlı, eğri yüzlü, eğri boyunlu.
âsâr
eserler, yapılanlar.
Asâr
Fakirlik. * Güçlük. * şiddet.
Âsâr
Öç almalar. İntikamlar. * Eserler. * İzler. Nişanlar. Abideler. * Âdetler.
Asar
Toz. * Sığınak. * Atiyye, hediye.
Asaran
(Bak: Asrân)
Asare
f. Sayı, hesab.
Âsâr-ı atika
Eski eserler.
Âsâr-ı edebiyye
Edebî değeri olan eserler.
Âsâr-ı matbua
Tabedilmiş basılmış olan eserler.
Âsâr-ı mergube
Muteber ve rağbet kazanmış olan eserler.
A'sâr-ı sâlife
Geçmiş yüzyıllar. Geçmiş asırlar.
Âsâr-ı san'at
Sanat eserleri.
Asarim
(Asrâm. C.) Çadır toplulukları. Ayrı ayrı küçük insan grupları.
As'âs
Gece çok gezip dolaşan kimse. * Kurt.
164
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
As'as
Kumdan yığılmış tepe. * Fesâd.
As'ase
(Is'as) Yönelme. Arka çevirme. * Gece karanlığı gelmeğe başlamak veya gitmek. * Bulutun yere yakın olması.
Asat
Binâ.
Asatıb
(İstabl. C.) Ahırlar.
Asay
f. Gibi. (Bak: Asâ)
Asa-yı inkâr
İnkâr değneği. Kabul etmeme.
Asâ-yı musâ
Hz. Mûsânın (A.S.) Asâsı. * Kafir sihirbâzları Cenab-ı Hakkın izniyle mağlub eden ve taşa vurduğunda hemen Cenab-ı Hakkın izni ile su çıkaran Hz. Mûsânın (A.S.) mucizeli değneği. Bu mucizeye teşbih olarak, her bir zerrede ve her şeyde Allahın (C.C.) varlığını, birliğini ve kudsi sıfatlarını isbat ederek imân âb-ı hayatını gösteren ve bununla kâfirleri mağlub eden, ehl-i mekteb ve ehl-i felsefeye çok lüzumu bulunan Risale-i Nur külliyatından bir eserin adı.(... Kur'andan tavr-ı kalbe ilham edilen Asâ-yı Musa gibi, mânevi bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile, kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vurulursa, derhâl mâi hayat çıkar. Çünki, müessir ancak eserde görünebilir. Mânevi asansör hükmünde olan murâkabeler ile mâ-i hayatı bulmak pek müşküldür. Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi arşa kadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesâfede hücum eden vesveselere, vehimlere, şeytanlara mağlub olup caddeden çıkmamak için, pekçok bürhanlar, alâmetler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar. M.N.)
Asayiş
"f. Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam hakimiyeti. İnsan cemiyetlerinde iktidar, hâkimiyet, bir zümrenin, bir sınıfın elinde olmaktan kurtulamamasından ve bir kısım insanlarca
165
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yapılan, istedikleri zaman değiştirilen kanunlara diğer insanların saygısı temin edilemediğinden asayişin sağlanması gittikçe güçleşmektedir. Çağımızda maddeci düşünce ile yetişen insanlar ancak baskı tedbirleriyle itaat altına alınmağa çalışılıyor. Böylece kapitalist ülkelerde oligarşik diktatörlük, sosyalist ülkelerde sınıf diktatörlükleri kurularak insanlar köleleştirilmektedir. İslâmda ise iktidar Allah'ındır, mülk de Allah'ındır. İnsan insanın kulu, kölesi değildir. Sınıf ve zümre diktatörlüğü yoktur. İnsan insan karşısında hür, Allah karşısında kuldur ve herkes hukukta birbirine eşittir. İdareciler hakkın ve halkın hizmetkârlarıdır.(... Bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için beş esas lâzım ve zaruridir. Birincisi: merhamet; ikincisi: hürmet; üçüncüsü: emniyet; dördüncüsü: haram ve helâli bilip haramdan çekilmek, beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası te'min edip, hem asâyişin temel taşını tesbit ve te'min eder. K.L.)" âsâyiş
barış, huzur ve güvenlik.
Asâyiş-berkemâl
Rahat ve huzur te'min edilmiş.
Asâyiş-cu
f. Rahat ve huzur arayan. Asâyiş isteyen.
Asâyiş-perver
f. Asâyiş taraftarı. Sükûnet, rahat ve huzur isteyen.
Asâyiş-perverâne
f. Rahat, huzur ve asâyiş taraftarına yakışacak şekilde.
Asb
Bağlamak. * Sağlam olarak dürmek. * İmâme, sarık. * Yemen'de yapılır bir nevi kumaş. * Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi. * Kurumak. * Kızarmak. * Sarmaşık. * Sargı, bağ. * Mendil.
Asbab
(Sabeb. C.) Çukur yerler.
166
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Asbag
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Alnı veya kuyruğunun ucu beyaz olan at. * Kuyruğunun ucu beyaz olan kuş.
Asbah
(Subh. C.) Sabahlar.
Asban
f. Değirmenci. Değirmen sahibi.
Asbanî
f. Değirmencilik.
Asbar
(Sıbr. C.) Akbulutlar.
Asbest
yun. Oldukça yumuşak ve ateşle hususiyeti değişmeyen lifli bir madde.
Asc
Gezi topluluğu.
Asced
Halis, karışıksız altın.
Ascel
Karnı büyük olan kimse.
Asd
Cimâ etmek. * Döndürmek. * Bozmak.
Asda
(Sadâ. C.) Sadâlar, sesler.
Asdaf
(Sedef. C.) Sedefler.
Asdag
Perâkende olmak.
Asdagan
Tıb: Kollarımızdaki nabız damarları.
Asdak
(Sıdk. C.) Samimi şeyler.
Asder
Omuz, menkıb.
Asdika
Sâdıklar. Sabık ve sadık dostlar. * İçi dışına, sözü işine uygun olanlar.
asdika
samimi dostlar, sadıklar.
Ased
Cimâ etmek. * İp bükmek.
Asef
(Asf) Büyük kadeh. * Bir şeyi almak. * Yoldan çıkmak. Zulüm eylemek. Körü körüne gitmek. * Birisini istihdâm eylemek. Irgatlık etmek, tarlada işçilik etmek. * Ölüm. (Kamus'tan alınmıştır.)
A'sef
Zulmedip zorla birşey alan.
167
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Asel
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bal. Şehd. * Tatmak. * Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık. * Cennette bir su.
A'sel
Eğri olan şey. Eğri dişli veya bacaklı kimse.
Aselan
Süngü titrediğinden acı çekmek. * Boynunu uzatıp sür'atle gitmek.
Aselbent
Tıbda ve kokuculukta kullanılan bir reçinedir ve aynı adla anılan ağacın kabuklarının çizilmesiyle elde edilir.
Asel-i musaffa
Süzme bal.
Aselî
Bal gibi sarı renkte olan. * Yahudilerin ayırdedilmek için, omuzbaşlarına taktıkları sarı kumaş parçası. * Eskiden kullanılan bir kumaş çeşidi.
Aseliyyet
Bal hâli.
Asellak
Deve kuşunun erkeği.
A'sem
Eli bileğinden kurumuş kimse.
Asem
Kesbetmek. Kazanmak. çalışmak. * Dirsekten itibaren elin kuruyup çolak ve eğri olması. * Ayağın topuktan kuruyup eğilmesi ve aksak olması.
Asemm
Çok sağır.
Asemsem
Kuvvetli, büyük deve.
Asen
Tütün, duhan.
Asenn
Koltuğu kokan kişi.
A'ser
Çok zor ve çetin olan, dayanılması çok zor. * Solak.
Aser
Solak kimse, solaklık.
Aserat
Sürçmeler, yanılmalar. * Ayak kayması.
Asere
Kanat teleklerinden evvel, ucunda olan beyaz telekler.
Ases
Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar.
168
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Asesbaşı
Osmanlı İmparatorluğunun eski devirlerinde polis müdürü.
Asev
(Asven) Serkeşlik. Taşkınlık, serserilik.
Asevsel
Azâsı gevşek kimse.
Asf
Büyük kadeh. * Zulüm ve zorla bir şeyi almak.
Asfad
(Safed. C.) Suçluların el ve ayaklarına takılan kelepçeler.
Asfaf
(Saff. C.) Saflar, hatlar.
Asfalt
yun. Siyah renkte şekilsiz bir bitüm.
Asfar
Sıfırlar. Boş şeyler.
Asfencah
Akılsız, ahmak adam.
Asfer
Sarı, uçuk benizli. Soluk. * Kızıl. * Islık çalan.* Bomboş şey.
Asfiya
"Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar. (Derece-i şuhud derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani : Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, Verâset-i Nübüvvet ehli olan Asfiya ve Muhakkikinin şuhuda değil, Kur'ana ve vahye, gaybi; fakat sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dâir ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşâhedâtın mizanı : Kitab ve sünnettir. Ve mehenkleri Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve Asfiya-i muhakkikinin kavanin-i hadsiyeleridir.M.)"
asfiyâ
günahlardan arınmış büyük zatlar.
Asfiya-i muhakkikîn
Hakikatı tam araştıran, delillerle isbat eden, ilim ve fazilette terakki etmiş olan büyük İslâm âlimleri.
Asfiya-i müdekkikîn
İslâmî hakikatların tetkik ve bilinmesinde çok dikkatli ve sâdık olan büyük İslâm âlimleri.
Asga
Öğrenmeğe çok hevesli. * Çarpık suratlı.
169
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
asgar
en küçük.
Asgar
En küçük. Daha küçük.
Asgaran
Kalb ile dil
Asgarî
En az. En küçük.
Asgün
Hazar Denizi'ne verilen bir isim.
Ashâb
"(Eshâb) (Sahib. C.) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler. * Halk, ahali. * Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faziletlerde en ileri seviyede bulunan şahsiyetlerdir.Onlar Peygamberimizi (A.S.M.) her an yakın alâka ile takip ederler ve O'na, her cihetle ittibaa çalışırlardı. Dâima sıdk ve sadakatten, doğruluk ve faziletten ayrılmamak cehdi içinde idiler. İslâmiyetin neşir ve tâmimi için her çeşit fedakarlıktan çekinmezlerdi. Risale-i Nur Külliyatından Mektubat isimli eserde denildiği gibi: ""Âl ve Ashâb nâmında bu zevat-ı kirâm, nev-i beşerin enbiyadan sonra ferâset ve dirâyet ve kemâlâtla en meşhur, en muhterem, en nâmdar, en dindar ve en keskin nazarlı tâife-i azimesi"" dirler.(R.A.)"
ashâb
sahipler, sahabeler.
Ashâb-ı bedir
Hz. Peygamber (A.S.M.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbeler (R.A.)
Ashâb-ı cennet
Cennet ehli. Cennetlik olanlar, Cennetlik oldukları ümid edilenler veya cennete gidecekleri müjdelenmiş olanlar. (Bak: Aşere-i Mübeşşere)
Ashâb-ı devlet
Devlete mensub olanlar. Devlet adamları.
170
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ashâb-ı eyke
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Ashâb-ı Leyke) Şuayb'ın (A.S.) Allah tarafından kendilerine gönderildiği kavmin adı. Yerleri ağaçlı olduğundan bu isim verilmiştir.
Ashâb-ı ferâiz
Mirascılar. Ölen kimsenin malında hissesi olan akrabâları.
Ashâb-ı fil
İslâmiyetten önce Kâbe-i Muazzamayı tahrib için Mekke'ye hücum eden Habeş ordusunun ismi ( Önlerinde fil bulunduğundan, zırhlı vasıtalar gibi ondan faydalandıklarından bu isim verilmiş olduğu nakledilir.
Ashâb-ı güzin
Mümtaz ve en meşhur sahâbeler.
Ashâb-ı kalem
Kalem ashabı. Memurlar.
Ashâb-ı kalib
Bedirde öldürülüp kuyuya atılmış olan müşrikler.
Ashâb-ı kehf
Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, Debernüş, Sâzenüş, Kefeştatâyüş. Kendilerine sâdık köpeklerinin adı da Kıtmir'dir.
Ashâb-ı kiram
Hz. Muhammedin (A.S.M.) Ashabı, sahabeleri.
Ashâb-ı matlub
Huk : İflâs hâlinde bulunan şahsın, kanuni alacaklılarının yekûnü.
Ashâb-ı meş'eme
Uğursuz, kötü, dine muhalif olanlar.* Solak, sol tarafta, alçak mevkide bulunanlar.
Ashâb-ı meymene
Dinen ihtiram mevkiinde bulunan yüksek haysiyet sahibleri. Hayırlı kimseler.
Ashâb-ı ress
Kur'anda bahsi geçen bir kavim adıdır. Kimler oldukları kati bir şekilde tesbit edilemiyor. Râvilerin ekserisi, peygamberlerine isyan eden ve onu öldürüp kuyuya atan, bundan dolayı da Cenab-ı Hakkın
171
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
helâk ettiği bir kavim olduğu hakkında ittifak etmektedir. (Furkan Suresi, 38 inci Ayet) Ashâb-ı rıdvân
Cenab-ı Hakkın rızâsıyla müjdelenen sahâbeler. (R.A.) (Bak: Bi'at-ı Rıdvan)
Ashâb-ı suffa
"Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur'ânın en yüksek derslerini alır, öğrenirler ve öğretirlerdi. İslâmiyeti öğrenmek, öğretmek ve yaymak için her türlü şahsi menfaatlerini terkederek tam bir İslâm fedaisi olarak yaşarlardı. Bunlar evlenmezler ve dünya işleriyle uğraşmazlardı. Ashab-ı Suffa'nın bu hizmetleri sebebiyle ve bu çok büyük fedakârlıkları vesilesiyle İslâmiyet az zamanda çok yayılmış ve kökleşmiştir. Peygamberimiz'in (A.S.M.) hadis-i şerifleri mükemmel bir şekilde muhafaza altına alınmış ve zamanımıza kadar hatta kıyamete kadar sağlam bir şekilde devam etmesi sağlanmıştır.Bu Ehl-i Suffa'nın ahvâli Kur'an-ı Kerim hizmetine ilk ve en mühim başlangıç olduğu ve herkese büyük ibret ve ders teşkil edeceği için, Sahih-i Buhâri Tercemesi Yedinci Cildinin 62 ve 63 üncü sahifelerindeki alâkalı kısmı naklediyoruz: ""Suffa, Kamus Müterciminin dediği gibi ve hepimizin bildiği veçhile, eski yerlerdeki ""sed"", ""seki"" gibi yüksekçe eyvana denir. Lisanımızda tahrifle ""sofa"" tâbir olunur. Ehl-i suffa buna izâfe edilmiştir. Ashâb-ı Suffa; aileden cüdâ, gaile-i dünyeviyeden âzâde ve bütün mânası ile feragatkâr bir hayata mâlik olan bir zümre-i mübârekenin ekseri vakitleri Resül-i Ekremin
172
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(A.S.M.) huzurunda geçerdi. Dâima Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ahz-ı feyz ederlerdi. Taraf-ı Peygamberiden tâyin buyurulan muallimler mârifetiyle de kendilerine Kur'ân tâlim edilirdi. Bunlardan yetişenler müslüman olan kabilelere tâlim-i Kur'ân için gönderilirdi. Bu cihetle bunlara ""Kurrâ"" denilirdi. Bu suffaya da ""Darul-Kurrâ"" demek en münâsib bir isimdir. Nur-u Kur'an'ın ""lemhat-ül basar"" denilebilecek derecede az bir zaman zarfında âfâk-ı âleme intişar etmesi, bu ilim ocağının yetiştirdiği güzideler sâyesinde müyesser olmuştur. Mütevâzi ve fakat çok feyyaz olan dörtyüz, beşyüz raddesinde dâimâ Kur'ân ile, icâbında gazâ ile meşgul olan bir irfân-ı Kur'ân ordusu bulunuyordu. İçlerinden teehhül edenler kadro haricine çıkardı. Fakat, yenileri ile ikmal edilirdi. Burası bütün mânası ile leyli ve meccâni bir dâr-ul-ilim idi. Müdâvimleri ne ticaretle, ne bir san'at ve harâsetle iştigal etmezdi. Maişetleri taraf-ı risâlet-penâhiden ve ağniyâ-ı ashâb tarafından te'min edilirdi. Bu hakikatı, Ehl-i Suffa'nın mübarek simâlarından birisi olan Ebu Hureyre (R.A.) kendisinin çok hadis rivâvet ettiğinden şikâyet edenlere karşı verdiği şu müskit cevabında pek güzel ifâde etmiştir: ""Benim kesret-i rivâyetim çok görülmesin; muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticaretleri ile, ""Ensar"" kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatleri ile meşgul bulundukları sırada, Ebu Hureyre, Peygamberin (A.S.M.) mübârek nasihatlerini hıfzediyordu..."" demişti.Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ashâb-ı Suffa'nın maişeti ile, tâlim ve terbiyesi ile pek yakından alâkadar olurdu. Hattâ saadet-hâneleri ihtiyacatı ile ikinci derecede meşgul bulunurdu. Bir kerre Hz. Fâtıma (R.A.) el değirmeni ile un öğütmekten usandığından şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde, Resül-i Ekrem (A.S.M.) -
173
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""Kızım! Sen ne söylüyorsun?... Henüz Ehl-i Suffa'nın maişetini yoluna koyamadım"" buyurmuştu.Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hiç bir mev'izaları, hiç bir hitâbeleri yoktur ki, bunun irâdı sırasında Ashâb-ı Suffa orada hazır bulunmasın, dinleyip, hıfzederek diğer ashâba nakletmesin... Bu suretle ahkâm-ı İslâmiyyenin hıfz ve naklinde Ehl-i suffanın pek müstesna te'sirleri görülmüştür.İçlerinde Ebu Hureyre (R.A.) gibi müstesnâlar yetiştiği gibi, ilmi varlık göstermiyenler de vardı. Fakat, hangi türlü tedris gösterilebilir ki, umumi surette böyle sihir-âmiz bir feyz verebilmiş olsun..""Hak Dini Kur'ân Dili Cilt 2, sahife: 939, 940, 941 de de şu izahat vardır:""Bir gün Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ashâb-ı Suffa'nın başlarında durmuş, hallerini nazar-ı tetkikten geçirmişti. Fakirliklerini, çekmekte oldukları zahmetlerini gördü ve kalblerini tatyib edip onlara buyurdu ki: - ""Ey Ashâb-ı Suffa! Sizlere müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hâl-ı sıfâtta ve bulunduğu halden râzı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir... """ Ashâb-ı suyûf
Bizzat harbe iştirak edip kılıçları ile cihad edenler.
Ashâb-ı şuhûd
(Bak: Ehl-i Şuhûd)
Ashâb-ı tahric
(Bak: Tahric)
Ashâb-ı uhdûd
Cenab-ı Hakka imân ve itâat edenleri çukurlara doldurup yakan veya sopa ile döven, fir'avn gibi zâlim kimseler.
Ashâb-ı yemin
Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân
174
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yolunda Allah (C.C.) için çalışanlar ve bunlara taraftar olanlar. Sağlam ve helâl dâiresinde çalışan kimseler. Cennetlik olanlar. Ashâb-üş-şimâl
Amel defterleri sol taraflarından verilecek olan cehennemlik kimseler. Solcular.
Ashame
Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin ismi.
Ashar
Saçı kızıl adam. Kırmızı tüylü hayvan.
Asheb
Tüyünün üstü kızıl, içi beyaz olan deve.
Asıf(e)
(C.: Asıfât) Şiddetli rüzgâr, sert fırtına. (Bak: Asf)
Asıfat
(Asf. C.) şiddetli rüzgârlar.
Asıl
(Bak: Asl)
asıl
kendisi, temel, kök.
Asım
Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden.
Asıma
Medine şehrinin diğer bir ismi.
Asır
(Bak: Asr)
asır
yüzyıl, çağ.
asırdîde
asır görmüş, çağ yaşamış.
Âsî
Hurma salkımı.
âsî
isyan eden, başkaldıran.
Âsi
İsyan eden. Emirlere itâat etmeyen. * Günah işleyen. * Meşru idâreyi tanımayıp baş kaldıran.
Asi
Uygun, elverişli.
Asib
Dolmuş bağırsak. * Katı nesne, şedid. * Şiddetli sıcak, çok sıcaklık. * Talihsizlik.
Âsib
f. Musibet, belâ, âfet, felâket. * Çarpışma.
175
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Asib-i rüzgar
Zamanın belâsı.
Asib-resan
f. Zarar veren, musibete atan, belâya düşüren, felâkete sevkeden.
Asid
Başında bir zahmet olup boynunu döndüremeyen ve eğilemeyen, burnundan sümüğü akan deve.
Aside
Bulamaç adı verilen yemek.
Asif
(C.: Usefâ) Para ile tutulan işçi, yevmiyeci, gündelikçi.
Asife
Buğday ve arpa başağını örten yapraklar.
Âsil
(C.: Avâsil-Usûl) Kovandan bal alan kişi. * Yürürken aceleden yele yele yürüyen kimse.
Asil
Esas. Yedek olmayan. * Köklü. * Edebli, soylu. * Fık: Muamelâtta kendi nâmına hareket eden. * Akşam vakti. * Ölüm, mevt.
asîl
soylu, terbiyeli.
Asilâne
f. Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık.
Asile
(C.: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü. * Öğleden sonranın son kısmı, akşam üzeri. * Ölüm, mevt.
asîlzâde
asîl kimsenin evladı.
Asil-zade
f. Sülâlesi ve ailesi görgülü, temiz ve asil olan.
Asil-zâdegân
(Asil-zâde. C.) Asilzâdeler, soylu kişiler.
Asim
Günahkâr. Günah işleyen.
Asime
f. Akılsız, şaşkın, sersem.
Asime-gî
f. Akılsızlık, şaşkınlık, sersemlik.
Asime-sâr
f. Kafası karışık.
Âsin
Pis kokulu. Bozulup kokan su.
Âsir
Ayağı kayan.
Asir
Karmakarışık. * Bitişik komşu.
176
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Asîr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Üsâre. Özsu. * Bir maddenin sıkılmış suyu. * Suyu alınmak için sıkılmış şey.
Asir(e)
Üzüm ve benzeri şeyleri şıra yapmak veya yağını almak için sıkan.
Asire
(C.: Asirât) Hayvanın ayağının arasına takılan köstek.
Asîre
Cibre, posa.
Asistan
Fr. Profesör veya hekim yardımcısı.
Asit
Fr. Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız.
Âsitan
f. Kapı eşiği. * Dergâh. * Tekke.
Âsiven
f. Şaşkın, sersem, aklı dağınık.
Âsiyâ
f. Su değirmeni.
Asiyâ-bân
f. Değirmenci, değirmen sahibi.
Asiyâ-ger
f. Değirmen yapan, değirmenci.
âsîyâne
isyancı gibi.
Asiyâ-seng
f. Değirmentaşı.
Âsiye
Kederli, hüzünlü kadın. * Sütun, kolon, direk. * Hz. Musa'yı (A.S.) Nil nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi.
Ask
Lâzım olmak, lüzumlu olmak.
Askâ'
(Suk. C.) Çeşme duvarlarının bölmeleri.* Bölgeler.
Aska'
Atların ve kuşların başının ortasında beyazlık olanı. * Kanarya kuşu.
Askabe
Küçük salkım.
Askalân
"Şam diyârında bir şehrin adı. (""Arûs-üş Şam"" da derler.)"
Askale
Serap fazla olmak.
Askar
Üzüm şırası.
177
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Askat
(Uydurukça kelimedir.) (Bak: Vâhid-i kıyasî)
Asker
(C.: Asakir) Devlet ve memleketin muhafazası için ücretli veya ücretsiz olarak veya kur'a ile toplanarak hazır bulundurulan ve resmi elbise giyen silahlı adamlar topluluğu. Er, leşker, nefer.
Askere
Şiddet. * Asker hazırlamak.
Asker-gâh
f. Asker kampı, askeriyeye ait kamp.
Askerî
Askere veya askerliğe ait, askere mahsus.
Askul
(C.: Asâkil) Beyaz, büyük mantar.
Asl ü esas
Gerçek, doğru.
Asl
Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.
Asla'
Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan. * Küçük başlı.
Asla
Hiçbir zaman.
asla
olması imkânsız.
Aslâb
(Sulb. C.) Sulbler, beller.
Aslâd
Sert, katı ve düz. (Çakmak taşı hakkında). Ateşsiz. * Cimri, hasis, pinti.
Aslah tarik
En selâmetli tarz. En salih usul, yol.
aslâh
daha iyi, en üstün.
Aslah
En sâlih. Daha sâlih.
Aslahakellah
Allah seni ıslâh etsin (meâlinde duâ).
Aslat
Koyu, sahin.
Asleka
Serabın fazla olması.
Aslem
Kulağı kesik olan, kesik kulaklı.
Aslen
"Kök veya soy bakımından, aslında, esasında; temelden, kökten."
Asl-ı meyyit
Huk: Ölen kimsenin babası, babasının babası ve ilh...
178
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
aslî
asılla ilgili, öze dair.
Aslî
Asla aid ve müteallik.
asliyet
asıllık, köklülük, soyluluk, gerçeklik.
Asliyyet
Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik. * Başka şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali.
aslüfasl
işin aslı ve ayrıntıları.
asm
" ""aleyhissalâtüvesselâm"" duasının kısa yazılışı."
Asm
Sargı. * Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç.
Asma
Elleri veya bacakları eğri olan.
Asmâ
Ön ayağı beyaz olan dişi koyun.
Asma'
Uyanık ve gözü açık (adam) * Keskin (kılınç).
Asmah
Çok cesur, pek kahraman.
Asmaî
Arapların şöhret bulmuş şairi.
Asman
f. Gökyüzü, sema.
Asmane
f. Dam, tavan, kubbe.
Asman-gûn
f. Gök mavisi.
Asmanî âhen
f. Yıldırım.
Asmanî
(C.: Asmâniyân) f. Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. * Açık mavi.
Asmar
f. Mersin ağacı.
Asmende
Şaşkın, alık, dalgın. Hile ile kandıran, hileci.
Asmıha
(Sımah. C.) Kulak kanalları.
Asnım
(Sanem. C.) Putlar. * Sevgililer.
Aspiratör
Fr. Hava emme cihazı.
asr
ikindi vakti.
Asr
Muttali olmak. Gözcülük etmek.
179
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Asra'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zor olan şey. Güç nesne. * Kanatlarının uçlarında beyazlıklar olan tavşancıl kuşu.
Asraf
(Sarf. C.) Masraflar. * Değişiklikler.
Asram
(Sırm. C.) İnsan toplulukları, insan kümeleri. * Çadır grupları.
Asran
(Asaran) İki devir. Gece ve gündüz. * İki asır. * Gündüzün zamanı.
Asre
(C.: Aserât) Ayak kayma, sürçme, yanılma.
Asrem
Kulağı sakat, hasta. * Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse). * Bölük bölük.
Asreman
Gece, gündüz.
Asr-ı âhir
Son asır, son devir.
Asr-ı cahiliyyet
Cahiliyyet asrı. Cahiliyyet devresi. * Arabistan'da İslâmiyet'ten önceki putperestlik ve vahşet devri.
Asr-ı ehîr
Son asır.
Asr-ı evvel
"İlk asır. * Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)"
Asr-ı hâzır
Şimdiki asır, yeni zaman.
Asr-ı saâdet
"Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) peygamber olarak dünyada bulunduğu devir. (Bu sıdk ve kizb; küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadet'te sıdk vâsıtasıyla Muhammed'in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyine çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-ı imaniye ve hakaik-ı kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk, en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta' hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzâbın emsâli, esfel-i sâfiline sukut etmiş. Ve kizb o zamanda
180
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup; o malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler; elbette şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzâb'a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtriyeleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar meta' ve hakikatların anahtarı Muhammed'in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalıştıklarından, ilm-i Hadisce ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan ""Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivâyet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (A.S.M.) rivayet ettikleri Hadisler bütün sahihtir."" diye ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat'î hüccet bu mezkûr hakikattır. H.)" Asr-ı sâni
"İkinci asır. * Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki misli daha uzadığı zamandan başlayan ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)"
Asrısaadet
Peygamberimizin yaşadığı saadetli zaman.
asrî
çağa uygun.
Asrî
Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra âit ve müteallik.
Asris
f. At koşturulan meydan, hipodrom.
Ass
Her nesnenin aslı, her şeyin esası.
181
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Assâb
İplikçi.
Assâl
Kovandan bal çıkaran, bal satan, balcı.
Assale
Arı, bal arısı. * Arı kovanı, kovan. * Petek, bal peteği.
Assubay
Ask: Çavuş, üst çavuş ve başçavuş diye rütbeleri olan, ücret alan ve resmi elbise giyen askerdir.
Ast
Alt. * Birinin emri altında olan kimse, mâdun. * Askerlikte rütbe veya kıdemce küçük olan asker.
Astan
f. Eşik, atebe. * Dergâh, tekye.
Astane
f. Eşik, atebe. * Paytaht. * Mânevi büyüklerin kabri. * Büyük tekke. * Merkez. (Osmanlı İmparatorluğunun merkezi olması münasebetiyle İstanbul manasına da gelir.)
Astâne-i saâdet
Saadet eşiği. Sultan sarayı, İstanbul.
Astar
(Satr. C.) Yazı satırları.
Astin
f. Esvap kolu, yen.
Astin-berçide
f. Hazırlanan veya hazırlanmış (adam).
Astine
f. Yumurta.
Astin-efşan
f. Yen silken. * Mc: Vazgeçen.
Astin-malide
f. Hazırlanmış, hazırlanan (adam).
Astronom
yun. Kozmoğrafya âlimi, felekiyat ile uğraşan, gök cisimleri hakkında bilgi edinmeye çalışan.
Astronomi
"yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini; fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz, işe yaramaz hâle geleceğini, kâinatın öleceğini açıklamaktadır. İnsanların yaşanmaz hâle gelecek dünya ve güneş
182
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sisteminden başka sistemlere göç edeceklerini hayâl etsek bile, kâinatın genel çöküşü karşısında kaçacak yer bulamıyacaklardır. Sonunda kıyamet kopması muhakkaktır ve Allah'ın vaadi olan âhiret, şüphesiz gelecektir." astronomi
gökteki cisimleri inceleyen ilim.
Astronot
"yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)"
Asûb
Bey, başbuğ. Hakan. * Arı beyi. (Bak: Ya'sub)
Asûde
f. Rahat, huzur içinde. Dinç. Müsterih. Sâkin. * Bir cins helva adı.
âsûde
sessiz, dingin, huzurlu.
Asûde-dil
f. Başı dinç, huzuru yerinde, gönlü rahat.
Asûde-dilî
f. Gönül rahatlığı.
Asûde-gî
f. Huzur, rahat, asayiş.
Asûde-hâl
f. Hâli rahat, sıkıntısı olmayan.
Asûde-nişin
f. Rahatça oturan. İstirahat eden.
Asuf
(Asf. dan) Çok zulüm eden. Çok zâlim.
Asul
Gururlu, mütekebbir, zâlim kimse.
Asum
Obur, açgözlü, arsız.
Asuman
f. Gökyüzü. Semâ. * Felek.
âsuman
gökyüzü, sema.
Asumanî
Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.
Âsûn
(Asi. C.) İsyan edenler. Günahkârlar.
Âsûr
(C.: Avâsir) Tuzak, ağ. * Şer. * Şiddet.
Asûr
Zorluk. Güçlük.
183
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Asûs
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yalnız yürüyüp, otlayan deve. * Yanından insanlar uzaklaşmayınca kendini sağdırmayan deve. * Av arayan kimse.
Asüd
(Esed. C.) Arslanlar. * Yiğitler.
Asüfte
(Asügde) f. Ateşle islenmiş. * Hazırlanmış, hazır.
Asva
Sırtlan. * Yaşlı kadın.
Asvad
(C.: Asâvid) Büyük emir.
Asvat
(Savt. C.) Sesler.
asvât
savtlar, sesler.
Asveb
(Sâib. den) En doğru ve iyisi. Çok isabetli.
Asveb-i akvâl
Kavillerin en muhkemi, sözlerin en doğrusu.
Asvine
(Sunvân. C.) Elbise koymaya yarayan dolaplar. Gardroplar.
Asy
İsyan, itaatsizlik.
Asya
Dünyadaki kıt'aların en büyüğü. * f. Değirmen. (Bak: As)
Asyaf
(Sayf. C.) Yaz mevsimleri.
Asyar
Dayanmak. * Sürçmek.
Aş
f. Muharrem ayında pişirilen aşure. * Yemek, taam.
Aşa
(C.: Aşâ-Aşvâ) Gece gözlerin görmeyip gündüz görmesi.
A'şa
Gözleri dumanlı olan adam. * Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı. * Gece vakti gözleri görmeyen kimse.
A'şab
(Aşb. C.) Tâze otlar.
Aşabe
Yaş otun çok olması.
Aşair
(Aşiret. C.) Aşiretler. Kabileler.
aşâir
aşiretler, oymaklar.
Aşak
Sarmaşık.
Aşam
f. Yiyecek ve içecek. * İçen, içici manasına birleşik kelimeler yapılır.
Aşamidenî
f. İçilebilen veya yenilebilen.
184
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük A'şar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Öşür. C.) Öşürler. Arazi mahsüllerinden alınan onda bir nisbetindeki vergiler. * Mahsül alan zengin müslümanların zekâtları.
âşâr
öşürler, toprak ürünlerinin vergileri.
A'şarî
Ondalığa âit. Öşür hesapları nev'inden. On sayıları. Ondalık.
Aşavet
Gündüz görüp, gece görmeyen ve tavukkarası adı verilen göz hastalığı.
Aşaya
(Aşi. C.) Akşamlar, mağribler.
Aşb
(C.: A'şâb) Yaş ot.
Aşebe
Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse. * Büyük azı dişi. * Küçük adam.
Aşem
Kuru ekmek.
Aşeme
Kuru ekmek parçası. * Büyük azı dişi.
Aşen
Her nesnenin aslı ve kökü. * Sözü kendi kanaatine göre söylemek.
Aşennet
(C.: Aşânit) Yaramaz huylu kimse.
Aşenzer
Katı, sağlam nesne.
Aşerat
(Aşere. C.) On sayıları.
Aşere
On. On rakamı.
aşere
on'lar, on sayıları.
Aşere-i mübeşşere
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği sahabelerdir. Bu kişiler Allah'ın emirlerine bağlılıkta ve din hizmetindeki fedailikte Allah'ın rızasını tam kazanmışlardır. Bu zatlar şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde bin Cerrah, Hz. Said, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr İbn-ül Avvam (R.Anhüm).
Aşereimübeşşere
cennetle müjdelenmiş on sahabe.
Aşevî
Akşam, akşam vaktine dair.
185
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Aşevi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane. * Para ile yemek yenilen yer, lokanta. * Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer. * Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.
Aşevsec
Büyük karınlı iri deve.
Aşevzen(e)
Galiz, katı nesne.
Aş-hane
f. Aşevi, mutfak.
Aşı
Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde. * Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde. * Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.
âşık
aşırı seven, vurgun, tutkun.
Âşık
Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun. * Saz şairi. * (Cümledeki yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)
Âşıkan
(Âşık C.) f. Âşıklar, tutkunlar.
Âşık-ı didâr-ı pâk
"Temiz yüzün âşıkı. * Edb: Evvelce ordularda, kışlalarda, köy odalarında ve mahalle kahvelerinde gerek kendinin, gerek başkalarının sözlerini sazla dile getiren kimse; halk şâiri."
Aşi
Akşam. * Akşam yemeği. * Tavuk karasına tutulan kimse.
Aşihe
f. Kişneme.
Aşîk
Fazla âşık, çok tutkun.
âşikâr
açık, belli, meydanda.
Aşikâr(e)
f. Belli, meydanda, açık. Bedihi.
âşikâre
belli ederek, açıkça.
âşikâren
açıkça.
186
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âşina
bildik, tanıdık, bilen, tanıyan.
Aşina
f. Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. * Yüzücü.
Aşine
f. Yumurta.
Aşir
Onda bir. On kısma taksim edilen bir şeyin herbir parçası. * Kur'an-ı Kerimin on cüz'ünden herbiri veya on âyetlik bir parçası. * Dost, yardımcı, yardak. * Koca. * Kabile. * Kötülükte yardımcılık eden. * Sahip. * Toz. (Bak: Aşr)
aşîrât
aşireler, onda birler.
âşire
onda bir.
Aşire
Onuncu. Tâsia'nın altmışta biri.
Aşiren
Onuncu olarak, onuncu derecede.
âşiren
onuncusu.
Aşiret
Kabile, oymak, göçebe halinde yaşıyan ekseri bir soydan gelen cemaat. Yakın akraba, âile.
aşîret
kabile, oymak.
Aşiret-i galib
Galip gelen aşiret. * Aşiretin ekseriyeti, çokluğu.
Aşiyan (e)
f. Kuş yuvası. * Mc: İkâmetgâh. Ev, mesken.
âşiyân
kuş yuvası, sevimli ev.
Aşiyan-ı harâb
Yıkılmış yuva, tahrib edilmiş mesken.
Aşiyan-sâz
f. Yuva kuran, mesken yapan.
Aşiyy
Akşam, akşam üzeri.
Aşk
"(Işk) Çok ziyâde sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevdâ. Candan sevme. * İttibâ'. Alâka.(İnsanın mahiyeti ulviye; fıtratı, câmia olduğundan; binler envâ-ı hâcât ile binbir esmâ-i İlâhiyyeye herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf
187
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre merâtib-i muhabbet, meratib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -çünki o esmâ Zât-ı Zülcelâl'in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. S.)" aşk
şiddetli sevgi, candan sevme.
Aşkar
Koyu kırmızı. * Kırmızı saçlı adam. * Doru at.
Aş-kâre
f. Aşçı.
Aşkbazî
f. Aşk oyunu. Sever görünmek. Aşk-ı kâzib.
Aşk-ı eflâtunî
Maddeci olmayan aşk.
Aşk-ı hakikî
Hakiki aşk. Allah için sevmek. Allah sevgisi.
Aşk-ı kimyevî
"Fıtrî meyil ve alâka. Kimyevî unsurlar arasında birbirlerine karşı olan cazibe ve birleşme meyelanları ki; birer İlâhi emir ve kanunlardır.Fransızcası: Affinite (afinite) dir. (Sani-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza ise: Nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havâi) bir maddeye inkılâb ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi te'min eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki: Sani-i Hakîm, fenn-i kimyada, aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi, müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki: O iki unsur, birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki: İmtizacdan hararet hâsıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun, her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi, bunun zerresiyle imtizac
188
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
eder, bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünkü: İmtizacdan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre, bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sani-i Hakîm'in bir kanunu ile hararete inkılâb eder. Zaten ""Hareket, harareti tevlid eder"" bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviyye ile te'min edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor. Hem nâr-ı hayatı iş'al ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu'cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor. S.)" Aşk-ı lâhûtî
Cenab-ı Hakk'a olan sevgi ve muhabbet. Aşk-ı İlâhî, aşk-ı hakikî, aşkı mânevî gibi tâbirler Cenab-ı Vacib-ül Vücud'a dâir şiddetli muhabbet ve sevgiyi ifâde eder.
Aşk-ı mecazî
"Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve şehvet arzusuna dayanan aşk. * Tas: Kâmil bir zâtın Cenab-ı Hakk'a dâir şiddetli muhabbetinden evvel fani, dünyevî şeylere dair olan aşkı.(Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye inkılâb ettiği gibi, acaba ekser nasda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikiye inkılâb edebilir mi?Elcevab: Evet, dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-i meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikiye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatiyle bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfaka dalıp, umumi dünyayı
189
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hususi dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:Şu güzel zinetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakiki ve umumi, dördü misâli ve hususi... Herbirimiz kendi âyinemiz vasıtasiyle, hususi odamızın şeklini, hey'etini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hâkezâ... âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat hârici ve umumi odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususi oda ile umumi oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan her birimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususi dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem... onunla sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor. Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususi dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlâhiyeye döner; ondan, cilve-i esmâya intikal eder. Hem o hususi dünyamız, âhiret ve Cennet'in muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedit hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk, hakikî aşka inkılâb eder. Yoksa $ sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini
190
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
düşünmeyerek, hususi, kararsız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedit hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azaptır. Çünki, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır; hatta güzel ve zevâle mâruz bütün mahlukata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye's-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmâsının dâimi cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkatı, bir sürura inkılâb eder. Hem zeval ve fenâya mâruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsn ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. M.)" aşknâme
aşkı anlatan yazı.
Aşknüma
f. Aşkını bildiren. Aşkını gösteren.
Aşkû
"f. Tavan; kat, tabaka. * Gökyüzü. Gök."
Aşna
f. Yüzücü. * Yüzme. * Tanıyan, yabancı olmayan. (Bak: Aşina)
Aşnab
f. Yüzen, yüzücü.
Aşnager
f. Yüzücü. Yüzgeç.
Aşnagerî
f. Yüzme, yüzücülük.
Aşna-yan
(Aşnayî. C.) f. Dostluklar, âşinalıklar, haberdarlıklar.
Aş-pez
f. Ahçı, aşçı.
191
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Aşr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Aşir) On. * On adetten birisini almak. On etmek. * Kur'ân-ı Kerim'den on âyet mikdarı kısım.
aşr
on sayısı.
Aşra'
Muharrem ayının onuncu günü. * On aylık vazife. * On aylık hâmile deve.
Aşrefe
Bir cins misvak ağacı.
Aşr-i âhir
Ist: Ramazan ayının son on günü.
Aşr-i mişar
(Bak: Öşr-ü mişar)
Aşş
Zayıf adam.* Az, kalil. * Kuş yuvası.
Aşşab
(Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim.
Aşşar
A'şar tahsildarlığı yapmış olan kimse. Öşürcü, ondalıkçı.
Aşşe
Yaprağı uzun ve ince olan hurma ağacı. * Zayıf vücutlu, uzun boylu kadın.
Aştî
f. Barışıklık, sulh.
Aştî-hûre
f. Barış ziyafeti.
Aştî-perver
f. Barış taraflısı, sulh.
Aştî-perverane
f. Barış taraftarına yakışacak şekilde.
Aştî-sâz
f. Sulhsever, sulh taraftarı. Barışsever, barışçı.
Aştî-sâzî
f. Barışseverlik, sulhseverlik.
Aşu
Kör olmak. Görmemek. * Mc: Görmemezlikten gelmek.
Aşûb
f. Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
Aşûb-engiz
f. Karışıklığa medar olan, kargaşalığa sebebiyet veren.
Aşûb-gâh
f. Gürültülü patırtılı yer. Kargaşalık ve karışıklık yeri.
Aşug
f. Bilinmiyen, meçhul, yabancı. * Serseri.
Aşum
Bir ot cinsi.
192
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Aşure
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Aşurâ) Arabi aylardan olan Muharrem ayının onuncu günü. Aynı günde çeşitli hububat ve kuruyemişler katılarak yapılan tatlı.
Aşüfte
f. Sevgiden kendinden geçen. Çıldırırcasına seven. * İffetsiz kadın.
Aşüfte-dil
f. Gönlü perişan olmuş.
Aşüfte-dimağ
f. Aklı perişan.
Aşv
Kasdetmek.
Aşva'
Geceleyin gözü görmeyen kadın veya kız. * Önüne bakmayıp her ne olursa basan deve.
Aşve
Akşam karanlığı. * Akşam yemeği.
Aşvez
(C.: Aşâviz) Sağlam yer. * Sağlam ve geçirimsiz yerlerde oluşan göl. * Sağlam, kuvvetli deve. * Çok et.
Aşy
Akşam yemeği.
Aşyan
Akşam yemeği yiyen kişi.
Aşyere
Dayanmak. Sürçmek.
Aşzan
Ayağı kesilmiş gibi emekleyerek yürümek.
Ata ender ata
Lütuf içinde lütuf, ihsan üzerine ihsan.
atâ
verme, lütuf, ihsan.
Ata
Verme. Bağışlama. Bahşiş. Lütuf. İhsan.
Atab
Mahvolma, ölme.
Ata-bahş
f. Bahşiş veren.
Atabey
(Atabek) Selçuklular devrinde şehzadelere mürebbilik eden şahıs, lala.
Atad
İşe yarayan âletlerin takımı. * Büyük kadeh. * Hazırlık.
A'taf
(Atf. C.) Meyiller. * Merhametler, şefkatler, lütuflar, ihsanlar.
Ataim
(Atime. C.) Ocaklar.
Atak(at)
Azad, izin.
193
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Atal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C. A'tâl) Vücudun örtüsüz yeri, bilhassa ense. * Bir kişinin güzelliği. * Vücudun tamamı. * Boyuna asılan gerdanlığı kaybetmek.
Atalet kanunu
"Fiz: Duran bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hareket edemez; ve hareket hâlindeki bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hızını ve yönünü değiştiremez."
Atalet
(Utlet) Boş durma. Tembellik. İşsizlik. Hurma salkımı.(En bedbaht, en muztarib, en sıkıntılı işsiz adamdır. Zirâ, atâlet, ademin birâderzâdesidir. Sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır. M.)
atâlet
işsizlik, tembellik, durgunluk.
Atam
(Utum. C.) Yüksek binalar, köşkler, hisarlar.
Atan
(C.: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu. * Kuyunun ve havuzun etrafında deve çekip duracak yer. * Su kenarı. * Kokmak. * Dibâgat etmek.
Atanib
(İtnâbe. C.) Kısa ipler. * Uzun ipler. Sicimler. * Sâyebanlar.
Ataraksiya
yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli. * (Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu. İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldıza kadar) ama iktidarı hiç denecek kadar az, zayıf bir mahluktur. Allah'ı tanımaz ve Onun kudretine dayanmazsa işte böyle saçmalıklara düşer. Devekuşu gibi başını kuma sokmakla kurtulacağını umar. Kurtuluş ise ancak İslâm'da ve Allah'a imandadır.
Atardamar
Tıb: Kanın, kalbden vücudun her tarafına (akciğerlere de) gitmesine yarayan damar. Şiryan.
Ataş
Susama. Hararet.
Ataşa
(Atşân. C.) Susamış olanlar, susuzlar.
194
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ataşe
Fr. Elçiliklerde vazifeli memur.
At'ata
Birbiri ardınca çağırmak. * Kavga etmek.
Atavil
(Atvel. C.) Seçkin kimseler. * Uzun boylular.
Ataya
(Atiyye. C.) Bahşişler. İhsanlar. Lütuflar.
atâyâ
armağanlar, ihsanlar.
Ataya-yı seniyye
Padişahın hediye ve ihsanları.
Atayıb
(Atyeb. C.) En iyiler. Çok hoş olanlar.
Atb
Hışım etmek. * Fesad. * İkrah olunan, kerih görülen.
Atba
(Taby. C.) Meme başları, uçları.
Atba'
En pis.
Atbak
(Tabak. C.) Tabaklar. Kapaklar.
Atbal
(Tabl. C.) Davullar.
Atban
Tek ayak üstüne sıçramak. * Davarın üç ayak üstüne yürümesi.
Âtbin
f. Sözü doğru faziletli kimse.
Atebat
(Atebe. C.) Eşikler, basamaklar.* İranlıların mukaddes ziyaret yeri.
Atebe
(C. Atebât) Basamak, eşik.
Atebe-i felek-mertebe Osmanlı Padişahlarının sarayı. Ateh kabl-el miâd
Erken bunama.
ateh
bunama, bunaklık.
Ateh
Bunama, bunaklık. (Ateh getirmiş bir ihtiyar)
Atele
(C.: Utül) Rende. * Kalın ve büyük asâ. * Fârisi yayı. * Doğurmamış dişi deve.
Ateme
Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti. * İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik. * Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt.
195
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ater
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Arap kadınlarının misk ve başka güzel şeylerle yoğurup, boyunlarına taktıkları gerdanlık.
Ateş
f. Odun vs. gibi maddelerin yanmasından hasıl olan hâl. Od, nâr. * Kızgınlık, hararet. * Hiddet, gazab, şiddet. * Hayvanın çevik, hareketli ve oynak olması. * Yangın. * Gözyaşı. * Hastalık. * Harb, savaş.(Ateş unsuru, kâinatın bütün kısımlarını istilâ etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kâinatın yaratılışından başlayarak her tarafa dalbudak salıp gelen şu şecere-i nâriyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında, yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet, toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nâriyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads yani sür'at-i intikal ile hükmedebilir. İ.İ.)
Ateş-bâr
f. Ateş yağdıran.
Ateş-bâz
f. Ateşle oynayan. Hokkabaz.
Ateş-beste
f. Hâlis altın, kırmızı altın.
Ateş-dân
f. Mangal, ocak.
Ateş-dide
f. Ateş görmüş, ateşten geçmiş. * Mc: Büyük ıztırab çekmiş ve tecrübe geçirmiş adam.
Ateş-dil
f. Sözü dokunaklı olan. * Her gördüğü güzeli seven. * Pek zeki adam.
Ateş-efrûz
f. Ateş yakan, ateş tutuşturan.
Ateş-efşân
f. Ateş saçan.
Ateşek
f. Küçük ateş. * Ateş böceği. * Frengi. * Berk, şimşek.
Ateş-engiz
f. Dağlama aleti. * Mc: Fesatçı, ifsad yapan.
Ateş-fâm
f. Ateş renkli, kırmızı.
196
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âteşgede
ateşe tapanların mabedi.
Ateş-gede
f. Mecûsilerin tapındıkları yer. Mecusi mabedi.
Ateş-gire
f. Çıra. * Maşa.
Ateş-gûn
f. Ateş gibi kıpkırmızı.
Ateş-hâr
f. Keklik. * Merhametsiz, şefkatsiz ve zalim adam.
Ateş-hirâm
f. Süratle yürüyen, hızlı yürüyen.
Ateş-hîz
Ateşliyen, ateş veren.
Ateş-hulk
f. Sert tabiatlı, huysuz.
Ateş-i âb-perver
Mc: Hançer, kama, kılınç.
Ateş-i bahar
Lâle. * Kırmızı renkli gül.
Ateş-i beste
Hâlis kırmızı renkli altın. * Donmuş ateş.
Ateş-i hecr
Firak ateşi, ayrılık acısı.
Ateş-i rumî
Eskiden kullanılan bir silâh çeşitidir. Kara ve deniz muharebelerinde yangın çıkartmak için kullanılırdı.
Ateş-i ter
Kırmızı şarap.
Ateşî
"f. Hararetli, ateşli; dokunaklı. * Ateş renginde. * Hiddetli, öfkeli."
âteşî
ateşle ilgili.
âteşîn
ateşli, canlı.
Ateşîn
f. Ateşli, canlı, ateşten. * Mc: Şiddetli, hiddetli.
Ateş-kâr
f. Külhancı. * Mc: Aceleci, kızgın veya merhametsiz adam.
Ateş-mizac
f. Huysuz, geçimsiz, sert tabiatlı kimse.
Ateş-nâk
f. Ateşli.
Ateş-nisar
f. Ateş saçan.* Mc: Çok öfkeli, çok kızgın.
Ateş-nümâ
f. Ateş gösteren.
Ateş-pâ
f. Ateş gibi. * Mc: Atik, çevik.
âteşpâre
ateş parçası.
197
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ateş-pare
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Ateş parçası. Ateş gibi. * Mc: Çok zeki, çok akıllı. * Durup dinlenmeyen.
Ateş-paş
f. Ateş saçan.
âteşperest
ateşe tapan.
Ateş-perest
Ateşe tapan. Mecusi, müşrik.
Ateş-reng
f. Ateş renginde, kızıl renkli.
Ateş-suhan
f. Dokunaklı, kalb kıracak şekilde ağır söz söyliyen.
Ateş-zebân
f. Ateş dilli. Çok dokunaklı söz veya şiir söyleyen.
Ateş-zede
f. Yakılmış, yakılan.
Ateş-zen
f. Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak.
atf
atıf, bağlama, verme, yükleme.
Atf
Bağlama. Bağ. Ekleme. * Meyletme. * Şefkat. Sevgi. * Eğilme. * İkiye bükme. İki kat eyleme. * Çevirme. * Geri döndürme.* Bir kimse üzerine tekrar hamle eylemek. * Gr: Bir kelimeyi diğer bir kelimeye harf-i atıf vasıtasiyle ilhak eylemek. (Bak: Harf-i atıf)
atfen
birinin adına, birine yükleyerek.
Atfen
Birisinin adına. Birisine yükleyerek.
Atfetmek
Meyletmek. Sevgi beslemek. * Gr: Mânâyı birbirine bağlamak.
Atf-ı beyan
"Mâkablini yâni mâtufun aleyhin mefhumunu izah ve te'kid için atfolunan tâbir. Meselâ: ""Meseleyi izâh ve teşrih eyledi"" cümlesindeki ""ve"" gibi."
Atf-ı nigâh
Bakma, göz atma.
Atf-ı tefsir
"Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için ""ve"" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: ""İhsan ve kerem, hüzün ve keder"" ifadesindeki ""ve"" ler gibi. Diğer
198
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. (""deli divâne""de olduğu gibi.)" Athal
Kül renginde.
Athar
(Tâhir. C.) Kadınların aybaşı ve doğumdan çıktıkları zamanlar.
Âtıf
(Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen. * Bağlaç. * Şefkat edici kimse. Merhametli, müşfik. * Yarış atlarının altıncısı. * Gr: İki kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime.
atıf
verme, yükleme, bağlama.
âtıfet
karşılıksız sevgi, acıyıp esirgeme.
Atıfet
Koruma, sevgi, Acıma. Şefkat. Esirgeme. * Hüsn-ü zan. Karşılıksız sevgi.
Atıfet-kâr
f. Esirgeyip muhafaza eden, gözetip koruyan.
Âtık(a)
Azad edilmiş, Serbest bırakılmış kimse. * Yaşlı. * Genç kız.* Temiz soylu. * Eski. * Yavru kuş.
Âtıl
(Âtıla) İşlemez. Boş. Tenbel. * Bozulmuş.
âtıl
tembel, durgun, işlemez.
Âtım
Ölen, mahvolan.
Atım
t. Ateşli silahların boşaltılması, atılması. * Kurşun menzili, kurşunun gidebildiği, yetiştiği mesâfe. * Silahın bir defa atılması için lâzım gelen barut vesaire.
Atır
(Itr. dan) Güzel kokulu, ıtırlı. * Kokuları seven kimse.
Atıs
Şafak. * Aksıran.
âtî
gelecek zaman, ilerisi.
Ati
İnatçı, muannid. Kalın kafalı.
Ati(ye)
(Utv. dan) İsyan eden, kafa tutan. Asi. Sert başlı, serkeş.
199
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Atid
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tedarik olunmuş. Hazır ve müheyya. * Günah ve sevabları yazan melek.
Atide
Elbise sandığı.
Atih(e)
İsyan eden, kafa tutan, âsi olan.
Atik
Berrak, saf, temiz, karışmamış, değerli.
Atikıyyat
Eski eserler. Eski devirlerden kalma eserleri, - daha ziyade tarih ve san'at bakımından- tetkik eden ilim. Arkeoloji.
Atil
Para karşılığı tutulan yardımcı, asistan.
Ati-l-beyan
Aşağıda sözü geçen, aşağıda zikredilen.
Atim(e)
Yavaş, sessiz, ağır.
Atime
"(C: Atâim) Ateş yakılan ocak; mangal."
At'ime
(Bak: Et'ime)
Atire
"Receb ayında keferenin putları için boğazladıkları koyun ki, o puta ""itrâ"" derler."
Âtiş
(Atişe) Susuz, susamış.
Atit
Gıcırtı. * Ses.
Atiy
(Utiy) Haddi tecavüz etme. * Çok ihtiyar olma. * Kibirlenme.
Atiye
Azgın. * Büküp büküp atan.
Atiyen
Aşağıda. * İlerde, gelecekte.
Atiyyat
(Atiyye. C.) Hediyeler. İhsanlar. * Büyük bir kimsenin bahşişleri.
atiyye
hediye, ihsan.
Atiyye
Hediye. Bahşiş. Lütüf ve ihsan.
Atk
Esiri serbest bırakmak. Köleyi âzat eylemek. (Bak: Itk)
Atl
şerir. Sert tabiatlı. Yaramaz. * Şiddetle çekmek.
Atlab
"(Tâlib. C.) Arayanlar, talibler; bilhassa talebeler.* (Tılb. C.) Kadın peşinde dolaşanlar, zamparalar."
200
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Atlal
(Talel. C.) şekiller, biçimler.
Atlas
İpekten yapılmış kumaş. Üstü ipek, altı pamuk kumaş. * Düz tüysüz. * Büyük harita. * Atlas Okyanusu.
atlas
üstü ipek altı pamuk kumaş.
Atle
(C. Utül) Rende. * Yoğun büyük asâ. * Büyük iğne demiri. Farisî yayı. * Doğurmamış dişi deve.
Atles
Eski, yırtık, yıpranmış, aşındırılmış.
Atletizm
yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar.
Atliye
(Tılâ. C.) Merhemler.
Atm
Geciktirmek, eğlendirmek.
Atmar
(Tımr. C.) Paçavralar. Eski, yıpranmış elbiseler.
Atme
Ateş kaynağı, volkanın tepesindeki lâvın çıktığı yer, krater.
Atmosfer
Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir. * Bir yerdeki mânevi hava. * Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzerine yaptığı basınca 1 atmosfer denir. Bu basınç 1.033 kilogramdır. Deniz seviyesinden yükseldikçe basınç azalır.
Atnab
(Tınâb. C.) Çadır ipleri. * Ağaç kökleri. * Tıb : Vücuttaki sinirler.
Atol
Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık.
Atom
yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi
201
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep aynı nizam hâkimdir. Bugün, dün olduğu gibi maddeci felsefe, maddenin mahiyetini anlamaktan âcizdir. Atr
İyi kokulu şeyler sürünmek.
Atrab
Oyunlar. Eğlenceler. Şenlik ve ferahlıklar.
Atraf
(Tarf ve Taraf. C.) Gözler. * Taraflar. Kenarlar.
Atrak
(Târık. C.) Gecegelen seyyahlar.
Atrar
(Turra. C.) Kenarlar, uçlar.
Atras
(Tırs. C.) Yazılmış sayfalar.
Atrese
şiddetle ve zorla almak. * Gadap etmek.
Atreş
Sağır, işitmeyen.
Atruk
(Tarik. C.) Tarikler, yollar.
Ats
Aksırık. * Şafak sökme.
Atse
Aksırma, tek aksırık.
Atş
Susuzluk. Susama.
Atşân
Susamış, teşne. Susuz.
Att
Sözü tekrar tekrar söylemek.
Attar
(Itr. dan) Güzel koku veya iğne iplik gibi şeyler satan.
attar
ıtriyat dükkanı, güzel koku satan adam.
Attas
Devamlı aksıran.
Attat
Çok bağırıp çağıran, gürültücü adam.
Atûb
İnatçı, muannid.
Atûd
(C: Atedân) Bir yaşında ve iyi beslenmiş oğlak.
Atûf
Çok acıyan, pek merhametli.
Atûfet
Şefkat. Çok merhametli oluş.
202
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Atûh
Mâtuh. Bunak. Şuurunu kaybetmiş ihtiyar.
Atûm
Akşam vaktinin dışında sütünü vermeyen deve.
Atûs
Enfiye, aksırtıcı şey.
Atv
El ile alıp yiyip içmek.
Atvad
(Tavd. C.) Dağlar.
Atvak
(Tavk. C.) Tasmalar. Gerdanlıklar, boyuna takılan mücevherler. * Tâkatler, kuvvetler. * Boyundaki halka çizgiler.
Atvel
(Tavil. den) Çok uzun.
Atyan
(Tîn. C.) Çamurlar, balçıklar.
Atyeb
Pek güzel. Daha güzel.
Atyeb-i me'külât
Yiyeceklerin en güzeli. En güzel yiyecekler.
Atyer
Çabuk uçan. Derhal kaybolan.
Atyeş
Gayet tez uçar bir kuş.
Ava'
Alçak kimse. * Menazil-i kamerden bir menzildir ve beş yıldızlıdır.
Âvâ'
Şiddet. * Kıtlık, kaht.
Avabis
Müdhiş, çetin günler. * Yüzü abûs kimseler.
Avacim
Dişler.
Avad
Ud çalan kimse.
Avadancı
Tar: Osmanlı sarayında bir hademe sınıfı.
Avadi
(Adiye. C.) Zulmedenler, zâlimler.
Avah
Eyvah, yazık! gibi teessüf ifâdeleri. * Rızık, kısmet, nasib. (Bak: Evvâh)
Avaid
(Âide. C.) İratlar, gelirler. Aidat. * Tahsisât.
Avaik
(Âika. C.) Mânialar. Engeller. Müşküller. * Nuh (A.S.) Kavminin sonradan taptıkları bir put ismi.
avâik
maniler, engeller.
203
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
A'vak
(Avk. C.) Mani olmalar. Alıkoymalar, durdurmalar. Vazgeçirmeler.
Avakıb
(Akibet. C.) Encamlar. Akibetler. Sonlar.
Avakıb-ı ahvâl
Durumların neticesi, hâllerin sonu.
Avakıb-ı umur
İşlerin neticesi.
Avakır
(Akıra. C.) Fakirler, yoksullar. * Kısırlar, verimsiz olanlar. * Kudurmuş olanlar.
Aval
Sersemlik derecesinde saf olma, bönlük.
Avalî
Büyük ve sayılı kimseler. Büyükler. Yüceler. * Medine etrafındaki semtler.
Avalim
(Âlem. C.) Âlemler. Cihanlar.
avâlim
âlemler, dünyalar.
Avam
Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından. * Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan. * Halkın ekseriyeti.
avam
ilimsiz, sıradan kimse.
A'vam
Yıllar. Seneler.
Avam-firib
f. Halkın hoşuna gidecek tarzda hareket eden, halkı avlıyan, demagog.
Avamil
"(Amil. C.) Sebepler. * Ayaklar. * Valiler. Hâkimler. * Gr: Arabçada kelime sonlarının okunuşuna te'sir eden hususları öğreten ilim ve ona dâir kitab. * Birgivi Hazretlerinin ""Nahiv"" ilmine dâir olan kitabının ismi."
Avam-perestane
f. Avam kimselere yakışır şekilde. * Şiddetli halk taraftarı olan birine yakışır sûrette.
Avam-pesend
f. Halk tarafından beğenilecek olan şey.
Avan
Anlar. Zamanlar. Vakitler.
A'van
Yardımcılar. Etbâlar.
204
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âvân
zamanlar, anlar.
Avane
Uzun hurma ağacı.
Avan-ı tekâmül
Tekâmül, olgunlaşma ve terakki zamanları.
Avani
"Kapkacak, yemek takımları. * ""Beni koru, hıfzeyle"" meâlinde dua."
Avans
Fr. İlerideki bir alacağa mahsuben önceden verilen para.
Avar
Ayıp, kusur, eksiklik. Fesad.
Avare
f. Başıboş, serseri, boş gezen. İşsiz güçsüz.
avâre
işsiz, şaşkın, başıboş.
Avaregî
f. Avarelik, serserilik, işsiz güçsüzlük, aylaklık.
Avareser
f. Başıboş.
avârız
arızalar, aksaklıklar, noksanlıklar.
Avarız
Arızalar. Sonradan olan noksanlıklar. * Girinti çıkıntı, noksanlık. * Mânialar. Engeller. * Fevkalâde hallerde ve bilhassa harp sebebi ile geçici olarak alınan vergi.
Avarız-ı divaniye
Tanzimat-ı Hayriye'den önce geçerli olan kanunlara göre alınan vergiler.
Avarız-ı müktesebe
Cehil, sarhoşluk, hezel, sefeh, hata, ikrah gibi insanın ibtidâen dahli bulunan şeyler.
Avarız-ı semaviye
Delilik, küçüklük, bunaklık, ölüm gibi kesbî ve ihtiyarî olmaksızın insana ârız olan şeyler.
Avarî
(Ariyyet. C.) Ödünç verilen şeyler.
Avarif
Mârifetler. * Arifler. İşten anlar olanlar. * Güzel ahlâk.
Avasıf
(Asıta. C.) Sert ve kuvvetli rüzgârlar. Fırtınalar.
Avasım
(Asıme. C.) Temiz, ismetli kimseler. * Hudut şehirleri.
Avatıf
(Atıfet. C.) Atıfetler. Hediyeler. İhsanlar.
205
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Avatık
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Atık. C.) Yaşlılar. * Genç kızlar. * Hür ve serbest olanlar. * Yavru kuşlar.
Av'ave
Havlama, köpeğin havlaması. * Mc: Hezeyan, saçma sapan konuşma.
Âvâz
f. Sadâ, Yüksek ses. * şöhret.
A'vaz
Karşılıklar. Bedeller. (Bak: İvâz)
Avaz
Nefret. İkrah. Bir şeyi kerahetle yapma. Kerahet.
âvaz
ses, seda.
Avaze
f. Nam, şöhret, ün. Yüksek ses.
Âvâz-ı ra'd u sâika
Gök gürlemesinin ve yıldırımın âvâzı, sesi.
Avazil
(Âzil. C.) Başa kakıcı kimseler.
Avca
(Müe.) Eğri. Şaşı. * Yay. Kavs. * Arık, zayıf deve.
avcıhattı
savaş cephesi.
Avd
Dönme, geri gelme. Aleyhine veya lehine dönme.
Avdet
Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'.
avdet
geri gelme, dönme.
Avdetî
Dönme. * Aslına, Müslümanlığa dönen.
A'vec
Eğri büğrü.
A'ved
Ençok faydalı.
Avemen
Deve veya at gidişi. * Yüzme.
Aven
Çok sâkin, en sâkin.
Avend
f. Sicim, ip.* Senet, delil. * Kapkacak. * Taht, yüksek mertebe. * Satranç oyunu. * Evvel, önce, ilk.
Avene
Beraber olanlar. Yardım edenler.* Taraftarlar.
avene
yardımcılar.
Avengân
f. Asılı, sarkık. * Çengel. * Çivi.
206
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Aver
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. Averden ""getirmek"" fiilinin emir köküdür, kelime sonuna getirilerek; yapan, eden, olan, veren, götüren gibi manalara sebeb olur."
A'ver
"Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm.(Âhirzamanda gelecek Süfyan adındaki bir zâlimden ""Aver"" diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir.)"
Averd
f. Harp, muhârebe, savaş, cenk.
Averde
f. Getirilmiş nakl olunmuş.
Averd-gâh
f. Muharebe meydanı, savaş alanı.
Averdide
f. Saldırılmış, hücum edilmiş.
Avez
Fakirlik, yoksulluk. Sıkıntı.
A'vez
Mânâsı anlaşılmayan şey. * Anlaşılması zor olan şiir.
Avhak
Uzun nesne. * Kara karga. * Büyük kara deve.
Avhec
Yılan. * Uzun boyunlu. * Dişi deve.
Avi
Uluyan. Hırlayan.
Avihte
f. Asılmış şey, asılı nesne.
Avije
f. Has, hâlis, hakiki, temiz.
Avijgan
f. Mahremler, yakınlar. * Güzeller, gençler.
Avil
Yüksek sesle ağlama. Acınma. Feryâd. * Meyletme.
Avind
f. İlk, evvel, önce.
Avine
(Evân. C.) Vakitler, zamanlar, anlar. Devirler.
Avineten
Ara sıra, tesadüfen.
Avişe(n)
f. Kekik otu. * Sarılma, sıyırarak çıkma. Saldırma.
Aviz
f. Asılan, asılı bulunan.
207
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Avize
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Lamba, fener, gaz veya mumları havi olarak tavana asılan maden veya billurdan süs eşyası.
âvize
içinde ampul bulunan ve tavana asılan süs.
Avize-i gûş
Küpe.
Avk
(C: A'vâk) Mâni olma, alıkoyma, durdurma, vazgeçirme, geciktirme.
Avl
Feryat, sıkıntı sebebi. Acınma.
Avlak
yun. Dere. Vadi, su cedveli.
Avle
Bağırma, feryat.
avn
yardım.
Avn
Yardım. İmdâd. * Mededkâr. Yardım eden. Yardımcı. Zahir.
Avn-ı ilâhî
Cenab-ı Hakk'ın yardımı.
Avnî
Yardıma âit, yardıma dâir.
Avniye
Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından ilk olarak, daha sonra da Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında giyilen kolsuz asker kaputu. * Bir nevi yağmurluk.
Avr
Bir kimseyi kör etme. * A'ver kılma. Bir şeyi alıp götürmek. * Telef etme. * Gözsüzlük.
Avra
Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü. * Mc: Kör fikir. * Çirkin ve kabih söz. * Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan.
Avrat
(Averât) (Avret. C.) Kadınlar. * Gizli yerler. * Mahrem zamanlar.
Avret
"Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım. * Kadın. Zevce. Nikâhlı. * Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde ""avret"" denir. Öğlen ve öğle uykusu zamanına da kezâ aynı isim verilmiştir. (Çünkü o anlarda uyku ve sair sebepler
208
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dolayısıyle insan açık saçık bulunabilir. İzinsiz, haber vermeden, kimse, başkasının yanına bu vakitlerde girmemesi İslâm âdâbından ve Kur'ân emirlerindendir.) * Siper. Hududda pusu yeri. Harpte zarar gelecek yer. (Bak: Tesettür)" avret
gizlenmesi gereken şey.
Avrupa
Dünyadaki kıtalardan biri.(Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupaya hitap etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupaya hitab ediyorum. L.)
Avrupaî
Avrupalılara ait ve onlarla alâkalı Avrupalılar gibi.
Avrupalılaşmak
Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın gasbettiği servetine özenmeğe benzer. Batının, mazlum milletleri ezmek için vasıta ve silah olarak kullandığı ilim ve tekniğe sahip olmak, İslâm'ın hakkıdır. İslâm dünyası ilim ve tekniğe sahip olmakla hem batının zulmüne son verecek, hem de bunu insanlığın hayrına, barış için ve insanlığın saadeti, mutluluğu için kullanacaktır. Amma batının hayat felsefesi insanlık için bir zehirdir ve onu reddeder. (Bak: Asrî)
Avrupaperest
Avrupayı taparcasına seven.
Avrupazâde
f. Avrupa'dan doğan. Avrupa te'siri ile olan. Avrupalıyı taklid eden.
209
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Avşin
f. Kekik otu.
Avukat
Mahkemede ücret mukabilinde taraflardan birinin müdafaasını ve davasını üzerine alan hukukçu. * Mc: Müdafaaya muktedir, çeneli, cerbezeli.
Avunmak
t. Oyalanmak, kendi kendini eğlendirmek. * İnek vs. nin gebe kalması.
Avva
Bir yıldız kümesi.
Avvac
Fildişi satan. Fildişi işçisi.
Avz
(Avez) (İyâz, meaz, meâze) Sığınma. Sığınak. Melce. Sığınacak yer.
Avzen
(Zenav) (Kürdçe) Suların biriktiği yer. Havuz, göl.
avzen
havuz, göl.
Ay
(Bak: Ayât)
Âyâ
"(Şüphe ve tereddüt bildiren edât; hayret ve taaccüb, soru ile beraber ümid ifâde eder) Acabâ. Âyâ, nasıl oluyor. Hayret, sen bu işi nasıl olur da yaparsın?.. der gibi.(Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefâhet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil; belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır! L.)"
âyâ
acaba, hayret!
A'ya
En kudretsiz, kabiliyetsiz. İktidarı hiç olmayan.
Ayâ
Tedavisi mümkün değil, iyileştirilmez. * Kabiliyetsiz, kudretsiz.
A'yad
(İd. C.) Bayramlar.
210
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ayal
(Bak: Iyal)
A'yan
(Ayn. C.) Gözler. * Bir yerin ileri gelenleri. * Meclis âzaları. Senato âzaları. * Muayyen ve müşahhas olan şeyler. * Altınlar. * Kaymakam.
Ayan
(İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği. * Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.
ayân
belli, açık seçik.
âyan
seçkinler, ileri gelenler.
ayânen
açıkça, besbelli.
A'yan-ı sâbite
Tas: İlm-i İlâhide eşyanın ezelden beri sâbit olan sûret ve hakikatları. Mevcudat-ı ilmiye. (Bak: Adem-i hâricî)
ayânısâbite
varlıkların ilâhî ilimde ezelden beri bulunan hakikatları.
A'yar
(Ayr. C.) Eşekler.
Ayar
Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi. *Saadete, mutluluğa doğru gitme.
Ayar-dan
f. Ölçüden anlar, değerbilir.
Ayasofya
şimdi müze olan önemli bir cami.
Ayastafanos muahedesi
"3 Mart 1878 Rusya ile Osmanlılar arasında ilk olarak yapılan bir anlaşmadır. (28 Safer 1295) Tarihte buna ""Ayastafanos Mukaddemat-ı Sulhiyesi"" denir. Anlaşma maddeleri tatbik edilememiştir."
Ayastafanos
İstanbul'da Yeşilköy semtinin eski adı.
Âyât
(Âyet. C.) Âyetler. * Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve kudreti hakkında görülen âşikâr deliller, bürhanlar. * Menziller. Mekânlar.
âyât
âyetler.
Âyât-ı kibriyâ
Allah'ın kibriyasını ve büyüklüğünü gösteren âyetler, deliller ve eserler.
211
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Âyât-ı kur'âniye
Kur'ânın âyetleri.
Âyât-ı mensuha
Sâbık olan, geçmişte olan hükümleri beyân eden âyetler.
Âyât-ı muhkemât
Manası kat'i ve açık olan Kur'an âyetleri.
Âyât-ı nâsih
Sâbık olan şer'i hükmün kaldırıldığını beyan eden âyetler. (Bak: Nesh)
Âyât-ı tekviniye
Tekvinî âyetler. (Bak: Tekvin)
ayb
ayıp, utanılacak kusur.
Ayb
Kusur. Leke. Utandıracak hal.
Ayb-cû
f. İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana çıkarmak isteyen.
Aybe
(C.: İyâb) Heybe, deri çanta.
Ayb-gû
Fitneci, fitnekâr, dedikoducu.
Ayb-gûyî
f. Dedikoduculuk.
Ayb-ı hâdis
Huk: Satılan eşya müşteri elinde iken ârız olan ayıb. (Müşterinin satın aldığı kumaşı kesip biçmesiyle meydana gelen hâl gibi)
Ayb-nâk
f. Noksan, kusurlu.
Ayc
Razı olmamak. * Tasdik edip inanmamak. * Menfaatlenmemek, faydalanmamak.
Aydan
(Uvd. C.) Uzun hurma ağaçları.
Aydane
Uzun hurma ağacı.
Ayde
Yaramaz huylu.
Aydın
"Aydınlık. * Açık, âşikâr, açıkça görünen. * Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de ""aydın"" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile kararmış insana aydın demek yanlıştır. Böylelerine
212
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""zulmetli münevver"" yani kalbi ve aklı kararmış okumuşlar demek daha doğru olur." A'yen
Büyük ve iri gözlü. * Bakılan yer. * Çok açık, pek belli, bâriz.
Âyen
f. Demir.
Âyende
(C.: Âyendegân) f. Gelen, geçici.
A'yes
(C.: İys) Beyaz deve.
Ayes
Beyazlık, aklık.
Âyet
Eser. * Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret. * Menzil, mekân. * Kur'ân-ı Kerim'deki her bir cümle. Mânen uyanmağa, intibâha sebeb olan hâdise. (Kur'ân-ı Kerim'de 6666 âyet vardır.)
âyet
Kurândaki her bir cümle, delil, bellik.
Âyet-i müdâyene
Kur'an-ı Kerim'de (Sure-i Bakara, 281. âyet) borçlu ve alacaklı hakkındaki âyet. (Bu âyet vasatî olarak bir sahife uzunluğundadır.)
âyetülkübra
en büyük âyet.
Ayfe
Hayret. * Tereddüt. * İğrenmek.
Ayheka
Neşat, sevinç, neşe, sürur. * Bir kuş adı.
Ayhem
Katı, sağlam nesne.
Ayhüm
Ağaç kökü. * Kırmızı sahtiyan.
Ayıklanma
"t. (Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri sürdüğü bir tâbirdir. Ayıklanma ile tekâmül görüşü tabiatta herşeyin tesadüfle meydana geldiği peşin hükmüne dayanır. Hayatı ve kâinatı tesadüfle açıklamak hem ilmi, hem aklı inkârdan başka birşey değildir. Canlıların bulunduğu çevre şartlarına göre cihazlarla
213
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
donatılması; onların Hâlık'larının, Rab'lerinin sonsuz merhametini, ilmini ve iradesini gösteren inkâr edilemez delilleridir. Bunlar kör tesadüfün, şuursuz maddenin işleri değildir ve olamaz. Dünyaya bir yavru getiren annenin memelerinden süt gelmesi ve yavrunun kimseden öğrenmeden memeyi arayıp süt emmesini başarması tesadüf mü, yoksa Allah'ın sonsuz merhameti, ilmi ve iradesini göstermez mi? Bunu zerre kadar aklı olan anlamaz mı?" Ayın
Arap alfabesinin onsekizinci ve Osmanlı alfabesinin yirmibirinci harfi olup, ebced hesabında yetmiş sayısına tekabül eder.
Ayib
Dönüp çekilen. Geri dönen. Tövbe eden.
Ayide
Fayda, menfaat. * Muhabbet, sevgi.
Ayij
f. Kıvılcım, şerâre.
Ayil(e)
Ailesi kalabalık olan. * Ailesini besleyen. * Aşırı. * Fakir. * Dengede olmayan terazi.
Âyin
"Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun. * Ziynet, süs.İslâm'da fıkıh lisânı âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, filân câmide herhangi bir tarikat âyini icra için te'sis yapacakları zaman vaki olan müracaatlarında fetvahâne tarafından verilen müsaadelerde âyin sözü kullanmayıp ""İcra-yı zikrullah"" tabiri kullanılırdı. Sofiyede âyin lâfzı muteberdir. Turuk-u âliye tekkelerinde icra edilen şekil ve merasime âyin ıtlak edilir. ""İcra-yı âyin-i ehlullah"" tabirdendir. Bu sûretle her tarikata mensub tekkelerde yapılan dinî merasime âyin ismi verilmiştir. Bu âyinlerden herbirinin ayrı ismi ve şekli vardır. Yaptıkları âyine Mevleviler: Semâ; Kâdirîler: Devran; Rıfailer ve Sa'diler: Zikr-i kıyam; Halvetiler: Darbı esmâ; Nakşibendiler: Hatm-i hâcegân isimlerini verirler. Diğer
214
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
turuk-u âliye de bu esaslardan münşaib olduğuna göre âyinleri bu esaslara bağlıdır. (T.İ.A.)" âyin
dinî tören.
Ayine
"f. Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarına âyinelik eden mevcudata da mecazen ""âyine"" denilmektedir.) * Vasıta ve mazhar mânasına da gelebilir."
âyine
ayna.
âyinedar
ayna olan.
Ayinedar
f. Ayna tutan. * Eskiden, bir büyük adamın giyinirken aynasını tutmakla vazifeli hizmetçi. * Berber.
Ayine-i âsmân
Güneş.
Ayine-i ehadiyet
"Ehadiyetin ayinesi. Cenab-ı Hakk'ın ekser isimlerinin tecellisine mazhar olan şey.(Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz ise küll gibi, cüz'iye dahi külli gibi bir câmiiyyet verir. Evet hayatın öyle bir câmiiyyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser Esmâ-i Hüsnayı kendinde gösteren bir câmi âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir, âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasıl ki, bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de: En küçük bir zihayatı halkeden, elbette umum kâinatın Hâlıkıdır. L.)"
Ayine-i ervah
"Ruhlar âyinesi. Esmâ-i İlâhiyenin tecellisine mazhar olan ruhlar.(... Muhabbetten yetimâne bir şefkat, me'yusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır; hatta güzel ve zevâle maruz bütün mahlukata
215
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden birşey gelmez, ye's-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevalinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmâsının dâimi cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati, bir sürura inkılâb eder. M.)" Ayine-i iskender
Makedonya kralı Büyük İskender'in aynası. Rivayetlere göre, bu ayna Aristo tarafından yapılmış ve İskenderiye şehrinde yüksekçe bir yere konulmuştur. Bu sayede İskender, yüz fersah uzaklıktaki düşmanlarını aynada görürmüş.
Ayine-i zişuur
Şuur sahibi âyine. (Yani: İnsan, cin, melek)
Ayine-rû
f. Yüzü ayna gibi parlıyan.
Ayine-saz
f. Aynacı.
Âyin-han
f. Mevlevihâne ve semâhânelerde sema edilirken, yüksek bir yerde bulunan ve mutribhâne adı verilen mahfilde âyin okuyan kimse.
Ayir
Tereddütlü kimse.
Ayis
(Bak: Sinn-i iyâs)
Ayiş(e)
Bolluk içinde rahat yaşayan. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zevcesi ve mü'minlerin vâlidesi, Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) kızının bir ismi. Aişe-i Sıddıka diye de anılır. Hayret edilecek derecede takva, iffet ve zekâvet sahibesi olup 2210 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicretin 57. yılında vefat etmiştir. (R.A.)
Ayişne
(Ayişte) f. Casus, ajan. * Dalkavuk.
Ayiz
(C.: Ayizât) Yeni doğurmuş hayvan.
Ayiz(e)
Mukabil olarak veren. Karşılık olarak verilmiş.
Ayk
Nâhiye. * Kenar. * Taife.
216
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ayka
Deniz kenarı. * Ev ortası.
Ayke
Sık koruluk.
Ayle
Fakirlik.
Aylem
(C.: Ayâlim) Yumuşak nesne.* Suyu çok olan kuyu.
Ayman
Süt içmeğe iştihası olan erkek. * Malı gitmiş kişi.
Ayme
Süt içmeğe iştihası olmak. * Malın iyisi.
Ayn
(C.: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz. * Pınar, kaynak. Çeşme. * Tıpkısı, tâ kendisi. * Zât. * Eşyanın hakikatı. * Kavmin şereflisi. * Diz. * Altın. * Nazar değme. * Casus. * Her şeyin en iyisi. * Muayene etmek.
ayn
göz, aslı, kendisi.
Ayna
(C.: În) Gözü güzel ve iri olan.
Aynan
Akmak, seyelan.
Ayn-el yakîn
(Ayn-ül yakîn) Göz ile görür derecede görerek, müşâhede ederek bilmek. (Bak: Yakîn)(İman-ı tahkikîde pek çok meratib var. O mertebelerden ilm-el yakîn mertebesi çok bürhanların kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman ise bir şüpheye karşı bazan mağlup olur. Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de, aynel yakîn derecesidir ki, çok mertebeleri var. Belki Esma-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur'an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Ve bir mertebesi de, hakk-al yakîndir ki, onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. R.N.)
aynelhayât
hayatın kendisi.
aynelyakîn
göz ile görmüşçesine kesin biliş.
Aynen
Bir şeyin aslı veya kendisi olarak. Tıpkısına, hiç bir şeyi değiştirmeden, aynı olarak.
217
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
aynen
tıpkı, tıpkısı.
Ayn-i vâhid
Tek gözlü.
ayniyet
aynı olma.
Ayniyyat
(Ayniyye. C.) Kullanılmaya veya harcanmaya elverişli olup taşınabilen ve para eden şeyler.
Ayniyye
Göz hastalıkları kliniği. * Pahada ağır olan ve taşınabilen şeyler.
Ayniyyet
Bir şey veya şahsın aynı veya kendisi olması.
Ayn-ül hayat
Hayatın tâ kendisi.
Ayn-ül kıtr
Bakır kaynağı.
Ayn-ül lika
İstenilen kavuşma ve sevilenin tâ kendisi.
Ayn-ür rızâ
Rıza gözü. Kusuru görmeden bakan muhabbet gözü.
Ayn-üs sevr
Boğa gözü. * Koz: Semânın kuzey yarım küresinde bulunan boğa burcunun en parlak yıldızı.
Ayn-üs suht
Kızgınlık ile bakış, hiddet gözü.
Ayr
(C.: A'yâr) Eşek, himar. * Medine-i Münevvere yakınında bir dağ. * Uzun demir mıh.
Ays
Cimâ etmek. * Meni denilen su.
Ayse
Yumuşak yer.
Aysele
Gözsüz, a'mâ, kör.
Aysum
Filin dişisi. * Sırtlan. * Büyük deve. * Süsen çiçeği.
Ayş u işret
Yiyip içme. (Bak: Îş)
Ayş u tarab
Yeme içme, eğlence.
Ayş ü nûş
Yiyip içme. (Bak: Îş)
Ayş
Yaşayış, yaşama. Yiyip içme. Zevk u safâ. * Dirilik. Hayat.
Ayşe
Dirilik, hayat, yaşama.
Ayşûm
Nebatattan bir ot.
218
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ayt
Uzun boyunlu.
Ayta'
Uzun boyunlu kadın. * Uzun boyunlu dişi deve.
Aytel
Uzun boyunlu.
Aytemûs
(C.: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan.
A'yün
(Ayn. C.) Gözler, aynlar. * Çeşmeler, pınarlar. Menba'lar.
Ayyab
Kusur görücü, ayıb gören.
Ayyan
Yorgun. Bitkin. * Ne yapacağını bilmeyen.
Ayyar
Hırsız. Hileci, dolandırıcı, hilebaz, dessas. * Zeki, kurnaz.
Ayyarî
f. Dolandırıcılık, hilecilik.
Ayyaş
Haram içki içen. şarhoş.
ayyâş
haram içkileri çok içen.
Ayyil
(C.: İyâl) Nafakası lâzım olan kişi.AYYUK : Samanyolunun dâima sağ tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi. * Mc: Gökyüzünün pek yüksek yeri.
ayyuk
gökyüzünün pek yüksek yeri.
Ayzan
Yaban eşeğinin erkeği.
Ayzemûr
Yük taşıyamıyan büyük ve yaşlı deve.
Aza
(C.: Uzâ) Kertenkele.
A'za
(Uzv. C.) Bedenin her bir uzvu. * Bir cemiyete mensup kimse.
Aza'
Başa gelen musibete sabretmek. * Bir kimseyi babasına nisbet etmek.
âzâ
uzuvlar, organlar, üyeler.
Azab
Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza. * Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem.
azâb
eziyet, işkence.
Azab-engiz
f. Azab verici, keder verici.
219
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Azab-ı cehennem
Cehennem azabı. * Mc: Büyük ıztırab, sıkıntı.
Azad
Kısa ve sık olarak dikilmiş.
âzâd
salıverme, hür etme.
Azade
f. Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Kayıtsız. Hür. Sâlim. Müberrâ.
âzâde
hür, serbest, kendi başına.
Azade-dil
f. Gönlü bir şeye bağlı olmayan.
Azade-gân
f. (Azâde. C.) Azadeler. Bağımsız, serbest ve hür olanlar.
Azade-gî
f. Hürlük, âzâdelik, serbestlik.
Azade-hâtır
f. Başı dinç, gönlü hoş olan.
Azade-hayat
f. Hayattan kurtulmuş. Ölmüş.
Azade-ser
Başı boş. Hür.
Azadî
Serbestlik. Hürriyet. * şükür.
Az'af
(Bak: Ez'af)
Azahî
(Bak: Adâhi)
Azaim
Kötü şeyleri defetmek için yazılan duâlar.
Azal
(Ezel. C.) Ezeller. Başlangıcı olmayan zamanlar.
Azalil
(Uzlûle. C.) Yanlışlar, yanılmalar. Doğru olmayanlar.
Azam
(C: Azamât) Kin, husûmet, adâvet, garaz, fena niyet. * Öfke, hiddet. * Kıskançlık.
A'zam
Çok büyük. En büyük. Daha büyük.
âzam
en büyük.
Azame
Eskiden, büyük görünmesi için kadınların bağladıkları arkalık.
azamet
büyüklük.
Azamet
Büyüklük. Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü. * Kibirlilik.(Beşerin zihni ve fikri Cenab-ı Hakk'ın azametine bir mikyas, kemalâtına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs'atinde değildir. Ancak
220
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cemî masnuatından ve mecmu asarından ve bütün ef'âlinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet zerre, mir'ât olur, fakat mikyas olamaz. Bu meselelerden tebârüz ettiği vechile Cenab-ı Hakk'ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunâtına mikyas yapılması en büyük cehâlet ve hamakattır. İ.İ.) Azamet-fürûş
Kibirlenen. Büyük görünmek isteyen.
A'zam-ı esbab
Sebeplerin en büyüğü.
âzamî
en büyük, maksimum.
A'zamî
En fazla, en çok, nihayet derecede.
Azamim
(Izmâme. C.) Desteler, kümeler, topluluklar, zümreler.
âzamîyet
en büyük oluş.
A'zamiyyet
En fazla oluş. En fazlalık.
Azamût
(Mübalâğa sigası ile) Azamet. Kibriya. Allah'a mahsus olan büyüklük.
âzamüşşer
büyük kötülük.
Azan
(Üzn. C.) Kulaklar.
A'zar
(Özr. C.) Özürler, mâniler, bahaneler, engeller.
Azar
f. İncitme. Tâzib. Kırılma. Tekdir. Zulüm. Ukubet.
âzâr
kötü sözle incitme.
Azar-dide
f. Zulüm görmüş. Küskün.
Azarende
f. Azarlıyan, tekdir eden. * Kalb kıran, inciten.
Azâr-ı dil
Gönül kırıklığı.
Azarî
f. Muzırlık. Küfürbazlık. * Fenalık görmüş, kalbi kırılmış, incitilmiş olma.
Azariş
f. İncitme, kalb kırma.
Azar-mend
f. İncitilmiş, zulmedilmiş.
Azar-mendî
f. İncitilmiş, kırılmış olma.
221
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Azarr
(Zarar. dan) Çok zararlı.
Azar-reside
f. Zulüm görmüş, kırılmış, incitilmiş.
Azaye
(C.: Izâ-Izâyâ) Kertenkele.
A'za-yı dâhiliye
İç organlar.
Azaz
Bir tek lokma.
Azâze
Kuvvet. * Azamet, büyüklük. * Şiddet. * Azlık. * Gâlip olmak.
azâzil
şeytan.
Azazil
Şeytan. (İblisin bir adı) Şerlerin temsilcisi.
Azb
Tatlı, lâtif, hoş ve şirin olan yiyilecek ve içilecek şey. * Fazla susuzluktan yemek yemeği terketme. * Men'etme. * Feragat.
Azba'
(Zab'. C.) Kolun yukarı kısmı, dirseğin üst tarafı.
Azbe
(C.: Uzeb-Azebât) Su içinde olan çerçöp. * Her bir şeyin ucu, tarafı.
Azbî
Güzel ahlâklı.
Azbu
(Zebu. C.) Sırtlanlar.
Azd
(Azid, azud) Kolun üst kısmı. * Destek. * Kuvvet, kudret. (Bak: Adud)
Azdad
(Bak: Ezdâd)
Azde
f. Boyalı, boyanmış. * Ucu sivri olan bir âletle delinmiş.
Azeb
Bekâr. Mücerred. Evlenmemiş. Zevcesi olmayan.
A'zeb
Çok tatlı. Pek hoş.
Azebe
Kocası olmayan kadın.
Azeh
f. Vücutta çıkan siğil.
Azeka
Alâmet, nişan, işâret.
A'zel
Yalnız veya silâhsız bulunan.
222
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Azer
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Ateş. * Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Kasım. Her şemsî ayın dokuzuncu günü. * Mecusilere göre güneşe memur meleğin adı. * Hz. İbrahim'in (A.S.) babasının veya amcasının ismi.
Azerahş
f. Yıldırım.
Azerbayigan
f. Azerbeycan.
Azerd
Boya, renk.
Azeret
Yetişip kuvvetlenme. * Kalınlaşma. * Ekinin yetişip tanelerinin çıkması. (Bak: Muâzere)
Azer-gûn
f. Ateş renginde olan, kızıl, kırmızı. * Ay çiçeği.
Azerîler
Kafkasyanın Azerbeycan bölgesinde yaşamış Türk kavmi.
Azerm
f. şefkat, merhamet. * Haşmet, büyüklük, azamet. * Haya, utunma.
Azerm-cû
f. Hayâlı, utangaç. Terbiyeli, nâzik.
Azerperest
Ateşe tapan, mecûsi.
Azerşeb
f. Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender denilen bir hayvan. * Şimşek, berk.
Azf
Zâhidlik. Nefsini bir şeyden döndürmek.
Azfar
(Zufr. C.) Tırnaklar.
Azfendak
f. Gökkuşağı.
Azgan
(Zıgn. C.) Kinler, garazlar.
Azgas
(Bak: Adgas)
Azha
(Zahve. C.) Su havuzları. Göller.
Azhar
En zâhir. En açık. Besbelli. Bedihi olan, rûşen. * Bir ibârenin en açık ve kat'i olan mânası.
azhar
pek zahir, en açık.
Azırra
(Zarir. C.) Körler, âmâlar, gözleri görmiyenler.
Azib
Susuzluktan yem ve yulaf yemeyen yorgun hayvan.
223
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Azide
f. Ucu sivri bir aletle delinmiş olan.
Azif
Sazcı, çalgıcı.
Azife
Yaklaşan. Yaklaşmakta olan. * Kıyamet.
Azig
f. Nefret, kin, garaz. * İğrenme, tiksinme.
Azihe
Yalan, iftira.
Azik
Hoşa giden.
Azil
Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı.
Azîm
Azimet eden. Gidici.
âzim
azimli, kesin kararlı.
Âzim
Bir yere gitmeğe karar veren. Bir iş hakkında kat'i karar ve niyet sahibi.
azîm
büyük.
Azimat
(Azime. C.) Kıtlık yılları.
Azime
(C.: Azâim) Büyük iş, fevkalâde ve çok mühim iş. * Tılsım, efsun, sihir. * Sebat. Verilmiş olan kararda kat'ilik. * Kasdetmek, yemin etmek.
Âzime
Azı dişi. * Kıtlık senesi.
azîme
büyük.
azîmet
dinî emirlere tam uyma.
Azimet
Takvâ ile amel etmek. Allah'ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmak. * Kesin karar vermek. * Yola çıkmak, gitmek.
Azimet-râh
Yola çıkma.
azimkâr
azimli, kesin kararlı.
azimkârâne
azmederek, kararlı bir şekilde.
Azîm-üş şân
Şânı büyük. Namı çok yüce.
azîmüşşân
şanı pek büyük.
224
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Âzîn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Kaide, kanun. * Süs, zinet, güzellik. * Yoğurttan yağ çıkarmak için hususi olarak yapılmış yayık.
Âzin
Kefil. Birinin yerine kefalet eden. * Kapıcı, perdeci. * İzin veren.
Âzîne
f. Cuma veya bayram günü.
Azîr
Biçilmiş olan ekinin tarlada satılması.
Âzîr
f. Iztırab, sıkıntı. Ağrı, sızı. * Azar, tekdir.
Azir
Özür dileyen, özrünün afvedilmesini isteyen. * Özür. * Sünnet düğünü.
Âzir
Yara izi.
Azire
(C.: Uzrât) Ön yanı, önü.
Âzire
Hayızlı kadın.
Aziş
f. Talaş, yonga, ağaç ve tahta kırığı. * Eşik tahtası.
Aziyy
(C.: Ezavî) Deniz dalgası.
aziz
Hıristiyanların mübarek bildikleri büyükleri.
Azîz
İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu. * Dost. * Şerif. * Nadir. * Dini dünyaya âlet etmeyen. * Sireti temiz. * Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi. * Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. * Hristiyanlıkta kudsî kabul edilen daimî reis.
Azizân
f. Azizler.
Azize
(Müe.) Aziz olan. * Hristiyanlıkta kadın rahib. Rahibe.
Azk
Hurma ağacı. * Nişan, alâmet, işâret.
Azka
İri yünlü koyun.
Azl
(Azel) Levmetmek, kınamak. Azarlamak.
azl
azil, atma, dökme, çıkarma.
Azla'
(C.: İzâl) Kırba ağzı.
225
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Azlaf
(Zılf. C.) Zool: Çatal tırnaklı olan hayvanların tırnakları. Toynaklar.
Azlal
(Zıll . C.) Gölgeler.
Azlem
Çok zâlim. Pek zâlim. * Çok karanlık.
Azm
(Azim) Kasd, niyet. Sağlam ve kat'i karar. Sebât.
azm
kemik.
Azma(y)
f. Denemiş.
Azman
Cins ve nev'inin icabından fazla büyümüş, çok iri. * Melez. İki ayrı cins hayvandan doğma.
Azmayiş
f. Deneme, sınama, tecrübe. * Tar: Emekdar tirendâzların kullandığı bir çeşit ok.
Azmen
Pek fazla şeyler içine alabilen. * En çok güvenilen.
Azmend
f. Haris, açgözlü, tamahkâr, cimri.
Azm-i acz
Tıb: Sağrı kemiği. Kuyruk sokumu kemiği.
Azm-i adesî
Tıb: Mercimek kemiği.
Azm-i adud
Tıb: Pazı kemiği.
Azm-i akab
Tıb: Ökçe kemiği.
Azm-i enfî
Tıb: Burun kemiği.
Azm-i kasaba
Tıb: Baldır kemiği.
Azm-i kat'î
Kesin karar, kat'î azim.
Azm-i kitf
Tıb: Kürek kemiği, omuz kemiği.
Azm-i ku'bere
Tıb: Kolumuzun ön tarafında bulunan önkol kemiği. (Önkol kemiğinin arkasında dirsek kemiği bulunur).
Azm-i terkova
Tıb: Köprücük kemiği.
Azm-i us'us
Tıb: Kuyruk kemiği.
Azm-i vecenî
Tıb: Elmacık kemiği.
Azm-i zend
Tıb: Dirsek kemiği.
226
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Azm-i zıfrî
Tıb: Tırnaksı kemik.
Azmî
Kemikli, kemikten yapılmış.
Azmûde
f. Tecrübe etmiş olan. Tecrübeli. * Tecrübe olunmuş, denenmiş.
Azmûdegî
f. Tecrübe, deneme, imtihan.
Azmûn
f. Tecrübe, deneme, imtihan.
Azoik
En eski jeolojik zaman. * İçinde fosil bulunmayan toprak.
Azr
Sünnet etmek.
Azra
Medine-i Münevvere'nin bir ismi. * Sevgili. Mahbûbe. * Delinmemiş inci. * Üzerinde yürünmemiş kum. Kız olan kız. * Hz. Meryem'in bir vasfı.
Azrail
"Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de ""melek-ül mevt: Ölüm meleği""dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm de bir rahmettir. Ölüm, meşakkatli dünya hayatından terhis olma ve ebedî âleme yolculuktur. İnanmıyanların ölümden çok korkmaları ve hatırlarına getirmekten ürkmeleri bundandır. Azrail (A.S.) müslümana göre ebediyet âlemine yolculuğun dâvetçisi; hastalık, kaza vs. sebepler, ölüm için bahane ve sebeplerdir. Azrail (A.S.) bu sebeplerin arkasında görevini yerine getirir.(Azrail Aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk'a münâcât edip demiş: ""Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibâdın benden küsecekler, şekvâ edecekler."" Ona cevaben denilmiş: ""Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım; tâ ibâdımın şekvaları onlara gitsin, sana gelmesin."" Aynen bu perdeler gibi Azrail Aleyhisselâm'ın vazifesi de bir perdedir. Tâ haksız şekvâlar Cenâb-ı Hakk'a gitmesin. Çünkü;
227
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zâhire bakıp itiraz eder, şekvaya başlar. İşte bu haksız şekvâlar Rahim-i Mutlaka gitmemek hikmetiyle Azrail Aleyhisselâm perde olmuş. Aynen bunun gibi bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zâhiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlâhiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile kudretin mübaşereti nazar-ı zâhirîde görünmesin. Ş.)" Azrâil
can almakla görevli melek.
Azrar
(Zarar. C.) Zararlar, ziyanlar, kayıplar.
Azrec
Seri, hafif nesne. Vâhid, tek.
Azref
Çok zarif. Zariflerin zarifi. * Çok zeki.
Azref-i zürefâ
Zariflerin zarifi.
Azreng
f. Çok üzüntü, meşakkat, eziyet. * Son derece sert ve katı.
Azûf
Yiyecek, erzak. Azık.
Azûg
f. Kir, pas.
Azûk
İçi henüz olmamış fıstık yemişi.
Azûl
Çok azarlayan, çıkışan, paylıyan.
Azûmet
Eğlence. Neşeli ve hoşça vakit geçirten şey.
Azûn
f. Öylece, onun gibi, bunun gibi, böylece.
Azur
(Azver) f. Açgözlü. Hırslı. Tamahkâr. Cimri. Hasis.
Azurde
(Bak: Azürde)
Azûz
Isırıcı, ısıran.
Azüg
f. Hurma lifi. * Ağaç ve asma budantısı.
Azürde
f. Azar görmüş, incinmiş, gücenmiş. Kalbi kırılmış, üzülmüş.
228
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Azürde-dil
Kalbi kırık. Müteessir.
Azürde-gî
f. Gücendirilmiş, incitilmiş olma.
Azürde-hâtır
f. Gönlü kırılmış, hatırı kırılmış.
Azürde-püşt
f. Beli bükülmüş ihtiyar.* Yükten sırtı berelenmiş olan hayvan.
Azv
İftira. Birisine bir şey isnad etme. Nisbet etme.
Azva
(Zav ve Zû. C.) Parıltılar, ışıklar, aydınlıklar.
Azver
(Bak: Azûr)
Azv-i cinnet
Delilik isnadı.
Azviyat
(Azv. C.) Yalanlar, iftiralar.
Azy
Bir kimseyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etme.
Azyak
Daha dar, en dar.
Azz
Galib olmak. * Çok yağmur yağmak.
Azza'
Şiddet ve kıtlık yılı.
Azze ensâruh
Yardımı çok olsun. (Bu tabir, padişahlara ait dua yerinde olup eski fermanlarda geçer.)
Azze ve celle
Aziz ve Celâl olsun, oldu... (meâlinde, Cenab-ı Hakkın isminden sonra hürmet maksadı ile söylenir.)
azze
aziz oldu, şanı yüce oldu!
Azze
Aziz ve şânı büyük olsun, büyük ve aziz oldu (meâlinde).
Azzet
Geyik buzağısı.
Azz-i benâm
Parmak ısırma.
Bâ
Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.
Ba'
Kulaç. * Erişme. * Yetme. * Kuvvet, kudret, beceriklilik. * şeref, kerem. * Vergili, verimli olma.
Baad
Helâk olmak.
229
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ba-anki
Şu sûretle ki, o şartla ki.
Baas
(Bak: Ba's)
Ba-asam
Günahlarla.
bââsâm
günahlarla.
Bab harcı
Mahkemelerde kadıların, naiblerin, mal ve mukataa kalemlerinde bulunan memurların aldıkları bir nevi harç.
Bâb
f. Lâyık, uygun, münasib, elverişli. * Hayır, uğur.
bâb
kapı, bölüm.
Bab(a)
f. Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. * Gemi halatlarının bağlandığı yer. * İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. * Mânevi rehber, şeyh. * Bektaşi şeyhi. * Hayırhah ve muhterem. * Daha çok zencilerde olan bir hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatta en büyük eseri, yetiştireceği hayırlı evlâttır. Evlâdın yaptığı hayır ve sevap işleri, onu yetiştiren babanın amel defterine de geçer. Her baba çocuğunu müslüman olarak yetiştirmekle görevlidir. Evlâd da dine aykırı olmayan emirlerini saygı ile yerine getirmekle yükümlüdür. İslâm ailesinde baba-evlat ilişkisi sadece bu dünya hayatıyla sınırlı değildir. Ebedi âlemde de devam edeceği esasına göre olur.
Babacan
Biraz kalender davranışlı, cana yakın.
Babayan
(Baba. C.) f. Tarikat babaları, şeyhleri. Bektaşi şeyhleri.
Baba-yı âlem
Hz. Adem (A.S.)
Baba-yı atik
Babaeski. (Trakya'da bir şehir)
Babayiğit
Yetişmiş delikanlı, tam bedenî kuvvetini almış genç. Cesur, yiğit.
Ba-berat
Berat ile.
Babet
f. Bent, fırka. * Münasip bir şey. Taalluk, münasebet, alâka, ilişki.
Babeyn
İki kapı. * Mc: Dünya ve âhiret.
230
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bâb-ı âlem
Âlemin kapısı. Herkesin girip çıktığı yer.
Bâb-ı âlî
Yüksek kapı. * Tanzimattan önce sadrazam kapılarının, daha sonra da hükümet dairelerinin çoğunun içinde toplandığı bina. * Mc: Osmanlı Hükümeti.
Bâb-ı âsafî
Tar: Sadrazam konağı.
Bâb-ı fetva
Eskiden şeyhülislamların oturduğu daire. Fetvalar burada verilirdi.
Bâb-ı hâne
f. Hırsızların yeri. * Fuhuşhane. * Tembeller yurdu.
Bâb-ı hıfz ve hafîziyet Cenab-ı Hakk'ın herşeyi muhafaza edip varlığını devam ettirmesi bahsi. Bâb-ı hikmet
Cenab-ı Hakk'ın herşeyi hikmetli ve maslahatlı yaratması bahsi.
Bâb-ı hükümet
Hükümet dairesi, hükümet kapısı.
Bâb-ı hümayun
Topkapı Sarayı'nın ilk kapısı.
Bâb-ı ihya ve imate
Öldürmek ve diriltmek bahsi ve mevzuu.
Bâb-ı saadet
Saadet kapısı. * Sultanın sarayı. * İstanbul şehri.
Bâb-ı seraskerî
Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı. Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı.
Bâb-ı şerîf
Konya'da bulunan Mevlana türbesinin kapısı.
Bâbil kulesi
"Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna ""tebelbül-i akvam"" denir.) Müslümanlıkta, bu kuleyi Nemrud'un gökyüzüne yükselerek Allah'ın işlerine karışmak maksadıyla yaptırmış olduğu rivayet edilir. Milâttan önce yaşamış olan eski Yunan tarihçisi Herodot, Bâbil'deki Baal Ma'bedinin gayet yüksek bir kule olduğunu seyahatinde görerek
231
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
anlatmıştır ki; Bâbil ve Nemrut Kulesi denen şeyin bu olması ihtimali vardır. (T.L.)" Bâbil
"Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda ""Çeh-i Bâbil"" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen ""Bâbil Kulesi""nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir."
Bâb-ul mendeb
Kızıldeniz'de Hint Denizi yakınlarında bulunan bir boğazın adı.
Babur
(Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494)
Babur-name
f. Bâbur Şah'ın Vekayi ismindeki meşhur hatıra kitabı.
Babük
Ahmak, sersem adam.
Babzen
f. Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi.
Bâc
f. Vergi. * Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. * Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. * Renk. * Çeşit.
Ba'c
Karına dürtmek, karın yarmak.
Bâc-bân
f. Geçiş vergisi tahsildarı. Bac toplayan memur.
Baceng
f. Baca. * Ufak pencere. Tepe penceresi.
Bâc-gir
f. Vergi toplayan kimse. Vergi toplama memuru.
Bâc-güzar
f. Vergi veren, haraç veren. * Geçiş parasına tâbi.
Bâc-ı kırtıl
Hayvanlardan alınan vergi.
232
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bâd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. ""Olsun, ola, olaydı"" mânasına gelir ve kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd $ : Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet bâd $ : Afiyet olsun."
Bad'
Kesmek. Yarmak. * Suya kanmak.
bâd
rüzgâr, nefes.
Ba'd
Zaman zarfıdır ve te'hir ifade eder. * Helâk olmak mânâsına mastardır.
Bad'a
(C.: Bida') Et parçası.
Ba-dad
f. Adaletli, âdil, sâdık, doğru.
Badam
f. Badem.
Badame
f. İpek kurdu. * Zincir halkası. * Et beni. * Nazarlık. * Süslü şey. * Eski hırka.
Badaş
f. Mükâfat.
Bad-ban
f. Yelken. * Gemi sereni.
Bad-baz
f. Yelpaze.
Bad-bedest
f. Elinde avucunda birşey bulunmayan. İflas etmiş.
Bad-ber
f. Uçurtma. * Daima kendini methettiği halde elinden bir iş gelmiyen kimse.
Bad-biz
f. Yelpaze.
Badd
Az az akmak. * Nazik deri.
Bad-dar
f. Mağrur, kibirli. * Divane, deli. * İri vücut, şişman. * Hiç bir işle alâkası bulunmayan kişi.
Ba'de bu'din
Hayli zaman geçtikten sonra, neden sonra.
Ba'de harab-il basra
Basra harab olduktan sonra. * Mc: İş işten geçtikten sonra.
Bâde
f. şarap, içki. Kadeh. (İçkinin her çeşiti haramdır, büyük günahtır. İnsan sağlığına zararları ilmî bir gerçektir. Aile, cemiyet hayatı ve ahlâk için de yıkıcıdır. İçkiden ve içenlerden uzak durmak gerekir.)
233
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ba'de
Sonra.
bâde
şarap, içki.
Bad-efra(h)
f. Mücazât, ceza. * Bir çeşit fırıldak.
Ba'dehâ, ba'dehû
Bundan sonra. Ondan sonra.
bâdehû
bundan sonra.
Ba'dehum
Onlardan sonra.
Bâde-i ikbal
İkbal şarabı. Yüksek mevkide bulunmanın verdiği geçici neşe ve keyif.
Bâdekeş
İçki içen.
Ba'del eda
(Ba'de-l edâ) Yapıldıktan sonra.
Ba'del harb
(Ba'de-l harb) Muharebeden, harpten sonra.
Ba'del ifa
(Ba'de-l ifâ) Yapıldıktan, ifâ edildikten sonra.
Ba'del mevt
(Ba'de-l mevt) Ölümden sonra.
Ba'del milad
(Ba'de-l milâd) Milâddan sonra. Tarih başlangıcı kabul ettikleri seneden sonra.
Ba'del musâlaha
(Ba'de-l musâlaha) Musâlahadan, barıştan sonra.
Ba'del mütâlaa
(Ba'de-l mütâlaa) Mütâlaa ettikten sonra, okuduktan sonra.
Ba'del yevm
(Ba'de-l yevm) Bugünden sonra.
bâdelmemât
ölümünden sonra.
bâdelmevt
ölümden sonra.
Ba'dema
(Minba'd, fimâba'd) Ondan sonra. Bundan sonra. Bundan böyle.
bâdemâ
bundan sonra.
Bademcik
Tıb: Boğazın iki tarafında, badem biçimindeki bezler.
Baden
Semiz, iri gövdeli kimse.
Ba'detteşekkül
(Ba'de-t teşekkül) Teşekkül ettikten sonra, oluştuktan sonra.
Ba'deza
(Ba'dezin) Bundan sonra.
234
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ba'dezzeval
(Ba'de-z zevâl) Zevalden sonra, sona erdikten sonra.
Ba'dezzuhr
(Ba'de-z zuhr) Öğleden sonra.
Bad-gân
f. Bekçi, gözetici, gözeten. * Hazinedar.
Bad-gâne
f. Kafesli pencere.
Bad-gerd
f. Kasırga.
Bad-gîr
f. Vantilatör. * Baca. * Semaver ve nargilenin başlığı.
Bad-herze
f. Büyü, sihirbazlık. * Letâfet, güzellik.
Bâd-ı berîn
Sabah rüzgârı. * Lâtif hava.
Bâd-ı cem
Hz. Süleyman Peygamberin hükmettiği yel, rüzgar.
Bâd-ı cenubî
Güney rüzgârı.
Bâd-ı hazân
Sonbahar rüzgârı.
Bâd-ı hevâ
Hevâ ve heves. Eğlence. Bedava. Boş.
Bâd-ı pürgû
Devamlı sesler çıkaran, ıslık çalan rüzgar.
Bâd-ı sabâ
Baharda esen hafif ve hoş rüzgar, seher yeli.
Bâd-ı semûm
Çölde, sıcakta gündüz esen sıcak yel. Sam yeli. Zehirli rüzgâr.
Bâd-ı subh
Sabah rüzgârı.
Bâd-ı şimalî
f. Kuzey rüzgârı. * Nefes, soluk. * Ah sesi, ah çekme. * Allah'ın inâyeti. * Medih. * Söz. * Büyüklük taslama, kibirlilik. * şarap.
Bâd-ı tecelli
Tecelli rüzgârı. * Kader.
bâdıhevâ
boşu boşuna, bedava.
Badi'
Deniz içinde olan ada. * Et. * Deri.
Badi
f. Geçici. * Havaya veya rüzgâra âit.
Bâdî
Rüzgâra ait. * Muvakkat. Geçici.
bâdî
sebep, geçici.
Badia
Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.
235
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Badih
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Bâdihe) Beklenmedik ziyaret. * Erkek ziyaretçi. * Birden bire gelen ilham. * Ansızın, âniden.
Badile
(C.: Bâdil) Koltukla meme arasında olan et.
Badin
Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu.
Badinc
f. Hindistan cevizi.
Badincan
f. Patlıcan.
Badir
Hemen yapmak isteyen. * Birdenbire vuku bulan. * Dolunay. * Büyümüş (çocuk). * Olgun (meyva).
bâdire
anî felâket, zor geçit.
Badire
Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet. * Kabahat. * Birden, zahmetsizce söylenen söz. * Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu. * Zor geçit.
bâdiye
çöl, kır.
Bâdiye
f. Kır. Ova. * Sahrâ. Çöl.
Bâdiyet-üş-şam
Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip denize döküldükleri yerden, batıya doğru uzanan çöl.
Badk
Tükürmek.
Bad-nüma
f. Rüzgârın esme istikametini gösteren âlet. * Fırıldak.
Bad-pa(y)
f. Ayağı çabuk olan (at ve sâire).
Bad-per
f. Kağıttan yapılmış olan uçurtma. * Hodbin, kendini beğenen ve öven kimse. * Kamçı topacı.
Bad-peyma
f. Başıboş, boş gezen, âvâre, serseri.
Bad-reftar
f. Rüzgâr gibi hızlı yürüyen. Çabuk ve hızlı koşan, sür'atli.
Bad-sene
f. Kibirli, mağrur. Büyüklük taslıyan. * Kötü niyetli.
Bad-ser
f. Mağrur, kibirli. * Serkeş, isyânkar, âsi. * Taassub ehli, mutaassıb.
Bad-seyr
f. Hızlı yürüyen, rüzgâr gibi koşan, ayağına çabuk.
236
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bad-süvar
f. Koşu atı, hızlı yürüyen at. * Hızlı giden atlı.
Bad-zehr
f. Panzehir.
Bad-zen
f. Yelpâze.
Bâf
f. Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ:
Bagaj
Fr. Yolcu eşyası. * Yolcu eşyası koymaya mahsus yer, yolcu eşyası vagonu.
Bagal
f. Koltuk.
Bagan
f. Bahçeler. Bostanlar.
Bagar
"Bir yakıcı hastalıktır ki devede vâki olur; suyu içip kanmaz ve sonunda ondan helâk olur."
Bagare
Şiddetle yağan yağmur.
Bagat
(Bağ. C.) Bağlar, üzüm bağları.
Bagaya
(Bagiyy. C.) Fahişeler.
Bagbaga
Evmek, acele.
Bag-ban
f. Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi.
Bag-banî
f. Bahçıvanlık, bağcılık. Bağ bekçiliği.
Bag-çe
f. Bahçe.
Bagda'
şiddetli nefret, hiç sevmemek.
Bagel
f. Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki bir ısıda olan su.
Baggal
(Bagl. dan) Katırcı.
Bagi
İsteyen. * Zâlim. * İsyan etmiş. Asi. Yoldan sapmış. * Fık: İmâm-ı Adile âsi olan.
Bagilik
Serkeşlik, âsilik.
237
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bagiyane
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Allah'a isyan edenlere ve âsilere yakışır surette. * Zâlimlere yakışır şekilde.
Bagiyy
(C.: Begâyâ) Haddini tecavüz eden. * Zina edici, zâni.
Bagiz
Adavet olunmuş, düşmanlık yapılmış.
Bagl
Katır, ester.
Bagle
Dişi katır.
Bagsa'
Tüyü siyahlı beyazlı olan ve yer yer de benler bulunan koyun.
Bagşe
(C.: Buguş) Çisenti yağmurdan biraz fazlaca olan yağmur.
Bagt
Ansızlık. Ansızdan gafil iken gelmek.
Bagteten
Ansızın. Füc'eten. Birdenbire. Apansız.
Bag-van
f. Bahçıvan, bağcı.
Bagy
Azgınlık. Zulüm, İsyan. * İstemek, talep etmek. * Haddini tecâvüz etmek. * Yaranın şişmesi. * (Yağmur) şiddetle yağmak.
Bagza
şiddetli nefret, hiç sevmeme.
Bag-zar
f. Bağlık yer, bağ, bostan.
Bağ
f. Büyük bahçe. Bostan. * Üzüm asmaları bulunan yer. * Üzüm asması.
Bağ-çe
Küçük bağ, bahçe.
Bağdadî
Bağdad şehrine mensub. Bağdad ahalisinden olan. Bağdadlı. * Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan.
bâğî
azgın, yoldan çıkmış.
bağistân
bağlık bahçelik yerler.
Bağistan
f. Bağlık ve bahçelik yer.
bâğiyâne
azgınca.
bağy
azgınlık.
238
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bah'
Helâk etme.
Bah
şehvet.
Bâha
Ev ortası.
Bahâ
f. Kıymet. Değer. Bedel. Pahâ.
bahâ
paha.
Bâhâ
Suyun derin yeri. * Açık meydanlık. Alan. * Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe.
Bâ-haber
Haberi olan, haberli. * Zeki, akıllı. * İhtiyatlı, tedbirli.
Bâ-haberan
(Bâ-haber. C.) Haberliler, haberi olanlar. Akıllı, zeki, ihtiyatlı kimseler.
Baha-dar
f. Pahalı değerli, kıymetli.
bahâdar
pahalı.
Bahadır
f. Kahraman. Cesur. Yiğit. Dilâver.
bahâdır
kahraman, yiğit.
Bahadırane
f. Yiğitçesine, kahramana yakışır surette.
Bahadırî
f. Yiğitlik, bahadırlık, kahramanlık.
Bahaim
(Bak: Bahayim)
Bahak
Göz patlama veya patlatma.
Bahal
Malını kimseye vermeyip saklamak.
Bahandat
Gövdeli, besili kadın.
Bahane
f. Vesile. Sebeb. * Yalandan özür. * Kusur. Noksan. * Garaz.
bahâne
vesile, sebep, özür.
Bahane-cû
f. Bahane arayan, fırsat kollayan.
Bahar
Ağız kokusu.
Baharat
Karanfil, tarçın, karabiber gibi sert kokulu şeyler.
Baharet
Galip olmak.
239
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bahar-ı hayat
Hayatın baharı olan gençlik çağı.
Bahar-ı ömr
Ömrün baharı, gençlik.
Baharî
İlkbahara âit. İlkbaharla ilgili.
Baharistan
f. İlkbaharın hüküm sürdüğü zaman. * Yeşil ve çiçekli yer. * Molla Câmi'nin eseri.
Bahariyye
Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside. * Tar : Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık.
Bahas
Deve tırnağı. * Ayak eti. * Parmak diplerinin ayak tarafındaki etleri. * Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et.
Bahatir
(Bühter. C.) Kısa boylu kadınlar, bodur kimseler.
Bahayim
(Behaim) (Behime. C.) Suriye'de bir sıradağ ismi. * Canavarlar. * Dört ayaklı hayvanlar.
Bahbah
Şâdlık, şenlik.
Bahbaha
Devenin kükreyip ses çıkarması. * Çıtırdama. Mışıldama. * Deve çağırmak.
Bahdele
İşte çabukluk gösterme. * Eğilme, kırılma. (Kürek kemiği için).
Bahe
f. Kaplumbağa.
Bahek
f. İşkence, eziyet.
Ba-hem
"f. Birlikte. Beraber. (Arabçadaki ""Maa"" mânasına)"
bâhem
birlikte, beraber.
Bahh
Ses kesilmek, boğaz kısılmak.
Bahha'
Sesi kesilmiş olan kadın. (Müz: Ebahh)
Bahhal
(Buhl. dan) Çok bahil, çok tamahkâr, pek cimri. Çok alçak adam.
Bahhar
(Bahr. den) Gemici, denizci.
Bahhas
(Bahs. den) Çok bahseden, bahsetmeyi seven.
240
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bahî
şehvete dâir. şehvetle ilgili.
Bahice
Ses, savt, sadâ.
Bahik
Tek gözü kör olan adam.
Bahika
Görmiyen, kör (göz).
Bahil
Avâre, başıboş, serseri. * Yularsız deve. Deyneği olmayan çoban.
bahîl
cimri, eli sıkı.
Bahîl
Hasis. Cimri. Tamahkâr. Hayırlı işlere malını (varsa bile) harcamayan.
Bahîlân
f. Bahiller, cimriler, tamâhkârlar.
Bahile
Arap kabilelerinden birinin ismi. * Dul kadın.
Bahir
(Bak: Bahr)
bâhir
belli, açık.
bahir
deniz, derya.
Bâhir
Yalancı. Ahmak, serseri adam. * Kırmızı kan.
Bahîra
"Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovulmuş ve Şam yolu üzerinde Busra civârında bir manastır edinmişti.İbn-i Hişam'ın siretinde İbn-i İshak'tan rivâyet olunarak: ""Bahîra, kilise âleminde büyükten büyüğe intikal edip gelen bir kitaba malik bulunuyordu. Resül-i Ekremin bütün ahvâl ve evsafı bu kitabda yazılıydı."" deniliyor ki, bu kitab ""El-Enbâ"" ünvânıyla bıraktığı rivâyet olunan bir kitab olacaktır. Kitabın başlıca bahisleri, yakında Arabistanda bir Nebi-i Zişân çıkacağı, tevhid itikadına dâvet edeceği ve putlara ibâdetten nehyedeceği mevzuu etrafında toplanıyordu.(Meşhur Bahîra-yı
241
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rahib'in meşhur kıssasıdır ki: Nübüvvetten evvel, Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Tâlib ve bir kısım Kureyşî ile beraber, Şam tarafına ticarete gidiyorlar. Bahira-yı Râhib'in Kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlar ile ihtilât etmiyen münzevi Bahira-yı Râhib birden çıka geldi. Kafile içinde Muhammed-ül Emin'i (A.S.M.) gördü. Kafileye dedi: ""Şu Seyyid-ül-Alemîndir ve Peygamber olacaktır."" Kureyşîler dediler: ""Neden biliyorsun?"" Mübarek Râhib dedi ki: Siz gelirken baktım ki, havada üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammed-ül-Emin (A.S.M.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki: Taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise, nebilere yapılır. M.)" bâhire
belli ve açık olan.
Bâhire
Dikenli ağaç. * Çok koşan cins bir deve.
Bahire
Kulağı kesik deve.
Bâ-hired
f. Akıllı, zeki.
Bâhis
Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı. * Bir şeye dâir bilgileri içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden.
bahis
konu.
Bahit
Baht ve ikbalden vasıftır. Tâlii yaver olan adama denir. (Kamus'tan)
Bâhiz
Güçsüz, âciz. Meşakkatli.
Bâhiza
Musibet. Belâ.
Bahka'
Gözü çıkmış.
Bahl
Cimrilik.
Bahr
(C.: Bihâr - Ebhâr - Ebhur - Buhur) Deniz. * Âlim. Çok bilen. * Büyük göl veya nehir. * Yarmak, yırtmak. * Çok yürüyen at. * İyi kimse. * Deve hastalığı. * Aruzda aslî bir vezinle ondan tevellüd eden
242
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vezinler mecmuası. Bunlardan Arap nazmı haricinde kullanılan bahirler şunlardır:1- Hezec (Neş'eyle şarkı söyleme):a) Mefâîlün, mefâîlün, mefâîlün, mefâîlün.b) Mefâîlün, mefâîlün, feûlün.c) Mefâîlün, feûlün, mefâîlün, feûlün.d) Mef'ûlü, mefâîlün, mef'ûlü, mefâîlün.e) Mef'ûlü, mefâîlü, mefâîlü, feûlün.g) Mef'ûlü, mefâîlü, feûlün.2- Recez (Titrek):a) Müstef'ilün, müstef'ilün, müstef'ilün, müstef'ilün. b) Müfte'ilün, müfte'ilün, müfte'ilün, müfte'ilün.c) Müfte'ilün mefâilün, müfte'ilün, mefâilün.d) Müfte'ilün, müfte'ilün, fâilün.e) Müstef'ilâtün, müstef'ilâtün.f) Mefâilün, mefâilün, mefâilün, mefâilün.3- Remel (Koşan):a) Fâilâtün, fâilâtün, fâilâtün, fâilün.b) Fâilâtün, fâilâtün, fâilün.c) Fâilâtün (feilâtün) feilâtün, feilâtün, feilün (fa'lün).d) Fâilâtün (feilâtün), feilâtün, feilün (fa'lün).4- Münserih (Akıcı):a) Müfte'ilün, fâilün, müfte'ilün, fâilün.b) Müstef'ilün, feûlün, müstef'ilün, feûlün.5- Muzari' (Benziyen):a) Mef'ûlü, fâilâtü, mefâîlü, fâilün.b) Mef'ûlü, fâilâtün, mef'ûlü, fâilâtün.6- Müctes (Kopmuş): a) Mefâilün, feilâtün, mefâilün, feilâtün.b) Mefâilün, feilâtün, mefâilün, feilün (fa'lün).7- Seri' (Çabuk):a) Müfte'ilün, müfte'ilün, fâilün.8Hafif:a) Fâilâtün (feilâtün), mefâilün, feilün (fa'lün)9- Mütekarib (Yakın):a) Feûlün, feûlün, feûlün, feûlün.b) Feûlün, feûlün, feûlün, feûl.10 - Kâmil:a) Mütefâilün, mütefâilün, mütefâilün, mütefâilün. b) Mütefâilün, feûlün, mütefâilün, feûlün. bahr
deniz.
Bahre
Arz, belde.
Bahren
Denizden. Deniz yolu ile.
Bahreyn
İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi) * Basra Körfezi'nde bulunan bir
243
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden çekilmesi üzerine istiklâliyetini ilân etmiştir. Bahreyn, Manama ve Muharrak Adalarından müteşekkildir. Halkı, Arap ve Acemlerdir. (Yüzolçümü 662 km2, nüfusu 1972'de 216 078) * İki büyük esas ve temel şey. Bahr-i ahdar
Hint Okyanusu.
Bahr-i ahmer
Kızıl deniz, Şap Denizi.
Bahr-i bîkerân
Hudutsuz, sınırsız deniz.
Bahr-i bîpayan
Çok büyük sonsuz deniz.
Bahr-i ebyaz
"""Beyaz Deniz"" İskandinavya Yarımadasının doğusunda Kanin Yarımadasına kadar olan deniz."
Bahr-i hazer
Hazer Denizi.
Bahr-i lût
Filistinde seviyesi denizden aşağıda olan şaplı bir göl.
Bahr-i muhit-i atlasî
(Bahr-ı Muhit-i Garbî) Atlas Okyanusu.
Bahr-i muhit-i havaî
Yıldızların, seyyarelerin içinde dolaştığı feza. Büyük feza denizi.
Bahr-i muhit-i hindî
(Bahr-i Muhit-i Şarkî) Hindistan Yarımadasının doğusunda kalan deniz.
Bahr-i muhit-i kebir
(Bahr-i Muhit-i Mutedil) Büyük Okyanus. Pasifik Okyanusu.
Bahr-i muhit-i şimalî
İskandinavya Yarımadasının batısından İngiliz Adalarına kadar uzanan deniz.
Bahr-i mutavassıt
Akdeniz.
Bahr-i müncemid-i cenubî
Güney kutbunu çeviren deniz. Güney Buz Denizi.
Bahr-i müncemid-i şimalî
Kuzey kutbunu çeviren deniz. Kuzey Buz Denizi.
Bahr-i recez
(Bak: Bahr)
Bahr-i rum
(Bahr-i Sefid) Akdeniz.
Bahr-i siyah
Karadeniz.
244
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bahr-i sükûn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Lût Denizi) Sularının kesif ve dalgasızlığından dolayı bu isim verilmiştir.
Bahr-i umman
Arabistan ve İran'ın güneyinde kalan deniz.
Bahrî
Denize âit, denize mensup, denizle alâkalı.
bahrî
denizle ilgili.
bahrimuhît
okyanus.
bahriumman
okyanus.
bahriye
denizci.
Bahriye
Donanma ile ilgili işler. Devletin donanma ve deniz askerleri.
Bahriyyun
Gemiciler ve kaptanlar gibi deniz işlerini bilen kimseler.
bahs
bahis, konu
Bahs
Noksanlık. Azlık. Nâkıs. Az. * Akarsu ile sulanmayıp yağmur suyu ile mahsül alınabilen tarla.* Zulüm. İşkence. * Uzaklık. * Gümrük almak. * Göz çıkarmak.
Bahsan
f. Bozuk, soluk. * Salına salına yürüyen. * Kıyafeti bozuk, pejmürde.
Bahsere
Dağıtma. * Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma. * Kesilerek tane tane olma.
Bahset
f. Uykuda ağırlık basma. * Uyurken olan horultu.
Bahsî
(Bahs. den) Bahisle ilgili, bahse ait.
bahş
bağış, verme.
Bahş
f. Bağış. Verme. İhsan.
Bahşayende
f. Bağışlayıcı, afvedici.
Bahşayiş
f. Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye.
Bahşende
f. Bağışlayan, ihsan eden. Afveden.
Bahş-ı kalenderî
Cömertçe ihsan yapma, dağıtma.
245
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bahşiş
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Lütfedip verilen para. Fazladan, iyilik olsun diye verilen. İhsan. Hediye, mükâfat.
Bahşûde
f. Bağışlanmış, verilmiş. * Afvedilmiş.
Baht
f. Kader. Tâli. Uğur. Alın yazısı. Kısmet. İkbal. * Saadet. Lezzet.
baht
talih, kısmet.
Bahtak
f. Evvelce savaşlarda başa giyilen demirden yapılmış başlık. Miğfer.
Baht-aver
f. Talihli, şanslı, bahtlı.
Bahte
Semiz, besili koyun. * Burulmuş üç yaşında koç.
Bahtek
f. Uykuda iken ağırlık basma. * Fena tâlih, küçük şans.
Bahterî
Salına salına yürüyen, yürüyüşü güzel olan adam. * Mağrur, kibirli. Kendini beğenmiş.
Baht-ı bîdâd
Kötü şans, insafsız tâlih.
Bahtiyar
f. Bahtlı, talihli, mes'ud, mutlu, şanslı.(Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın. Âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin. Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. M.)(Bahtiyar odur ki: Kevser-i Kur'anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir. L.)
bahtiyâr
talihli, kutlu, mutlu.
Bahtiyarane
f. Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde.
Bahtiyarî
f. Bahtiyarlık, saadetlilik, mutluluk. * İran'da bulunan şöhretli bir kavim.
Bahur
Çok sıcak. Çok sıcaklık.
246
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bahûr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sıcakta yerden yükselen buhar. * Tütsü. Yakılarak güzel kokular elde edilen ot ve sâir şey.
Bahûrdân
f. İçinde tütsü yakılan kap.
Bahusus
Hususiyle. En çok. Hele.
bahusus
özellikle.
Bahuzûr
Huzur ile. Huzuru ile.
Bahv
Hurmanın yaş olanı.
Bahye
f. Dikiş, teyel.
Bahye-zen
f. Terzi, dikiş diken, dikişçi.
Bahz
Sıkıntılı olma, can sıkma. * Yük ağır gelip hayvanı çökertme. * Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.
Bahzec
Yaban sığırının buzağısı.
Bâ-i cerre
"Arabçada kendinden sonraki kelimeyi ""esre"" okutan bâ. (Bismillâhi'deki gibi)."
Bâ-i kasem
"Arabçada yemin maksadı ile kelime başına getirilen bâ. $ ""Billâhi"" gibi. * Farsçada: Bâ $ diye yazılırsa; ile, beraber, birlikte, sâhip mânalarına gelir. Arapçadaki Zû gibidir."
Baid
(Bu'd. dan) Uzak. Irak. * Umulmadık.
baîd
uzak, ırak.
Baid-ül ihtimâl
İhtimalden uzak.
Baika
(C.: Bevâik) Belâ, felâket, musibet.
Baim
Heykel, put, sanem. * Bön adam, câhil kimse.
Bain
Dibi geniş olan bostan kuyusu. Geniş dipli kuyu. (Bak: Bâyin)
Bair
Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu.
Baire
Sürülmemiş, ekilmemiş, sert toprak.
247
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bais
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren. * Yeniden yaratan. Ölüleri tekrar dirilten. * Peygamber gönderen (Allah C.C.)
Bâis
ölüleri diriltecek olan ve peygamber gönderen.
bais
sebep.
Bais-i meserret
Sevinmeye sebep olan, sevinç sebebi.
Bais-i sür'at
Hızlı gitmesine, sür'atli olmasına sebeb olan.
Baj
f. Haraç. Gümrük parası.
Baj-bân
f. Haraççı, gümrükçü.
Ba-jurnal
Zabıt varakası ile.
Bâk
f. Korku, havf, çekinme, sakınma.
Bak'
Geniş olmak, büyük olmak.
Bak'â
Siyah beyaz alacalı koyun. * Belde ismi. * Ucuzluk ve biraz kıtlık olan yıl.
Bâka
Tutam, demet, deste. * Tere ve sebzevat destesi.
Bakalorya
Fr. Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk. Olgunluk imtihanı ve diploması.
Bakan
(Bak: Nâzır)
Bakar
(C.: Bukur-Bikar) Öküz. Dana. Sığır.(Bakr, yarmak demek olduğundan, bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması itibariyle bu isim verilmiştir. E.T.)
bakar
sığır, inek.
Bakara sûresi
Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan şeylere perestiş etmesi gibi,
248
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gaflet ve dalâletin köklerini kesecek bir külli düsturu, her vakit hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olarak ulvi bir icaz ile beyan eder. Asrımızda hâlâ ineğe tapanların mevcudiyyeti ve bu sureye ElBakara isminin verilmesi ne kadar mânidâr olduğunu akıl sahiplerine bildirir, ihtar eder...) Bakara
İnek. Dişi sığır.
Bakar-perest
f. Öküzü mâbut yapan. Öküz ve emsalini put yapıp ona ibâdet eden sapkınlar. Ehl-i dalâlet.
bakarperest
ineğe tapan.
Bakaya
Artıklar, fazlalıklar. * Ask: Son yoklamaları yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar. (Bakayadan sayılmak suçtur.)
bakayâ
kalıntılar.
Bakbak
Çok söyleyici. Çok konuşan.
Bakbaka
Desti ve bardaktan çıkan ses.
Bakıa
Dert, belâ, musibet.
Bakıl
Sakalı belirmiş kişi.
Bakır
Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü. * Geniş. * Aslan.* Göz damarı. * Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı.
Bakî'
(C.: Buk'ân) Medine şehrinde bir makbere yeri.
Bâkî
Ağlayan.
Bâki
Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak. * Artan. Geri kalan. * Bundan başka.(Madem beka, Bâki-i Zülcelâl'e mahsustur ve mâdem Bâki'nin esması bâkiyedir ve mâdem Bâki'nin âyineleri Bâki'nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. L.)
249
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bâki'
Geniş, vâsi.
bâkî
sonsuz, kalıcı.
bâkir
kullanılmamış, bozulmamış.
Bâkir
Tâze. El sürülmemiş. Bozulmamış. * Erken.
Bakîr
Yensiz gömlek. * Sığır sürüsü. * Karnı yavrusundan dolayı yarılan deve.
bâkire
el değmemiş, kız.
Bâkire
Kız. Kızlığı izale edilmemiş. * El sürülmemiş.
bâkiyâne
bakice, sonsuzca.
Bâkiyâne
f. Bâki olana yakışır surette. Ebediyyete yakışır şekilde. Sonsuzca.
bâkiyât
baki olanlar, kalıcılar.
Bâkiyât
Bakiler. Devam edenler. Geri kalanlar.
Bâkiyât-ı sâlihât
İnd-i İlahîde ecr-i sâliha. Bâki olan sâlih ameller. * Elhamdülillah, Sübhanallah ve Allahuekber gibi kudsî kelâmlar.
bâkiye
kalıcı olan, kalan.
Bakiyye
Artık. Geri kalan. Artan.
Bakiyye-i âsâr
Eserlere âit geri kalan izler. Eserlerin geri kalanı.
Bakiyyet-üs-süyûf
Kılıçtan kurtulan kimseler. * Mc: Arta kalan kişiler.
Bakka
Sivrisinek. * Tahtabiti.
Bakkal
Sebzevât satıcı.
Bakkar
Sığır çobanı, sığırtmaç.
Bakl
(C.: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi. * Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.
Bakla'
"Bakla. * şahtere dedikleri ota "" baklat-ül melik"" derler. * Semizotu denilen bitki."
Bakr
Açmak. * Genişletmek.
250
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bakteri tedavisi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bazı hastalıkların tedavisinde ölü veya canlı bakterilerin kullanılması ile yapılan tedavi.
Bakteri
Fr. Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın oksijeni ile yaşayabilenleri olduğu gibi havasız yaşayanları da vardır. Faydalı enzimler çıkaranlar olduğu gibi, boya maddeleri, gaz ve toksin (zehir) çıkaranları da vardır.
bakteri
tek hücreli bir canlı.
Bakteriyoloji
yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim.
Bakûre
Turfanda yemiş. * Evvel yetişen.
Bakva
Bâkilik, ebedilik, sonsuzluk.
Baky
Bakmak, nazar. * Muntazır olup yol gözlemek.
Ba'l
(C.: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı. * Karıkocadan herbiri. * Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer. * Hayret. * Zaaf, zayıflık.
Bâl
f. Kanat. * Kol, pazu. * Kol, cenah.* Üst, yukarı. * Boybos, endam.
Bâlâ
f. Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat.
bâlâ
yüksek, yüce.
Bâlâ-bülend
f. Uzun boylu.
Bâlâdest
f. Galip, eli üstün.
Bâlâdestî
f. El üstünlüğü, galibiyet. * Zulüm.
Bâlâhân
f. Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren.
Bâlâhâne
f. Çatı, evin en üst tarafı. Tavan arası.
251
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bâlâhânî
f. Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme.
Bâlâhimmet
f. Himmeti fazla olan kimse.
Bâlâkamet
f. Yüksek boy. * Yüksek şeref.
Balam
Sığır.
Balanişin
f. Üstte, yukarıda oturan.
Balapervaz
Yüksekten uçan. * Kendini olduğundan yüksek makamda gösterip gururlanan.
Balapervazane
Yüksekten uçar gibi. * Çok yüksek rütbelilere yakışır şekilde.
bâlâpervazâne
yüksekten uçarcasına.
Balapûş
f. Palto, pardesü, manto gibi üste giyilen eşya.
Balarev
f. Yüksekten giden.
Balast
"ing. Demir yollarında traverslerin altına; şoselerde ise düzeltilmiş toprak üzerine döşenen taş parçaları."
Balater
f. Pek yüksek, daha yüksek.
Bâlâ-yı bülend
Uzun boy.
Ba'le
Erkeğin karısı, zevce.
Balgam
Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir. * Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri. (Bak: Ahlât)
Balgam-ı cissî
Beyaz ve yoğun balgam.
Bal-güşâ
f. Kanat açan, uçan.
Balıkhane kapısı
Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi.
Bali
Eski, köhne.
Balide
f. Gelişmiş, uzamış, büyümüş.
252
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bâliga
Koyun ve keçi ayağı.
Bâliğ
f. Boynuzdan yapılan kadeh.
bâliğ
ulaşan, olgunlaşmış, yetişmiş, erişmiş.
Balimez
16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top. (Bak: Balyemez)
Balin
f. Yastık. Koltuk. İskemle yerine kullanılan yuvarlak yastık.
Balina
Denizde yaşıyan ve yaklaşık olarak 20 ilâ 35 metre kadar uzunlukta olan memeli hayvan.
Balin-perest
Hizmetçi, hâdim, hademe. * Tenbel, uykucu.
Balistik
yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı.
Baliş
f. Yastık. * Altın. * Nakit.
Baliye
Zayıf ve çürümüş olan şey.
Balkan
Doğu Avrupada batıdan doğuya uzanan dağ sırası.
Balkanlar
(Balkan Yarımadası) Yugoslavya'nın büyük kısmı ile Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan yarımada.
Balkar
Kafkasya Türkleri'nin Kıpçak kolundan olan bir boy.
Balon
Fr. Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır.
Balotaj
Fr. Bir seçimde herhangi bir adayın, oyların ekseriyetini alamaması hali.
Bal-şikeste
f. Kanadı kırık.
Bâlû
f. Ana baba bir olan kardeş. * Siğil, sivilce.
Bâlûat
Su dökecek çukur. * Lağım kuyusu.
Balûde
f. Boy atmış, büyümüş.
253
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Balvane
f. Dağ kırlangıcı. * Darı kuşu.
Balyemez
Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar.
Balyoz
Fr. Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. * (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç.
Balzen
f. Kanat vuran. Uçan.
Bam
Dam. * Çatı. * Kubbe. * Kemer * Sakf. * Sabah vakti. * Telli sazlarda en kalın tel.
Bamdad(an)
f. Sabah, sabahleyin, seher vakti. Tan yeri.
Bamdadî
f. Seher vakti, erken.
Bame
f. Sakalı gür olan. * Sık, uzun ve kaba olan sakal.
Bam-gah
f. Seher vakti. * Seher vaktinde.
Bam-ı bülend
Yüksek çatı. * Gökyüzü, sema.
Bam-ı çeşm
Gözkapağı.
Ban
"Dam, çatı. * Sorgun ağacı. Bey söğüdü. * yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki ""ci, cu"" ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı."
Banbu
(Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.
Bandıra
İtl. Geminin hangi devlete ait olduğnu gösteren bayrak.
Bando
Askeri mızıka takımı.
Baneva
f. Zengin, mal, mülk sahibi. * Meşhur, şöhret bulmuş, ünlü, namdar.
Bang
f. Ses, sadâ, haykırma, bir ağızdan alkış.
Bang-i nemaz
f. Ezan.
bânî
bina eden, kuran, yapan.
254
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bani
Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden.
Banka
"İtl. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören ticari kuruluş.Faiz dinimizde günahtır. Bankalar dar gelirlilerin paralarını faiz karşılığı toplar, zenginlere daha yüksek faizle verir. Bunlar dar gelirlilerin tasarruf ettikleri paralarla bir iş yeri açar, bir mal üretir ve bu malın fiatına, ödedikleri faizi de ekliyerek paranın asıl sahibine satarlar. Böylece bankada faiz karşılığı para yatıran dar gelirliler, kendi paralarıyla üretilen bu malları satın almakla kendi aldıkları faizden daha fazlasını yani zenginin bankaya ödediği faizi ödemiş olurlar. Hem bankacıyı, hem banka ile iş yapan ticaret erbabını kendi paralarıyla çalışmadan zengin etmiş, fiatlarını yükseltmesine ve dar gelirlilerin zulme uğramasına âlet olmuş olurlar.İslâma uygun olan; iş ortaklığıdır. İş adamı paralarını kullandığı insanları, paraları ölçüsünde işine ortak yapmalı, kârını da zararını da buna göre bölüşmelidir. Böyle olursa hem fiatlar yükselmez, hem de bir kısım insanlar zenginleşirken, diğerleri fakirleşmez."
Banker
Fr. Çok zengin kimse. Büyük sarraf.
Banket
Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer. * Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım.
Bankınot
(Banknot) ing. Kâğıt para.
Bankiz
Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.
banknot
lira mânâsında para birimi.
Banliyö
Fr. Bir şehrin yakın çevresinde bulunan mahalle ve yerleşme yerleri.
Bant
(Band) Fr. Ensiz, uzun zarf.
Bânû
f. Kadın, hatun, hanım. * Gelin. * Gülsuyu gibi şeylerin şişeleri.
255
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Banûc
f. Salıncak.
Bânû-yi mısır
Zeliha.
Banyol
"Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu."
Bâ-posta
Posta ederek, posta ile.
Bâr
"f. Ek olup ""saçan, yağdıran, döken, ışık veren"" gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr : Ateş saçan. Ateş yağdıran."
bâr
yük, pas.
Baraj
Fr. Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set.
Baraka
İtl. Temelsiz küçük yapı.
Baraklit
(Bak: Faraklit)
Bârân ü tegerg
Yağmur ve dolu.
Bârân
f. Yağmur. Rahmet.
bârân
yağmur.
Bârânî
f. Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. Yağmurluk, yağmurdan muhafaza eden şey. * Yağmurla ilgili.
Bârân-riz
f. Yağmur saçan, yağmur döken.
Baras
Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.
Barbakan
Fr. Emniyetle ateş etmek için sur duvarlarında açılan dar mazgal deliği. Kale kapılarının savunması için yapılan tahkimat.
Barbar
Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes. * Vahşi, ilkel.
Barbarlık
Medeniyetsizlik, vahşilik.
256
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Barbaros
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi bir göl halinde devlete kazandırdı. Preveze'de, Haçlı donanmasını perişan etti. Dinin hayırlı evlâdı Hayreddin Paşa bir korsan değil, din yolunda muharebe eden mücâhid gazi idi... Beşiktaş'taki evinde vefat etti ve oradaki türbesine defnedildi.
Bar-ber
f. Hamal, yük taşıyan kimse.
Bar-berdar
f. Sabırlı, tahammüllü. * Yük kaldıran. * Hamal.
Barbut altını
Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.
Bar-dar
f. Yüklenmiş, yüklü. * Gebe olan.
Bare
f. At. * Zülf. * Kal'a, kale. * Def'a, kerre.
bârekallah
Allah hayırlı ve mübarek etsin.
Barekallah
Allah mübarek etti. Allah mübarek etsin. Hayırlı ve bereketli olsun.
bârekte
sen mübarek eyledin.
Barekte
Sen mübarek ve bereketli eyledin (meâlinde dua).
Barem
Fr. Devlet memurlarının aylıklarını tasnif ve tanzim eden, miktarlarını gösteren sistem veya cetvel.
Barende
f. Yağdıran, yağdırıcı.
Ba-reng
f. Renkli.
Bargâh
f. İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. * Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer.
bârgâh
izinle girilebilecek yüce makam.
257
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bargam
Levreğe benzer bir cins balık.
Bargir
Yük taşıyan. * Beygir.
Barha
f. Def'alarca, zaman zaman, sık sık, devamlı olarak.
Bar-hane
f. Yük yeri, yüklük. * Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer.
Bâr-ı dil
Gönül yükü, elem, keder, gam, hüzün.
Bâr-ı girân
Ağır yük.
Bâr-ı mihnet
Eziyet. * Elem yükü.
Bâr-ı sakil
Ağır yük.
Barı
(Farsça: Bârû) Etrafı surlarla çevrilmiş yer.
bârık
yıldırım, parıltı.
Bârî
düzgün ve güzel yaratan Allah.
Bari
f. Hususu ile. Hele. Hiç olmazsa. Bir def'a.
bâri
hiç olmazsa, hele.
Bari'
Tam üstün. Mükemmel.
Baria
Yakınlarından üstün vasıflı. Emsalinden üstün. Tam ve mükemmel.
Barid
Soğuk, bürudetli. * Mc: Hoş olmayan.
bârid
soğuk.
Baridane
f. Soğukça.
bâridâne
soğukça.
bârigâh
izinle girilebilecek yüce makam.
Barih
(C.: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr.
Bariha
Dünkü gece, evvelki günün gecesi. * Dünkü gün, dün.
Barîk
f. İnce. Nârin. Dakik.
Barik
Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.
Bârika
(C: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt. * (C.: Bevârık) Parıltı. Parıldayan.
258
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bârika
şimşek.
bârikaâsâ
şimşek gibi.
Bârika-âsâ
şimşek gibi.
Bârika-i hakikat
Hakikatın parıltısı ve parlaklığı. Hakikat nuru.
Barikat
Fr. Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel.
Barik-bîn
f. İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren.
Barik-nüma
f. Işıklı. Parlak.
Barimetre
Fr. Gürültünün şiddetini ölçmeğe yarıyan âlet.
Barimetri
Fr. Beden ölçümü yardımıyla hayvanların ağırlığını tayin etme.
Bâriş
f. Yağmur. * Sağnak.
Bariya
(C.: Bevâri) Hasır.
Bariyy
(C.: Bevâri) Kaba hasır.
Bariz
Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça.
bâriz
meydanda, açık.
Bar-keş
f. Hamal, yük taşıyan. * Mütehammil, tahammül eden, sabırlı.
Barla
Nur Risalelerinin yazıldığı belde.
Bar-mend
f. Yemiş veren, yemişli ağaç.
Bar-name
f. Eşya, yük pusulası.
Barograf
yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.)
Barok
Klâsik Rönesans devrinden sonra başlayan bir mimari ve süsleme tarzı.
Barometre
Fr. Hava basıncını gösterir âlet.
Baroskop
Fr. Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet.
Barotaksi
Fr. Bazı tek hücreli canlıların basınca göre hareketleri.
259
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Baroterapi
Fr. Bazı hastalıkların basınçlı hava ile tedavisi.
Barr
(C.: Berere) İyilik ve ihsan edici, muhsin.
Bar-senc
f. Yük tartan, dirhem.
Bârû
f. Kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. * Sığınak, siper.
Barut
yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır. * Mc: Çabuk kızan, şiddet ve hiddete kapılan.
Bar-ver
f. Yemiş veren, meyvedar, verimli, meyve verici. * Mc: Faydalı, faydayı mucib, iyi netice veren. Yararlı.
Baryum
"yun. Kim: ""Ba"" sembolü ile gösterilen bir element."
Bas'
Cem' etmek, toplamak.
Ba's
Gönderme, gönderilme. * Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. * Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. * Uykudan uyandırma.
bâs
gönderme. yeniden dirilme.
Ba-safa
Safalı. Safa ile.
Basair
(Basiret. C.) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler. Hüccet ve bürhanlar. Gözler. * Kalb duyguları.
Basal
Bot: Soğan ve benzeri gibi kökler.
Basala
Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı.
Basal-i harif
Acı soğan.
Ba-saman
f. Varlıklı, zengin. * Düzenli, tertipli, düzgün.
Basar
"(C.: Ebsâr) Görme duygusu. * Kalble hissetme. Kalb gözü. * Gözün görmesi. * İdrak. Fikir. * İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın ""görme sıfatı""dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun görmesinden hâriçte kalamaz."
260
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
basar
göz, görme hissi.
Basaret
(Bak: Besaret)
Basarık
Çulha tezgâhının ayaklığı. * Piyano ayaklığı gibi çifte ayaklık.
Basarî
(Basar. dan) Görüşle ilgili olan, görmeye ait.
Ba-savab
Doğruca, doğrulukla.
Basbasa
Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması. * Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması.
Ba'seret
Dikkatle teftiş etme. * Keşif ve istihrac etme. * Perâkende edip dağıtma. * İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma. * Meydana çıkma. * Kirli leke.
Basık
Eli açık. Cömert. Dolup taşan.
Basıka
Beyaz ve sâfi bulut. * Âfet, dâhiye. * Makbul bir cins sarı hurma.
Basım
(Uydurma bir kelimedir) Matbaacılık. Tab'etme sanatı.
Basın
"Uydurma bir kelime olup ""matbuat"" yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi."
Basınç
(Bak: Tazyik)
bâsır
gören.
Bâsır
Gören. Dikkatli ve göz kuvveti ile gören.
bâsıra
görme duyusu.
bâsıt
açan, yayan, genişleten.
Bâsıt
Açan. Yayan. Serici. * Ferahlık veren. * Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.). * Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan. * Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele.
Bâsıt-ür-rızk
Allah.
Ba's-i enbiya
f. Peygamberlerin gönderilmesi.
Basi'
(C.: Busu') Ter.
261
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Basia
Çok kırmızı dudak.
Basik
Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.)
Basika
Su ile tamamen dolu olan kuyu.
Basil
Kahraman, cesur, yiğit kimse. * Fena, sert, kırıcı, kötü söz. * Haram olan şey. * Güzel olmayan, çirkin kimse.
Basile
Bir nevi soğan. Bir soğan çeşidi.
Basim
(Besm. den) Güleryüzlü, şen kimse.
Basine
Ekincilerin sabanı. * Sanat ehlinin âletleri. * Kaba çuval.
Basir
Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören. * İt, köpek, kelp.
Basîr
her şeyi gören Allah.
Basirane
f. Görerek. Bilerek. Basiret sahibine yakışır halde.
basîrâne
görerek.
bâsire
görme duyusu.
Basiret
Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. * İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet. * Bir evin iki tarafının arası. * Yer üstündeki kan. (Bak: Süveydâ-i kalb)
basîret
ileri görüş, kuvvetli seziş.
Basiret-i kalb
Gönül uyanıklığı. Kalb basireti.
Basiret-kâr
f. Basiretli, ferâsetli, önceden gören.
Basiret-kârî
Basiretlilik, önceden görmeklik.
Basit kesir
Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi.
Basit
Kıymetsiz. * Geniş * Yaygın olan. * Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan. * Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz. * Edb: Aruz vezinlerinden biri.
262
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
basit
sade, düz, bölünmez.
Basita
Uzak yer.
basitâne
basitçe.
Basite
Yükseklik ölçen yayvan güneş saati. * Döşeme minder. * Düz yer.
Baskı
t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik. * Basan, ağırlık veren şey. * Kalıp, damga. * Bir eserin yeni basılışlarının her seferi. * Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.
Baskın
t. Ağır, sakil. * Basıp geçen, galip, üstün. * Ansızın, birdenbire hücum.
Baskül
Fr. Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet.
Basra
"Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, ""Basra"" diye isimlendirilmiştir.)"
Basriyyun
Milâdi 8. yy. da Basra'da yaşamış lisaniyat âlimlerinden bir grup.
Bast fî makam-il-kalb Nefis makamında ricâ mesabesindedir. Lütuf ve rahmeti, kurb ve ünsü kabule işarettir. Bast
"Genişlemek, açmak, yaymak. * Bir şeye el uzatmak. * Sevindirmek. * Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak. * Özür kabul etmek. * Kaplamak. * Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: ""Kabz""dır.)(... Teellümât-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbani bir kamçıdır. Çünki emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast
263
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
haletleri, Celâl ve Cemâl tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur. K.L.)" bast
yayma, açma.
Bastân
f. Tarih. * Mazi, geçmiş zaman. * Eski.
Bastân-şinâs
f. Geçmiş zaman, tarih.
Bast-ı dâvâ
Dâvâ açma.
Bast-ı makal
Söz açma.
Bast-ı mukaddemat
Asıl maksada girmeden önce bir şeyler söyleme.
Bast-ı özür etmek
Bir hata işleyerek başkalarına da nümune olmak, aynı hatayı işlemelerine zemin hazırlamak.
Bast-ı yed
Elini bir şeye uzatmak. * Mc: Tasallut ve istilâ manasındadır.
Bast-ı zaman
"Az zamanda çok uzun bir zaman yaşamış olmak.(Bu hakikata işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu nass-ı Kur'ân gösteriyor. Hem bu hakikata işaret eden ehl-i velâyet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan ""bast-ı zaman"" sırrı ile çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı mirac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mirâcın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'atı ve ihâtası ve uzunluğu vardır. Çünkü o mirac yolu ile, beka âlemine girdi, beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem şu hakikata bina edilen beynel evliyâ kesretle vuku bulmuş olan bast-ı zaman hâdiseleridir. Bâzı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bâzıları bir saatte bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada bir hatme-i Kur'âniyeyi okumuş olduklarını rivâyet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve
264
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kesretli bir tevatürle bast-ı zaman hakikatını aynen müşâhede ettikleri medar-ı şüphe olamaz. Şu bast-ı zaman herkesçe musaddak bir nevi rüyada görünüyor. Bazan bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır. L.)" bastızaman
zamanın genişlemesi, az zamanda normalden fazla yaşama.
Ba's-ul emvat
Ölmüşlerin dirilmesi.
Bâsûr
(C.: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.
Ba's-ü ba'd-el mevt
Öldükten sonra tekrar dirilmek, diriltmek. (Bak: Ahiret)
basübadelmevt
ölemden sonra diriliş.
Baş
t. Reis, birinci, evvel. Başlıca, en mühim.
Başaltı
t. Gemilerin baş tarafında tayfa ve er koğuşları. * Yağlı güreşlerde baş'ın altındaki derece.
Başam
f. Perde, örtü.
Başame
f. Kadınların örtündükleri yaşmak. Tülbent, başörtüsü.
Başbuğ
t. Osmanlı devrinde başıbozuk veya akıncı kuvvetlerinin kumandanı. * Lider.
Başe
f. Atmaca kuşu.
Başed
f. Olur, ola...
Bâşe-i felek
Nesr-i Tâir ve Vâki adı verilen iki yıldız.
Başeng
f. Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. * Asma üzerindeki üzüm salkımı.
265
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Başgûn
f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
Başıbozuk
t. Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır.
Bâşid
Van ilinde bir dağ.
Başik
(C.: Bevâşık) Atmaca denilen kuş.
Başir
Müjdeci, müjde veren. * Mutlu, mesut.
Başkent
t. Başşehir. Bir devletin idare merkezi olan şehir. Devlet merkezi. Payitaht.
Başkırdistan
Rusya'da halkı Türk olan bir bölge.
başkitâbet
başyazıcılık.
Başmak
Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı.
başmurahhas
baştemsilci.
Baştina
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla.
Bâşûre
(C.: Bevâşir) Yeni yetişmiş, turfanda olan nesne.
başvekâlet
başbakanlık.
başvekil
başbakan.
Bataet
Tenbellik, yavaşlık. Ağırlık.
Batalese
Ptolemeos soyundan gelen hükümdarlar.
Batalet
Avarelik. İşsizlik. * Boş şeyler söylemek. * Bahadırlık. Cesurluk. Cesâret.
batâlet
işsizlik, durgunluk.
Batanet
Oburluk, çok yiyicilik. * Şişmanlık.
266
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Batar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çok kibirlenme, gururlanma. * Haksızlık etme. Başkasının hakkını çiğneme. * Çok sevinme.
Batarika
(Batrik. C.) Patrikler.
batarya
enerji kaynağı.
Batarya
İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı. * Ask: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine birden verilen isim.
Batere
f. Tef.
Bath
(C.: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.* Yüz üzeri düşme. * Serilip yatan adamın boyu. * Bırakma.
Batha
Çakıllı, taşlı büyük dere. * Dağ arasındaki dere. * Mekke-i Mükerreme'nin eski bir ismi. * Kamışlık ve sazlık yer.
Bathâ
Mekkenin eski bir adı.
Batıl
"Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi. (Bak: Fasid)(Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilâli arıyanlar içinde, ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilâli görmek için bütün kasıd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip, hilâli araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadakası üzerine eğilen beyaz bir kıl, nasılsa gözüne ilişir. O zat, derhâl : ""Hilâli gördüm.""der, ""İşte bu gördüğüm aydır."" diye hükmeder.İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla bâtıla bakar. O bâtıl da;
267
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ihtiyarsız, talebsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de, çâr nâçâr alır saklar; yavaş yavaş kabul ve tasdikine mazhar olur. Fakat onun o bâtılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıd olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acib san'at eserlerini esbab-ı câmideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir. İ.İ.)" bâtıl
boş, yalan, çürük.
Bâtın
bütün varlıkların içini yaratan ve dahiline hükmeden Allah.
batın
iç, iç yüz, gizli, sır.
Bâtınen
İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde.
bâtınen
içten, iç bakımından.
Bâtın-ı kalb
"Kalbin içi. Kalbdeki hisler.(Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mâna-yı harfiyle sev. Mâna-yı ismiyle sevme. ""Ne kadar güzel yapılmış"" de. ""Ne kadar güzeldir"" deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki: Bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. S.)"
Bâtın-ı umûr
İşlerin, hâdiselerin ve eşyanın içyüzü ve mahiyeti. Yani: Beş duygu ile bilinemiyen melekûtiyet ve kanuniyet cihetleri.
Batınî
İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit. * Tas: Bâtiniyyeden olan.
bâtınî
içe ait, içle ilgili.
Batıniyye
"Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve
268
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
küllî mânalarını tefsir ve te'vil ile keşfedip bulmak vardır. Fakat zâhir mânaları ve bunlardan çıkan kat'i hükümleri esas almak ve bunlara aykırı olmamak ve şeriattaki ve tefsir ilmindeki usûle uygun olmak gibi şartlara riâyet etmekle makbul olur.O.T.D. Sözlüğünde bu hususta şu malûmat verilmiştir: Bâtınîlere, muhtelif vesileler ile verilmiş olan isimler şunlardır : 1- Karamıta, 2- Saibiye, 3- İsmailiye, 4Mübarekiye, 5- Bâbekiye.Bunlardan başka Bâtınîlere; hakikatın, yalnız Mâsum İmamın talimi ile öğrenilebileceği iddialarından dolayı Talimiye; dini mahremata riayet etmedikleri için İbahiye vs. isimleri de verilmiştir. Tohumu İbni Sebe tarafından atılmış olup Abbasilerden Mutasım zamanında yaşıyan Ehvaz'lı Meymun tarafından filizlendirilen Bâtıniye mezhebine en evvel, takiyyeyi terk ile alenen davet eden Muhammed Ali Berkaî'dir. (Hicri : 255)" Bâtıniyye
Kurânın apaçık mânâlarına itibar etmeyip gizli mânalar bulduklarına inanan sapık bir anlayış.
Bâtıniyyûn
Kurânın açık mânâlarını bir yana bırakıp gizli mânalar bulduklarına inanarak sapıtan kimseler.
Batî
Ağır hareketli. Ağır. Yavaştan.
Batih
Zengin. Gani. Mâldâr. * Geniş yer.
Batiha
(C.: Batâyih) Kamışlı ve sazlı dere.
Batik
Keskin.
Batin
Uzak yer. * Şişman.
Batir
Hayvanları nallayan kimse.
Batir(e)
(C.: Bevâtir) Keskin kılıç.
Batiş
(Batş. dan) Sertlikle, şiddetle hareket eden. Güçlü.
Batî-ül hareke
Davranış ve hareketi ağır.
269
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Batî-ül hazm
Sindirimi güç, hazmi zor.
Batiye
Büyük çanak.
Batman
Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır.
batman
iki ile sekiz kilo arasında değişen ağırlık ölçüsü.
Batn
İç, karın, insanın içi. Mide. * Soy, nesil. * Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.
batn
karın, nesil.
Batnen ba'de batnin
Nesilden nesile, soydan soya.
Batş
Şiddetle tutup kapma. Kuvvet. Şiddet. * Hastalık geçtikten sonraki zayıflık.
Batt
Kaz. * Kaz şeklinde yapılmış olan sürahi, su kabı.
Battal
Boş. Hükümsüz. * İşsiz. * Metrûk. Kullanılmaz. olan. * Bâtıl. Mensuh ve mefsuh. * Faydasız. * Pek büyük. Hantal.
battal
işsiz, çürük, kullanılmaz.
Battaliye
(Battal. dan) Eskiden, işi bitmiş olan resmi kağıtların konduğu torbaya denirdi.
Baûda
(Baûza) Sivrisinek. Sinek.
baûda
sivrisinek.
Ba-vehim
Vehim ile, şüphe ile.
bâvehim
vehimle, kuruntuyla.
Ba-vekar
Ciddi, vakarlı, ağırbaşlı.
Baver
f. Sağlam. Pek doğru. * Tasdik, inanma. Razı olma.
Bâ-vücud ki
f. Bununla beraber, böyle iken.
Bay u geda
Zengin ve fakir.
Bay
f. Bey. Mir. Emir. Zengin.
270
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bay
zengin.
Bayeste
f. Lüzumlu, gerekli, zaruri.
Bayezid-i bistamî
(Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir. (K.Sırruhu)
Baygan
f. Muhafız, koruyucu, bekçi.
Bayındır
Mamur, şenlikli. * Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının ismi.
Bayır
Az inişli yer. Fazla yokuş olmayan yer.
Bayız
(Beyzâ. dan) Yumurtlayıcı, yumurtlayan.
bâyi
satıcı.
Bayi'
Satıcı. Mal satan.
Bayice
(C.: Bevâyic) Belâ, mihnet, zahmet, âfet, dâhiye.
Bâyiiyye
Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.
Bâyika
(C.: Bevâyık) Belâ ve şer olan şey, dâhiye.
Bayin
(Beyn. den) Aralayıcı. Ayıran. Ayırıcı.
bâyin
aralayıcı, ayırıcı.
Bayir
Sürülmemiş, açılmamış, sert, ham toprak.
Bâyiste
f. Zaruri, lâzım, gerekli.
Baykal
Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı.
Baykar
Çulha, bez ve kumaş dokuyan.
Baykara
Helâk olma, mahvolma. * Böbürlene böbürlene sallanarak yürüme. * Malı çok olma. * Yırtıcı bir kuş.
271
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bayrak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Devletin belirli alâmetlerini hâvi ve belirli renklerde kare veya dikdörtgen şeklinde yapılmış olan bez. Sancak, alem.
bayrakdâr
bayrak taşıyan, lider.
Bayrakdar
f. Alemdar, bayrak taşıyan asker. * Bir kabile veya cemaatın başı, reisi.
Bayram
Bir dinde mübarek addolunan gün.
Bayramiyye
Hacı Bayram-ı Veli tarafından 14. yüzyılın sonlarında Ankara'da kurulan bir tarikattır.
Baysungur
Şahin cinsinden olan yırtıcı bir kuş.
Baytar
Hayvan tedavicisi, veteriner.
baytar
veteriner.
Baytara
Hayvan hekimliği, baytarlık.
Bayzar
Sövme, sövüp sayma. * Rahmin başlangıcındaki et parçası.
Baz
"f. Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir ""ek"" dir. Meselâ: Ateşbâz : Ateşle oynayan."
Ba'z
Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz.
Bâz
f. Doğan. Yırtıcı kuş. Av kuşu. * Açık. * Ayırma. Temyiz etme. * İniş.
bâz
oynayan, yapan.
Bazak
Üzüm sıkıntısı. (Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.)
Bazar
f. Alış-veriş. Ahz ü itâ. * Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. * Fiat kararlaştırılıp alış-verişte uyuşmak için yapılan konuşma veya çekişme, pazarlık.
Bâz-ban
f. Kuşçu. Doğancı.
272
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bâz-dâr
f. Kuşçu, avcı, doğancı.
Bâzek
f. Küçük doğan (kuş).
Bazende
f. Oynıyan, oynayıcı.
Bazende-zeban
f. Boş boğaz, geveze, çok konuşan.
Bâzergân
f. Tüccar, alış veriş eden esnaf. * Bezirgan.* Ağa makamındaki yahudilere verilen isim.
Bâzerganî
f. Tüccarlık, tâcirlik.
Baz-geşt
f. Geri dönme. * Pişmanlık, pişman olma, nedamet. * Gerileme. Çöküş.
Bazgûn(e)
f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
Baz-güşa
f. İnsandaki ayırdetme kuvveti.
Bazıa
Tıb: Derisi kopmak üzere olan yara.
Bazık
Zeki. Anlayışlı. * Üzümün sıkılmış suyu.
Bâzi
f. Oyun. Eğlence.
Bâziçe
f. Oyuncak, eğlence. Mel'abe.
bâzîçe
oyuncak, eğlence.
Bâzig
Ortak, şerik.
Bazigâh
f. Eğlence yeri, oyun yeri.
Bazigede
f. Oyun yeri, eğlence yeri.
Baziger
f. Oynayan, rakseden, köçek.
Bazigûş
f. Lâtifeci, şakacı, şen kimse.
Bazih
Büyük. Âli. Yüce.
Bazihane
f. Oyun yeri, eğlence yeri.
Bazil
(Bezil. den) Bol bol veren, dağıtan. Cömert.
Bazile
Tıb: Göğüs veya karnın içinde husule gelen gaz veya su şişlerinin mahfazasını delmeye mahsus ve boru içinde mahfuz bir mil.
273
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bazir
Ekici, eken.* Dedikodu yapan, laf taşıyan. Geveze.
Bazirgân
Eskiden Musevi tüccarlar hakkında kullanılan bir tabirdi.
bâziyet
bazenlik, bazılık.
Ba'ziyet
Bazılarına âit oluş. Herkese âit olmama. Herkesle alâkalı olmama. Bir şeyin bir kısmı ve bir miktarı.
Bazmande
f. Kafasız, ahmak, kabiliyetsiz. * Durmuş, geri kalmış.
Bazoka
(Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.
Bazpes
f. Tekrar, yeniden. * Geri.
Bâzu
f. Kolun omuz ile dirsek arasında kalan kısmı, pazu. Adud. * Mc: Güç, kuvvet ve istidat.
Bâzubend
f. Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt.
Bâzudirâz
f. Kolu uzun olan. * Nüfuzlu, sözü geçer. * Müdahaleci. * Zâlim, zulmeden.
Bâz-ul eşheb
Akdoğan. * Abdulkadir-i Geylâni Hazretlerinin bir nâmı.
be
" ""de, den"" mânâsında ön ek."
Be
"f. Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: ""de, da, den, dan, ile, için"" mânalarında kullanılır."
Beban
Tarz, yol, üslup, metod.
Bebga
Papağan.
Bebr
f. Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır.
Becâ nâ-becâ
f. Yerli yersiz.
Becâ
f. Yerinde, münasip, lâyık, uygun, şâyeste.
274
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Be-câ
f. Yerinde. Yerine. Uygun. Münâsib.
Beca'
Geniş, bol.
becâyiş
birini verip ötekini alma, değişme.
Becayiş
f. Değişme. Trampa. Birini verip ötekini alma.
Becayiş-i mekânî
f. Yer değiştirme. Mekân değişikliği.
Becbac
Semiz, besili. * Zayıf kimse.
Becbece
Çocuk avutmak için yapılan tuhaf hareketler, gürültü.
Becc
Yarmak. * Vurmak.
Bece
Çıban, arpacık, sivilce.
Becel
Şaşma, tuhafına gitme. * Yalan, iftira.
Becer
Göbeğin çıkıp şişmesi. * Suyu içip kanmayan koyun.
Becidd
f. Ciddi, gerçek, hakikat. * Cidden, gerçekten.
Becil
Büyük, itibarlı, muhterem, hatırı sayılan kimse. * Şişman.
Becir
Birçok.
Becra'
Yüksek yer, yüksek tepe. * Göbeği çıkmış kadın.
Becrec
Sığır buzağısı.
Becrem
(C.: Becârim) Belâ ve zahmet, dâhiye.
becû
iste.
Beçe
(C.: Beçegân) f. İnsan veya hayvan yavrusu.
Beçe-dar
f. Yavrusu olan, çocuğu olan. * Gebe, hâmile.
Beçe-gân
(Beçe. C.) f. Çocuklar, yavrular.
Beçe-i hunin
Kanlı yavru. * Mc: Acı gözyaşları.
Beçe-i tavus-u ulvî
Gökteki tavusun yavrusu. * Kamer, ay. * Güneş, şems. * Ateş, nar.* Gündüz.* Yâkut.
Beçek
f. Bir nevi kesici alet. * Küçük silah.
275
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bed'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu. * Evvel, ibtidâ, başlangıç. * Hisse, nasip. * Başlama, başlayış, ilk.
Bed
f. Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'.
bed
kötü, çirkin.
Beda
(Bedâat) Hayret verici, yenilik ve iyiliklerde üstünlük. Acib ve garib olma. Yeni zuhur etme.
Beda'
Fikir, rey. * Çöle çıkmak.
bedâat
güzellik, yenilik, özgünlük.
Bedâd
Gözükme, zahir olmak. * Sayış, sayma. * Fırka. * Savaşacak akran. * Nasib, hisse, pay.
Bedâdân
Eyerin iki yanı.
Bed-agaz
f. Başlangıcı fena, kötü. Kötü bir şekilde başlanmış.
Bedah
(C.: Büduh) Geniş yer.
Bedahat
(Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler.
Bed-ahd
f. Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız.
Bedahet
Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr. * Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme. * Atın yürümesi. * Her şeyin evveli, öncesi.
bedâhet
apaçıklık.
bedâheten
apaçık biçimde.
Bedaheten
Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak.
Bed-ahlak
f. Ahlâkı ve huyu kötü olan kimse.
Bed-âhû
f. Karakteri bozuk, huyu kötü.
Bedal
Değişme, değiştirme, mübadele. Trampa.
Bed-amel
f. Hareketi ve işi fenâ olan.
Bed-âmuz
f. Kötülük, fenalık öğrenmiş. * Fenalık, kötülük öğreten.
Bedan
(Bed. C.) Kötüler, fenalar. Yaramazlar. * Çirkinler.
276
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bedanet
Yağlı, besili olma. Semizlik.
Bedarf
Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır.
Bed-asl
f. Aslı kötü, soyu fena.
bedâva
beleş, parasız.
Bedava
f. Parasız, meccanen, karşılıksız. * Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.)
Bedave(t)
Çölde oturmak, Bedevilik. (Bak: Bedeviyet)
bedâvet
bedevilik, göçerlik.
Bedayi'
(Bidâa. C.) Sermayeler, anamallar.
bedâyî
görülmedik güzellikte şeyler.
bedbaht
bahtı kara, talihsiz.
Bedbaht
f. Bahtsız, talihsiz, bahtı kara.
Bedbin
"f. Kötü görüşlü. Ümidsiz. Her şeyin fena cihetini görmek isteyen. Bed ve fena görüp, beğenmez, istihsan etmez olan. $ sırriyle $ kaidesinin sırriyle $ gayet kısacık bir meâli: ""Sözleri dinleyip en güzeline tâbi olup fenasına bakmayanlar, hidâyet-i İlâhiyeye mazhar akıl sahibi onlardır"" meâlinde. Bizler için şimdi herşey'in iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki mânasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici hâller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Söz'de, bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği hâlde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları hususan Yusufiye
277
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir. ş.)" bedbîn
kötümser, karamsar, ümitsiz.
Bedbinâne
f. Kötümser şekilde. Ümitsizce, bedbincesine.
Bedbinî
f. Bedbinlik, kötümserlik, ümitsizlik, fenâ görürlük.
Bed-bu
f. Fena kokulu, pis kokan.
Bed-buk
f. Hâin, korkak.
Bed-cins
f. Cinsi bozuk.
Bed-cu
f. Kötülük arayan. Kötülük düşünen.
Bed-çeşm
f. Nazarı değen, haset kimse.
Bedda'
Gövdeli, şişman kadın.
Beddal
Bakkal.
Bedde
Derman, takat, güç, kuvvet.
Bed-dil
f. Korkak, yüreksiz.
Bed-dua
(Bedduâ) f. Bir kimsenin kötülüğü için duâ. Kötü duâ.
bedduâ
birinin kötü olması için edilen dua.
Bede'
Başlayış. Başlama. Bir şeyi başkasından evvel işlemek.
Beded
İki uyluk arasının geniş olması.
Bed-eda
f. Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse.
Bedel
"(C.: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı. * Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz. * Başkasının adına hacca giden. * Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâtı olursa, zikredilen sıfat veya vasfa "" bedel"" denir."" Kardeşin
278
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ahmedi gördüm"" derken, kasdedilen kardeşin değil Ahmet'in kendisidir. İşte bu sözde ""kardeşin"" kelimesi ""Ahmet""in"" bedel'i olur." bedel
karşılık.
Bedelen
Mukabilinde, karşılığında, yerine.
Bedeleyn
İvazlı akidlerde iki tarafın yüklendikleri karşılık.
Bedel-i ferag
Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir.
Bedel-i icar
Huk: Arazi hukukunda tasarruf hakkı mukabilinde verilen emsâline uygun peşin para.
Bedel-i müsemma
Huk: Akidde belirlenen bedel.
Bedel-i nakdî
Eskiden fiili askerlik hizmeti yerine belli bir miktarda para verilmesi usülü idi.
Bedel-i nüzûl
Tar: Osmanlı İmparatorluğu devrinde askerlerin bir yere konaklamasında yapılacak olan masraflar için alınan vergi.
Bedel-i öşr
Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira.
Bedel-i rakabe
Huk: Kölenin sahibi tarafından azad edilmesi için, şahsı yerine geçen kıymeti veya nefsi karşılığında vermeyi kabullendiği ıtk veya kitabet akçesi.
Beden
(C.: Ebdân) Gövde, vücut, ten.* Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı. * Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük. * Kale bedeni.
Bed'en
Başlangıçta. İlk önce, ilkin.
beden
gövde.
Bed-endam
f. Endâmı bozuk, biçimsiz, çarpık.
279
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bed-endiş
f. Kötü fikir sahibi, fena düşünen.
Bedene
(C.: Büdün) Kurbanlık deve.
Bedenen
Vücutça. Beden ile.
Beder
f. Hariç. Dışarı. Taşra.
Bedergah
f. Kapıya çıkma. * Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri.
bedestân
çarşı.
Bedestan
f. Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı.
Bed'et
Başlangıç.
Bedevî
Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan. * Seyyid Ahmed-i Bedevî nâmındaki büyük bir zâtın tarikatı ve onun mensubu olan. (Bak: Ahmed-i Bedevî)
bedevî
göçebe, çölde yaşayan.
Bedeviyane
f. Bedevilere uygun şekilde, çölde yaşayanlar gibi.
bedeviyâne
göçebe gibi.
Bedeviyet
(Bedâvet) Göçer hayatı yaşayış. Göçebelik. Bedevilik.
bedeviyet
bedevilik, medeniyetten uzaklık.
Bed-fercam
f. Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena.
Bed-fial
f. Yaptığı işleri kötü olan.
Bedg
Bulaşmak.
Bed-gû
f. Fitnekâr, dedikoducu.
Bedh
Ansızdan olmak.
Bed-hah
f. Fenalık isteyen. Herkesin kötülüğünü isteyen. Kötülük isteyen.
bedhah
kötülük isteyen.
280
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bed-hal
f. Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan.
bedhal
kötü huylu.
Bed-hisal
Hasletleri kötü, fena huylu.
Bed-hu(y)
f. Huysuz. Bed huylu, kötü huylu. * Kötü huy.
Bedi'
(Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. * Garib. Acib. * Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan. * Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. * Beğenilen. * Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan. * Edb: Sözün garib ve güzel olması hâli.
bedî
benzersiz güzel, üstün, özgün.
bedîa
benzersiz güzel olan.
Bedia
Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey.
Bedia-i hayaliye
İdeal, ülkü, gaye, mefkûre.
Bedid
Su az az akmak.
Be-didar
f. Görünür olmak, kendini göstermek. Meşhur. Namdar.
Bedih
Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.
Bedihe
Birdenbire ve düşünmeden söylenilen güzel söz. Hazırcevaplık. * Başlangıç.
Bedihe-gû
f. Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse.
Bedihî
Aşikâr, belli ve açık olma. * Ansızın zuhur eden. * Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.
bedîhî
delilsiz bilinen şey, apaçık.
Bedihiyyat
"(Bedihî. C.) Delil ve isbatına lüzum olmayan sarih ve açık şeyler.(Mister Karlayl yine diyor: ""En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammedin (A.S.M.) sözüdür. Çünkü: Hakiki söz onun
281
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sözleridir."" Hem yine diyor ki: ""Eğer hakikat-ı İslâmiyede şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat'iyyede iştibah edersin. Çünki, en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir.""İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik yerde yazmış. H.)" bedîhiyyât
delil ile ispatı gerekmeyen apaçık şeyler.
Bedihiyyet
Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak.
Bedih-ül butlan
Bâtıl olduğu âşikar surette belli. Bâtıl, haksız bir hüküm veya görüş olduğu herkesçe bilinen.
Bedîî kıraet
Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.
Bedi-i pür-maânî
Çok mânâları bulunup bedi' olan. Çok mânaların bedi' ve güzel oluşu.
Bedîî
Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan.
bedîî
eşsiz güzellikte olan.
Bedil
Bir şeyin mukabili, karşılığı. * Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey. * (C.: Ebdâl) Sâlih kişi.
bedir
dolunay.
Bedi-ül beyan
İfadesi ve beyanı görülmedik güzellik ve gariplikte olan.
bedîülbeyân
görülmedik derecedeki güzel söz.
Bedi-üz zaman
(Bak: Bediüzzaman)
Bedîüzzaman
" ""zamanın harikası ve en mükemmeli"" mânâsında Said Nursî Hazretlerinin ünvanı."
Bediüzzaman
"Zamanın bedi'i olan. Zamanında kendisi gibi görülmedik olan. Kimseye benzemiyen ve zamanın garib ve acibi bulunan. (Bak: Said
282
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nursî)Bediüzzaman hakkında Said Nursî kelimesinde bir derece izahat verildiği için burada sadece kronolojik hayat safhalarına ait bir liste ile sonunda ibretamiz bir vakayı koymakla iktifa edildi.Bilinmeyen taraflariyle Bediüzzaman Said Nursî isimli eserin kronolojik fihristinden seçmeler:1894 - 1895- Müsbet ilimleri tetkik ve kısa zamanda her birisine vâkıf olması.- ""Bediüzzaman"" lâkabının verilmesi.- 80-90 cild kitabı üç ayda bir defa ezberden tekrarlaması.1907- İstanbul'a üniversite açtırmak niyetiyle gelmesi. Şekerci Hanı'nın kapısına "" Her suale cevap verilir"" levhasını asıp âlimleri sual sormaya dâveti.- Sultan Abdülhamid'e Şarkta üniversite açılması için müracaatı.1909 - 31 Mart'ta Bediüzzaman'ın yatıştırıcılığı.- İsyan etmiş olan sekiz taburu itaate getirmesi Bediüzzaman'ın Divan-ı Harb'e verilişi.- Divan-ı Harb'de beraet edişi ve serbest bırakılması.1911 - 1914- şam'a gelişi ve Câmi-i Emeviye'de muhteşem bir hutbe irad etmesi.- Sultan Reşad'la beraber Rumeli seyahatine çıkması. - Van'a gitmesi ve Şark Üniversitesinin temelini attırması.1915 - 1916- Milis Kumandanı Bediüzzaman, Pasinler cephesinde Ruslarla çarpışıyor.- Bediüzzaman'ın Ruslara esir düşmesi.1918-Bir bahar günü Bediüzzaman'ın Kosturma'dan firar edişi.-17 Haziran 1918 : Bediüzzaman'ın Varşova, Viyana ve Sofya tarikıyla İstanbul'a avdeti.- Enver Paşa'nın vazife teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman'a Harbiye Nezareti ikramiye ve harb madalyası veriyor.-13 Ağustos 1918 : Ordu-yu Hümayun'un tavsiyesiyle Dâr-ül Hikmet'e âzâ oluşu.1920- İngiliz işgaline karşı ""Hutuvât-ı Sitte"" yi neşrederek mücadele etmesi.1922- Bediüzzaman güz mevsiminde İstanbul'dan Ankara'ya geliyor.-9 Kasım 1922: Bediüzzaman'a
283
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meclis'te hoşâmedî yapılması.1923 -19 Ocak 1923 : Bediüzzaman Meclis'te mebuslara hitaben bir beyanname neşrediyor.-17 Nisan 1923 : Ankara'da umduğunu bulamayan Bediüzzaman'ın Van'a gitmek üzere yola çıkması.1925 - 1927-Bediüzzaman'ın Van'dan nefyi. Isparta'da bir müddet kalan Bediüzzaman önce Eğridir oradan da Barla'ya getiriliyor.- Risale-i Nur'lar te'lif edilmeye başlanıyor.1934 Yaz ortalarında Barla'dan alınan Bediüzzaman'ın Isparta'ya getirilişi.27 Nisan 1935 : Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum Kumandanı askerî bir kıt'a ile Isparta'ya geliyor ve Bediüzzaman tevkif olunuyor.- Tevkif edilen Bediüzzaman ve talebeleri, muhakeme edilmek üzere Eskişehir'e götürülüyor.1936 -27 Mart 1936 : Tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu'da ikamete mecbur ediliyor.1943-20 Eylül 1943 : Bediüzzaman'ın tevkif edilerek Çankırı yoluyla Ankara'ya getirilmesi. 1944 - Denizli mahkemesinin başlaması.- 15 Haziran 1944 : Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Bediüzzaman'ın beraetini ilân ediyor.- Ağustos 1944 sonlarında Ankara'dan gelen emirle Bediüzzaman Emirdağ'da ikamete mecbur ediliyor.1948-23 Ocak 1948 : Emirdağ'da kış ortasında Bediüzzaman ve talebelerinin tevkif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki.- 6 Aralık 1948 : Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnedsiz iddialarla Bediüzzaman ve talebelerine mahkûmiyet kararı verişi ve temyiz.1952- Ocak 1952 de İstanbul'da mahkeme için gelen Bediüzzaman Sirkeci'de Akşehir Palas Oteline yerleşti.- 5 Mart 1952 Salı: Bediüzzaman'ın Gençlik Rehberi dâvasından beraeti.1958- Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat'ın matbaalarda neşredilmesi.- 23 Mart 1960 Çarşamba : Bediüzzaman Ramazan'ın 25. günü gece saat 03.00 civarı Urfa'da bu
284
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fani âleme veda etti.(Bediüzzaman'ın akıllara hayret veren bir seciyesi)(Ehl-i Sünnet Mecmuasının 15 Teşrin-i evvel 1948 tarihli nüshasında neşredilmiştir. Ehl-i Sünnet Gazetesi sahibi avukat bir zâtın makalesidir.)Ben, Birinci Cihan Harbinde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bediüzzaman da o gün esir düşmüştü. O Sibirya'ya gönderilmiş, en büyük esirler kampında idi. Ben Bakü'nün Nangün Adasında idim. Günün birinde esirleri teftişe gelen ve kampı gezerken Bediüzzaman'ın önünden geçen Nikola Nikolaviç'e o hiç ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor. Baş kumandanın nazar-ı dikkatini çekiyor. Tekrar bir bahâne ile önünden geçiyor. Yine kımıldanmıyor. Üçüncü def'asında önünde duruyor, tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir muhâvere geçiyor:- ""Beni tanımadılar mı?- ""Evet tanıdım. Nikola Nikolaviç, Çar'ın dayısıdır, Kafkas Cephesi başkumandanıdır.""- ""O halde ne için hakaret ettiler?""""Hayır, afvetsinler ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.""- ""Mukaddesat ne emrediyormuş?""- ""Ben müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.""- ""Şu halde, bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordumu, hem de milletimi ve çarı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı harb kurulunda isticvab edilsin.""Bu emir üzerine divan-ı harb kuruluyor, karargâhtaki Türk, Alman ve Avusturya zabitleri, ayrı ayrı Bediüzzaman'a rica ederek başkumandana tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevab bu oluyor:- ""Ben âhiret diyarına göçmek ve huzur-u Resülullah'a varmak
285
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem.""Buna karşı kimse sesini çıkarmıyor, neticeyi bekliyor. İsticvab bitiyor. Rus çarını ve Rus ordusunu tahkir maddesinden idam kararını veriyorlar. Kararı infaz için gelen bir manga askerin başındaki subaya kemâl-i şetaretle: ""Müsaade ediniz, onbeş dakika vazifemi ifa edeyim."" diye abdest alıp iki rek'at namaz kılarken, Nikola Nikolaviç geliyor, kendisine hitaben:- "" Beni affediniz! Sizin beni tahkir için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanuni muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş, dini salâhatinizden (sâlihliğinizden) dolayı şâyân-ı takdirsiniz; sizi rahatsız ettim; tekrar tekrar rica ediyorum beni afvediniz.""Bütün müslümanlar için şâyân-ı misâl olan bu salâbet-i diniye ve yüksek seciyeyi, arkadaşlarından bir yüzbaşı, müşahedesine müsteniden anlatıyordu. Bunu duydukça, ihtiyarsız olarak gözlerim yaşla doldu. Abdurrahim) (ş.)" Bediy
Çok âşikâr, göze çarpan. * Çölde sahrada oturan.
Bed-kâr
f. Kötü iş yapan. Fena hareketli kimse. Fiil ve ameli kabih olan.
Bedligam
f. Serkeş at, gem almaz at.* İsyan eden, âsi, serkeş, söz dinlemiyen kimse. * Bedevi, çöl adamı.
Bed-lika
f. Çirkin yüzlü, kötü yüzlü.
Bedmaye
f. Ahlâksız. * Soysuz. Sütü bozuk.
bedmâye
mayası kötü, soysuz.
Bedmest
f. Kendinden geçmiş derecede sarhoş.
Bed-mihr
f. İyilik etmiyen, insâniyetsiz.
Bednam
f. Kötü tanınmış, adı kötüye çıkmış olan.
Bed-nigah
f. Kötü bakışlı.
286
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bednihad
f. Kötü huylu.
Bedpesend
f. Kötülüğü beğenen, kötülüğü öven, medheden. * Güç beğenir, müşkülpesend.
Bedpeyman
f. Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan.
Bedr muharebesi
"Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 13 zâtın türbeleri mevcuttur. Bedir harbi, Ramazanda Cuma günü vuku bulup Peygamber Efendimizin (A.S.M.) maiyetinde 320 kişi vardı. Bunların sekseni muhacirînden, gerisi ensardandı. Kureyş kervanı ile Şam'dan dönen Ebû Süfyan'ın önüne çıkılmış iken, Ebû Süfyan haber alarak Mekke'den yardım istemiş, Ebû Cehil'in maiyetinde Mekke'den gelenlerle beraber Kureyşliler 1000 kişi kadar olmuşlardı."
Bedr
(Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli. * Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi. * Bir şeyin tamam olması. * Sibâk ve sür'ât etmek. * Bir işin ansızın zâhir olması.* Tam ve münasib olan âzâ. * Dolu şey. * İyi hizmet eden köle.
bedr
bedir, dolunay.
Bed-rah
f. Kötü yola sapan.
Bedraka
f. Delil. Kılavuz. Mürşid. * Allah yolu.
bedraka
yol gösterici, kılavuz.
Bedraka-i efkâr
Fikirlerin mürşid ve kılavuzu.
Bed-ram
f. Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü. * Sert başlı at. * Dâima, devamlı.
287
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bedre
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Bider) Kuzu veya oğlak derisi. * İçi altun dolu olan kese. * Onbin dirhem.
Bed-reftar
f. Gidişi ve hareketi fenâ olan.
Bed-reg
f. Huysuz, aslı kötü olan hayvan veya insan.
Bedreka
(Bak: Bedraka)
Bed-reng
f. Açıkla koyu arasında kirli bir renk.
Bedrî
Bedr'e ait ve onunla alâkalı. * Erkek ismidir. (Müennesi: Bedriye)
Bedruc
Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir.
Bed-sigal
f. Kötü düşünceli, herkes hakkında kötü söyliyen.
Bed-siyret
f. Ahlâksız. Ahlâkı ve huyu kötü olan.
Bed-ter
f. Çok kötü, daha kötü, beter.
Bed-tıynet
f. Yaradılışı, fıtratı, tabiatı fena ve kötü olan, soyu bozuk, bayağı adam.
Bedud
Suyu az olan kuyu.
Beduh
Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür.
Be-duş
f. Omuza, omuzda.
Bed-üslûb
"f. Üslûbu fena; tavrı, gidişi kötü."
Bedv
Zihinde bir şeyin peyda olması. Bir şey zâhir olma. * Başlama. * Sahraya çıkma.
Bed-zeban
f. Kötü söz söyliyen, hicveden. Ağzı pis, ağzı bozuk. * Kötü dil.
Bedzehre
f. Korkak, yüreksiz, ödlek kimse.
Befm
f. Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü.
Befş
f. Azamet, büyüklük, heybet, debdebe.
Beftere
f. Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş.
Begaya
Askerin ön karakol takımı.
288
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Begaye
Talep etmek, istemek.
Begayet
f. Son derece. Pek ziyâde.
Begend
f. Yuva. * Kümes, folluk.
Begnek
f. Kuyruğu kesik hayvan.
Begonya
Fr. Etli ve güzel renkli yaprakları olan bir süs bitkisi.
Begter
f. Eskiden kullanılan zırhlı elbise.
begün
et!
Be-gün
f. (Bak: Bikün tevbe)
Beha
Gökçek olmak, şirin ve lâtif olmak.
Behacet
Güzellik. Güzel yüzlü olma.
behâim
hayvanlar.
Behak
İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden bir çeşik hastalık.
Behamin
f. Bahar mevsimi.
Behanet
Nefesi iyi ve lâtif olan kadın.
Behas
Susama.
Behatt
Sütlaç, süt lapası.
Behbehan
Papağan, tûti kuşu.
Behbehî
Etli ve gövdeli, kişi. Bahadır, yiğit, kahraman.
Behbud
f. Sağlık, sıhhat, sağlamlık, iyilik.
Behc
Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme. * Güzellik, hüsn.
behcet
güleryüzlülük, şenlik, güzellik.
Behcet
Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik.
Behdel
Sırtlan yavrusu. * Erkeğin memelerinin büyük olması.
Be-hem
f. Hep. Beraber. Toplu. Bir yerde. Hep bir yere. (Bak: Bâhem)
289
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Behem-ber-âmeden
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. Toplanmak, cem olmak, birikme. * Mc: Kızmak, sinirlenmek, asabileşmek, müteessir olmak. (""Behemâmeden"" de denir.)"
Behemehal
f. İster istemez. Mutlaka. Her halde.
behemehâl
her halde, ister istemez.
Behemzede
f. Topluluğu dağıtmış, cemiyeti bozmuş.
Beher
f. Her, her bir, herbirisine.
beher
her bir.
Beher-hal
f. Mutlaka, her hâlde.
Behet
f. Sütlaç. Süt lapası. * Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye adı verilen helva.
Behetta
Pirinç çorbası. * Sütlü pirinç yemeği.
Behi
Şirin, lâtif, gökçek. (Bak: Behiye)
behîc
güleryüzlü, şen, güzel.
Behic
Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan.
Behice
Şen, güzel. Güler yüzlü kadın.
Behim
Düz siyah şey. * Alacasız hayvan. * Dik, pürüzsüz ses.
Behimât
Hayvanlar.
behimât
hayvanlar.
Behime
(Bak: Behim)
Behimî
Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık.
behimî
hayvanca.
behimiyât
hayvansı varlıklar.
Behimiyyet
Hayvanlık, canlı olmakla beraber akılsız oluş.
Behin
(Bak: Bihin)BEHİR(E) : Nefesi sıkışıp çok soluyan kimse. Nefesdarlığı olan. * Göğüsdarlığı hastalığı sebebiyle solumaktan yol yürüyemiyen kimse.
290
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
behişt
cennet.
Behişt
f. Cennet. Ahirette iyi kulların gideceği mükâfat yeri. Adn. Firdevs.
Behişt-hırâm
f. Cennete gitmiş.
Behişt-i gınâ
Cenab-ı Hak'tan başka hiç kimseye minnet etmeden hâsıl olan saadet, cennet. Gına ve istiğnânın cenneti.
Behiştî
f. Behiştle ilgili, cennetlik.
Behişt-nişin
f. Cennette oturan.
Behişt-zâr
f. Cennet gibi yer.
Behite
İftira etmek. * Kabile ismi.
Behiye
Güzel.
behiye
güzel.
Behkele
Nârin vücutlu kız, sevgili.
Behken(e)
Nârin güzel ve gösterişli vücudu olan kimse.
Behkeşe
Emir ve işde çabukluk, bir işi acele yapma.
Behl
"Az şey; az su. * Lânet, nefret, istememe."
Behle
(Behli) f. Yırtıcı kuşlarla uğraşanların giydiği eldiven.
Behlel
Abes, boş boşuna. Batıl, beyhude.
Behlül
Çok gülen, çok gülücü. * Hayır sahibi, çok iyi adam. * Hârun-ür Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur olmuştur.
Behm
Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.
Behman
f. Filân, filânca.
Behmar
f. Çok, ziyade, fazla.
Behme
"(C.: Bühüm, bihâm; Cem'ul Cem: Bihâmât) Kuzu. Oğlak. Buzağı. * Keçi otu."
Behnan (e)
Güler yüzlü, iyi huylu ve devamlı olarak gülen kimse.
291
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Behnane
f. Beyaz pide. * Maymun.
Behne
Yumuşak yer.
Behneke
Etli, büyük, şişman kadın.
Behnes
Çirkin, sakil ve kaba olan adam.
Behr
Nasip. * Galip olmak. * Nefesi tutulmak. * Ümidin boşa çıkması. * Felâket, musibet. * Uzaklık, mesafe.
Behra
f. Ondan dolayı, ona binaen, onun için.
Behram
f. Eskiden bir İran padişahının adı. * Bir pehlivan ismi. * Merih yıldızı.
Behrame
f. Yeşil elbise.
Behramec
Çiçeği kokulu bir nevi söğüt ağacı. * Her renkte olan leylâk çiçeği.
Behramen
f. Bir çeşit kırmızı yakut. * Kadınların kullandıkları allık. * İpekten dokunan güzel bir kumaş. * Kırmızı gül, asfur çiçeği.
Behre
f. Nasib, pay, hisse. * Tez tez solumak. * Vasat, orta.
behre
pay, kısmet, nasip.
Behreber
f. şerik, ortak.
Behreberî
f. Ortaklık, şeriklik.
Behrec
Eksik veya ayarı bozulmuş para. * Arzuya, isteğe bırakılmış şey, iş. * Faydasız, işe yaramaz olan şey.
Behredar
Hisseli. Nimetlenmiş. Faydalanmış.
Behrek
f. Yaralardan çıkan iltihap. * Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması.
Behrem
Kırmızı gül. * Kısa boylu kimse.
Behreme
f. Burgu, matkab.
Behremend
f. Nasibi olan, hissedar. * Bilen, anlayan.
Behrever
f. Hisse ve nasibini almış, payını zimmetine geçirmiş.
292
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Behreyab
f. Nasibi olan, hissesi olan.
behreyâb
nasibi olan, payı bulunan.
Behs
Neşe ve güleryüzle karşılama. * Kahraman, yiğit, mert adam. * Cür'etkârlık.
Behsale
(C.: Behâsile) Etli, kısa boylu, tıknaz kadın.
Behsus
Az miktar, az şey.
Behş
Muki otunun yaşı. * Kara yüz.
beht
şaşkınlık, hayranlık.
Beht
Yalan söylemek. * Ansızın bir şeyi almak. * Tenbellik galebe etmek. * Şaşkınlık. Hayranlık.
Behtere
Yalan söyleme.
Behur
Tütsü. (Dilimizde buhur şeklinde kullanılır)
Behut
(C.: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.
Be-hükm
Hükmiyle, hükmünce.
Behv
(Behve) Misafir odası. * Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir) * Geniş meydan, yer. * Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık. * Rahim ile mahrecinin arası.
Behvet
Sofa. * Çardak. * Odaların önüne yapılan oda.
Behz
Benû Selim kavminden bir cemaatin adı. * İleri itme. * Şiddetle göğse vurma.
Behzere
(C.: Behâzere) Semiz davar.
Behzet
Ağırlaştırmak, meşakkatli yapmak. * Zebûn etmek.
Beis
(Be's) Zarar. Kuvvet ve şiddet. Zahmet. Zor. Fenâ. Bed.
beis
zarar, fenalık.
Bejendî
f. Geçim darlığı. Maişet derdi.
Bejman
f. Yırtık, dökük, pejmürde, dağınık. * Hüzünlü, kederli, üzgün, yaslı.
293
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bek'
Birbiri ardınca şiddetle vurmak. * Karşılayıp istikbâl etmek.
Beka
"Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma. * İlm-i Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır. * Bâki olmak. Ebedîlik.(... Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidâdını hissetmiş. Ve insan, acib cemiyetli istidâdiyle yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb'ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış. Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayâliyeye denilse : ""Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir sûrette bir idam senin başına gelecek."" Elbette hakiki insaniyetini kaybetmiyen ve intibaha gelmiş o insanın hayâli, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvâhlarla saâdet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak. H.)"
bekâ
devamlılık, kalıcılık, sonsuzluk.
bekââlûd
kalıcılıkla karışık.
Beka-i dünyevî
Dünya hayatında devamlılık. Uzun ömür.
Beka-i nev'
Nev'in devamı. Meselâ: İnsan nev'inin, yani insanların devam edip bitmemesi, çocukların doğması ile olduğu gibi.
Bekale
Yağla karışmış keş. * Karıştırmak.
Bekam
f. İsteğine, meramına kavuşan, nail olan. Arzu ettiğine erişen. Mesut, bahtiyar.
Bekamet
Dilsizlik, dili olmamaklık.
294
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bekâr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. * Taşralı olup, büyük bir şehirde bir işle meşgul olarak, ailesiz yaşayan adam. (Bak: Tecerrüd, Mücahede)
Bekâret
Kızlık. Erkek görmemiş kızın hali.
Be-kavl
f. Sözüne göre, dediğine göre.
Bekaya
Geride kalanlar, bakiyeler. * Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ.
bekâya
geriye kalanlar.
Bekbeke
Depretmek, tahrik.
Be-kef
f. Elde, avuçta olan.
Bekil
Yakışıklı delikanlı, genç.
Bekile
Yağla karışmış keş.
Bekim
Dilsiz adam.
Bekk
Bir şeyi kakmak.
Bekkâîn
(Bükâ. dan) Ağlayanlar.
Bekke
Mekke-i Mükerreme'nin eski ismi. * Bir yerde toplanmak. Bir yere cem'olmak. * İzdihamlık, kalabalık.
Bekl
Karıştırmak, halt.
Bekr
Genç erkek deve. (Müe: Bekre)
Bekre
Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark. * Mafsallarda bulunan makara şeklindeki kemik.
Bekrî
Erken. Sabah. * İçkiye çok düşkün. Sarhoş.
bektâş
arkadaş.
Bektaş
f. Akrân. Eş. Arkadaş.
Bektâşî
Bektâşîlik tarikatından olan kimse.
Bektaşî
Hacı Bektaş-ı Veli tarikatına mensub olan kimse.
295
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bektâşîlik
Hacı Bektaşı velînin kurduğu tarikat.
Bektaşiyân
f. Bektâşiler. Yeniçeriler.
Bekûrî
İlk evlat, ilk doğan çocuk.
Bekûriyyet
İlk evlâtlık.
Beküsiste
f. Kopuk, kopmuş. Düşük, düşmüş. Gevşek, çözük.
Bel
t. Geminin orta kısmı. * Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası. * Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı.
bel'
yutma, ortadan kaldırma.
Bel'
Yutma. Emme. * Belirsiz etme. Ortadan kaldırma.
Belâ
"(c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye. * Yaramaz nesne. (Bak: Sadaka)(Ey insan! Mâdem canavar sûretinde bir hayvan, insanların hânesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise, mahlukatın en mükerremi olan insan; ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman; ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alil ihtiyareler; ve alil ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyâde lâyık ve müstahak bulunan akrabalar; ve akrabaların içinde dahi en hakiki dost ve en sadık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık hâlinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve $ sırriyle yâni: ""Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti."" ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle. M.)"
Bela
"Evet. (Nefiyden sonra isbat için söylenir.) Meselâ: Kur'ân-ı Kerim'de mezkûr; Cenab-ı Hakkın ruhlara karşı, ""Ben Azîmüşşan sizin rabbiniz değil miyim?"" diye sorduğunda, ruhlar $ Yâni: ""Evet sen
296
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bizim Rabbimizsin"" dediler. (Bak: Bezm-i Elest) * Farsçada ""Belî"" diye söylenir." belâ
gam, tasa. musibet, afet.
Belabil
(Belbâl - Belbele. C.) Vesveseler. Kederler. Tasalar. * (Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler.
belâbil
belâlar, tasalar, musibetler.
Belâ-cû
Belâ arayan. Belâsını istiyen.
Belad(e)
Kötü kimse. Müzevir, günahkâr. Fena ve kötü şey.
Beladet
Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık.
Belâ-dide
f. Belâ görmüş, belâya çatmış.
Beladir
f. Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası. * Belâyı def etmek için verilen sadaka.
Belâ-ender-belâ
f. Belâ üstüne belâ. Zahmet içinde zahmet.
Belâg
Eriştirme, yetiştirme. * Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet.
Belâgan mâ-belâg
Bol bol. Çok kâfi derecede.
Belâgat
"Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek. * Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye, ilm-i belâğat denilir. (Edb. L.)(Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, hey'etlerin tamamen o kelâmın takib ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.... Belâgat,
297
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muktezâ-yı hâle mutabakattan ibarettir. Kur'anın muhatabları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde ta'mim için hazf yapıyor; çok yerlerde, nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki; ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimâller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın. İ.İ.)" belâgat
sözün güzel ve yerinde söylenmesi, bunu öğreten ilim.
Belâgat-füruş
f. Belâgat taslıyan.
Belâgat-perdâz
f. Düzgün konuşabilen, iyi söz söyliyebilen.
Belâgat-pirâ
Belâgata süs veren. Süslü ve belâgatlı konuşan.
belâğbaşı
kaynak, pınar.
Belah
Büyüklenmek, kibir.
Belaha
Yetişmemiş hurma koruğu. * Kurumak, yebs. * Yormak.
belâhet
ahmaklık, budalalık, düşüncesizlik.
Belahet
Ahmaklık. Düşüncesizlik. Ne yaptığını iyi bilmemek.
Belak
Ayakları alacalı at.
Bel'ak
Yaşlı, zayıf. * Bir hurma cinsi.
Belâkeş
f. Belâ çeken. Sıkıntı içinde olan.
Belakik
(Bülükka. C.) Sahralar, çöller. Düzovalar.
Belal
Islaklık. Islatış. Su gibi ıslatan.
Bel'am
Terbiyesiz, açgözlü, obur. * Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.
Bel'ame
Yutmak.
Belarek
f. İyi su verilmiş kılıç, çelik. * Ok temreni, ok mahfazası.
Bel'as
Büyük karınlı dişi deve.
298
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Belat
Döşenmiş taş. * Düzyer. * Köy adı.
Belaya
(Belâ. C.) Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar.
belâyâ
belâlar.
Belâ-yı nâgâh
Ansızın gelen musibet. Habersiz gelen belâ.
Belâ-yı siyâh
Kara belâ. * Mc: Acı olan olaylar, kötü hâdiseler.
Bela-zede
f. Belaya uğramış, başına musibet gelmiş olan.
Belbal
(Belbele) Vesvese. Tasa. Telâş. Yürek yanması. Iztırab. * Tehyic ve tahrik eylemek.
Belbed
Akılsız ve ahmak kimse ki, ne ettiğini bilmez.
Belbel
Tasa, kaygı. Yürek yanması.
Belbele
(C.: Belâbil) Vesvese vermek, gamkin etmek, kuruntu vermek.
Belbûs
f. Bir nevi haşhaş. * Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak.
Belca'
Kaşları arası açık olan kadın. (Müz: Eblec)
Beldah
Kişinin kendini yere vurması.
Beldaran
Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar.
belde
memleket, büyük köy.
Belde
Memleket, şehir. * Büyük köy. * Yer, arz. * Göğüs, sadır. * İki kaş arasında kıl olmayıp açık olması.
Belde-i tayyibe
Güzel ve hoş belde. Medine-i Münevvere.
Be-leb
f. Dudakta.
Belec
Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek.
Beled sûresi
(El-beled) Kur'an-ı Kerim'de 90. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
Beled
(Belde. C.) Beldeler. Memleketler.
299
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Beledî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli. * Şehir ve kasabaya ait. * Belediye İdaresine mensub. * Mahallî, yerli.
Belediye
Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen daire.
Beleh
Sersemlik, bönlük, ahmaklık, budalalık.
Belel
Yaşlık, rutubet, ıslaklık. * Zafer, galibiyet.* Mihnet, keder, üzüntü. * Mücadele, kavga. * Hastalıkdan iyileşen. * Düşkünlük.
Belem
Üzerinden yol geçen tepe.
Belemun
Çakır dikeni.
Belendah
Bodur, şişman kimse.
Belendî
Enli.
Belensem
Katran.
Beles
İncire benzer bir yemiştir ve Yemen'de çok olur.
Beleş
(Arabça bilâşey'den galattır) Ücretsiz, bedava.
Belet
Kesilmek, inkıtâ.
Belge
(Bak: Vesika)
Belgin
Belâ, zahmet, dâhiye.
Belh
Bazan, sivâ (gayri) manasını ifâde eder.
Belha'
Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen akılsız kadın.
Belhâ
Gönlü kibirli olan kadın.
Belham
Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet.
Bel'-i lokma
Lokmanın yutulması.
belî
evet.
Beli
f. Evet.
Belid
(Belâdet. den) Ahmak, sersem, bön, budala.
300
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Beligane
f. Beliğcesine, düzgün ve fasih olarak.
belîğ
düzgün ve adamına göre söylenmiş söz.
Beliğ
Edb: Belâgatli kimse. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir olan. * Kâfi derecede olan. Yeter olan.
belîğâne
beliğ biçimde.
Belil
Islanmış olan şey. * Serin ve yağmurlu rüzgâr.
Belinograf
Fr. Telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı uzak mesafeye nakleden cihaz.
Belita
Kamış kap.
Beliyyat
(Beliyye. C.) Felâketler. * Gamlar. Kederler.
beliyyât
belâlar.
Beliyye
(C.: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder.
beliyye
belâ.
Belk
Kapı açmak. * Ak ile kara alaca olma. * Büyük terazi.
Belka'
Alaca. Alaca bacaklı olan at.
Belkaa
Şam vilâyetinde bir yerin adı. * Kara ile ak alaca nesne. * Parlak nesne.
Belkıs
"Süleyman (A.S.) zamanında, Yemen'de Sebe şehrinde hükümet süren Himyerîlerden bir melikedir. Süleyman (A.S.) bunu Filistin'e çağırdı, geldi ve iman etti. (Bak: Taht-ı Belkıs)(Hz. Süleyman (A.S.) Taht-ı Belkısı yanına celb etmek için, vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: ""Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim"" olan hâdise-i harikaya delalet eden şu âyet $ ilââhir... İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzar etmek mümkündür. Hem vâki'dir ki; risaletiyle berâber saltanatla müşerref olan Hz. Süleyman (A.S.) hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar
301
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu'cize sûretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek Cenab-ı Hakk'a itimad edip Süleyman'ın (A.S.) lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadiyle Cenab-ı Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen'de iken Şam'da aynıyla veyahud sûretiyle hâzır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i sûrete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor. S.)" belki
şüphesiz, kesinlikle.
Belki
Umulur, ihtimal, olabilir. * Hattâ. * Kat'iyyetle. Dahi. Şüphesiz.
Bell
Yaş etmek. Islatmak. * Ulaştırmak. * Hastanın sağlamlaşması.
Bellet
(C.: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık.
Belma
f. Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey.
Belsek
Elbise değdiğinde yapışıp ayrılmayan bir ot.
Belt
Kesmek.
Belta'
Her hususta hazakati ve feraseti olan.
Beltah
Kişi nefsini yere vurmak.
Beltem
Akılsız kimse. * Peltek adam.
Belû
(Bel'. den) Çok yiyici, obur.
Belul
Kurtulma. Hastalıkdan, marazdan kurtulma. Halâs olma.
Belûs
f. Tevazu, mahviyet. Hileci. Hile, yalan, dolan.
Belût
Bot: Meşe ağacı. * Meşe ağacının meyvesi olan palamut.
Belv
(Belvâ) Dert, çile. Musibet. Zahmet. * İmtihan, tecrübe.
Belvaz
f. Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu.
302
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Belve
Belâ.
Bely
Mahvolmak. * Belirsiz olmak.
Belyad
f. Nakışsız, sade kostüm.
Belzi
Muhkem, güçlü, sağlam deve.
Bem
Bazı sıfatlara katılarak mübalağa beyan eder.
Bembeyaz
Her tarafı beyaz, çok beyaz.
Ben
"(Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline ""alt ben"" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurlu kişiliği, beni ortaya çıkar. Ben, kendi menfaatına gördüğü, haz duyduğu herşeyi ister. İsteklerine kendisi için tehlikeli, acı verici gördüğü yerde, yani yine kendisi için sınır koyar. Başkalarını hesaba katmaz. Ahlâk ve din terbiyesiyle ben, her istediğini yapmaması gerektiğini öğrenir. Vicdan ve namus duygusuna sahip olur. Böylece ""üst ben"" mertebesine ulaşır. İsteklerini dizginlemesini öğrenir. ""Alt ben""in had, sınır tanımayan arzularıyla din ve ahlâkın benliğimizdeki sesi durumunda olan ""üst ben"" arasında bir zıddiyet ve çatışma vardır. Ben, bu ikisi arasında ahenkle denge kurmaya çalışır. Bir suç ve günah işlediğinde benlikte suçluluk duygusu uyanır. Bundan kurtulmak için en küçük bahane ve şüphelere yapışır. Ve ahlâk ve dinî esasları inkâra yönelir. Bu sebeple her günahta küfre giden bir yol açılır. İslâm terbiyesi alan bir insanın benliği meşru sınırlarda Allahın emir ve rızası dairesinde kalır. Günah sınırlarına varmaz. Benin mahiyeti hakkında felsefî ve psikolojik muhtelif görüşler vardır. Henüz benliğin mahiyeti açıklanamamıştır.
303
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâm açısından bu mevzuda yazılan en esaslı yazı Risale-i Nurlardan Ene ve Zerre Risalesi'dir." Benadık
(Bunduk. C.) Yuvarlak kurşunlar. * Fındıklar.
Benadir
(Bender. C.) Ticaret yerleri. Ticareti işlek limanlar.
Be-nam
f. Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen.
benâm
namlı, ünlü, seçkin.
Benam
Parmak ucu.
Benan
Parmak uçları. Parmaklar.
Benane
(C: Benân-Benânât) Parmak başı.
Benât
(Bint. C.) Kızlar. * Bebekler.
benât
kızlar.
Benât-ı bi'se
Musibetler, belâlar, felâketler, âfetler.
Benât-üd dehr
Âfetler. * Zahmetler.
Benât-ül arz
Pınarlar, ırmaklar.
Benât-ür rüşde
Nikâhlı kadından doğan evlat.
Benât-üs sadr
Endişe. * Hayal. * Kederler.
Benaver
f. İri, büyük çıban. Kan çıbanı.
Benbel
f. Ekşi şey. * Ekşi elma.
Benc
"Türkçede ""benek"" adı verilen bir ot cinsidir ve tohumuna ""bezr-ül benec"" derler."
Bencil
t. (Bak: Hodbin, Hodgâm)
Bencileyin
t. Benim gibi.
bend
bent, bağlanmış.
Bend
f. Bağlanan. Bağlanmış. * Bağ. Boğum. Mafsal. * Su bendi. Baraj. * Gam. Gussa. * Mekir. * Hile. * Mülâhaza. Fıkra. Madde. *
304
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aldatmak.* Birisini emri altına almak, bendetmek. * Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana gelen ve kısım kısım gazel tarzında kafiyeleri değişen manzûmelerin her bir parçası. (Bak: Terkib-i bend) bende
bağlı, esir, köle, hizmetçi, kul.
Bende
f. Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul.
Bendegâne
Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına.
Bendegî
Kölelik. Hizmetçilik. * Ubudiyyet, kulluk.
Bende-hirîde
Satın alınmış köle.
Bende-i fermân
Emir kulu, ferman kölesi.
Bende-i halka-begûş
Kulağı halkalı olan köle, esir. * Mc: İtaatli, muti'.
Bendeka
Hiddetle bakma, sert bakış. * Bir şeyi fındık kadar ufak yapma.
Bendene
f. Esvabın, giyilecek şeylerin bazı yerlerine dikilen düğme, kopça.
Bendenüvaz
f. Kölesini iltifatlandıran, adamını taltif eden.
Bendeperver
f. Köle besleyici, adam besleyici.
Bender
(C.: Benâdir) Ticaret yeri, işlek ticaret iskelesi, büyük iskele.
Benderek
f. Küçük iskele. * Boğaz ve liman ağızlarında yapılan küçük kale. Mendirek.
Bendergâh
f. İşlek iskele, liman, şehir.
Benderz
f. Çuvaldız.
Bendeyan
Hizmetçiler. Kullar. * Mensuplar.
Bende-zade
f. Köle çocuğu. * Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi muâmelede bulunan.
Bend-i âhenin
Demir bağ. Demirden mânia.
Bendide
f. Esir, köle. * Bağlı, bağlanmış.
Bendime
f. Elbise yakasına ve kollarına açılan küçük delik. * Düğme, ilik.
305
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bendiş
f. Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış.
Bend-rûg
f. Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur.
Bene
f. İnce urgan, ip.
Benefsec
Menekşe.
Benefş(î)
f. Menekşe rengi, mor renk.
Benefşe
f. Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. * Mor.
Benefşe-gûn
f. Menekşe renkli, mor renkli. Gökyüzü.
Benefşe-zâr
f. Menekşe tarlası, menekşe bahçesi, menekşelik.
Benek
f. Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş.
Benes
Kötülükden, fenalıkdan ve iyi olmayan şeylerden çekinme ve kaçınma.
Benevre
f. Temel, esas, asıl.
Beng
f. Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. * Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. * Küçük çitlenbik.
Bengah
f. Keçeden yapılmış olan Türkmen evi.* Âmirlere ve büyük rütbeli şahıslara ait çadır.
Bengere
f. Çocukları uyutmak için, çocuğu uyutan kişi tarafından söylenen ninni.
Bengî
f. Beng tiryakisi, esrarkeş.
Benî âdem
Âdem oğlu. İnsan. Âdem oğulları.
Benî beşer
İnsanlar.
Benî isrâil
İsrâil oğulları. Yahudiler. Yahudi.
Benî ümeyye
Emeviler.
Benî
Oğullar, evlâtlar, çocuklar. (Aslı: Benûn-Benîn)
306
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
benî
oğullar.
benîâdem
ademoğulları, insanlar.
Benîisrâil
israiloğulları, Yakub aleyhisselâmın neslinden gelenler.
Benika
(C.: Benâyık) Elbisenin koltukaltı parçası.
Benimsemek
t. Sahip çıkmak, bir şey hakkında benimdir iddiasında bulunmak. Kabullenmek.
Benîn
(İbn. C.) Oğullar, erkek çocuklar. * Akıllı, temkinli, tedbirli kimse.
Beniyye
Kâbe-i Muazzama.
Benk
Her nesnenin aslı.
Benna
Mimar, usta, kalfa. Her türlü bina yapan. Yapıcı.
Benna-gûş
f. Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir.
Benne
(C.: Binân) Güzel, hoş koku.
Bens
Tehir etmek, geciktirmek.
Benş
Tenbellik. İhmâl.
Benû
Oğullar.
Benû(h)
f. Yığın, küme, demet.
Benu-d dünya
Beni Âdem, insanlar.
Benu-l allat
Baba bir kardeş.
Benu-l a'yan
Baba ve ana bir kardeş.
Benu-l gabra
Dervişler, uğrular.
Benu-l ümm
Ana bir kardeş.
Benûn
(Benîn) (İbn. C.) Oğullar. Zâdeler. Veledler.
Benu-s sebil
Misafirler.
Ben-van
f. Harman, tarla, ekin bekçisi.
Benzol
Benzin ve toluen karışımı bir akaryakıt.
Bepga
f. Papağan.
307
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ber
" ""alan, dinleyen, yeden, götüren"" mânâsında son ek."
Ber
"f. (Burden) ""Götürmek"" mastarının emir köküdür. Kelimenin sonuna getirilerek terkipler yapılır. Emirber $ : Emir dinleyen, emir götüren. Fermanber $ : Emir veren. Emir dinleyen... gibi."
Be'r
Kuyu kazmak.BER' : (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek. * Hastanın iyileşmesi. Sağlamlık.
Bera'
Her ayın ilk ve son günü.
berâ
için, dolayı.
Beraa
(Beria, Berua) İlim ve fazilet ve cemalde üstünlük (manasına fiil kökü.)
berâat Berâat
güzellik, parlaklık, üstünlük. Haşmet, metanet. İlim ve şecaatta, güzel vasıflarda emsâlinden üstünlük. Hüsn ve cemâlde tam olmak,emsâlinden üstün olmak.
Berâat-ül istihlâl
Bir eserin içindekilerini güzel bir başlangıçla baş tarafında anlatmak. İyi bir alâmet. Güzel bir başlangıç. * Bir ibarede müradif ve mukni birkaç kelime bulunması, hüsn ve insicamdaki ibarenin vech-i mergub üzere te'lif ve terkibi. * Maaş, rütbe, nişan için hükümetçe bildirilen yazı gibi vesika.
berâatülistihlâl
güzel bir başlangıç.
Beraber mî-zenend her şey
Herşey berâber söylüyor, çarpıyor, konuşuyor.
Beraber
f. Birlikte bulunan. * Müsavi, eşit. * Bir hizada olan. * Refakat, birlik.
Beraberî
f. Eşitlik, müsavilik, beraberlik.
Beracim
(Bürcume. C.) Boğumlar, mafsallar.
berâet
arınma, kurtulma.
308
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Berâet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma. * Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma. (Bak: Ber')
Berâet-i zimmet
Zimmetinde birşey olmayış, suçsuzluk.
Beragis
(Bürgus. C.) Pireler.
Berah
şiddet. Ezâ ve meşakkat.
Berahide
f. Yola çıkarılmış, gönderilmiş.
Berahihte
f. Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir.
Berâhime
berehmenler, bazı batıl dinlerin önderleri.
Berahime
Berehmenler. Bâtıl ve sapkın Hind ve Mecûsi dinindekilerin reisleri.
Berahin
(Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
berâhin
bürhanlar, kuvvetli deliller.
Berahin-i aleniyye
Meydanda ve açık olan deliller.
Berahin-i katıa
Şeksiz ve şüphesiz olan kat'i deliller, bürhanlar.
Berahin-i kaviyye
Sağlam deliller, kuvvetli bürhanlar.
Berail
Horozun, güvercinin ve diğer kuşların boynunda çarpık bitmiş olan yelek.
Berak
(C.: Berkân) Göz kamaşmak. * Bir yaşındaki kuzu.
Ber-akis
f. Aksine, zıddına, tersine.
Berarende
f. Üste getiren, üzerine çıkaran.
Berari
(Berriyye. C.) Sahralar, çöller. Geniş kumluklar.
Beras
Leke hastalığı.
Berasin
(Bürsün. C.) Yırtıcı hayvanların pençeleri.
Beraş
Ekseri yüzde olan küçük kara noktalar.
309
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Berat gecesi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Arabi Şâban ayının onbeşinci gecesi. Şâban ayı mübarek şuhur-u selâseden (üç aylardan) olup, onbeşinci gecesi mahlûkatın rızıklarına, ömürlerine, amellerine dâir taraf-ı İlâhîden meleklere tâlimat verildiği hususunda rivâyât-ı sahiha vardır.(Bu gelen gece olan ""Leyle-i Berât"" bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderât-ı beşeriyenin programı nev'inden olması cihetiyle ""Leyle-i Kadr""in kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde otuzbin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur'anın sevabı, yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhur-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhûrede, onbinler yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur'anla ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır. Ş.)"
berât
nişan, ayrıcalık fermanı.
Berat
Nişân. Rütbe. İmtiyaz ve taltif için verilen resmi kâğıt.
Berat-ı cibayet
Vergi, icâre ve resim gibi vakfa veyahut da hazineye ait olan paraları toplamak salâhiyetini veren vesika.
Berat-ı hümayun
Padişahlara mahsus ferman.
Beratil
(Birtîl. C.) Hediyeler, rüşvetler.
Ber-aver
f. Yemiş ağacı.
Beraverde
f. İltimas ile korunarak ileri çekilmiş adam. * Seçilmiş, ayrılmış şey. * Yükseğe kaldırılmış.
Berây
"f. İçin, dolayı, binâen. (Arabçadaki ""Li, li ecli"" yerinde bir tâbirdir.)"
Beraya
(Beriye. C.) Halk. Bütün mahlûkat. * Halkın kılıç kullanabilenleri ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı.
310
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Berây-ı istikbâl
Karşılamak için.
Berây-ı malûmat
Mâlûmat için.
Berây-ı tenezzüh
Tenezzüh için, gezinti için.
Berây-ı ticâret
Ticâret için. Ticâret maksadı ile.
berâyımâlûmât
bilgi için.
Beraz
Az olan şey, kalil.
Berazik
Bölük, cemaat.
Berbad
f. Harap. Kötü. Virâne. Bozuk. Perişan. Telef ve helâk olmuş.
berbâd
harap, pis, fena, kirli.
Berbar(e)
f. Evin dam kısmında bulunan oda. * Çardak. * Kemeriye. * Tahtaboş. Damın düz bir kısmı ki, en çok çamaşır sermeye yarar ve çinko ile döşelidir.
Berbekan
Arapların giydiği bir elbise cinsi.
Ber-belend
f. Çok yüksek yer veya rütbe.
Ber-bend
f. Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı.
Berber
f. Tıraş eden, saç kesen. * Afrika'nın kuzeyindeki bir kavim.
Berbere
Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak.
Ber-ca
f. Yerinde, münâsib.
Berced
Kalın kilim. * Halı.
Berceste
f. Sağlam ve lâtif. * Seçme. * Edb: Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz.
berceste
seçme, iyi mısra.
Bercis
Müşteri denilen gezegen. * Bol sütü olan deve.
Berçide
f. Devşirilmiş, toplanmış.
Berçin
f. Toplayıcı.
berd
soğuk.
311
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Berd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Soğuk. Soğukluk. Soğutmak. Noksan hararet. * Ölmek. * Soğuk su ile gusletmek. * Uyumak. * Sabit olmak. * Zayıf olmak. * Bir şeyi eğelemek. * Sürme çekmek. * Söğmek. * Tutya, çinko. (L.R.)
Berdaht
f. Pürüzünü giderme. Pürüzsüz yapma. * Cilâlama, parlatma. * Düzleme, düzeltme.
Berdar
f. Asılmış, yukarı kaldırılmış.* Tutucu. İtaat edici ve ettirici. * Meyveli. Meyve verici olan.
Berdaşte
f. Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış.
Berde
Tıb: Mide dolgunluğu.
Berdec
Sürmek. (Farisîden muarrebtir).
Berdegi
f. Esirlik, esaret, kölelik.
Berdeng
f. Çöl ortasında yer alan küçük dağ ve tepe.
berdevam
devam eden, sürüp giden.
Berdevam
f. Devam üzere. Devamlı sürüp giden.
Berd-i beyzâ
(Bak: Nâr-ı beyzâ)
Berdi
Hasır yapımında kullanılan bir ot cinsi.
Berdis
Habis kişi, pis kimse.
Berdiyy
Suriye'de bulunan iki nehrin, bir köyün ve Hicaz'da da bir dağın adı.
Ber-dûş
f. Omuzda, omuz üzerinde.
Berd-ül acûz
Kocakarı soğuğu. (Rûmi şubatın 26'sında başlar ve 7 gün şiddetle devâm eder.)
Bere
f. Kuzu. Koyun yavrusu.
Bered
Daha ziyade fırtınalı havalarda yağan dolu.
Berede
Dolu. * Çok yemekten midenin dolması.
Berehmen
(Berhemen) f. Puta tapan. Ateşperestlerin bilginleri ile puta tapan kimselerin papazları.
312
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Berehne
f. Çıplak.
Berehnegî
f. Çıplaklık.
Berehrehe
Güzel, nâzik kadın.
Berekât
(Bereket. C.) Bereketler. Bolluklar.
berekât
bereketler.
Bereket
"Bolluk. Çokluk. Feyiz. Cenab-ı Hakk'ın lütfu, ihsanı. Uğurluluk. Meymenet, saadet.(.. Kanaat-ı kat'iye verecek derecede tecrübeler vardır ki: Nasıl çocukların aczlerine binâen rahmet tarafından rızıkları hârika bir sûrette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor... Öyle de, mâsumiyet kesbeden imanlı ihtiyarların rızıkları da, bereket sûretinde gönderiliyor. Hem bir hânenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu; hem bir hâneyi belâlardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş mâsum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu, Hadis-i Şerifin bir parçası olan $ yani: ""Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti."" diye ferman etmekle, bu hakikatı isbat ediyor. L.)"
bereket
bolluk, çokluk, feyiz.
Berem
f. Asma ve kabak çardağı. * Üzüm çubuklarının altına konulan çatal şeklindeki ağaç. Herek.
Berencen
f. Kadın bileziği.
Berend
f. Nakışı olmayan ipek kumaş. * Keskin olan hançer, kılıç, pala v.b. âletler. * Kılıcın suyu.
Berendahte
f. Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış.
Ber-endaz
f. Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan.
berendâz
kaldırıp atan.
313
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Berere
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.
Berestûk
Kırlangıç denilen deniz balığı.
Bere'te
Sen yarattın (meâlinde fiil). (Bak: Ber')
Berevât
(Berat. C.) Eskiden bir kimseye nişan, rütbe veya imtiyaz verildiğini bildiren fermanlar.
Bereze
(Bak: Bürüz)
Berf
f. Kar.
Berf-âb
f. Karlı soğuk su. Kar suyu.
Berf-âlud
f. Kar içinde, kara batmış.
Berf-dân
Buzhane, buzluk, karlık.
Berf-dâr
f. Karlı.
Berfend
f. Asker, nefer, er. * Güzel ve hoş söz. * Derin yer.
Berfin
f. Kar ile ilgili, kardan.
Berf-nak
f. Kış yaz devamlı karlı olan yer.
Berfûk
f. Şeftali yemişi.
Berfûz
f. Ağzın dış kenarı, dudakların çevresi.
Berg
f. Sed, bend.BERG : f. Yaprak. * Azık. * Azm, kasd. * Hazırlık. Mal, mülk. * İntizam-ı hal. * Serencam.
Bergab
f. Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj.
Bergal
(C.: Beragil) Sırtlan eniği.
Bergaman
f. Ejder. Büyük yılan.
Bergamot
Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.
Bergaş
(C.: Berâgiş) Sivrisinek. * Tahta biti.
Bergaşte
f. Yüz çevirmiş.
314
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bergerde
f. Hatırda tutulmuş, ezberlenmiş, hıfzedilmiş.
Bergeşide
f. Sıyrılmış, çekilmiş. * Tartılmış.
Bergeşte
f. Tersine dönmüş. Yüz çevirmiş. Mâkûs.
Bergeşte-hâl
f. İşi bozulmuş, geçimi güçleşmiş, düşkün.
Berg-i diraht
Ağaç yaprağı.
Berg-i sebz
Hediye. * Yeşil yaprak.
Bergriften
f. Ayırmak. Kaldırmak. Gidermek.
Berg-riz
f. Yaprak döken. Sonbahar, güz.
Bergüzar
f. Hatırlatmak için armağan, hediye vermek.
bergüzâr
hatırlanmak için hediye verme.
Bergüzide
f. Seçkin. Seçilmiş.
bergüzîde
seçkin, seçilmiş.
Berh
şiddet, eziyet, meşakkat, zorluk, zahmet.
Berhabe
Minder. Döşek, yatak. * Aynı döşek veya yatakda beraber yatılan kimse.
Berham
Yahudi ismi.
Berhâne
f. Eskiyip harap olmuş konak.
Berhast(e)
f. Ayaklanmış, kalkmış.
Berhava
(Berhevâ) f. Boş, faydasız. * Havaya uçurulmuş. Havaya gitmiş.
berhava
boşa gitme.
Berhay
Yaramaz, haylaz.
Berhayat
f. Yaşayan. Hayat üzere olan.
berhayat
yaşayan.
Berhe
Müddet, an, zaman.
Berhem
f. Karışık, çapraşık. * Toplu, birlikte, berâber.
Berheme
Gözünü kıpırdatmadan bir şeye bakıp durmak.
315
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Berhemen
(C.: Berhemûn) Hakîm. * Efsun okuyucu.
Berhem-zede
f. Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş.
Berhem-zen
f. Karmakarışık eden, altını üstüne getiren.
Berhem-zened
f. Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor.
Ber-heva
f. Kaybolmuş, havaya gitmiş.
Berhihte
f. Silâh çekilmiş, hamle edilmiş.
Berhiz
f. Atılan, kalkan, sıçrayan. Zorbalık eden.
Berhûd
f. Saçmasapan söz, mânasız söz.
Berhudar
f. Selâmette. Mükâfata erişen. Nasibli.
berhudâr
saadete erişen.
Berhûh
f. Sabun.
Berhûn
f. Çember, daire, ortası boş olan yuvarlak nesne. * Hisar, varoş, duvar veya bostan kenarlarına ve tarla aralarına çalıçırpı ve diken ile yapılan çit. * Küçük ev, oda, hücre.
Berhûr
f. Pay, nasib, hisse.
Berhûz
f. Torba, dağarcık.
Berî
(Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan. (Bak: Ber')
berî
temiz, arınmış, kurtulmuş.
Beria
Akılda güzellik, zekâda ve kıyasette emsalinden üstün olan. (Bak: Beraa)
Beriberi
(Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık.
Bericen
f. İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın.
316
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Berid
Postacı. Haberci. Elçi. * Sürücü. * Dört fersah mesâfe.
Berid-i felek
Satürn (Zühal) gezegeni.
Berig
f. Set, bent.
Berik
Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak) * Parıltı, ışık, ziya.
Berike
Yırtmak. Paralamak. * Un helvası.
Berilyum
yun. Zümrüt gibi bazı taşların bileşiminde bulunan bir elementtir. (Be) sembolü ile gösterilir.
Berim
Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip. * Cemaat. * Etsiz yemek.
Berin
f. Pek yüksek, en yüce. * Yarık, yırtık, delik.
Berisa'
Halk, insan topluluğu.
Berit
(C.: Berâyıt) Halk, beriyye.
Beriyye
Halk. Mahlûk. İnsan. * Sahra. Çöl. * Kır.
Berj
f. Kuvvetli kasırga. Su girdabı.
Berk
Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak.
berk
şimşek.
Berka'
(Bak: Burku)
Berkaa
Dört ayak üstüne durmak.
Berkan
Parıldama. * Volkan.
berkarar
kararlı.
Berkarar
Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı.
Berk-asa
f. şimşek gibi parlak.
berkâsâ
şimşek gibi.
Berk-âsâ
şimşek gibi. Berk gibi.
317
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Berkaş(a)
Nakşetmek, nakışlamak.
Berkata
Birbirine yakın olan adım.
Berk-efşan
f. şimşek saçan.
Ber-kemal
f. Mükemmel.
Berkenar
f. Hâşiye. Kenara yazılan yazı. Kenarda.
Berk-endaz
f. Parlayıcı, parıldayıcı.BERKENDE : f. Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış.
Berkeşide
f. Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış.* Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. BERKİYYE : Şimşek gibi. Şimşeğe âit. Elektrik. Telgraf.
Berk-i basar
Gözün şimşek çakması. * Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin intibahı ifade eder. (E.T.)
Berk-i hâtıf
Kapıp götüren veya göz kamaştıran şimşek.
Berk-i süyuf
Kılıçların şimşeği, kılıç korkusu.
Berki'
Yedinci kat gök.
Berku'
Yüz örtüsü. Peçe.
Berkuk
Şeftali, kayısı, zerdali.
Berm
f. Hıfzetme, hatırda tutma, ezberleme.
Bermah(e)
f. Burgu, matkab.
Bermal
f. Zirve, dağ tepesi. Dağın üstü, en yüksek yeri.
Ber-mûcib
f. Gereğince, icabına göre.
Bermurad
f. Emeline kavuşan, arzusu yerine gelen, dileğine eren.
Bermu'tad
f. Her zamanki gibi. Âdet olduğu üzere, alışıldığı gibi.
Berna
f. Delikanlı, yiğit, genç.
318
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bername
f. Mektub başlığı. * Zarfın üzerindeki adres. * Fihrist.
Bernik
Su aygırı.
Berniş
f. Romatizma ağrısı, mafsal sancısı. * Karın ağrısı, sancısı.
Berniye
(C.: Berâni) Büyük küp. * Küçük horoz. * Bir hurma cinsi.
Bernûn
f. İnce tül. Çok ince ipek kumaş.
Berpa
f. Ayakta, ayak üzerinde, dik.
Berr
(C.: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr. * Nimetleri herkese, umuma ihsan eden. * Gerçeklik, sıdk. * Susuz, kuru yerler. * Toprak. Yeryüzü, yer.
berr
yer, toprak, kara.
Berrade
Suyu soğutmaya ait kap, buzdolabı, karlık. * Bardak asacak yer.
Berrah
Sahra, çöl. * Zeval, sona ermek. * Gitmek, zehab.
berrak
duru, safi, arı.
Berrak
Nurlu, pek parlak. * Bulanık olmayan, duru, açık, saf.
Berran
f. Kesen, kesici, keskin.
Berranî
(Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani. * Hâricî, zâhirî. * Şer'î hükümlere uymayan.
Berrat
Bıçkı. * Törpü.
Berren
Karadan, kara yoluyla.
Berr-i atik
Eski karalar. Asya, Avrupa ve Afrika.
Berr-i cedid
Yeni karalar. Amerika ve Avusturalya.
berrî
karacı, karada olan.
Berrî
Toprağa ait, kara ile ilgili.
berrîye
karalara ait olan.
Berriye
Toprağa âit. * Çöl. Beyaban. Sahra. * Kara askeri. Piyade.
Berrûd
Tül ağacı.
319
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Berrüste
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp da yükselmiyen nebat. * Mc: Alçak, edepsiz, rezil kimse.
Bers
(C.: Bürâs-Ebrâs) Çukur, yumuşak yer.
Ber-sabık
f. Eskisi gibi.
Bersak
Sevinmek, sürur ve ferah.
Berser-zeden
f. Başa kakmak, azarlamak.
Berş
f. Afyon şurubu, keten yaprağı ile yapılan bir nevi sarhoş edici mâcun. * Arzu, gönül isteği.
Berşa'
Uzun boylu, iri gövdeli ahmak kimse.
Berşak
Ok atmak.
Berşan
f. Ümmet. Bir peygamberin tebliğ ettiği dine ve kitaba iman eden cemaat.
Berşem
f. Kederin belli oluşu. * Dikkatli nazar.
Bertal
Rüşvet almak.
Bertam
Dudağı kalın adam.
Bertame
Gadaptan müntefih olmak, hiddetlenmek.
bertaraf
çıkarılıp bir yana atılan.
Bertaraf
f. Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış, zâil olmuş.
Bertarum
f. Kubbe üzerinde. Dam üstünde.
Berter
f. Daha yüksek, daha üstte, âlâ.
Bertih
Aşırma.
Bertil
(C.: Beratil) Uzun taş. * Uzun, sağlam demir.
Berûd
Soğutucu. * Göze çekilen sürme.
Berûmend
f. Faydalı, verimli. * Ter ü taze. * Nasibli, hisseli.
Berûmendî
f. Faydalı, menfaatli olma.
Berûz
Zâhir olmak, zuhur etmek, görünmek.
320
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bervar(e)
f. Sayfiye. * Havadar köşk, mesken. * Evin küçük, arka kapısı.
Bervaze
f. Gezinti için hazırlanan yemek.
Ber-vech
f. Olduğu gibi, aynen.
bervech
şeklinde, biçiminde.
Ber-vech-i ati
f. Gelecek tarz üzere. Aşağıdaki gibi.
Ber-vech-i bâlâ
Yukarıda olduğu gibi.
Ber-vech-i iştirâk
Ortaklıkla, iştirak ederek.
Ber-vech-i maktu'
Muayyen bir bedel karşılığı olarak.
Ber-vech-i mûtad
f. Adet olduğu gibi.
Ber-vech-i yesir
Kolaylıkla, kolayca.
Ber-vech-i zir
f. Aşağıdaki gibi. Gelecekte görüleceği üzere.
Berz
f. Ziraat, ekim.
berzah
dünya ile âhiret arasındaki âlem.
Berzah
İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası. * Perde. * Sıkıntılı yer. * İki yer arasındaki geçit. * Mani'a, engel, (Bak: Sırat köprüsü). Ölen insanların ruhları kıyamete kadar berzah âleminde bulunurlar. Berzah büyük ve mânevi bir âlemdir. Dindar olup cennetlik olanlar, berzah âleminde sevdikleri kimselerle ve iyi insanlarla görüşürler ve çok zevkli yaşarlar. Kıyamet kopunca Allah bütün ruhları haşir meydanında cesetleri ile diriltip toplayacaktır.
berzahî
kabirle ilgili.
Berze
f. İpekli kumaş * Yakışıklı, nâzik. * Ekin, zirâat. * Dal, budak. * Letâfet, zerâfet.
Berzede
f. Toplanılmış, biriktirilmiş, bir araya getirilmiş.
Berze-gav
f. Tarla sürecek öküz, çift öküzü.
Berzen
f. Sahra, çöl. * Sokak, cadde. Mahalle. Köşebaşı.
321
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Berz-gar
f. Ekinci.
Be's
"Azab, şiddet. Korku. * Zarar, ziyan. * Zorluk, meşakkat, zahmet. * Fenalık. (Arapçada: ""Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak"" mânâlarına gelir.)"
Bes
f. Kâfi. Yeter. Yetişir. (Allah bes, gayri heves)
bes
yeter, kâfi.
Besa
(Arnavutça) Arnavut yemini. * Kan güden hasımlar arasında yeminle akdolunan anlaşma.
Besâ
f. Pek çok, hayli miktarda, nice nice.
Be'sa
Fakirlik, muhtaçlık ve benzerleri.
Besa'
Ülfet, alışma, ünsiyet.
Besait
(Basit. C.) Basit şeyler. Mürekkeb ve memzuç olmayanlar.
besâit
basit şeyler.
Besalet
Yiğitlik. Bahadırlık. Yürek sağlamlığı.
Besamet
Güler yüzlülük. Mütebessimiyet.
Besare
f. Sofa, salon. Divanhâne.
Besâre-nişin
f. Sofada oturan, uşak, hâdim, hizmetçi.
Besaret
Göz açıklığı. Dikkatle bakış.
Besasa
Göz, ayn.
Besat
(Bisât) Düz. * Döşenmiş. * Geniş. * Yayvan kab. * Düz açık yer.
besâtet
basitlik, sadelik, yalınlık.
Besatet
Basitlik. Düzgünlük. Sadelik. Düzlük. * Dilde düzgünlük.
Besatin
(Bostan. C.) Bostanlar.
besâtin
bostanlar.
Besatin-i cinan
Cennet bostanları. Cennet bahçeleri.
Besbas
f. Saçmasapan, manâsız söz.
322
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Besbase
Bir ağaç adı.
Besbele
Bakla.
Besbes
(C.: Besâbis) Herze. Mânasız, saçma sözler.
Besbese
Bir nesneyi yaş etmek, bir şeyi ıslatmak. * Çok çabuk yürüme. Hızlı yürüme.
Besek
(Besdek) f. Esneme. * Harman yerinde toplanılarak demet yapılan arpa ve buğdaylar.
Besen
şirin, lâtif, gökçek, hüsn.
Besend(e)
f. Kâfi, kifayet eder, tamam, yeter, yetişir.
Be-ser ü çeşm
f. Başgöz üstüne.
Be-ser ü pâ
f. Baştan ayağa.
Be-ser
f. Baş üzerine.
Besere-i habise
Çıktığı yeri kangren eden ve adına da kara kabarcık denen öldürücü bir hastalık.
Besfayic
Bir ot kökü ki, içinde fıstığa benzer bir yemişi olur.
Besgûy
f. Geveze. Çok konuşan.
Besî
f. Çokluk, fazlalık, ziyadelik. * Birçok.
Besic
f. Hazırlık. Sefer hazırlığı, yol hazırlığı. * Yol ve sefer azığı, harçlığı.
Besil
Çirkin yüzlü.
Besile
Kap içinde kalmış içki artığı.
Besim
(Besm. den) Güleryüzlü kimse.
Besin
t. Zihayat varlıkların yaşama, gelişme ve çalışmaları için gerekli olan çeşitli gıda maddeleri.
Besir
Ziyade, çok, birçok.
Besise
Bir çeşit yemek. * Yağ ve undan yapılan bir çeşit bulamaç. * Ayrılık, nifak, iftira, ihtilaf.
323
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Besit(a)
(C.: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü. * Yalnız tek. * Geniş yer.
Besk
Yırtmak. * Yarmak ve ayırmak.
Beskele
f. Kapı sürgüsü, kapı mandalı.
Besl
Helâk etmek. * Men'etmek.* Çirkin yüzlü olmak. * Helâl ve haram.
Besm
Tebessüm etmek.
Besman
f. Bir muahededen, bir anlaşmadan sonra rehin olarak bırakılan şey. Kapora.
Besmele
$ in kısaltılmış ismi. Müslüman her işine Bismillah ile başlar. Yani her işi Allah adına ve Allah için yapar. Atomlardan yıldızlara kadar her varlık da Allah adına ve Allah için hareket eder. İnsan da Bismillah diyemiyeceği, yani Allah'ın emri ve izni olmayan bir işi ve hareketi yapmamak, onun emri dairesinde kalmakla gerçekten insan olur. Aksi halde hayvanlardan aşağı dereceye iner.
besmele
Bismillahirrahmanirrahim.
Besmele-hân
f. Besmele çeken.
besmelekeş
besmele çeken.
Besne
Yumuşak yer.
Besniyye
Alçak ve yumuşak yerde biten buğday. * Şam diyarında belli bir yerde yetişen buğdaya da derler.
Besr
Çok, kesir.
Besrik
(Bisrik) Hafif ve hızlı yürüyüşlü bir cins hecin devesi.
Bess
Parça parça olmak, dağılıp serpilmek.
Bessam
Güler yüzlü olan adam. Çok gülen kimse.
Bessase
Mekke-i Mükerreme.
Best
f. Düğüm.
Besta
Uzunluk, bolluk, genişlik. Yaygın olmak.
324
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bestak
Hizmetçi, hâdim.
Beste
"f. Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. * Kapalı. Tutucu. Donmuş. * Bir nevi ipek kumaş. * Gr: ""Besten"" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. * Müzikte: Şarkının makam ve âhengi."
beste
bağlanmış, şarkı ahengi.
Beste-dehân
f. Dili bağlı. Ağzı kapalı, susan, sükût eden.
Beste-dem
f. Nefesi tutulmuş.
Beste-gî
f. Bağlılık. Kapalılık.
Beste-kâr
Besteliyen. Besteci.
Beste-leb
f. Dudağı kapalı.
Beste-rahim
f. Çocuk doğuramayan, kısır kadın.
Besûr
(Besr. C.) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar.
Besûs
Okşadıkça süt veren deve.
Besv
Yüz ekşitmek.
Beşaat
Kabahat, suç. * Yiyecek ve içeceklerdeki acılık.
Beşahe
Çirkinlik.
Beşale
Harislik, hırslı olma.
Beşam
Hicaz'da yetişen bir cins ağaçtır ki, hoş kokuludur ve dallarından misvak yapılır.
Beşanika
Boşnaklar.
Beşarat
(Beşaret. C.) Beşaretler. (Bak: Beşaret)
beşârât
beşaretler, müjdeler.
Beşare
(C.: Beşâir) Hüsn, güzellik, cemâl.
Beşaret
(Doğrusu Bişârettir) Müjde. Sevindirici haber. Hayırlı haber. * Müjdeye verilen ihsan. * Yeni çıkan acib şey.
325
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
beşâret
müjde.
Beşaret-âver
Beşaret veren, müjdeci.
beşâretkâr
müjdeci.
beşâretkârâne
müjdelercesine.
Be-şart-ı anki
f. Bu şartla ki. Şu şartla ki.
Beşaş
(Beşeş, beşüş) Açık yüzlü. Güler yüzlü.
Beşâşet
Güler yüzlülük. * Tazelik.
beşâşet
güleryüzlülük.
Beşe
f. Atmaca kuşu.
Beşel
"f. İki kimsenin birbiriyle tutuşması. İki şeyin birbirine sarılması. * Beşelîden masdarından emir ki; asıl, sarıl, mânâlarına gelir."
Beşem
f. Kederli, hüzünlü, yaslı. * Hazmı güç olan şey.
Beşen
f. Uzun boy. * Beden, cisim. * Taraf, uç, kenar.
Beşenc
f. Yüz güzelliği, parlaklığı.
Beşer
"(Beşere) İnsan derisinin dış yüzleri. * İnsan. Âdem.(Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki; mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünki beşer, hilkat-ı kâinattaki zâhiri esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münâsebetlerini aklıyla keşfedip san'at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmetli icadât-ı Rabbaniyenin taklidini san'atcığıyla yapmak ve ef'âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san'at-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz'î ilmiyle ve san'atlarıyla anlamak için bir mizan bir mikyas, kendi cüz-i ihtiyariyle işlediği maddelerle Hâlık-ı Zülcelâl'in küllî, muhit ef'al ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref ve ekrem mahlûku olduğunu isbat ediyor.Hem İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlarının şehadetiyle, mükerrem beşer içinde, en eşref
326
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve en âlâsı ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet, hem istikrâ-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu'cizâtı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur'an hakikatlarının şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. H.)" beşer
insan.
Beşerî
İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.
beşerî
insanî, insanla ilgili.
beşeriyet
insanlık.
Beşeriyyet
İnsanın tab' ve hilkati ve fıtrî halleri. İnsanlık.
Beşg
"f. Dolu; kar; çiy, şebnem. * Naz, cilve, işve."
Beşgen
(Bak: Muhammes)
Beşi'
"Tadı fena olan çirkin şey; acı, ekşi."
Beşir
"Müjdeli haber veren. Müjde getiren. * Güler yüzlü. Hub. Cemil. * Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir vasfı.(İşte o Zât bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi; bir rahmet-i binihayenin kâşifi ve ilâncısı; ve Saltanat-ı Rububiyetin mehasininin dellalı, seyircisi; ve künûz-u Esma-i İlâhiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan... S.)"
beşîr
müjdeci.
Beşişe
Açık yüzlü olmak.
Beşk
Yalan söylemek. * İşleri yaramaz olmak. * Deve, sür'atle gitmek. * Elbise dikmek.
Beşm
"f. Kırağı; çiy. Şebnem. * Taberistan ile Rey arasında havası çok soğuk olan bir mevki. * Dinsiz, mezhebsiz."
Beşme
f. Her çubuğu ayrı ayrı beş renkte olan yollu kumaş. * İşlenmemiş ham deri. * Göz ilâcı.
327
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Beşr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil eden isimlerden biri. (Bak: Zeyd)
Beşş
Açık yüzlü olmak.
Beşşak
Yalancı, kezzab.
Beştek
(Beştük) f. Zarf. Vazo. Kap. Kâse. Çiniden yapılmış saksı.
Beşûş
(Bak: Beşaş)
beşûş
güleryüzlü.
Beşûşâne
f. Güler yüzlüce. Hoş olarak.
Beşyûn
f. Semiz, besili, yağlı.
Bet'
Boynu uzun olmak. * Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak.
Bet
f. (Bak: Bed)
Beta'
İkamet. Bir yerde oturma.
Be-tahsis
Hele, hususiyle.
Betain
Astarlar.* Yatak yüzleri.
Betal(e)
Bahâdır, yiğit, kahraman.
Betalet
(Bak: Batalet)
betâlet
işsizlik, durgunluk.
Betan
(C.: Bitnân) Çukur yer.
Betane
Büyük karınlı olmak.
Betar
Çok fazla sevinmek. * Hayret. * Dehşet. * Tekebbürlenmek, gururlanmak.
Betare
Eksiklik, noksanlık.
Betat
Azık. Bir yolculukta gereken öteberi. * Ev eşyası. * Kesin, kat'i.
Betatron
yun. Fiz: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet.
Be-tekrar
f. Tekrar ile.
Beter
(Bed-ter'in muhaffefi) Daha kötü, daha fena.
328
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Beti'
Eğlenici, eğlenen.
Betiha
(C.: Bitâh-Betâyih) Ufak taşlı büyük dere. * Kamışlık ve sazlık yer.
Betik
Kat'etmek, kesmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek.
Betil
Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı. * Salkımları sarkmış ağaç. * Nehirlerdeki akıntılar. * Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan.
Betile
(C.: Betâil) Hurma fidanı.
Betin
Büyük karınlı. Şişman. * Irak, baid, uzak.
Betk
Kesmek, kat'etmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek.
Betkiş
f. Atılacak okların içine konulup omuza asılan mahfaza. Ok mahfazası, okluk.
Betl
Kesmek, kat'etmek.
Betle
Kesilmiş, maktû.
Betonarme
Fr. İskeleti demir çubuklardan yapılmış olan beton.
Betr
Kat', kesme. * Hatalı, eksik bırakma.
Betra
(Müz: Ebter) Çocuğu olmayan. Kısır. * Kuyruğu kesik dişi hayvan.
Betre
Dişi eşek.
Bett
(C.: Betût) Kesmek, kat'. * Kilim.
Bettâr
Çok kesen, fazla keskin.
Bettat
Kilim satıcı. * Kesici.
Bette
Kat'i. * Kesilmiş, ayrılmış, maktu'. * Tiftikten şal.
Better
f. (Bed-ter) Daha kötü. Çok fena.
Betûk
f. Yuvarlak tabla, bakkal tablası ve sepeti.
Betûl
(Betâl) Erkekten kaçınan nâmuslu kadın. * Hz. Fatımatüzzehra ve Hz. Meryem'in sıfatı.
betül
erkekten sakınan namuslu kadın.
329
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Betv
Durmak, ikamet.
Betyab
f. Mihnet, keder, dert, gam, kaygı, elem.
Betyar(e)
f. şeytan, ifrit. * Düşman, adüvv. * Görülmesi istenilmeyen şey.BE'V : Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
Bev
Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ ki sağılmaktan kaçmasın diye.) BEV : Geri çekmek. * Lâyık olmak. * İkrar etmek.
Bev'
Kulaç, kulaçlama. * Sataşma, musallat olma. * Kuytu yer.
Beva'
Benzer, beraber, eş, denk. * Hazır etmek. * Doğrulanmak. * Nüzul etmek, inmek.
Bevabet
Kapıcılık, kapı bekçiliği.
Bevabî
Kapıcılık, kapı bekçiliği.
Bevadi
(Bâdiye. C.) Bâdiyeler, sahralar, çöller.
Bevadir
(Bâdire. C.) Bâdireler, olagelen hâdiseler.
Bevah
Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.
Bevahe
(Bûhe. C.) Dişi baykuşlar. * Çakır doğan kuşları. * Ahmak, ebleh adamlar.
Bevahen
Belli olarak, âşikar.
Bevahid
Musibetler, felâketler, âfetler, belâlar.
Bevaik
(Bâika. C.) Belâlar, musibetler, felâketler, âfetler.
Bevaki
(Bâki, Bâkiye. C.) Bâkiler, kalanlar, daim olanlar.
Bevani
Kaburga kemikleri. * Deve ayakları.
Bevar
Mahvolma, çürüme, yok olma. * Kadının kocaya varmayıp evde kalması.
Bevari
(Bâriyye. C.) Hasırlar, ince kumaştan örülmüş hasırlar.
330
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bevarid
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Bârid. C.) Soğutulmuş yemekler. * Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler. * Sakat şeyler.
Bevarih
(Bârih. C.) Şiddetli sıcaklar ve şiddetli rüzgârlar ki, adına Samyeli denir.
Bevarik
(Bârika. C.) Şimşek ve yıldırım parıltıları. * Parıltılar, gözleri kamaştırıcı olan şeyler.
Bevârik-i süyuf
Kılıçların parıltıları.
Bevas
f. Sıkıntı, keder, mihnet, elem, dert, kaygı, gam. * Yokluk.
Bevasir
(Bâsur. C.) Mayasıllar, basurlar.
Bevaşe
Çiftçilerin harman savurmakda kullandıkları çatal şeklindeki tahta kürek, yaba.
Bevatıl
(Bâtıl. C.) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler.
Bevatın
(Bâtın. C.) Gizli ve kapalı şeyler. Aşikâr olmayan şeyler. (Zıddı: Zevahir'dir.)
Bevatir
(Bâtire. C.) Keskin, çok kesen kılıçlar.
Bevb
Menetmek.
Bevbat
Sahra, çöl, geniş kumluk araziler.
Bevc
Berk, şimşek. * Yorulma. * Bağırma, haykırma.
Bevç
Azamet, büyüklük, heybet. Gösteriş, ihtişam. * Zinet, süs, debdebe.
Bevd
Kuyu.
Beve'
Geri çekmek. * İkrar etmek. * Lâyık olmak.
Bevg
Üstünlük, galibiyet, galib gelme.
Bevga
Yumuşak toprak.
Bevh
Lânet etme, beddua etme, söğme. * Haberli olma. * Düşünme.
Beviş
f. Tahmin, farzetme.
331
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bevj
f. Şiddetli kasırga, su çevrintisi, girdap.
Bevk
Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme. * Musibet, felâket. * İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme. * Çalıp çırpma. * Yalan söz. * Boşboğaz (adam). * Şiddetli yağmur.
Bevka'
Kargaşalık, karışıklık.
Bevl
Sidik, idrar.
bevl
sidik.
Bevle
Çok işeyen adam. * Kız çocuğu.
Bevliye
Tıb: İdrar yolları ve böbrek hastalıkları. Bu hastalıkların teşhis ve tedavisiyle uğraşan tıp dalı. (Üroloji)
Bevn
İki şey arasındaki mesafe. Uzaklık. * Fazilet, meziyet.
Bevne
Küçük kız çocuğu.
Bevn-i baid
Çok açıklık, uzak mesafe.
Bevr
Helâk olma. Yok olma. * Sınama, deneme. * Alış-veriş sıkıntısı. * Sürülmemiş yer.
Bevs
Bahsetmek.
Bevş
f. Çalım, gösteriş, debdebe, ihtişam.
Bevt
Zengin iken fakir düşme. Düşkünlük.
Bevva
Hindistan cevizi.
bevvâb
kapıcı, men edici.
Bevvab
Kapıcı. * Menedici.
Bevvaban
(Bevvâb. C.) Kapıcılar.
Bevvab-ı mi'de
Mide kapısı.
Bevvabîn
(Bevvâb. C.) Kapıcılar.
Bevval
Çok bevl eden, aşırı derecede işeyen.
332
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bevvâl-i çeh-i zemzem Zemzem kuyusuna işeyen. * Mc: Yalnız şöhret kazanmak ve adı anılmak için uygunsuz iş yapan. Bevvan
(C.: Büven-Ebvine) Çadır direği.
Bevvee
Hazırladı, yerleştirdi, sâhib kıldı (meâlinde fiil).
Bevz
Devamlı oturuş. Daimi oturma. * Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi.
Bevz(ek)
f. Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. * Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. * Eşek arısı.
Bey' u şirâ
Alım-satım. Alış-veriş.
Bey' u şira
Alım-satım. Alış-veriş. (Bak: Bey')
bey'
satma, satış.
Bey'
Satmak. * Fık: Bir malı diğer bir mal ile değiştirmek.
Beya
f. Dolu, dolmuş. * Kapı, girilecek yer.
beyâbân
çöl, kır.
Beyaban
f. Çöl. Sahra. * İmar olunmamış arazi. * Kır.
Beyad
Mahvolma, yok olma, hiç olma.
Beyadıka
(Beyâzıka) (Beydak ve Beyzak. C.) Küçük yapılı, bodur boylu ve çabuk yürüşlü adamlar, paytaklar. * Satranç oyununda paytaklar, piyadeler.
Beyadir
Harmanlar.
Beyah
(C.: Büyâh) Küçük balık.
Beyan
"İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat. * Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı. (Bak: Belâgat) * Söz olsun, iş olsun; vukû' bulan şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan bir sözle veya bir fiil ile açıklamaktır."
333
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
beyân
açıklayıp bildirme.
Beyanat
(Beyan. C.) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar.
beyânât
açıklayıp bildirmeler.
Beyan-ı efkâr
Fikirleri beyan etme, fikirleri söyleme.
Beyan-ı hâl
Halini anlatma, durumunu bildirme.
Beyan-ı ifhamiye
Bildirmek ve anlatabilmek için yapılan açıklama.
Beyan-ı tefsir
Huk: Mücmel ve mübhem bir sözden maksadın ne olduğunu açıklayan beyan.
Beyan-ı zaruret
Huk: Zaruri beyandır. Susmak suretiyle ifade edilen mâna, beyan-ı zaruret kabilindendir.
beyânî
açıklanıp bildirilen.
beyannâme
açıklama yazısı, bildiri.
Beyanname
f. Durumu yazı ile bildiren açıklama.
Beyare
f. Kısa boylu ve bodur olarak yerde yetişen nebat, meyve ve sebze. Kavun, karpuz, kabak...gibi.
Beyariş
f. Çare. Tedbir. Deva, derman. İlâç, tiryak.
Bey'at
(Bak: Biat)
Beyat
Geceleyin çalışma, geceyi işle geçirme.
Beyavar
f. Meşguliyet, meşgul olma, uğraşma, iş.
Beyaz
"Aklık, beyazlık. * Aydınlık. * Yumurta akı. * Müsveddenin temize çekilmesi.(Aynada saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: ""Dikkat et!"" İşte o beyaz kılların ihtariyle vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki; çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeğe başlıyor ve pekçok alâkadar ve âdeta âşık
334
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olduğum dünya, bana ""Uğurlar olsun"" deyip, misafirhâneden gideceğimi ihtar ediyor. L.)" Beyazî
Aklık, beyazlık. * Uzunluğuna açılan yazma kitap. * Sığır dili.
Beyd
Helâk olmak. * Gayr, diğer.
Beyda
Tehlikeli mevki. * Sahra, çöl. * Medine ile Mekke arasında bulunan düz bir yer.
Beydah
f. Sert başlı, haşarı at.
Beydaha
İri ve şişmanca kadın.
Beydak
Piyade dedikleri nesne. (Satranç âletlerindendir.)
Beydane
(C.: Beydânât) Yabani dişi eşek.
Beyde
"Gr: ""Enne"" lâfzı gibi, ""şu kadar var ki, lâkin"" mânâsında istisna edatlarındandır."
Beyder
f. Ekin harmanı. * Doğru lügat.
beyder
harman.
Beyderî
Harmancı.
Beydûdet
Mahviyet, hiçlik, yok olma.
Bey-gâh
f. Pazar yeri, pazar.
Beygar(e)
f. Tekdir, azarlama, çıkışma. Sövme.
Beyhakî
"(Hi: 384-458) Büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olup asıl adı Ebubekir Ahmed bin Hüseyn'dir. İmam-ı Şâfii mezhebinde sözü sened yerine geçen büyük bir hadis âlimidir. Kendisi gibi daha birçok faziletli âlimler yetiştiren Beyhak bölgesinin Hüsrevcurd köyündendir. ""Kitab-ün Nusus-uş-Şafiî"" ile ""Kitab-üs-Sünen Vel'âsar"" ve ""Essünen-ül-Kebir"" ve bir de ""Delâil-ün-Nübüvve""gibi eserleri vardır. (K.S.)"
335
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Beyhan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz.
Beyhoş
f. (Bihûş) Şaşkın. Akılsız. Deli. Serseri.
Beyhûc
Höyük. (Tarlada ve bostanda dikerler.)
beyhûde
boşuna, faydasız.
Beyhûde
f. Boşuna. Boş yere. Faydasız.
Beyhuşt
f. Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey.
Bey'-i bât
Kat'i satış.
Beyin
t. Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz maddeden yapılmıştır ve iki yarım küre olarak yaratılmıştır. Yarım kürelerden birinde bir arıza sebebiyle bu merkezin vazifesini yapamaması hâlinde diğer yarım küre o vazifeyi yapmağa devam etmek ve ârızayı telâfi etmek özelliğinde yaratılmıştır. Meselâ: Bir yarım küredeki görme merkezi bozulsa insan kör olmaz. Diğer yarım küredeki merkez, bu vazifeyi devam ettirir.
Beyincik
Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.
Beyit
(Bak: Beyt)
Beykara
Kişinin başını sallayarak sür'atle gitmesi.
Beykem
f. Oda, salon, sofa. * Kasr, köşk.
Beykur
Sığır.
Beylek
f. Ferman, emir. Hüccet, vesika.
Beylem
Rende. * Kazma.* Açılmamış pamuk kozası.
336
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Beylerbeyi
Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi.
beyn
ara, arasında.
Beyn
Arası, arasında, aralık. İki şeyin arası. İkisinin ortası. Firkat. Ayrılık. * Burnu ve ayakları uzun karga.
Beynamaz
(Bak: Bînamaz)
Beyne beyne
İkisinin ortası. İkisinin arasında. Mücerred. Ne iyi, ne kötü.
Beynehüma
İkisi arasında.
Beyn-el ahali
Halk arasında, ahali arasında.
Beyn-el akrân
Akranlar arasında.
Beyn-el guzât
Gaziler arasında.
Beyn-el milel
Milletler arası. (International)
Beyn-el ulemâ
Âlimler arasında.
beynelenbiya
peygamberler arasında.
beynelevliya
evliyalar arasında.
beynelislâm
müslümanlar arasında.
Beynelmilel
(Beyn-el milel) Milletler arası. Milletler arasında. International.
beynelmilel
milletlerarası.
beynelulema
âlimler arasında.
beynennâs
insanlar arasında.
Beyn-es semâ ve-l arz Yer ile gök arasında. Arz ile sema arasında. Beyn-ez zevceyn
Karı-koca arasında.
Beyniye
Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler şunlardır: (Râ, mim, ayn, nun, lâm.)
Beyn-nas
İnsanlar arasında, halk beyninde.
337
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Beynûnet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fâsıla, iki şey arasındaki mesafe, aralık. * Fark, ihtilaf, muhalefet. Zıddiyet, anlaşmazlık, terslik. * Ayrılmak, firkat.
Beyr
Helâk olmak. * Bâtıl olmak.
Beyrem
(C.: Beyârim) Marangoz rendesi. * Uzun ve sert taş.* Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.
Beysan
Şam hududunda bir yerin adı.
beyt
beyit, şiirde iki mısra.
Beyt
Ev, oda,hane. * Geceyi bir işle geçirmek. * Edb: İki satırlık manzume.
Beytar
Yarılmak.
Beytara
Yarılmak. * Hayvan hekimliği, baytarlık.
Beytaşî
(Bak: Bektaşî)
Beyt-i atik
Kâbe-i Muazzama. (Çok eskiden beri Cenab-ı Hak tarafından her türlü tehlikelerden korunduğu ve kurtarıldığı ve hiçbir kimsenin ona mâlik olmayıp aslının hür olduğundan kinaye olarak bu isim verilmiştir.)
Beyt-i ma'mûr
İ'mar edilmiş ev. * Kâbe'nin bir ismi.
Beyt-i murassa'
Edb: Mısrâların ikisi de kafiyeli olan beyit.
Beytullah
Kâbe, câmi, mescid gibi ibadet edilen yer.
Beytûtet
(Beyt. den) Gece kalma, geceleme. * Ayırmak, teferruk. * Gece baskın yapmak.
Beyt-ül ankebût
"Örümcek yuvası. * Mc: Derme çatma yapılmış ev. * Dayanıksız ve kuvvetsiz şey.(İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi; beyt-ül ankebût gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur... Takliddir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar. M.N.)"
338
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Beyt-ül arus
Gelin odası.
Beyt-ül gazel
Edb: Gazelin en güzel olan beyti.
Beyt-ül haram
(Beyt-ül Haram) Kâbe-i Muazzama'nın etrafının bir ismi. Kâfirlerin yaklaşmaları men' edildiği, onlara haram olduğu için bu isimle alınır. (Bak: Kâbe)
Beyt-ül kasid
Edb: Kasidenin seçilmiş en güzel beyti.
Beyt-ül makdis
Mukaddes ev. Beyt-ül Mukaddes de denir. Çok eskiden Peygamberlerin inşâ ettikleri kudsî mâbet. Bir ismi de Mescid-ül Aksâdır. * İnsanın, Cenab-ı Hak'tan başka kimse ile tatmin olmayan kalbine de aynı isim verilir.
Beytülharam
Kâbenin etrafı.
Beytülmakdis
Kudüsteki büyük mabet.
Beytülmal
(Beyt-ül mâl) İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından kurulan ve gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş İslâm devletinin mâliye hazinesi.Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan mallar.Beyt-ül malden yapılan harcamalar şu kimseleri ihtiva eder:1- Fakirler ve miskinler. 2- Zekât memurları. 3- Borçlular. 4Yolda kalmış olanlar ve garipler. 5- Azat etmek üzere köle satın alanlar. 6- Allah yolunda cihad edenler. 7- İslâma ısındırmak ve yakınlaştırmak için gönlü hoş tutulması gerekenler.
beytülmal
devletin hazinesi.
Beyt-üz zifâf
Gelin odası. * Edb: Aynı vezinde iki mısra'dan ibâret söz.
Beyû
f. Gelin.
Beyûg
f. Gelin.
Beyûganî
f. Düğün.
339
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Beyûn
f. Afyon.
Beyûs
f. Arzu, istek, taleb. * Ümit. * Tamah. * Alçak gönüllülük. Mütevazilik.
Beyuz
Yumurtlayan tavuk.
Beyya'
(Bey'. den) Dellal. * Alıp satan kimseler. * Perâkende olarak satış yapan küçük tüccar.
Beyyab
Saka, sucu.
Beyyahe
Balık ağı.
beyyin
apaçık, kesin delil.
Beyyin(e)
Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil. * Müteaddit noktaları beyan eden ve açıklayan.* Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan.
Beyyinat
(Beyyine. C.) Beyyineler. Bürhanlar.
beyyinât
apaçık olanlar.
Beyyine sûresi
"Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup ""Kayyime, Münfekkin, Beriyye, Lemyekün"" Sûresi gibi isimlerle de söylenir."
beyyine
apaçık, kesin delil.
Beyyine-i âdile
Huk: Adaletli kimselerin şehadetleri.
Beyyinen
Vâzıhan, aşikâr olarak, alenen, açık olarak.
Beyz
(C.: Büyuz) Yumurta. * Kuşun yumurtlaması. * Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler.
Beyza'
(C.: Biyâz) Kasaba, köy. * Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz)
Beyza
(Müe.) Parlak. Beyaz. Sefid. * Afet, dâhiye, belâ, musibet.
beyzâ
beyaz, parlak.
Beyzade
Osmanlı Sultanlarının oğulları. * Bey oğlu. Babası reis veya âmir olan. * Soylu, asil, necib.
Beyzah
İri yapılı, etine dolgun, şişmanca adam.
340
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Beyzan
Beyazlar, aklar.
Beyzar(e)
Geveze, çok konuşan.
Beyzare
Büyük ve uzun sopa.
Beyzat-üd dîk
Horoz yumurtası. * Mc: Bulunmaz şey.
Beyzat-ül beled
Devekuşu yumurtası. * Mc: Aciz, zelil kimse.
Beyzat-ül harr
Şiddetli sıcaklık.
Beyzat-ül hıdr
Kapalı, örtülü güzel kadın.
Beyzat-ül islam
İslâm milleti. * İslâm'ın yayıldığı saha, İslâm ülkesi. * İslâm'ın hakiki merkezi.
Beyzavî
(Beyzî) Yumurta gibi. Yumurtaya benzer şekil.
Beza
Konuşmada açık saçıklık. * Hayasızlık, utanmazlık.
Bezaat
Sermaye.
Bezadî
Mavimsi bir cins değerli taş. Küçük yakut.
Bezaga
f. Kertenkele, keler.
Bezah
Büyüklenmek. Kibir, gurur.
Bezane
f. Esici. Esen rüzgâr.
Bezazet
Bezcilik. Manifaturacılık.
Bezbaz
f. Hindistan cevizinin kabuğu.
Bezbeze
Galibiyet, zafer, galebe, üstünlük. * Sıkılma, daralma. * Kısmet, nasib, pay. Hisse.
Beze
Bez.
Bezec
(C.: Bezecât) Boyun çekmek. * Laf vurmak. * Kuzu, hamel.
Bezek
Zinet, süs, debdebe, gösteriş.
Bezekâr
f. Suçlu, günahkâr.
Bezekârî
f. Suçluluk, günahkârlık.
Bezer
Gevezelik, boşboğazlık, çok konuşmaklık.
341
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bezesten
f. Değerli eşyanın satıldığı kapalıçarşı.
Bezeven
Sıçramak.
Bezg
Yarmak, şakk. * Neşter vurmak.
Bezha'
Göğsü dışarı çıkıp arkası içeri giren kadın.
Bezi'
Uslu, akıllı, zarif çocuk. * Zarif.
Bezie
Çirkin, kabih. Otsuz yer.
Bezim
Kuvvetli, güçlü kişi. * Hiddet ve kızgınlığını belli etmeyip soğukkanlı olarak hareket eden kişi.
Bezir
Ekilecek tohum, tane. * Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ, yağlıboya yapmakta kullanılır.
Bezirgan
(Bâzâr-gân) f. Tacir, tüccar, alışveriş eden esnaf. Efendi ve ağa yerine Yahudiler için söylenen ünvandır.
bezirgân
tüccar.
Be-ziyaret
(Berâ-yı ziyâret) Ziyaret için. Ziyaret maksadı ile.
Beziyy
Hayâsız, utanmaz kimse.
Bezk
Tükürmek.
Bezl
Bol. Bol bol verme. Esirgemeden vermek.
Bezla'
Kavi, sağlam, muhkem. * İyi fikir.
Bezle
f. Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz. * Ahenk ile okunan şiir.
Bezle-bâz
f. Şakacı, lâtifeci.
bezletme
esirgemeden bol bol verme.
Bezl-i can
Canını esirgemeden vermek.
Bezl-i cehd
Gücü yettiği kadar çalışma.
Bezl-i nükud
Parayı bol verme, para dökme.
Bezm
f. Sohbet meclisi. Muhabbet yeri. Yiyip içme, îş u nûş. Meclis.
342
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bezm
sohbet meclisi.
Bezme
f. Muhabbet ve sohbet meclisinin bir köşesi.
Bezmgâh
f. Eğlence yeri.
Bezm-i aşk
Aşk meclisi.
Bezm-i cihân
Dünya meclisi. Dünya.
Bezm-i elest
"Cenab-ı Hak ruhları yarattığında ""Ben Rabbiniz değil miyim? meâlinde: $ diye sorduğunda, ruhlar, $ ""Evet Rabbimizsin"" diye cevap vermeleri ânına ""Elest meclisi"" veya ""Bezm-i elest"" tabir edilir."
Bezm-i gam
Gam meclisi.
Bezm-i hâss
Hususi meclis.
Bezm-i safâ
Safâ meclisi, eğlence meclisi.
Bezmielest
" Allahın, ""Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"" diye sorduğu, ruhların da ""Evet,"" diye cevap verdikleri hâdise."
Bezr
f. Ziraat, ekim.
Bezre
Koltuk kılının az olması. Yüzük halkası.
Bezreka
(Bak: Bedraka)
Bezr-ger
f. Çiftçi, ekinci. Tohum serpen.
Bezr-kâr
f. Ekinci, çiftçi. Tohum saçan.
Bezv
Et çok olmak. * Ağaçlar sık bitmek.
Bezyûn
Altın işlemesi atlas ki, adına sündüs denilir. * İnce kumaş.
Bezz
Keten veya pamuktan mamul dokuma.
Bezzaz
Bez satan. Manifaturacı.* Muhaddislerden bir zatın nâmı.
Bezzazistan
f. Esnaf çarşısı. Bedestan.
Bezze
Hor ve hakir olmak.
343
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bıd'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Bıd'a) Geceden bir kısım. * Üçten ona ve onikiden yirmiye varana kadar olan sayılar. * Cima, nikah.
Bıdaa(t)
Bilgi. * Sermaye.
Bıdada
Derinin nazik ve yumuşak olması.
Bıdışgan
Sarmaşık otu.
Bıga'
Zina etmek.
Bıgye
Azgınlık. * Sıçramak.
Bıgza
şiddetli nefret. Hiç sevmeyiş.
Bıhrit
Mücerred ve hâlis nesne.
Bıka
(Buka. C.) Topraklar, memleketler, ülkeler.
Bılgın
Musibet, belâ, felâket, âfet.
Bıngıldak
Yeni doğmuş olan çocuğun kafasının üst tarafı. Bu kısım yumuşaktır.
Bıranda
Alm. Savaş gemilerinde, askerlerin yattığı asılı yatak.
Bırtıl
(C.: Berâtıl) Rüşvet. * Meşru olmayarak, kanunen bir iş gördürmek için vazifeli olan kimseye rüşvet olarak verilen şey ki, para vesair menfaatlardır.
Bıta
Ağır davranma, gevşek davranma, gecikme.
Bıtaka
(C.: Batâik) Varaka, pusla kâğıdı.
Bıtane
Gizlenilen hâl. Gizli şey. Herkesin görüp bilmesi istenilmeyen ve aşikâr olmayan şey. * Mahrem, sırdaş. * Astar. * Bir şehrin ortası, merkezi.
Bıtn
Zengin. * Bodur. * Obur. * Şaşkın. * Yalnız kendi nefsini düşünen.
Bıtna
Malın, paranın ve servetin ziyadeliğinden doğan sürur, sevinç. * Mide dolgunluğu.
Bıtr
Bir şeyin boş yere zâyi olması. * İnkâr etmek.
Bıtrik
(C: Betârika) Reis. * Emir. * Çavuş.
344
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bıtta
Yağ koydukları bardak.
Bıttih
Karpuz. Kavun.
Bızr
Beyhûde, boşu boşuna.
bi
" ""ile"" mânâsında ön ek. "
bî
" ""siz, sız"" mânâsında ön ek."
Bi-
"Başına eklendiği kelimeyi ""e"" haline getirir. İle, için mânâlarını vererek Farsçadaki ""be"" edatıyla aynı vazifeyi görür. Harf-i cerdir. Yâni; kendinden sonraki kelimeyi esre (""İ"" diye) okutur. Yemin için de kullanılır."
Bî
"f. Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için, ""BİA"" kelimesinden sonraki kelimelere bakınız."
Bi
f. İstek bildirmek için emir sigasının başına getirilr. Meselâ:
Bia
(C: Biyâ) Kilise.
Bî-ab
f. Susuz, kuru. * Donuk. * Rezil, utanmaz, hayasız.
Bî-add
Sayısız.
Bî-adil
Eşsiz. Eşi olmayan.
bîaman
amansız.
Bî-aman
Amansız.
Bî-ar
Arsız, hayasız, utanmaz.
Bias
Deprenmek, ıztırab.
Biat
Bağlılığını, itimadını bildirmek. Birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını alenen izhar etmek. Bağlılığını tazelemek. * Rey vermek.
biat
kabul etme, seçme.
Biat-ı rıdvan
Kur'an-ı Kerim'in 48. Sûresi olan Fetih Sûresinde zikri geçen, Hz. Peygamber'e (A.S.M.) bağlılıklarını bildiren sahabelerin biatlarıdır.
345
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
1400 veya daha fazla olduğu bildirilir. Bu cemaata Ashab-ı Rıdvan da denir. (R.A.) biaynelyakîn
gözle görürcesine kesin bilerek.
Bî-baha
Bahasız, Çok değerli.
bîbahâ
pahasız.
Bî-behre
Nasibsiz. Mahrum.
bîbehre
nasipsiz.
Bî-beka
Bekasız, devamsız.
Biberon
Fr. Emzik.
Bibi
Hala, babanın kızkardeşi.
Bî-bidaat
f. Sermayesiz.
Bibliyograf
yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi.
bibliyografya
kitaplar hakkında bilgi.
Bibliyografya
yun. Kitaplar hakkında bilgi. Belirli mevzular üzerindeki neşriyatın tamamı.
Biblo
Fr. Salonlarda, masaların ve rafların üzerine süs için konan vazo gibi küçük eşya.
Bî-bünyad
f. Esassız, temelsiz.
Bî-ca
f. Yersiz.
Bicad
Hz. Abdullah'ın lâkabı. * Çizgili olarak yol yol dokunmuş aba, kilim, halı.
Bicade
Alaca boncuk.
Bical
Büyük gövdeli şey. Azîm. Cesîm.
Bî-can
f. Ruhsuz, cansız.
Bî-ciğer
f. Korkak, ciğersiz, yüreksiz.
Bicişk
f. Bilgin, hakîm. * Serçe kuşu.
346
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bicrit
Temiz, hâlis şey.
Bicu
"( Custen : Aramak) mastarının emir köküne ""bi"" eklenerek yapılmıştır. Ara, bul mânasında emirdir."
Bicû
"(Custen: Aramak) mastarının emir köküne ""bi"" eklenerek yapılmıştır. Ara, bul meâlinde emirdir."
bîçâre
çaresiz.
Bî-çare
f. Çaresiz. Zavallı. Şaşkın.
Bî-çaregân
f. Zavallılar. Biçareler.
Bî-çaregî
f. Zavallılık, biçarelik.
Bî-çarevâr
f. Zavallı gibi, biçare gibi.
Biçişk
f. Doktor, hekim.
Biçiz
f. Pek küçük ve değersiz şey.
Biçrek
f. Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse.
Bî-çûn
f. Emsalsiz, eşsiz, ortaksız, benzersiz. * Sebep sorulmaz. (Allah C.C.)
Bid
f. Söğüt ağacı.
Bid'
İlim, şecaat ve şerafette kâmil ve yegâne. * Yeni.
Bida'
(Bid'at. C.) Bid'atlar. Sonradan meydana çıkan şeyler. (Bak: Bid'at)
bidâ
bidatlar, sonradan çıkan şeyler.
Bidaa
(Bidâat) Sermaye, ana para. * Tahsil olunmuş ilim.
Bî-dad
Zâlimlik. Zulüm. İşkence. Adaletsizlik.Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hakikat.Çalış, kalbi kaldır muktedirsen âdemiyyetten.
Bî-dadger
f. Gaddar, zâlim, hain.
Bî-dadgerî
f. Gaddarlık, hainlik, zâlimlik.
Bî-dadî
Adaletsizlik. Zâlimlik.
Bidah
f. Sert başlı, huysuz at, aygır.
bidâkârâne
dinde olmayanı dine sokarcasına.
347
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bidal
Bir şeyi başka diğer bir şeyle değiştirme, tırampa etme.
Bidanet
Semizlik, besililik, yoğunluk.
Bîdar
f. Uykusuz, uyumayan. Uyanık.
Bîdar-baht
f. Mutlu.
Bîdar-dil
f. Uyanık, aydın.
Bidare
f. Tutkun, âşık, düşkün.
Bî-darî
Uyanıklık. Dikkatlilik.
Bid'at
"(Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler. * Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun olmayan şekiller, tarzlar, kurallar, âdet ve alışkanlıklardır ki, insanı sapıklığa götürür. Din âlimleri tarafından din namına beğenilen ve dinle ilgili yeni icad ve hükümlere bid'a-yı hasene; beğenilmeyip tasvib görmeyenlere de bid'a-yı seyyie denilmektedir. (Bak: Sünnet, Fitne)(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: $ Yâni $ sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniyye, tamam ve kemalini bulduktan sonra yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek, dalâlettir, ateştir.Sünnet-i Seniyyenin merâtibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâ'da tafsilâtiyle beyan edilmiş, onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfil nev'indendir. Nevâfil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, ""Âdâb"" tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitablarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid'a
348
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
denilmez. Fakat, âdâb-ı Nebeviyeye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdat) muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tevâtürle mâlum olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere ""âdâb"" tabir edilir. Fakat o âdâba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdâbdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdâbın mürâatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasiyle o cemiyet umûmen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilân edilir. Nâfile nev'inden de olsa, şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir. L.)(Sünnet-i Seniyyenin herbir nev'ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyyet, bilkasd tarafdarane ve iltizamkârane talib olmak, herkesin elinden gelir. Farz ve vâcib kısımlara zaten ittibaa mecburiyet var. Ve ubûdiyyetteki müstehab olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde günah olmasa dahi, büyük sevabın zâyiatı var. Tağyirinde ise, büyük hata vardır. Adat ve muamelâttaki Sünnet-i seniyye ise, ittiba ettikçe, o âdât, ibadet olur. Etmese itab yok. Fakat, HABİBULLAH'ın âdâb-ı hayatiyesinin nurundan istifadesi azalır. Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar, bid'attır. Bid'atlar ise, $ sırrına münafi olduğu için merduddur. Fakat, tarikatta evrad ve ezkâr ve meşrebler nev'inden olsa
349
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve asılları Kitab ve Sünnet'ten ahzedilmek şartiyle ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esâsat-ı Sünnet-i Seniyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartiyle, bid'a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid'aya dahil edip, fakat ""bid'a-i hasene"" namını vermiş. İmam-ı Rabbâni Müceddid-i Elf-i Sâni (R.A.) diyor ki: ""Ben seyr-i sülûk-u ruhanide görüyordum ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan mervi olan kelimat, nurludur. Sünnet-i Seniyye şuaı ile parlıyor. Ondan mervi olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve hâlleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki: Sünnet-i Seniyyenin şuaı, bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur isteyenlere kâfidir, hariçte nur aramağa ihtiyaç yoktur."" L.)" bidât
dinde olmayıp da dine sonradan giren âdetler.
bidâtkâr
bidatçı, dinde olmayanı dine sokan bozguncu.
Bid'at-üz zaman
Zamanın bid'ası. Yeni çıkan harikulâde şey. Zamanın acib ve garibi.
bidâtüzzaman
zamanın görülmemiş ve harika olanı.
Bidayet mahkemesi
Bu tâbir eskiden Asliye Mahkemeleri için kullanılırdı.
bidâyet
başlangıç.
Bidâyet
Başlangıç. İlk önce. Evvel ve ibtida. İlk olarak.
bidâyeten
başlangıçta.
Bidâyeten
İlk olarak.
Bidde
Derman, tâkat, güç, kuvvet.
Bîdevlet
f. Mutsuz, zavallı.
Bidh
Geniş ova.
Bî-dil
f. Ürkek, korkak. * Âşık. * Kalbsiz, gönülsüz. * Nüktesiz.
350
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bî-dimağ
f. Kafasız, akılsız.
Bî-din
f. Dinsiz. * Merhametsiz, acımasız.
Bî-direng
f. Durmıyan, oyalanmayan, eğlenmeyen, çabuk.
Bî-diriğ
f. Esirgemeyen, elinden geleni yapan. * Esirgenmeyen.
Bidistan
f. Söğütlük.
bidîyât
bidatlar, dine sonradan sokulanlar.
Bid'iyyat
(Bid'a. C.) Bid'alar. (Bak: Bid'a)
Bidre
Ağaç kurdu.
Bidrûd
f. Sağlık, salimlik, selâmet.
Bî-duht
f. Kızı olmıyan. * Zühre Yıldızı.
Bie
Yurt, konak.
Bî-edeb
Edebsiz. Terbiyesiz.
Bî-emanî
Emin olmamak. Emniyetsizlik.
Bî-enbaz
şeriki ve benzeri ve eşi olmayan, eşsiz. Allah (C.C.)
Bi-esrihi
Hep birlikte, hep bir arada.
Biet
Bir menzile konma. * Hal, durum, nitelik, keyfiyet.
Bî-fasal
(Kürtçe) Fırsat vermeyen, kocaman mahlûk.
Bî-fetret
(Bilâ-fetret) Dâimâ, kesiksiz olarak.
bîfütûr
fütursuz, gevşemeyen, çekinmeyen.
Bî-gah
f. Vakitsiz, zamansız.
Bigal
(Bagl. C.) Katırlar, esterler.
bîgâne
ilgisiz.
Bî-gâne
Kayıtsız. Alâkasız. * Aldırışsız. Yabancı. Dünya ile alâkayı kesmiş olan.
Bî-gânegî
f. Yabancılık.
Bî-garez
f. Garezsiz. * Taraf tutmıyan, tarafsız.
351
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bî-gayat
(Bi-gaye. C.) f. Sonu olmayanlar, sonsuzlar.
Bî-gaye(t)
Gayetsiz, sonsuz. * Gayesiz.
Bî-geran
f. Sınırsız.
Bî-gışş
f. Hilesiz, safi, karışıksız. * Samimi.
Bî-güman
f. şeksiz, şüphesiz.
bîgünah
günahsız.
Bih
f. Menba, kaynak. * Temel, asıl, kök.
Bî-haber
f. Habersiz, bilgisiz.
bîhaber
habersiz.
Bihah(e)
Ses kısıklığı.
Bihak
Gözsüz etmek, kör etmek.
bihakkalyakîn
yaşayıp bizzat tecrübe edercesine bir kesinlikle.
bihakkın
hakkıyle, tam olarak.
Bi-hakkınì
Tamamıyla, hakkıyla.
Biham
Dolu, memlû.
Bihan
(Bih. C.) f. İyiler, iyi adamlar.
Bî-hanüman
f. Çoluk çocuksuz, yersiz yurtsuz.
Bihar
(Bahr. C.) Denizler. Deryalar. * Mc: İlmi çok olan âlimler.
bihâr
denizler.
Bî-har
f. Dikensiz.
Bî-hareket
f. Kımıldamıyan, hareketsiz.
Bihaseb-il âde
Âdet kabilinden, âdet kabul ederek.
Bî-hasıl
f. Ebedî, sonsuz, nihayetsiz, bâki. * Verimsiz, faydasız.
Bîhaste
f. Şaşkın. Yorgun. Aciz.
Bihbud
f. Sağlam, sıhhi vücud, iyi, sağ.
Bî-hemal
f. Benzersiz, eşsiz.
352
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bîhemta
benzersiz.
Bî-hemta
f. Eşsiz. Dengi olmayan. Benzersiz.
Bî-hengam
f. Vakitsiz, zamansız.
Bî-hesab
f. Sayısız, hesapsız.
Bih-güzin
f. Sarraf. * Bir şeyin en güzelini seçen.
Bihi
f. Ayva.
Bî-hicab
Hicabsız, perdesiz, âşikâr olarak.
bîhicap
perdesiz, gizlemeksizin.
Bihim
O, onları, onlara, onlardan, onlarla mânâlarına gelir ve zamirdir.
Bihima
O ikisi, o ikisine, o ikisinden, o ikisiyle mânâlarına gelir ve zamirdir.
Bihin(e)
f. En iyi, pek iyi, seçkin. * Hallaç.
Bih-ken
f. Kökünden çıkaran, kök söken.
Bihnane
f. Beyaz ve has ekmek.
Bî-hod
f. Çılgın, kendinden geçmiş olan, ne yaptığının farkında olmayan. * Bayılmış.
Bihr
Ağız kokusu.
Bihram
f. Savm, oruç.
Bihred
Akıllı kimse.
Bihte
f. Kalburdan geçirilmiş, elenmiş.
Bihter(ek)
f. En iyi, daha iyi.
Bihterek
f. Farslılarca, 120 senede bir def'a 13 ay kabul edilen yılın ismi.
Bihterî
f. Üstünlük, en iyi ve üstün olma.
Bihterîn
f. Pek iyi, en iyi.
Bî-hude
f. Boşuna, beyhude, boşu boşuna.
Bî-huş
Akılsız. Sersem, bunak.
bîhûş
şaşkın, sersem.
353
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bî-huzur
f. Rahatsız, huzursuz, tedirgin.
Bî-idad
Sayısız. * Eşsiz, benzersiz. * Denksiz.
Bî-ihtiyar
İhtiyarsız. Elinde olmadan.
biilmelyakîn
şüphesiz ve kesin bir ilimle.
Bî-insaf
f. Acımasız, insafsız.
Bî-intiha
f. Sonsuz, nihâyetsiz.
Bî-irtiyab
f. Şüphesiz.
bîiştibah
şüphesiz.
Bî-iştibah
Şüphesiz. Şeksiz.
Bi-iznillah
Allah'ın izni ile.
biiznillah
Allahın izniyle.
Bije
f. Safi, halis, katıksız, sade, sırf. * Hususiyle.
Bijeng
f. Kapı anahtarı, miftah.
Bika'
(Buk'a. C.) Ülkeler, memleketler. Topraklar, yerler.
Bika
Mercimek.
Bî-kâr
f. Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât)
bîkarar
kararsız, rahatsız.
Bî-karar
Kararsız.
Bî-kayd
Kayıtsız, şartsız. *Alâkasız, aldırmaz.
Bî-keran
(Bî-girân) f. Sınırsız, sonsuz. * Kenarsız. * Hesabsız.
bîkes
kimsesiz.
Bî-kes
Kimsesiz.
Bî-kıyas
f. Kıyassız, ölçüsüz.
Bikle
Fıtrat, yaradılış, tabiat. * Kılık, kıyafet. Şekil, biçim.
354
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bikr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Bikir) Bozulmamış. Temiz. * Bekâr. El sürülmemiş. * Her şeyin evveli. * Eşi benzeri görülmemiş, misli sebkat etmemiş her amel ve vaziyet.
bikr
bozulmamış, temiz.
Bikr-i fikir
f. İlk olarak söylenen fikir.
Bikr-i mazmun
İlk def'a söylenmiş mazmun. (Bak: Mazmun)
Bî-kusur
f. Eksiksiz, kusursuz, tam, mükemmel.
Bi-kün tevbe
Tevbe et.
Bi-künem
Yapayım.
bil
" ""ile"" mânâsına ön ek."
bilâ
" ""sız, siz"" mânâsında ön ek."
Bilâ
"Olmayarak, sahib olmıyan ""...sız,...siz"" mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur."
Bilâ-addin
f. Sayısız. Adetsiz.
bilâbedel
bedelsiz.
Bilâ-bedel
Bedelsiz. Ücretsiz, meccanen.
Bilabil
Elem, keder, tasa, dert, gam. * Telâş.
Bilâd
(Belde. C.) Beldeler. Diyarlar. Memleketler. Şehirler.
bilâd
beldeler, memleketler.
Bilade
f. Müzevvir, fâsid, fesatçı, ispiyon eden.
Bilâd-ı âmire
İmar edilmiş, yapılmış beldeler. * Devlet idaresindeki yerler.
Bilâd-ı cesime
Büyük ülkeler.
Bilâd-ı selâse
Eskiden İstanbul, Edirne ve Bursa'nın üçüne birden verilen isim.
Bilâ-faiz
Fâizsiz.
bilâfasıla
aralıksız.
Bilâ-fasıla
Fâsılasız, aralıksız, durmadan.
355
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bilâhare
sonra, sonradan.
Bi-l-ahire
Sonra, sonradan, sonunda.
bilâihtiyar
elinde olmayarak.
Bilâ-istisna
İstisnâsız, ayırt etmeksizin.
bilâistisna
istisnasız.
Bilâ-kayd u şart
Kayıtsız şartsız.
bilâkaydüşart
kayıtsız şartsız.
bilakis
aksine, tersine.
Bilakis
Aksine. Tersine. Zıddına.
Bilal
Siyah ve beyaz, yâni kara ile ak olmak. (Bak: Belal)
Bilal-i habeşî
Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) müezzini idi. Sesi çok güzeldi. Ezan okurken çokları ağlardı. Kölelikten Hz. Ebu Bekir-i Sıddîk (R.A.) satın alıp azâd etmişti. Her gazada hazır bulunmuştu. (Hi: 20) de dâr-ı bekaya göçtü. (R.A.)
bilâmübalâğa
mübalağasız, abartmasız.
bilâmüreccih
tercih edici biri olmaksızın.
Bilanço
ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel. * Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.
bilânço
toplam, özet.
bilâperva
korkusuz.
bilasâle
aracısız, vasıtasız.
Bil'asale
Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile.
bilâsebeb
sebepsiz.
Bilâ-sebeb
Sebepsiz.
356
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bilâşek
şeksiz.
bilâşüphe
şüphesiz.
Bilâ-teemmül
Düşünmeden. Düşünmeksizin. Dikkatli olmadan.
bilâtefrik
ayırmaksızın.
bilâtereddüt
tereddütsüz.
bilâteşbih
benzetmesiz.
bilâtevakkuf
duraksamadan.
Bilâ-tevakkuf
Durmadan, tereddüt etmeden.
Bilâ-udul
Dönmeden, sapmadan. Udul etmeden.
Bilâ-ücret
Parasız, ücretsiz.
Bilâ-vasıta
Vasıtasız. Araya biri girmeden, doğrudan doğruya.
Bil'ayan
Açık olarak. Meydanda olarak.
Bilaz
Kaçkın kimse. * Yemeği doyana kadar yiyen. * Kısa boylu adam.
Bilbedahe
"Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.(...Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelal'i bütün güzel masnuatiyle kendini zişuur olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi bizzarure onun mukabilinde, zişuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasiyle bildirmesini istemesine mukabil; en âlâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren yine bilbedahe O Zât'tır. M.)"
bilbedâhe
açık seçik.
Bilcümle
Bütün, hepsi. Umumiyetle.
bilcümle
bütün, toptan.
Bildem
Göğüs önü. * Boğaz. * Akılsız kimse.
Bilek
f. Çatal temrenli bir nevi ok.
Bilfarz
Olduğunu kabul ederek. Farzolarak.
357
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bilfarz
varsaymakla.
bilfiil
fiilen, çalışarak.
Bilfiil
Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan.
Bil-guduvv-i ve-l-âsâl Sabah ve akşam. Bilhads
Hads ile. Son derece bir sür'at-i intikal ile. (Bak: Hads)
bilhads
hızlı bir kavrayışla.
Bilhadsissâdık
Doğru bir hads ile. (Bak: Hads)
bilhadsissâdık
doğru bir sezgi ile.
Bil-hassa
Hususi olarak, mahsus, özellikle.
bilhassa
özellikle.
Bil-hayr
Uğurlu olarak, hayırla.
Bil-ıtlak
Mutlak olarak. Hiçbir şeye bağlı olmaksızın. (Bak: Itlak)
Bil-icma
İcma ile. (Bak: İcma')
bilicma
üstünde birleşmekle, topluca.
bilihtiyar
istemekle.
Bil-iltizam
Bile bile. Bir şeyi doğru ve lüzumlu görüp taraftar olmakla.
bililtizam
taraftar olmakla.
bilîman
îman ile.
Bil-imtisal
Uyarak, imtisal ederek.
Bilinç
t. Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuur yoktur. Ve şuurun maddi izahı şuursuzca bir izah olup batıldır. (Bak: Şuur)
358
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bilinçaltı
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
t. Psk: Şuur altı. Geçmişte yaşadığımız ve etkisi altında kaldığımız hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklarımız, şu anda da varlığımızda meydana gelen hadiselerden bilgisine sahip olmadıklarımızın hepsi. İnsan şuurlu hareket ettiği gibi şuuraltı etkilerle de hareket eder. İnsan şuuraltının etkisiyle hareket ettiği zaman bu hareketini şuuruyla izah ederken bahane sebepler bulur. Ama bu sebepler hareketin mahiyetini izahtan uzak kalır.
Bilinemezcilik
(Bak: Lâedriye)
bilintikal
intikal etmekle, naklederek.
bilirâde
iradeyle, istemekle.
Bilirkişi
(Bak: Ehl-i vukuf)
Bi-lisan-il-arz
Arzın diliyle. Yeryüzünün lisân-ı hâliyle.
bilistidad
yetenekle.
bilistihkak
hak etmekle.
Bilistihkak
Lâyıkıyla, liyakatı olarak. Hakkıyla. Haklı olarak.
Bil-istiklal
Başlıbaşına, istiklâl üzere.
Bil-iştirak
Birleşerek, ortaklaşa.
biliştiyak
iştiyakla, arzu etmekle.
Bilittifak
İttifak ile. Beraberce, birlikte, elbirliğiyle.
bilittifak
ittifakla, hep birlikte.
bilkabul
kabul etmekle.
Bilkasd
Kasd ile, düşünerek. Bilerek.
bilkasd
kasıt ile, gaye edinerek.
bilkuvve
düşünce halinde.
Bilkuvve
Fiil mertebesine varmadan. Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce halinde. Kabiliyet ve istidat ile.
359
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bilkülliye
büsbütün.
Bilkülliye
Tamamı ile. Büsbütün. Bütün ile. Tamamen.
Bill
Mübah olan şey.
billah
billahi, Allah için.
Billahi
Allah'a, Allah'tan. * (Yemin) maksadı ile söylenir.
Bille
Yaşlık, ıslaklık. Çiy dedikleri rutubet ki sabah vakitlerinde olur.
Billit
Akıllı, hâzık ve mâhir kimse.
Billiz
Kısa boylu adam. * Şişman kadın.
billur
pırıl pırıl cam.
Billur
Şeffaf, parlak taş, elmas gibi kıymetli. Cam gibi parlayan.
bilmecburiye
mecburen.
bilmukabele
karşılık vermekle.
Bilmukabele
Karşılıklı. Karşılık olarak. Mukabil olarak.
Bil-münavebe
Değişerek, nöbetleşe.
Bilmüşahede
"Görmek suretiyle, görerek.(Hem Sâni-i Âlem'in nihayet cemalde olan kemal-i san'atı üzerine enzar-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sada ile dellallık eden; yine bilmüşâhede O Zat'tır... M.)"
bilmüşâhede
şahit olmakla.
Bilsam
f. Zâtülcenb, akciğer zarı iltihabı.
Bil-umum
Bütün, tamamı, hep.
bilumum
genel olarak, bütün, hep.
Bilv
Belâ. * Zahmet. * Tecrübe, imtihan.
bilvasıta
vasıta ile.
Bilvasıta
Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile. * Edb: Terci' ve terkibi bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.(Bak: Musarra')
360
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bilyakîn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir şeyi şeksiz ve şüphesiz olarak itikad-ı kavi ve sahih ile bilmek, derk etmek. (Bak: Yakin)
bilyakîn
kesin bir bilişle.
Bilye
(C.: Belâya) Belâ, * Zahmet. * Tecrübe, imtihan.
Bim ü ümid
Korku ve ümid.
Bim
f. Korku, havf. * Tehlike.
Bimanend
Eşsiz, nazirsiz.
Bimar
(C.: Bimârân) f. Mariz, hasta, alil.
Bimare
f. Hasta, alil. * Muharebeler veya akınlar esnasında ele geçirilen kadın esirlerin ayrıldıkları sınıflardan birinin adı.
Bimarhane
Tımarhane. Akıl hastahanesi.
Bimaristan
f. Tımarhane. * Hastahane.
Bî-meal
f. Hükümsüz, mânasız, saçmasapan söz.
Bî-mecal
f. Mecalsiz, halsiz, dermansız, zayıf.
Bî-mekân
f. Mekânsız, yersiz, yurtsuz. * Serseri.
Bî-mer
f. Sayısız, hesapsız.
Bim-i cân
Can korkusu, ölüm korkusu.
Bî-mihr
f. Sevgisiz, şefkatsiz.
Bim-nak
f. Korkmuş.
Bî-müdam
Devamsız.
bimüdânî
eşsiz, benzersiz.
Bî-müdanî
Eşsiz. Denksiz.
bîn
" ""gören"" mânâsında son ek."
Bîn
"f. Kelime sonuna ilâve ile ""gören, görücü"" mânalarına gelir. Meselâ:"
bin
oğul, oğlu.
361
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bina emini
İnşaatı kontrol eden.
Bina'
(C.: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma. * Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul, mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab.
binâ
ev, yapı.
Bina
f. Gören, görücü. * Göz.
Binaberin
f. Bunun üzerine, bu sebebe binâen, bundan dolayı.
Bina-dil
f. Basiretli. Kalbi hakikatı kavrayan.
Binâen
...den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak.
binâen
dayanarak, bu sebeple.
Binâenalâhaza
Bundan dolayı. Buna binaen.
binâenalâhâzâ
bunun üzerine, bundan dolayı.
binaenaleyh
bundan dolayı, bunun üzerine.
Binâenaleyh
Bunun üzerine, ondan dolayı.
Binaguş
f. Kulak tozu. * Kulak memesi.
binâimechûl
öznesi belirsiz fiil.
Bî-nam
f. İsimsiz, nâmsız.
Bî-namaz
f. Namaz kılmayan, namazı terkeden, namazsız. Beynamaz. (Bak: Târik-üs salât) Namaz, İslâmın temel şartlarından biridir. Peygamberimiz (A.S.M.), namaz dinin direğidir demiştir. Namazını terkeden dininin direğini yıkmış olur. Beş vakit namaz için bir saat yetmektedir. İnsan bir günün 24 saatinden bir saatini Allah'ın huzuruna çıkmak demek olan namaza ayırmazsa büyük ziyana uğramış olur. Namaz kılan insan kötülükten korunur. Yaptığı işler de güzel bir niyetle ibadet hükmüne geçebilir.
bînamaz
namazsız.
Bî-nasib
f. Nasibsiz, tâlihsiz.
362
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Binavend
f. Mâni, engel.
Bina-yı mechul
"Fiilde fâilin, öznenin meçhul olması hâli. Meselâ: ""Yazmak"" fiilinin binâ-yı meçhulü olan ""yazıldı"" kelimesinde olduğu gibi. Fiilde fâilin belli olması hâlinde de ""binâ-yı malûm"" denir. ""Nuri yazdı"" gibi."
Bî-naz
f. Naz etmeden Nazsız.
bînaz
nazsız.
bînazîr
benzersiz.
Bî-nazir
f. Benzeri olmayan. Nasirsiz.
Binbaşı
"Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir."
Binc
Her nesnenin aslı ve kökü.
Bincişk
f. Şerçe kuşu.
Binefsihi
Bizzat, kendisi, kendisi ile.
binefsihi
kendisiyle.
Binek
f. Gözbebeği, hadeka.
Bî-nemek
f. Lezzetsiz, tatsız, tuzsuz.
Binende
f. Görücü, gören. * Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı.
Bî-neng
f. Rezil, namussuz.
Bî-neva
f. Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz.
Binevend
f. Mâni, engel.
Binî
f. Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) * Dağ tepesi. * Zirve, uç nokta. * Yayın ele alınan kısmının ucu. * Görürlük, görmeklik.
Bî-nihaye
f. Sonsuz, nihayetsiz, ebedi, bâki, tükenmez.
bînisyan
unutmazlık.
Biniş
f. Basiret, görüş, görme kabiliyeti. * Mülâkat.
363
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bî-niyazî
f. Zenginlik.
Bi-n-nefs
Kendi kendisi.
binnefs
nefsiyle.
Binnetice
Neticede, netice olarak.
binnetice
neticeyle.
Binnihaye
Sonuna kadar. Sonsuz.
Bi-n-nisbe
Nisbetle, bir dereceye kadar.
binnisbe
oranla.
Binniyet
Kastederek. Niyetle.
binniyet
niyetle.
binniyye
niyetle.
Binsar
(Binsır) Serçe parmakla orta parmak arasındaki parmak. Yüzük parmağı.
Bint
"Kız. Kızı. ""Fâtıma bint-i Resûl-i Ekrem (A.S.M.): Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) kızı Fâtıma (R.A.)"""
bint
kız.
Bint-i lebun
Üç yaşına girmiş dişi deve.
Bint-i mehad
İki yaşına girmiş olan dişi deve.
Bint-ül kerem
şarap, hamr.
Bint-ül meniyye
Ölüm, vefat, mevt.
Bint-ül-fikir
Düşünce mahsulü.
Bî-nukat
f. Ebced hesabında noktasız harfler. (Bak: Mühmel)
Bî-payan
f. Sonsuz. Payansız.
bîpâyan
tükenmez.
Bî-perva
f. Korkusuz. Pervasız.
bîperva
korkusuz.
364
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir gûna
Hiçbir suretle. Bir suretle. Bir türlü.
Bi'r
Kuyu.
bîr
kuyu.
Bira
(Felemenkçe) İçinde alkol bulunan ve bu sebeple haram olan bir cins içki.
Birabbi
Rabbimle, Rabbime.
Birad
f. İhtiyar, pir. Dermansız, güçsüz kimse.
Birader
(Berâder) f. Kardeş.
birâder
kardeş.
Biraderane
f. Dostça, kardeşçe.
Birader-i manevî
Din veya âhiret kardeşi.
Birader-i rıdaî
Süt kardeşi.
Biraderî
f. Kardeşle ilgili. Kardeşlik.
Biraderzade
f. Kardeş oğlu. (Yeğen: Kızkardeşin oğludur.)
birâderzâde
kardeş oğlu.
Bî-râhe
f. Çıkmaz sokak. Sapa yer, yolu bulunmayan yer.
Birak
Cennet merkeplerinden bir bineğin adı.
Biran(e)
f. Viran, harab, yıkık, dökük, eski.
Biraste
f. Budanmış ağaç. Fazla dalları kesilmiş ağaç.
Bî-rayb
(Bî-reyb) şüphesiz. şeksiz.
Biraz
Karşı karşıya kavga etme. Savaşa atılma.
Birbas
Derin kuyu.
Bircis
Sütlü Deve. Müşteri yıldızı.
Bî-reng
f.Renksiz . Taslak halinde resim.
Bire'sihi
Kendi başına, bizzat.
Bî-reyb
f. şüphesiz, şeksiz.
365
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bi'r-i muattal
Suyu kesilmiş kuyu. Susuz kuyu.
Bi'r-i zemzem
f. Zemzem kuyusu.
Birig
f. Üzüm salkımı.
Birinc
f. Bir hububat cinsi olan pirinç. * Pilav. * Pirinç madeni.
Bir'is
Sütlü deve.
Birişte
f. Kızartılmış.
Birkaş
(C.: Berâkış) Serçeye benzer bir küçük kuşun adı.
Birkîl
Tüfek. * Zemberek adı verilen bir savaş aleti.
Birleme
(Bak: Tevhid)
Birnas
Derin kuyu.
Birnis
f. At kestanesi.
birr
temizlik, iyilik.
Birr
Temizlik. * Günahtan çekinmek. * Takvâ. * İn'âm ve ihsan etme. * Amel-i sâlih, iyi amel. * Koyunu sevketmek. * Gönül, kalb. * Tilki yavrusu. * Fâre.
Birs
Pamuk.
Birsa'
Uzun boylu, semiz.
Birsam
(Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir.
Birşam
Hiddetli nazar, kızgın bakış.
Birun
f. Dışarı, hârici, dış. * Fazla.
Birunane
Haddini aşarak. Haddini tecavüz ederek.
Bî-ruyî
f. Yüzsüzlük, edebsizlik, hayâsızlık.
Biruz
f. Değersiz, zümrüte benzer yeşil renkte bir taş.
366
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Biryan
f. Kebabın bir nev'i. Piran. Pürân.
biryân
kebap.
Birzevn
"(C.: Berâzin) Semer vurdukları at. (Farisîde ""esb-i palanî"" derler)"
Birzin
Ağaç maşrapa.
Bî-sâman
f. Sermayesiz, parasız.
Bisat
(C.: Büsüt) Döşek. * Döşeme, kilim, minder.
Bisat-ı arz
Yeşillik, çimen.
Bi'se
Ne fena, ne kötü, ne çirkin mânâlarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır.
Bî-sebeb
f. Sebepsiz, boşuna, yok yere.
Biselamet-il-emr
İşin kolaylıkla ve zahmetsiz yapılması.
Bî-ser ü pâ
Sefil ve perişan.
Bî-ser
f. Başsız.
Biser(e)
f. Atmaca cinsinden, zaganos denilen bir nevi avcı kuşu.
Bi'set
"Gönderilme. İnsanları hak ve doğru yola sevk için gönderilen Cenabı Peygamberimiz Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) nübüvvetinin başlangıç zamanı, nübüvvetinin bidayeti.(Nasârâ ulemâ-yı benâmından İbn-ül Alâ, bi'setten ve Peygamber'i görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş. Hz. Peygamber'i (A.S.M.) görmüş, demiş: $ Yani: ""Ben senin sıfatını İncil'de gördüm. İman ettim. İbn-i Meryem, İncil'de senin geleceğini müjde etmiş."" M.)"
bîset
gönderme, peygamberliğin başlangıcı.
Bi'set-i nebeviye
Allah tarafından Peygamberin gönderilmesi.
Bisinoz
yun. Pamuk işçilerinde görünen, pamuk tozlarının sebebiyet verdiği bir akciğer hastalığı.
Bismark
ünlü bir devlet adamı.
367
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bismihi
Onun adı ile, onun namına. * Allah'ın adıyla.
Bismil
f. Boğazlanmış, kesilmiş.
Bismil-gâh
f. Hayvan kesilen yer, salhâne.
Bismillah
Allahın adıyla.
Bismil-şüde
f. Boğazlanmış, kesilmiş.
Bisr
Vücudu sivilceli olan kişi.
Bisre
Sivilce, siğil.
bissavab
doğru olarak.
Bissüyûf
Kılıçlarla ve kuvvet ile.
Bist
f. Yirmi. (20)
Bistah
f. Küstah, hayâsız, edepsiz, arsız, utanmaz adam.
Bistam
f. Kıymetli bir cins taş olan mercan.
Bistar
f. Çarpık, eğri. Gevşek.
Bister
f. Yatak, döşek.
Bistuh
f. Beceriksiz, âciz. zayıf, cılız kimse.
Bistüm
Yirminci.
Bî-sud
f. Faydasız, boş, neticesiz.
Bî-sükûn
f. Sükûn bulmaz, durmaz, hareketli.
Bisyar
f. Ziyade, çok , fazla.
Bisyarî
f. Çokluk.
Biş
f. Artık, ziyade. Bıldırcın otu denilen zehirli bir ot.
Bişar
f. Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. * Altın, gümüş kakmalı işlemeler. * Takatsiz, dermansız, halsiz.
Bişaret
(Bak: Beşâret)
Biş-baha
f. Pahalı, fiatı yüksek, değerli, kıymetli.
Bişe
f. Orman, meşelik.
368
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bi-şek
f. Şüphesiz, şeksiz.
Bi-şerm
f. Utanmaz.
Bişî
f. Fazlalık.
Bişing
f. Balyoz. Kazma. Küskü. Burgu.
Bişir
Talâkat, güzel yüzlülük.
Bişkel
f. Elem, keder, gam, tasa, kasavet. * Orak şeklinde ağaç anahtar. * Kıvırcık saç.
Bişkufe
f. Kusma, istifra. * Çiçek.
Bişkuh
f. İktidarlı. Kuvvet sahibi. Muhterem ve saygıdeğer kimse.
Bişkul
f. Becerikli, çevik. * İhtiyatlı, tedbirli. * Akıllı. * Kuvvet sahibi.
Bişpul
f. Pejmurde, perişan, dağınık.
Bişr
Sevinç eseri.
Biştam
f. Sığıntı, parazit, asalak.
Biş-ter
f. Daha çok, daha fazla.
Bi-şumar
f. Sayısız, pek çok.
Bît
Kut. Gıda.
Bit(e)
Bir gece yiyecek yemek.
Bita'
Bal şerbeti.
Bî-tab
Yorgun, takatsiz, güçsüz.
Bî-tabî
f. Halsizlik, tâkatsizlik, bîtablık.
Bî-tail
f. Menfaatsiz, faydasız. İşe yaramaz, boşuna.
Bitain
Astar. (Bak: Betâin)
Bitaka
Küçük parça. (Üzerinde kumaşın fiatını yazıp kumaş içine koyarlar.)
bitamâm
büsbütün.
bitamâmiha
tamamıyle.
Bitan
Deve kolanı. Karnı tok kimse.
369
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bitane
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Betâyin) Çarşaf. * Kaftan astarı. * Dostluk. * Hâlis olmak. * Kuvvetli olmak.
bîtaraf
tarafsız.
Bî-taraf
Tarafsız. Hiç bir tarafı tutmayan.(Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle münâzara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar. Çünki, nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlup olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki, insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dâva vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrariyle dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur! Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir. M.N.)
bîtarafâne
tarafsızca.
Bite(t)
Geceleme, gece kalma.
Bi-teşvik
Kışkırtarak, teşvik ederek.
Bitevî
(Biteviye) t. Sürekli, durmadan. * Bütün yekpare.
Bitke
Kesinti. * Kesilen bir nesnenin ufak parçaları, cüz'leri.
Bitlab
f. Hurma çiçeğinin tomurcuğu.
bittâb
tabiatıyla.
bittabî
tabiatıyle.
Bi-t-tafsil
Tafsilâtiyle, etrafiyle, uzun uzadıya.
Bittahrik
Hareket ettirerek, oynatarak. * Kışkırtarak, teşvik ederek.
bittakdir
takdirle.
370
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bit-tarik-il ula
Birinci usul veya yol ile. Elbetteki. Evleviyetle.
Bittasavvur
Tasavvur ile, niyet ederek, düşünerek. (Bak: Tasavvur)
Bi-t-tav'
İstek ile, isteyerek.
bittecrübe
tecrübeyle.
Bittedric
Yavaş yavaş.
Bitüm
Yerin altında bulunup sıvı ve sarımtırak veyahut katı ve kara bir durum ve renkte olan maddedir ki, asfalt yol yapılırken kullanılır.
Bityar(e)
f. Elem, keder, tasa, sıkıntı.
Biûza
Sivrisinek.
Biv
f. Güve.
Bivan
Çadır direği.
Bivar
"f. ""Onbin"" sayısı."
Bî-vare
f. Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib.
Bî-vaye
f. Mahrum, nasipsiz.
Bivaz
f. Yarasa kuşu. Muvâfakat, kabul.
Bive
f. Dul kadın, kocasız kadın.
Bî-vefa
f. Vefasız, dönek.
bîvefa
vefasız.
Bivegî
f. Dulluk. Kocasız kadının hâli.
Bî-vukuf
Vukufsuz, bîhaber, malûmatsız, habersiz.
Biya'
(Bia. C.) Kiliseler.
Biyaet
(C.: Biyâât) Satılık mal.
Biyah
(C.: Büyâh) Ufak balık.
Biyan
Gece. Gece ile gelen belâ.
biyedî
elimi.
371
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Biyocoğrafya
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.
Biyoelektrik
Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin varlığı, hususi âletlerle anlaşılır)
Biyofizik
Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim kolu.
biyografi
bir kimsenin hayatını anlatan eser.
Biyoğrafi
Şahısların hayatlarını mevzu edinen yazı çeşitlerine verilen isim.
Biyokimya
Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi.
Biyolog
Biyoloji ilmiyle uğraşan âlim.
Biyoloji
"yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; hayatî faaliyetleri inceleyen: fizyoloji; iç salgı bezlerin faaliyetlerini inceleyen: endrokrinoloji; hastalık hallerini inceleyen: patoloji; canlıların sınıflandırılmasını yapan: sistematik; bitki veya hayvan neslinin ıslahı ile uğraşan: zootekni; mikroskobik canlıları inceleyen: mikrobiyoloji'dir. İç yapısını inceleyen: anatomi; hücreleri inceleyen; sitolojidir."
Biyonik
Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle uğraşan ilim ve fen.
372
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Biyoterapi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tıb: Bazı hastalıkların tedavisinde canlı varlıklardan faydalanma usûlü.
Biyt
Kuvvet.
Biyz
(Bîd) Parlak ve beyaz.
Biza'
Birisine kaba muamelede bulunma. * Faydasız, boş yaramaz söz.
bîzâr
bıkmış.
Bî-zar
f. Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş.* Bezginlik.
Bizare
f. Desise, hile, tuzak.
Bizâtihi
Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından.
bizâtihi
kendiliğinden.
Bizaz
(Bak: Bezazet)
Bî-zer
f. Altınsız.* Cimri, hasis, pinti.
Bî-zeval
f. Zevâlsiz, sona ermez, bitmez, tükenmez.
bîzeval
sona ermez.
Bizişk
f. Tabib, hekim, doktor.
Bizişkî
f. Doktorluk, hekimlik, cerrahlık.
Bizlah
Geveze, boşboğaz, çenesi düşük.
Bizle
Gündelik elbise.
Bizr
(C.: Büzûr) Sebzevât. * Kuru ot tohumu.
Bizz
Açmak, feth.
Bi-z-zarure
Zarûri olarak, ister istemez.
bizzarure
zaruri olarak.
Bi-z-zat
Kendisi, aslında. Kendi zatı ile. Binefsihi.
bizzât
kendisi.
373
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Blok
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Birbirine bitişik yapılar. * Büyük ve ağır yığın. * Resim kağıtları saklanan karton kap.
Blöf
ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek.
Bobin
Fr. Tel veya iplik sarılmaya mahsus silindir şeklinde makara.
Bodur
Enine göre boyu kısa ve tıknaz olan.
bolşevik
Rus komünisti, dinsiz.
Bolşeviklik
(Bolşevizm) Rusya'da kanlı komünizm ihtilalini yapan ve bütün hür dünya milletlerinin de aynı ihtilal metotlarıyla komünizmin hâkimiyeti altına gireceğini savunan Marksist Leninist siyasî görüş. Bu görüşün temsilcileri önce Rus halkını aldattılar, onlara en çok özledikleri şeyleri va'dederek onları aldatıp kendilerine bağladılar ve cinayetlerine ortak ettiler. Sonra da va'dettiklerinin tam tersini uygulıyarak halkı köleleştirdiler. Daha sonra gerçeklerden habersiz başka milletlerin gençlerini ve işçilerini aldatarak memleketlerini komünizmin esaretine soktular. Bugün memleketimizde ve başka ülkelerde anarşizmin kaynağı bolşevizm (Komünizm)dir. Allah'ı, peygamberi, âhireti inkâr eden,vatan millet tanımayan, inançsız ve acımasız, insanları âlet olarak kullanarak milletleri içten yıkmak ve sonra hâkim olarak onları sömürmek isteyen bolşevizme ve komünizme karşı en büyük silâh Allah'a iman ve İslâmiyet'tir. Bolşevizm ve komünizm gibi üvey kardeşleri olan kapitalizm ve faşizm de insanlığa kan ve acıdan başka birşey vermemişlerdir. Gafletten uyanan insanlar, İslâmiyet'in yegâne kurtarıcı olduğunu anlamaya başlamışlardır. İstikbal İslâmındır ve İslâm'ın olacaktır. (Bak: Komünizm)
374
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bolşevizm
Rus komünizmi, dinsizlik.
Bombardıman
Fr. Bomba, top gibi ağır silahlarla yapılan hücum.
Bonkör
Fr. Hulus-i kalb. Kalb temizliği. İyilik.
Bono
İtl. Ticaret senedi. Muayyen bir va'denin sonunda belirli bir paranın belli bir kimseye ödeneceğini bildiren senet.
Bora
yun. Birdenbire çıkan fırtına. Pek şiddetli rüzgâr.
Borç
Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların borçlarını bağışlamak veya sonraya bırakmak sevaptır. Borcunu ödeyebilecek durumda olanlar da borçlarını zamanında ödemelidirler. Ödeyemiyecek olanlar da zamanından önce alacaklıya durumlarını bildirmelidir ki, o da işlerini ona göre ayarlasın. İslâm'da devletin vazifelerinden biri de borçlulara yardımcı olmaktır.
Bornuz
Başlıklı ve kollu hamam havlusu.
Borsa
(Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü altında teşkilâtlanmış pazar yeri.
Bostan
(Bustan) f. Ağacı, çiçeği, yeşilliği çok olan yer, kokulu yer. Sebze bahçesi. * Kavun, karpuz.
bostân
sebze bahçesi.
Bostan-ı hudâ
"f. Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. ""Vahidiyet mertebesi"" diye de söylenmiştir."
Boşanmak
t. Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak.(Medeni kanun, boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi
375
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Allah'ın emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da kararlaştırabilirler. İsterlerse mahkemeyi, isterlerse velilerini, isterlerse eşlerden birini yetkili kılabilirler. Görülüyor ki, İslâm dini insanlara medeni kanundan daha çok hak ve hürriyet tanımıştır. İslâmiyet evleneceklerde denkliği, (küfüv) (din ve ahlâkta denklik) şart koşar. Evlendikten sonra bazı bakımlardan anlaşamamazlıklar çıkarsa karşılıklı birbirine katlanmalarını ve sabırlı olmalarını tavsiye eder. Boşanma son çaredir. Eğer istek erkek tarafından geliyorsa mehir denilen tazminatı kadına ödemek zorundadır. Görülüyor ki, İslâmiyet, kadın haklarının korunmasını istemektedir.) (Bak: Aile) Boşboğaz
"t. Yerli yersiz mutlaka bir şey söylemeden içi rahat etmiyen. Saklanması gereken şeyleri söyleyiveren, sır saklamayan.(Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: ""Ben de varım"" derler. O kâinat-ı sâkit birden söze başlıyor. ""Bizi câmid zannetme ey insân-ı boşboğaz!"" S.)"
boşboğaz
yerli yersiz konuşan.
Botanik
Bitkileri inceleyen biyoloji ilmi. (Bak: Biyoloji)
Boykot
"(Boykotaj) Fr. Bir şahıs veya devlete karşı alış-verişi, münasebetleri kesmek. Bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir şahsı zarara sokmak maksadıyla onunla her türlü ilgiyi kesme. * Bir işten geçici olarak çekilme; işe, çalışmaya hep birlikte katılmama."
boykotaj
boykot.
Boylam
t. Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri. (Bak: Tul)
376
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bozkır
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yağışlı mevsimler de yeşeren ot cinsinden bitkilerin ve bazı bodur ağaçların yetişebildiği yarı kurak yer.
Bozok
Bugünkü Yozgat vilâyetimizin Osmanlılar devrindeki adı.
Bön
Budala, ahmak, saf.
Bronş
yun. Tıb: Nefes borusunun akciğerlere giden iki kolundan her birinin adı.
Bu'
Bir şeyi kucaklayıp çekmek.
Bu(y)
f. Koku, râyiha.
Buak
Şiddetli sel. * Şiddetli ses, sadâ. Haykırış. * Birden bire, ansızın gelen yağmur.
Bu'bab
Cemaat, topluluk.
Bubürd(ek)
f. Andelib, bülbül.
Bud u nebud
f. Var-yok. * Oldu-olmadı.
Bu'd
(C.: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma. * Aralık. * Geo: Bir cismin uzunluk, genişlik ve derinliği.
Bud
f. Varlık.
bûd
uzaklık.
Buda
Budizmin kurucusu.
Budala
Zekâca geri, salak.
Bu'dan
(Baid. C.) Uzaklar, ırak yerler.
Budeî
f. (Hindistan'da) Buda Dininden olan.
Budene
f. Bıldırcın kuşu.
Budha
Sâha. Avlu, meydan.
Bu'd-i mesafe
Gidilen yolun uzaklığı.
bûdiyet
uzaklık.
Budu'
Can sıkılması. * İdrak etme, anlama.
377
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bug
f. Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını.
Bugas
Leşle beslenen kuşlar, leş yiyen kuşlar.
Bugat
(Bâgî. C.) Haksızlık edenler, âsiler, serkeş kimseler.
Bugra
f. Turna kuşu veya turna kuşu sürüsünün önünde uçan turna horozu.
buğz
sevmeme, nefret.
Buğz
Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet.
Buh
Zeker.* Nefis.
Buh(e)
Erkek baykuş. * Çakır doğan.
Buhala'
(Bahil. C.) Tamahkârlar, cimriler.
buhâr
buğu.
Buhar
Suyun buğu haline gelmiş şekli. * Seyyal, lâtif cisim.
Buharî
(Hi: 194-256) Buhâralı. 600 bin hadisten seçilen 7275 hadis ile en mu'teber ve en sahih Sahih-i Buharî ismi ile anılan hadis kitabının müellifi. (Bak: Kütüb-ü Sitte)(Buharî ve Müslim ki, Kur'andan sonra en sahih kitab olduklarını, ehl-i tahkik kabul etmiş. M.)
Buhayra-i rahib
(Bak: Bahira)
Buhayre
Göl. Küçük deniz.
Buhbuha
Saha. Alan, orta yer.
Buhha
Boğaz kısılmak.
Buhl
Bahillik, eli dar olma, cimrilik, tamahkârlık, pintilik.
buhl
cimrilik.
Buhle
f. Semizotu.
Buhnuk
"Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez. (Türkçe ""destâr"" derler)"
buhrân
bunalım.
378
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Buhran
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı. * Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması.
Buht
f. Veled, oğul, mahdum.
Buhtec
Pişmiş.
Buhter
Her şeyin esası, aslı. * Kısa boylu.
Buhtiyye
Melez dişi develer.
Buhtu(r)
f. Ra'd, gök gürültüsü.
Buhu
Mütevazi bir şekilde hakkını isteme.
Buhuh
Ses kısıklığı.
Buhul
Tamahkârlık, cimrilik.
Buhur
(Bahr. C.) Denizler.
buhûr
bahirler, denizler.
Buhur-dân
f. Tütsülük.
Bujene
f. Tomurcuk. * Henüz açılmamış çiçek.
Buk
Düdük. Boru.
Buk'a
Yer parçası, ülke. * Boş ve ıssız yer. * Sağlam ve büyük bina. * Benek leke.
bukalemun
bulunduğu yerin rengine giren bir hayvan.
Bukalemun
f. Bulunduğu yerin rengine giren, fare büyüklüğünde, böcek yiyen bir hayvan. * Mc: Sık sık fikir ve kanaat veya meslek değiştiren.
Buket
Fr. Çiçek demeti.
Bukkarî
Musibet, belâ, âfet, felâket.
Bukta
Perişan, pejmurde, dağınık, dökük saçık. * Cemaat, güruh, topluluk, kalabalık.
Bu'kuke
İzdiham, kalabalık.
Bukya
Sonsuzluk, bâkilik, ebedilik.
379
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bulvar
Fr. Geniş ve ağaçlı cadde.
Bum
f. Yer, toprak, zemin, memleket, yurt.* Huy, haslet, tabiat. * Sürülmemiş tarla, arazi.
Bum(e)
f. Zool: Baykuş.
Bumbar
f. Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. * İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek.
Bumehen
(Bumehin) f. Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. * Koyun bağırsağı.
Bun
f. Nihâyet, dip. * Kolay, suhûletli. * Rahim. * Temizlenmiş olan koyun bağırsağı.
Bunduk
Yuvarlak küçük taşlar. * Yuvarlak küçük kurşun. * Fındık.
Bur'
(Bak: Ber')
Bur
Hayırsız kişi. * Ekine elverişli olmayan tarla.
Bura
(Bak: Bevr)
Buraha
şiddet. Ezâ ve meşakkat.
Burak
Peygamberimizin miraçta bindiği binek.
burc
güneşle dünya arasındaki hayâlî dilimlerin her biri.
Burc
Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. * Tek hisar kule, kale çıkıntısı. * Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.
Burcas
Hedef. Yüksek bir yerde bulunan nişangâh.
Bu're
Çukur. * Çölde çukur tarzında yapılan ocak.
Burhan
(Bak: Bürhan)
Buriya
f. Hasır.
Burjuva
Fr. Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka
380
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle çalışmayan, ferde bağlı iş hayatını güden sınıftan olan. burjuva
hayatını emek vererek kazanmayan zengin kimse.
Burjuvazi
Fr. Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad etti. İktidara gelince menfaatlerinin bu çalışan sınıflarınkiyle çatıştığını görerek vaadini yerine getirmedi. Buna karşılık olarak işçiler arasında sosyalizm fikriyle teşkilâtlanma başladı. Bu yeni hareket de yalan sözlerle köylülerin desteğini de sağlıyarak Rusya'da 1917'de kanlı bir ihtilalle iktidarı ele geçirdi. Burjuvaziyi ortadan kaldırdı, o da vaatlerini yerine getirmedi. Burjuvazi, mülkiyeti, kişinin hakkı saydı ve kişi tahakkümünü getirdi. Sosyalizm, mülkiyeti cemiyetin ortak hakkı saydı ve cemiyet adına bir azınlığın elinde bulunan devlet tahakkümünü getirdi. Siyasi, hukuki bütün kuvvetleri elinde bulunduğu için devlet tahakkümü çok daha şiddetli, insafsız, zalim ve kanlı olmuştur. İslâm dini mülk sahibi olarak Allah'ı kabul ettiği için kişi tahakkümünü de, devlet tahakkümünü de reddeder. Bu sebeple insanlık için tek kurtuluş yolu İslâm'dır.
Burkat
Sanem, heykel, put.
Burku'
(Berku') Kadınların yüz örtüsü, peçe. * Kâbe örtüsü. * Yedinci kat gök.
Burs
Fr. Devlet veya bazı müessese yahut şahıslarca tahsil veya ilmî tetkik için gerekli masraflara kullanmak üzere verilen para.
381
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Buruc
(Burc. C.) Burçlar, hisarlar, kuleler. (Bak: Büruc)
Burut
Bıyık.
Burzag
Şişmanca, etine dolgun delikanlı. * Delikanlılık çağındaki neşe.
Bus
"f. ""Öpen"" mânasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Damen-bus $ : Etek öpen."
Busa
Bir gemi cinsi.
Busak
Ağız suyu.
Busat
(Bisat. C.) Bisatlar, döşekler, kilimler, minderler, keçe yaygıları.
Busayrî
"(Şeref-üd-din) (Mi: 1213-1295) Busayr'da doğdu. Meşhur Arap şair ve hattatıdır. ""Kaside-i Bürde"" sahibidir. Esas ismi ""El-Kevakibüd-Dürriyye fi Medh-i Hayrilberiyye"" olan kasidesine; tutulmuş olduğu hastalıktan, rü'yasında Resûlullah'ın hırkasını (bürde) üzerine örtüp şifa bulması sebebiyle ""Kaside-i Bürde"" ismini vermiştir."
Buse
f. Öpme.
bûse
öpücük.
Buse-câ
f. Öpecek yer.
Buse-çin
f. Öpücük alan, öpücük toplayan.
Buse-gâh
f. Öpülecek yer.
Busende
f. Öpen, öpücü.
Buseyla'
Pazu dedikleri ot.
Buse-zen
f. Öpen, öpücü.
Buside
f. Öpülmüş.
Busiden
f. Öpmek.
Bûsiş
f. Şapırtılı öpüş.
Bustan
f. Çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer, bahçe.
Bustan-bân
f. Bahçıvan.
382
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Busula
Pusula.
Bu'susa
Küçük canavar.
Bu'sut
Derenin ortası.
Butakat
(C.: Bevatık) Pota dedikleri kap ki içinde maden eritirler.
Butha
İyi huy, güzel haslet. Müsbet alışkanlık.
Buthan
Medine-i Münevvere'de bir derenin adı.
Butin
Menazil-i Kamer'den üç yıldız.
butlân
batıllık, temelsizlik, çürüklük.
Butlan
Haksızlık. Bâtıl olma. Boş ve abes olmak. Hak olmamak.
Butlan-ı his
Ameliyat için bir uzvun hissinin iptâli, duyarsız hâle getirilmesi.
Butm
"Çitlenbik ağacı. (Yemişine ""habbet-ül hadar"" derler.)"
Butu'
Geç kalma, gecikme.
Butul
Çürüklük, boşluk, beyhudelik.
Butule
Çok kahraman ve bahadır olmak.
Butun
(Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Nesiller, soylar.
Butv
Eğlenmek, geç gelmek.
Buuc
Karında olan yaralar.
Buule
Kadın eş, zevce.
Buulet
Zevciyet. Karıkocalık. * İmtinâ ve red ve muhalefet etmek.
Buus
Sefalet. Yokluk içinde olma.
Buy
f. Koku. * Ümit, umma. * Sevgi, muhabbet. * Tamah.* Huy. Tabiat. * Kısmet, pay, nasib.
bûy
koku.
Bûya
Güzel kokulu.
Bûyahya
Azrail (A.S.)
Bûyçe
f. Sarmaşık (nebat)
383
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bûy-dar
f. Kokulu.
Buye
Özleme, hasret.
Buy-i ezhar
Çiçeklerin kokusu.
Buyiden
f. Koklamak, koku almak.
Buy-perest
f. Av köpeği.
Buyrultu
t. Sadrazam, kaptan-ı derya, vezir, beylerbeyi gibi devlet erkânının yazılı emirleri.
Buzak
"Tükrük. (Ağızda ""buzak"", ağızdan çıksa ""rıyk"" denir.)"
Buzine
Maymun.
Buzra
Üst dudağın ortasından dışarı taşan et parçası.
Büak
Yağmuru şiddetle yağan bulut.
Bü'bü'
Her nesnenin aslı. * İzzet, kerem. * Zeyrek akıllı, zarif kişi. * Hâkim, seyyid. * Gözbebeği. * Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey.
Büc
f. Keçi.
Bücal
f. Ateş koru. * Kömür.
Bücbûha
Bir yerin orta kısmı. Orta yer.
Bücc
Kuş yavrusu.
Bücdet
İlim, bilgi.
Büceyr
Ashab. Etba'.
Bücr
Şaşılacak, taaccüb edilecek şey. * Şer, kötü, iyi olmayan.
Bücriyy(e)
Musibet, belâ, felâket, âfet.
Bücud
Bir yerde mukim olma, oturma. İkamet.
Bücûl
f. Tıb: Topuk kemiği. Aşık kemiği.
Büç
f. Avurt. Ağzın iç tarafı.
Büd
f. Sâhip. * Maşa.
Büdad
Nasip, hisse, pay. * Nihayet, son.
384
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Büdae
Her şeyin öncesi, evveli.
Büdbüdek
f. İbibik kuşu, çavuş kuşu, hüdhüd.
Büdd
Uzaklaşma. Birbirinden uzak düşme. * Perâkende etmek, dağıtmak. Put, sanem. * Firak. * Tâkat, kudret.
Büdde
Nasib, hisse, pay. * Nihayet, son.
Büdn
Yoğun gövdeli ve şişman olmak.
Büduh
Yürümek, meşy. * Esmâullahdan bir isim. (Vedud mânâsına)
Büdur
İleri geçme, hızla geçme.
Büdün
(Bedene. C.) Kurbanlık develer.
Büdüv
Görünür hâle gelme. Aşikâr olma. Zâhir hâle gelme.
Büfe
Fr. İçinde sofra takımı konulan dolap. * Davetlileri ağırlamak için çeşitli yiyecek ve içeceklerin hazır bulundurulduğu masa. * İstasyon lokantası. * Sigara, kibrit, gazete, sandviç v.s. satılan yer.
Büga'
İstemek, talep etmek.
Bügas
(C.: Bügasât-Ebgıse) Ufak, küçük kuşlar.
Bügase
Ufak kuş.
Bügeyg
Koyun. * Besili erkek geyik. * Semiz keçi. * Bir yerin adı.
Bügur
Düşmek, sukut.
Bügye
İstenen ve kasdedilen şey.
Büh
"Baykuşa benzer bir kuştur, ondan küçüktür. Dişisine büvâhâ derler; ahmak, akılsız kimseyi ona benzetirler. * Puhu."
Bühar
Deniz balıklarından bir beyaz balık.
Büharise
Altın ve gümüşten üç kıntar veya üçyüz rıtıl.
Bühat
Bühtan edici, iftiracı.
Bühbuha
Bir yerin ortası, orta yer.
Bühhüt
Haramzâde, piç.
385
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bühlul
Güzel yüzlü.
Bühmâ
Dikenli ağaç.
Bühme
(C.: Bühüm) Cemaat, topluluk.* Leşker. * Bahâdır, kahraman.
Bühr
Galip olmak. * Yürümekten nefesini tez tez verip solumak.
Bühre
Geniş yer, büyük mekân. * Kesik kesik soluyuş. * Dere içindeki sazlık ve çayırlık.
Bühsul
İri gövdeli kimse.
Büht
İftira, isnad edilen yalan. * Bir seyyarenin bir günlük hareketi.
bühtân
iftira.
Bühtan
İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme. * Dalgınlık. * Medhûş ve mütehayyir olma.
Bühtür(e)
Bodur, kısa boylu.
Bühur
Büyük emir.
Bühüt
(Behût. C.) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar.
Bühüvv
(Behv. C.) Misafirlere mahsus odalar. * Hayvanlar için yerin altına yapılmış ahırlar.
Büjhan
f. Gıpta etme, imrenme.
Büjmeje
f. Kaya keleri, kertenkele.
Büjul
"f. Aşık kemiği; topuk kemiği."
Bükâ
Ağlama.
bükâ
ağlama.
Bükâ-âlûd
f. Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü.
Bükâ-engiz
f. Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü.
Bükât
Ağlayanlar.
Bükâ-yi sürûr
Sevinçten dolayı akan gözyaşı.
Bükmâ
(Ebkem. C.) Dilsizler. Ebkemler.
386
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bükre
Erken. Sabah vakti.
Bükse
Kiremit parçası. * Saksı.
Büky
Ağlayıcılar, ağlıyanlar.
Bül'a
Değirmen taşının tane dökülecek yeri.
Bülâg
f. Pınar, çeşme.
Bülâlet
Islaklık, nemlilik, yaşlık.
Bülbül
(C: Belâbil) Andelib. Güzel öten bir nevi kuş.
Bülbülan
(Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler.
Bülbüle
(C.: Belâbil) Emzikli bardak.
Bülbül-i nâlân
Ağlıyan bülbül.
Bülbül-i zâr
İnleyen bülbül.
Bülbülveş
Bülbül gibi.
Bülcet
Genişlik, vüsat.* İki kaş arasında olan açıklık.
Büldan
(Belde ve Beled. C.) Beldeler, şehirler, iller, memleketler.
Bülega
(Belig. C.) Beliğ olanlar, Belâgat sâhipleri. Belâgat ilmi mütehassısları. Edebiyatçılar.
bülegâ
adamına göre güzel söz söyleyenler.
Bülehniye
Maişet genişliği. * Gani olmak, zenginleşmek.
Bülend
f. Yüksek, büyük.
bülend
yüksek, yüce.
Bülend-âvâz
f. Haykırma, yüksek ses.
Bülend-himmet
f. İyi çalışır.
Bülendî
f. Yükseklik, yücelik.
Bülend-pâye
f. Rütbesi yüksek, pâyesi bülend olan.
Bülga
Maaşa yetecek nesne.
Bül-game
f. Herşeye hevesli olan.
387
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bülgat
Geçinmeye kâfi gelecek kadar olan şey.
Bülheves
f. Heves ve isteği çok, maymun iştahlı.
Bülka
Kısa boylu. * Bir kuşun adı.
Bülkut
(C.: Belâki) Bir hurma cinsi. * Ot ve su olmayan harap ve boş yer. * Yalan yere yemin etmek.
Büllet
(C.: Bilâl) Hurmanın ıslanıp yaş olması.
Büls
İçine incir koyulan kilimden dokunmuş büyük çuval.
Bülsün
Mercimek mesabesinde hububattan bir habbe. (Bâzı yerde mercimek de derler.)
Bülten
Fr. Halka bilgi veren, özet olarak yazılmış resmi yazı. * Bir müessesenin, kurumun faaliyetlerini tanıtan ve belli zaman aralıklarıyla yayınlanan mevkute.
Büluc
Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak.
Bülud
Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Köhne olmak, eskimek. * Meclise geç gelmek.
bülûğ
erginlik.
Büluğ
Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur. * Yaklaşıp çatma.
Büluh
Beceriksiz, âciz. * İşe yaramama, yorgun ve bitkin olma.
Bül'um
Gırtlak, hançere.
Büm
(C.: Ebvam) Baykuş.
Bün
Meziyyet, üstünlük.
Bündad
f. Temel. Binanın esası. * Destek, payanda. Duvar, set.
Bündar
f. Zengin, asil ve kibirli kişi.
388
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bünduka
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Bünduk, Benâdik) Fındık tanesi. * Kemankere taşı. Küçük yuvarlak taş.
Bün-i hisâr
Hisarın dibi.
Büniyye
(C.: Büniyyat) Her nesnenin aslı ve yaratılması, fıtrat. * Sazan balığı. * Meçhul yol.
Bünlad
f. Destek, payanda, duvar, set. * Temel. Esas, bina.
Bünn
Yemen kahvesi.
Bünud
(Bend. C.) Büyük bayraklar, sancaklar.
Bünüvvet
Evlâtlık, oğulluk.
Bünyad
f. Temel, esas. Yapı, binâ.
Bünyamin
Yakup Aleyhisselâm'ın en küçük oğlu.
bünyân
yapı.
Bünyan
Yapı. Bina. Duvar. Esas. Yapı yapmak.
Bünyan-ı kavî
Sağlam bina.
Bünyan-ı mersus
Kaynaşmış sağlam bina. Birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam yapı.
Bünye
Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat. * Şekil, tarz, sûret.
bünye
yapı.
Bünye-hîz
f. Vücudu canlandıran, bünyeyi kaldıran.
Bür'
(Büru') Hastanın iyileşmeğe başlaması. * Kurtulmak. * Fazilette ve bilgide üstünlük. (Bak: Ber')
Büra'
Ağaç yongası. Törpüden çıkan talaş.
Büra
Kamıştan yapılan hasır.
Bürabe
Kalem yongası, törpüden çıkan talaş.
Bürad
Soğuk.
Bürade
"Eğeden çıkan talaş ki, ""bürâde-i zeheb, bürâde-i fizza ve bürâde-i hadid"" denir."
389
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Büraka
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bütün gün yüzünü süsleyen kadın. * Yemek sırasında bir kimseye kızıp, yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın.
Büram
Kene dedikleri böcek.
Büraye
Yontulan ağaçtan çıkan yonga.
Bürbur
Bulgur. (Buğdaydan yapılır.)
Bürc
(C.: Bürûc-Ebrac) Hisar. * Yıldız.
Bürcas
Havada ağaç başında olan nişan.
Bürceme
(C: Berâcem) Parmak boğumu.
Bürcüd
Arap elbiselerinden bir nevi kalın elbise.
Bürd
f. Bilmece, bulmaca.
Bürda
Tıb: Sıtma hastalığı.
Bürdbar
f. Ağırbaşlı. Sabırlı, mütehammil, uysal, tahammüllü kimse.
Bürdbarî
f. Ağırbaşlılık, sabırlılık.
bürde
hırka.
Bürde
Hırka. Üstten giyilen libas, elbise.
Bürdek
f. Küçük bilmece.
Bürdî
Hurmanın iyisi.
Büre
(C.: Bürât-Bürâ-Bürin) Deve burnuna takılan halkalar. * Bilezik gibi olan halkaların her birisi.
Büreha
Şiddetli azab. Sıkıntı.
Bürehne
f. Açık, yalın çıplak.
Bürehne-gî
f. Çıplaklık.
Bürehne-ser
f. Başı açık.
Büresa'
Nâs mânâsına kullanılan bir isim.
390
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Büreyde bin el-husayb el-eslemî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Horasan diyarında en son hicri 62 veya 63 yılında vefat
eden sahabedir. (R.A.). Müslümanların ilk sancaktarıdır. 177 Hadis-i Şerif nakletmiştir. 14 tanesi Buharî ve Müslim'de mezkûrdur. Bürgur
Buzağı.
Bürgus
(C.: Beragis) Pire.
Bürhan
"Delil, hüccet, isbat vasıtası. * Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas. * Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.(Bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi buzı insanlar isti'zam ile dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hule karşı o kat'i, sahih bürhanı reddetmek üzere: ""Bu neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez."" diye bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyûmu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahâza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır. M.N.)"
bürhan
kuvvetli delil.
Bürhan-ı akliyye
Akla dayanan bürhan.
Bürhan-ı enfüsî
İnsanın içinde ve hayatında görünen bürhan. Nefse ve şahsa ve içe ait bürhan.
Bürhan-ı innî
Hâdiselerden kanunlarına, neticelerden sebeblerine ve eserden müessire olan delil. Dumanın ateşe delil olması gibi.
Bürhan-ı katı'
Kat'î, en sağlam ve şeksiz delil. * Farsça bir lügat kitabının ismi.(İşte şu Zât (A.S.M.), şu mevcûdat Hâlikının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kâtıı, bir delil-i sâtııdır. S.)
391
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Bürhan-ı limmî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.(Kelime-i şehâdetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir, ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir. M.) (Bak: Limmî)
Bürhan-ı mantıkî
Kesin kaziyelerden teşkil ettirilen kıyasa, bürhana denir.
Bürhan-ı nâtık
"Konuşan bürhan. Mecaz olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M) kastedilir ki; bütün hakikatları isbat ve izhar etmiştir."
Bürhan-ı nübüvvet
Peygamberliğin hak olduğunu isbat eden bürhan ve delil. (Bürhan-ı risalet de aynı mânâdadır.)
Bürhan-ı risalet
(Bak: Bürhan-ı nübüvvet)
Bürhan-ı sâtı'
Aşikâr, şeksiz ve şüphesiz, parlak delil. (Bak: Sâtı')
bürhanî
delil cinsinden.
Bürhan-üt temânü'
"İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder."
Bürhe
Zaman, an, müddet.
Bürhin
Zahmet, güçlük, zorluk.
Bürhun
f. Duvar. Kemer. * Çember, daire. * Hâne, ev ve kale kapısı. * Mâni, engel, çit. Avlu.
Bürid
Oniki mil.
Büride
f. Kesilmiş.,
Büride-ser
f. Başı kesik.
Bürin
f. Dilim (Daha çok meyveler için kullanılır.)
Bürka
(C.: Birak) Taşlık yer.
392
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bürka'
Kadınların örtündükleri yaşmak, peçe.
Bürkan
Yanardağ, volkan, lavlar saçan dağ.
Bürke
Martı. * Kurbağa. * Havuz. * Küçük göl.
Bürme
(C.: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş. * Çömlek. * Baş örtüsü.
Bürna(h)
f. Yiğit, delikanlı, genç.
Bürnak
f. Delikanlı, yiğit, genç.
Bürnüs
(C.: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.)
Bürokrasi
"Fr. Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları tahakküm değil, hizmet makamıdır. Devlet görevlileri müslüman halkın hizmetindedir, kendileri saygı beklemez, saygılı davranır. Kimseye tahakküm edemez. Çünkü Allah'ın emirlerine uymak zorundadır. Hazreti Ömer (RA), devlet başkanı olunca ""Allah'ın emirlerinin dışına çıkarsam, beni kılıçlarınızla doğrultun"" demekle bunun örneğini vermiştir. Zulüm ve tahakkümü kaldırarak adaleti getirmiştir. Gerçek adalet ve hürriyet ancak İslâm'da vardır."
Bürokrat
Fr. Memur sınıfından olan. * Devlet işlerinde muamelelerde şekle aşırı ehemmiyet veren.
Bürr
Buğday.
Bürran
f. Keskin, kesici.
Bürs
Ardıç ağacının meyvesi.
Bürsan
f. Ejderha, büyük yılan.
393
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bürsute
Tehlikeli yer.
Bürsün
(C.: Berâsin) İnsan eli. * Vahşi hayvanların pençesi. * Develere vurulan bir nevi damga.
Bürt
Nebat şekeri. Zelil, aşağılık kimse. * Balta.
Bürtule
(C.: Bürtul) Kalpak dedikleri keçe takke. * Rüşvet.
Büru'
Fazilet, ilim ve iyilikte benzerlerine olan üstünlük. * (Hasta) iyiliğe yüz tutma.
Büruc suresi
Kur'an-ı Kerim'in 85. suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
Büruc
(Burc. C.) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır. * Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi suretlere burc denilmiştir. Bilindiği gibi yıldız kümelerini felekiyatçılar muayyen bâzı suretlere benzeterek her mevsim ve ayda göründükleri şekillere göre isimlendirmişlerdir.Bunların altısı şimal (kuzey) altısı cenub (güney) cihetinde olarak oniki burç kabul edilmiştir. Bu burçların bulundukları sahaya da mıntıkat-ül burûc ismi verilmiştir. Burçların isimleri Hamel, Sevr, Cevzâ, Seretan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akrep, Kavs, Cedi, Delv ve Hut'tur.
bürûc
burçlar.
Bürûd
Berd, soğuk. * İşten soğuma, bıkma.
bürûdet
soğukluk.
Bürudet
Soğukluk. Soğuk olmak. Hararetsizlik. * Mc: Münasebetteki soğukluk. Münaferet. Muhasama.
394
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bürudet-i muamele
Yapılan muamelenin soğukluğu.
Bürufe
f. Mendil. * Sarık. * Kuşak, bel kuşağı. Forma.
Büruk
Un helvası, undan yapılan bir nevi helva. * Büyük oğlu varken evlenen kadın. * Deve çökmek (mânâsına mastardır.)
Bür'um
Açılmamış gonca çiçek.
Bür'ûme
(C.: Bür'um - Berâim) Açılmamış tomurcuk gonca çiçek.* Gül gılafı.
Büruz
Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak.
Bürzea
(C.: Berâzi) Yuna dedikleri keçe ki, eyer altına koyarlar, teğelti de derler.
Bürzu'
Dolu, dolmuş, mümteli.
Bü's
Güçlük, zorluk. * Fakirlik.
Büsak
Tükürmek.
Büsed
Kırmızı boncuk. * Mercan.
Büsle
Efsuncuya verilen ücret.
Büslet
Nam, şöhret, ün, şan.
Büsre
Herşeyin ucu ve başı. * Herşeyin tâzesi. * Genç kız veya oğlan. * Hurma koruğu. * Biraz büyümüş olan ekşi ot.
Büssed
Mercan taşı.
Büstah
f. Edebsiz, küstah, utanmaz.
Büste
f. Fındık.
Büstûka
(C.: Besâtik) Küçük küp. Küpçük.
Büsuk
Bir kimsenin, akranına üstün olması. * Ağacın uzaması. * Uzunluk.
Büsul
Beddua, lânet.
Büsut
Cömertlik, civanmertlik. El açıklığı.
Büsûta
Genişlik. * Tekellüfsüzlük.
Büş
f. At yelesi. * Kahkül. * Noksan, eksik.
395
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Büşiy
Fakir ve evlâdı çok olan kimse.
büşrâ
müjde.
Büşra
Müjde. Sevinçli, hayırlı haber. * İncil'in bir ismi.
Büt
f. Put, heykel. Sanem.
Bütçe
Fr. Devletin veya diğer kuruluşların yıllık gelir ve giderlerini (sarfiyat ve varidatlarını) gösteren ve bunlarla ilgili harcamaları tayin eden hesap işleri.
Büteka
(C.: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve gümüş eritirler.
Büteyra
Sonunda evlâdı kalmayan. * Vitir namazını bir rekat kılmak. * Şems, güneş. * Sabah.
Bütlal
f. şaşa kalan, hayret eden, hayran olan.
Bütperest
f. Putu mâbut ittihaz eden. Heykellere ibâdet eden. (Bak: Putperest)
Bütşiken
f. Put kıran.
Bütu'
Uzaklaşma. * Kesilme.
Bütul
Bâtıl olmak.
Bütun
(Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Soylar, nesiller.
Büüre
Çukur kazmak. * Çukur.
Büvan
(C: Ebvine) Çadır direği, direk.
Büyu'
(Bey'. C.) Satışlar. Satın almalar.
Büyud
Yok olma, hiç olma, in'idam.
Büyun
Geniş ve derin kuyu. * Mıntıkalar, bölgeler, yerler.
Büyût
(Beyt. C.) Beytler, evler.
Büyûtât
(Büyût. C.) Asilzâde aileleri. * Asil kimseler, soylu kişiler. * Ev kümeleri.
Büyûz
(Beyz. C.) Yumurtalar.
396
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Büyü
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. Müslüman büyücülük yapmaz.
Büyüklenmek
t. Kendini büyük görmek, büyüklük taslamak. (Kötü huylardan biridir, günahtır.)
Büz
Harap yer.* Fâsid nesne. * Helâk.
Büza'
Kibar, zarif.
Büzaa
Kibarlık, incelik, zerafet.
Büzak
Salye, tükrük.
Büzare
Üst dudakta fazlalık olarak sarkık deri olması.
Büz-ban
f. Keçi çobanı.
Büzbûn
Altıda bir, südüs.
Büzgale
f. Keçi yavrusu, oğlak.
Büziçe
f. Oğlak. Küçük, yavru keçi.
Büzm
Kesin karar ve tahammül. * Sertlik, kuvvet. * Doğru rey.
Büzr
Herkesin sözünü dinleyen. Dinleyici.
büzr
tohum.
Büzû'
Doğmak, tulû' etmek.
Büzul
Yarılmak, inşikak.
Büzur
(Bezr. C.) Tohumlar, çekirdekler.
büzûr
tohumlar.
Büzuzet
Perişanlık, kıyafetsizlik, pejmürdelik, bezazet.
Büzûzet-i hâl
Kıyafet pejmürdeliği, hâl perişanlığı.
Büzürg
(C.: Büzürgân) f. Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu. * Reis, baş, başkan, şef. * Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı.
397
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Büzürgân
(Büzürg. C.) Büyükler, azimler, cesimler, ulular.
Büzürgâne
f. Büyük, ulu bir kimseye yakışacak sûrette.
Büzürgî
f. Azîm olmak. Büyüklük. Ululuk.
Büzürgmeniş
f. Yüksek fikirli, fikirleri değerli olan.
Büzürg-sal
f. İhtiyar, yaşlı.
Büzürg-var
f. Büyük, saygıdeğer, ulu (kimse).
Büzzaka
Kabuksuz sümüklü böcek.
C
Arabî ayların kısaltmalarında Cemaziyel Evvel ayının kısaltılmış hali.
Câ
f. Yer. Mekân. Mevki.
Ca'ab
Bileyci.
Caadet
Kıvırcıklık.
Ca'am
Tama' etmek.
Caar
Sırtlan.
Ca'b
Kazmak. * Atmak.
Cabe
Bir cevap.
Ca'be
Ok torbası, sadak.
Cabeca
f. Yer yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı yerlerde.
Ca'ber(e)
(C.: Ceâbir) Kısa boylu kimse.
Cabet
Cevap vermek.
Câbi
(Cibâyet. den) Eskiden Evkaf gelirlerini ve zekâtları toplayan tahsildar.
Câbir
Cebredici, zorla yaptıran.* Galib gelen. * Şefkatsiz, merhametsiz. * Tekebbür ve taazzüm eden. * Aziz ve kavi olan. * Tıb: Kırıkçı, çıkıkçı. * Cebir ilminin ilk kurucusu olan müslüman âlimi.
Câbir-ül-ensarî
Câbir Bin Abdullah El-Ensarî (R.A.) da denir. Meşhur sahabelerdendir. Bizzat Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ilim ve feyiz
398
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
almış ve zamanında Medine-i Münevvere'nin müftüsü olmuştur. En çok hadis rivayetiyle meşhur olan altı sahabeden biridir. 1540 hadis rivayet etmiştir. 19 gazada hazır bulunmuştur. Hicri 73 tarihinde 94 yaşında Medine-i Münevvere'de vefât etmiştir. Akabe biatinde bulunan 70 Ensar'dan Medine'de en son vefat eden bu zattır. Cabiye
(C.: Cevâbi) Cemaat. * İçinde su toplanan büyük havuz. * Şam diyarında bir şehir adı.
Cablus
f. Dalkavukluk, yaltaklanma. * Dalkavukluk eden, yaltaklanan.
Cablusî
f. Dalkavukluk, yaltaklanıcılık.
Ca'ca'
(C.: Ceâci) Taşsız yer. * Zindan.
Ca'caa
Değirmen sesi. * İsteklerde zorluk vermek. * Devenin çökermesi. * Çökmüş deveyi kaldırmak.
Ca'cere
(C.: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.
Cadd
(Câdde) Ciddi, çalışkan, azimli.CA'D : Kıvırcık saç, şa're.
cadde
geniş yol.
Cadde
Geniş, işlek, büyük yol. Anayol. şah-rah.
Cadde-i kübra
Büyük cadde. * Mc: En selâmetli yol. Kur'an yolu. Sahabe ve Peygamber vârisi olan büyük zatların, müçtehidlerin yolu.
Cadı
Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.
Cadi
f. Safran.
Cadib(e)
Kusur görücü. Başkalarının noksan taraflarını gören.
399
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cadil
Gürbüz, kuvvetli, kavi, metin.
Cadis(e)
Viran, harap, yıkık. * Çorak, kurak, işlenmemiş, ekilmemiş toprak, gelir getirmeyen boş arazi.
Cadu
f. Büyücü, cadı. * Hortlak, gulyabani. * Acuze, çirkin kocakarı. * Çok güzel söz.
Cadu-fenn
f. Büyücü, sihirbaz.
Cadu-ger
f. Büyücü, sihirbaz.
Cadu-suhen
f. Sihirlercesine söz söyleyen.CA'F : Atmak, yere vurmak.
Cafcaf
f. Ahlâksız, iffetsiz kadın.CA'FER : Küçük akarsu, çay.CA'FERÎ : Şiilerden İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlı olduklarını iddia edenler.Bütün mânâsıyla İslâmiyet'e bağlı olup şeriatın emirlerine göre amel eden ve Âl-i Beyt'in büyük bir dinî şahsiyeti olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlılık iddiasının doğru olması için, o zat gibi olmağa ve Hz. Muhammed'in (A.S.M.) sünnetlerini yaşamağa gayret göstermek lâzımdır.
Ca'fer-i sâdık
(Bak: İmam-ı Cafer-i Sâdık)CA'FERİYYE : Caferî tarikatı.
Cafî
Cefa eden, eziyet veren.
Cafil
Yürürken çabuk olan kimse.
Cafûn
Karpuz.
Cager
f. Kuş kursağı.
Cah
(Câhe) f. Makam, mansıb. Kadr, itibar.
câh
makam.
Cahan
Yediği fayda etmeyip geç büyüyen çocuk.
Cahar
Kuyunun içinin geniş olması.
Cahb
(C.: Echibe) Ebücehil karpuzu. * Korkudan dolayı kederli olmak.
Cahcah
(C.: Cehâcih) Ulu, şerif kişi.
400
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cahcaha
Gönlünde olan sırrını gizlemek. * Çağırmak. * Su sesi.
Cahd
Bile bile inkâr etme.
Cahdel
Semiz.
Cahdem
(C.: Cehâdim) Ekin tarlası.
Cahder
Kısa boylu.
Cahd-ı mutlak, cahd-ı müstağrak
"Arab gramerinde menfî olan iki geniş zaman sigası.
Muzari fiillerinin başına (Lem; $ ) ve (Len $) getirilerek olur." Cahf
Tekebbürlenmek, kibirlenmek, gururlanmak.
Cahfel
Dudakları kalın olan kimse. * Asker. * Zenginlik.
Cahfele
(C.: Cehâfil) At dudağı.
Cahh
Ayakları uzun, yeşil çekirge.* Adamın beli bükülüp eğilmek.
Câhız
ünlü bir edebiyatçı.
Cahî
(Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan.
câhid
din için savaşan.
Cahid
Mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cihad eden. Mücâhid olan. Din düşmanı ile elinden geldiği kadar mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cenkeden, vuruşan. Mümkün olduğu kadar gayretle çalışan. Kur'an ve İman hakikatlarının neşrinde çalışmak suretiyle mücahede eden.
Cahif
Uykusunda dişini öttürmek. * Çok fazla hafiflik üzerine olmak. * Nefis, ruh. * İnsanın karnından çıkan ses. * Kısa. * Çok asker.
câhil
bilgisiz.
Cahil
Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy. * Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken
401
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.) câhilâne
bilgisizce.
Cahilane
f. Câhillikle, câhilce, câhil kimseye yakışır şekilde.
Cahile
(C.: Cevâhil) Değirmen çarkı.
Cahil-i anûd
İnatçı cahil.
Cahiliyyet
"Cahilliğe âit. * İslâmiyet'ten önceki câhiliye devrine âit. Cahiliyet sadece İslâmiyet öncesine ait değildir. Bu gün ""tabiatçılık, maddecilik"" gibi çeşitli adlarla eski puta tapıcılık daha da yobazlaşarak devam ediyor. Allah'ı inkâr ederken tabiatı ve maddeyi onun yerine koyarak kendilerine yeni putlar dikiyor ve kendi yaptıkları bu putlara kendileri tapıyor. (Bak: Yobaz.)"
cahîm
cehennem.
Cahim
Çok sıcak yer.
Cahimî
Cehennem gibi.
Cahiyen
Aşikâr olarak, alenen.
Cahiz
Cesur, cesaretli, yiğit.
Cahl
Çekirge gibi bir büyük arı. * Büyük kırba. * Ters yuvarlayan bir böcek.
Cahma'
Gözleri büyük ve çok kırmızı olan kadın.
Cahme
Nazar değdiren göz. * Kat kat ve şiddetli yanan ateş.
Cahmeriş
(C.: Cehâmir) Çok yaşlı kadın. * Eşek sıpası.
Cahre
Şiddet ve kıtlık yılı. * Yemek.
Cahreme
Darlık. * Kötü ahlâk.
Cahsuk
f. Orak.
Cahş
(C.: Cihaş-Cuhşâ) Eşek sıpası. * Kolan eşeğinin erkeği.
402
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cahşe
Eşek sıpasının dişisi. * Çobanın eline dolayıp eğerdiği ip.
Cahûd
(Cahd. dan) İsrarla inkâr eden. Muannidce, isnat edilen bir sözü kabul etmeyen. * Yahudi.
Cahûf
Mağrur, kibirli, kendini beğenmiş.
Cahzem
Gözleri büyük olan kimse.
Caibe
(C.: Cevâib) Halkın ağzında gezen haber.
Cail
Cevelân eden. Yerinde durmayıp hareket eden.
câil
yapan.
Cair
Mâni, engel. * Eğri. * Çok, kesîr. * Eziyet eden. Cevreden. Zulmeden.
câiz
dine uygun olan.
Caiz
Mümkün, olur, olabilir. * Fık: Yapılması sahih ve mübah olan herhangi bir fiil veya akit.
Caize
(Cevaz. dan) (C.: Cevaiz) Azık, yol yiyeceği. * Hediye, armağan, bahşiş. * Edb: Eskiden takdim olunan medhiyeli bir şiire veya bir san'at eserine karşılık olarak verilen para, hediye ve bahşişler.
Caka
(Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çekiyorlar.
Ca'l
"Yaratmak, halk. * Almak. * İş işlemek. Yapmak. * Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim ve düzeltme).5- Takdir.6- Tebdil.7- Bir şeyi bir şeye dâhil etmek.8- Bir şeyi kalbe ilka ve İlhâm eylemek.9- İtikat.10-
403
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tesmiye.11- Bir şeyi diğer bir şeyden icad ve tekvin.12- Bir şeyi bir sıfat ve hâletten diğer bir sıfat ve hâlete döndürmek, kılmak, tasyir.13Bir nesne üzerine hükmeylemek gerek hak ve gerek bâtıl olsun vaz'eylemek bir hususu bir kimse ile bir vecih üzere şartlaşmak ve azv ve nisbet eylemek ve hükm-ü şer'i. (L.R.)" Cal'
(Câli') Terbiyesiz. Kötü konuşan.
Câl
Akıl. * Rey. * Kuyu duvarı.
câl
yapma, kılma.
Cal(i)
f. Tuzak, ağ. * Misvak ağacı.
Ca'le
(C.: Cüul) Küçük hurma ağacı.
Cale
f. Nehrin bir kenarından diğer kenarına geçebilmek için ağaçtan, sazdan veya şişirilmiş tulumlardan yapılan sal.
Cali'
Açık-saçık kadın. Hayasız kadın. * Utanmaz, utanması kıt olan adam.
Ca'lî
Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve taklid.
câlî
yapmacıktan.
câlib
çekici.
Calib
Çekici. Celbedici. Kendi tarafına çekip getirici olan.
Câlib-i dikkat
Dikkat çeken.
Câlib-i merhamet
Merhamet çeken.
Calif
Deri soyan, kabuk soyan.
Calife
Deri ile eti birlikte koparan yara.
Calinos
(Kalinos) yun. İlk devirlerde yaşamış olan bir Yunan Filozofunun adı.
Calis
(C.: Cüllâs) Oturan, oturucu, cülûs eden. Tahta çıkan.
Ca'liyyat
Yapmacık hareketler, sahte, düzme hâller.
Ca'liyyet
Yapmacık (olmak.)
Caliz
f. Sebze bahçesi, bostan. Kavun karpuz tarlası.
404
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Calût
(Bak: Yûşâ A.S.)
Cam
f. Cam, şişe, bardak, sırça.
Ca'ma
Yaşlı deve.
Came
f. Evde giyilen bol elbise. Elbise, çamaşır. Sevb, libas.
Camedar
f. Elbiseyi muhafaza eden kimse. * Vestiyer.
Came-duz
Terzi, elbise diken.
Came-gî
f. Hâdim ve hizmetçilere verilen ücret ve elbise parası. * Tüfek fitili. * Elbiselik kumaş.* Hizmetkâr, hademe, hâdim.
Camehab
f. Yatak.
Came-i fena
Kefen.
Came-i hassa
Tar: Osmanlı padişahlarının verdikleri elbiselik kumaşlar.
Came-i hayat
Hayat elbisesi, ömür.
Came-i îdî
Bahar çiçekleri. Kırmızı renkli elbise. * Bayram elbisesi.
Came-i nevruzî
Rengârenk elbise. * Bahar geldiğinde açan çeşitli çiçekler.
Camekân
f. Elbise soyunulacak yer. * Camlık.
Cameşuy
(C.: Câmeşuyân) f. Çamaşırcı, çamaşır yıkayan.
Camger
f. Cam yapan sanatkâr, camcı ustası.
Camgûl
f. Külhanbeyi.
Camhane
f. Cam fabrikası.
Cam-ı gevherî
Billur kadeh.
Cam-ı memlû
Dolu kadeh.
Cam-ı seher
Güneş, şems.
Cam-ı sim
Sevgilinin çenesi.
Cam-ı tehî
Boş kadeh.
Cam-ı zerrin
f. Altın kadeh. * Tas: Allah âşıkının kalbi. * Bir kasaba adı. * Bir şarab adı.
405
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cami
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina. * Cem'edici, toplayıcı, içine alan. * Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan. * Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde cem'ettiğinden dolayı ona verilen bir isimdir. * Ehl-i Hadis ıstılahınca da; Buhâri Hadis kitabları gibi, babların sekizini birden cem' eden büyük hadis kitablarına da Câmi denir veya Sünen ismi verilir."
Camî
(Molla Camî) Hi: 817-898 Büyük bir İslâm müellifidir. Asıl adı: Abdurrahman'dır. Yüze yakın eser vermiştir.
Câmî
büyük bir âlim ve yazarı.
câmi
toplayan.
câmia
topluluk.
Camia
Topluluk. Birlik. Kütle. * Dâr-ül fünûn.
Camid
(Câmide) Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız.
câmid
cansız, donuk.
câmidât
camidler, cansızlar.
câmidiyet
cansızlık.
Camih
Başı sert hayvan.
Cami-i emevî
şam şehrinde büyük bir câmidir.
Cami-i kebir
Büyük cami.
Cami-i kur'an
Kur'an-ı Kerim'i toplayan mânâsında olup, Halife Hz. Osman (R.A.) kasdedilir.
câmiiyet
toplayıcılık.
Camiiyyet
"Câmi'lik, toplayıcılık. * Çok şeylerle alâkalılık. * Pek ziyâde mânâları ve şeyleri hâvi olmak.(Evet hayatın öyle bir câmiiyyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser Esmâ-i Hüsnâ'yı kendinde
406
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gösteren bir câmi âyine-i ehadiyyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdetâ kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasılki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zihayatı halkeden, elbette umum kâinatın Hâlikıdır. L.)" Camil
Çobanla olan deve sürüsü.
Camis
Cansız, camid. * Letâfeti gitmiş olan elbise.
Camit
Eski ve Ortaçağlarda Giresun ile Samsun arasında kalan dağlık mıntıkaya verilen ad. Osmanlılar zamanında bu kelime Canik olarak kullanılmıştır.
Cami-ül ezher
Mısır'daki en büyük üniversitenin adı.
Cami-ül huruf
Kitap te'lif eden, müellif, yazar.
Cami-ül kelim
Vecize. Kısa olup çok mânaya gelen söz.
Cami-ül mehasin
Güzel vasıfları huyları kendinde toplamış bulunan.
câmiülkelîm
zengin mânâlı söz.
Ca'mus
(C.: Ceâmis) Pis, necis.
camus
manda.
Camus
Su sığırı. Manda. Kömüş.
Can
"f. Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri. Madde ilimleri, maddenin; hayat ilimleri (biyolojik ilimler) hayatın ne olduğunu açıklıyamamışlardır. Aslında bunların konusu da madde, hayat ve ruhun kendisi değil, bunların tezahürleri yani olay haline gelen tesirleridir. Deney ilimlerinin vazifesi bu olaylar arasındaki ilişkinin değişmeyen tarafını bulmaktır. Bunun ötesinde ilmin söyleyeceği bir sözü yoktur. Buna rağmen bazı kendini bilmez cahiller, ilim adını kötüye kullanarak ilmin sustuğu yerde kendileri konuşuyor ve hayat
407
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve ruhu madde ile açıklamaya kalkışıyorlar. Oysa maddenin de ne olduğunu biliyor değildirler. Biz müslümanlar madde gibi hayat ve ruhun da Allah'ın kudretinin eserleri olduğunu biliyor, birini diğerinin yerine koymuyoruz. Allah görünen ve görünmeyen âlemler yaratmıştır. Onun kudretinin ve yaratmasının sınırı yoktur. Madde, yarattıklarının sadece bir çeşitidir. Varlığı maddeden ibaret sanmak aklı gözüne inmiş olan akılsızların batıl bir inancıdır. * Mc: Sevgili, dost." cân
hayat, ruh, gönül.
Cana
f. Ey sevgili! Ey can!
Can-aferin
f. Yaratıcı.
Canan
f. Sevgili, güzel, sâhib-i cemâl. * Canlar, ruhlar.
cânân
sevgili.
canavar
can alıcı.
Canavar
f. Can alıcı, kahredici. * Vahşi, yırtıcı hayvan. Kurt.
Can-aver
Zihayat, canlı, yaşayan. Hayatdar. * Domuz, canavar, hınzır. * Zararlı hayvan.
Can-azar
f. Can yakan, can inciten, eziyet veren. Acı çektiren.
Can-bahş
f. Hayat bağışlayan, can veren. Sevgili. Cenâb-ı Hak. Allah.
Canbaz
(C.: Canbazan) Can ile oynayan, canını tehlikeye koyan, canbaz. * Hayvan alış-verişi ile uğraşan kimse. * Aldatan, hilekâr, hile yapan. * Eskiden atlı fedai asker.
Canbeleb
Ölecek halde, canı dudakta.
Candade
f. Bir şeye candan bağlanmış. Can vermiş, candan bağlanan.
Candane
f. Tepe ile alın arasındaki yer, bıngıldak. Beyin.
408
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Candar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Diri, canlı, zihayat, ziruh. * Silâhlı kimse. * Muhafız, koruyucu, emniyet memuru. * Yol yiyeceği, azık.
Cane
f. Silah.
Can-efşan
f. Bir dâvâ uğrunda canını veren, canını feda eden.
Can-fersa
f. Can dayanamıyacak derecede.
Canfeza
Gönüle ferahlık veren, can artıran. * Ayın 23. gününe verilen ad.CAN-GÂH $_ : f. Can evi. * Can azaltıcı.
Can-geza
f. Ruh sıkıcı, can sıkıcı. Tehlikeli olan, öldürücü.
Can-gîr
f. Can sıkıcı, ruh sıkıcı.
Can-güzar
f. Cana dokunan, candan geçer olan.
Canhıraş
f. Dayanamıyacak derecede acı ve keder veren.
cânhıraş
tüyler ürpertici.
Cani
"Cinayet işlemiş olan. Birisini öldürmüş veya yaralamış bulunan. Caniler nasıl haksız yere insanı öldürüyorlar ve onların hayatlarına son veriyorlarsa; kâfirler, inkârcılar, dinsizler de birer cani sayılırlar. Çünkü Allah'ın eserleri olan canlı ve cansız varlıklar onun sonsuz kudretini, ilmini, iradesini, rahmetini ilân edip dururlarken inkârcılar bunları tesadüfün, maddenin, tabiatın ve sebeplerin eseri sayıyor ve mânasız, gayesiz şeylermiş gibi göstererek onları mânen öldürüyor, sayısız cinayetler işliyorlar. Demek ki inkârcıların bu cinayetlerinin hesabını verecekleri bir mahkeme var ve olacaktır. (Bak: Ceza)"
cânî
cinayet işleyen.
Canî
f. Candan sevilen.
Canib
f.Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf.
cânib
yön, taraf, yan.
Canibeyn
İki taraf, iki cânib, iki yan.
409
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Canih(a)
(Cünha. dan) Suç işlemiş, mücrim, cinayet işleyen.
Caniha
Bir tarafa meyleden veya bir cenahı tutan. * Göğüs altındaki iyeği.
Canişin
Birinin yerine geçen, birinin yerine vekâlet eden. Vekil.
câniyâne
canicesine.
Cankurtaran
t. Ölüm tehlikesinde olanları kurtarmak için kullanılan vasıta. * Hasta ve yaralıları hastahaneye taşıyan otomobil. Ambulans.
Cann
Ateşten mahlûk cinlerin babası olan. * Bir beyaz yılan cinsi. * Cin taifesi. İnsanlardan evvel yaratılan bir nevi mahlûklar, cinler. (Bak: Cinn)
cann
cinler.
Can-nisar
f. Canını harcayan, canını fedâ eden.
Canperver
f. Kalbi ferahlandıran. Ruha hoş gelen.
Canrüba
f. Gönül alan, gönül kapan dilber.
Cansiper
(Cansupâr): f. Canını feda eden.
cansiperâne
canını verircesine.
Cansiperane
f. Canını feda edercesine.
Can-sitan
f. Can çıkarıcı, ruh alıcı. İnsana bela olan. Güzel.
Cansuz
f. Can yakıcı, yürek tutuşturan.
Canşikâf
f. Can yaralayıcı, can yırtıcı.
Canşikâr
f. Öldürücü. * Mc: Can avlayan veya öldüren. Sevgili, mahbub.
Can-şiken
f. Azrâil (A.S.)
car
Arapçada bir edat.
Car
Faydasız bağırıp çağırmayı ve gevezeliği ifade eder ve ekseriya mükerrer kullanılır.
Câr
Kadınların, elbisenin üstünde örtündükleri çarşaf. (Bak: Çarşaf)
Ca'r
Yırtıcı kuşların pisliği.
410
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Câr-ı zil kurbâ
Yakın komşu.
Cari
Akan, akıcı. * Geçmekte olan. * İnsanlar arasında mer'i ve muteber ve mütedavil olan.
cârî
akan, yürüyen.
Carif
Yıkıp harap etmek.
Carih
Yaralayan. Yara açan. * Cerheden, çürüten. * Avcı hayvan.
Cariha
(Müe.) Yaralayan. * Kol, ayak gibi her bir vücud azâsı.
Carim
Cürüm ve kabahat sahibi. Suçlu. * Ailesinin maişetini kazanan. * Kesen. * Hurma toplayan.
Carin
Aşınmış ve eskimiş bez.* Belirsiz yol. * Yılan yavrusu.
Caris
Yaygaracı, geveze, terbiyesiz, güldürücü. Çala çaldıran.
câriye
esir kadın.
Cariye
Geçer olan, akıcı olan. Seyreden giden. * Güneş, şems. * Gemi. * Cenab-ı Hakk'ın in'âm eylediği rızık ve nimet. * Genç ve iyi hizmet eden kadın. Muharebede İslâm düşmanlarından esir edilen kadın hizmetçi.
Carr
Çeken, çekici. Sürükleyici. * Harf-ı cer.
Carre
Komşu kadını. * Yularından çekilen deve.
Carşeb
f. Çarşaf, cilbab.
Carû(b)
f. Süpürge.
Cârûb-zen
f. Süpürücü, çöpçü.
Carud
Nasrani rüesasından olup Şam'ın da reislerindendi. Kitablarında Hz. Peygamber'in (A.S.M.) vasıflarını görüp imân edenlerdendir. Asr-ı Saâdetten önce yaşamıştır.
Carûr
Sel arkı.
Carûre
Kapı ökçesinin yeri.
411
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Câr-ül cünüb
Yabancı kimse. Akrabadan olmayan.
Ca's
Pis, necis.
Caselik
Katolik. Başpiskopos, başpapaz, büyük papaz, patrik.
Casim
Şam diyarında bir köyün adı.
Casir
(Cesaret. den) Cesaret eden, cesur, cesaretli.
Câsiye suresi
Kur'an-ı Kerim'in 45. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. Şeriat, Dehir Suresi de denir.
Casiye
Diz çökmüş.* Topluluk, cemaat. * Yığın, taş yığını.
Caslik
(Cesâlik) Nasrâniler hakîmi. * Çokluk, kesret.
Cass
Alçı taşı. * Kireç.
Cassas
Sıvacı, kireççi.
Cast
f. Üzüm teknesi. Üzümün sıkıldığı yer.
Casûm
Korkulu rü'ya, kâbus.
Ca'sûs
(C.: Ceâsis) Kötü huylu, kısa boylu.
câsus
ajan.
Casus
Karpuz.
Caşiriyye
Kuşluk vakti yenen yemek. Kuşluk yemeği.
Caub
Kısa adam.
Ca'v
Deve ve koyun tersini toplamak.
Cavers
Buğdaylar arasında biten bir cins sarı darı.
Câvid
(Câvidân, câvidâne, câvidânî) f. Sermedî, sonu olmayan, sonsuz, dâimî, lâyemut.
câvid
devam eden.
Câvidâne
f. Câvidân, ebedi, sonsuza âit, sonsuza müteallik.
cây
değer, layık.
Cây
f. Yer, makam, mevki.
412
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cay-baş
f. İkâmet yeri, oda, ev. Yurt, mekân, mesken.
Cay-gâh
f. Mevki, makam, rütbe. * Yer, mekân.
Cay-gir
f. Yerleşen, yer tutan, yerleşmiş.
Cây-ı dikkat
Dikkat edilecek nokta. Dikkat edilecek yer veya şey.
Cây-ı hayret
Hayret edilecek yer veya şey.
Cây-ı karar
Dinlenme, durma yeri.
Cây-ı mülâhaza
Düşünülecek nokta, düşünülecek yer.
Câ-yi behiştî
Cennet gibi yer.
Câ-yi iştibah
Tereddüt edilecek nokta.
Câ-yi mülahaza
Düşünülecek nokta. Mülahaza edilecek mes'ele.
Câ-yi penah
Sığınılacak yer.
Câ-yi rahat
Rahat edilecek yer.
Cayi'
"(C.: Ciya') Aç, acıkmış; aç olan."
Cayid
Cömert, sahi.
Cayîfe
Karın içine geçmiş olan yara.
Cayiha
Şiddet. * Kıtlık. * Yemişe gelen âfet.
Cayir
Cevir ve cefâ eden. Eziyet veren.
caymak
kararından dönmek.
Caymak
t. Vazgeçmek. Sözünden dönmek.
Cay-mend
f. Yerinden kalkmayan, üşenen, tenbel. Rahatını bozmayan.
Cay-nişin
f. Yer tutan. Birinin yerine geçen.
Ca'z
Yoğun, kalın nesne.
Ca'zerî
Kısa boylu, galiz, sitemkâr kimse.
Cazgır
Yağlı güreşlerde pehlivanları seyircilere takdim edip dualarını okuyarak onları meydana çıkaran kimse.
Cazi
Ayaklarını dikip parmakları üzerine oturan kişi.
413
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cazi'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Üzüm çardağının üzerinde enine konulan, üzerine de üzüm çubukları serilen ağaç.
Cazib
Çekici, cazibeli. * Hoş görünüşlü olup dikkati çeken.
câzib
çekici.
Cazibe kanunu
"Madde âleminde geçerli olan Cenab-ı Hakk'ın tekvini bir kanunudur. Bu kanuna göre iki madde birbirini aralarındaki mesafe ile ters orantılı; kütle ve miktarlarıyla orantılı olarak çeker."
câzibe
çekicilik.
Cazibe
Çekme kuvveti. * Mc: Letafet zamanı. Hüsn-ü cemal.(Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi tevlid eder gibi bir âdet-i İlâhiyye, bir kanun-u Rabbanidir. Mek.)
câzibedâr
çekici.
Cazibedar
f. Çekici, câzibeli.
câzibedarâne
çekici bir biçimde.
câzibekârane
çekici biri gibi.
Cazim
"Kat'i karar veren. * Gr: Cezmedici, cezmeden. Arabça bir kelimenin başına gelen bazı harfler o kelimenin sonunu sâkin okutur, o harfe de ""câzim"" denir. Meselâ ""Lem yezuk"" aslında (Yezuku) idi. Başına ""lem"" harfi geldiğinden "" Yezuk"" diye sâkin okundu.)"
Caziye
Doğurduktan sonra sütü azalmaya başlayan hayvan.
Cazû
f. Cadı. Büyücü, sihirbaz.
Cazz
Semiz,iri gövdeli adam.
Ceb'
(C.: Cebeât) Kızıl mantar.* (C.: Ecbu) Nakir dedikleri ağzı dar kap ki, içine su koyarlar. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
Ce'b
Kesbetmek, elde etmek, kazanmak. * Yaban eşeğinin büyüğü. * Kırmızı toprak boya. * Göbek.
414
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cebabire
Cebrediciler. Mütekebbirler. Zâlimler.
cebâbire
zorbalar.
Cebae
Üstünde birşey düzeltilen ağaç.
Ceban
Korkak, ürkek.
Cebanet
Korkaklık, ürkeklik. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak. (Bak: Sırat-ı müstakim)
cebânet
korkaklık.
Cebb
Bir kimsenin zekerini ve hayasını kesip hadım etmek. * Devenin hörgücünü kesmek.* Kökünden kesmek.
Cebban
(C.: Cebâbin) Peynirci.
Cebban(e)
Sahrâ. Bayram namazını kılacak yer. * Mezarlık.
Cebbar
"(Sıfat-ı İlahiyedendir) İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan. Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. İmar eden Cenab-ı Hak. Kullarını ıslah edip tevbeye götüren Allah Teâlâ Hz.leri (C.C.) * Zâlim, gaddar, müstebid, mütemerrid insanlar da bu sıfatla tavsif edilir. Meselâ; Cengiz, cebbar ve gaddar bir devlet adamı idi. * Koz: Gökyüzünün cenubunda bulunan bir yıldız kümesi."
cebbar
cebreden, zorba.
Cebbâr
istediğini mutlaka yaptıran Allah.
Cebbarane
Cebbarcasına. Cebbar olana yakışacak tarzda.
cebbarâne
zorbaca.
Cebbarî
Cebbara mensub, cebbarlık, cebredicilik. Cebbarlık eden.
Cebceb
Çok hasta deve yavrusu.
Cebe'
Kuyu içinden çıkan toprak ki, etrafına öbek öbek dökerler.
Cebe
Zincir veya halkadan örme zırh. Cevşen.
415
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cebeci
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Eski Osmanlı İmparatorluğunun ordusunun zırhlı sınıfına mensub nefer.
Cebel
Dağ, yüksek tepe. * Mc: Bir kavmin meşhuru ve büyüğü, âlim ve fâzıl kimse.
cebel
dağ.
Cebel-i arafat
Arafat Dağı.
Cebelistan
f. Dağlık, dağlık yer.
Cebel-ün nur
Mekke dağlarından, Hira veya Hırra veya Harra Dağı. Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği dağ.
Cebe-pûş
f. Zırh giyen.
Ceber (ceberiye)
(Ceberiyyun) Cüz'i iradeyi inkâr eden bir fırka-i dalle. Hak yolundan çıkmış, dalâlete düşmüş bir fırka. Bunların zıdları da Mu'tezile'dir.
Ceberut
Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
ceberût
zorla her istediğini yaptırabilme kudreti.
ceberûtiyet
her dilediğini yaptırabilme kudreti.
Cebha'
Büyük alınlı kadın.
Cebhane
f. Barut, kurşun, gülle, top, tüfek ve benzerleri gibi levazımat-ı harbiye ve bunların bulunduğu yer.
cebhe
cephe, alın, yön, yüz, savaş bölgesi.
Cebhe
Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer. * Alın. * Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı. * Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir. * Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.
Cebhe-sâ
Yüz süren.
Cebin
(Cebân) Korkak. Cesaretsiz. * Alın.
416
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cebîn
korkak.
Cebin-sâ(y)
f. Alın sürücü, alın süren.
Cebir
Zabtetmek. Zor. Kuvvet. * Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek. * Bâtıl bir fırka. * Mat: Harflerle yapılan hesab. * Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.
cebir
zor, zorlama.
Cebire
f. Halkın bir işe hazırlık yapması.
Cebl
İhtira, ibda. Yoktan yaratma.
cebr
cebir, zor, zorlama.
Cebrail
(Cebril, Cibril) Cenab-ı Hakk'ın emirlerini Peygamberlere (A.S.) bildiren büyük melek. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Kur'ân-ı Azimüşşân'ı vahiyle getiren melek (A.S.).
Cebrâil
Peygamberimize vahiy getiren büyük bir melek.
Cebre
Kemik sarmakta kullanılan ağaç. * Tahta parçaları.
cebren
zorla.
Cebren
Zorla. Cebir ve kuvvet istimali ile. Kuvvet kullanarak.
Cebr-i mâfat
Kaybedilen bir şeyin yerine başka bir şey bularak, onunla avunma.
Cebr-i noksân
Noksanı tamamlama, eksiği ikmâl etme.
Cebrî
Zorla icra olunan, rızası olmadan zorla yaptırılan. * Cebriye fırkasından olan.
cebrî
zorla, zorlamalı.
Cebriye
insandaki iradeyi inkâr eden batıl bir mezhep.
Cebub
Sağlam yer. Muhkem. * Yeryüzü. * Katı ve galiz yer.
Cebz
Çekmek, cezb.
417
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ce'cee
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Geri durdurmak. * Deveyi suya çağırmak. * Eşek boncuğu denilen bir boncuk.
Ced'
Burun, kulak, el kesmek. * Hapsetmek.
Ceda
Bol yağmur, rahmet. * Hediye, ihsan. İn'âm. * Avantaj, kazanç.
Ced'a
Kestikten sonra geri kalan nesne. * Hapsetmek.
Ceda'
Kıtlık ve şiddet senesi.
Cedale(t)
Yer. Arz. Dünya. * Hurma koruğu, ham hurma.
Cedavi
f. Hizmetçi aylığı.
Cedavil
(Cedvel. C.) Cedveller. * Su yolları. * Listeler.
cedâvil
cedveller, kanallar, listeler.
Cedaye
Geyik.
Cedb
Kısırlık. * Kusur.
Cedced
Pek düz yer.
cedd
ata, dede.
Cedd
Babanın babası veya ananın babası. * Büyüklük, azimlik. * Kat'edip geçmek. * Tâli'li olmak. * Kesmek.
Cedda'
Küçük memeli kadın. * Susuz çöl.
Ceddat
(Cedde. C.) Nineler. Büyük anneler, anneanneler, babaanneler.
Cedde
(C.: Ceddât) Büyük vâlide. Annâne, nine. * Yeni olmak.
Cedde-i fâside
Ananın anası, anneanne.
Cedde-i sahiha
Babanın anası, babaanne.
Cedd-i emced
En büyük cedd. En yaşlı, en büyük baba.
Ceded
Yassı, düz yer.
Cedef
(C.: Ecdâf) Makbere, kabir, mezar. * Yemen diyarından gelir bir otun adı. (Bir kimse bu otu yese su içmeye muhtaç olmaz.)
418
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cedel
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Konuşmada kavga etme. Niza. Hakkı bulmak için olmayıp, galib görünmek için çekişme. (Diyalektik) * Man: Meşhur veya müsellem mukaddemelerden terekküb eden kıyastır.
cedel
tartışma, münakaşa.
Cedel-gâh
f. Çekişme yeri. * Mc: Dünya.
Cedelî
Tartışmaya, münakaşaya ait. Münakaşacı. Tartışmacı.
Cedeme
(C.: Cüdem) Yaramaz dişi koyun. * Kısa boylu erkek.
Cederî
Vücutta çıkan çiçek hastalığı.
Cedes
Kabir, mezar.
Cedgare
f. Reyler, tedbirler, çeşit çeşit yol.
Cedh
Bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak. * Sütü su ile karıştırmak.
Cedi
Güneş medarının oniki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneşin cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini bildirir.) * Keçinin erkek yavrusu, erkek oğlak.
Cedib
Kıtlık olan yer.
Cedid
Yeni, kullanılmamış.
cedîd
yeni.
Cedidan
Gece ile gündüz. * Yenilenen iki şey. Yenilenenler.
Cedil
Devenin boynuna taktıkları ip.
Cedile
Kabile. * Nâhiye. * Kuş kafesi.
Cedir
Lâyık, münasib, uygun. * Nihâyet, son. * Etrafı duvarlı yer.
Cediyye
(C.: Cedâyâ) Gövdeye yapışan kan.
Cedl
Yaratmak, halk. * Kuvvet. * Sağlam bükmek. * Azâ, organ, uzuv.
Cedr
(Cidr) Duvar. Hâil, perde, zar. * Bir ot adı.
Cedûd
(C.: Cedâyid-Cüdüd) Sütü çekilmiş koyun.
Cedva
Bol yağmur, rahmet. * Armağan hediye.
419
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cedvar
Nebâtattan zerâvende benzer bir ottur ve mâcun yapılır.
cedvel
liste, kanal, cetvel.
Cedvel
Liste. * Su kanalı. Kanal. * Doğru, düz çizgiler çizmeğe mahsus âlet.
Cedy
(C.: Cidâ-Ecd) Oğlak. * Burç adı.
Cedye
(C. Cedâyât) Eyer altına konulan keçe.
Ceey
Su içmesi için deveyi çağırmak.
Ce'f
Düşmek.
Cef'
Kenara çerçöp atmak. * Zâyi ve bâtıl olmak. * Koparmak. * Bir kabı eğip içindekini dökmek.
Cefa ender cefa
Cefa içinde cefa. Azab içinde azab veya ayrılık.
cefâ
eziyet.
Cefa
Eziyet. Sıkıntı. Zulüm. * Bir şey yerinde durmayıp bir tarafa ayrılmak.
Cefa-dide
f. Cefa çekmiş, cefa görmüş.
Cefaf
Kuru olma, kuruma.
cefâkâr
eziyet çeken.
Cefakar
f. Eziyet eden, cefa eden. * Halk arasında: Eziyet çeken, cefa çekmiş mânalarında da kullanılır.
Cefa-keş
f. Eziyete dayanan, cefa çeken, acıya katlanan.
Cefale
İnsan topluluğu.
Cefa-pişe
f. Gaddar, cebbar, zâlim. * Sevgili, mâşuk, sevilen.
Cefaset
Hazımsızlık ıztırabı, sindirim zorluğu.
Cefcaf
f. Hayâsız, ahlâksız kadın.
Cefcef
Yüce, yüksek yer. * Katı yel.
Ceff
Kurumak.
Ceffah
Mütekebbir kimse, gururlu kişi.
Ceffar
(Cefr. den) Cifirci. Cifir yapan kimse.
420
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ceffe
Kalabalık, kütle. * Kalabalığın verdiği uğultu.
Ceffe-l kalem
Düşünmeksizin, birden, hemen. * Kalemin yazısı kurumuş, silinmez. * Kat'i olan şey.
ceffelkalem
düşünmeksizin.
Ceffet
Cemaat, topluluk, çok adet.
Cefh
Fahirlenmek, mütekebbirlenmek, gururlanmak, kibirlenmek.
Cefif
Kuru, kurumuş.
Cefir
Ok koyulan kap, mahfaza.
Cefl
Yağmuru yağmış bulut.
Cefla
Umumi ziyafet.
Cefn
Göz kapağı. * Asma çubuğu. * Bıçak ve kılıç kını.
Cefnak
Gözleri büyük, rengi sarıya yakın bir kuşun adı.
Cefne
(C.: Cifân) Su kabı, tekne, teşt. Büyük çanak.
cefne
büyük su kabı.
Cefr
Dört aylık keçi oğlağı. * Geniş ve örülmemiş kuyu. (Bak: Cifr)
Cefv
Kaba muâmele.
Cefve
Cefa, azar.
Cefvet
Nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık.
Cehabize
Hakikatlerden, gerçeklerden haberi olanlar.
Cehad
Nimet az olmak. * Ot uzamayıp kalmak. * Su az olmak.
Cehadet
Tezlik, acelecilik.
cehâlât
cahillikler, bilgisizlikler.
Cehalet
Bilmezlik, nâdanlık, ilimden ve her nevi müsbet mâlûmatdan habersiz olma. Cahillik.
cehâlet
cahillik, bilgisizlik.
cehâletperver
bilgisizliği seven.
421
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ceham
Yağmur vermeyen bulut.
Cehamet (cühumet)
Yüz pörtümek, donuk yüzlü olmak.
Cehan
f. Cihân, dünya, küre-i arz, arz. * Sıçrayan, fırlayan, acele ve çabuk hareket eden.
Ceharet
Sesin yüksek olması. Ses yüksekliği.
Cehbez
(C.: Cehâbize) Basiretli, ileri görüşlü kimse.
Cehcehe
Çağırmak. * Irak etmek, uzaklaştırmak.
cehd
çaba, çabalama.
Cehd
Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması. * Azim, gayret, fedakârlık.* Takat.
Cehele
(Cahil. C.) Câhiller. İlimden mahrum olanlar. Bilmeyenler. Nâdanlar.
cehele
cahiller, bilgisizler.
Cehemiyye
"Cebriye'den Cehm bin Safvan mezhebi üzere ""Cennet ve Cehennem fânidir, iman mârifettir ve ikrar değildir"" diyen bir tâife."
Cehende
f. Fırlıyan, sıçrayan. * Sıçramış, fırlamış.
Cehende-gî
f. Fırlayış, sıçrayış.
Cehennem
"Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onların yolundan giden bütün âlimler ve evliyalar kesin bir bilgi olarak bildirmişlerdir. Esasen Allah'ın adaleti cehennemi gerektirir. Ezenlerle ezilenler, haklılarla haksızlar, zâlimlerle mazlumlar, iyilerle kötüler, inananlarla inanmıyanlar, Allah'a kul olanlarla kula kul olanlar eşit olamaz. Allah'ın adaleti iyilere mükâfat, kötülere cezayı gerektirir. İnkarcılar hayatı mânasız
422
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bulmakla, ölümü de kendilerini ve bütün sevdiklerini yok eden ebedî bir idam saymakla daha hayatta iken cehennemin müjdecisi olan ruh bunalımını yaşıyorlar. İçki, kumar, zevk, eğlence, sefahet onları ruh bunalımından kurtaramıyor. Çağımız insanının huzursuzluğu ve mutsuzluğu, inançsızlıktan kaynaklanıyor. Onların bu halleri, inançsızlığın cezasının Cehennem olacağını gösteriyor.Cehennem'in yedi tabakasının isimleri: Sair, Sakar, Cahim, Hutame, Lâzı, Hâviye, Derk-i esfel.(Cehennem, azab yeri olan ateşin ism-i alemidir ve müennestir. Arabca ""cehnam"" kelimesinden me'huz, bu da cehm'den müştaktır. Cehm, galiz ve müstekreh olmak; cehnam, dibi görünmez derin kuyu demektir. E.T.)(Cehennem nerededir?Elcevap: $Cehennemin yeri, bâzı rivâyatla ""Tahtel-Arz"" denilmiştir. Başka yerlerde beyan ettiğimiz gibi Küre-i Arz, hareket-i seneviyesiyle ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, Arzın o medar-ı senevisi altındadır demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i Arzın seyahat ettiği mesafe-i azimede pek çok mahlukat var ki, nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahluklar gözümüzün önünde olup göremiyoruz.Cehennem ikidir. Biri suğra, biri kübrâdır. İleride suğra, kübrâya inkılâb edeceği ve çekirdeği hükmünde olduğu gibi, ileride ondan bir menzil olur. Cehennem-i Suğrâ, yerin altında, yâni merkezindedir. Kürenin altı, merkezidir. İlm-i Tabakat-ül-Arz'ca malûmdur ki: Ekseriya her otuzüç metre hafriyatta, bir derece-i hararet tezayüd eder. Demek merkeze kadar nısf-ı kutr-u arz, altı bin küsur kilometre olduğundan, ikiyüz bin
423
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
derece-i harareti câmi; yâni ikiyüz def'a ateş-i dünyeviden şedit ve rivayet-i hadise muvâfık bir ateş bulunuyor. Şu Cehennem-i Suğrâ, Cehennem-i Kübrâya ait çok vezaifi, dünyada ve Alem-i Berzah'da görmüş ve ehâdislerle işaret edilmiştir. Âlem-i Âhirette, Küre-i Arz nasılki sekenesini medar-ı senevisindeki meydân-ı haşre döker; öyle de: İçindeki Cehennem-i Suğrâ'yı dahi Cehennem-i Kübrâ'ya emr-i İlâhi ile teslim eder. Ehl-i İtizâl'in bâzı imamları; ""Cehennem sonradan halkedilecektir"" demeleri, hâl-i hâzırda tamamiyle inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasip bir tarzda inkişaf etmediğinden galattır ve gabavettir. Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki yerlerini görüp tâyin edelim. $ Âhiret âlemi'ne ait menziller, bu dünyevi gözümüzle görülmez. Fakat bâzı rivâyâtın işaretiyle âhiretteki Cehennem bu dünyamızla münasebetdardır. Yazın şiddet-i hararetine $ denilmiştir. Demek bu dünyevi küçücük ve sönük akıl gözüyle o büyük Cehennem görülmez. Fakat İsm-i Hakim'in nuriyle bakabiliriz. Şöyle ki: Arzın medâr-ı senevisi altında bulunan Cehennem-i Kübrâ, yerin merkezindeki Cehennem-i Suğrâyı güya tevkil ederek bâzı vazaifini gördürmüş. Kadir-i Zülcelâl'in mülkü pek çok geniştir, hikmet-i İlâhiye nereyi göstermiş ise Cehennem-i Kübrâ oraya yerleşir. Evet, bir Kadir-i Zülcelâl ve emr-i Künfeyekün'e mâlik bir Hâkim-i Zülkemal gözümüzün önünde kemâl-i hikmet ve intizam ile Kamer'i Arz'a bağlamış; azamet-i kudret ve intizam ile Arzı Güneş'e rabtetmiş ve Güneş'i seyyârâtiyle beraber arzın sür'at-i seneviyesine yakın bir
424
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sür'at ile ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre Şems-üş Şümûs tarafına bir hareket vermiş ve donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları, saltanat-ı rububiyetine nurani şâhidler yapmış; onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zât-ı Zülcelâl'in kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki Cehennem-i Kübrâ'yı elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş'al etsin; hararet ve kuvvet versin. Yâni, âlem-i nur olan Cennet'ten yıldızlara nur verip, Cehennem'den nar ve hararet göndersin. Aynı halde o Cehennem'in bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahbes yapsın. Hem bir Fâtır-ı Hakim ki: Dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar. Elbette o Zât-ı Zülcelâl'in kudret ve hikmetinden uzak değildir ki, Küre-i Arz'ın kalbindeki Cehennem-i Suğrâ çekirdeğinde Cehennem-i Kübrâ'yı saklasın.Elhasıl: Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehasındadır. Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflisi, sakili aşağı tarafında; nuranisi, ulvisi yukarı tarafındadır. Hem şu seyl-i şuunatın ve mahsûlat-ı mâneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsûlâtın nev'ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir. Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyalenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu' ettiği yerdedir. Yâni habisâtı ve muzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır. Tecelligâhın yeri ise, heryerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve
425
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecelligâhını açar.Amma Cennet ve Cehennem'in vücudları ise, Onuncu ve Yirmisekizinci ve Yirmidokuzuncu Sözlerde gayet kat'i bir surette isbat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki: Meyvenin vücudu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin mahsulât kadar ve havzın ırmak kadar ve tecelligâhın, rahmet ve kahrın vücudları kadar kat'i ve yakîndir. M.)" cehennem
azgınların öldükten sonra gidecekleri ceza yeri.
Cehennem-i suğrâ
Küçük cehennem.
cehennemî
cehenneme özgü.
cehennemnümun
cehennemi hatırlatan.
Cehennem-nümun
f. Cehennem gibi çok azab verici.
Ceher
"Gündüzleyin bir şeyi görememek. (O kimseye ""echer"" derler)"
cehil
bilgisizlik.
Cehir
(Cehr. den) (C.: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen. * Güzel, dikkate değer.
Cehir-üs savt
Çok ve kuvvetli ses.
Cehiş
Halktan uzak olan.
Cehiz
Karnından çocuk düşüren.
cehl
bilgisizlik.
Cehl
Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik, gençlik.
Cehl-i basit
Bilmediğini bilmek sûretiyle olan câhillik.
Cehl-i mürekkeb
Bilmemekle beraber, bilmediğini de bilmemek.
cehlistân
bilgisizlik yeri.
Cehlistan
f. Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer.
426
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cehr
açıktan söyleme.
Cehr
Görünmek, zâhir olmak. * Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak. * Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.
Cehre
Açıkta ve belli olan şeyler. * Pamuk ve ipek sarılan masura.
Cehren
Açıktan, alenen.
cehren
açıktan.
Cehret
Görünmek, zahir olmak.
Cehreten
Aşikâr sûrette, aleni bir şekilde, açıktan açığa.
cehrî
açık sesle.
Cehrî
Aleni ve yüksek sesle vâki olan şey.
Cehş (cühüş)
Medet edişmek. Başka kimseye sığınıp arkalanmak.
Cehûd
Cıfıt, yahudi.
Cehûf
Kuyudan suyu alıp yukarı çekmeye mahsus kova.
cehûl
pek cahil.
Cehûl
Pek çok câhil. (İnsan hayvanların aksine olarak hayata lâzım her şeye karşı câhildir. Her şeyi öğrenmeğe mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için sigayı mübalâğâ ile cehûldur. M.)
Cehûlâne
Pek câhilcesine.
Cehûş
Oğlan, sabi.
Cehva'
Açık.
Cehve
İnsanın dübür yeri.
Cehvere
Zâhir olmak, görünmek.
Cehyer
Dişi ayı.
Cehzam
Başı büyük, yuvarlak yüzlü kişi. * Esed, arslan.
427
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Celâ'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gurbete düşmek, memleketinden ayrı olmak. Şehrinden ve meskeninden çıkmak. * Başkalarını çıkarmak. * Açık haber. * Ruşen olmak, parlamak.
Celâ
Parlak, ruşen. Zâhir, açık.
Celab
f. Salkım küpe.
Cel'ab
Medine yakınında bir dağ. * Gözü çok iyi görmek.
Cel'abe
Çok kuvvetli dişi deve.
Celabib
(Cilbâb. C.) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler. (Bak: Tesettür)
Celacil
(Cülcül. C.) Küçük çanlar, ufak çıngıraklar.
Cel'ad
Yoğun gövdeli şişman, kaba kimse.
celâdet
ululara karşı gösterilen cesaret.
Celadet
Yiğitlik. Bahadırlık. Kuvvet ve şiddetlilik. Muhkemlik. Salâbet, metânet.
Celafet
Kabalık, yontulmamışlık.
Celah
Başın iki tarafından saçın dökülmesi. * Devenin ağaç yemesi.
Celahiz
Kaba, ağır.
Celail
(Celile. C.) Celiller, büyük olanlar, yüceler.
Celal
"(Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım. * İlm-i Kelâm'da: Cenâb-ı Hakk'ın kahrının ve azametinin tecellisi, Cenâb-ı Hakk'ın nev'deki tecellisi. Cenâb-ı Hak, vahdaniyyetine delil olacak çok şeyler yarattığından veyâ ihâtadan âli ve celil olduğu veya hislerle idrâk edilmekten celil olduğundan Celâl denir.(Arkadaş! Cenâb-ı Hakk'ın sıfât-ı ezeliyye âleminde biri celâlî, diğeri cemâlî iki türlü tecellisi vardır. Celâl ile Cemâlin sıfât-ı ef'âl âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezâhür eder. Ef'âl
428
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âlemine tecelli edince; tahliye $ ile tahliye $ (tezyin ile tenzih) doğar. Asar ve a'mal âleminden âlem-i âhirete intiba' edince; lütuf, cennet ve nur olarak; kahr da, cehennem ve nâr olarak tecelli eder. Sonra âlem-i zikre inikâs edince; biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince, kelâmın emir ve nehye taksimine sebep olur. Sonra âlem-i irşada intikal edince; irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzâra taksim eder. Sonra vicdana tecelli edince, recâ ve havf husule gelir. Sonra irşâdın iktizâsındandır ki, havf ile recâ arasındaki muvâzene devamla muhafaza edilsin ki, recâ ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah'ın (C.C.) rahmetinden me'yus, ne de azabından emin olunsun. İ.İ.)" Celâl
sonsuz azamet ve kibriya, büyüklük ve ululuk.
Cela'la'
Kirpi.
celâldarâne
celâlli bir biçimde.
Celaleddin-i harzemşah
"(Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir.
Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defalar mağlub etmiştir. Kendisine pederinden şehzadelikten başka bir şey kalmadığı halde Harzem'de, Hind'de, Irak'ta, Azerbeycan'da dört devletin meydana gelmesine muvaffak oldu. Küçük küçük kuvvetlerle üç milyon askere sâhib Tatar devletine karşı yirmiden ziyade zafer kazandı. Moğol taarruzlarından birisinde bir dağa çekildiği sırada bir çapulcu taifesi tarafından sırtından hançerlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)(Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu
429
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müteaddit defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken vüzerâsı ve etbaı ona demişler: ""Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hak seni galip edecek."" O demiş: ""Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam, muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir."" İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur. M.N.)" Celaleddin-i süyûtî
(Hi: 849 - 911) Abdurrahman bin Ebu Bekir Muhammed adı ile de anılır. Hadis imamı ve müctehid bir zattır. Mısırlıdır. Süyût şehrinde doğdu. Mısır'da vefat etti. Zamanının büyük İslâm allâmelerindendir. Asıl adı: Ebû Bekir oğlu Abdurrahman'dır. Tefsir, fıkıh, hadis ilmine dair eserleri vardır. Celaleddin Muhammed bin Ahmed Mısrî'nin, İsrâ Sûresine kadar yaptığı (Hi: 864'de vefat edince yarıda bıraktığı) tefsiri tamamlamıştır ve Celaleyn Tefsiri denmiştir.
celâlet
büyüklük, ululuk.
celâlî
büyüklükle ilgili.
Celalî
Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan. * Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad. * Sultan Celaleddin Melikşah tarafından hazırlanan ve Hicri 471 tarihinde başlayan bir güneş takvimi.
Celalli
Çok çabuk kızan kimse.
Celâ-yı vatan
Doğduğu yerden ayrılma.
Celaze
Sazların perdeleri.
Celb
Kendi tarafına çekmek. Çekmek, götürmek.
celb
kendine çekme, getirtme.
Celb-i kulûb
Kalbleri çekme, kalbleri kazanma.
430
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Celb-i suret
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Uzakta olan bir şeyin sûretini resmini yanına getirmek.(... Hz. Süleyman (A.S.) taht-ı Belkıs'ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: ""Gözünü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim."" olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet: $İlâahir işaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki: Risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hz. Süleyman (A.S.) hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak için ve raiyyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu'cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk'a itimad edip, Süleyman'ın (A.S.) lisan-ı ismetiyle istediği gibi o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak'dan istese ve kavanin-i adetine ve inayetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek, taht-ı Belkıs Yemende iken, Şamda aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir. İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i Saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz Süleymanvâri, ruy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki; Bir hakim-i adalet-pişe, bir padişah-ı raiyetperver, aktar-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir. Cenab-ı Hak, şu ayetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: Ey beni-adem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için, ahvâl ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim.
431
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Elbette o kabiliyete göre ruy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillû manen erişebilir. Öyle ise, şu azim nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki: Ruy-i zemini, her tarafı, herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz. S.)" Celbiz
f. Kement, ilmik. * Gammâz, koğucu, ara bozucu.
celbkârâne
kendine çekercesine.
celbnâme
çağırma kağıdı.
Celbname
f. Mahkemeye çağırma kağıdı, celb kağıdı.
Celbû
f. Nâneye benzer bir ot, sebze.
Celbûb
f. Sarmaşık (bitkisi.)
Celca'
Boynuzsuz koyun.
Celcele
Çan sesi. * Gök gürültüsü. * Depretmek. * Gitmek.
Celcelîtiye
Hazreti Ali radıyallahu anhın önemli bir eseri.
Celcelutiye
"Peygamberimizin Resul-i Ekremin (A.S.M.) derslerine istinâden, aslı cifir ve ebced hesâbı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te'lif edilen Süryânice bir kasidedir. Esas mânası; bedi' demektir."
Celd
"Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır. * Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle ""celde"" adını almıştır."
Celda
Sür'at. Çabukluk. * şecaat.
Celde
Fık: Suç işleyen birisine kamçı veya değnekle bir vuruş.
432
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cele
Başın ön tarafının saçı dökülmek.
Celeb
f. Fahişe. Orospu. * Çan.
Celece
(C.: Cülec) Kafa, baş.
Celed
Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve. * Muhkem yer. * Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.
Celef
Yerden balçık küremek ve gidermek.
Celem
Koyun kırkmakta kullanılan büyük makasın herbir yüzü.
Celenfea
Şişman karınlı büyük deve.
Celenza
Arkası üstüne yatıp ayaklarını kaldıran kişi.
Celesat
(Celse. C.) Meclisler, celseler.
Celevat
(Cilve. C.) Cilveler. Hüsn-ü zuhûrlar.
celevât
cilveler, görünümler.
Celevla'
Mekân ismi.
Celh
Doldurmak, dolu olmak.
Celhe
(C.: Cülâhet) Gidermek. Yerinden ayırmak. * Nâhiye.
celî
belli, açık.
Celi
Parlak, açık, âşikâr, meydanda. * Kur'an harfleri ile yazılan bir çeşit yazı.
Celib
Satmak için bir yerden toplanılan şeyler. * Esir, köle, cariye. Satılık esir.
Celid
Fazla celâdetli, bahadır. * Rutûbetli, kırağı, çiğ. * Buz.
celîl
büyük, ulu.
Celil
Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.
Celil-üş-şân
şan ve şerefi pek büyük.
Celis
Galiz, kaba nesne. Büyük ve sağlam olan şey.
Celiyyat
(Celi. C.) Aşikâr, açık, aleni, meydandaki şeyler.
433
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cell
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Cülûl) Yerden birşey toplamak. * Gemi yelkeni.* Yaşlı olmak. * Kadr ve mertebesi büyük olmak. * Celil, büyük, ulu.
Cellad
İdama mahkûm olanları idam etmeğe vazifeli olan adam. * Mc: Merhametsiz.
cellâd
ölüm cezası verilenleri öldüren kişi.
Cellale
Necaset yiyen sığır.
celle
" ""yüce ve aziz oldu"" mânâsında söylenir."
Celle
"""Celil oldu, celil olsun"" meâlinde ve Celle Celâluhu diye, Allah İsm-i Celali işitildiği veya anıldığı anda, tâzim makamında söylenir."
Celm
Kesmek, kat'etmek. * Ululuk, büyüklük.
Celmed
Kaya. Taş.
Celse
Bir meclis veya mahkeme hey'etinin toplanmalarından tâtile kadar olan müzakere müddeti. * Bir def'a akd-i meclis etmek. Oturuş, bir def'a oturmak. * Fık: İki secde arasında bir def'a $ diyecek kadar oturmak.
celse
oturum.
Celse-i aleniyye
Açık oturum.
Celu
f. Şakacı, lâtifeci kimse. * Kebap şişi.
Celvet
Yerini, yurdunu terketme. * Tas: Abdin fenâfillah olup halvetten ayrılması.
Celvetiye
Eskiden mevcud bir tarikat ismi.
Celz
Seyretmek.
Cem'
(C.: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar. * Az olarak cemaat için isim olur. * Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma. * Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın
434
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
başındaki cemi' hakkındaki izahata bakınız) * Tas: Bütün eşyayı Cenab-ı Hak ile görerek kendi havl ve kuvvetinden teberri etmek. Cem
Hükümdar, melik, şah. * Hz.Süleyman'ın (A.S.) nâmı. * İskender'in bir ismi.
cem
toplama.
cemaat
gayeleri bir olan topluluk.
Cemaat
Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük. * Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tâbi bir heyet teşkil eden ahali. * Aralarındaki münasebetleri din, örf ve âdetlere göre tanzim eden, akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi rabıtalarla birbirine bağlı insan topluluğu.
Cemaat-ı mücellidân-ı hâssa Tar: Saraydaki kitabları ciltlemekle vazifeli sanatkârlar. Cemaat-i çilingirân-ı hâssa
Tar: Saraydaki çilingirlik işlerini yapmakla muvazzaf
sanatkârlar zümresi. Cemaat-i hademe-i ehl-i hiref
Tar: Saray işlerini yapmakla vazifelendirilmiş sanatkârlar
zümresi. cemâd
cansız cisim.
Cemad
Cansız ve kurumuş olmak. * Yağmur yağmayan yer. * Sütü olmayan deve. * Donmuş, katı cisim.
cemâdât
cansız cisimler.
Cemadat
Katı cisimler, cansızlar.
Cemadî
f. Ruhu olmayan, cansız madde. Câmid cisim.
cemâdiyet
cansızlık, donukluk.
Cemaet
Her nesnenin şahsı ve cüssesi.
Cemahir
(Cumhur. C.) Cumhuriyetler.
cemâhir
cumhuriyetler.
435
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cemahir-i müttefika
Birbiriyle anlaşmış, ittifak etmiş devletler. Müttefik cumhuriyetler.
Cemahir-i müttehide
Birleşmiş devletler. Müttehid cumhuriyetler.
cemâl
güzellik.
Cemal
Yüz güzelliği. Fertteki güzellik. * Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi. * Hak ile söylenen doğru söz. * Hüsün. (... Bir cemal sâhibi, dâima hüsn ü cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise, âhiretin vücudunu ister. Çünkü dâimi bir cemâl, zâil ve muvakkat bir müştaka razı olmaz. Onun da devamını ister. Bu da âhireti ister. M.N.)
Cemal-i bî-misal
Misâli, benzeri olmayan güzellik. (Bak: Celâl)
cemâlî
güzellikle ilgili.
cemâlperest
güzelliğe düşkün.
cemâlperverâne
güzelliği severcesine.
Cemalullah
Allah'ın cemâli.CEMAM : Rahat olmak. Dinlenip yorgunluğu gidermek. İstirahat etmek.
Cemamih (cemûh)
Başı sert, yavuz at.
Cem'an
Bir yere toplamak suretiyle, toplanmış olarak.
Cem'are
Galiz, kaba nesne. Yüksek taşlar. * Kabile ismi. * Küçük kuş.
Cemaş
Kadın ile oynaşan kişi.
Cemaziyel ahir
Arabi ayların altıncısıdır. (Arabi aylar: Muharrem, Safer, Rabiyy-ülevvel, Rabiyy-ül-âhir, Cemaziyel-evvel, Cemaziyel-ahir, Receb, şaban, Ramazan, şevval, Zilkade, Zilhicce'dir)
Cemaziyel evvel
Arabi ayların beşincisidir. * Bir kişinin mazisi, geçmişi.
Cemceme
Sözü gizli söyleme, harfleri tâne tâne söyleyip açık beyan edememe.
Cemd
Donmak.
Cemder
f. Bir cins bıçak veya kama.
Cemed
Dondurmak. * Buz, kar.
436
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cemedî
(Cemed. den) Buz gibi, çok soğuk, bârid.
Cemel vak'ası
"Müslümanlar arasında vuku bulan elem verici ilk muharebedir. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Zevcesi Hz. Aişe (R.A.) ile Aşere-i Mübeşşereden Talha ve Zübeyr'in (R.A.) Hz. Ali'ye (R.A.) karşı kıyamlarından doğmuştur. Bu harpte Hz. Aişe ile Talha ve Zübeyr'in maiyetinde otuzbin; ve Hz. Ali'nin refakatinde yirmibin kişi olduğu hâlde karşı karşıya gelinmiş ve muhârebe sonunda her iki taraftan içlerinde sahabeden birçok zatla beraber onbin kişi şehid edilmiştir. Bu muharebede Hz. Talha ve Zübeyr de şehâdete nâil olmuşlardır. Bu muhârebeye Cemel Vak'ası denilmesinin sebebi: Hz. Aişe'nin mahfelini bir deve üzerine koydurarak ve kendisi ve bu mahfelde gayet mestûre bir şekilde oturup harp yerine maiyetindeki sahabelerle beraber gittiği için ve harbin en şiddetlisi bu devenin etrafında meydana geldiği içindir. (Bak: Sahabe)(Hazret-i Ali (R.A.) zamanında başlayan muharebelerin mâhiyeti nedir? Muhariblere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?Elcevap: Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Aişe-i Sıddıka (Radıyallahü Teâlâ Aleyhim Ecmain) arasında olan muharebe; adâlet-i mahzâ ile, adâlet-i izâfiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:Hazret-i Ali, adâlet-i mahzâyı esas edip, Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise: Şeyheyn zamanındaki safveti İslâmiye adâlet-i mahzâya müsaid idi, fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zaif muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye'ye girdikleri için adâlet-i mahzânın tatbikatı çok müşkil olduğundan, ""ehvenüşşerri ihtiyar"" denilen adâlet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münâkaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için, muharebeyi intaç
437
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
etmiştir. Mâdem sırf ""Lillâh"" için ve İslâmiyet'in menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem katil, hem maktûl ikisi de ehl-i Cennettir. İkisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hz. Ali'nin içtihadı musib ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstahak değiller. Çünki: İçtihad eden hakkı bulsa iki sevab var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevab alır. Hatâsından mâzurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik Kürdçe demiş ki: $Yâni: Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünki hem katil ve hem maktûl ikisi de ehl-i Cennettir.Adâlet-i mahzâ ile adâlet-i izafiyenin izâhı şudur ki: $Âyetin mâna-yı işârisiyle; bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için fedâ edilmez. Cenâb-ı Hakk'ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için bir ferdin rızâsı bulunmadan hayatı ve hakkı fedâ edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka mes'eledir.Adâlet-i izâfiye ise, küllün selâmeti için, cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehven-üş-şer diye bir nevi adâlet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat, adâlet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adâlet-i izâfiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.İşte İmam-ı Ali Radiyallahü Anh, adâlet-i mahzâyı şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muârızları ise, ""Kabil-i tatbik değil, çok müşkilâtı var."" diye adâlet-i izâfiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sâir esbab ise, hakiki sebep değiller, bahanelerdir. M.)" cemel
deve
438
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cemel
Erkek deve. İbil.
Cemen
f. Çardak.
Cemerat
(Cemre. C.) Cemreler. Şubat ayında azar azar artan sıcaklıklar.
Cemh
Sür'at yapmak, hız yapmak. * Huruç etmek, çıkmak.
Cem-i ezdad
Birbirine zıd şeylerin bir arada bulunması.
Cem-i müennes
"Gr: Müfredinin şeklini bozmadan sonundaki müennes alâmeti olan (e ""t"") kaldırılıp yerine (ât) getirilir. Müslime(t) : Müslimât gibi."
Cem-i müennes-i sâlim Gr: Sonu ( $ ât) eki ile biten cemi'ler. Meselâ: Müminât: (Kadın mü'minler, mümineler) Sâdıkât, Hafiyyât, Sâlihât gibi. Cem-i mükesser
"Gr: Cemi yapılacağı zaman müfredinin şekli bozularak yapılan cemi. Kaide dışı yapılan, kaideye uymadan yapılan cemi. Kitab; kütüb, gibi."
Cem-i müzekker
Gr: Müfredinin şeklini bozmadan sonuna (în, ûn) getirilerek yapılan cemi: Müslimîn, müslimûn gibi.
Cem-i sahih (sâlim)
Gr: Bu cemi yapıldığı zaman müfredinin şekli bozulmaz. İki türlüdür. Cem-i müzekker, Cem-i müennes. * Mat: Toplama.
Cem-i zıddeyn
İki zıddın birlikte bulunması. (Bak: İçtima-ı zıddeyn)
Cem'î
(Cem'. den) Cemiyete mahsus, cemiyetle alâkalı.
cemî
bütün, hepsi.
Cemi'
Cümle, hep, bütün. * Gr: Çokluk bildiren kelime. Çoğul.
Cemian
Bütün, hep.
cemîl
güzel.
Cemil
Güzel. * Cenab-ı Hakk'ın isimlerinden biri.
Cemîl
sonsuz güzel olan ve bütün güzelliklerin sahibi bulunan Allah.
cemîlâne
güzelce.
cemîle
güzel olan.
439
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cemile
Hoşa gitmek için yapılan hareket.
Cemilekâr
f. İyilik sever, güzel ahlâk ve huy sâhibi olan.
Cemil-i ale-l ıtlak
(Cemil-i alelıtlak) Her cihetle çok güzel ve mükemmel.
Cemil-i zülcelal
Celal sâhibi, cemil olan Cenab-ı Allah (C.C.)
Cemir
Zaman, dehr.
Cemiş
Saçı yolunmuş. * Ot bitmeyen yer.
cemiyât
cemiyetler, toplumlar.
cemiyet
toplum.
Cem'iyet-i muhammedî(Bak: İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti) Cem'iyyat
(Cemiyet. C.) Cemiyetler.
Cem'iyyet
"(Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et. * Bir yere cem' olma. * Mânevi birlik teşkil eden cemaat. * Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade şahsın ilim ve mâlumâtlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müsteniden ve hükmî şahsiyyeti hâiz olarak kurdukları teşekkül. (T.H.L.) * Tas: Zihnin yalnız Cenab-ı Hak ile meşguliyet hali. * Edb: Tenasübü veya tezadı dolayısıyla birbirine uyan kelimeleri veya zıd olan kelimeleri beraber aynı ifade içinde bulundurmak. (Edebiyat Lügatı'ndan bir misal:Bir tâir-i kudsîyi uçurdun yuvasından.Bir lâne-i sevdayı tebah eyledin ey mevt.Bir tûde türaba çevirip cism-i latifin.Bir haclegehi hâk-i siyah eyledin ey mevt.""Tair, uçurdun, lâne, tûde, türab, hâk"" lâfızları arasında tenasüb vardır.""Bir tûde türab"" ile ""Cism-i latif"" ""haclegeh"" ile ""hâk-i siyah"" arasında tezad vardır. Buna, sözün cem'iyyetli olması denilir."
cemiyyet
cemiyet, toplum, genişlik.
Cem'iyyetgâh
f. Toplantı yeri, toplanılacak yer.
440
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cem'iyyet-i akvâm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Milletler Cemiyeti) Birinci Dünya Savaşından sonra kurulan ilk Birleşmiş Milletler Cemiyetinin bizdeki adıdır.
Cem'iyyet-i hatır
Zihin ve fikrin dağınık olmayıp toplu bulunması. Hasr-ı fikir etmek.
Cem'iyyet-i kelâm
Kelâmın câmi olması. Müteaddid mânası bulunan kelâm, söz.
Ceml
Yağ eritmek.
cemm
çokluk.
Cemm
Çokluk. Mecmu. * Kuyuda biriken su. * Hırs ve tama ile mal biriktirmek.
Cemma
Boynuzsuz koyun.
Cemmal
Deveci, deve süren, deve sürücüsü.
Cemmaz
Hızlı giden.
Cemmaz-süvar
f. Hızlı giden bineğe binen kimse.
Cemm-i gafir
Büyük cemâat, insan kalabalığı. Ekseriyet. * Muhâfızlar.
cemmigafir
ekseriyet, çoğunluk.
Cemr
İnsanların bir araya toplanması. * Atın sıçrayarak yürümesi. * Ateş ve küçük taş vermek. * Bir kimseyi def etmek, kovmak.
Cemra
Kuvvetli dişi deve.
Cemre
(C.: Cimâr) Şiddetli karanlık. * Ateşli kömür parçası, kor. * İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık. * Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.
cemre
ısı.
Cemre-i sâlise
Üçüncü cemre ki, toprağa düşer.
Cemre-i sâniye
İkinci cemre ki, suya düşer.
Cemre-i ulâ
Birinci cemre ki, havaya düşer.
Cemreviyye
Divân şairleri tarafından bayramlar, baharlar gibi cemre sebebiyle, muasır olan büyük makamlı ve rütbeli kişiler için yazılan şiirler.
441
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cemr-ül gada
Ateşi çok devam eden ağacın ateşinin koru.
Cemş
Saçı yolmak veya traş etmek. * Gizli ses. * Parmaklarının uçları ile çekmek. * Gazel söylemek. * Oynaşmak.
Cemşasb
f. Hz. Süleyman Peygamber. (A.S.)
Cem-ul cevami'
Eski medreselerde okutulan Dört Hak Mezhebin fıkıh usûlünü içine alan, Usûl-i Fıkh'ın en son kitabı. Müellifi Şâfiî âlimlerinden İbn-üs Sübkî'dir.
Cemum
Yorga at. * Yürürken eşinen at.
Cem-ül cem
"Gr: Bir defa cemi'olan kelimenin tekrar bir defa daha cemi olması. (Evliya; Evliyalar gibi.) * Tas: Vahdet-i vücuda dalmak. Bekabillah, Cenab-ı Hak'ta fâni olmak."
Cena'
Arka yumruluğu. Kamburluk.
Cena
Yemiş toplamak. * Cem'etmek, toplamak.
Cenab
Büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadı ile söylenir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resül-i Kibriya (A.S.M.)... gibi.
cenâb
saygı sözü.
cenâbet
cünüp.
Cenabet
Pis. Gusletmesi lâzım gelen kimse. * Uzaklık.
Cenab-ı hakk
Allah.
Cenadif
Şişman, kısa boylu kimse.
Cenah
Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)
cenâh
kanat.
Cenaheyn
(Cenah. dan) İki kanat, iki yan, iki cenah. * İki hususiyetli.
442
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cenâheyn
iki kanat.
Cenah-ı tâir
Kuş kanadı.
Cenah-ı zübab
Sinek kanadı.
Cenaib
(Cenayib) (Cenibe. C.) Yedek hayvanlar, yedek binekler.
cenân
cennetler.
Cenan
Gönül. Ruh. Kalb. Can.
Cenanî
"Kalbe âit ve müteallik olan. Kalben duyulan. (Arabça müfred, birinci şahıs sigası ile ""kalbim"" mânasınadır.)"
Cenaze
(C.: Cenâiz) İnsan ölüsü.
cenaze
henüz gömülmeyen ölü.
Cenb
Yan taraf. Koltuk altının aşağısı. * Def'etmek, kovmak. * Müştak olmak. * Bir yere gitmek için bir yere inmek. * Birisinin sevdiğinden dolayı kararsız ve muztarib bulunmak. * Büyük ve çok olan. * Engin taraf. * Şetmetmek, söğmek. (L.R.)
Cenbî
Yan tarafa âit.
Cenbiyye
Arapların kullandıkları bir cins eğri kamadır ki, yan taraflarına takarlar.
Cencene
Sözü burun içinden söylemek, genizden konuşmak.
Cendel
Nehirlerde bulunan ve büyükçe olan kaya.
cendere
baskı aleti.
Cendere
yun. Tazyik. Baskı, basınç. * Dar dere, boğaz. * Kalın oklava. * Çamaşır ütülemeye mahsus iki ağaç üstüvaneden ibaret alet. * Mc: Sıkı ve dar yer.
Ceneb
Susuzluktan böğrü ciğere yapışmak.
Cenedil
(C.: Cenâdil) Taşlı yer. * Yuvarlak taş.
Cenef
Hata ve cehilden dolayı haktan meyletmek. * Zulmetmek.
443
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cenen
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mezar, kabir.CENG $ (CENK) : f. Top, tüfek ile harbetmek. Muharebe. Kavga. Harb. Savaş.
Cengaver
(C.: Cengâverân ) f. Cenkçi. Yiğit olan. Kahraman. İyi harbeden.
cengâver
savaşçı.
Ceng-azmüde
f. Savaş tecrübesi olan kişi.
Ceng-cû
f. Kavgacı, dövüşçü, cenkçi.
Cengel
f. Orman. Ağaç topluluğu.
Cengelistan
f. Sık ağaçlık, orman, sazlık yer.
Cengiz
zâlim bir hükümdar.
Cengiziyan
f. Cengiz soyundan gelenler, bunlara tâbi olan kimseler.
Cenh
Kuşun kanadını vurması.
Cenî
Devşirilmiş, koparılmış olan. Meyve toplanması ve alınması.
Cenib
Garip. * Hurmanın iyisi.
Cenibe
(C.: Cenâib) Yedek hayvanı.
Cenin
(Cenne. den) Ana karnındaki harekete başlıyan çocuk. * Gizli ve mestur, saklı olan şey.
cenin
ana karnındaki çocuk.
Ceniver
f. Sırat köprüsü.
Cenk
(Bak: Ceng)
cenk
savaş.
Cenk-âver
Harpçi, fedakâr.
Cenn
(Cünün) Bir şeyi setretmek, gizlemek. * Ana karnındaki cenin, gizli olmak.
Cennân
Bahçıvan.
Cennât
(Cennet. C.) Cennetler.
cennât
cennetler.
444
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cennât-ı adn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Adn cennetleri. Hulûd üzere ikamet ve temekkün edilen cennetler. (Kamus Tercümesi.)
Cennet
"Allah'a (C.C.) inanan ve O'na ibadet ve itaat edenlerin, iman ve İslâmiyyet'e ihlâs ve sadâkatle hizmet edenlerin, Kur'ana bir hizb-ül Kur'ân olarak mücâhidâne bir sûrette hizmetkâr olan mücâhidlerin, cihâd-ı diniyye erlerinin âhirette fazl-i İlâhi ile gidip ebediyyen içinde kalacakları mekân ve mesken. Cennet'in varlığını bütün peygamberler, onların yolundan giden âlimler ve ermiş kişiler, evliyalar ittifakla haber vermişlerdir. Esasen Allah'ın adaleti, Cehennem gibi Cennet'in de varlığını gerektirir. İnananlar, ölümün; ebedî bir hiçlik değil, ölümsüzlüğe geçiş, sevdikleriyle buluşacakları âhiret âlemine bir yolculuk olduğuna inanıyorlar ve bunalım içinde değil; mutluluk içindedirler. İnananların ve iyilerin bu hâlleri Cennet'in varlığını gösteren hayattaki belirtilerinden biridir.Cennetin tabakaları : Dâr-ülCelâl, Dâr-üs-Selâm, Cennet-ül Me'va, Cennet-ül Huld, Cennet-ün Naim, Cennet-ül Firdevs, Cennet-ül Adn, Cennet-ül Vesile. (Bak: Âhiret)(Mühim bir taraftan ehemmiyetli bir sual: Rivayette gelmiş ki; Cennet'te bir adama beş yüz senelik bir Cennet verilir. Bu hakikat aklı dünyeviyenin havsalasında nasıl yerleşir?Elcevap: Nasılki bu dünyada herkesin dünya kadar hususi ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zâhirî ve batınî duygulariyle o dünyasından istifade eder. Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlukat ve zîruhlar bulunmaları o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi bilâkis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar, ziynetlendiriyorlar. Aynen öyle de fakat binler derece yüksek herbir mü'min için binler kasır ve hurileri ihtivâ eden has bahçesinden başka,
445
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
umumî Cennet'ten beşyüz sene genişliğinde birer hususî Cennet'i vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla Cennet'e ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususî ve geniş Cennetini ziynetlendiriyorlar. Evet bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkiyle, zâikasıyla, sair duygularıyla istifade ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fâni memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zâika o baki memlekette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i basıra ve kuvve-i sâmia orada, beşyüz senelik mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli, baştan başa ziynetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. Her mü'min derecesine ve dünyada kazandığı sevablar, haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefid olur. L.)" cennet
inananların dünyadaki güzel amellerine mükafaten sonsuza kadar kalacakları güzellikler âlemi.
cennetâsâ
cennet gibi.
Cennet-âsâ
Cennet gibi.
Cennetmekân
"""Yeri cennet olası, makamı cennet olan"" meâlinde olup, vefat eden makbul ve sâlih kimselere hürmeten söylenir."
cennetmekân
yeri cennet olası.
cennetmisâl
cennet gibi.
446
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cennur
Arpa ve buğday döğdükleri yer.
Centilmen
ing. Kibar erkek, çelebi, görgülü kişi.
cenûb
güney.
Cenub
Güney. Şimalin zıddı olan taraf.
Cenubî
Cenuba âit, güney tarafında, cenûba dair ve müteallik.
cenûbî
güneydeki.
Cephane
(Aslı: Cebehane'dir) Barut vesair yanıcı maddelerin konulup, muhafaza edildiği yer. * Yanıcı maddeler levazımı.
Ce'r (cuâr)
Tazarru etmek, yalvarmak. * Çağırmak.
Cer
f. Yarık, çatlak.
Cer'
Suyu yudumlayarak içme.
Cer'a
Kumlu, otsuz yer.
Cera'
Suyu sora sora içmek.
Cerab
Torba, dağarcık.
Cerad
Çekirge. * Mc: Yağmacılar gürûhu.
Cerade
(C.: Cerâd) Çekirge.
cerâhat
irin, akıntı.
Cerahat
Yaradan akan irin. Yaralı vücudda toplanan kandaki küreyvât-ı beyzâdan (ak yuvarlardan) mürekkeb kan. Yaradan akan beyaz akıcı cisim.
Cerahor
Tar: Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim.
Ceraid
(Ceride. C.) Cerideler. Gazeteler.
cerâid
gazeteler.
Ceraid-i yevmiyye
Günlük gazeteler.
Ceraim
(Cerime. C.) Cerimler, suçlar, kabahatlar, cinayetler.
447
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ceraim-i müştereke
Müşterek işlenen suçlar. Ortak kabahatlar.
Cera'kuk (cera'kik)
Ekşi yoğurt.
Ceram
Hurma çekirdeği. * Kuru hurma.
Cerame
Gövdeli olmak. Vücudu iri olmak. * Cesâmet.
Ceramika
Musul yakınında Acem asıllı bir kavmin adı.
Ceraye
Vakıf tarafından verilen erzak ve yiyecek.
Cerayet
Câriyelik hâli.
Cerazet
Oburluk.
Cerba
Uyuz kadın.
Cerban
Uyuz hastalığına tutulmuş olan, uyuz.
Cerbeya
Mağrib ile şimâl arasında esen yel.
Cerbeze
"Aldatıcı sözlerle kurnazlık etme. Fazla sözlerle aldatıcılık. Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme. * Beceriklilik, fetânet ile temyiz ve cesaret-i mutedile ve kuvvet-i idareden ibâret olan sıfat-ı zihniye.(Bu kelime, Arabçada: Hilekârlık, kurnazlık gibi aşağılayıcı bir mânâda kullanıldığı halde; Türkçede: Beceriklilik ve konuşma kabiliyeti gibi medhedilir bir sûrette geçmektedir.)(... Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi, gabâvettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise, hikmettir ki hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinab eder. İ.İ.)(... Cerbeze nedir?CMüteferrik büyük işlerde, yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galib etmektir...Meselâ: Bir aşiretin herbir ferdi, bir günde attığı balgamı, cerbeze ile vehmen tayy-ı mekân ederek birden bir şahısta o muhassalı temsil edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar
448
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ile baksa...Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-i zaman ederek, bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hâzırda sudurunu tasavvur etse acaba, evvelki adam ne derece mustakzer; ikinci adam ne derece müteaffin... Hattâ hayal, gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa mağaralarından kaçsalar, akıl onları tevbih etmeğe hakkı olmayacaktır.İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa der. Hakikaten cerbeze, envaiyle garâibin makinesidir.Görülmüyor mu ki, cerbeze-âlûd bir âşıkın nazarında, umum kâinat, birbirine muhabbet ile müncezib, rakkasane hareket edip gülüşüyor... veyahut, çocuğunun vefatıyla matem tutan bir validenin cerbeze-âlûd me'yusiyeti nazarında umum kâinat, hüzünengizâne ağlaşıyor. Tuluât)" cerbeze
süslü sözlerle aldatma.
Cerbeze-âlûd
Cerbezeli. Cerbeze ile olan faaliyet.
Cerbiyye
Uyuz böcekleri.
Cercar
Yaban maydanozu.
Cercer
(C.: Cerâcir) Kağnı.
Cercere
Deve sesi.
Cercis
(A.S.) : (Circis) Taberi tarihine göre: İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene içersinde tebliğde bulunarak çok işkencelere maruz kalmış, müteaddid defalar öldürülmüş ve mu'cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine devam etmiştir. Kendisine düşmanlık eden kavim ateşle helâk edilmiştir. En sonunda yine Cercis Aleyhisselâm şehid edilmiştir.
449
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cercîs
büyük eziyetlerle şehit edilen bir peygamber.
Cerd
Elbisesini çıkarma, elbisesinden soyma, çıplak hâle getirme. * Ot ve ağaç yetişmeyen yer.
Cerda
Mahrum, çıplak. * Tüysüz, dazlak. * Çorak, verimsiz toprak, arazi. * Karıştırılmamış.
Cerdahl
Büyük gövdeli deve. * İnsanların her işine itiraz eden.
Cerdak(a)
(C.: Cerâdik) Yufka ekmeği.
Cerea
(C.: Cere') Ot bitmeyen kumlu yer.
Cereb
Uyuz hastalığı, uyuzluk.
Cereb-nak
f. Uyuz hastalığına tutulmuş kimse, uyuz kişi.
Cerec
Yüzüğün, parmağa geniş olması. * Taşlı, sert yer. * Muztarib. Iztırab ve acı çeken.
Cerece
Büyük, geniş yol. * Ulu yol.
Cered
Çıplak olma.
Ceref
Bir kimsenin, kederden dolayı tükrüğünü yutkunup durması.
Cerem
Ayrılmak. * Günâh. Cinâyet. * Hurma toplarken yere düşenleri yemek.
Cerenfeş
Yanları etli ve büyük olan kişi.
Cereng
f. Kılıç veya topuzun çarpmasından çıkan ses. Zil veya çan sesi.
Ceres
Çan. * Zindan, hapis yeri. * Hayvanın boynuna asılan çıngırak.
Ceres-dar
f. Çıngırak taşıyan, çıngıraklı.
Cereş
Bir şeyi iri dövme, iri öğütme.
Cerevhak
İplik yumağı.
Cereyân
"Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma. * Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri
450
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî veya siyasî hareketler gibi birbirlerinden farklı sahalarda olabilir." cereyân
akma, akım.
Cereyân-ı hevâ
Hava akımı.
Cerez (cürüz)
Suyu kesik olan. * Otsuz yer.
Cerez
Davarın art sinirinde olan bir hastalık.
Cerf
Ahzetmek, almak. * Yıkmak, harap etmek. * Yerden bel veya kürekle bir şey atmak.
Cergand
f. Bumbar dolması denen bir yemek çeşiti. * Işık. Işık konacak yer.
Cerge
f. Bir mevki'de bulunan insan topluluğu.
Cerh
Yara. * Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak. * Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek. * Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek. * Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi. * Kesb u kâr eylemek. Kazanmak.
cerh
yaralama, çürütme.
Cerha
Yaralı, yaralanmış.
cerhetmek
yaralamak, çürütmek.
Cerhetmek
Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.
Cerh-i amûd
Bir kimseyi her ne ile olursa olsun, haksız olarak kasden yaralamak.
Ceri'
(Cür'et. den) Cesur, yiğit, delikanlı, gözü pek, cesaretli, yılmayan.
Cerib
İmparatorluk zamanında Arabistan ülkelerinde kullanılan takriben 216 litrelik bir hacim ölçüsü. * Dönüm. * Eni ve boyu 60 arşın olan arazi ölçüsü.
451
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cerid
(C.: Cerâyid) Hurma budağı. * Yaprağı dökülmüş olan hurma ağacı.
Cerid(e)
Çorak ve verimsiz yer.
cerîde
gazete.
Ceride
Gazete. * Resmi dâirenin büyük hesablarının kaydedildiği defter.
Ceride-i havâdis
1840'da Çörçil ismindeki bir İngiliz tarafından çıkarılan ilk hususî gazete.
Cerih
(Cerh. den) Mecruh. Yaralanmış, yaralı.
cerîha
yara.
Ceriha
Yara. Çürüklük.
Ceriha-dâr
f. Cerihalı, yaralı.
Cerim
Kabahatli, câni, suç işlemiş. * (C.: Cirâm) Kuru hurma. * Hurma çekirdeği.
Cerime
Suçludan alınan para cezası, cereme. * Günah, zenb, suç.
Cerin
(C.: Ecrân-Ecrine-Cürün) Hurma kurutma yeri.
Cerir
(C.: Cürür) Devenin boynuna taktıkları ip.
Cerire
Kabahat, suç.
Cerir-i taberî
(Bak: Taberî)
Ceriş
İri bulgur. * İri dövülmüş tuz.
Ceri'-ül lisân
Sözünü esirgemiyen, çekinmeden söyliyen.
Ceriz
Tasalı kimse. Hüzünlü, kederli olan kişi.
Cerm
(C.: Cürüm) Bir cins Arap sandalı. * Kat'. Kesme. * Günahkâr olma, günah işleme. * Koyun kırkma. * Sıcak, sıcaklık.
Cermen
Germen, Alman.
Cermüze
f. Sefer ve misafirlik.
Cerr
Kendine doğru çekmek. Çekmek. Cezb. * Para almak. * Uçurum. * Kale hendeği.
452
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cerr
para alma.
cerrah
operatör.
Cerrah
Yarayı açıp tedavi eden, ameliyat yapan. Operatör.
Cerrahhâne
Osmanlılarda ordu için cerrah yetiştiren müessese. Yüksek dereceli okul.
Cerrahhâne-i âmire
Geçen asırda yeni usullerle cerrahlık yapılan Osmanlı tıp müessesesi, cerrahhânesi.
Cerrahî
Tıpta operatörlük. * Ameliyatla ilgili.
Cerrar
Cer yapan, para toplayan. * Yavaş yavaş giden asker alayı veya ordusu. Harp âletleri ile cihazlanmış ordu. * Desti satıcısı. * Ağır ağır giden. * Traktör.
cerrâr
tedirgin edici davranışlarla para koparan.
Cerrare
Sarı renkte küçük ve zehirli akrep.
Cerre çıkma
Eski zamanda medrese talebelerinin, mübarek üç aylar olan Receb, Şaban ve Ramazanda köylere dağılıp halka, ahaliye dini nasihatlarda bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle para ve erzak toplamaları.
Cerre
(C.: Cürr-Cirar) Topraktan yapılan desti ve bardak. * Ağaçtan yaptıkları su kabı.
Cerr-i magnem
Menfaat celbetmek.
Cers (cirs)
Gizli ses. * Arının ağaçtan ve çiçeklerden emmesi. * Bir miktar zaman.
Cerş
Bir şeyin kabuğunu soyma, bir şeyi kazıma.
Cerur
Çok miktar yemek.
Ceruz
Obur, çok yiyen.
Cerv
Küçük meyve. * Vahşi hayvan yavrusu. Enik.
453
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cervel
Taş.
Cery
Suyun ve diğer sıvıların akması. Cereyan.
Cerz
Kat', kesme. * Yok etme, mevcudiyetini kaldırma. * Katletme, öldürme.
Cerze
(C.: Cürüz) Yaş ot bağı.
Ce's
Korkutmak, tahvif.
Cesa
Bir kimsenin elinin, çalışmaktan dolayı iri ve katı olması.
Cesale
Çokluk, kesret.
cesâmet
irilik.
Cesamet
İrilik. Büyük olma, cesim olma.
Cesaret
Cesurluk, yiğitlik, korkusuzluk.
cesâret
yüreklilik, korkusuzluk.
Cesaret-i medeniye
Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet harekette korkmamak. Haklı olduğu bir mes'elede korku göstermemek. İçtimai münasebetlerde girişkenlik.
Cesaset
Tecessüs, casusluk. Merak.
Cescas
Kılı çok olan. * Bir otun adı.
cesed
ceset, cansız vücut.
Cesed
Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.
Cesed-i misalî
Misalî ve lâtif bir cesed. Varlığı maddî olmayan fakat cinsinin cesedine benzeyen beden.
Cesim
İri vücudlu. * Kebir. Ehemmiyetli. Büyük.
cesîm
iri, kocaman.
Cesis(e)
Hurma ağacının yeni çıkan budağı. (Fesîl-ün-nahl derler).
Cesk
f. Mihnet, keder, elem, gam, tasa. * Musibet, belâ, âfet, felâket.
Cesl
Kıllı kimse. * Çok nesne, kesir.
454
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cesle
Kara karınca.
Cesm
Devam etmek, mülâzemet.
Cesr(e)
Büyük deve.
Cess
Araştırma, tahkik etme, soruşturma. * El ile yoklama. * Yapışmak.
Cessame
Sefer yapmamış kişi. Seyahat etmemiş kimse.
cessâs
casusluk eden.
Cessas
Kireç ile bina yapan. Badanacı.
Cessase
Kruvazör, harp gemisi.
Cest
f. Sıçrayış, atlayış.
Cestan
f. Atlıyan, sıçrayan.
Ceste ceste
Azar azar, parça parça, kısım kısım.
Ceste
f. Azar azar, bir parça. * Sıçrayış, atlayış. Hatve.
Cesten
f. Atlamak, sıçramak. Kaçmak, kurtulmak. Atılmak.
Cesur(e)
(Cesâret. den) Cesaretli, yiğit.
cesurâne
cesurca, korkusuzca.
Cesurâne
f. Yiğitçesine, cesaretli olarak, yüreklice, cesaretle.
Ceş
f. Mavi boncuk.
Ceşa'
Çok hırslı olmak.
Ceşer
Davarı otlamaya çıkarmak.
Ceşib
Kaba ve galiz nesne.
Ceşir
Kir.
Ceşiş
Bulgur.
Ceşişe
Bulgur yemeği.
Ceşm
Meşakkatli iş buyurmak, zor bir iş söylemek.
Ceşn
f. Ziyafet, şölen. * Îd, bayram.
455
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ceşş
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dövmek. * Kırmak. * Vurmak, darp. * Bir nesneyi pâk etmek, temizlemek.
Cev
f. Arpa.
Cev'a
Bir kere acıkmak.
Ceva'
Geniş. * Hasta. * Kokmuş su. * Aşktan, gamdan veya tasadan dolayı kalbin yanması.
cevâb
cevap, soruya verilen karşılık.
Cevab
Sorulan şeye söz veya yazıyla verilen karşılık. * Kabul etmemek. Reddetmek. * (Câbiye. C.) Havuzlar.
Cevabat
(Cevâb. C.) Cevablar. Sorulan sorulara verilen karşılıklar. Mukabil sözler.
cevâben
cevap olarak.
Cevaben
Karşılık ve cevap olarak.
Cevab-ı kat'î
Kesin ve kat'i söz, kesin cevap.
Cevab-ı nâ-savab
Doğru olmayan karşılık. Yanlış cevab.
Cevab-ı red
Red cevâbı verip kabul etmemek. Reddetmek. Kabul etmemek yolunda söylenen söz.
cevâbî
cevapla ilgili.
Cevabî
Karşılık, cevap. * (Câbi. C.) Tahsildarlar, câbiler.
Cevad
(Cevvad) Çok çok ihsan eden. Çok cömert.
cevâd
çok cömert.
Cevadd
(Câdde. C.) Caddeler, büyük ve işler yollar, tarikler.
Cevahir
(Cevher. C.) Cevherler. Çok kıymet verilen ve az bulunan şeyler, çok kıymetli mâden veya taşlar. * Mc: Çok kıymetli söz veya faydalı yazılar.
cevâhir
değerli taşlar.
456
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cevahir-i ferd
(Cevher-i ferd. C.) Cevher-i ferdler. Zerreler, atomlar.
Cevahir-ül-kelimat
Şemsi adındaki bir zat tarafından Arapçadan Türkçeye kaleme alınan 108 sahifelik bir lügat kitabının adı.
Cevaib
Halk arasında gezen haberler.
Cevaiz
(Câize. C.) Câizeler, verilen bahşişler, armağanlar.
cevâmî
toplayıcı olan şeyler.
Cevâmi'
Toplu olan şeyler. * Câmi'ler. Mescidler.
Cevamid
(Câmid. C.) Cansız, donmuş şeyler.
cevâmid
cansızlar.
Cevamis
(Câmus. C.) Camuslar, mandalar, kömüşler, su sığırları.
Cevâmi-ül kelim
Lâfızları az, mânâsı çok kelâmlar, sözler, ibâreler, fıkralar. (Bak: Câmi-ül kelim)
cevâmiülkelîm
zengin mânâlı sözler.
Cev'an
(Cu'. dan) Acıkmış, aç, midesi boş.
Cevanib
(Cânib. C.) Cânibler, yanlar, taraflar.
cevânib
yanlar, taraflar.
Cevanib-i erbaa
Dört taraf.
Cevari
(Câriye. C.) Akıcı ve câri olanlar. * Hizmetçi kızlar. * Câriyeler, kadınlar.
Cevarih
El, ayak gibi vücud azaları.(Cevârih, cârihanın cem'idir ki, esasen cerhden me'huz olup te'sir mânası mülâhazasıyla kâsibe mânasına isim olmuştur. Cevarih, kevasib demektir. Bunun için el, ayak ve ağız gibi yaralayıcı âlet olan azaya cevarih denildiği gibi, av tutan yırtıcı hayvanlara ve kuşlara dahi kevasib ve cevarih denilir ki, burada murad budur. E.T.)
cevârih
organlar.
457
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cevar-ül künnes
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Seyyar yıldızlar. (Ütarid, Zühre, Merih, Müşteri, Zuhal.) (Bak: Hunnes)
Cevasis
(Casus. C.) Casuslar. Gizli şeyleri araştıranlar. Gizlilikleri öğrenip bilenler.
cevâsis
casuslar, ajanlar.
cevaz
izin.
Cevaz
Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
Cevaz-ı şer'î
Şer'an câiz olma. Şeriatça yasak olmayan husus.
Cevazinc
Nilüfer çiçeği.
Cevb
Kesmek. * Yırtmak. * Mesafe almak.
Cev-be-cev
f. Azar azar.
Cevca'
Uzun ayaklı adam.
Cevcem
Kızıl gül, verd-i ahmer.
Cevder
f. Öküz.
Cevdet
İyilik. Güzellik. Kusursuzluk. * Bir kimsenin, başkasının işini güzelce ve kusursuz olarak yapması. * Cömertlik. * Susuz olma.
Cevdet-i fehm
Fehm ve anlayış üstünlük ve iyiliği.
Ce've
(C.: Cââ-Cevâ) Çömlek. * Örtü.
Cevebe
(C.: Cüveb) Bulut aralığı. * Dağ aralığı.
Cevef
Bolluk.
cevelân
dolaşma.
Cevelân
Dolaşma. Kaynama. Yerinde durmayıp gezme.
cevelangâh
dolaşma yeri.
Cevelângâh
Gezip dolaşılan yer. Cevelân yeri. Tâlim meydanı.
Cevelân-ı dem
Kanın vücudda dolaşması.
458
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ce'vet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kıtlık. * Bir şeyin üzerine örtülen. * Üzerine tencere konulan örtü. * Çömlek.
cevf
boşluk.
Cevf
Boşluk. Oyuk. Çukur. İç boşluğu. * Orta, yarı. * Kof.
Cevf-i leyl
Gece yarısı.
Cevh
Ulaşmak. * Bittih-i şamî denilen karpuz.
Cevhan
Hurma kuruttukları yer.
Cevher
"Bir şeyin özü, esası. * Kıymetli taş. * Çelik üzerindeki nakış. * Edb: Noktalı harf. * Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih. * Harflerin noktası. * Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muhtaç olmayan varlık. Allah'a inanan filozoflar iki çeşit cevher kabul etmişlerdir. Yaratıcı cevher, Allah. Yaratılmış cevher, madde, ruh. Allah'ı cevher olarak vasıflandırmak noksan bir anlayıştır. Çünkü cevher Allah'ın sıfatlarından ""kıyam-ı binefsihi: varlığı kendinden olan"" sıfatını belirtebilir. Allah'ı sıfatları ve isimleriyle tanımak icab eder. Maddeci filozoflar cevher olarak yalnız maddeyi kubul ederler. Oysa madde Allah'ın yarattığı âlemlerden sadece biridir. Fizik ilmi maddenin enerjiye ve enerjinin maddeye dönüştüğünü göstermiştir. Madde de enerji de belli kanunlara bağlıdır. Kanun varsa kanun koyucu da vardır. Madde ve enerjiye hakim olan ve kanunları koyan, madde ve enerjiyi yaratan Allah'dır."
cevher
öz, kıymetli taş, atom.
cevherbahâ
mücevher gibi değerli.
459
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cevher-dâr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Elmaslı. * Noktalı harf. Meselâ: Cim, şın harfleri gibi. * Eskiden kullanılmış tüfeklerden birinin ismi. * Siyah ve beyaz dalgalı, benekli kılıç.
Cevhere
Bir, tek cevher.
cevhere
tek cevher.
Cevher-i ferd
Zerre, en küçük cisim. Atom.
Cevher-i ulvî
Ateş, nâr. * En yüksek cevher. * Ruh.
cevherî
cevherle ilgili.
Cevi
f. Akarsu, nehir, dere, çay.
Cevin(e)
f. Arpadan yapılmış şey. Arpa unu.
Cevir
(Cevr) Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm. * Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey.
cevir
eziyet.
Cevl
Tavaf etme.
Cevlan
Şam'da bir dağ.
Cevle
Dönmek.
Cevn
Ak, ebyaz, beyaz. * Kara, esved. (Ezdattandır)
Cevreb
(C.: Cevârib, Cevâribe) Çorap.
Cevs
Kaba, büyük nesne.
Cevsak
Kasr, köşk, konak.
Cevse
Köşk, kasr, konak.
Cevsek
f. Düğme.
Cevş
(C.: Cevâşin) Demir gömlek. * Göğüs. * Orta.
Cevşen
" ""zırh"" mânâsında Peygamberimizin emsalsiz duası."
Cevşen-i kebîr
Büyük zırh. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) vahiyle gelen en azîm ve en mühim bir münâcâtın ismidir. Bu harika münâcât,
460
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mârifetullahda terakki eden bütün âriflerin münâcâtının fevkindedir. Bin hâsiyeti olan ve bin Esmâ-i Hüsnâ'yı içine alan emsalsiz bir münâcât-ı Peygamberiyedir. Cevşen-pûş
f. Zırhlı, zırh giyen.
Cevşenülkebîr
Peygamberimize vahiy ile gelen büyük bir dua.
Cevşir(e)
f. Arpa çorbası. * Çulha.
cevv
atmosfer.
Cevv
Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. * Ev veya odanın içi.
Cevvad
(Bak: Cevâd)
Cevvâd
sınırsız cömertlik sahibi Allah.
Cevval
Dâim hareket hâlinde olan.
cevvâl
pek hareketli.
Cevvaz
Malı toplayıp hayır ve tasadduk etmeyen kimse.
Cevv-i hevâ
Hava boşluğu.
Cevv-i semâ
Gökyüzü. Gök boşluğu. Fezâ. (Cevv-i âsuman da denir.)
Cevvî
Gök boşluğuna âit. Cevve dâir.
cevvifezâ
uzay.
cevvihava
atmosfer.
Cevz (cevzân)
Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek. * Sallana sallana yürümek.
Cevz
(C.: Ecvâz-Cevzât) Ceviz. * Her nesnenin ortası.
Cevza
Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer.
Cevzak
f. Kederlenme, elemlenme.
Cevzeka
(C.: Cevzek-Cevâzik) Pamuk kozağı.
Cevzekî
Koza satıcısı.
461
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cevzel
(C.: Cevâzil) Güvercin yavrusu. * İğne deliği.
Cevzenic
Cevizli helva.
Cevz-i bevvâ
Hindistan cevizi.
Cevzine
Cevizli helva.
Ce'y
Isırmak.
Ceya'
Yağmur.
Ceyar
Gadaptan ve açlıktan dolayı göğüste olan hararet.
Ceyb
(C.: Cüyûb) Cep. Gömleğin (yarığı) açıklığı. * Yaka. * Kalb.* Geo: Sinüs.
ceyb
cep.
Ceyd
(C.: Ecyed) Uzun boylu olmak.
Ceyder
Kısa boylu.
Cey'e
Gelmek.
Ceyeşan
Kaynamak. * Hışm etmek.
Ceyl
(C.: Ecyâl) İnsan topluluğu, zümre, kavim. * Nesil, batın, kuşak. * Yengeç.
Ceylan
Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.
ceyş
asker, ordu.
Ceyş
Asker, ordu. En az dörtyüz nefer süvari ve piyadeden müteşekkil bir askeri kıt'a. * Dolup taşmak. * Ses, sadâ.
Ceyş-ül azîm
Büyük ordu. Binikiyüz kişilik askeri kuvvet.
Ceyvad
f. İttika', günahtan sakınma.
Ceyyid
İyi, güzel, hoş. Saf.
Ceyz
Döndürmek. * Dar etmek.
Cez'
Dereyi enine kesmek.
462
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cez
f. Cezire, ada. Her tarafı su ile çevrilmiş olan kara parçası.
Cez'(a)
Damarlı akik. Göz boncuğu adı verilen, kara alaca ve kıymetli bir süs taşıdır.
Cez'a
Az nesne.
Ceza'
Hüzünle ağlayıp sızlanmak. Sabırsızlık yüzünden telâş ve teessür göstermek.
Ceza
Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab. * Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım. (Bak: Şart)
cezâ
suça karşılık verilen acı.
Cezaen
Cezâ olarak.
cezâen
ceza olarak.
Cezair
(Cezâyir) (Cezire. C.) Cezireler, adalar. * Kuzey Afrikada Fas ile Tunus arasında olan ülke ve bu ülkenin merkezi olan şehir.
Cezâir-i isnâ aşer
Ege Denizindeki oniki adalar.
Cezalet
"Rekâketsiz ifade. * Güzellik. * Müdebbirlik, akıllılık. * Azim, büyük. * Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıldırma ifâde etmeğe uygun kelimeler olarak ayrılır. Celâdet, sadme, kazanfer, çekâçek, dırahşân gibi.. Bu çeşit kelimelerle, söylenen ve yazılan ifâdelerde cezâlet var, denir. (Edb. S.)"
cezâlet
sözde kelimelerin düzgün dizilişinden doğan güzellik.
Cezalet-i beyaniye
Beyan ilmine ait ve beyan sahasındaki cezâlet.
Cezalet-i nazmiye
Kur'an-ı Kerim'deki kelime ve harflerin harika bir ahenk ve münâsebet ile nazm ve tertibindeki cezâlet.
463
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ceza-üş şart
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Şartın cevabı. Meselâ: Zeyd ayağa kalkarsa, ben de kalkarım cümlesindeki, ""ben de kalkarım"" ifadesi, birinci cümlenin cevabıdır."
Ceza-yı amel
Yapılan işin karşılığı.
Cezaze
Ekin biçmek. * Hurma kesmek. * Kıl ve yün kırkmak.
cezb
kendine çekme.
Cezb
Kendine doğru çekme. * İçme.
cezbe
Allah sevgisiyle kendinden geçme hâli.
Cezbe
Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.
Cezbedar
f. Cezbeli, çekici.
cezbedarâne
Allah sevgisiyle kendinden geçercesine.
Cezbe-eda
f. Cezbeli olmak. Çekici olmak
cezbekârâne
cezbeye tutulmuşçasına.
Cezbetmek
Çekmek, ikna etmek, sevdirmek.
Cezea
(C.: Cezaât-Cizâ) Beş yaşına girmiş deve. * İki yaşına girmiş koyun. * Üç yaşına girmiş sığır ve at.
Cezeb
Adamın ağzında tükrüğü kesilmek. * Hayvanın sütü az olmak.
Cezebat
(Cezbe. C.) Cezbeler. (Bak: Cezbe)
Cezel
(C.: Cezlan) şâd olmak.
Cezer
Havuç. * Aslanın yediği et.
Cezf (cüzâf)
Bir şeyi ölçmeden tartmadan almak.
Cezf
Kesmek. * Sürmek. * Evmek.
Cezh
Hediye, atâ, bahşiş vermek.
Cezia
(C.: Cezâyi) Koyun sürüsü.
Cezil
Bol. Çok. * Edb: Peltek ve bozuk olmayan kelime.
464
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cezim
(Bak: Cezm)
Cezir
(Bak: Cezr)
cezîre
ada, yarımada.
Cezire
Ada. Dört tarafı su ile çevrilmiş toprak parçası.(Üç tarafı su ile çevrili kara parçasına yarımada denir.)
Ceziret-ül arab
Arabistan yarımadası.
Cezîretülarâb
Arap Yarımadası.
Cezl
Kalın odun. Tomruk. * Sağlam. Metin. * Güzel ve muhkem fikir. * Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime. * Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam.
Cezlan
Saadetli, mutlu, sevinçli.
Cezm (cizm)
Her nesnenin aslı. * Ağacın kökü. * Kesmek, kat'.
Cezm
(Cezim) Kat'î karar. Yemin. Kararlaştırmak. * Kesmek. * Niyet. Tahmin. Takdir. * İlzam. * İcâbe. * Gr: Arabçada kelime sonundaki harfi sâkin okumak. Kur'ân-ı Kerim okurken harfleri yerlerine vaz'edip mahrecinden çıkarırken tâne tâne, fesahat, beyan ve teenni ve sükûnet üzere okumak.
cezm
kesin karar.
Cezma
Kulağı kesik koyun. * Kulağı delik koyun.
Cezme
Bir kere yemek.
Cezmen
Kestirip atmak sûretiyle.
Cezmî
Kat'î niyet ve karara ait. Cezm.
cezmiyet
kesin kararlılık.
Cezr
"Kök, asıl, temel. Bünyâd. * Kesmek. * Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur. (Bak: Meczur)
465
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
* Derya, deniz. * Arı kovanından bal almak. * Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz ve ırmak sularının çekilip kabarması. Buna ""med ve cezir"" hâdisesi denir." Cezre
Kasaplık koyun, keçi gibi davar. * Semiz koyun.
Cezr-i vetedî
Kazık kök. Kazık gibi yere derinliğine giden kök. (Havuç gibi.)
cezrî
köklü.
Cezrî
Köklü. Kat'î. Köke âit ve müteallik.
Cezu'
Çok sızlanan, kıvranan, feryad eden. Allah'tan gayrısından imdad bekleyen.
Cezur
(C.: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.)
Cezz
Kesmek, biçmek.
Cezzab
Fazla çekici olan. Cezub. Çok cezbeden.
Cezzaf
Ağ ile balık tutan balıkçı.
Cezzar
Zâlim. Gaddar. Kanlı. * Deve kasabı.
Cıhre
(C.: Cihar-Echâr) Bir kimseye sığınmak.
Cıranta
yun. Poliçeyi, senedi devir ve havale eden şahıs.
Cıvata
Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.
Cial
(C.: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez.
Ciale (ca'yile)
Rüşvet.
Ciar
Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen ip.
Ciba
Toplanmış, birikmiş su.
466
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cibab
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Car dedikleri kaftan. * Ağaç aşılamak. (Ekseri hurma ağacında kullanılır.)
Cibah
(Cebhe. C.) Cebheler, alınlar.
Cibal
(Cebel. C.) Dağlar.
cibâl
dağlar.
Cibal-i mübâha
Huk: Hiç bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan dağlar.
Cibal-i şâhika
Yüksek dağlar.
Cibave
Toplamak. Cem'etmek.
Cibayat
(Cibâyet. C.) Vergi, câbilikler, gelir toplamalar.
Cibayet
Vergilerin, devlet gelirlerinin tahsili. * Büyük vakıfların ayrı vazifeliler tarafından idare edilen kısımları.
Cibill
(C.: Cibillât) Yaratılmak. * İnsanlardan bir grup.
Cibillen kesira
Çok insanlar.
Cibillet
Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat, cibilliyet.
Cibillî
Cibilliyet. Yaratılıştan olan. Asıl maya, huy, tabiat, tıynet.
cibillî
yaradılıştan, mayadan, soydan.
cibilliyet
yaradılış, maya, soyluluk.
Ciblet
Yaratılmak.
Cibr
Az-çok, zorla olgunlaşmak, kemal bulmak.
Cibrîl
Cebrail aleyhisselâm.
Cibs
Kansız, hissiz. Hayırsız, alçak kimse. * Alçı taşı, kireç.
Cibt
Put, sanem, salib.
Cibve
Toplamak. Cem'etmek.
Cid
Gerdan. Süslemeye lâyık boyun. Güzel boyun.
Cidad
Hurma kesecek vakit.
Cidal
Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza. * Muharebe. Cenk. Kavga.
467
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cidâl
uğraşma, savaş.
Cidalcu
f. Harpçi. Kavgacı.
Cidale
(Bak: Cedalet)
cidar
duvar, çeper.
Cidar
Duvar. * İki yeri birbirinden ayıran zar, perde.
Cidd
Çalışmak. Ciddiyetle yapmak.
cidden
gerçekten.
Cidden
Şaka olmayarak. Gerçekten. Ciddi olarak.
Ciddî
Gerçek. Hakikat. * Ağırbaşlı, hâlleri sakin olan kişi. * Mühim.
Ciddiyat
Hakiki sözler. Ciddiyetler.
Ciddiyet
Ciddîlik. * Ağırbaşlılık, sakin hâllilik. * Ehemmiyet.(Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur. İ.İ.)
Cide
Batı Karadeniz bölgesinde Kastamonu vilâyetine bağlı bir ilçe.CİF : ing. Bir malın fiyatına, nakliye ve sigorta ücretinin de katılmış olduğunu gösteren bir kısaltma.
Cifan
(Cefne. C.) Çanaklar.
Cifar
(Cefr. C.) Geniş kuyular.
Cife
Kokmuş et, ölü hayvan, leş.
cîfe
leş.
Cife-gâh
f. Leş ile, lâşe ile dolu olan yer.* Mc: Dünya.
cifir
harflere verilen sayılarla mânâlar çıkarma ilmi.
Cifne
(C.: Cifnân) On kişi doyabilecek kadar büyük çanak ve büyük tas. * Bağ çubuğu.
468
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cifr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Cefr) Harflere verilen sayı kıymeti ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih veya isme dâir işaretler çıkarmak ilmidir. (Bak: Ebced, İlm-i Cifir)
cifrî
cifirle ilgili.
Ciğer
f. Ciğer. Bağır. * Keder, sıkıntı, elem. * Avaz.
Ciğer-dâr
f. Yürekli, ciğerli, cesâretli.
Ciğer-der
f. Ciğer söken, ciğer parçalıyan.
Ciğer-dûz
f. Ciğeri delip geçen.
Ciğer-fürûş
f. Ciğerci, ciğer satan.
Ciğer-gûşe
f. Evlât, yavru. * Sevgili. Mâşuk.
Ciğer-hûn
f. Ciğeri kanlı. Çok acıklı.
ciğerpâre
ciğer parçası, sevgili yavru.
Ciğer-pâre
f. Sevgili yavru, evlâd.
ciğersûz
ciğer yakan.
Ciğer-sûz
f. Çok acı. Ciğer yakar derecesindeki teessür.
ciğerşikâf
ciğer parçalayan.
Ciğer-şükâf
f. Ciğer parçalayan. Çok acı veren.
Cihad
"(Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'lâ, küfr-ü mutlakın ve küffarın (süfyan ve deccalın) fitnelerini def ile hâkimiyet-i Hakkı te'min eylemek. (Bu mücahede, zamanımızda kılıçla değildir. Kılıçla olan cihad, din hükümlerinin câri olduğu dar-ı İslâmın hâricinde yapılabilir. Bununla berâber bu mezkur maddî ve mânevî cihad, değişen şartlara
469
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bağlıdır.)Kur'an-ı Kerim'de 9. sûrenin 24. âyetinin çok kısa bir meâli şöyledir:""De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, akraba ve kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenleriniz, evleriniz size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allahın emri (lâyık olduğunuz cezası ve felâketi) gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez.""Cihada dair pekçok âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır.(Cihâd-ı diniye farzdır; bu zamanda muzaaf farz-ı ayndır. M.)(Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir. Lemeât.)(Bütün ümmet için ve bilhassa, İslâm ve Kur'an hizmetinde fedakâr ve sebatkâr çalışan mücâhidler için dâima tazeliğini koruyan Tebük Seferindeki bir hâdiseyi, bazı kısımlarını aynen alıyoruz.Bu hâdisede, çok çeşitli ders ve ibretler vardır. Ezcümle: Maddi ve manevi cihadda, bir tekâsül ve ihmâlin bilhassa kendi şahsi hayatına temâyül gösterip özürsüz olarak cihaddan geri kalmakla, mücâhid cemaatin cihad ruhuna ve fedakârâne sebatına fütur getirmek ve kuvve-i mâneviyeyi kırmağa sebep olmak gibi büyük mes'uliyetler bulunduğundan, cihad ruhuna zararlı düşen bu gibi fiil ve hareketler, cemaatça ve bilhassa ileri gelen kimseler tarafından takbih edilerek, bu tarz hissiyatların inkişafına meydan vermemek.Hem ihlâs ile ve sadece Allah rızası için çalışmanın şiddetli imtihanlarından geçmekle azami sadakat dersini vermek gibi ehemmiyetli çok hikmetleri ihtivâ eder:(...Resulullah ile müslümanlar, gaza hazırlığıyla meşgul oldular. Ben de onlarla beraber yola hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Hiçbir iş görmeden akşam üzeri döner gelirdim. Ve kendi kendime:
470
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""Hazırlanmağa kudretim, vaktim müsaittir."" derdim. Bu ihmâlcilik bende durmayıp devam etmişti.Resulüllah gazaya gittikten sonra çarşıya, pazara çıktığım ve halk arasında dolaştığım sıra beni en fazla mahzun ve mükedder eden bir şey vardı. O da halk arasında (imanı yerinde, vücudu zinde kimse) görmemekliğim; ancak ya nasiyesine nifak damgası vurulmuş kimselerden bir kişi yahut da mâlül olup da Allah Teâlâ'nın mazur gördüğü bir mü'min görürdüm.Sonra Resulüllah bir sabah Medine'ye teşrif buyurdu. Resulüllah bir seferden geldiğinde ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rekât namaz kılmak, sonra halkın: Hoş geldiniz temennilerini kabul etmek için oturmak itiyadında idi. Bu defa da bu âdetini yerine getirip mescidde oturunca Tebük Seferi'ne gitmeyip arda kalanlar Resulüllah'a gelerek özür dilemeye ve yemin ile özürlerini te'yid etmeğe başladılar. Bunlar seksen kadar er kişiydiler. Resulüllah bunların hallerine göre özürlerini ve biatlerini kabul ve onlar için istiğfar buyurdu. Ve bunların iç yüzünü ve hakikatını Allah Tealâ'ya havale eyledi. Bu arada ben de huzura geldim. Ve Resulüllah'a selâm verince gazablı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana: Gel dedi. Ben de yürüyüp vardım, tâ önünde oturdum. Bana: ""Seni nasıl bir mâni geri bıraktı? Sen Akabe'de arkana biat almış değil mi idin?"" buyurdu. Ben de şöyle cevap verdim: ""Evet, vallahi, Ya Resulüllah! Size nusret etmeğe söz verdim. Vallahi benim seferden tahallüfüm hakkında arzedecek hiç özrüm yoktur. Vallahi ben sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit daha kuvvetli ve daha suhûletli değildim."" Bu maruzatım üzerine Resulüllah (A.S.M.) ""Hakikaten bu, doğru söyledi. Ey Ka'b! Haydi kalk; Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle!""
471
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
buyurdu.Resulüllah, kendisinden seferde geri kalanlardan bizim işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. Halk da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana yeryüzü yabancılaştı, bu hakidan benim bildiğim toprak değildi. Bu hâl üzere elli gün kaldık. İki arkadaşım halktan çekildiler ve evlerinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat, ben onların daha genci ve daha salâbetlisi idim. Bu cihetle ben evimden çıkardım. Ve mescide gidip müslümanlarla beraber namazda hazır bulunurdum. Ve sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Resulüllah'ın meclisine varır ve kendine selâm verirdim. Ve içimden: Acaba Resulüllah selâmıma mukabele ederek dudaklarını oynattı mı, yoksa oynatmadı mı? derdim. Sonra namazı Resulüllah'ın yakınında kılardım da gizlice onu gözetlerdim. Namazıma yöneldiğim sıra o bana doğru dönerdi. Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi. Nihayet halkın cefasından ıztırab çektiğim bu hâl uzayınca bir gün gittim. Tâ Ebu Katâde'nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katâde, amcam oğlu ve halk arasında beni en çok seven bir zat idi. Vardım, ona selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı. Ben: ""Ey Ebu Katâde! Allah adına and vererek sana sorarım: Benim Allah'ı ve Resulüllah'ı sevdiğimi bilir misin?"" dedim. Sustu, cevap vermedi. Tekrar and verdim. Allah aşkına sordum. Yine sükut etti. Üçüncü bir daha Allah adına and verdim. Bu defa: ""Allah ve Resulü daha iyi bilir!"" dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Artık döndüm, duvardan aştım.Kâ'b bin Mâlik rivayetine devam ederek der ki: Birgün Medine çarşısında gidiyordum. Medine'ye zahire satmağa gelen Şam ahalisinden nebeti bir fellâh, bir ekinci: ""Ka'b bin Malik'i bulmağa
472
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bana kim delâlet eder?"" diye soruyordu. Bunun üzerine halk ona beni göstermeğe başladılar. Nihayet nebeti kişi bana geldi. Ve Gassan Meliki'nden bir mektup verdi. Bakınca: (Emma ba'dü) den sonra bu mektupta şöyle yazıldığını gördüm: Haber aldığıma göre sahibin (Peygamber), sana cefa ve eza ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide tahkir ve tezlil için yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şânına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz. Bu mektubu okuyunca, bu da öbürüsü gibi bir belâdır, dedim. Hemen bu sayfayı ocağa attım, ocakta yaktım.Nihayet bu elemli elli günden kırk günü geçtiğinde bir gün baktım ki Resulüllah'ın gönderdiği bir zat, (Huzeyme bin Sâbit) bana geliyor. Huzeyme gelip, bana: ""Resülullah sana kadınından ayrılmanı emrediyor!"" dedi. Ben de: ""Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?"" dedim. O da: ""Hayır, boşama, yalnız ondan ayrı bulun, kadınına yaklaşma."" dedi.Resulüllah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ile Hilâl'e de bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma, haydi ehline (baban ailesi yanına) git, Allah bu iş hakkında hükmedinceye kadar, onların yanında bulun! dedim.Bundan sonra on gün daha durdum. Tâ ki Resulüllah'ın bizimle halkı görüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz dolmuştu. Vakta ki ellinci günün sabahında sabah namazını kıldım. Ve evlerimizden birinin damı üzerinde bulunuyordum. Öyle bir hâlde bulunuyordum ki, Allah Telâlanın (Tevbe sûresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sili dağı üzerinde en yüksek sesiyle: ""Ey Ka'b bin Mâlik, müjde!."" diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim.
473
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulüllah sabah namazını kıldığı zaman Allah'ın bizim üzerimize tevbesini (nedametlerimizin kabulünü) ilân etmiştir de, halk bize müjdelemeğe koşmuştur. Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zübeyr bin Avvam) müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabilesinden bir müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili dağının üstüne çıkmıştı. Bunun sesi attan sür'atli idi. Sevimli sesini işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat elbisemi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bundan başka elbisem yoktu. (Ebu Katade'den) iğreti iki kat elbise alıp giydim. Hemen Resulüllah'a (A.S.M.) koştum. Ashab, beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günahtan beraatimi) tebrik ediyorlar ve: Allahın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu olsun! diyorlardı.Ka'b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet mescide girdim. Resulüllah oturmuştu. Etrafında ashab çevrelenmişti. Hem Talha bin Ubeydullah kalktı, koşarak geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden Talhadan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha'nın bu lütfunu unutmam.Ka'b der ki: Vaktaki Resulüllah'a (A.S.M.) selâm verdim. Mübârek yüzü meserretten şimşek çakar gibi şakır bir hâlde bana: ""Bir günün hayır ve saâdeti ile müjde sana ey Ka'b ki, annen doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı!"" buyurdu. Ben: ""Yâ Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?"" dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan değil, doğrudan Allah tarafından! buyurdu. Esasen Resul-ü Ekrem, taraf-ı İlâhiden tesrir buyurulduğu zaman mübarek yüzü parlardı, hatta o, bir
474
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ay parçasına benzerdi. Biz de meserretli bir vahiy geldiğini onun bu sevimli simasından anlardık.Vaktaki Resulüllah'ın huzurunda oturdum. - Ya Resulallah, Allah ve Resulullah'ın rızası için halis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak ve malımın hepsini fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü icabındandır dedim. Resulullah (A.S.M.): ""Hayır, malının bir kısmını kendine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!"" buyurdu. Ben de ""Şu Hayber'deki hissemi alıkorum"" dedim.) (S.B.M.)" cihad
din uğrunda savaş.
Cihad-ı asgar
Küçük savaş. İslâm müdâfaası için silahla savaşma.
Cihad-ı ekber
Nefis ile mücadele.
Cihad-ı manevî
İlim, fikir, istiğfar gibi manevi unsurlarla din düşmanlarına karşı koymak.
Cihadî
(Cihadiyye) Cihada mensub, savaş işleriyle alâkalı. * II. Sultan Mahmud devrinde harp masraflarına mukabil olmak üzere kesilmiş olan sikke.
cihân
dünya, âlem.
Cihan
f. Dünya, kâinat, âlem.
Cihan-ârâ
f. Cihanı süsliyen, dünyayı bezeyen.
cihânbahâ
cihan değerinde.
Cihan-bân
f. Cihanın bekçisi, dünyanın koruyucusu olan. Allah. Hükümdar.
Cihan-bin
f. Dünyayı, cihanı gören. Allah. * Göz.
Cihan-cu(y)
f. Dünyaya hâkim olmaya çalışan sultan, hükümdar.
cihândeğer
dünya kıymetinde.
Cihan-değer
f. Cihan kıymetinde. Çok kıymetli.
Cihan-dide
f. Cihanı görmüş. Tecrübeli. * Meşhur, nâmdar.
475
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cihan-efruz
f. Cihanı, dünyayı aydınlatan.
Cihan-füruz
Cihanı aydınlatan.
Cihan-gerd
f. Dünyayı dolaşan, cihanı gezen.
cihângîr
cihanın büyük bir kısmını elde eden savaşçı.
Cihan-gir
f. Meşhur, cihanı zabteden, fâtih.
Cihaniyan
f. Dünya ahalisi olan insanlar.
cihânkıymet
dünya kadar değerli.
Cihan-nevred
f. Cihanı gezen, dünyayı dolaşan.
Cihan-nüma
f. Dünyayı gösteren harita veya coğrafya. * Çatının üzerinde her tarafa nezareti olan açık taraça. * Meşhur Türk Âlimi Kâtib Çelebi'nin 1654 (Hicri: 1065) tarihinde çizdiği Asya Kıt'asının haritası.
Cihan-penah
Cihanın koruyucusu olan.
Cihan-pesend
f. Cihana meydan okuyan.
cihânpesendâne
dünyanın beğeneceği şekilde.
Cihan-sâlâr
f. Cihanın başkanı, büyüğü ve kumandanı olan, padişah.
Cihan-sitan
f. Cihanı zapteden. Padişah, hükümdar.
Cihan-sûz
f. Cihanı yakan, güneş. * Mc: Çok zulmeden.
cihânşümûl
dünya ölçüsünde.
Cihan-şümûl
f. Cihan vüs'atinde, dünya çapında, cihanı alâkadar eden. Dünyayı kaplayan.
Cihar
(Cehr. den) Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve okuma.
cihâr
dört.
Ciharen
(Cehr. den) Alenen, açık olarak.
Cihar-ı yar-ı güzin
f. Dört halife: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.Anhüm)
Cihas
Kalabalık, müzâhame.
476
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cihât
(Cihet. C.) Cihetler, taraflar, yönler.
cihât
yanlar, yönler.
Cihât-ı erbaa
Dört cihet.
Cihât-ı selase
Üç uzunluk: En, boy, yükseklik.
Cihât-ı sitte
Altı cihet. Altı taraf. (İleri, geri, sağ, sol, yukarı, aşağı taraflar.)
Cihaz
Âlet ve edevat.* Gelinin lüzumlu şeyleri. Çeyiz. * Cenazenin kaldırılması için lâzım olan eşya.
cihâz
aygıt, çeyiz.
Cihazat
(Cehâzât) (Cihâz. C.) Cihazlar, maddî manevî âletler, lüzumlu edevat.
cihâzât
aygıtlar.
Cihet
(C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
cihet
yön, yan.
Cihet-i rüchaniyet
Üstünlük ciheti.
cihetiyet
yönlülük, yanlılık.
Cihet-ül vahdet
Birlik ciheti.
Cihet-ül vahdet-i ittihad
Birleşmenin birlik ciheti. Yani birleştiren temel unsur.
Birleştiren ve birleşilen esas. Cihnam
Derin kuyu.
Cil
Cemaat, insan güruhu. Millet. Boy, aşiret, kuşak.
Cilâ
Parlaklık, parlatma, perdaht, lostura.
Cilâ-bahş
Parlaklık veren, parlatan.
Cilahik
Eskiden kemankere ile ve şimdi de tüfek ile atılan yuvarlak nesne.
Cilanger
f. Çilingir.
Cilas
Beraber oturma.
Cilaz
Toz, gubâr.
477
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cilbab
Kadın feracesi. Çarşaf. (Bak: Celâbib, Tesettür)
Cilbend
Büyük cüzdan. Evrak koymaya mahsus birçok gözlere ayrılmış cüzdan şeklinde çanta ki, koltuk altına alınır.
cild
deri, ten.
Cild
Deri. * Meşin. * Kitab kabı. * (Masdar olarak) Kitabın dikilip kap geçirilmesi. * Bir büyük kitabın bölündüğü kısımların her biri.
Cild-ger
f. Ciltçi, mücellit.
Cildiyye
Cilt hastalıkları bölümü.
Cilen ba'de cilin
Devirden devire, asırdan asıra.
Cilf
Boş küp.* Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı. * Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı. * Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun. * Her nesnenin parçası. * Hoyrat, kaba. Ayak takımından.
Cilfe
Kalem yongası.
Cilhabe
Büyük olan şey, kebîr.
Cill
"Ekin biçildikten sonra yerde kalan sap ki, ""anız"" derler."
Cille
Büyük, ulu nesne. Kebîr ve azîm.
Cillevez
İnce kabuklu, uzunca fındık. * Köknar.
Cilm(e)
Üzüm çubuğundan kestikleri değnek.
Cilnar
(Cüllenâr) Gülnar. Nar çiçeği.
Cilse
Bir çeşit vurmak.
Cilt
(Bak: Cild)
Cilvah
Geniş ve dolu olan deve.
Cilvaz
(C.: Celâvize) Kethudâ. Reis.
Cilve
Esmâ-i İlâhînin tecellisi. * Tecelli. * Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.
478
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cilve
görünme, belirme, naz.
Cilvegâh
(Cilve-geh) f. Cilve edilecek yer, cilve yeri.
cilveger
cilve eden.
Cilveger
f. Cilve ve naz eden. Cilveli. * Tecelli eden.
Cilve-i irâde
İrâde ve kasdı gösteren tezahür ve tecelli. Cenab-ı Hakkın kendi bizzat isteği ve iradesiyle yaptığını gösteren oluş ve intizam, mükemmeliyet. (İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine özel bir münasebeti var ki: Bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani: İrade-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekviniyeye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve lâtife-i Rabbaniye olan ruh onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. S.)
Cilvekâr
f. Cilveli. Nâzenin.
Cilvekünân
f. Cilve yaparak.
Cilvenümâ
f. Cilve yapan, cilve gösteren, cilve eden.
Cilvesaz
f. Cilveli. Nazlı. Gönül alan.
Cilvezet
Mâni olmak. Men'etmek.
Cilz
Süngü demiri. * Kamçının ucundan tuttukları yer.
Cilze
(C.: Cilzâ) Sert ve sağlam yer.
Cim
( harfinin arapça adı olup ebced hesabında üç sayısının karşılığıdır.
cimâ
cinsî münasebet.
Cima'
Cinsi münâsebet. Çiftleşmek. * Zamm etmek.
Cimah
Binicisi zabtedemediğinden, atın serkeş olup binicisini istememesi.
Cimal
(Cemel. C.) Erkek develer.
Cimam
Kuyu içinde suyun toplanması ve çoğalması.
Cimar
Toplu kabile. * Süvari alayı.
479
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cimnastik
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.
Cimri
f. Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye edilir. Başkasına muhtaç duruma düşürecek cömertlik de doğru değildir. (Bak: İktisad)
cimri
kimseye bir şey vermeyen eli sıkı kimse.
Cimse
Rengi gökrek kızıllığa yakın kıymetli bir taş.
Cin
(Bak: Cinn)
cin
göz ile görülemeyen ruhani varlıklar.
Cinab
Hayvanlara vurulan damga ve nişan.
Cinaî
(Cinâiyye) Cinayetle alâkalı.
Cinan
(Cennet. C.) Cennetler.
cinân
cennetler.
Cinan-ı ulûm
İlm-i Kur'ân ve imân cennetleri. Maarif-i İlâhiye ve tahkikî ve yakinî imân derslerinin okunduğu ulemâ-i İslâm ve talebe-i ulûm meclisleri.
Cinare
Esterâbâd ile Cürcân arasına derler.
Cinas
"Benzeyiş, münâsebet. * Edb: Birçok mânâya gelebilen söz, imalı, telmihli söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin bir sözde bulunması. Bunu yapmaya ""tecnis"" denir, o kelimelere de ""cinas"" denir."
cinas
birçok mânâya gelebilen söz.
Cinas-ı muharref
Edb: Yalnız harflerde beraberlik, harekelerde ayrılık bulunan cinâs. (merd, mürd gibi.)
480
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cinas-ı nâkıs
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Edb: Cinaslı kelimelerin birinde veya birkaç harfin ziyade olması suretiyle yapılan cinas. (dem, âdem gibi.)
Cinas-ı tamm
"Edb: Lâfızda, harekelerde ve harflerde eksiklik ve ziyâdelik bulunmayan cinâs. Kır (kırmaktan emir), kır (çöl); yaz (yazmaktan emir), yaz (mevsim)."
Cinayat
(Cinayet. C.) Büyük cezâları gerektiren suçlar. Cinayetler.
cinâyet
adam öldürme, ağır suç.
Cinayet
Adam öldürmek, katl. (Bak: Câni)
Cinayet-kâr
f. Cinayet işleyen.
Cinaze
Tabut. İçine cenaze konulan sandık.
Cincin(e)
(C: Cenâcin) Göğüs kemiği.
Cinh
Gece karanlığı.
Cinn sûresi
Kur'ân-ı Kerim'in 72. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
Cinn
"Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi ""Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla"" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi dinin bir kısım emirlerini yapmakla ve bazı yasaklarından kaçınmakla yükümlüdürler. Kıyamet ve haşirden sonra cinlerden de dünya imtihanını kazananlar Cennet'e, kaybedenler Cehennem'e girecektir. Kâinat ve içindeki bütün varlıklar hakkında, en birinci söz söyleme hakkı; onların yaratıcısı ve mâliki olanındır. Çünki ""Yapan bilir, öyleyse bilen konuşur"" bir kaidedir. Cinlerin varlığını da, evvelâ; Kur'an-ı Kerimden öğreniyoruz. Ayrıca Peygamberimiz Resul-ü Ekrem'den
481
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(A.S.M.) gelen sahih rivayetler ve ashabının cinleri görmesi ve görüşmesi hâdiseleri de pek çoktur. Cinlerin pekçok cinsleri vardır. Bunlar lâtif yaratıklar oldukları için gaybî haberler getirmekte kullanılabilirler. Fakat Hazret-i Peygamber'den (A.S.M.) sonra cinlerin gaybî âlemden haber hırsızlamaları Cenab-ı Hak tarafından menedilmiştir.Cinlerin, kötülüğe sevkedenlerine şeytan-ı cinnî de denilir. * Lügatta: Bir şeyi hisseden, setretmek, gizlemek mânasına gelir." Cinnet
Delilik.
cinnet
delilik.
cinnî
cinlerden olan.
Cinnî
Cinn taifesinden olan.
Cins
Nevi'. Boy, soy, kavim, kabile. Aynı çeşitten olmak.
cins
tür, çeşit.
Cins-i latif
Lâtif ve hoş cins, nev. İnsanlar nev'inde kadın.
Cinsî
Cinsle ilgili, cinsle alâkalı.
cinsî
cinsle ilgili.
Cinsiyet
Bir kavim ve kabileye mensub olma. * Bir cins ile alâkalı olma.
cinsiyet
cinslik, tür olma.
Cinun (cinan)
Gece karanlık olmak.
Cinzab
Yaban havucu.
Cir
f. Aşağı, alt. * Eldiven, kayış vs. gibi şeyler yapılabilen tabaklanmış deri.
Cirab
(C.: Ecribe-Cireb Cerbân) Dağarcık.
Ciraha
(C.: Cirâh-Cirâhât) Yara.
Ciran
Komşular. * Müşteriler.
482
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ciranta
yun. Bir senedi ciro eden kimse.
Cirar
(Cerre. C.) Toprak testiler.
Ciraye
Suyun ve diğer sıvıların durmadan akıp gitmeleri.
Cirban
Yaka.
Cirbet
Ekinlik, mezra.
Circir
Maydanoz.
Circis
Mühür yapılan mum. * Toprak. * Küçük üvez.
Cire
f. Çırak, uşak ve hizmetçilere verilen yevmiye, yemek ve para.
Cir'et
(Cer'et- Cür'et) Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * İkdâm etmek.
Ciret
Komşuluk.
Cirf
Büyük nesne.
Cirî
Yılan balığı. (Fâriside mermahi derler.)
Ciris
Sazan balığı.
Ciriş
Ceset.
Cirit
Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.
Ciriyya
Tabiat, mizac, fıtrat, yaradılış. * Huy, haslet.Adet, alışkanlık.
cirm
oylum, yıldız.
Cirm
Vücud, ten, cüsse, hacim, büyüklük. * Cansız cisim. * Yıldız.
Cirman
Organlarla birlikte vücut.
Ciro
ing. Bir senet veya havalenin alacaklı tarafından diğeri namına çevrilmesiyle üzerine buna dair şerh verilmesi.
Cirre
Devenin karnından çıkarıp çiğnediği geviş. * Yapağı denilen yün.
Cirriyye
Kursak.
Cirs
Temel, kök, menşe, kaynak, menba.
483
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cirsam
Divanelik, delilik. * Öldürücü zehir. * Zatülcenb.
Cirşab
Hasta olduktan sonra zayıflayıp gövdede çıban çıkmak.
Ciryal
Altının kırmızılığı. * Bir cins kırmızı boya. * Temiz renk. * Şarap.
Cirye
Suyun akması ve şırıldaması. * Cereyan.
Cisad
Kan. Safran.
Cisim
(Cism) Varlığı bilinen, hayyiz olan, mekânı, ciheti, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan şey.
cisim
uzayda yer dolduran varlık.
cism
cisim.
Cismanî
(Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı. * Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.
cismanî
cisimle ilgili.
Cismaniyet
"Cismânilik. Maddi beden sahibi olmak hâli.(Sual : Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismaniyetin, ebediyetle ve cennetle ne alâkası var? Madem, ruhun âli lezâizi vardır; ona kâfidir. Lezaiz-i cismaniye için bir haşr-i cismâni neden icab ediyor?Elcevab : Çünki, nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır. Fakat, masnuat-ı İlâhiyenin bütün envaına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sâirenin mânen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı camiiyet itibariyle, tezekki etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi.. öyle de cismaniyet, en câmi, en muhit, en zengin bir ayine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, rızk zevkinde, enva-ı mat'umat adedince mizanlara menşe olmasaydı, herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı; tadıp tartamazdı. Hem ekser
484
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
esmâ-i İlâhiyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir. Hem gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar, yine cismaniyyettedir. S.)( $ âyetinin sarahat-ı kat'iyesiyle: İnsan, en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada numunesini tatmış olduğu cismani lezzetleri cennete lâyık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi âzaların ettikleri hâlis şükürler ve hususi ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismani lezzetler ile verilecektir. Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan o derece cismani lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, başka te'viller ile mâna-yı zâhiriyi kabul etmemek imkân hâricindedir. ş.)" cismaniyet
cisim olma hâli.
Cismen
Cisim itibariyle, cisim olarak. Vücutça, bedence.
cismen
cisimce.
Cism-i nâtık
Söz söyleyen cisim. Konuşan cisim. İnsan.
Cism-i nizâr
Zayıf vücud.
cismiyet
cisimlik.
Cisr
(C.: Cüsûr-Ecsür) Köprü. Ağaçtan olan köprü.
Cisr-i muallâk
Asma köprü.
Civan
f. Cevan. Taze. Genç.
civan
yakışıklı genç.
Civanan
(Civân. C.) f. Gençler.
Civanî
f. Gençlik.
Civanmerd
Sözünde sağlam. İyilik sever. Kahraman.
civanmert
yüce gönüllü, mert.
Civar
Çevre, yöre, etraf. * Yakın yer, yakın komşu.
civâr
yöre, yakın yer.
485
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Civariyyet
Komşuluk, yakınlık, aynı civarda oluş.
Cive
f. Civa. (Hg)
Civelek
Tar: Yeniçeri Ocağı'nda bulunan ve aşçıbaşı maiyetinde yaver gibi kullanılan gençler. * Canlı, hareketli ve neş'eli deve yavrusu veya genç.
Ciya'
(Câyi'. C.) Karınları acıkmış olanlar, açlar.
Ciyadet
Tazelik, yenilik. * İyilik, güzellik.
Ciyef
(Cife. C.) Lâşeler, leşler. Cifeler.
Ciyet
Bozulmuş, değişmiş olan su. Bir yere toplanıp birikmiş olan su.
Ciz'
Derenin dar ve kısık yeri.
cîz
hurma ağacının kökü.
Cizal
Hurma toplama.
Ci'zare
Kısa boylu tıknaz kimse.
Cizaret
Deve kasaplığı.
Cize
Dere kenarı.
Cizfe
Küçük sürü.
Cizirman
"Hurma yaprağının aslı; yâni dibi ki, yaprağı dökülünce ağaçta kalır."
Cizl
(C.: Cüzul-Eczâl) Büyük odun ağacının kökü, tomruk.
Cizle
Bir büyük yığın hurma.
Cizme
Deve sürüsü. * Koyun sürüsü.
Cizmir
Ağaç kütüğü.
Cizn
Kök. * Ağaç kütüğü.
Ciz'-un nahl
Hurma ağacının kökü, kütüğü.
cizye
müslüman olmayanlardan alınan vergi.
486
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cizye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vergi. Haraç. Müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi. (Bak: Haraç)
Cizyedâr
f. Cizye adı verilen vergiyi toplıyan memur, cizyeci.
Coğrafya
"Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan başka; hayvanat, nebâtât, ziraat, tarih, matematik gibi çeşitli mevzularla alâkalı coğrafya kolları da vardır."
Conta
Birbirinin üzerine kapanan iki madeni parça arasında, açıklık kalmamasını te'min etmek için konulan karton, kösele, lâstik vs. şey.
Cop
Polis ve polis görevlisi askerlerin taşıdığı, kauçuktan yapılma sopa.
Cömert
Eli açık, ikramcı, kerem sahibi.
Cu'
Açlık.
Cu
f. Akarsu, ırmak, nehir, çay.
Cu'an
(Cu'. dan) Aç olarak, acıkmış olarak.
Cu'bub
(C: Ceâbib) Fitil ucu. * Çirkin ve kısa boylu adam.
Cu'bus
Ebleh, ahmak.
Cuce
f. Civciv.
Cud u kerem
Cömertlik, eli açıklık.
Cud u sehavet
Cömertlik ve eli açıklık, sahilik.
cûd
cömertlik.
Cud
Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye ve imaniye
487
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hizmetinde mutemed zâtlara lüzumunda maddeten de iştirak etmek fedakârlığı. Cûdi
bir dağ adı.
Cudi
Hz. Nuh'un (A.S.) tufandan sonra gemisi ile sahile çıktığı dağın ismi. * Şırnak İlinin 6 kilometre güneydoğusunda bulunan bir dağın adı.
Cudi-i islâmiyet
Her türlü helâket ve felâketlerden İslâmiyetle necat bulunacağını ifâde eden bir teşbihdir.Nasıl ki Nuh tufanında Nuhun (A.S.) gemisi Cudi Dağında karaya oturup kurtuldukları gibi.
Cug
f. Öküz boyunduruğu.
Cugd
Baykuş.
Cuhaf
Zarar ve ziyân edici, zarar verici nesne, muzır. * Çok yemekten şişip ishal olmak. * Ölmek, mevt.
Cuhale
İğne deliği.
Cuham
İnsanı zayıflatan ve gözleri irinleten bir hastalık.
Cuhdub
(C.: Cehâdib) Ayakları uzun, yeşil çekirge.
Cuhfe
Medine yakınında bir yerin adıdır ve Şam ehli orada ihram giyerler.
Cuhr
Yer deliği.
Cuhuz
Çıkmak, huruç.
Cul
(C.: Ecvâl) Akıl. * Rey. * Kuyu duvarı. Aşağısından yukarısına kadar kuyunun taraflarından her bir tarafı.
Cu'l
Ücret, mukabil, karşılık. * Ayak kirası. * Padişahın etbâından aldığı mal.
Culah
f. Örümcek, ankebut. * Çulha, yâni dokuyucu, nessâc.
Cum'a sûresi
Kur'an-ı Kerim'in 62. ve Medine-i Münevvere'de nâzil olan sûresi.
cumâ
önemli bir namaz.
488
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cum'a
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Toplanma. * Perşembeden sonraki gün. Müslümanların kudsî tâtil günü olup, o güne mahsus namazla mükelleftirler. Memur ve işçilerin cuma namazı vakti serbest bırakılmamaları din hürriyetine aykırıdır. Yahudiler ve hristiyanlar haftalık dinî törenleri için cumartesi ve pazar günü serbest oldukları halde, müslümanlara aynı hakkın tanınmaması hakiki medeniyete zıttır.
Cum'a-i atik
(Eski Cum'a) Osmanlılar zamanında, Bulgaristan'da Şumnu ile Razgrat arasında yer alan meşhur bir bölge.
Cum'a-i bâlâ
(Yukarı Cum'a) Osmanlılar devrinde, Selânik Vilâyetinin Serez sancağındaki bir kaza merkezi.
Cum'at
(Cum'a. C.) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar.
Cumeat
(Cum'a. C.) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar.
Cumhur reisi
Cumhuriyetle idâre olunan memleketlerde Devlet Reisi.
Cumhur
Halk topluluğu. Hey'et, takım. Aynı kararı veya hükmü kabul edenler. * Âlimlerin çoğu, ekseriyeti. * Seçimle idare edilen devlet. * Bir yere toplanmış kum, toprak.
cumhur
topluluk.
cumhurî
cumhuriyetle ilgili.
cumhuriyet
devlet başkanı yönetilenler tarafından seçilen yönetim biçimi.
Cumhuriyet
Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç tatbik şekli vardır.1- Parlementer hükûmet: Hükûmeti meclisler karşısında bağımsız sayan şekil.2- Meclis hükûmeti: Hükûmeti meclise bağlı sayan şekil.3- Başkanlık hükûmeti:
489
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Devlet ve hükûmet başkanı aynı kişidir ve halk tarafından seçilir. Hükûmeti başkan kurar, başkan değiştirir. Başkan meclislere karşı bağımsızdır. (Amerika'daki gibi.) (Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir Cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karıncı ve arı milletleri Cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara veriyorum. Sonra dediler: Sen selef-i sâlihine muhalefet ediyorsun? Cevâben diyordum: Hülefâ-i Râşidîn hem halife hem Reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahâbe-i kirama elbette Reis-i Cumhur hükmünde idi. Fakat, mânâsız isim ve resim değil, belki, hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar Cumhuriyetin reisleri idiler. Ş.)(Cumhuriyet ki: Adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. H.) cumhuriyetperver
cumhuriyeti seven.
Cumhuriyet-perver
f. Cumhuriyetçi, cumhurcu.
Cumhur-u avam
Halk tabakası.
Cumhur-u muhaddisîn Hadis alimleri sınıfı. Cumhur-u mü'minîn
İmanlılar sınıfı.
Cumhur-u nâs
İnsanların ekserisi, halk kalabalığı.
Cumhur-u ulemâ
Âlimler cemaatı. Âlimler sınıfı. (Bir fikre dâvet cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir, yoksa dâvet bid'attır, reddedilir. Mek.)
490
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cumu'
Toplanmalar. Cemi'ler.
Cumuat
(Cum'a. C.) Perşembe gününden sonra gelen günler. Cum'alar.
Cu'mus
Pis, necis.
Cun (cuni)
Karnı ve kanadı kara olan bağırtlak kuşu cinsinden bir kuş.
Cûne
(C.: Cuven) Attarların kutusu ve tablası.
Cur
Belde ismi.
Cur'a
Tek yudum. Bir içimlik. Bir yudumluk.
Cur'aten
Bir yudumluk.
Curh
(Curha) Yara. Yaralama.
Curnal
(Bak: Jurnal)
Cuş u huruş
f. Kaynayıp taşma. Neş'e ve âhenk. Coşup taşma.
cûş
coşma, kaynama.
Cuş
f. Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek.
Cuşacuş
f. Çok coşkun, taşkın. Pek coşkun ve taşkın bir sûrette.
Cûşak
f. Kaynama.
Cuşan
f. Coşup kaynayan.
Cûş-aver
f. Coşturucu, coşmaya sebep olucu.
Cuşide
f. Coşmuş, kaynamış.
Cuşir(e)
f. Dokumacı.
Cuşiş
f. Kaynama, coşma.
cûşuhurûş
coşup taşma.
Cu'şum
Galiz, kısa boylu adam.
Cu'şuş
(C.: Ceâşiş) Kötü huylu, kısa boylu.
Cuudet
Kıvırcıklık.
Cuur
Hurmanın gayet yaramazı, iyi olmayanı.
Cuy
f. Nehir, akarsu, ırmak, dere, çay.
491
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cuya(n)
f. Arayan, arayıcı.
Cuybar
f. Akarsu, nehir, dere, çay, ırmak. * Irmak kenarı.
Cuy-çe
f. Küçük ırmak.
Cuyem
"f. (Cüsten, aramak mastarından ""arıyorum, ararım"" mânasınadır.) (Bak: Cû)"
cûyem
ararım.
Cuyende
f. Arayıcı, araştırıcı, isteyen.
Cüba'
Korkak.
Cübab
Devenin sütünün üstüne gelen köpüğü.
Cübar
Ziyan olmak. Heder olmak. * Üçüncü gün.
Cübb
Kuyu. * Küp. Kulpsuz desti. * Vaktiyle zindan gibi kullanılan çukur, susuz kuyu.
Cübbe
(C: Cübeb) Şeâir-i İslamiyeden olup, giyilmesi sünnet olan dış kıyafetini teşkil eden, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir libas.
cübbe
namazda giyilen bol elbise.
Cübcübe
(C.: Cebâcib) Korkutmak. * Yağ koymağa mahsus deri zenbil ve büyük desti. * Çok su. * Erimiş yağ.
Cübcübiyye
"İşkembe yemeği. (Onu pişirip satana işkembeci mânâsına ""cübcübî"" derler.)"
Cüble
Hörgüç.
Cübn
(Cübün) Ürkeklik. Korkaklık. Korkak olmak. * Peynir.
Cübne
Korkaklık.
Cübnî
Peynirci. * Peynir hâlinde olan şey.
Cübu'
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Yönelmek, rücu etmek.
Cübüll
(C: Cübüllât) Yaratılmak, hilkat. * Kesir, çok.
492
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cübün
Peynir. * (Cebin. C.) Alınlar.
Cü'cü'
Gemi göğsü. Kuş göğsü.
cüdâ
ayrı, ayrılmış.
Cüda
f. Ayrılık. Ayrılmış.
Cüda'
Ölüm. Mevt. * Hayvana muzır olan otlak, çayır.
Cüdad
Çulha yumağı. * Eski kaftan. * Küçük ağaç.
Cüdat
(Câdi. C.) Dilenciler, sâiller.
Cüdayi
f. İftirak, ayrılık.
Cüdcüd
(C.: Cedâcid) Orak kuşu derler bir büyük böcek ki yaz aylarında öter.
Cüdd
Cem'etmek, toplamak. * Yol üstünde olan kuyu.
Cüddet
(C.: Cüded) Dağ arasındaki yol. * Şekil, tarz, işaret. * Çizgi.
Cüded
Dağ yolları. Yol gibi olan izler. * Bir rengi diğer renkten ayıran çizgi.
Cüdera'
(Cedir. C.) Yakışanlar. Lâyık olanlar, liyâkat sahibi olanlar.
Cüdere
(C: Cüder) Ur dedikleri yumru. (İnsan bedeninde çıkar)
Cüderî
Kabarcık denilen hastalık. * Çiçek hastalığı.
Cüdran
(Cedr. C.) Duvarlar.
Cüdube
Kıtlık.
Cüdür
(Cidâr. C.) İnce deriler, zarlar. * Duvarlar, setler.
Cüfaen
Beyhude, boşuboşuna, faydasız yere.
Cüfaf
Kurumuş.
Cüfafe
Dağılmış kuru ot.
Cüfal
Selin kenara attığı çör çöp. * Davarın yünü ve kılı çok olmak. * Kıllı kimse. * Bol.
Cüfale
Su kenarında olan çörçöp.
493
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cüff
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İçi boş olan şey. Kof. * Dimağa işlemiş olan baş yarığı. * Hurma çiçeğinin kabuğu. * Cemaat, topluluk. * Yarısı kesilip kova olmuş olan çürük ve eski kırba.
Cüfre
Bir şeyin ortası. Mezar. * Boşluk. Çukur. * Göğsün içerisi. Sadır.
Cüft
f. Tek olmayan. Eşi olan. Çift.
Cüfte
f. Benzer, eş, denk, müsavi. * İnsan veya hayvan sağrıs. * Hayvan çiftesi.
Cüfur
Zayıf olmak.
Cühal
Zehir.
Cühd
Kuvvet, tâkat.
Cühela
(Câhil. C.) Cehele, cühhâl. Cahiller. Bilgisizler.
cühelâ
bilgisizler.
Cühera
(Câhir. C.) Yüksek sesle açık olarak söylenenler.
Cühhal
(Câhil. C.) Bilgisizler, câhiller.
Cühud
"Bilerek inkâr etmek. Bildiği hâlde yanlış söylemek. * Peygamberimiz Resul-i Ekremi (A.S.M.) bildikleri ve mukaddes kitablarında O'nun evsâfını okudukları hâlde inkâr eden Yahudiler. (Türkçedeki ""cıfıt"" kelimesi bundan gelir.) * Bir kimseyi bahil bulmak."
cühûd
bilerek inkâr etme.
Cülab
Gülsuyu, cüllâb. * İshal veren şerbet, müshil.
Cülahek
f. Örümcek, ankebut. * Küçük dokumacı.
Cülal
(Celil) Ulu, büyük nesne, azim.
Cülale
Büyük dişi deve.
Cülazî
Kocaman ve kuvvetli. İriyarı. * Hâdim, hademe, hizmetkâr. * Kilise veya manastır uşağı. * Papaz veya keşiş.
Cülb (cilb)
Su olmayan bulut.
494
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cülban
Burçak dedikleri hububat cinsi.
Cülbe
Yara iyi olduğunda üstünde olan ince deri.
Cülcül
(C.: Celâcil) Ufak çıngırak, küçük çan.
Cülcülân
Susam.
Cülcülân-ı habeşe
Beyaz haşhaş.
Cülesa
(Celis. C.) Beraber oturanlar.
Cülhab
Dere, vâdi.
Cülhub
Dizleri büyük olan kadın.
Cüll
(C.: Cilâl-Ecille) Çul. * Gül. * Her nesnenin büyüğü ve muazzamı.
Cülla
(C.: Cilel) Büyük emir.
Cüllab
f. Cülâb, gülsuyu.
Cüllah
Çok sel.
Cüllas
(Câlis. C.) Cülus edenler, oturanlar.
Cülle
Hurma koydukları kap. * Hurma yükü.
Cülmud
Kaya.
Cülmüd
Sesi çok çıkan ve kuvvetli olan kimse.
Cülube
Başka yerden satmaya getirilen şey.
Cülud
(Cild. C.) Ciltler, hayvan derileri.
Cülul
Kişinin, yerinden başka yere çıkması.
Cülus
Oturuş. Oturma. * Padişahın taht'a oturması.
cülûs
tahta çıkma.
Cülusiyye
Taht'a çıkan hükümdarlar veya padişâhlar için yazılmış yazı veya söylenmiş şiir. * Hükümdarın tahta çıktığı ilk gün verdiği bahşiş.
Cülus-u hümâyun
Padişahın taht'a oturma merâsimi.
Cülüban
Sahtiyandan yapılan dağarcığa benzer bir kap.
Cülünbak
Diş gıcırtısı. * Kapı gıcırtısı.
495
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cülza
Sağlam deve.
Cüma'
Toplamak. Cem'etmek.
Cümâde
Arabi ayların beşinci ve altıncısının adı.
Cümâd-el-âhire
Arabi ayların altıncısının adı.
Cümâd-el-ûlâ
Arabi ayların beşincisi. Cemazi-yel-evvel.
Cümah
Kibirlenmek.
Cümale
(C.: Cümâlât) Gemi urganı.
Cümame
(C.: Cümâm) Yuvarlak inci. Kıymetli taş. Gümüşlü boncuk. Büyük inci tanesi. Gümüşten yapılıp dizilen inci gibi toplar.
Cüman
İri inci.
Cümane
Tek inci.
Cümase
Soğuk, berd.
Cümaz
Gümüşlü boncuk.
Cümbüş
(Bak: Cünbiş)
Cümcüme
(C.: Cemâcim) Baş kemiği, kafatası. * Ağaç çanak. * Arabdan bir kabile.
Cümd
Taş.
Cümel
(Cümle. C.) Cümleler. Birden fazla anlama gelen sözler. Mecmular. (Bak: Cümmel)
Cümhure
İçi boş kemik.
Cümle kapısı
Sarayın büyük kapısı. * Dış kapı.
Cümle şirân-ı cihân
f. Cihânın bütün arslanları.
cümle
bütün, hüküm bildiren söz.
Cümle
Hep, bütün, tam. * Gr: Tam mânâyı ifade eden, kaideye uygun söz.
Cümle-i asabiye
Tıb: Sinir sistemi.
496
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cümle-i cezâiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: ""Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın"" cümlesindeki ""kelimelerin mânasını anlarsın"" cümlesi, cümle-i cezâiyedir."
Cümle-i fiiliye
f. Fiil ile başlayan arabça cümle. Fiil cümlesi.
Cümle-i ihbâriye
"(Cümle-i haberiye de denir) Bir hâdiseyi, bir nesneyi bildiren cümle. Bunun zıddı: cümle-i inşâiyedir; emir ve nehiyleri bildirmek gibi."
Cümle-i ismiye
f. İsimle başlayan arabça cümle. İsim cümlesi.
Cümle-i mu'terize
Cümlenin mânasını açıklamak için parantez içine yazılan cümle.
Cümle-i müste'nefe
Kendinden önceki cümleden bağımsız, müstakil cümle.
Cümle-i şartiye
(Bak: şart)
Cümle-i tefsiriye
"(Cümle-i müfessire) ""Yâni, meselâ"" gibi sözlerle başlayıp önceki cümleyi açıklayan cümle."
Cümle-i ûlâ
Birinci cümle. Evvelki cümle.
Cümleten
Bütün, hep, kâffeten, cemian, hep birden.
Cümma'
Bir araya gelerek toplanmış şey, küme.
Cümmah
Temrensiz, ucu yuvarlak ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirlerdi)
Cümmar
Hurma yağı denilen beyaz bir maddedir ve hurma ağacının başından çıkar ve araplar onu yerler.
Cümmel
(Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced. (Bak: Ebced) * Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı.
Cümmet
Suyun biriktiği yer. * Başta toplanan saç. * Omuzlara inen saç.
Cümmeyz
İncire benzer bir yemişin adı.
Cümre
Süvari alayı, bin atlı cemaat.
Cümse
Hurma koruğu.
497
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cümûd
cansız, donuk.
Cümud
Donuk. Katı. Sert. * Mc: Gayretsiz. * Soğukluk.
cümûdet
cansızlık, donukluk.
cümûdiye
buzul.
Cümudiye
Büyük buz dağ. Glâsiye. Buzul. Aysberg.
cümûdiyet
donukluk, katılık.
Cümud-u ayn
Göz donukluğu.
Cümum
Suyu çok olan kuyu. * Su kuyuda çok olmak (mânâsına mastardır).
Cümûs
Donmak.
Cümza
Seri davar.
Cümzan
Hurma nevilerinden bir hurma.
Cümze
Toplanmış hurma.
Cünabe
f. İkiz çocuk.
Cünaf
Kuruluk.
Cünah
"Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup, harec, sıkıntı ve alelıtlak ism-i vebal mânasına da gelir ki, ""günah"" kelimesinin aslı budur. (E.T.) (Bak: Günah)"
Cünbân
"f. ""kımıldanan, kımıldatan, sallanan, oynayan, oynatan, hareket eden"" mânâlarına gelir ve sıfatlar yapar. Dünbâle-cünbân $ : Kuyruk sallayan."
Cünbide
f. Sallanmış, kımıldanmış, hareket etmiş.
Cünbiş
f. Kımıldanma, hareket. * Zevk, eğlence, cünbüş.
Cünbiş-geh
f. Cünbüş yeri, eğlence yeri.
Cünbiş-i zemin
Deprem, zelzele, yer sarsıntısı.
Cünbuh
Kalın, uzun ve yüksek nesne. * Büyük bit.
Cünbüde
Kümbet, kubbe.
498
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cünbüş
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zevk, eğlence. * Hareket, kımıldanma. * Uta benzer bir çalgı. (Doğrusu: Cünbiş'tir).
Cünbüz
Kemer, kubbe, kümbet.
Cünd
Er, asker. Ordu. * Bir kimsenin yardımcıları. * Şehir.
Cündeb
(Cündüb) Bir nevi çekirge. * Mc: Yağmacı.
Cündî
Süvâri, sipâhi, ata iyi binen, binici.
Cünduh
Büyük çekirge.
Cündüb
(C.: Cenâdib) Bir nevi çekirge.
Cü'ne
Hokka.
cüneyd
askercik.
Cüneyd
Küçük asker. Askercik.
Cüneyd-i bağdadî
(Hicri: 207-298) Şafii Hz.lerinin talebesinden ders almıştır. Zamanın kutbu sayılmıştır. 30 defa yaya olarak hacca gitmiştir. Büyük velilerdendir. (K.S.)
Cünh
Koruma, esirgeme, himâye ve muhafaza etme.
Cünha
Suç, kabahat. Te'dib cezâsına müstahak olanın suçu.
Cünnab
Bitişik olan iki yemiş.
Cünnar
Çınar.
Cünnet
Örtü, kadın başörtüsü. * Yağan. * Kalkan.
Cünu'
Yüzü üstüne düşürmek.
Cünud
(Cünd. C.) Askerler. Ordu.
cünûd
askerler.
cünûdullah
Allahın askerleri.
Cünudullah
Allah'ın ordu ve askerleri. (Zerrattan seyyarata kadar bütün mahlukat, Allah'ın emrine tabi birer ordu ve asker gibidir. Mukaddes Kur'an ve
499
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
iman hizmetinde cansiperane ve ihlâs ve feragatla cehd ü gayret eden müslümanlar da Cünudullah ünvanına mazhardırlar.) Cünuh
Yöneliş, meyil.
Cünun
Delilik, cinnet. Delirmek. * Çok olmak. * Otun uzaması.
cünûn
delilik.
Cünüb
Cenabetlik. Şer'an yıkanıp temizlenmeye mecburiyet hâli. * Irak, uzak, baid.
cünüb
gusletmesi gereken kimse.
Cür'a
Bir yudumluk su. İçim, yudum.
Cürade
Soyulmuş nesne.
Cüraf
Sel yolu. Selin aktığı mecrası.
Cürah
Yara.
Cürahüm
İri gövdeli davar.
Cür'a-riz
f. Damla damla döken.* Bir çeşit ibrik.
Cüraşe
Tuz döğülürken etrafına düşen iri parçalar.
Cüraz
Polat. Demir.
Cürbüz
İnsanlar arasında fesâdçılık yapan gaddâr kişi.
Cürcanî
(Seyyid Şerif Ali Bin Muhammed) : (Hi: 760-830) Astarabad (Cürcan) civarında Tacu'da doğmuştur. Mısır'a giderek orada çeşitli âlimlerden ders okumuştur. Şiraz'da müderrislik yapmıştır. Sa'duddini Taftazanî ile kapanan Mütekaddimîn devrinden sonra açılan Müteahhirîn-i Ulemâ devrinin birincisi bu Seyyid Şerif Cürcanî'dir. (K.S.)
Cürce
(C.: Cürâc) Heybeye benzer bir kap.
Cürcur
Deve başı.
500
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cürd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tüysüz, kılsız. * Cilt hastası (deve). * Tüyleri kısa olan (at). * Bitki örtüsü olmayan (arazi). * Piyâdesiz (süvâri).
Cürdan
At ve eşek zekeri.
Cürde askeri
Eskiden hacca giden kafilelerin muhafızlığını yapan asker.
Cürde
Çorak bölge. * Çıplak vücut. * Atlı asker.
cüret
ataklık, kendini bilmezlik.
Cür'et
Yiğitlik, cesaret. Korkmayarak ileri atılmak.
cüretkâr
atak, kendini bilmez.
Cür'etkâr
f. Cesur, cesaretli, yiğit, delikanlı, atılgan, gözüpek.
cüretkârâne
atakça.
Cür'et-yâb
f. Cesur, cesaretli, yiğit, delikanlı, atılgan, gözüpek, cür'etkâr.
Cürez
(C: Cirzân) Tarla faresi.
Cürf
Dere kenarında selin, dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur. (E.T.) * Estiyan adı verilen bir ot.
Cürfüş
Yanları etli olan şişman kimse.
Cürh
(C.: Cüruh) Yara.
Cürha
Birtek yara. * şehadette yani şahidlikte bir tek hükümsüzlük sebebi.
Cürhüm
Yemende bir kabile.
Cürm
(Cürüm) Kabahat, kusur. Hatâ. İsyan. Günah. Kanun hilâfına hareket.
cürm
suç.
Cürmane
f. Ceza, mücâzat.
Cürm-nak
f. Suçlu, kabahatli.
Cürmuk
(C.: Cerâmik) Çizme.
Cürmuz
Küçük havuz.
Cürm-ü meşhud
Suç üzerinde suçluyu yakalamak. Görülen suç. (Suç üstü)
501
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cürmümeşhud
suçüstü.
Cürn (cerin)
(C: Cüren) Hurma kurutulan ve harman yapılan yer.
Cürre
Cesur, cesaretli, cür'etkâr, cür'et-yâb, yiğit, delikanlı, gözüpek, atılgan. * Uçan her çeşit kuşun erkeği. * Bir zira' miktarı ağaç. (Ağacın başında bir küfe, ortasında bir ipi olup onunla geyik avlarlar.)
Cürre-baz
f. Atmaca kuşu. * Erkek şahin veya akdoğan. * Hızla uçan ok.
Cürsum
(C: Cerâsim) Her nesnenin aslı.
Cürsume
(Cürsâm) Kök, asıl, temel. Bir tohumun özü. İlk hücrelik. * Gırtlak kapağı. * Karınca yuvası.
Cürsume-i dıraht
Ağacın kökü.
Cürsun
Üzerine binâ yapmak için duvardan dışarı uzattıkları ağaç.
Cürş
Yemen diyarında bir yerin adı. * Başı tırnakla taramak.
Cürşu'
Büyük karınlı deve.
Cürub
Beddualar, bed ve kötü dualar, fenâ sözler.
Cüruh
(Cürh. C.) Yaralar.
Cürum
Sıcak, çukur yer.
Cürûn
Bezin eskimesi. * Yumuşak olmak. * Bir nesne aşınmak. * Alışkanlık, itiyat.
Cürüf
Uçurum, yar.
cürüm
suç.
Cürüz
Verimsiz çorak yer.
Cürvaz
Karnı büyük olan kişi.
Cüryaz
(C: Cerâyız) Karnı büyük olan.
Cürz
(C: Cirzan) Köstebek.
Cürzum
(C: Cürâzim) Çok yiyen kişi.
502
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cüsacis
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Büyük deve. * Kılların veya otların sık ve çok olup birbirine karışması.
Cüsad
Karın ağrısı.
Cüsal
Tarla kuşu.
Cüsale
Sonbaharda dökülen yapraklar.
Cüsam
Uykuda gelen ağırlık, kâbus.
Cüses
(Cüsse. C.) Cüsseler, gövdeler, bedenler, cisimler, kalıplar, cesetler.
Cüseym
Cisimcik. Küçük cisim.
Cüseymat
(Cüseym. C.) Küçük cisimler, cisimcikler.
Cüsman
Organlarla birlikte vücudun tamamı. * Her nesnenin cismi ve cesedi.
cüsse
gövde, kalıp, beden,
Cüsse
Gövde, kalıp, beden.
Cüsse-dâr
f. İri yapılı, cüsseli kimse, irikıyım kişi.
Cüst ü cu
Arayıp sorma, araştırma, arama.
Cüst
f. Araştırma, arama.
Cüsu
Diz üstünde çökmek.
Cüsu'
Tamahkârlık, pintilik, harislik, cimrilik.
Cüsum
Kuşun, uyuması vaktinde göğsünü yere koyup çömelmesi. Çömelip oturmak. * Uykuda gelen ağırlık. Kâbus. * Oturmak.
Cüsur
(Cisr. C.) Köprüler.
Cüsüvv
Kurumak, yebs. * Donmak, cümud.
Cüsve
Bir yere biriktirilmiş taş.
Cüsy
Diz üstüne çökmek.
Cüşa'
Çok yemekten dolayı genirmek.
Cüşem
Deve göğsü.
Cüşre
Öksürük. * Göğüs sertliği.
503
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cüşu'
Durmak, kıyam. * Huruç etmek, çıkmak. * Hafif yay.
Cüşur
Sabah yerinin ağarması.
Cü'şuş
Göğüs. Sadır.
Cüşüm
Kısa boylu, tıknaz kimse.
Cüvad
Susamak.
Cüval
f. Çuval.
Cüvalik
(C.: Cevâlik) Çuval.
Cüvan
(Bak: Civân)
Cüvar
(Civâr) Yakınlık. Komşuluk. * Himâyet, korumak. * Riâyet. * Süt emen deve yavrusu. * Karga sesi. * Öküz avazı.
Cüveyre
Küçük câriye, câriyecik.
Cüvvet
Kırba yaması. * Bir parça yer. * Siyaha yakın boz renk. * Demir pası.
Cüyud
(Cid. C.) Gerdanlar, boyunlar.
Cüyuş
(Ceyş. C.) Ceyşler, askerler, neferler, erler. Ordular.
cüz
bölüm, parça.
Cüz
Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası. * Kitab forması. * Küllün mukabili. * Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası. * Kanaat. İktifâ eylemek. * Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi pekiştirip muhkem kılmak. * Kız evlâdı.
Cüzae
Bıçak sapı.
Cüzaf
Götürü pazar.
Cüzam
(Cüzzam) Hansel basilinin (mikrobunun) sebep olduğu bulaşıcı bir deri hastalığı.
Cüzame
Hasaddan sonra ekinden bâki kalan ekin.
Cüzare
Devenin etrafı (ayakları ve başı gibi.)
Cüzaz
Kesilmiş ve parçalanmış olan şey.
504
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cüzaze
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Cüzâzât) Pâre pâre etmek, ayırmak, kesmek. Ağaçtan yemiş düşürmek.
Cüzbend
Bir çeşit cüzzam hastalığı. * Ciltçi.
Cü'zer
(C.: Câzer) Geyik buzağısı. * Yaban sığırının buzağısı.
Cüzeyr
Kök dalı, ince kök.
Cüzeyre
Küçük ada, adacık. Etrafı su ile çevrili küçük kara parçası.
Cüzhan
f. Kur'ân-ı Kerim cüzlerini okuyan kimse.
Cüz-i asgar
En küçük cüz. En ufak parça.
Cüz-i ihtiyar
"Dilediği gibi hareket edebilme. Yani: Herhangi bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda bir tarafı tercih etmek iktidar ve serbestliği. Bu serbestlik ile, Cenab-ı Hak insanları, iyiliği veya kötülüğü istemek cihetinde imtihan eder.(Halbuki; o cüz-i ihtiyarî denilen silâh-ı insanî hem âciz hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez. Kesbden başka hiçbir şey elinden gelmez. Îman o cüz-i ihtiyarîyi, Allah namına istimal ettirip herşeye karşı kâfi getirir. Bir askerin cüz'î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi. S.)"
Cüz-i irade
İradeden bir cüz. Allah tarafından insana verilen irade. (Bak: İrâde)
Cüz-i lâyetecezzâ
Bir daha bölünmeyen en küçük parça. En küçük cisim parçası. Tecezzisi kabil olmayan. Atom. Yani parçalansa, maddîlikten çıkıp kanun-u İlâhî ile bir nevi kuvvete inkılâb eder.
Cüz'i
Azdan olan. Parçaya âit olan. Biraz. Pek az. Kıymetsiz. Mühim olmayan. Esasa ait olmayan. Cüz'e âit olan. Külli olmayan.
cüzî
pek az, ferdi.
cüziihtiyar
az bir seçme hürriyeti.
cüziirâde
insanın azıcık iradesi.
505
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Cüz'iyyat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar.
cüziyyât
cüziler.
Cüz'iyyet
Azlık, cüz'î oluş.
cüziyyet
azlık, küçüklük.
Cüzur
(Cezr. C.) Kökler.
Cüz-ü ferd
Bir varlıktan veya bir vücuddan bir parça. * Atom. (Bak: Cüz-i lâyetecezzâ).
Cüz-ü tamm
Bütün. Bir şeyin, temel vasıflarının tamamını toplayan parçası. Parçalandığı vakit ana vasfını ve asliyetini kaybeden şey.
Cüzve
(Cezve-Cizve) (C: Cezey-Cizey) Kalın ağaç parçası. * Ateş közü.
Cüzzam
(Bak: Cüzam)
Cüzzet
Kaftan.
Çaba
Cehd. Gayret, herhangi bir işi yapmak için harcanan güç.
Çabük
f. Çabuk, seri, aceleli, hızlı, tez, hafif.
Çabük-hırâmân
f. Sür'atli yürüyen. Çabuk yürüyen.
Çabük-rev
f. Çabukça giden.
Çaçaron
İtl. Çok konuşan, çenesi düşük, geveze.
Çaçele
f. Postal, ayakkabı, çarık, pabuç.
Çader-i kuhlî
Sema, gök. * Karanlık gece.
Çağ
Zaman, vakit, esnâ, hengâm, mevsim. * Yaş. * Boy, kamet, tenâsüb, lüzumu derece semizlik.* Devir, tarih çağları. (İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ.)
Çağatay
Cengiz Han'ın oğlu Çağatay Han'ın ismine nisbetle Mâvera-ün Nehr taraflarında oturan Doğu Türklerine ve edebî lisan olarak kullandıkları Doğu Türkçesine verilen isimdir.
506
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çağdaş
(Bak: Asrî)
Çağdışı
Askerliğe alınma çağı dışında. * Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları zaman şimdi bunu benimseyenlerin zavallılıkları da anlaşılmış olacaktır. Körükörüne çağın her düşüncesini benimsemek, müslümana yakışmaz. (Bak: Asrî)
Çağla
(Çağala) Badem, erik, kayısı gibi yemişlerin yenebilen ham meyvesi.
Çağlar
Kayalara veya setlere çarparak, yerden köpürerek düşen su. Şelâle, çağlayan.
Çağrışım
"Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem'in de aklı gelmesi gibi..."
Çağz
f. Kurbağa. * Korku, havf. * Kapandığı halde hâlâ içinde cerahat bulunan yara. * Ah ü fizar. İnilti.
Çâh
(Çeh) f. Kuyu. Çukur.
çah
kuyu, çukur.
Çâh-ı bün
Kuyu dibi.
Çâh-ı yusuf
Hz. Yusufun (A.S.) kardeşleri tarafından atılmış olduğu kuyu.
Çâh-ı zemzem
Zemzem kuyusu.
çâk
çatlak, yarık.
Çak
f. İyi, güzel, sıhhatli, şişman.
Çakacak
f. Silahlı çatışmadan çıkan ses.
507
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çakaloz
Çakıltaşı atan bir nevi küçük top.
Çakçak
Parça parça, yırtık pırtık. * Kılıç ve emsâli şeylerin sesleri.
Çâker
f. Kul, köle.
Çâkerâne
f. Kölecesine, köle gibi.
Çâkerî
f. Abd'e, köleye ait. * Kölelik. Kulluk, abdlik, esirlik, cariyelik.
Çakmaklı
Ağızdan dolan ve tetik yerinde bir cins çakmakla ateş alan eski tüfek çeşitlerinden biri.
Çakşır
İnce kumaştan yapılan uzun bir çeşit şalvar. * Kuşların ayağındaki tüy.
Çakuç
f. Çekiç.
çal
alnında ve ayaklarının üstünde beyazlık bulunan hareketli at.
Çal
İsimlere önden eklenip, onun daima hareket edip oynamakta olduğuna işaret ve delâlet eder. Meselâ: Çal-at : Durduğu yerde de hareket eden at. * Bir şeyi şiddetle kapmaya delâlet eder. Meselâ: Çal-yaka: Yakasından kapmak, şiddetle yakalamak.
Çala
İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem: Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak.
çalab
ilâh, Rab.
Çalab
t. İlâh. Mâbud. Cenâb-ı Hak, Rab.
çalâk
atik, çabuk.
Çalak
f. Yerinde durmayan, çabuk, oynak. Dâima çalışan. Her bir hareketi çabuk olan. * Akıl ve ferâseti açık.
Çalakî
f. Çeviklik, süratlilik, tezlik.
Çal-at
Hareketli, yerinde duramayıp şahlanan at.
Çalbus
f. Dalkavuk, yaltakçı.
508
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çalçene
t. Durmayıp konuşan, geveze.
Çalgı
Müzik âleti. Müzik, çalgı. (İslâm âlimleri insanda maddi, hayvâni hisler ve hevesler uyandıran müziğin haram olduğunu bildirmişlerdir.)
Çalım
Tavır, eda. * Kılıcın keskin tarafı, ağzı.
Çâlik
f. Çelik çomak oyunu.
Çâliş
f. Savaşta düşmana karşı gurur ve naz ile yürüme. * Mukabil, karşı durma. * Savaş, muharebe, harp, ceng, mücadele. * Birleşme.
Çam
f. Eğrilme, bükülme. * Salınma.
Çâme
f. şiir ve gazel. Manzume.
Çâme-gûy
f. Şair.
Çamular
Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.
Çamulari
Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.
Çane
f. Çene.
Çap
f. Basma, baskı, tab.
Çapar
Postacı.
Çapkun
Seri ve yorulmaz neviden iyi bir at cinsi.
Çaplus
f. Dalkavuk, yaltakçı.
Çapûl
f. Yağma, saldırı.
Çapûlcu
Düşman toprağına atla hücum edip yağma eden. Akıncı, yağmacı.
Çar naçar
f. İster istemez, mecburiyetle.
Çar u yek
Dörtte bir.
Çar
(Slavca) Eski Rus İmaparatorlarının ünvanları. * Bulgar kralı.
çâr
dört.
Çâr
f. Dört. Cihâr.
çar
Rus imparatoru.
509
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Çâr-bâliş(t)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Evvelce padişahların ve makamca büyük olanların üzerlerine oturdukları dört katlı şilte. * Dört unsur.
Çâr-cihet
Dört cihet. Cihat-ı erbaa.
Çâr-çeşm
Dört göz.
Çâr-çiz
Dört şey.
Çar-deh
f. Ondört.
çâre
çıkar yol, kurtuluş yolu.
Çâre
f. Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. * Hile. * Bir def'a. * Ayrılık.
Çar-ebru
Dört kaş. * Bıyığı yeni gelmiş delikanlı.
Çâre-cu
f. Çâre arıyan.
Çare-i halâs
Kurtuluş çaresi.
Çar-erkân-ı cuvanî
Padişahın özel hizmetlerinde bulunan ve Enderun'un azamlarından olan dört kişi hakkında kullanılan bir tabirdir.
Çâre-sâz
f. Çâre bulan.
Çar-gâh
"f. Dört taraf ki, bunlar; şark, garb, şimal, cenub'dur. * Dünya, küre-i arz, cihan. * Türk musikisinde bir makam adıdır."
Çar-guşe
f. Dört köşe. Dört taraf. Dört yön.
çarh
çark, felek, talih.
Çarh
Çark, tekerlek. * Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden, dönen. * Çakır doğan. * Talih.
Çarha
f. Ordunun ilerisinde bulunan askerlerin yaptıkları tâlim. * Çıkrık gibi dönen yuvarlakça bir cins dolap.
Çarh-ı ahdar
Gök kubbe.
Çarıyar
(Bak: Çaryâr)
510
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
çarıyâr
dört büyük halife.
Çariçe
(Slavca) Rus İmparatoriçesinin nâmı.
çariçe
Rus imparatoriçesi.
çark
dönen, felek, talih.
Çark
f. (Çarh-Çerh) Dönen pervaneli tekerlek. * Vapur, değirmen ve dolap çarkı. * Bir makinenin dönen tekerleği, çok zaman bu tekerlek makineyi çalıştırır. Her çeşit tekerlekli makine. * Dönerek işleyen âlet. * Koz: Birbiri içinde dönen feleklerden mürekkeb kâinat, felek, eflâk. * Baht. Talih. şans.
Çark-ı felek
Bir makine veya dolaba benzetilen gökyüzü. * Mc: Tâlih, baht. * Yakıldığı zaman dönerek ateşler püskürten bir çeşit donanma fişeği. * Bir nevi sarmaşıklı nebat çiçeği.
Çarmıh
"f. (Çar: Dört; Mıh: Çivi) Salib. Suçluyu haça germek için kurulmuş, haç şeklinde darağacı. * Geminin direkleri başından aşağıya inen kalın ipler."
çarmıh
suçluyu bağlamak için kurulmuş haç şeklinde ağaç.
çarnâçar
ister istemez.
Çarpa
f. Eşek, deve, koyun v.s. gibi dört ayaklı hayvanlar.
Çarsu
f. Dört taraf. Dört tarafı olan şey. * Çarşı, pazar.
Çarşaf
Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü. * Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanılagelmiştir. Çeşitli renklerde olabilir. Çarşaf kadar ucuz ve pratik İslâma uygun başka bir giyecek yapılmadığı için, çarşaf giyenleri kınamak çok haksızlıktır. Çarşaf zengin ve fakir ayrımını
511
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kaldırır. İç giyimi örttüğü için ailelerin birbirine özenerek israfa düşmelerini, gösterişi, çekememezlikleri ve bundan doğan huzursuzlukları önler. Ferâce, car, cilbab denen örtüler de, bu tarz örtü çeşitlerindendir. (Bak: Tesettür) Çar-şeb
f. Cilbab, ferace, çarşaf.
Çar-şenbih
f. Haftanın dördüncü günü. Çarşamba günü.
Çarta(re)
f. Dünya, âlem, küre-i arz. * Dört unsur. * Dört teli olan kemençe.
Çar-tak
f. Çardak. * Dört köşe çadır.
Çârub
f. Süpürge.
Çârub-zen
f. Süpürücü.
Çaruğ
f. Çarık.
Çarüm
f. Dördüncü.
Çar-yar
Dört dost. (Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.) lerin nâmları.) Dört Halife, Hulefâ-i Erbaa veya Ashab-ı Güzin diye de ihtiramla anılırlar.
Çar-yarî
f. Çar-yâra ait. Sünnîlik.
Çar-yek
f. Çeyrek, dörtte bir. * Saatin dörtte biri, onbeş dakika. * Mecidiye denilen gümüş sikkenin dörtte biri ki, beş kuruşluk bir gümüş sikkedir.
Çar-zeban
f. Geveze, çenesi düşük, lüzumsuz olarak konuşan.
Çaş
f. Tahıl yığını, hububat.
Çaşit
Casus.
Çaşni
Çeşni, lezzet, tad. Yemeğin tadına bakmak için ağza alınan miktar, tadımlık.
Çaşt
f. Kuşluk yemeği. * Kuşluk vakti.
Çavele
f. Güzel renkli bir cins gül. * Eğri büğrü, yamuk.
512
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Çavuş
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vaktiyle divanlarda hükümdarların hizmetinde bulunan yaver veya muhzır gibi subaylara denilirdi. Tanzimattan evvelki Osmanlı saray teşkilatında çavuşlar, padişahın yaverleri ve çavuşbaşı mabeyn müşiri idi. * Onbaşıdan üstte ve assubaydan alttaki derecede olan asker. * İşçilerin başları, şefleri.
Çe
(Bak: Çi)
Çeç
f. Hububat elenen kalbur. * Harman savurmakta kullanılan yaba.
Çeçek
f. Gül. Çiçek. * Gönül. * Çiçek hastalığı. * Vücutda çıkan ben.
Çeh
f. Kuyu, çukur.
Çehan
f. Damlıyan, damlayıcı.
Çehâr
f. Dört, erbaa.
Çehâr-deh
f. Ondört.
Çehâr-gâne
f. Dört unsur.
Çehâr-pâ
f. Dört ayaklı hayvan.
Çeharüm
f. Dördüncü.
Çehre
f. Vech, yüz, surat. * Mc: Surat asmak, dargınlık. * Görünüş, şekil, zahir.
çehre
yüz.
Çehre-nümud
f.Yüzünü gösteren, yüz gösterici.
Çehre-perdaz
f. Ressam.
Çek
"Çekoslovakya, Bohemya ahalisinden olan ve Çek'ce konuşan kavim ki, Osmanlı metinlerinde ""çeh"" diye geçer."
Çekan
f. Damlamış, damlıyan.
Çeki
Odun gibi ağır cisimleri tartmada kullanılan 250 kiloluk ağırlık ölçüsü.
513
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Çekide
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Gürz ve topuz gibi eski zamanlarda kullanılan savaş âletleri. * Damlamış.
Çekimser
t. Taraf tutmayan.
Çekre
f. Küçük su damlası. Su serpintisi.
Çelebi
Efendi, kibar kimse. * Mevlâna postnişinine verilen ünvan. * Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi. * Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine verilen ünvan.
çelebi
efendi.
Çele-çepe
f. Sağa sola.
çeleçepe
sağa sola.
Çelenk
f. Eskiden kadınların süs için başlarına taktıkları mücevher veya madenlerden yapılmış sorguç. Halka şeklinde çiçek veya yapraklı dal demeti. (Cenazelere çelenk göndermek İslâm âdeti değildir, israftır.)
Çelipa
f. Haç, put, sanem. * Eğik ve kıvrık çizgi.
Çem
f. Naz ve eda ile salınarak yürüme. * Ziynetli, süslü, düzgün. * Cürüm, kabahat, suç. * Taam, yemek. * Mâna. * Kazanılmış, toplanılmış.
Çember
(Bak: Çenber)
çemen
çimen, yeşillik.
Çemen
Yeşil ve kısa otlarla kaplı yer, çimen. Ağaç ve çiçekleri olan yeşillik, çayır. * Pastırmaya konulan bir çeşit ot.
Çemenistan
f. Bahçe, çimenlik.
çemenzâr
çimenlik.
Çemenzar
f. Yeşillik, çayır.
Çenber
f. Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. * Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını
514
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta halka. * Başa ve boyna bağlanan yemeni. * Esirlik, bağlılık, kölelik. * Geo: Bir düzlemde bulunan sabit noktadan aynı uzaklıktaki noktaların meydana getirdiği geometrik şekil. Çend
f. Kaç tâne? Ne kadar? * Birkaç. Üç-beş gibi adet. * Herhangi bir şeyin yüzde biri.
Çendan
f. Gerçi, her ne kadar. O kadar. Pek o kadar.
çendan
gerçi.
Çendî
f. Bir müddet, biraz.
Çendin
f. Kaç, kadar, ne kadar, bu kadar.
Çeneb
f. Sünnet.
Çeng
f. Pençe. * El. * Çalgı âletlerinden bir saz çeşidi. * Eğri büğrü.
Çengar
f. Yengeç. * Bakır pasından yapılan yeşil boya.
Çengel
f. Pençe. * Bir şey asmağa yarayan alet. * Orman, ağaçlık yer.
Çengi
Zil ve kaşık vurarak oynayan dansöz ve rakkase ki, ekseriyetle çingene kızlarındandır.
Çep şüden
f. Solak olmak. * Mc: Doğruluktan yüz çevirmek.
Çep ü rast
Sağ ve sol.
Çep
f. Sol, yanlış, falso.
Çepel
Kirli, bulaşık, karışık, çamurlu.
Çep-endaz
f. Hileci,hilekâr, hile yapan kişi.
Çeper
Cidar, duvar.
Çera
f. Niçin, niye böyle? * Mer'a. Otlak.
Çerag
f. Işık. kandil. Lâmba. Mum. * Kutlu, mutlu. * Otlak. Mer'a. * Otlama. * Tekaüd. * Talebe.
Çeragan
f. Etrafı aydınlatma, şenlik. Kandil donanması, çırağan.
515
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çerag-çeşm
f. Evlat, çocuk, veled, insan yavrusu.
çerağ
çıra, lamba.
Çerakise
(Çerkes. C.) Çerkesler. Kafkasyada yerli bir kabilenin adı.
Çeram
f. Otlak.
Çera-zar
f. Otlak, çayır.
Çerb
f. Besili, semiz, yağlı. * Muvafık, münasib, uygun. * Temayüz, imtiyaz. Diğerlerinden fazla ve üstün olma.
Çerb-ahur
f. İçinde yemi bol olan ahır. * Bolluk içinde yaşıyan kimse.
Çerb-dest
f. Eli işe yatkın. Sür'atli, eli çabuk.
Çerbî
f. Tatlılık, yumuşaklık.
Çerb-pehlu
f. Besili, semiz, gövdeli, yağlı.
Çeres
f. Zindan, hapishane. * Zulüm, işkence. * Mer'a, otlak. * Üzüm teknesi.
Çerh
f. Çark. Dolap. * Felek. Talih. * Dingil üzerine dönen. * Gök. * Def. * Zenberek. * Mancınık. * Elbise yakası. * Ok yayı. * Çakır gözlü doğan kuşu.
Çerhiden
f. Kendi etrafında dönmek.
Çerkes
Kafkas kavimlerinden biri. * Bu kavme mensub olan kimse.
Çerm
f. Hayvan ve insan derisi. Post.
Çespan
Lâyık, uygun, münasib, muvafık, yakışır.
Çespide
f. Lâyık, uygun münasib, muvafık, yakışır.
Çeş
"f. ""Deneyen, sınayan, tadına bakan"" mânâsına gelerek kelimelere eklenir."
Çeşan
f. Topuz, gürz.
Çeşende
f. Tadıcı, tadan, tadına bakan.
Çeşide
f. Tadmış. Tadılmış olan.
516
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çeşiden
f. Lezzetine bakmak. Tadmak.
Çeşm
f. Göz. Ayn. Dide.
çeşm
göz.
Çeşman
(Çeşm. C.) Çeşmler, gözler.
Çeşm-aşina
f. Göz aşinalığı olan, tanıdık.
Çeşm-aviz
f. Yüz örtüsü, peçe.
Çeşm-dar
f. Bekliyen, gözliyen.
Çeşm-deride
f. Sıkılmaz, utanmaz, arsız.
çeşme
pınar.
Çeşm-i âhu
Ceylân gözü.
Çeşm-i bed
Kem göz.
Çeşm-i dil
Basiret. Kalb gözü.
Çeşm-i gazub
Kızgın bakış.
Çeşm-i giryân
Ağlayan göz.
Çeşm-i hoş-nigâh
Güzel bakışlı göz.
Çeşm-i istikbâl-binî
Gelecek zamanı, istikbâli gören göz. Kuvve-i kudsiye ve ferâset ve basiretle ileriyi bilen nazar.
Çeşm-i mest
Sarhoş göz, mest olmuş göz.
çeşmidîl
gönül gözü.
çeşmigiryân
ağlayan göz.
Çeşm-zahm
Nazar değme.
Çeşn
(Çeşen) f. Bayram, îd. * Düğün. * Ziyafet, şölen.
Çete
Bölük, birlik, takım. Bir reisin idaresi altında bulunan birlik. * Asker bölüğü, müfreze. * Çapulcu ve akıncı takımı.
Çetin
Sert. * İnatçı, dik başlı. * Zor, güç.
Çetr
f. Gece. * Gölgelik, çadır, şemsiye.
517
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çetr-i anberin
Karanlık gece.
Çetr-i nur
Güneş, şems.
Çetu
f. Perde, örtü.
Çetuk
f. Serçe kuşu.
Çevgan
f. Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek. * Baston, ucu eğri değnek.
Çevik çalak
Tez, hareketli, çalışan. Yerinde durmayıp hareket eden.
çevik
çabuk davranan.
Çevik
t. Tez hareketli. Oynak. Çabuk hareket edebilen.
çevikçalâk
çevik ve hızlı.
Çeyrek
f. Dörtte bir (Bak: Çâr-yek)
Çıfıtlık
Yahudilik, Yahudi cinsiyet ve mezhebi. * Münâfıklık.
çığır
patika, ince yol.
Çığır
t. Yeni açılan patika yolu. * Ayak izi ile karlı yerde açılan yol. * Başkalarının da uyabileceği yeni bir tarz ve yol. * Çığın açtığı iz, yol.(... Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrib hesabına geçer...L.)
Çımacı
Vapurda ve iskelede çımayı atıp tutmak vazifesiyle görevli tayfa.
Çi
(Çe) f. Ne? Nasıl? (Soru edatı) * Taaccüb ve hayret yerinde de kullanılır.
çiçekdanlık
çiçeklik.
çiçekdâr
çiçekli.
Çide
f. Devşirilmiş, toplanmış.
Çi-gune
f. Nasıl, ne çeşit, ne türlü.
Çihar
f. Dört. (Bak: Çâr)
518
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çihil
f. Kırk (sayı). * Mc: Çok, ziyade, fazla.
Çil
(Çihil-Çehl) f. Kırk. * Mc: Çok.
Çile
f. Eziyet. Sıkıntı. * İplik. * Yay kirişi. * Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün.
çile
nefsi ıslah için bir yere kapanıp ibadet etmek.
çilehane
çile evi.
Çilehâne-i uzlet
Çile çekilen yer. Yalnız başına ve çile içinde ibadet yapılan yer.
Çilekeş
Çile çekmiş. Çile dolduran, dert çeken.
Çille
Farsça (40) rakamını gösteren (Çihille) kelimesinin telaffuzunda aldığı şekildir. Daha çok (Çile) şeklinde söylenir. (Bak: Çile)
Çim
f. Rutubetten hasıl olan yosun.* Kesilmiş çimenli yerler.
çimengâh
çimenli yer.
Çin
"f. ""Derleyen, toplayan"" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır."
çîn
buruşukluk.
Çine
f. Kuş yemi.
Çinende
f. Devşiren, toplayan, toplayıcı.
Çin-i cebin
Alın buruşuğu. Alın kırışığı.
Çin-i ebru
Kaş çatıklığı.
Çin-i maçin
Çin ve Çin'in güney kısmı.
çînicebîn
alın buruşuğu.
Çinimaçin
Çin ve Çinin güney kısmı.
Çipil
Gözleri ağrılı ve kirpikleri dökülmüş kimse. * Çepel.
Çirag
f. Fitil, kandil, mum, lâmba. * Çırak. * Talebe, öğrenci, şakird. * Tekaüd, emekli, emekliye ayrılmış olan kişi.
Çire
f. Niçin? Çerâ?
519
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çire-dest
f. Becerikli, eli işe yatkın olan.
Çiregî
f. Bahadırlık, kahramanlık, yiğitlik. * Ustalık. Mâhirlik.
Çirk
Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset. * Yarada olan irin ve kan.
Çirk-âb
f. Pis su.
Çirkâf
f. Çirkef. Pis su. Pis. * Terbiyesiz. Edebsiz.
çirkef
pis su.
Çirkin
f. Güzel olmıyan. * Çok kirli. * Kanlı, irinli çıban veya yara.
Çisan
f. Ne gibi? Nasıl?
Çistan
f. Bilmece.
Çiz
f. Şey. Nesne.
çîz
şey.
çiznök
dane.
Çolpa
f. Bir ayağı sakat olan. * Yürürken ilk defa sol ayağını atan. * Mc: Beceriksiz. Eli yakışıksız.
Çopra
Balık kılçığı. * Sık çalılık veya sazlık. * Uzunca boylu olan tatlı su balığı.
çorak
verimsiz toprak.
Çömez
Medresede talebeye ve müderrise hizmet ederek ilim öğrenen kimse. Talebe yamağı.
Çub
f. Ağaç değnek, sopa. * Çöp.
Çuban
f. Çoban, sığırtmaç.
Çube
f. Oklava.
Çubek
f. Değnek, sopa. Davul tokmağı.
Çug
f. Su arkı. * Boyunduruk.
çuha
sık dokunmuş yün kumaş.
520
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Çuhadar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ayak hizmetinde bulunan çuha elbiseli yahut çuhadan olan perdenin haricinde emre hazır bulunan hademe.
Çun ü çira
f. Nasıl ve niçin.
Çun
f. (Tâlil edatı) Ne zaman ki, çünkü, şu sebepten ki, gibi, şâyet, zirâ, nasıl, niçin, çerâ.. den beri mânalarına gelir.
Çunan
f. Öyle böyle.
Çunin
f. Böyle.
Çuvaldız
Çuval ve ona benzer çul vs. dikmeye mahsus büyük iğne.
Çuval-duz
Çuval dikmeye yarayan iğne.
Çün
f. Gibi. * Zira, çünki, madem ki. * Nasıl, nice.
Çünan
f. Böyle. Bu şekilde. Bunun gibi.
Çünbek
f. Atlama, sıçrama.
Çünki
f. Zira, şundan dolayı ki, şuna binaen ki, şu sebebden ki.
Çüst
f. Çevik, çabuk hareketli. Seri-ül-hareke. * Dar, sıkı. * Muntazam, mükemmel, düzgün. Yakışıklı.
Çüstî
f. Atiklik, çeviklik, çabukluk.
Da' mâ keder
Keder veren şeyi bırak.
Dâ'
(C: Edvâ) Maraz, hastalık. * Meşakkat, zahmet.
Da'
Def'etmek, kovmak. Terketmek.
dâ
hastalık.
Daa
Telef etmek, ziyan etmek.
Daac
Gözün çok siyah ve büyük olması.
Daak
Davarın ayağıyla kazılmış yer.
Daar (daâre)
Fısk. * Kapmak. * Yaramazlık.
Da'at
Horluk, zelillik.
daavât
dualar.
521
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dab
f. şan ve şeref, haysiyet.
Dabar (dıbâr)
(C: Debabir) Cemaat, topluluk.
Dabb
(C.: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele. * Yaraya merhem sürmek. * Akmak. * Süt sağmak. * Yere yapışmak. * Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar). * Hurma çiçeği.
dâbb
kertenkele.
Dabbe
(C.: Dıbâb) Dişi kertenkele. * Kapıya koyulan yassı enli demir.
Dâbbe
Yürüyen mahluk. Debelenen.
dâbbe
yürüyen yaratık.
Dâbbe-süvâr
f. Hayvana binen, binici.
Dâbbet-ül arz
"Hadis-i şerifle âhir zamanda olacağı haber verilen ve âhir zaman alâmetlerinden olan bir nevi mahluk. (Cenâb-ı Hakk'a itâat etmeyenleri içlerinden kemireceği ve yiyeceği bildirilen dehşetli bir mahluk tâifesi.)(Kur'ânda, gayet mücmel bir işaret ve lisân-ı hâlinden kısacık bir ifâde, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'i bir kanaatla bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: $ Nasıl ki Kavm-i Fir'avne ""Çekirge âfâtı ve bit belâsı"" ve Kâbe tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe'ye ""Ebâbil kuşları"" musallat olmuşlar. Öyle de: Süfyan'ın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve ""Ye'cüc ve Me'cüc""ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zir ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dâbbe bir nev'dir. Çünki gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir tâife-i hayvaniye olacak. Belki $ âyetinin işaretiyle, o hayvan, dâbbet-ül arz denilen ağaç
522
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefâhet ve su-i istimâlâttan tecennübleriyle kurtulmasına işâreten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş. Ş.)" dâbbetülarz
âhirzaman alâmeti olan bir yaratık.
Da'bel
Kurbağa yumurtası. * Güçlü, kuvvetli deve.
Dabentî
Güçlü, kuvvetli kimse.
Dabgam
Arslan, esed.
Dabh
"Atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, sahil denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame denilen sesi de değil; hızlı nefes sesi olan bir harıltı ve hohlamadır. Denilmiştir ki: Dabh, bir at ve bir de köpek koşarken olur. (E.T.)"
Dabık
Bir yerin adı.
Dabi
Kül, ramâd.
Dabi'
Yere yapışan, yere yapışıcı.
Dabib
Akmak. Seyelân etmek.
Dabie
Kişinin çoluk çocuğu.
Dabir
Arka, kök, nihâyet. Son, âhir. * Bir nişandan geçen ok.
Dabire
Askerin bozulması.
Dâbiret-ül insan
İnsanın ökçe siniri.
Dâbiret-üt tuyur
Kuşların, ayakları arasındaki parmak.
Dabk
Kendisiyle kuş avlanan bir nesne.
Dabn
Dar nesne.
Dabr
Cemaat. * Yaban cevizi. * Sıçramak.
523
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dabrak
şişman ve etli olmak.
Dabs
(C.: Ezbâs) El ile tutmak.
Dabsem
Arslan, esed.
Dabt
Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak.
Dabuka
Pis. Necis.
Dabure
Yer yüzünde gezen hayvanât.
Dabv
Pişirmek. * Tağyir etmek, değiştirmek.
Dac' $ (ducu')
Yan tarafını yere koyup yatmak.
Dac
Çağırmak.
Da'ca'
Gözü çok siyah ve büyük olan kadın. (müz: Edac)
Dacc
Hacıların hizmetkârı ve devecileri. * Hacılar ile birlikte giden, fakat, hac maksudu olmayan bezirgân.
Dacce
Bir kere çağırmak ve inlemek.
Da'cele
Gitmekte ve gelmekte tereddütlü olmak.
Dacem
Eğrilik.
Daci'
İşlerinde kısaltan. * Yatak arkadaşı.
Dacia
Çok fazla bulut.
Dacic
Çağırış. * Sesi yükseltmek.
Dacin
(C.: Devâcin) Evi öğrenmiş olan davar.
dâcin
bir nevi kuş.
Dacir
Gamkin ve gönlü dar kimse. * Bağırgan dişi deve. * Kederlenmek, hüzünlenmek muztarib olmak.
Dacnan
Tehame vilâyetinde bir dağ.
Dacr(e)
Darlık, kalbin sıkıntılı olması.
Dacuc
Çağıran. * İnleyen. * Sağarken incinen ve inleyen dişi deve.
Dâd u sited
Alış veriş.
524
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dâd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. Adâlet. Hak, doğruluk. * İnsaf. * Vergi, ihsan, atiyye. * Ömür. * Sızlanma. (Adâletle dâd arasında fark vardır; adâlet, binefsihi adâlet edip zulmetmemektir. Dâd ise, başkasının zulmünü def ve izâle eylemektir. L.R.)"
Da'd
Husumet, düşmanlık.
Dad
Oyun, lehv.
dâd
vergi, ihsan.
Da'da'
"""Güzel dur"" mânasına gelir ve düşecek ve dayanacak yerde söylenir."
Da'da
Aklı ve fikri olmayan kişi. * Her nesnenin zayıfı.
Dada
f. Halayık. Çocuk bakıcı. Dadı.
Da'daa
Yakmak. Yıkmak. * Hor ve zelil etmek. * Perâkende etmek.
Dadan
Kesmez kılıç. * Fakir, muhtaç kişi.
Dadar
f. Allah (C.C.) * Adaletli, âdil, doğru olan hükümdar.
Dadaş
Delikanlı, babayiğit kimse. * Erkek kardeş.
Dâd-âver
f. Doğru, adaletli.
Dâd-bahş
f. Hakkı yerine getiren, adaletli.
Dâde
f. Verilmiş, vergi.
Dâden
f. Vermek.
Dâdender
f. Erkek üvey kardeş.
Dâder
f. Karındaş, kardeş, birâder.
Dâder-ender
f. Üvey kardeş.
Dâdgâh
Adliye. Hak yeri, adâlet yeri.
Dâd-ger
f. Doğru, insaflı.
Dadh
Yemen baklası.
Dâdhah
f. Adalet isteyen.
525
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dâd-ı hak râ kabiliyyet şart nist
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cenab-ı Hakk'ın lütf u ihsanında kabiliyyet şart değildir.
Dâd-ı hak
Hak vergisi, Cenab-ı Hakk'ın lütf u ihsanı.
dâdıezel
Allah vergisi.
dâdıhak
Hak vergisi.
Dâdistan
f. Bir işte ortak olma. * Bir işe razı olma.
Dâdrad
f. Allah (C.C.), Cenab-ı Hak.
Dâd-res
f. Yardımcı, yardıma yetişen.
Daele (duule)
Zayıf ve ince olmak. * Hor ve zayıf olmak.
Daf'
Necis, pis.
Dafadi
Kurbağa.
Da'fak
Bol ve geniş olan şey. Vâsi.
Dafate
Ayağa giydikleri bir cins pabuç. * Kişinin aklı ve reyi zayıf olmak. * Bir oyun çeşidi.
Dafef
Çoluk çocuğun fazla oluşu. * Şiddet. * Darlık. * Hâcet. * Acele etmek.
Dafen
Kısa boylu, ahmak adam. * İri gövdeli ahmak kimse.
Dafended
şişman, ahmak adam.
Daff
Dar, zıyk.
Daffat
Devesini kiraya veren deveci.
Daffata
Metâ ve kumaş götüren deve. * Çokluk, cemaat.
Daffe
Yan, taraf.
Dafi'
Def'eden, menedici. Ortadan engeli kaldıran. * Cenâb-ı Hak. (C.C.)
dâfi
defeden, savan.
Dafia
Def eden, muhafaza eden.
dâfia
defetme, savma.
Dafik
Atılarak dökülen. Su ve emsali gibi akarak dökülen.
526
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dafit
Ahmak.
Dafn
Ayakla tekme vurmak ve atmak.
Dafr
Saçı ve ona benzer şeyleri enlice örmek ve dokumak. * Vakarla yürümek. * Def'etmek, kovmak.
Dafuf
Sütü çok olan davar.
Dafv
Tamam olmak. * Malın çok olması.
Dâg
f. Yanık yarası. * İnsan veya hayvan vücuduna kızgın demirle vurulan damga.
Dagal
f. Hile. * Geçmez akçe, kalp para. * Hileci, hile yapan, dolandırıcı. * Çerçöp.
Dagal-bâz
f. Hileci.
Dagas
Çok yemekten dolayı midenin dolması.
Dagb
Harislik, hırslı oluş. * Ovmak.
Dagbus
(C.: Dagabis) Küçük hıyar. * Sirkeyle ve zeytin yağıyla yenen bir ot.
Dagdaga
Dişi olmayan kadın. * Kurdun et yemesi. * Yemeği iki çene arasında geve geve yemek.
Dagf
Almak.
Dagfasa
Semizlik, şişmanlık, besililik, etlilik. * Bol geniş nesne.
Dâg-ı dil
Gönül yarası.
Dagı(yye)
Azgın, başkaldıran, isyan eden, âsi, anarşist.
Dagısa
(C: Devâgıs) Diz üstünde hareket eden yuvarlakça kemik. * Sâfi su.
Dagi
(Bak: Tâgi)
Dagib
Tavşan sesi.
Dagîga
Sıvı hamur.
Dagit
Yanında bir kuyu daha olduğundan suyu çekilip kokan kuyu.
Dagm
Isırmak.
527
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dagma'
Yüzünün rengi siyaha yakın olan dişi koyun.
Dagmire
Karıştırmak, halt.
Dagn
Meyletmek, yönelmek. * Kin tutmak.
Dagr
şiddetle def'etmek. * Bir yere girmek.
Dagre
Bir şeyi kapıp almak.
Dags
(C.: Adgas) Rüyâ karışıklığı. * Karışık olmak.
Dagş
Hücum etmek.
Dagt
Zahmet. Meşakkat. * Bir şeyi bir yere zorla sıkıştırmak. Sıkışmak.
Dagul
f. Dolandırıcı, hileci, hile yapan.
Dagv
Kedi veya tilki çağırmak.
Dagve
(C.: Degavât-Degayât) Huyu yaramaz olmak, hulku çirkin olmak.
Dagz
Yutmak. * Defetmek. * İğrenmek. * Cimâ etmek.
Dag-zen
f. Damga vuran, nişan koyan. * Kalb kıran, gönül kıran.
dâğdağa
gürültü patırtı.
Dağdağa
Gürültü. Iztırab. Boş yere telâş ve zorluklar. * Tereddüt etmek, karar verememek. * Gıcıklamak.
Dağdar
f. Pek acıklı, üzüntülü. * Gönlü yaralı. * Kızgın demirle nişan vurulu. Damgalı. (Milletimde ihtilâf u tefrika endişesi Kûşe-i kabrimde hattâ bi-karar eyler beni, İttihadken savlet-i a'dâyı def'a çâremiz, ittihad etmezse millet, dağdar eyler beni.) Yavuz Sultan Selim Hân.
dâğdâr
yanık, yaralı.
Dağdar-ı teessüf
Çok acı olup, teessüf edilen.
Dağıstan
f. Dağlık yer. * Kafkasya'nın kuzeydoğusunda ve Hazer Denizi'nin batı kıyılarında bulunan bir bölgedir ki, eskiden buraya Albanya denirdi.
528
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dağıt
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Emin. * Nâzır, bakan. * Şiddet veren. * Üzüm toplamada kullanılan âlet.
dağvârî
dağ gibi.
Dağvari
f. Dağ gibi, dağ cesametinde. Dağ büyüklüğünde. Dağa benzer surette.
Dah
f. Hizmetçi, uşak, cariye. * On (10). Aşer. * Korkak. Alçak, aşağılık, âdi kimse.
Daha'
Kaba kuşluk vakti.
Dahal
Aldatmak, mekretmek.
Dahâmet
İrilik, kocamanlık, kabalık, vücutça büyük olmaklık. * Tıb: Hipertrophie.
Dahâmet-i kebed
Tıb: Karaciğer büyümesi.
Dahamis
Bahadır, kahraman. * Karayağız, iri yapılı adam.
Dahas
Kaypancak nesne.
Dahaya
(Dahiyye. C.) Kurbanlık hayvanlar.
Dahb
Bir şeyi ateşte kızdırıp pişirmek.
Dahc
Gizlemek, örtmek.
Dahd
Kahretmek.
Dahdah
(C.: Dahazıh) Arzu, istek.
Dahdaha
Suyun dökülüp saçılması. * Serabın uzaktan su gibi görünüp parlaması.
Dahdar
Beyaz bez.
Dahh
Bevlin uzaması.
Dahhak
Çok gülen. Çok gülücü. * İran'da eski tarihte yaşamış çok zâlim bir hükümdarın adı.
Dahhas
(C.: Dehâhis) Toprak içinde kaybolup bulunmayan küçük bir böcek.
Dahık
Gülen, gülücü.
529
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dahıke
(C.: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi.
Dahıs
Tırnak yakınında olan bir verem hastalığı.
Dahıye
Nâhiye.
Dahi
Eşine ender rastlanır, hârikulâde zekâ, fatanet ve hikmet sâhibi.
dâhî
üstün yetenekli.
Dahike
(C.: Davâhik) Azı dişlerinden her biri.
Dahil
Hayrette kalan kimse.
dâhil
iç, içeri, içinde.
Dâhil
İçeri. İç. İçinde. İçeri girmiş.
Dahîl
Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir. * Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi. * Evvelâ alâkasız olup sonradan bir cemaate dâhil olan. * Edb: Başka bir dilden olup, sonradan diğer bir dile geçen kelime. * Tıb: Vücud âzalarında birbirine girmiş ve sokulmuş olan mafsallar.
dahîl
yabancı, sığıntı.
Dahile
(C.: Devâhil) Bir şeyin içi, içyüzü.
dahîlek
sana sığınırım.
Dahilek
Yalvarırım, sana sığınırım, sana güvenirim (meâlinde.)
Dahilen
İçten, içerden, dâhilden.
dâhilî
içe ait, içle ilgili.
Dahiliye nazırı
İçişleri Bakanı.
dâhiliye
içle ilgili olan, iç işleri.
Dahim
f. Nasib ve rızık.
Dahine
(C.Devâhin) Duman çıkan baca.
Dahir
Dere, vâdi. * Dağ başı.
530
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dahis
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Müfsid, arayı bozan. * Koyun yüzerken deri ile etin arasına elini sokan. * Bir meşhur atın adı.
dâhiyâne
dahice, gayet zekice.
dahiye
felâket, büyük belâ.
Dâhiye
Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi. * Âfet, belâ, musibet. Kazâ. Emr-i azîm. Büyük iş ve hâdise.
Dâhiye-i dehyâ
Çok büyük belâ, musibet.
Dâhiye-i edeb
Edebiyatta dâhi olan, eşine az rastlanan büyük edib.
Dâhiye-i harb
Çok becerikli büyük kumandan.
Dâhiye-i hilkat
Yaradılıştan dâhi olan. Hârika.
Dahiyye
Kurbanlık hayvan.
Dahk
Tere yağı. * Bal. * Kar. * Ağzı yarılmış olan çiçek tomurcuğu.
Dahl (duhl)
(C.: Dihâl-Edhâl-Dahlân) Pencere. * Çukur yer.
dahl
girme, etki.
Dahl
Karışma, girme. * Nüfuz, te'sir. * Vâridat. * İrâd. İtiraz, ta'riz. * Ayıp, töhmet.
Dahm
Şiddetle def'etmek. * Cemaatın kuvvetli olması.
Dahme
f. Mezar, kabir. türbe. * Donanma geceleri atılan hava fişeği.
Dahmes
Sirke tulumu. * Her nesnenin karası.
Dahn
Fesâd. * Bulanıklık.
Dahna
Boz renkli.
Dahr (duhur)
Sürmek. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Horluk.
Dahr
Alçalma. Küçülme. Hor ve hakir olma.
Dahrece
(Dıhrâc) Yuvarlamak.
Dahs
Koyunun derisiyle eti arasına yüzmek için elini sokmak. * Fesad, ifsâd.
531
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dahten
f. Bilmek.
Dahuk
Geniş yol.
Dahul
Geyik tuzağı. * Canavar tuzağı.
Dahül
f. Bostan korkuluğu.
Dahv
Zâhir olmak, görünmek.
Dahve
İlk kuşluk vakti. Güneşin ufukta ilk yükselip yayılmaya başladığı an.
Dahy
(Dahv) Yayıp döşemek. * Deve kuşu yumurtası. (Bak: Udhiy) (968 hicri tarihinde vefat eden Ahter-i Kebir lugatının Müellifi, Kur'an-ı Kerimdeki bu kelimeden dünyanın bir elips şeklinde, deve kuşu yumurtası biçiminde yuvarlak olduğuna âdeta inanmış. Bu gün bilinen bu hakikatı bundan üç asır evvel ifşa etmiştir.) (H. Basri Çantay)
Dahya'
Rûşen, parlak ve nurlu nesne.
Dahye
Kuşluk vaktinde kesilen koyun.
Dai
Dua eden, duacı. * Sebep. * Davet eden. Muktazi. (Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır. Onu yemeğe sevk eder. Buna dai denir.) Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi de daidir. * Çağıran. Müezzin.
dâî
duacı, çağıran.
Dâib
Âdet ve usulünde devam eden. (Bak: De'b)
Dâibeyn
Âdet ve usulünde devam eden iki şey.
Dail
İçen. Şârib. * Mahvolan. * Zaif.
dâil
sapıtmış, azgın.
dâim
devam eden, süren.
Daim
Devam eden. (Daimî, daima, daimen şeklinde de söylenir.)
Daima
(Devam. dan) Her vakit, bir düziye, daimî suretde.
dâima
devamlı olarak.
532
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Daimî
(Devam. dan) Sürekli, devamlı.
daimî
devamlı, sürekli.
Dain
(C.: Daân) Yünlü olan koyun.
Dair
Devreden. Dolaşan. Dönen. Bir şeyin etrafını kuşatan. * Belli bir şey hakkında olan. Alâkalı, müteallik.
dâir
ilgili, devreden.
Daire
Resmi hükümet makamlarından her biri. * Yazıhane. * Büyük bir idare adamının makamı. * Ev veya apartman katı. * Bir manevi te'sirin hükmü geçtiği mahal. * Sınır içi. * Büro, büyük ev, konak. * Çember, düz yuvarlak şekil. * Mat: Merkezden aynı uzaklıktaki noktaların çevirdiği düzlük parçası. * Hezimet ve musibet. Beliye-i muhita. * Dönüp dolaşıp meydana gelen hâdise ve inkılâb.
dâire
saha, alan, geometrik şekil, resmi kurum.
Daire-i âfâk
Ufuklar dairesi. Çok geniş ve büyük dâire, kâinat.
Daire-i ehadiyet
Allah'ın ehadiyetle tecelli ettiği dâire. (Bak: Ehadiyet)
Daire-i esbab
Sebepler dâiresi. Sebep ve kanunların bulunduğu yer olan maddi âlem.
Daire-i esmâ
Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin sahası ve dairesi.
Daire-i imkân
Kâinat. İmkân âlemi. Mükevvenat. Mümkün olan, şartların müsait olduğu âlem. (Daire-i mümkinat da aynı mânada kullanılır.)
Daire-i mümkinat
(Bak: Daire-i imkân)
Daire-i resmiye
Hükûmet dairesi, resmi daire.
Daire-i vücub
Tebeddül ve tagayyür etmeyen ve mümkinat âleminden olmayan âlemler. Esmâ ve Sıfât-ı İlâhiyye gibi. (Bak: Vücub âlemi)
Daire-i vücud
Vücud ve varlık dairesi ve sahası.
dâirevârî
daire gibi.
dâirevî
daire şeklinde.
533
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dairevî
Daire şeklinde. Daire gibi.
Dairezen
Mehter takımında def çalan.
Daiyan
(Dâi. C.) Dua edenler, duacılar.
Dâiye
İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu. * Mücib ve sebep. * Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti. * Arzu, hırs. * Dava. * Bahane.
Dâiye-i tefevvuk
Üstünlük iddiası.
Daiyy
"Şu kimseye derler ki, bir kişi ona ""oğlumdur"" demiş olsun."
Da'k
Ovmak. * Bir şeyi yumuşatmak.
Daka'
Fakirlik.
Dak'a
Toprak.
Dakaik
(Dakayık) (Dakik. C.) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler.
Dakaik-aşina
f. İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan.
Dakaik-ı fenniye
f. İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları.
Dakaik-i umur
f. Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları.
Dakal
Hurmanın iyi olmayan cinsi. * Gemi oku. * Boya.
Dakdak
(C.: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi.
Dakdaka
Davarın tırnağının taşa dokunup ses çıkarması.
Dakdake
Tez tez yürümek, hızlı yürümek.
Da'ke
Deve sürüsü.
Da'kese
"Mecusiler oyunundan bir oyun. (""destibend"" de derler.)"
Dakik
(Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak.
dakik
pek ince.
534
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dakika
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman. * İnce fikir, mülâhaza, nükte. * Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.
dakika
pek ince olan, zaman birimi.
Dakika-bin
f. İncelikleri bilen, ince noktaları gören.
Dakika-şinas
İnce işleri ve nükteleri anlayan, bir işin incelikleriyle uğraşabilen.
Dakis
Bir kimsenin aksırdığında ağzından saçılan tükrük.
Dakk
Vurmak. * Çekmek. Çok yemekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Kapı çalma.
Dakk-ül bâb
Kapı çalmak.
Dakm
Kırmak, kesr.
Dakr
Vurmak, darb.
Dakva(n)
Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu.
Dal
"""Yaban sediri"" denen bir ot."
Da'l
İçmek, şirb.
Dal'
Meyl. Eğrilik. Kuvvet. * Ağır yük götürmek.
Dal(l)
Kur'ân ve imân yolundan sapan. Dalâlete giden, azan. * Azdırıcı, sapkın. * Şaşkın.
Dalaa
Kuvvet. * Eğrilik. * Şiddet.
dalâl
sapıklık, haktan ayrılık.
Dalal
Sapıklık. * Sapmak. Doğrudan, imân ve İslâmiyyet yolundan sapmak.
Dalalet
"İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık.(... Nevâfil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevaplar var;
535
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve tağyir ve tebdili, bid'a ve dalâlettir ve büyük hatadır...... Sünnete ittiba etmiyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azîmedir. L.)" dalalet
sapkınlık, islâmdan ayrılma, şaşkınlık.
dalaletâlûd
sapkınlık karışık.
Dalaletpişe
Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden.
dalaletpîşe
sapkınlık yolunu tutmuş.
Daldal(e)
Taşlı sert yer.
Dalgakıran
t. Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set.
Dalgıç
t. Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam.
Dalı'
Kavi, kuvvetli. * Muhkem, sağlam, sert. * Eğri.
Dalif
(C.: Düllef) Nişandan öteye düşen ok. * Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam.
Dalil
Sert, sağlam, muhkem yer. * Yolu azmış kişi.
Daliye
"(C.: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba ""nâurâ"" derler.)"
dalkavuk
menfaati için hoş görünmeye çalışan, yağcılık ve soytarılık eden.
Dalkavuk
t. Eline maddî menfaatler, para vesaire geçirmek için yaltakçılık ve soytarılık edip kendi vakar ve haysiyetini muhafaza etmeyen adam.
Dall
Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan.
dâll
delil olan, yol gösteren.
dall
sapan, sapıtan.
536
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dalle
Evini bilmeyip başka yere giden davar.
dalle
sapanlar, sapıtanlar.
Dâll-i bi-l fehvâ
(Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.
Dâll-i bi-l ibare
"(Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: ""Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez"" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğine delâlet-i tazammuniye ile delâlet eder. Zekât hususunda, zenginler ile fakirler arasında fark bulunduğuna da delâlet-i iltizamiye ile delâlet eder. (Ist. Fık. K.)"
Dâll-i bi-l iktiza
"(Dâllibiliktiza) İktizası ile delâlet eden. * Ist: Şer'an muhtacun ileyh olan bir lâzime delâlet eden lâfızdır. Başka bir tâbir ile; vaz'olunduğu mânadan mukaddem isbatına şer'an lüzum ve ihtiyaç mevcud olan bir medlule delâlet eden ibaredir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: ""Evini şu kadar liraya benim nâmıma medrese yap"" deyip o şahıs da evini medrese yapsa, o ev o kadar lira mukabilinde o kimse nâmına medrese yapılmış olur. Çünkü bu söz ile: ""Evini şu kadar liraya bana sat"" sonra ""onu benim nâmıma medrese yap"" denilmiş olur. ""Evini medrese yap"" emri bir muktezîdir. Evin satılması da muktezâdır. Bu muktezâ olmadıkça öyle bir mânanın emri hükümsüz kalır. Artık öyle bir emrin sıhhatı için evvelce bu muktezânın vücuduna lüzum ve ihtiyaç vardır. Binâenaleyh, o emir bu muktezaya bi-l iktiza delâlet etmektedir."
Dall-i bi-l işare
"(Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak.Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince
537
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: ""Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır."" ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) arasında fark bulunduğunu beyan için sevk olunmuştur. Bundan asıl murad budur. O hâlde bu ibâre meşru alışverişle faiz arasında fark bulunduğuna ""delâlet-i mutabıkıyye"" ile delâlet ettiği gibi, bey'in helâl, fâizin haram olduğuna da yine ""delâlet-i mutabıkıyye"" ile ""bi-l işâre"" delâlet etmiş olur. Yine bunun gibi bir malın abde verilmesini veya verilmemesini isteyen bir kimseye karşı ""Bu malı hiç bir şahsa vermem"" sözü bu malın abde verilmeyeceğine ""delalet-i tazammuniye ile"" ""bi-l işare"" delâlet eder.)""Evlâdın nafakaları mevludün leh üzerinedir"" ibâresi de çocukların neseblerinin, babalarından sâbit olacağına delâlet-i iltizâmiye ile bil-işâre delâlet eder. Çünkü, babanın mevlüdün leh olması, nesebin kendisinden sübutunu müstelzimdir."" (İst. Fık. K.)" Dallîn
(Dâllûn) Sapkınlar. Müslümanlıktan ayrılanlar. Kur'an hakikatlerinden ayrılıp sapanlar.
dallîn
sapkınlar.
dâlliyet
delil olma, yol gösterme.
Dalliyet
Delil oluş. İsbata vâsıta olmak.
Dam'
(C.: Dümu-Edmu) Helâk olmak. * Göz yaşı.
Dâm
f. Tuzak. ağ, hile.
dâm
tuzak, hile, tavan.
Dama
Deniz, bahr.
Damacana
Su veya başka sıvıları taşımaya mahsus dar ağızlı, şişkin gövdeli çoğu hasırla sarılı veya sepetli büyük şişe.
damar
kan borusu, yaradılış, huy.
538
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Damar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
t. İstidad. Huy, tabiat, inat. * İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan. * Irk. * Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası. * Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına uzanan yollar. * Mermer ve ona benzer dalgalı şeylerdeki çizgiler.
Damd
Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek.
Damecmec
Katı, şedid. * Uzun boylu bahil kimse.
Damed
Hışım etmek, öfkelenmek, hiddetlenmek, kızmak.
dâmen
etek.
Dâmen
f. Etek. Kenar. Taraf. Zeyl. Elbise veya dağ eteği.
Damen-bus
f. Etek öpen.
Damene
f. Dağ eteği, dağın çevresi.
Damen-gir
f. Eteğe yapışan, etek tutan. * Dâvacı, hasım, şikâyetçi.
Dâmen-i muallâ
Yüksek şerefli dâmen, muallâ etek. * Mc: Yüksek namus sâhibi.
Damenî
f. Eteklik. * Kadın başörtüsü.
Damen-keş
f. Feragat eden, eteğini çeken.
Damga
Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak. * İşaret vurulan âlet. Mühür.
damga
işaret, bellik.
Damga-i vahdet
f. Birlik damgası. Cenab-ı Hakkın birliğini gösteren delil.
Damhar
Mütekebbir, kibirli, terbiyesiz kimse.
Dâm-ı ankebut
f. Örümcek ağı. Örümcek tuzağı.
Dâm-ı belâ
Bela tuzağı.
Damız
Hayvan üretmeye mahsus dam. Hayvan yetiştirilecek ahır.
Damia
Yavaş olarak ve damla damla kan sızdıran yara.
Damic
Karanlık.
Damiğa
Dimağa işlemiş olan baş yarığı. (Bak: Amme)
539
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Damik
(C.: Devâmik) Belâ, musibet, dâhiye. Meşakkat, zahmet.
Damime
(C.: Damâyim) Sonradan yapıştırılmış şey.
Damin
Kefil olan, tazminat veren. Ödeyen.
Damine
Köyde olan hurma.
Damir
(C.: Damâr) Kalb. * Niyyet.
Damise
Örten, setreden. Defneden.
Damiye
Tıb: Kanı akan yara.
Damm
Yapıştırmak. * Düşürmek.
Dammad
Hastalara efsun okuyan kimse.
Damping
ing. Bir pazarı elde etmek veya bir malı elden çıkartabilmek için benzerlerinden çok düşük fiyatla satma.
Damz
Susmak, sükut etmek.
Damzer
(C.: Damazir) Sütü az olan deve. * Sağlam ve sert yer. * Şişman kadın.
Dan
Arabca, Farsça veya bazı Türkçe kelimelerin sonuna takılarak, âlet ismi veya sıfat yapılır. Meselâ: Ateş-dan $ : Mangal. Cüz-dan $ : Cüz kabı, çanta.
dânâ
bilgili, âlim.
Dânâ
f. Bilgili, bilen, malûmatlı, âlim.
Dânâ-i bî-müdanî
Eşsiz âlim. Zamanında emsali olmayan âlim.
Dânâ-i yunan
Eflatun.
Dânâyî
f. Âlimlik, bilicilik.
Dane
f. Tohum, çekirdek. * Kurşun, gülle, tâne.
dâne
tane, tohum.
Danende
f. Bilgin, bilen, Haberli.
Dang
f. Bir dirhemin altıda biri.
540
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Danık
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.) * Zayıf düşkün davar.
Danıştay
(Bak: Şurâ-yı devlet)
Dani'
Hor, zelil.
Danik
Nezle.
Danisten
f. Bilmek.
Dâniş
f. Bilgi, ilim. Biliş.
Dâniş-gede
Üniversite.
Dâniş-ger
f. Alim, bilgin.
Danişî
Alim, bilgin, bilgili.
Danişmend
(C.: Dânişmendân) f. Bilgili, ilimli. * Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi.
Daniye
Yakında olan.
Dank
(Dunuk) Darlık, dıyk.
Danka'
Dar, sıkıntı. Zararlı, zarara sebeb olan.
Dantela
Fr. Tentene. Her nevi iplikle örülen, bir kumaşın kenarına işlenen türlü biçimde ince örgü, dantel.
dantela
tentene, dantel.
Danu'
Evlâdı çok olmak.
Danv
Oğul ve kız, veled.
Dâr ü gir
Kavga, savaş, muharebe, harp, ceng.
Dar'
(C.: Durâ-Duru) Davar emziği.DAR' : Men'etmek, engel olmak. * Ansızın haberli olmak. * Eğrilik.
Dâr
f. Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr $ : Bayrak tutan.
dâr
yer, ev, yurt.
541
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dar'a'
Başı siyah, gövdesi beyaz olan davar. (Müz: Edrâ.)
Dara'
Düz yer. * Birbirine girmiş olan sık bitmiş ağaçlar.
Dara
f. Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi. * Hükümdar. * Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
Daraa
Tevazu etmek, alçak gönüllü olmak. * Emre uymak, muti olmak. * Zayıf ve zelil olmak.
Darab
Koyu beyaz bal.
Daraban
Vurma, vuruş. Çarpış, çarpıntı, çarpma.
Daraban-ı kalb
Kalb çarpıntısı, kalbin vuruşu.
Darabât
(Darbe. C.) Vuruşlar. Çarpmalar. Vurmalar.
Darabât-ı anife
Şiddetli vuruşlar.
Darabine
Kapı bekçileri.
Darafe
Çokluk, kesret.
Daragım
(Dırgam. C.) Arslanlar, esedler, dırgamlar.
darağacı
idam sehpası.
Darağacı
t. İdama mahkûm olanların asıldıkları sehpa.
Daraka
(C.: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan. * Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı.
Darame
Ucu ateşli kuru ot ve odun.
Darare
Gözsüzlük.
Daras
Ekşi yemekten dolayı dişin kamaşması.
Darat
f. Debdebe, tantana, şan, gösteriş, çalım.
Daravet
Adet, alışıklık, alışkanlık.
Darayî
f. Sahib, mâlik olma. * Hüküm sürme, hâkimiyet kurma. * Bir nevi kumaş.
542
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Darb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Dürub) Kapı, bâb. * Büyük, geniş sokak. * Dâr-ı İslâmla dâr-ı harp arasında olan sınır ve hudut.
darb
vurma, çarpma.
Darbam
f. Direk, kiriş.
Dar-baz
f. Canbaz.
Darbe
(C.: Darabât) Vuruş, vurma, çarpma. * Musibet, belâ, âfet, felâket.
darbe
tek vuruş.
Darbeha
Başını aşağı eğmek. * Muti olmak, itaat etmek, söz dinlemek.
Darbele
Bir yürüme çeşidi. * Davul çalmak.
Darben
Döğerek, vurarak. * Çarparak.
Darbhane
Para basılan yer.
darbhane
para basılan yer.
Darb-ı hiyâm
Çadır kurma.
Darb-ı mesel
Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Ata sözü.
Darb-ı sikke
Para basma.
Darb-ı unk
Boyun vurma.
darbımesel
atasözü.
Darbîz
Rutubetli tarla, sulak yer.
Darbum
Bizanslılar zamanında Eskişehir'in ismi.
Darb-zen
f. Mâdeni levhalar üzerine kabartma olarak nakışlar işleyen. * Kale döven.
Darc
Yarmak, şakk.
Dare
f. Vazife, görev, ödev.
Darende
f. Saklayan, tutan. * Ulaştıran, vâsıl eden, kavuşturan, getiren.
dâreyn
her iki dünya.
543
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dareyn
Her iki dünya. İki yurd. İki yer.
Darh
Def'etmek, kovmak. Reddetmek. * Yer kazmak.
Dâr-ı beka
f. Âhiret. Bâki olan yer. (Mâdem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını su-i istimâl etmeyenler, Dâr-ı Beka'da ve Cennet-i Bâkiye'de hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. L.)
Dâr-ı cinan
f. Cennet yurtları. Cennetler.
Dâr-ı dünya
f. Bu dünya memleketi. Dünya. (Dâr-ı fenâ da denir.)
Dâr-ı emân
Müslümanların zimmetini kabul eden veya müslümanlarla sulh halinde olan, gayr-i müslim bir ahalinin memleketi.
Dâr-ı fenâ
Dünya. Bu dünya.
Dâr-ı imtihan
"İmtihan yeri. * Dünya. * Dar-ı mihnet, meydân-ı ibtilâ gibi tâbirler de aynı mânada kullanılır. (Bak: İmtihan)(Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhi bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında, birbirinden ayrılsın. Nasılki: Bir mâdene ateş veriliyor tâ, elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlâhiyye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliyye, birbirinden tefrik edilsin. Mâdem Kur'an, bu dâr-ı imtihanda; bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nazil olmuştur. Elbette şu dünyevi ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbâliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse; sırr-ı teklif bozulur. S.)"
Dâr-ı ridde
Aslında Müslim iken sonradan irtidâd eden veya bir zaman İslâmiyeti kabul etmiş iken sonradan mürted olan şahısların hâkim bulundukları
544
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yer.(Darürridde, yani: Mürtedlerden müteşekkil bir taifenin istilâ ederek hakimiyetleri altına aldıkları yerler, bazı ahkâm itibariyle dar-ı harbden ayrılır. Meselâ: Dar-ı harb ahalisiyle musalâha akdi caiz olduğu hâlde, darürridde ahalisiyle caiz olmaz. Çünkü riddetin devamına cevaz verilemez. Şu kadar var ki, bunlar bir müddet düşünmek için mütareke talebinde bulundukları takdirde bakılır. Eğer müslümanların hakkında hayırlı görülürse bu mütarekeye muvafakat edilir. Ve eğer harb edilmesi daha muvafık görülürse bu mütarekeye muvafakat edilmez.Mütâreke kabul edildiği takdirde mukabilinde bir bedel, bir haraç alınamaz. Zirâ bu hâlde mütareke, bir akd-ı zimmete müşabih olur. Halbuki mürtedler, zimmete kabul edilemezler. Bu mütarekenin öyle iki-üç günlük, geçici bir zaman için olması icab etmez. Buna lüzumuna göre bir mühlet tayin edilir. (Ist. Fık. K.) Dâr-ı şura-yı askerî
1296 yılında lağvolunan bu yüksek askeri meclis 1253 yılının muharrem ayında kurulmuştu. 1259 tarihinde çıkarılan kanun ile vazifesi tesbit edildi. Askeri ve mülki ricâlden onbir daimi, altı tane ise geçici azası bulunan bu mecliste bir reis ve bir de müftü yer alıyordu.
Dâr-ı teklif
Dünya. Allah'ın teklif ve emirleri ile vazifeli olduğumuz yer olan dünya. (Şu dâr-ı dünyâ meydân-ı imtihandır. Ve dâr-ı tekliftir. Hizmet yeridir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. S.)
Dâr-ı zimmet
"Müslümanların, ahid ve emânını ve himayesini kabul etmiş oldukları; gayr-i müslimlere mahsus yerler."
dârıharb
savaş yeri, düşman ülkesi.
Darıt
Yellenen, yellenici.
dâri
acı bir bitki.
545
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dari'
Adımı geniş olan kişi.
Darî
Ot ve yem satan kişi. * Evinden çıkmayan kimse.
Darib
(Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve. * Ağaçlı yer. * Karanlık gece. * Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven.
dârib
vuran, döven.
Daribe
Tabiat. * Kılıçla vurulmuş. * Eğrilmiş yün.
Daric
Katı, şedid, şiddetli.
Darice
"Ay ve güneş ağılı. (Farsçada ""hâle"" denir.)"
Darih
Kabir. Mezar.
Darim
Aç. * Tavşancıl yavrusu.
Darin
Bir yerin adı.
Darir
(C.: Edirrâ) Kör, a'mâ. * Nefis. * Cismin bakiyyesi. * İri vücutlu fakir kişi.
Daris
(Dürus. dan) Yıkılmış, mahvolmuş.
Dariş
Siyaha boyanmış kara deri.
Dariyye
f. Divan şairlerinin, dünyevi makamca büyük olanların yaptırdıkları köşk ve konaklara dair yazdıkları manzume.
Darm
Şiddetli açlık. Oburluk. * Ateşin yakması.
Darr
Süt, leben. * Nüzul. * Hayır ve amel çokluğu.
Darra
Şiddet, mihnet. Belâ. Naks. Ziyan. Sıkıntı. Kötürümlük.
Darrab
Akça kesici, dârp edici, para basan.
Darre
Bir miktar süt.
Dars
Dişiyle tutup ısırmak.
Dart
Yellenmek. * Tez olmak.
Daru
f. İlâç, deva, tiryak.
Daru-berd
f. Debdebe, ihtişam.
546
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Daru-hane
f. İlâç satılan yer, eczahane.
Dâr-ul belvâ
Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.
Dâr-ül amân
Sığınılacak, korunulacak yer.
Dâr-ül cihad
İslâm sınırlarının haricindeki ülkeler.
Dâr-ül harb
(Bak: Dârülharb)
Darül harb
(Dâr-ül harb) Harp yeri. Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında sulh akdedilmemiş memleket. Kâfirlerin ve onların gayr-i islâmi hükümlerinin hâkim olduğu yer. (Bak: Şeair.)
Dâr-ül hicre
Hicret edilen yer. Medine şehri.
Dâr-ül hikmet
Hikmet yeri. Hikmetlerin hükmettiği, hikmet beşiği dünya. * Osmanlı devrinde Şeyh-ül İslâmlık makamının bir ismi.
Darül hikmetil islamiye
"(Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek
imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi'nin zamanda kurulmuştur.Ayrıca halkın her türlü dini ihtiyaçlarını, ilmi bir metodla yerine getirmek için her türlü neşriyat ve beyannameleri ele almakta ve halkımızı dahilî ve haricî tehlikelere karşı tenvir etmekteydi. Ecnebilerin sordukları suallere, komisyonlarda görüşülmek suretiyle resmen cevap verildiği gibi; müracaat eden her müslümana da gerekli cevap veriliyordu.Osmanlı İmparatorluğu'nun karışık ve Avrupa hayranlığının devlet müesseselerinin her kademesinde revaçta olduğu bir zamada, ahlâk ve imanı elde tutmak, bu teşkilâtın en başta gelen vazifelerinden biri idi.Matbuatta İslâma yapılan hücumlara ve İslâmı, hurafeler dini gibi göstermeğe çalışan yazarlara gerekli cevaplar
547
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
veriliyor ve cezalandırılmaları için de Dahiliye Nezareti'ne resmen müracaat ediliyordu.Bu teşkilâta tâyin olunan azalar azil, tâyin, istifâ ve vefatlarla 28 kadardır. Aslında, dokuz aza, bir reisten teşekkül ediyordu. Bu zâtların tâyinleri gelişi güzel olmadığı gibi, bu teşkilâtın içinde mevcut bulunan üç komisyondan birine (fıkıh, kelâm ve ahlâk) girebilecek ilmî kariyere (meslek) sahip olmaları icab ediyordu.Bu müesseseye ""İslâm Akademisi"" veya ""Yüksek İslâm Şurası"" da diyebiliriz. Kuruluşu ile son derece faydalı ve o nisbette hizmetleri olmuş bir teşkilâttır. Fakat kuruluş tarihi olan 1918'den 1922'ye kadar devam etmekle, ancak dört senelik bir faaliyeti olmuştur." Dâr-ül hilâfe
Hilâfet Merkezi. Halifenin bulunduğu yer. (Osmanlılar devrinde İstanbul idi ve bir ismi de Dersaâdet idi)
Dâr-ül huld
Baki olan yer. Cennetin bir bahçesi. Cennet.
Dâr-ül ikab
Cehennem. Çok azab çekilen yer.
Dâr-ül islâm
(Bak: Dârülislâm)
Darül islam
(Dâr-ül İslâm) İslâmiyet merkezi. Müslümanların hâkim olduğu yer.
Dâr-ül karar
Kararlı surette kalınan, kıyametten sonraki yer. Cennet. Dâr-ül Beka.
Dar-ül kütüb
f. Kütübhâne, kitab evi.
Dâr-ül maarif
Sultan Mecid zamanında Valide Sultan'ın İstanbul'da Sultan Mahmud türbesi civarında yaptırmış olduğu mekteb.
Dâr-ül mesai
Çalışma yeri. Mesai yeri. Atölye.
Dâr-ül mülk
Başkent, baş şehir.
Dâr-ül ulûm
İlimler yurdu. Medrese. Ders görülen yer.
Dar-ül-aceze
Düşkünler, acizler evi. Yoksullar yurdu.
dârülfünûn
fenler yeri, üniversite.
548
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dar-ül-fünun
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Üniversite. (1 Ağustos 1933'de İstanbul Dâr-ul Fünunu yerine Üniversite kurulmuştur.)
dârülharb
savaş yeri, düşman ülkesi.
Dârülhikmet
Osmanlılar zamanında fetva ile vazifeli ilmi bir kuruluş.
dârülhizmet
hizmet yeri.
dârülikab
azap yeri, cehennem.
dârülislâm
Müslümanların huzur içinde yaşadığı yer.
Dâr-ün nedve
Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)
Dâr-üs saâde
Saâdet yeri, saray.
Dâr-üs saltana(t)
Saltanat yeri. İstanbul.
Dâr-üs selâm
Cennet. Selâmet ve eminlik yeri. * Bağdatın eski ismi.
Dar-üs selam
Cennetin ikinci katı. * Cennet. Selâmet yeri.
Dâr-üs sıhha
Hastahâne.
Dârüsselâm
kurtuluş ve güven yeri, cennet.
Dâr-üş şifâ
Şifa yurdu, sağlık yurdu. * Tımarhâne.
Dar-üş-şafaka
İstanbul'da yetim ve öksüzler için kurulmuş olan yatılı lise.
Darvincilik
"19. yy.da yaşamış İngiliz düşünürü Darwin'in kurduğu bir nazariye, görüş. ""Evrim teorisi: Tekâmül nazariyesi"" adıyla da anılan bu görüşe göre; insan dâhil bütün canlıların başlangıçta tek hücreli canlı olarak meydana geldiklerini, sonra tesadüfen nesilden nesile farklılaşıp başkalaştığını, bu tesadüfî değişikliklerden çevre şartlarına uygun olanlara sahip canlıların yaşadığını, diğerlerinin yok olduğunu,
549
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
böylece canlıların gittikçe mükemmelleşerek bugünkü şekle girdiğini, insanın da maymun soyundan geldiğini iddia eder. Bu iddianın ortaya atıldığı zamanlarda canlı hücrenin kimyasal ve genetik yapısı bilinmiyordu. Hücre, canlının basit bir yapı taşı zannediliyordu. Bugün elektromikroskoplar sayesinde canlının kimyasal ve genetik yapısıyla ilgili büyük ve önemli keşifler yapıldı. Canlıların sahip oldukları vasıfların hücre çekirdeğinde yer alan ve genlerin yapısını meydana getiren DNA denilen protein moleküllerinde nasıl muhafaza edildiği ve bunların nasıl babadan oğula geçtiği açıklanmıştır. Gerek genlerin, gerek hücrenin yapısında yer alan çeşitli protein molekülleri 20 çeşit amino asit adı verilen daha küçük parçacıkların çeşitli şekilde birleşmesinden meydana gelmiştir. Amino asitlerin meydana gelişi bir yana DNA moleküllerinin ve diğer protein moleküllerinin herbirinin tesadüfen meydana gelip gelemiyeceği matematik olarak hesaplanmıştır. Bir hücredeki tek bir molekülün meydana geliş ihtimali 1 sayısının önüne 240 tane sıfır koyarak elde edilen sayı kadar molekül meydana gelse bunlardan yalnız biri işe yarıyan bir molekül olabilirdi. Tesadüfen bu kadar çok sayıda kimyasal birleşim olabilmesi için kâinatın ömrünün trilyonlarca defa daha fazla zamanın geçmesi gerekir. Daha doğrusu imkânsızdır. Canlı hücrenin bütün moleküllerinin bu şekilde tesadüfen bir araya gelip hücreyi meydana getirmelerini hayal etmek bile imkân dahilinde değildir.Tesadüfen bir hücrenin meydana gelişini açıklamak imkânsız olunca yer yüzündeki bunca canlının tesadüfen meydana geldiğini iddia etmek ise ilim ve akıl dışı bir vehimden başka birşey değildir. İlim adamlarının laboratuvarda yaptıkları çalışmalar sonunda bir canlının değişip başka
550
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bir canlı haline gelemiyeceği de ispatlanmıştır. Sirke sineği üzerinde yapılan deneyler sonunda sinekten daha mükemmel bir canlı meydana gelmemiş, aksine kesik kanatlı, hastalıklı, sakat bir yavru sinek doğmuştur. Canlılar ""mütasyon"" denilen bir kazaya uğradıkları zaman ancak sakat bir yavru meydana geliyor. Kazaya uğrıyan bir araba, jet uçağına dönüşmez, sadece kazalı bir araba meydana gelir. Tek hücreyi yaratan da insanı yaratan da birdir. O da atomdan yıldızlara kadar her varlığın yaratıcısı olan Allah'tır." Darzem
Sütü az deve. * Çok ısırıcı olan yılan.
Darzeme
Çok ısırmak.
Dâs
f. Orak. * Tuzak. * Sedef otu.
Da's
Titremek. * Zayıf olmak, zayıflamak.
Da'sa
Yumuşak yer.
Dasar
(Dâstâr) f. Tellal, simsar.
Dasdasa
Depretmek, tahrik.
Dase
f. Orak.
Da'sere
Yıkmak.
Dâs-ı zerrin
Altın orak. * Mc: Yeni ay.
dâsıtân
destan, meşhur hikâye.
dâsıtâne
destan gibi olan.
Dâsitân
(Dâstân) f. Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. * Şöhret.
Dâsitâne-i aşk
Aşk hikâyesi ve destanı.
Daş
İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat ve ortaklık bildirir. Meselâ: Arka-daş $ : Refik.
Da'şere
Yıkmak.
551
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Daşte
f. Köhne, harab olmuş, eskimiş, yıpranmış. * Mâlik olmuş.
Daşten
f. Tutmak, elde etmek, mâlik olmak, zimmetine geçirmek. * Zabtetmek, gasbetmek, almak. * Görüp gözetlemek. * Eskimek, yıpranmak, harab olmak, köhneleşmek.
dâussılâ
vatan hasreti.
Dâ-ül-efrenc
Frengi hastalığı.
Dâ-ül-kalb
Tıb: Kalb hastalığı, yürek çarpması.
Dâ-üs-sılâ
Sıla hasreti. Vatan hasreti. Kavuşma hasreti.
Dav'
Kaymağı alınmış sığır sütünden yapılmış ekşi yoğurt ve ayran.
Dava vekili
Baro teşkilatının olmadığı yerlerde kanunî izin ile vekil sıfatı kazanan ve dava takibine salâhiyeti olan kişi.
dâva
savunulan düşünce, hak talebi, önemli mesele.
Da'vâ
Takib edilen fikir, iddia. * Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi. * Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek. * Mes'ele. * İnat. Ayak diremek. * Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. * Bir kimseyi bir şeye sevketmek. * Birisinin hâkimin huzurunda başka birisinden hak istemesi.
Davacı
t. Dava açan.
Davahi
Memleket köşeleri.
Davahi-s seb'
Yedi kat gök.
Da'vat
(Duâ. C.) Duâlar, niyazlar, çağırışlar. (Bak: Ed'iye)
Davat
Devenin başında olan verem.
Da'vâ-yı halk
Yaratmak iddiasında bulunmak, halk etmeyi, yaratmayı dâva etmek. (Kâinatta hiçbir kimse da'vâ-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Halk eden ancak Cenab-ı Hak'tır.)(Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih
552
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmıyan kimse, kâinatta dâva-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira her şey, her şeyle bağlıdır. H.) Da'vâ-yı nübüvvet
Peygamberlik dava etmek. Peygamber olduğunu ilân etmek.
Davban
Güçlü, büyük deve.
Davc
(C.: Edvâc) İki şeyin birbirine eğilip ulaşması.
Davda'
Meş'ale. * İnsan sesleri.
Dâver
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) bir ismidir. * Âdil, insaflı ve doğru olan hükümdar, vezir veya hâkim.
Dâverâne
f. Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. * Hâkim ve vezirle alâkalı olan.
Dâverî
f. Hâkimlik, hükümdarlık. * Mahkeme ve dâvâ. * Kötü ile iyiyi birbirinden ayırt etme. * Kavga, mücadele.
Da'vet
Çağırma. Ziyafet. Duâ. * Bir fikri kabul ettirmek için deliller söylemek.
dâvet
çağrı.
dâvetname
davet mektubu.
Davita
Havuzun dibinde olan balçık. * Çöküklük. * Suyu çok olduğundan elde durmayan sıvı hamur.
Daviye
Otsuz çöl.
Davkaa
şişman ve ahmak olan kimse.
Davlumbaz
Çarkları yandan olan vapurlarda çarkların döndükleri yerleri örtmek için vapurun iki tarafında bulunan iki büyük yarım daire.
Davmeran
Fesleğen denilen iyi kokulu çiçek.
Davr
Ziyan etmek, zarara girmek.
Davta
Fakir.* Gövdeli, cesim.
553
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dâvud (a.s.)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Kur'an-ı Kerim'de ismi geçer ve Benî İsrail Peygamberlerindendir. Hz. Süleyman'ın (A.S.) babasıdır. Hem Peygamber, hem Sultandı. İbranice Zebur kitabı kendisine nâzil olmuştur. Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010 da vefat ettiği nakledilir. (Bak: Yuşa)(Telyin-i hadid, en büyük bir ni'met-i İlâhiyyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet, telyin-i hadid, yâni demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühâsı eritmek ve mâdenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddi sanâyi-i beşeriyyenin aslı ve anasıdır ve esası ve mâdenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: ""Büyük bir Resule, büyük bir Halife-i Zemine, büyük bir mucize suretinde, büyük bir ni'met olarak; telyin-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanâyi-i umumiyeye medar olmaktır."" Mâdem bir Resule; hem halife, yâni hem mânevi hem maddi bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san'at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san'ata dahi tergib işareti var. Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor:""Ey beni-Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itâat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki; herşey'i kemâl-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san'at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir. Halifelik ve pâdişahlığına mühim kuvvet elde eder. Mâdem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimâiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evâmir-i tekviniyeme itâat etseniz o hikmet ve o san'at, size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz."" İşte beşerin san'at cihetinde en ileri gitmesi ve maddi kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadid iledir ve izâbe-i nühas iledir. Âyette nühas ""kıtr"" ile
554
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tâbir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor... S.)" Dâvûd
büyük bir peygamber.
Davudî
Hz. Davud'un (A.S.) sesini andıran kalın gür ses.
Dâvûdvârî
Davut alehisselâm gibi.
Davve
Ses, sadâ.
Davvî
Yurt tutmak.
Davy
Arıklık. * Zayıflık.
Davz
Zulmetmek, zulüm yapmak. * Çiğnemek.
Daye
Çocuk hizmetçisi. Çocuğa süt veren. Dadı. Mürebbi.
dâye
dadı, çocuk bakıcısı.
Dayet
Yan, taraf, cenb.
Dayf
(C.: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir. * Meyletmek, yönelmek.
Dayfen (dayfân)
Misafiriyle gelen kişi.
Daygam
Arslan, esed. * Isırmak.
Dayı
Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan. * Annenin erkek kardeşi.
Dayib
İtaat eden, vakarlı ve ciddi kişi.
Dayiban
Gece ile gündüz.
Dayic
Kovayla kuyudan su çekip havuza boşaltan kimse.
Dayin
Borç veren. Alacaklı. Ödünç para veren. (Bak: Dâin).
Dayine
(C.: Davâyin) Dişi koyun.
Dayis
(C.: Dâsse) Hırsız.
555
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Daym
Zulüm. Sıkıntı. İhtiyaç.
Dayyık
Pek dar.
Da'z
Cimâ etmek.
Deaim
(Dıâme. C.) Destekler, payandalar, direkler.
Deavi
(Davâ. C.) Dâvalar, mes'eleler.
De'b
Bir işde devam ve iltizamla emek çekip çalışmak. * Adet, usul, tarz, kaide. * Şân. * Emir. * Kâr. * Tardeylemek.
Deb'
Vurmak, darb.
Debabic
(Dibâc. C.) Dallı, çiçekli ipek kumaşlar.
Debabis
(Debbus. C.) Topuzlar.
Debabud
İki ırgaçla dokunan bir bez cinsi.
Debar
Mahvolmak. Helâk olmak.
Debat
(C. Debâ) Uçmayan çekirge.
Debb
Hareket etmek. * Ağır ağır yürümek.
Debbabe
Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank.
Debbağ
Derileri sepileyip meşin, sahtiyan, kösele vesaire yapan.
Debbe
(C.: Debbât) Matara dedikleri su kabı. * Yağ. Bal ve macun koyacak kaplar.
Debbus
(C.: Debâbis) Topuz.
Debdab
f. şan, şöhret. Azamet, haşmet, cesamet.
debdebe
gösteriş gürültüsü, görkem.
Debdebe
Gürültü, patırtı. Gösteri için yapılan gürültü. Tantana. Haşmet.
Deber
Savaşırken askerin bozulması, bozguna uğraması.
Debeş
Evin esası.
Debh
Belini büküp eğildiğinde, başını öne doğru fazlaca eğmek.
De'b-i edeb
Edebî usul, kaide. Edeb kaidesi. Edebiyat âdeti, şekli, tarzı.
556
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Debib
Yürümek. * Harekete geçmek.
Debir
f. Müsteşar. * Kâtib, yazıcı.
Debistan
f. Mekteb, okul.
Debkel
Bir araya toplanmış mal. * Derisi kalın, çirkin kimse.
Debl
Küçük eşek. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek.
Debr
(C.: Dübur) Oğul kız topluluğu. * Bal arısı.
Debre
(C.: Deberât-Dibâr-Edbür) Savaşırken askerin bozulması. * Bir evlek yer. * Vaktinden sonra gelmek.
debretmek
kımıldatmak.
Debretmek
t. (Tepretmek) Kımıldatmak, harekete getirmek, oynatmak.
Debs (dibâs)
Dibekde buğday döğmek.
Debsa'
Çok fazla kırmızı olduğundan, siyah gibi görünen şey.
Debş
Çekirgenin ot yemesi.
Debub
Semizlik ve şişmanlığından dolayı yürüyemeyen deve.
Debur
Batı rüzgârı. * Fırak, ayrılık. * Halef etmek.
Debus
f. Topuz.
Decac
(C.: Dücüc) Tavuk. * Horoz, tavuk ve piliç cinsi.
Decace
(Dücâce, dicâce) Tavuk.
Decc
Tavuğu çağırmak.
Deccal
"Hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren. (Deccal'ın Cennet dediği Cehennem gibi, Cehennem dediği de Cennet gibi olacağı rivâyet edilir. Sahih hadislerin ihbarı ve din büyüklerinin izah ve kabulleri ile, âhirzamanda gelecek ve Risâlet-i Ahmediyeyi inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fesâda verecek çok şerli ve küfr-ü mutlak yolunda olan dehşetli bir şahıstır. Bir hadis rivâyetinde üç deccal, diğerinde yirmiyedi deccal geleceği Peygamberimiz Aleyhissalâtü
557
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vesselâm tarafından bildirilmiştir. Âlem-i İslâmda muhtelif zamanlarda çıkmış olan dehşetli din düşmanlarının ve anarşiye hizmet edenlerin umumu da rivâvetleri tasdik etmektedir. Bu din yıkıcılığının âhirzamanda daha dehşetli olacağı bildirilmektedir. Şu son asırda görülen ve dünyayı tehdit eden ve Cenab-ı Hakk'ı inkâra kadar cür'et edip medeniyet-i beşeriyeyi tahribe çalışan dehşetli cereyanlar bu gaybi ihbârın doğruluğunu tasdik etmektedir.) (Bak: Mehdi, Mesih, Mesih-üd-Deccal, Süfyan)(Deccal'ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, fir'avunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan; surî, cebbârâne olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevisi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesimdir. Rivayetlerde Deccal'a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya'nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit'te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal'asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş. M.)" deccâl
kıyametten önce ortaya çıkarak yandaşlarıyla birlikte dini yıkmaya çalışan azgın kimse.
deccâlâne deccâliyet
deccal gibi. din yıkıcı deccalın ilkeleriyle hareket edenlerin oluşturduğu mânevî şahsiyet.
Decdece
"Tavuğa ""bilibili"" diye seslenmek."
Dececan
Ağırca, yab yab yürümek.
Decen
Çok yağmur.
558
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Decl
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Örtmek. * Devenin katranlanması. * Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak. * Bâtılı hak gösteren. * Mübâlâgalı fâili; Deccaldır."
Decn
Bol yağmur, rahmet. * Havanın bulutlu olması. * Bir yerde mukim olma. Bir yerde oturma.
Decran
Neşeli, sevinçli, bahtiyar kimse.
Decucat
Ayakları kısacık dişi deve.
Decv
Nikâh. * Çok karanlık, zulmet.
Decye
(C.: Dücâ) Karanlık, zulmet.
De'da
Her ayın son günü. * Şaban'ın son günü. * Çok karanlık gece.
Dedektif
Fr. Hususi araştırma yapan, tâkib ve tarassudda bulunan polis.
Deeb
Âdet, usul, kaide, an'ane.
Def'
Ortadan kaldırmak, Öteye itmek. * Mâni' olmak. Savmak. Savunmak. * Himaye etmek. * Fık: Bir dâvayı müdafaa için başka bir dâva açmak.
def
savma, savuşturma.
Def'a
Bir kerre.
Defa
Boynuz ve kanat uzunluğu. * Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi.
defâ
kez, kere.
defâât
defalar, kereler.
Defaat
Kerreler, def'alar. Müteaddid.
Defadı'
(Dıfda. C.) Kurbağalar.
Def'a-i ulâ
Birinci olarak, ilk defa.
Defain
(Define. C.) Defineler.
defâin
defineler.
defâten
birdenbire.
559
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Def'aten
Hemen, birdenbire âni olarak. Beklenmedik anda. Bir def'ada.
Def'ateyn
İki kere, iki defa.
Defatir
(Defter. C.) Defterler. Not yazmağa mahsus kâğıttan beyaz kitablar.
Defatir-i resmiyye
Resmi defterler.
Defenni
Alaca renkli bir cins elbise.
Defer
Koltuk kokusu gibi olan pis koku. * Yemeğe kurt düşmesi.
Deff
Yan, cenb. * Kolay.
Deffe
Yan, yüz. * Kitab cildinin iki tarafından herbiri.
Def-i cu'
Açlığı gidermek. Birşey yemek.
Def-i hâcet
Abdest bozmak.
Def-i şer
"Kötülüğü ve şerri def'etmek.(Bu günlerde, Kur'an-ı Hakîm'in nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan, def'-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. K.L.)"
Def-i tabiî
Bünyede ve içte olan şeyi, fıtrî ve normal şekilde dışarı atmak.DEF' : (Defâ'-Defâe) Sıcaklık.
defî
bir anda.
Def'î
Hemen, bir anda.
Defi'
Kızgın olan nesne.
Defif
Ağır ağır gitmek. * Kuşun, ayakları yerde iken kanatlarını salıp hareket ettirmesi.
560
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Defin
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Defn. den) Medfun, defnedilmiş, toprağa konulmuş, gömülmüş, gömülü.
Define
Para veya altın gibi eskiden saklanmış şeylerin bulunduğu yer. * Kıymetli eşya. Kıymeti ve değeri yüksek olan şeyler veya kimse.
defîne
yere gömülmüş kıymetli eşya.
Defk
Atmak. Dökmek.
Deflasyon
Fr. Paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması.
defn
gömme.
Defn
Gömmek, gömülmek. Cenazenin mezara gömülmesi.
defnetmek
gömmek.
Defn-i emvat
Ölülerin gömülmesi.
Defn-i meyyit
Ölünün gömülmesi.
Defr
Kokmak.
Defter
(C.: Defâtir) (Yunanca iki kanatlı manasına gelen bir kelimeden alınmıştır). Not yazmağa, ders için veya ticari hesablara mahsus kağıttan beyaz kitab. Pusula. * Liste.
Defterdar
Defter tutan. Devletin gelir ve masraflarını tutan vazifeli memur. Eskiden Maliye Nâzırı bu nam ile anılırdı. Bir vilayetin maliye işlerine bakan memur.
defterdâr
defterci, defter tutan.
Defterdarlık
Eskiden maliye bakanlığı. * Şimdi vilâyetlerin mali işlerine bakan daire.
Defter-i a'mâl
İnsanların amellerinin iyilik veya, kötülüklerinin meleklerce kaydolunduğu manevî defter.( $ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele kendi kendine çok acib olduğundan akıl ona yol bulamaz.
561
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fakat, surenin işaret ettiği gibi haşr-i bahâride başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var. Fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâlini neşreder. S.) Defva
Boyu uzun ağaç. Uzun boyunlu keçi.* Boynu uzun olan kadın.
Dega
f. Hile, habislik, dolandırıcılık. * Hilekâr, dolandırıcı, habis. * Kalp para, bozuk akçe.
Deh
f. On (10), aşer.
dehâ
üstün zekâ.
Deha
Yaymak, döşemek.
Dehadar
f. Uyanıklık, zeki ve çok akıllı oluş.
Dehaet
Dahilik, dehâ sahibi olma. Zekilikte, anlayışlılıkta çok yüksek olma.
Deha-i fennî
Fen ve dünyevi ilimlerde çok ileri görüşlülük ve harika zekâlı olmak.
Deha-i kudsî
Dinin derin hakikatlarını anlamakta yüksek mahareti olan dehâ. Dinî dehâ.
Dehak
Kırmak, kesmek. * Acı çektirmek, azap etmek.
Dehakîn
(Dihkan. C.) Köy ağaları. * Köylüler, çiftçiler.
Dehal
Aldatmak, mekir ve hile etmek.
dehâlet
girme, sığınma.
Dehalet
Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş.
562
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dehaliz
(Dehliz. C.) Dehlizler, holler, koridorlar.
Dehan
(Dıhen- Dahen) f. Ağız, Fem.
dehân
ağız.
Dehane
f. Küp, testi, fırın ve bunlara benzer şeylerin ağzı.
Dehangüşa
f. Söyliyen, açılmış ağız, konuşan ağız.
Dehân-ı teng
Ufak ağız. Dar ağız.
Dehar
f. Mağara, dağ mağarası. Kovuk. Çatlak.
Deharir
Zamânın şiddetleri.
Deharis
Belâ. Şiddet.
Dehaz
f. Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme.
Dehbel
Yemekte lokmanın büyük olması. * Bir kuş adı.
Dehdak
Kesmek. Kat'.
Dehdan (dehdehân)
Develerin bir yere toplanması.
Dehdehe
Yuvarlamak, döndürmek.
Dehdehî
f. Hâlis altun.
Dehen
f. Ağız.
Dehen-şuy
Ağız temizleme, ağız yıkama.
Dehhaşe
Çok fazla derecede korkunç, dehşet verici.
Dehişt
f. İttifak, ittihad, birlik. * Bir tarzda hareket, aynı şekilde hareket.
Dehkel
Zahmet, meşakkat. * şiddetli ve meşakkatli zaman.DEHKEM Â : Yaşlı adam. İhtiyar adam.
Dehl
Zamandan bir saat. * Azca nesne.
Dehles
Kısa boylu kimse.
Dehliz
(C.: Dehâliz) Hol, koridor. Ev ile kapı arası.
dehlîz
dar ve uzun geçit.
563
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dehliz-i cinan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Revak-ı uhreviye mânasında mecazî bir deyimdir. (Bak: Revâk-ı uhreviye).
Dehm
(C.: Dühum) Ansızdan gelmek. * Çok fazla miktarda asker. * Çok adet, kesret.
Dehma
Belâ. Zahmet * Çömlek. * Çok adet, kesret, sayı çokluğu. * Kadim, eski. * Halis kırmızı koyun. * Koyu kızıl.
Dehmak
Kesmek, kat'.
Dehme
Yumuşak yemek.
Dehmece
İhtiyar kişinin ayağında köstek var gibi yab yab yürümesi.
Dehmeka
Yumuşak ve güzel yemek. * Her nesnenin yumuşağı.
Dehmus
Cömert kişi. Kerim kimse.
Dehn
Değnekle vurmak. * Yağmurun, yeri ıslatması. * Bir şeyi yağlamak. * Bir kimseye münâfıkane muâmele etmek.
Dehna
Ova, sahrâ. Çöl, geniş veya susuz ova. * Bir yer ismi.
Dehnec
Zümrüt gibi bir kıymetli taş.
Dehr suresi
Kur'ân-ı Kerim'in 76. suresi olup Sure-i İnsan, Ebrar, Emşac, Hel Etâ Suresi de denir.
Dehr
Zaman, çok uzun zaman, ebedi. * Bin yıllık zaman. * Dünya.
dehr
zaman, devir.
Dehre
f. (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak.
Dehr-i fâni
Fâni dünya, geçici dünya.
Dehrî
Dehr ve zamana dair ve müteallik. DEHRİYE : Devre ait. Zamana dair ve müteallik. * Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka.
dehrî
zamanla ilgili, kıyamete inanmayan îmansız felsefeci.
564
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dehriyye
dünyanın sonsuzluğuna inanan felsefecilerin yolu.
Dehriyyun
(Dehrî. C.) Dehriye fırkasından olanlar.DEHS (Dehâs) : İçine ayak batan yumuşak yer.
dehriyyûn
zamanı tanrılaştıran îmansız felsefeciler.
Deh-sal
f. Gezegen, seyyare, yıldız.
Deh-sale
f. On yaşında. On yıllık.
Dehş
f. Bulanıklık, karanlık. Zulümat. * Bir işe başlama.
Dehş(e)
Tenbel olmak.
Dehşet
Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak.
dehşet
ruhu birden kaplayan korku.
Dehşet-efşan
f. Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü.
Dehşet-engiz
f. Çok dehşet verici. Çok korkutucu.
dehşetengiz
korku verici.
Dehun
f. Hatırlama, ezber okuma.
Dehüm
f. Onuncu.
Dehver
Cem'etmek, toplamak. * Lokmayı büyük yapmak.
Dehy (dehâ)
Kişinin fikir ve ferâsetinin isabetli ve doğru olması.
Dehya
"Te'kid için ""Dahiye"" lâfzına sıfat yapılır. ""Dâhiye-i dehya"" gibi."
Deh-yek
f. Öşr, onda bir.
dejenere
bozulma, soysuzlaşma.
Dejenere
Fr. Bozulma, soysuzlaşma.
Dek
f. Desise, hile, dolandırıcılık. * Sâil, dilenci. * Dilencilik. * Sağlam, metin, muhkem. * Çatma, tokuşma.
dek
hile, oyun.
Deka'
(C.: Dükk-Dükük-Dekâvât) Hörgücü arkasına düşmüş dişi deve.* Kaygan yer.
565
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dekaik
(Bak: Dakaik)
dekaik
incelikler.
Dekakin
(Dükkân. C.) Dükkânlar.
Dekametre
yun. On metrelik uzunluk birimi.
Dekan
Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı.
Dekar
Lât. Bin metrekarelik ölçü birimi.
Dek-baz
f. Hileci, hilekâr, oyuncu, aldatıcı.
Dekdak
(C.: Dekâdik) Kum yığını.
Dekdeke
Yerin deprenmesi. * Sancıma. * Def etme, kovma.
Dekele
Sıvı balçık. Kuvvetleriyle gururlanıp sultanın emrine uymayan kavim.
Dekik
Tam bir yıl.
Dekk
(C.: Dekeke) Vurmak. * Dökmek. * Parça parça etmek. Delil.
dekk
ufalanma.
Dekke
Ufalanmak. Pâre pâre olmak. * Vurmak, döğmek. * Seki, sofa.
Dekken
Hurdahaş olmak, yerle bir olma, ufalanmak, parça, parça olmak.
Dekor
Fr. Süs. Bir sahneyi mütenasib bir nizamla süslemek.
Dekoratör
Fr. Dekor ve dekorasyon yapan sanatkâr.
Dekovil
Fr. Ray aralığı 60 cm. yahut daha az olan küçük demiryolu.
De'l
Aldatmak. * Ahdi bozmak, sözü tutmamak.
Delab
(Dülâb) (C.: Degâlib) Bâzısı su ile ve bâsızı da hayvan ile döndürülen su çekmeğe mahsus çark.
Delail
"(Delil. C.) Deliller. Bürhanlar. İsbât vasıtaları.(... Cay-ı hayrettir ki; Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) mübalağasız binler vecihte, binler çeşit insan, herbiri bir tek mu'cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmı ile veya yüzünü görmesiyle ve hâkezâ... birer alâmeti ile iman getirdikleri hâlde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve
566
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delâil-i Nübüvveti nakl-i sahih ile ve âsâr-ı kat'iyye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi dalâlete sapıyorlar. M.)" delâil
deliller, kanıtlar.
Delail-i âfâkiye
Afaka âit deliller. Kâinattaki deliller.
Delail-i akliye
Aklı ile bulunan deliller. Akla âid deliller.
Delail-i enfüsiye
Kişinin kendi nefsinde olan deliller. Yani vücudun gerek maddi ve gerek (vicdan ve hisler gibi) mânevi yapısında olan ve imana ait hükümleri isbat eden delillerdir.
Delail-i kalbiye
Kalbe âid deliller. Kalb ile bilinen deliller.
Delail-i nakliye
Nakil yolu ile gelen deliller. (Bak: Delil-i naklî)
Delail-i nübüvvet
"Peygamberliğin hak olduğuna dair olan deliller.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddiâ-yı Nübüvvet etmiş; Kur'an-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu'cizat-ı bâhireyi göstermiştir. O mu'cizât, hey'et-i mecmuasiyle, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücudları kat'idir. Kur'an-ı Hakîm'in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu'cizatın vücudlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etba'larını kandırmak için, hâşâ sihir demişler.Evet, mu'cizat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyeti vardır. Mu'cize ise; Hâlik-ı Kâinat tarafından O'nun dâvasına bir tasdiktir; $ hükmüne geçer. Nasılki sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: ""Padişah beni filân işe me'mur etmiş."" Senden o dâvaya bir delil istenilse; padişah ""Evet"" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de: Âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse; ""Evet""
567
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sözünden daha kat'i, daha sağlam, senin dâvanı tasdik eder. Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâva etmiş ki: ""Ben, şu kâinat Hâlik'ının meb'usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim duâ ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız; beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız; bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız; beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız; iki - üç adama ancak kâfi geldiği halde; işte ikiyüz - üçyüz adamı tok ediyor."" Ve hâkezâ... yüzer mu'cizatı böyle göstermiştir.Şimdi, şu Zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti yalnız mu'cizatına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahvâl ve akvâli, ahlâk ve etvârı, siret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder. Hattâ meşhur ulemâ-i Beni İsrâiliyeden Abdullah İbn-i Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın simasını görmekle: ""Şu simâda yalan yok! Şu yüzde hile olamaz!"" diyerek imana gelmişler.Çendan muhakkikîn-i ulema, delail-i nübüvveti ve mu'cizatı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüzbinler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur'an-ı Hakîm'de kırk vech-i i'cazdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanını gösteriyor. M.)" Delail-i zâhiriye
Açık olarak zâhirde görünen deliller. Maddi deliller.
Delak
Sansar.
Delal
Cilve, naz, işve. İnsana güzel ve sevimli görünecek hâl, durum.
Delalat
(Delâlet. C.) Delâletler, alâmet olmalar,yol göstermeler, kılavuzluklar.
delâlat
delâletler, delil olmalar.
568
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
delâlet
delil olma, yol gösterme.
Delalet
Delil olmak. Yol göstermek. Kılavuzluk. Doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek. * İşaret.
delâleten
delil olarak, yol göstererek.
Delalet-i selâse
"Üç çeşit delâlet. Bunlar da: Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizamiyedir.1- Delalet-i mutabıkıye: Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ: İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, (yani, konuşan hayat sahibi varlık) mânasına delâleti gibi.2- Delalet-i tazammuniye: Bir lâfzın vaz'olunduğu mânanın bir cüz'üne delâletidir.3- Delalet-i iltizamiye: Bir lâfzın vaz'olunduğu mânanın lâzımına yani o mâna ile beraber bulunması zaruri olan diğer bir mânaya delâletidir. Mezkur delâlet-i selâseye ait şöyle bir misal dahi verilir.""Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiç bir zengine verilmez."" İbaresi; zekâtın, yalnız Müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıye ile; zengin olan Ahmet, Mehmet gibi belli şahıslara verilemiyeceğine delâlet-i tazammuniye ile; zekât hususunda zenginler ile fakirler arasında fark bulunduğuna da delâlet-i iltizamiye ile delâlet eder."
Delalet-i zâtiye
Kendi zatı ile, bizzat kendisini eserleri ile göstermek suretiyle olan delâlet, şahidlik.
De'lan
Ağır yük getirmiş hayvanın yab yab yürümesi.
Del'as (del'ak)
Büyük, kuvvetli deve.
Delas
Yumuşak ve berrak şey.
Deldel
(Deldâl) Deprenmek.
Dele
(C.: Delâ) Kova.
569
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Delec
Gecenin evvelinden gitmek.
Delef
Tekaddüm etmek, ileri geçmek. Önde bulunmak.
Delehmes
Arslan. * Bahâdır, kahraman. * Çeri. * Kuvvetli kişi. * Çok karanlık olan gece.
Deles
Karanlık. * Yaz sonunda yapraklanır bir ot. * Bir şeyi gizlemek.
Delh
Heder olmak, boşa ve faydasız olarak gitmek.
Deli'
Âsan yol, kolay olan yol.
Delif
Yavaş yürümek.
Delik
f. Gül tohumu.
Delil
Kılavuz. Doğru yolu gösteren. Meçhûlü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus. * Beyyine. Bürhan.
delîl
yol gösterici, kanıt.
Delil-i aklî
Akıl yolu ile bulunan delil. Nakil yolu ile olmadan, düşünülerek bulunan delil.
Delil-i arşî ve süllemî Eski mantıkta Vahdaniyyet-i İlâhiyyeyi ve teselsülün muhaliyyetini isbat bahislerinde geçen delillerdendir. Delil-i ihtira'
"Cenab-ı Hakk'ın yeniden icad ederek yarattığı şeylerden meydana gelen, kendi zâtına mahsus delil. Buna misâl olarak birini zikredebiliriz:(Cenâb-ı Hak hususi eserlerine menşe ve kendisine lâyık kemâlâtına me'haz olmak üzere her ferde ve her nev'e has ve müstakil bir vücud vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden, hiçbir nev' yoktur. Çünkü bütün enva'; imkândan vücub dâiresine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tegayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudusu, yani, yeni vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir kısmının da
570
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hudusu zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyyeti cihetine gidilemez.Ve keza, ilm-ül hayvanat ve ilm-ün nebatatta isbat edildiği gibi, envâın sayısı iki yüz bine bâliğdir. Bu nev'ler için birer âdem ve birer evvel baba lâzımdır. Bu evvel babaların ve âdemlerin dâire-i vücubda olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran behemehâl, vasıtasız, kudret-i İlâhiyyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü, bu nev'lerin teselsülü, yani, sonsuz uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nev'lerin başka nev'lerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünkü, iki nev'den doğan nev, alelekser ya akimdir veya nesli inkıtaa uğrar. Tenâsül ile bir silsilenin başı olamaz.Hülâsa: Beşeriyet ve sâir hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir. İ.İ.)" Delil-i imkâni
"İmkâna âit olan delil. $âyeti ile işaret edilmiştir. Bu delilin hülâsası: ""Kâinatın ihtiva ettiği zerrelerden her birisinin gerek zâtında, gerek sıfatında, gerek ahvâlinde ve gerek vücudunda gayr-i mütenahi imkânlar, ihtimâller, müşkülâtlar, yollar, kanunlar varken; birdenbire o zerre gayr-i mütenâhi yollardan muayyen bir yola süluk eder. Ve gayr-i mahdut hâllerden bir vaziyete girer. Ve gayr-i ma'dut sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır. Ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir maksada, harekete başlar ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı derhal intac eder ki, o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin mâcerası, lisan-ı hâliyle, Sani'in kasd ve hikmetine delâlet etmez mi?İşte her bir zerre, müstakillen kendi başıyla Sâni'in vücuduna
571
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
delâlet ettiği gibi, küçük büyük herhangi bir teşekküle girerse veya herhangi bir mürekkebe cüz' olursa, girdiği ve cüz' olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Sâni'ine olan delâletini muhafaza eder. İ.İ.)" Delil-i inayet
"Allah'ın inâyetinin tecellisinden gelen ve kâinatta görülen hikmet ve maslahatlara uygun en mükemmel nizam ve tam esaslı san'at; ve kâinattaki eşyaların menfaat ve faydalarını bildiren âyetler, bu inâyet delilini gösteriyorlar.(Sâniin vücud ve vahdetine işaret eden delillerden biri de İnayet delili'dir. Bu delil; kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususâtını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün Ayât-ı Kur'aniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam; elbette ve elbette bir nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, O nâzımın kasd ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikra-i tâm ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kadir değilsen, insanların telâhuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.Evet, kâinatın herbir nev'ine dâir bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delâlet eder. Zira
572
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nizamı olmayanın külliyeti olamaz. Meselâ: Her âlimin başında beyaz bir imâme var. Külliyetle söylenilen şu hüküm, ulema nev'inde intizamın bulunmasına bakar. Öyle ise, umumi bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sâniin kasd ve hikmetini ilân ediyorlar. Adeta vehim şeytanlarını tardetmek için herbir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani, bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kâinatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun hasıl olur.Göz ile görünmeyen bir mikrob, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlâhiyeyi hâvidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücud ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. O illet ise, esbab-ı tabiiyye değildir. Çünki, o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiyye ise; ilimsiz, şuursuz, câmid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş'et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatun'un şuurunu, Calinos'un hikmetini i'ta etmekle beraber; o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaiyi bile utandırıyor. Maahaza, esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i câzibe ile kuvve-i dâfianın, inkısama kabiliyeti olmıyan bir cüz'de birlikte içtimaları iltizam edilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından, içtimaları câiz değildir. Fakat, câzibe ve dâfia
573
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kanunlarından maksat âdâtullah ile tâbir edilen kavanin-i İlâhiyye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyye ise, câizdir. Lâkin kanunluktan tabiata, vücud-u zihnîden vücud-u haricîye, umur-u itibariyyeden umur-u hakikiyyeye, âlet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartiyle makbuldür. Aksi takdirde câiz değildir.Ey arkadaş! Misâl olarak gösterdiğim o küçük hurdebini hayvancığın yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklın ile gördüğün takdirde başını kaldır, kâinata bak! Emin ol ki, kâinatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde o yüksek nizamı, kâinatın sahifelerinde pek zâhir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.Ey arkadaş! Kâinatın sahifelerinde ""Delil-ül-İnaye"" ile anılan nizama ait âyetleri okuyamadı isen sıfat-ı kelâmdan gelen Kur'an-ı Azîmüşşan'ın âyetlerine bak ki, insanları tefekküre davet eden bütün âyetleri şu delil-ül-inaye'yi tavsiye ediyorlar. Ve ni'metleri ve faideleri sayan âyetler dahi, delil-ül inaye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar. Ezcümle: Bahsinde bulunduğumuz şu âyet $cümleleriyle o nizamın faidelerini ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar. İ.İ.)" Delil-i innî
(Bak: Bürhan-ı innî)
Delil-i naklî
Kur'an, Hadis-i Şerif veya diğer mukaddes kitaplardaki verilen haberler ile olan delil.
Delil-i süllemî
(Bak: Delil-i arşî, Arş ve süllem)
Delk
Oğuşturmak. El sürtmek. Oğmak.
Dell (dilâl)
Naz. * Hey'et. * Güzel ahlâk.
Dellak
(Delk. den) Hamamlarda müşterileri keseleyip yıkayan kimse, tellâk.
574
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dellal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri çeken. Davet eden. * Hakka davet eden.
dellâl
yüksek sesle ilan eden, duyuran.
Dels
Karanlık, zulmet. * Bir şeyi saklamak, gizlemek. * Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti.
Delta
yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.
Deluk
Dişleri kırılmış ve kütelmiş olan yaşlı deve. * Kınından çıkması kolay olan kılıç.
Delv
(Delve) Kova. Su koyulan ve kuyudan su çekilen bakraç. * Oniki burçtan birinin adı.
delv
kova burcu.
Delz
Vurmak, darb.
Dem vurmak
t. Bir şeyden gelişigüzel bahsetmek.
Dem'
Göz yaşı. Sürurdan veya keder sebebiyle ağlama neticesi gelen göz yaşı.
dem
kan, zaman, konu, kıvam.
Dem
Kan.
Dem'a
Bir damla göz yaşı.
Dema
f. Her zaman. Vaktâki. * Soluk. Nefes. Hastalık sebebiyle tez tez solumak. * Ürpermek. * Dem. An.
demâ
her zaman.
Demadem
f. Zaman zaman. An be an. Sık sık. Her vakit.
demâdem
zaman zaman.
Demagog
yun. Demagoji yapan kimse.
demagoji
güzel sözlerle halkı kandırma siyaseti.
575
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Demagoji
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.
Demak
Tipi (Kış gününde rüzgârın karı her tarafa savurmasıdır.)
Demal
Ters. * Ekşimiş hurma.
Demame
Çirkinlik.
Deman
f. Heyecanlı. Hiddetli, hiddete kapılmış. * Vakit, zaman. An. * Bağırıp çağırma, feryat, figân. * Heybetli, güçlü, kuvvetli, azametli, cesim. * Kükremiş.
Dem'an
İçi iyice dolmuş olan. Ağız ağıza dolu kap.
Deman(i)
Ters, terslik.
Demankeş
f. Zaman, müddet, vakit, an.
Demar
f. Helâk, mahv, telef, ölüm, mevt.
Demar-âver
f. İntikam alan, müntakim. Helâk eden.
Dem'a-riz
f. Ağlıyan, gözyaşı döken.
Dembedem
f. Bazan. Vakit vakit. Arasıra.
dembedem
zaman zaman.
Dem-beste
f. Sesi soluğu kesilmiş, susmuş.
Demc
Dühul etmek, girmek. * Mestur olmak, örtünmek.
Demcele
(C.: Demâcil) Şişman kadın. * Huyu, hilkati güzel, iyi kadın.
Demdem
Yüce, yüksek yer.
Demdeme
f. Hiddetli söz. Avâz. Hoşa gitmeyen sesler. * Sinek vızıltısı. * Öğütmek. Sürte sürte ezmek. * Azab vermek, eziyet etmek. * Hile. * Davul. * şöhret, nam, ün.
demdeme
vızıltı, ses.
Deme
f. Ateş körüğü.
576
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Demekmek
Katı, şedid. * Çok kuvvetli kimse.
Demendan
f. Cehennem. * Ateş, nar.
Demende
f. Saldırıp kükreyen. * Üfleyen.
Demes
(C.: Dimâs) Yumuşak kumlu yer.
Demeşk (dimeşk)
Şam şehri. * Yürüğen kuvvetli, seri deve.
Demevî
Kana dâir, kana mensub ve müteallik. * Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç.
Demg
Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak. * Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek.
Dem-güzar
f. Yaşayan, vakit geçiren.
Dem-i civânî
Gençlik çağı.
Demim(e)
Çirkin ve kısa boylu kimse.
Demk
Hız. Sür'at.
Dem-keş
f. Nefes çeken, soluk çeken. * Devamlı öten bir güvercin cinsi. * Kaval, ney gibi çalgıları devamlı üfürenler. * Bazı kuşların, kübbül gibi uzun uzun ötenleri. * Şarap içen.
Dem-keşide
f. Kafadar, arkadaş.
Deml
Yeri terslemek. * Yara, cerh.
Demles
Kaba, galiz nesne.
Demma'
Mütekebbir gönüllü, gururlu kimse.
Demne
f. Fırın ve ocak bacası.
Demode
Fr. Modası geçmiş, kimse kullanmaz hâle gelmiş olan.
demode
modası geçmiş.
Demokrasi
"yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç
577
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kanunları kendisi yapar, suçluları kendisi muhakeme eder, idareyi kendisi yürütür. Bu usül ancak küçük cemiyetlerde tatbik imkânına sahiptir. 2- Yarı vasıtasız hükümet şekli: Halk re'yi ile temsilciler meclisi seçilir. Meclisin çıkardığı kanunların tatbik edilebilmesi için halkın re'yine baş vurulması (referandum) şarttır.3- Temsil hükümet şekli: Cumhuriyet. Halk seçim yolu ile hakimiyet ve iktidarı, belli bir zaman için seçtiği temsilciler meclisine devreder. İktidarı halk adına meclisler kullanır.Demokrasinin temsil şekli olan cumhuriyetin de üç ayrı tatbik şekli vardır. 1- Meclis hükümeti sistemi: Hükümet, meclis iradesiyle teşekkül eder. Eğer hükümet meclisin itimadını kaybederse meclis tarafından düşürülür. 2- Parlementer hükümet sistemi: Hükümetle, meclis, belli ölçüler içinde birbirine karşı müstakildir. 3- Başkanlık hükümeti sistemi: Hükümet başkanını halk seçer. Başkan, hükümet üyelerini kendisi tâyin eder ve kendisi azleder.Demokrasi, hukuk devletine ve millet ekseriyetinin hakimiyetine dayalı olup kişi veya azınlık hâkimiyetini reddeder.Demokrasinin temellerine aykırı olmayan herhangi bir inanış ve fikir sahibi olanlar, kendi inanış ve fikrini halka kabul ettirmek için zor kullanmak veya idareyi ele geçirmek için zorlama ve isyana teşebbüs veya açıkça teşvik etmemek şartıyla her türlü inanış ve fikri; neşir, tebliğ ve telkin etmek serbestliğini kabul eden devlet şeklidir." demokrasi
yöneticilerin halk tarafından seçildiği idare şekli.
Demokrat
Demokrasi taraftarı.
Demokratik
Fr. Demokrasiye uygun.
578
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Demrag
Çok kırmızı olan.
Dems
Örtmek. Defnetmek, gömmek.
Dem-saz
f. Arkadaş, refik, hem-dem, dost. Sırdaş.
Dem-sazî
f. Dostluk, arkadaşlık. Sırdaşlık.
Demşinas
f. Hikmetli davranan, akıllı.
Demuk
Sür'atli, seri, hızlı.
demvurmak
söz etmek.
Demy
Kan, dem.
Den'
Horluk, zelillik.
Dena'
Arkanın yumru olması, kamburluk.
Denaet
Alçaklık, çok fena hareket. Zillet, kötü mizac. * Asılsızlık, aslı olmamak.
denâet
alçaklık.
Denaet-kârâne
f. Alçakçasına, alçakça.
Denanir
(Dinar. C.) Dinarlar.
Denaset
Kirlilik, paslılık, temiz olmayışlılık.
Denaset-i ahlâk
Ahlâk kirliliği, ahlâksızlık.
Denavet
Yakın olmak, yakınlık.
Denaya
(Bak: Deniyyât)
Dendane
f. Diş tanesi. * Çark vesaire dişi.
Dendene
f. Mırıltı, homurdanma. Ağır ağır, dudak kıpırtısıyla, yavaş yavaş söylenen söz.
Denef
İyileşmeyen hastalık.
Denen
Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması. * Kolları çok kısa olmak. * Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması.
Denes
(C.: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.
579
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Deney
(Bak: Tecrübe)
Deneycilik
(Ampirizm) Fels: İnsan zihninde mevcut her bilginin ve her düşüncenin kaynağı tecrübe (deney) olduğunu iddia eden felsefi görüş. Bu görüş, tecrübenin ehemmiyetini belirtirken aklın ve dinin rolünü inkâr ediyor. Tecrübe maddi dünyayı anlamak için gerekli ama, yeterli değildir. Tecrübe görüneni ve müşahhası bize verir. Akıl ise, mücerredi, umumiyi, kaide ve prensipleri verir. Din ise tecrübe ve akıl ile beraber bunların alanını aşan hakikatleri verir. Hakikat, tecrübe ve akılla sınırlı değildir. İslâm akla ve tecrübeye yer verir fakat bunların sınırları içinde hapsolmaz. Müslüman geniş görüşlüdür, dar görüşlü teorilere bağlı düşünmez.
Deng
f. Hayran, şaşkın, şaşmış olan, ahmak, ebleh, bön, sersem. * İki katı maddenin tokuşmasından hasıl olan ses. * Pergel noktası.
Deni
(C.: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız. * Dünyaya âit, fâni ve geçici. * Yakın, karib.
denî
alçak.
Deni'
Hor, zelil.
Denie
Eksik, noksan, nakise.
Denis
Kirli, paslı.
deniye
alçak olan.
Deniyyat
(Denâya) (Denî. C.) Ahlâksızlıklar, aşağılık şeyler.
Deniyye
Kaftan düğmesi, elbise düğmesi.
Denn
(C.: Denân) Küp.
Depresyon
Fr. Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı.
depresyon
ruhî çöküntü.
der
" ""içine, içinde"" mânâsında ön ek."
580
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dera
f. Çan, çıngırak.
Derahim
(Dirhem. C.) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri. * Akçeler, paralar.
Derahis
Şiddetler.
Der-akab
f. Hemen, derhâl, çabuk, arkasından, akabinde.
derâkab
hemen, derhâl.
Der-amed
f. Gelir.
Der-an
f. Derhâl, o anda, hemen.
Derare
Deyyus. Karısının kötü hâllerini görmemezlikten gelen kişi.
Derari
f. (Dürrî. C.) Parlak yıldızlar. * Renkli şeyler.
derârî
parlak yıldızlar, renkli şeyler.
Deraz
f. Uzun, tavil.
Derb
(Dürb) Bir şeyi âdet edinmek. * Dadanmak, alışmak. * Haslet, cür'et. * Tecrübe etmek. * Denemek.
Der-ban
f. Kapıcı, kapıya bakan.
Der-bar
f. Ev kapısı.
Derbar-ı saadet-karar İstanbul. (Osmanlılar devrinde İstanbul hilâfet merkezi olduğu için saadet kapısı diye tavsif edilirdi.) Der-beder
f. Serseri, kapı kapı dolaşan. * Dağınık, perişan.
Der-bend
f. Dağda ve tepede zahmetlerle geçilen yer, dar geçit, boğaz. Hudut. Kale. * Anahtarsız kapı.
Der-bendçi
Kale veya hudut muhafızı.
Der-best(e)
f. Kapalı kapı. * Kapanmış susmuş.
derc
içine alma, sokma.
Derc
İçine almak. Katmak. * Kitaba koymak. * Nakışlı kâğıt üzerine yazılan yazı. * Hattatın yazılmış kâğıt tomarı.
Dercan etmek
Can içine almak, hayatını ona vermek.
581
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dercân
canına sokma, içine alma.
Dercan
f. Can içinde.
Derçin resmi
Kesilen hayvanlardan alınan bir cins vergi.
derd
dert, hastalık, üzüntü, dilek, mesele.
Derd
f. Tasa, keder, kaygı. * Hastalık, illet.
Derda
f. Yazık! Vah vah!
Derdab
Sadâ, ses.
Derdak
(C.: Derâdik) Küçük çocuklar. * Her şeyin küçüğü.
Derdar
Servi ağacından bir sınıf.
Derd-aşina
f. Dert görmüş, mihnet görmüş kişi.
Derd-dest
Elde. Elde etmek, yakalamak, tutmak. Ahz. * Yapılmakta ve rüyet edilmekte olan.
Derdebis
Belâ. * Zahmet. * Boncuk. * Yaşlı kişi.
Derd-i dil
Gönül tasası, gönül gamı.
Derd-i maişet
Geçinmek derdi ve zorluğu. Maişet derdi.
Derd-i ser
Sıkıntı, baş derdi, başağrısı.
derdmend
derdi olan.
Derdmend
f. Tasalı, kaygılı, dertli.
Derdnak
f. Dertli, kederli, kaygılı, tasalı.
Derdur
Su çevriği, girdab. * Derin çukur yer.
Derebeyi
Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri. * Mc: Asi, zorba.
Derecat
(Derece. C.) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler.
derecât
dereceler, yukarı katlar.
582
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Derecat-ı kurbiye
Yakınlık dereceleri. Allah'a manevi yakınlık mertebeleri.
Derecat-ı şemsiye
"Eski Kozmoğrafyaya göre; güneşi döndüğü farzedilen dâirenin on iki burca tekabül eden kısımları."
Derece
(C.: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak. * Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar. * Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye. * Miktar, rütbe.
derece
gitgide yükselen durumların her biri, kerte.
Derece-i hararet
Isı derecesi.
Derece-i süllem
Merdiven basamağı.
Derece-i şuhud
İmanı ve mânevi hakikatları, mânevi terakki yoluyla görmek seviyesinde olan iman mertebesi.
Dered
Ağızda diş olmamak.
Derek
Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye) * Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)
Dereka
(C.: Deruk) Sığır derisinden yapılan kalkan.
derekab
hemen ardından.
Derekât
Aşağılık dereceleri. En aşağı mertebeler.
derekât
derekeler, aşağı katlar.
Dereke
Aşağı inen basamak. Aşağı mertebe. * Sıfırın altındaki derece. Düşüklük.
dereke
gitgide alçalan durumların her biri.
Dereke-i mirkat
Merdivenin en alt basamağı.
Derekî
Gerileme.
Derem
Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi. * Ağızdan dişlerin
583
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması. * Davarın yavaş yürüyüp adımlarını birbirine yakın atması. Dereman
"Kişinin adımlarının birbirine yakın olması. (O kimseye ""dârim"" derler)."
Derem-güzin
f. Sarraf.
Derem-sera
f. Para basılan yer.
Deren
Kir, vesah.
Derende
f. Yırtan, yırtıcı.
Derer
Kasdetmek.
Deres
Nişanın belirsiz olması. * Kaftanın eskimesi. * Evin köhne olması.
Dergâh
(Der-geh) f. Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. * Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. * Şeyhlerin tekkesi.
dergâh
makam, tekke.
Dergâh-ı âlî
Padişah kapısı. Yüksek dergâh.
Dergâh-ı muallâ
Büyük kapı. * Mc: Saray.
Dergiş
f. İzdiham, çok kalabalık. * Bir zerdali cinsi.
Derh
Men etmek, engel olmak.
Derhal
f. şimdi, hemen, bu anda, vakit kaybetmeden.
Der-hast
f. Arzu, taleb, istek, dilek. * Dilekçe, istida.
Der-hatır
Hatırda.
derhâtır
hatırlama.
Derhem
f. Karışık, karmakarışık. * Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. * İncinme.
Derhişte
f. Cömertlik, sehavet.
Derhor
f. Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.)
584
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Derhuş
f. Derhor, lâyık, münasip, muvafık, uygun, yakışır, şayeste.
Deri
"f. Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan ""der"" ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi ""deriyye"" yapılmıştır.) * Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol olan dağ eteği."
Deriçe
f. Küçük kapı, oyma kapı. Pencere.
Deride
f. Yırtık, yırtılmış.
Derir
Yürügen davar.
Deris
(C.: Dirsân) Eski kaftan, eski elbise.
Deriyye
Avcıların gizlenip av gözledikleri yer.
derk
anlama, kavrama.
Derk
En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak. * Anlamak.
Derkaa
Kaçmak, firar.
Der-kâr
f. Mâlum, âşikâre olan. * İçinde olan. İçte bulunan.
Der-kemin
f. Pusu bekleyen, pusuda olan.
Der-kenar
Kenarda bulunan, hâşiye. Bir sahifenin kenarına çıkarılan yazı.
derketmek
anlamak, kavramak.
Derketmek
Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.
Derk-i dekaik
İnce ve dakik şeyleri iyice kavrama, anlama.
Derma'
Topuğu belli olmayan, şişman kadın. * Tavşan. * Kırmızı yapraklı bir acı ot.
Derman
f. İlâç, tiryak. * Çare-i necat, kurtuluş sebebi. * Tâkat, güç, kuvvet.
dermân
ilaç, çare, güç.
Dermande
(c.: Dermândegân) f. Âciz, beceriksiz, biçare, zavallı.
Dermek
Çok beyaz olan un. * Beyaz ekmek.
Dermeyan etmek
Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek.
Dermeyan
(Der-miyân) f. Ortada olan şey, arada.
585
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dermeyân
ortada, ortaya.
Dernek
Eğlence için yapılan toplanma. * Düğün. * Cemiyetler kanununa göre kurulmuş cemiyet.
Der-niyam
f. Kınına sokulmuş, kınında, kılıfta.
derpey
ardı sıra.
Derpey
f. Hemen, ardı sıra.
Derpiş
f. Önde olan, göz önünde bulunan.
Derr
İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır. * Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı. * Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.
Derrace
Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi. * Bisiklet.
Derrak
(Derk. den) Çok dikkatli olan, çabuk anlayan, anlayışlı, müdrik.
Derrar
Yün eğerdikleri iğ.
Ders
Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife. * Akıl.
Der-saadet
f. Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi.
Dersaadet
istanbul.
Dersec
Mercimek.
Ders-han
f. Ders okuyan, talebe, öğrenci.
dershane
ders okunan yer.
Dershane
f. Sınıf, ders verilen yer, ders yeri.
Ders-i amm
Bir medreseyi bitirdikten sonra, tâbi tutulan imtihan sonunda medrese talebelerine ders vermek salâhiyetini kazanan. * Asistan. * Herkese ders vermeğe salâhiyetli âlim.
Ders-i ibret
İbret dersi. Göz ve fikir açacak hâdise.
586
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dersiâmm
herkese ders verebilen hoca.
Der-tesbih
Tesbihde, duâda, zikirde.
Dert-mend
Dertli.
Deruc
Hızlı esen rüzgâr, fırtına.
Deruhde
f. Üstüne almak. Kendini vazifeli bilmek. * Üzerine alınan iş.
deruhte
üzerine alma, yüklenme.
Derun
f. İç taraf. Dâhil. * Kalb.
derûn
iç, gönül.
Derunî
f. Gönülden, içten.
derûnî
içle ilgili, içten.
Derva(h)
f. Şaşkın, şaşırmış olan, hayran. * Başaşağı asılmış. * Lâzım, zaruri, lüzumu olan, gerekli.
Dervah
f. Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. * Sağlam, metin, muhkem. * Doğru, asıl, gerçek. * Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. * Ayıp, utanma. * Sertlik, kabalık.
Dervaze
f. Kapı. Şehir. Şehir kapısı, kale kapısı.
Dervâze-i nuş
Mc: Ağız.
Derviş
f. Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan. * Kimsesiz, fakir. * Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir. * Mürid veya şeyh.
derviş
yaşayışını tarikatının edeplerine uyduran kalender kimse.
Dervişân
(Derviş. C.) f. Dervişler.
Dervişâne
f. Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette.
Dery
Bilmek.
derya
deniz.
Derya
f. Deniz, bahr.
587
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Deryab
f. Akıllı, anlayışlı, müdrik.
Derya-bend
f. Liman. * Tersane.
Deryaçe
f. Göl, küçük deniz.
Derya-misal
Deniz gibi çok olan, denizi andıran.
Deryan
Bilmek, ilim.
Derya-neverd
f. Denizde dolaşan, denizde gezen.
Deryaniye
Hörgücü ikiden fazla olan sığır nevi.
Derya-nuş
f. Çok fazla içki içen.
Derya-yı ahdar
Yeşil deniz. * Mc: Sema, gök.
Derya-yı ebyaz
Akdeniz.
Derya-yı esved
Karadeniz.
Derya-yı umman
Açık deniz. Umman Denizi. Okyanus.
Deryuz
f. Dilencilik.
Derzen
f. İğne.
Des'
Def'etmek kovmak. * Ağız dolusu kusmak.
Des
f. Eş, eşit, müsâvi, benzer, denk.
De's
Yemek.
De'sa
Câriye.
Desais
(Desise. C.) Vesveseler, desiseler. Gizli hileler.
desâis
desiseler, hileler, oyunlar.
Desais-i şeytaniyye
şeytanca desiseler, hileler.
Desak
Bir kabın dolduktan sonra taşıp dökülmesi.
Desatir
"(Düstur. C.) Düsturlar, kaideler. (Desatir-i hikmet, nevamis-i hükümetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizac etmezse cumhuru avamda müsmir olamaz. M.)"
desâtir
düsturlar, ilkeler.
588
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Desatir-i âliye
Yüksek ve ulvi düsturlar ve kaideler.
Desatir-i hikmet
Hikmet düsturları. Hikmet ve maslahatın iktiza ettirdiği kaideler.
Desâtir-i ilmiye
İlmin düsturları. İlmin icab ettirdiği kaideler.
Desâtir-i islâmiye
İslâma ait kaide ve düsturlar.
Desem
(C.: Düsum) Yağ. * Uyuz.
Desen
Fr. Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. * Bir kumaşı süsleyen şekiller.
Desfan
(C.: Desâfi) Bir şeye tâlip olan kişi.
Desi'
İki omuz arasında boyun battığı yer.
Desia
Atâ, bahşiş, hediye. * Huy, hulk, tabiat.
Desik
Dolu nesne.
Desimetre
Fr. Metrenin onda birine eşit uzunluk birimi.
Desis
(C.: Desâyis) Gizlenmiş, gizli.
Desise
Gizli hile, oyun.
desîse
hile, oyun.
Desisekâr
f. Hileci, hile yapan.
Desisekârâne
f. Hilekârcasına. Desise ve hile edene yakışır surette.
Deskere
(C.: Desâkir) Dağ başında olan harab kale. * Küçük köy.
Desma
Siyah olan nesne.
Desmere
(C.: Desâmire) Dağ başında olan harap yıkık kale.
Despot
yun. Rum piskoposu. * Eskiden Bizanslı ve Balkanlı derebeyi.
Desr
Def'etmek, kovmak.
Dess
Yavaş yağan yağmur. * Acıtıcı derecede dövmek. * Def'etmek.
Dessas
Çok aldatıcı, çok desiseci.
dessas
hileci, oyuncu, aldatıcı.
dessasâne
hileci, aldatıcı gibi.
589
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Desse
Toprak içinde gömülüp yatan bir nevi yılan.
Dest ü pâ(y)
El ve ayak.
Dest
(C.: Düsut) Dört bucaklı yastık ve elbise. * Hile.
dest
el.
Destak
Şarabın beyazlığı ve dökülmesi.
Dest-alay
f. Bulaşık el, bulaşmış el.
Destan
f. (Dest. C.) Eller. * Hikâyeler, masallar. * Hile, tezvir, mekir. * Meşhur Zâloğlu Rüstem'in babasının nâmı.
destan
kahramanlık hikâyesi.
Destar
f. Sarık, imâme, başa sarılan tülbent.
Destarbend
f. Sarık saran, sarıklı.
Destar-çe
f. Mendil.
Destar-ı hümayun
Pâdişah sarığı.
destbedest
el ele.
Dest-be-dest
f. Elden ele, el ele. * Peşin satış. * Birbirine bitişik olan.
Dest-beste
f. El bağlamış, eli bağlı.
Dest-bus
f. El öpme.
Dest-bürd
f. Kuvvet, kudret. * Üstünlük, zafer, muvaffakiyet.
Dest-diraz
f. El uzatan, zulmeden. * Sarkıntılık etme, el uzatma.
deste
demet, tutam.
Deste
f. Tutam, bağ, demet, kabza. * Muin, mededkâr. * Süpürge. * Küstah.
Destec
Desti. * Kola takılan bilezik.
Deste-çub
f. Sopa, değnek.
Deste-dad
f. El veren, yardım eden.
Deste-dad-ı teslim
f. Teslim elini veren, itaat eden, uyan.
destek
dayanak.
590
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Destek
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. * Küçük el. * Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet.
Dest-erre
El bıçkısı. Testere.
Dest-gâh
f. İş yeri, tezgâh. * İktidar, servet, kuvvet.
destgâh
tezgâh, işyeri.
Dest-gir
f. Muavenet. Arka olmak. Tutucu, yardımcı, muin. Zahir.
Dest-güşa
f. Avuç açan el açan.
Dest-güzar
f. İmdada yetişen, yardım eden, yardımcı.
Dest-huş
f. Oyuncak.
Dest-i gaybî
f. Görünmez el, inâyet-i İlâhi. * Mc: Allah'ın yardımı.
Dest-i istibdad
İstibdadın verdiği azap, istibdadın eli.
Dest-i rast
Sağ el, sağ taraf.
Desti
f. Testi.
Destine
f. Bilezik, el bileziği.
Dest-keş
f. Gözleri görmeyen bir kimseyi ellerinden tutup dolaştıran. * Kazanç. Kâr. * Yay gibi elde kolaylıkla idare olunabilen şey. * Dilenci. * Bir işten vazgeçen.
Dest-mal
f. Elbezi.
Dest-maye
f. Sermaye, elde olan şey.
Dest-muze
f. Armağan, hediye.
Dest-pak
f. Fakir, fukara. * Mendil. * Dindar.
Dest-renc
f. El emeği. El ile yapılan iş. * Ücret, kazanç, kâr.
Dest-res
f. İsteğine ulaşan, elini yetiştiren. * Kudret, zenginlik, iktidar.
Destroyer
ing. Çok sür'atli giden küçük savaş gemisi, torpido muhribi.
Dest-suze
f. Nişanlı kız.
591
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Destur (düstur)
Asıl. * Kanun. * Vezir-i azam, baş vezir.
Destur
f. İzin, müsaade. Şerlilerden kurtulmak için söylenen söz. * Allah'ın inayeti.
destûr
izin.
Dest-vane
f. Savaşta giyilen demirden yapılmış eldiven. * Kadınların kollarına taktıkları süs eşyası, bilezik. * Meclisin baş kısmı.
Dest-var(e)
f. Çoban değneği. Baston. * El bileziği. * Ele benzer, el gibi, el kadar.
Dest-yar
f. Yardımcı, muin. Arka.
Dest-yarî
f. Yardım, muavenet.
Dest-zen
f. Tutunma. * El uzatma.
Deşişe
Bulgur.
Deşne
f. Hançer.
Deşne-i subh
Tan yeri. (Bu tabir, tan yerinin ilkönce hançer şeklinde göründüğünden kinaye olarak denmiştir.)
Deşt
f. Bozkır, çöl, sahra. Kumluk ve nebatsız geniş arazi.
Deşt-i hayat
Hayat çölü.
Deşt-i kıpçak
Dinyester ile İrtiş arasında bulunan geniş step.
Detektif
(Bak: Dedektif)
Determinant
Fr. Denklemlerin çözümlerini rahatlıkla bulmaya yarayan matematiksel tablo.
dev
masallarda geçen korkutucu varlık.
Dev
şeytan, ifrit, cin.DE'V : Aldatmak, hud'a.
Deva na-pezir
Devâsı bulunmaz hastalık.
Deva
İlâç, çare. Hastalığın iyi olmasına sebeb olan gıda.
devâ
ilaç.
Devabb
(Dabbe. C.) Binek hayvanları. Hayvanlar. * Yürüyenler.
592
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Devac
f. Üste örtünecek şey. Yorgan.
Devadar
f. Devâlı, devâ verici, iyileştiren.
devâen
ilaç olsun diye.
Devahi
(Dâhiye. C.) Büyük belâler. Afetler. Kazâlar. * Çok üstün zekâ sahipleri.
devâhî
büyük belâlar, üstün zekâlılar.
Devahil
(Dâhile. C.) İçler, batınlar.
Devahin
(Dâhine. C.) Duman çıkaran bacalar.
Devai
(Dâiye. C.) Batından, içten gelen bir duyguyu teşvik edici hâlât.
Devaî
(Devâiye) İlâç cinsinden. İlâca âit ve müteallik. Devaya dâir.
Devair
(Dâire. C.) Daireler. Resmî işlerin görüldüğü yerler.
devâir
daireler, işyerleri.
Devair-i askeriye
Askerî daireler.
Devair-i devlet
Devlet daireleri.
Devair-i mütedahile
İç içe daireler.
Devair-i resmiye
Resmî daireler.
Devalüasyon
Fr. Paranın değerinin düşürülmesi.
Devam
Bir halde bulunma, sürekli olma, daimîlik. * Bir işe veya bir memuriyete gidip gelme. * Sebat.
devam
sürüp gitme.
Devan
f. Hızlı yürüyen, koşan, seğirten.
Devanik
(Dânık. C.) Bir dirhemin dörtde birleri.
Devar
Baş dönmesi hastalığı.
Devari'
(Dır. C.) Zırhlar. Zırhlılar. Zırhlı gemiler.
Deva-saz
f. Çâre bulan, ilâç tertip eden.
Devat
(C.: Devâyât) Divit.
593
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Devavin
(Divân. C.) Divânlar, eski şairlerin şiirlerini topladıkları kitablar.
Devb
Kötü hâl.
Devbel
Bir karar üzere durup büyümeyen küçük eşek.
Devdat
Çocukların oyun oynadığı yer.
Devderî
Kısa boylu cariye.
Devende
f. Seyyah. Seyahat eden, gezen, dolaşan.
deverân
dönme, dolaşım.
Deveran
Dönüş, dolaşmak. Tedavül. Yerinde durmamak. Devretmek.
Deveran-ı dem
Kan dolaşımı, kan deveranı.
Deveran-ı dünya
Dünyanın dönüp devretmesi.
Devf
Suda ıslamak. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Misk ezmek.
Devh
Hor, hakir olmak. Hor, hakir etmek. * Kahretmek.
Devha
(C.: Devah-Devâyih) Büyük ağaç.
Devir dairesi
Denizde geminin çeşitli hızla ve muhtelif dümen açısı ile çizdiği dâire.
Devir ve teselsül
Davanın delile ve delilin davaya taalluk etmesiyle kaziyenin dönüp dolaşıp yine eski hâline gelerek hallolunamaması.
Devir
(Devr) (C: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek. * Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama. * Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme. * Seyahat. Bir memleketi dolaşmak. * Bir şeyin kendi mihveri üzerinde dönmesi. * Aktarma, bir şeyin bir kaptan veya bir yerden diğerine nakli. * Bir şeyin diğerine teslimi. * Bir bölük veya takım askerin teftiş veya emniyeti muhafaza için dolaşması. * Bazı ehl-i tarikatın dönerek ettikleri zikir, sema. * Müzikte, her ölçüye verilen isim olup, umumiyetle büyük ölçüler ve peşrevler için kullanılır. * Tas: Dünyaya gelme (Nüzul), geldiği yere dönme hali (Uruc). * Dairevî bir hareket.
594
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir şeyin diğer bir şey etrafında dönmesi. Dolaşmak. * Müddet. Zaman. Çağ. * Bir şeyi başkasına devretmek. * Biri birisini icad etmek. (Bak: Hudus) devir
dönme, dolaşma, aktarma.
Devirli
Fiz: Müsavi zaman aralıkları ile tekrarlanan hareket. Periyodik.
Deviye
Otsuz sahrâ. Otu olmayan çöl
Deviyy
Nerden geldiği anlaşılamayan sesler, gürültüler, patırtılar.
Devk
Döğmek. * Karışmak.
Devke (deveke)
Karışmak, ihtilât.
Devkes
Arslan. * Çok adet, çok miktar.
Devle (düvle)
"""Devlet"" kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli. * İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. (Düvlet malda; devlet harpte ve mertebede kullanılır.)"
Devlet ü ikbal
Ulviyet ve iyi tâlih.
Devlet
"Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet, şahsî teşebbüs ve serbest rekabete dayanan, iktidar ve hâkimiyetin kapitalist sınıfın elinde bulunduğu devlet şeklidir.2- Sosyalist ve Komünist Devlet : Şahsî mülkiyeti ortadan kaldıran, yerine işçi sınıfı adına devlet mülkiyetini ikame eden, işçi sınıfı hâkimiyeti namı ile komünist partisi diktatörlüğünü getiren devlet şeklidir.Bu iki devlet şeklinin iktisad siyasetleri ile siyasî iktidar ve hâkimiyet anlayışları farklı olmakla beraber devlet idaresinde dine yer vermemekte birleşirler.3- Faşist Devlet: Menfî
595
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
milliyet ve unsuriyet fikrini siyasette hâkim kılan, şahsî teşebbüse müsaade eden; fakat devletin vesayeti ve hâkimiyeti altına alan, meslek zümreleri adına iktidar ve hâkimiyeti tek parti ve şefinin eline veren devlet şeklidir.4- Teokratik Devlet: Hâkimiyet ve iktidarın, ruhban sınıfının elinde bulunduğu bir devlet şeklidir. Daha çok Hristiyan âleminde asırlar boyunca bu devlet şekli cemiyet ve milletlere hükmetmiş, fakat tahrif edilmiş İncil'e sâhib oldukları ve İlâhî iktidar ve hâkimiyet yerine ruhban sınıfının hâkimiyet ve iktidarını ikame ettikleri için, insanın fıtratındaki hakikatı taharri ve hürriyet fikri galebe çalarak bu devlet ve idare şekli Fransız ihtilâliyle yıkılmış, fakat ihtilâlciler ve muakibleri beşeriyeti yeniden ıztırablara dûçar eden kapitalist, sosyalist ve faşist sistemlerden başka birşey getirememişlerdir. Çünki hareket ve istinad noktaları beşerî fikir ve ölçüler olup materyalist (maddeci) dünya görüşlerinin zarurî neticesi olarak teavün yerine cidal; hak yerine kuvvet; iktisat yerine ihtiyaçları tezyid ve tahrik ettiklerinden beşeriyetin huzur ve saadetlerini bozdular.5- İslâm Devleti: İktidar ve hâkimiyeti milliyet ve unsuriyet, yahut içtimaî sınıflarda veya ruhban sınıfında değil; yalnız Allah'ta kabul eder. Halkı veya siyasî temsilcisi olan kişiyi yahut meclisleri, İlâhî iktidar ve hâkimiyetin tatbikçi memurları olarak kabul eder.(Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa'ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb'usan ve
596
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i Şer'î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. R.N.)" devlet
ülkeyi yönetmek için örgütlenmiş siyasî topluluk.
Devlet-abadî
f. Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt.
Devletçilik
Halk işlerinin, hususan büyük sanayi ve ziraatin devlet vasıtası ile işletmesi usulü. Cemiyetin umuma âid olan işleri ve bu işler için lâzım gelen teşkilât, müessese ve sâirelerini devlet eliyle yapılmasını kabul eden idâre sistemi. * Halkın hususi teşebbüslerini veya büyük müesseselerini devlete devretmek fikri. (Bunun ifratı fertlere ve millete zulümdür ve dinsizlik rejimi olan komünizme giden bir usuldür.)
Devlethane
f. Ev, köşk, konak.
Devlet-i âliye
Osmanlı İmparatorluğu.
Devletli (devletlü)
f. Eskiden vezir ve müşir gibi büyük rütbeli kimselere verilen bir ünvan.
Devletlü necâbetlü
Osmanlılar zamanında şehzâdeler için kullanılan bir tabirdir.
Devletlü re'fetlü
Eskiden seraskerler için kullanılan ünvan.
Devletlü semâhatlü
Zamanında Şeyh-ül İslâmlara verilen bir ünvan.
Devletlü utufetlü
Vezirlere, müşirlere, padişah damatlarına verilen ünvan.
Devlet-meab
Devletin saadet ve ihtişamının sığınacağı yer, hükümdar.
Devlet-medar
Büyüklük merkezi olan (hükümdar)
devr
devir, dönem, dönme, dolaşma, aktarma.
Devr
f. Casus, hafiye.
Devrak
Şarap ölçeği.
597
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Devran
Devir, felek, zaman, deveran, dünya.
devran
felek, talih.
Devranî
Deverana âit ve müteallik.
Devre
(C.: Devrât) Dönüş dönme, dönem. * Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi. * Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.
devre
dönem.
Devr-han
f. Kur'an-ı Kerim'i devamlı okuyup devreden kişi.
Devr-i âlem
Dünya seyahati, dünya gezisi, dünyayı gezmek.
Devr-i bâtıl
Man: Kısır devir. Bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisi ile isbatlamaya çalışma yolu.
Devr-i dil-ârâ
En hoş devir. Gönlü hoş eden zaman.
Devr-i ebvab
Kapı kapı gezip dolaşmak.
Devr-i felek
(Bak: Devr-i zaman)
Devr-i kasır
(Devre-i kasire) Fiz: Kısa devre.
Devr-i lâle
Lâle devri, lâle mevsimi, lâle zamanı.
Devr-i mihnet
Dünya, cihan, küre-i arz.
Devr-i sâbık
Bir önceki hükümet. Geçmiş devir.
Devr-i tefrih
Kuluçka devri.
Devr-i terakki
İlerleme devri.
Devr-i zaman
(Devr-i felek) Tali, kader. şans.
Devriy
(Devriyye) Geceleri gezen kol takımı, gezici karakol. * Bülbül, karatavuk, sığırcık ve bu gibi kuşların dahil olduğu sınıf.
devriye
dönen, dolaşan.
Devriyye
Osmanlı İmparatorluğu devrinde ilmiye sınıfına mahsus bir pâye.
Devs
Ziynet etmek, süslemek. * Bir şeyi ayağı ile basıp çiğnemek.
598
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Devsere
Büyük, semiz, kuvvetli deve.
Devş
Fâsid olmak.
Devv
Otsuz çöl.
Devvar
Durmayıp dönen, devreden. Devredip gezen. * Gerdân. * Kâbe-i Muazzama'nın bir adı. * Haremden alıp beraber tavaf edilen taş.
Devvare
Geo: Daireler çizmeye yarayan bir âlet, pergel.
Deyabüz
İki ırgaçla dokunan bez.
Deyacir
(Deycür. C.) Karanlıklar, zulümatlar.
Deybub
Koğucu, dedikoducu.
Deycuc
(C.: Deyâcic) Karanlık, zulmet.
Deycur
(C.: Deyâcir) Karanlık.
Deydan
Edep. * Âdet.
Deyden
Edep. * Âdet.
Deydenet
Âdet, usul.
Deydenun
Toplamak. * Haslet, huy, âdet. * Oyun.
Deyh
(C.: Diyeha) Hor ve rezil olmak.
Deyku'
Katı, şedid.
Deylem
"Karıncaların ve kenelerin toplandığı yer. * Belâ. * Zahmet. * Düşman. * Türaç kuşunun erkeği. * Cemaat. * Bir kabile adıdır ve ehline ""Deylemî"" derler."
Deymas
(C.: Deyâmis) Hamam. * Alçak zemin.
Deymum
Devamlı, berkarar, zevalsiz.
Deymumet
Daimlik, devam, dâimiyet.
Deymumî
Devamlılık, devam, dâimiyet.
deyn
borç.
Deyn
Borç. Verilmesi lâzım gelen şey. * Fık: Zimmetinde sâbit olan şey.
599
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Deyn-i hâl
Huk: Herhangi bir vakte bağlı ve te'hir edilmeyen borç.
Deyr
(C.: Edyâr) Kilise, manastır. * Âlem-i insaniyet, insanlık âlemi.
Deyranî
Manastır adamı.
Deyrhane
f. Kilise, manastır.
Deysak
(C.: Deyâsik) Uzun yol. * Beyaz olan şey.
Deysan
Cömertlik.
Deysem
Köpekten olmuş kurt eniği. * Sultan böreği denilen kırmızı çiçekli bir ot.
Deyseme
İnci.
Deyyan
herkesin hakkını en iyi bilen ve veren Allah.
Deyyar
Bir kimse. Ehad. * Yurt sahibi birisi. * Manastır sahibi.
Deyyas
Kaba, galiz olan kimse.
Deyyus
Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam.
De'z
Boğmak. * Bir şeyi doldurmak.
Dıa
Rahat.
Dıame
(C.: Diam-Deâyim) Evin direği. * Ulu, şerif kişi, seyyid.
Dıayet
Dâvet.
Dıbabe
Yumuşak nesne.
Dıb'an
(C.: Dabâin-Dıbâ) Erkek sırtlan.
Dıbatr
Katı nesne.
Dı'bil
Belâ. * Meşakkat, güçlük.
Dıbk
"Bürc dedikleri nesne ki ağaçta biter; yazda ve kışta bitmez. * Ağaç posası."
Dıbne
Gülmek. * Maymun sesi.
Dıdd
(C.: Ezdad) Mugâyir, aykırı. * Düşman. * Nazir, misil, benzer.
Dı'f
(C.: Ez'âf) Her nesnenin bir misli miktarı.
600
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dıfda'
(C.: Defâdı') Kurbağa.
Dıfdı' (dıfda')
(C.: Dafâdi) Kurbağa.
Dıffe
Irmak ve kuyu kenarı.
Dıgs
(C.: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot. * Te'vili sahih olmayan karışık rüya.
Dıham
(Dahm. C.) Kalın ve iri olan şeyler.
Dıhas
Çok, kesir. * Eskimeye yakın olan.
Dıhh
Güneş, şems.
Dıhk
Gülme.
Dıhk-âver
f. Güldüren, güldürücü.
Dıhl
Kısa boylu, tıknaz kimse.
Dıhle
Bir kişinin her işine karışan has adamı.
Dıhrac
(Dahrece) Yuvarlama.
Dıhrıs
(C.: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim.
Dıhvenne
Habis kimse. * Semiz kısa boylu, tıknaz kişi.
Dıhye
Sahabeden bir zâtın adı. (R.A.)
Dı'îl
Ölüme yakın olan hasta deve. * Kurbağa yumurtası.
Dıîn
Asıl. * Maden.
Dı'îs
Süngü ile çok vuran kimse.
Dıkak
Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı. * Şirden adı verilen bağırsak.
Dıkîs
Akılsız kadın.
Dıkk
Yufka gibi ince olan şey. * Bir nevi sıtma.
Dıkka
(C.: Dükuk) Rüzgârın savurduğu toprak. * Uzaklaşmış olan şey.
Dıkrar
(C.: Dekârir) Koğucu, dedikoducu. * Belâ. Zahmet. * Yalan söz. * Fuhşiyât.
601
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dıl'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Karpuz veya kavun dilimi. * Tıb: Kaburga kemiği. * Geo: Dik kenar. Kenar.
Dılamis
Yumuşak ve berrak olan şey.
Dıl-azar
f. Gönlü inciten, hatır kıran.
Dıl'-i kâzib
Tıb: Göğüs kemiğine dayalı beş adet küçük kaburga kemiği.
Dı'liye
Deve kuşunun dişisi.
Dımad
Yara üstüne yapılan yakı ve bağlanan bez.
Dımar
Cehalet devrinde Arabistanda bir sanem (put) ismi. * Bir daha sâhibinin eline geçmesi ümid edilmeyen zâil olmuş mal. * Sonraya bırakılan vâde. Müddeti hudutsuz borç. * Gizli.
Dımışk
(Bak: Dimişk)
Dımn
Her nesnenin arası. * Koltuk.
Dıms
Duvar temeli.
Dına
İzdihamlık, kalabalık, çokluk.
Dınn(e)
Bahillik.
Dıntar
Çok yaşamış kertenkele.
Dır'
(C.: Dırâ'- Duru') Cevşen. Cenkte, muharebede giyilen zırh.
Dırab
Erkek dişiye aşmak. * Küçük dağlar.
Dırahşan
f. Parlak. Parıldayan. Parlaklık. Münevver, ziyâdar.
dırahşan
parlayan.
Dıraht
f. Ağaç. Şecer.
Dırak
(Daraka. C.) Deriden mâmul kalkanlar.
Dıram
Ateşin alevlenmesi. * Ateşin alevi. * Odun parçası, tahta parçası (tezcek ateş tutuşup alevlenir.)
Dırar
Ziyân yetiştirmek.
Dıraz
f. Uzun.
602
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dıraz-dest
f. El uzatan. El uzunluğu.
Dırazî
f. Uzunluk.
Dırefs
İpek. * Katı, sağlam nesne. * Büyük iri yapılı adam. * Büyük deve.
Dırga
Sıvı, balçık.
Dırgam
(C.: Darâgım) Arslan, esed, gazanfer, şir, leys, haydar.
Dırhami
Bir dirhem.
Dırr
Avret üzerine avret almak, evli iken bir daha evlenmek.
Dırre
(C.: Direr) Sütün çokluğu. * Sütün akanı. * Turra. * Kırbaç.
Dırriz
Bahil kimse. * Kısa boylu, âdi kadın.
Dırs
(C.: Derâsa-Edrâs) Kertenkele, fare ve kedi gibi hayvanların eniği.
Dırv(e)
Av öğrenmiş olan köpek yavrusu. * Dağ ağaçlarından pelit ağacına benzer bir ağaç.
Dı's
Kum. * Kumdan yığılmaş yumuşak tepe.
Dı've
Nesep dâvâsı etmek. * Yalan dâvâ etmek.
Dıya
Helak olmak, telef olmak.
Dıyk
(Bak: Dîk)
dıyk
darlık.
Dı'zabe
Kısa boylu ve eti çok olan kimse.
Di
f. Dün, dünkü gün, bugünden bir evvelki gün.
Diabe
Davet.
Diae
Şehadet parmağı.
Diam(et)
Binaya vurulan destek, direk, payanda. * İleri gelen, makamca yüksek olan baş başkan, reis, şef.
Dibac
(C.: Debâbic) Atlas dedikleri kıymetli ipek bez.
Dibace
f. Mukaddeme, başlangıç, önsöz.
dibâce
önsöz, başlangıç.
603
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dibagat
Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.
Dibare
(C.: Dibâr) Bir evlek yer.
Dibbîc
Bir, ehad.
Dibbîh
Bir, ehad.
Dibg
Dibâgat etmek. Arınıp pâk olmak.
Dibl
Belâ ve zahmet.
Dibr
Çokluk.
Dibre
Çokluk.
Dibs (dibis)
Pekmez. Hurma pekmezi. Bal. * Çok cemaat.
Dibsa' (debsâ)
Dişi çekirge.
Dicac
Ummanda yetişen büyük bir dikenli ağacın suyudur ve sabun gibi kiri izâle eder.
Dida'
Devenin şiddetle yelmesi ve sıçraması. * Ay sonu.
Didaktik
yun. Mevzuu, hikmet ve nasihattan ibaret olan söz. Öğretici.
Di'dan
Devenin çok yelmesi. * Bir şeyi örtmek.
Didar
f. Mülâkat, görüş. * Görünme. * Yüz. Çehre. * Görüş kuvveti, göz. * Açık, meydanda.
didar
göz, görme, görünme.
Didar-ı hürriyet
Hürriyetin güzel yüzü.
Didar-ı pâk
Temiz yüz.
Dide
f. Göz, ayn, çeşm. * Görmek. * Gözcü. * Göz bebeği. * Göz ucu.
dîde
göz.
Dide-bân
Gözcü, bekçi, nöbetçi.
dîdebân
gözcü, gözleyen.
Dide-giryan
Teessürle ağlayan göz. Ağlayarak.
604
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dif
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Edfâ) Çok hararet. * Derin duvar. * Deveden gelen fayda, menfaat.
Difaf
Hazırlandırmak.
Difl
Zakkum ağacı. * Katran. Zift.
Difla
Ağu ağacı denen ve çok acı olan nesne.
Difnas
Akılsız, ahmak kimse. (Müe: Difnes) DİG : f. Topraktan yapılmış tencere, çömlek.
Diger
f. Başka, diğer, öteki.
Diger-bâr
f. Başka zaman, başka defa.
Diger-bin
f. Başka kişilerin faydaları için fedakârlıkta bulunan kişi.
Diger-gun
f. Değişmiş, başkalaşmış, bozuk.
Diger-kâm
f. Başkalarını düşünen.
Diger-ruz
f. Diğer gün, başka gün.
Dih
"f. ""Veren, verici"" mânalarına gelir ve kelimelerle birleşir. Meselâ: Ârâm-dih $ : Rahatlık veren."
Dihak
Dolu bardak.
Dihan
Kırmızı deri, sahtiyan. * (Dühn. C.) Vücuda sürünülecek yağlar.
Dihat
(Dih. C.) f. Köyler, karyeler.
Dihçe
f. Küçük köy. * Çiftçi, köylü.
Dihda
Yuvarlamak. Döndürmek.
Dih-dar
f. Köy ağası.
Dih-gan
f. Ekinci, çiftçi, köylü.
Dih-hüda
f. Köy kâhyâsı, köy ağası.
Dihı
Köyle ilgili, köylü, köye mensub.
Dihim
f. Taç.
Dihiş
f. Verme, veriş, bağışlama, ihsan, atiyye.
605
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dihkan (dühkan)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Dehâkin) Sipâhi. * Köy kethüdâsı. * Emirlerin tasarrufunda kuvvetli olan, sözü geçen adam. * Bezirgân. * Acem fellahlarının maslahatgüzarı.
Dihlas
Arslan. * Yavuz, bahâdır, kahraman, çeri kimse.
Dihliz
(C.: Dehâliz) Ev ile kapı arası.
Dîk
Darlık, sıkıntı. Gam. Kalbe sıkıntı veren.
Dik
Horoz.
dîk
ince, dar.
dikkat
duygu ve düşünceyi bir noktada toplama, uyanıklık, incelik.
Dikkat
İncelik, dakik oluş. Ehemmiyet ve kıymet verme.
Dikkat-i nazar
İnceden inceye düşünme ve bakma. Bakış inceliği.
Dikta
Lât. Diktatörlerin davranışları. * Hiç ses çıkarmadan yerine getirilecek emir.
dikta
zorbalık.
diktatör
" devleti keyfine göre idare eden ""ulu"" önder."
Diktatör
Fr. Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid.
Dikte
Fr. Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. * Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme.
Dîk-ul elfaz
İfade zorluğu. Gayet ince ve derin ve ruhen hissedilen bazı mânaların ifade edilemeyişi.
Dîk-un nefes
Nefes darlığı.
Dik-ül efraf
Çatal ibikli horoz.
Dil
"t. Lisan, zeban. * Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu. * İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat. * Muhtelif âlât ve
606
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları. * Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası. * Mc: Gıybet, mezemmet, dedi-kodu, çekiştirme.(İnsanın yüz cihazatından birtek cihazı olan lisanı; bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, fâidelere âlet oluyor.. Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve rahmet-i İlâhiyyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santral olmak; elbette gayet parlak ve kat'i bir surette ihatalı ilme delâlet ve şehadet eder. Birtek dil, hikmetleri ve meyveleriyle böyle delâlet etse; hadsiz lisanlar ve hadsiz zihayatlar, nihayetsiz masnuat, güneş zuhurunda ve gündüz kat'iyetinde nihayetsiz bir ilme delâlet ve şehadet ve Allâm-ül Guyub'un daire-i ilminden ve hikmetinden ve meşietinden hariç hiçbirşey yoktur diye ilân ederler. ş.)" dil
gönül, kalb.
Dil-âgâh
f. Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar.
Dilahis
Leşker, asker. Çeri başı.
Dilalet
Kılavuzluk etmek. * Nazlanma. İşve. * Üstünlük, galebe.
Dil-ârâ
Gönül avutan, gönül süsleyen.
Dil-ârâ(y)
f. Kalbi süsleyen, gönlü zinetlendiren.
Dil-ârâm
f. Gönül eğlendirici, kalbe rahatlık veren. Gönül okşayan.
Dilas (delis)
Yumuşak ve berrak olan nesne.
Dilas
(C.: Düles) Hızlı, seri.
Dil-âsâ
f. Gönlü rahatlandıran, avutan.
Dil-asude
f. Kalbi rahat.
607
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dil-aşub
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Kalbi sıkan, yüreğe sıkıntı veren, gönle eza veren. * Kalbi meftun eden güzel.
Dil-âver
Gönül alıcı.
Dil-âverân
(Dil-aver. C.) Dilaverler, yürekliler, yiğitler.
Dil-aviz
f. Câzib, çekici, gönle asılan. Gönlü asılı tutan, dilber.
Dil-azad
f. Gönlü rahat, gönlü bir şeyle ilgili olmıyan.
Dil-azurde
f. İncinmiş. Gönlü, kalbi kırılmış.
Dil-baz
f. Güzel konuşan. Sözü ve işi hoş olan. Gönül eğlendiren.
Dil-bend
f. Gönül bağlıyan, seven.
Dil-ber
f. Gönül alan, kalbi çeken. Güzel, dilber.
dilber
gönül alan güzel.
Dil-beste
f. Kalbi bağlı, âşık.
Dil-cu(y)
f. Gönül çeken, gönül arıyan.
Dil-dade
f. Gönül vermiş, âşık.
Dil-dar
f. Kalbi hükmü altında tutan. Sevgili, mâşuk.
Dildil
f. Iztırab, acı, elem, sıkıntı, azab. İnilti.
Dildil-künân
İnleyenler, acı çekenler, ıztırab çekenler.
Dil-duz
f. Kalbe batan, gönül delen.
Dil-düzd
f. Gönül çalan.
Dile
f. Dil, gönül, kalb yürek. * Gönül sahibi.
Dil-efruz
(Dilfiruz) f. Kalbi yakan, gönül parlatıcı.
Dilekçe
(Bak: İstida)
Dil-ferah
f. Sevinçli, gönlü rahat.
Dil-figar
f. Gönlü yaralı, âşık.
Dil-firib
f. Gönlü aldatan, câzibeli.
Dil-germ
f. Öfkelenmiş hiddetlenmiş, gönlü kızmış.
608
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dil-gir
f. Kalbe sıkıntı veren gönül tutan. * Gücenmiş olan, kırgın.
Dil-güşa
f. İç açan, gönül açan, kalbe ferah veren. * Türk musikisinde bir mürekkeb makam.
Dil-hah
f. Gönül talebi, gönül arzusu.
Dil-harab
f. Gönlü yıkılmış, gönlü kırılmış.
Dilhas (dülâhis)
Arslan. Çeri kimse.
Dil-hıraş
f. Yürek parçalıyan, tırmalıyan.
Dil-hun
f. Kalbi yaralı, yüreği kanlı. Mükedder, mağmum.
Dil-hurrem
f. Neş'eli, gönlü sevinçli.
Dil-huş
f. Yüreği rahat, gönlü hoş.
Dil-i âvâre
Serseri gönül.
Dil-i derya
Denizin ortası.
Dil-i divane
Divâne gönül, deli gönül.
Dil-i pür-âteş
Ateşli gönül.
Dil-i suzan
Yanık, ateşli gönül.
Dil-i şeb
Gecenin ortası, gece yarısı.
Dil-i viran
Harap gönül, yıkık gönül.
Dil-i zâr
Zavallı gönül.
Dilir
(C.: Dilirân ) Bahadır, cesur, cesaretli, yiğit, yürekli.
Dilirân
(Dilir. C.) Bahadırlar, cesurlar, cesaretliler, yiğitler, yürekliler.
Dilirâne
f. Mertçesine, yiğitçesine, bahadırcasına.
Dilirî
f. Mertlik, yiğitlik, yüreklilik.
Dil-keş
f. Gönlü çeken, kalbi cezbedici.
Dil-kub
f. Gönül zedeliyen, vuran.
Dil-mürde
f. Duygusuz, kalbi ölmüş.
Dil-nişin
f.Gönlüde yer tutan. Lâtif, hoş.
609
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dil-nüvaz
Gönül okşayan.
Dil-riş
f. Dertli, kalbi yaralı, gönlü yaralı.
Dil-rüba
f. Gönül alan, gönül kapan.
Dil-saz
f. Gönül yapan.
Dil-sir
f. Gözü gönlü tok.
Dil-sitan
f. Gönül alan.
Dil-suz
Gönül yakan.
Dil-şad
f. Sevinmiş. Kalbi hoş olmuş.
dilşâd
gönlü hoş olmuş.
Dil-şikaf
f. Yürekleri delen, çok acıklı, dokunaklı.
Dil-şiken
f. Can sıkıcı, kalb kırıcı.
Dil-şikeste
f. Kalbi kırık, gönlü kırılmış olan.
Dil-şüde
f. Gönlü gitmiş. Âşık.
Dil-şüküfte
f. Gönlü açılmış, ferahlamış.
Dil-teng
f. Sıkıntılı, kederli, gönlü darda olan.
Dil-tengî
f. Gönlü darlığı, iç sıkıntısı.
Dil-teşne
f. Kalbi susamış. Gönlü çok istekli, çok özlemiş.
Dilüviyum
Jeo: Nehirlerin en eski alüvyonlarına verilen isim.
Dim
f. Yüz, yanak, çehre, surat.
Dima'
(Dem. C.) Kanlar.
Dima
f. (Bak: Demâ)
Dimağ
"Beyin. Kafanın içi. (Bak: Kalb)(Dimağda merâtib var birbiriyle mültebis ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur sonra tasavvur gelir.Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam sonra itikad gelir.İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet; salâbet itikaddan.Taassub iltizamdan,
610
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
imtisal iz'andan, tasdikten iltizam, taakkulde bitaraf, bibehre tasavvurda.Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli...S.)" dimağ
beyin.
Dimam
Çocukların yüzlerine sürülen ilâç. * Sevap.
Dimar
Helâk, mahv.
Dimase
Yumuşak. * Asanlık, kolaylık.
dimdik
gaga.
Dime
(C.: Diyem) Gündüz veya gecenin üçte biri miktarı ile tam gün kadar sürebilen, gürleme ve yıldırımı, olmayan yağmur.
Dimen
Süprüntülükler. Mezbele. Gübre. Fışkı.
Dimişk
Şam şehri. Suriye'nin başkenti.
Dimişkî
Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik. * Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt.
Dimkis
İbrişim.
Dimmet
Deve ve koyun tersi.
Dimn
Deve ve koyun tersi.* Selin getirdiği çörçöp.
Dimne
(C.: Dimen) Ters. * Duvar temeli. * Kin, düşmanlık. * Süprüntülük.
Din
(Dyne) Fr. Fiz: Bir gramlık bir kütlenin hızını, saniyede bir santimetre artıran kuvvet ölçüsü.
din
peygamberin bildirdiği biçimde kulluk görevlerini belirleyen ilâhî nizam.
Dinak
İri gövdeli, şişman kadın.
dinamik
hareketli.
611
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dinamik
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu. * Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli. * Fls: Sâbitin zıddı olarak bir kuvvet tesiriyle dâim hareket halinde bulunan ve bulunduran, bir değişmesi, bir oluşu olan. Hareketle birlikte te'sirli kuvveti de olan.
Dinamo
yun. Hareketi elektrik akımına çevirmeye mahsus âlet.
Dinan
Küpler.
dinar
eskiden kullanılan bir para.
Dinar
Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para.
Dindar
f. Dinî kaidelere hakkıyla riayet eden, dininin emirlerini yerine getiren, mütedeyyin.
Dindarane
Dindar bir kimseye yakışacak tarzda.
dindarâne
dindarca.
dindaş
aynı dinden olan.
Dinen
Din bakımından, diyanet noktasından, dince.
Din-i ferid
"Tek ve benzersiz olan hak din. İslâm dini.(Bernard Shaw demiş: ""Din-i Muhammedî'nin (A.S.M.) en yüksek makam-ı takdire çıkmasının sebebi: Gayet acib ve sağlam bir hayatı te'min etmesidir. Bana açılan budur ki: O din; tek, yektâ, emsalsiz bir din-i ferid olup, bütün muhtelif ayrı ayrı hayatın etvarlarını ve çeşitlerini hazmettiriyor. Yâni: Islah ve istihale tarzında tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed'in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Beşere vâcibdir ki desin: ""Muhammed (A.S.M.) insaniyetin halâskârıdır. Ve halâskârlık namı, O'na verilmek lâzımdır."" M.)"
612
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dinkas
İfsad etmek, bozmak.
Dinnabe
Kısa boylu kimse.
Dinname
Kısa boylu.
Dinneme
Kısa boylu.
dinperver
dini seven.
Dinperver
f. Sağlam dindar, dine hizmet eden. Salabet-i diniye sâhibi.
dinsizdârâne
dinsizce.
Dinya
Emmi oğlu, amca oğlu.
diplomat
ülkenin dış işleriyle uğraşan memur.
Diplomat
yun. Memleket hakkında siyasi söz sâhibi. Dış meseleler hakkında milletlerarası işlerle uğraşan siyaset adamı. * Becerikli, söz söyliyebilen.
Dir'
Zırh, demirden gömlek. * Kadın gömleği.
Dirahş
f. Nur, ziya, parıltı, parlama, ışık.
Dirahşan
f. Parlıyan, parlak.
Dirahşende
f. Işıklı, nurlu, ışıldayan, parıldayan.
Diraht
f. Ağaç. Şecer.
Diraht-ı meyvedâr
Meyve veren, yemişli ağaç.
Dirak
Tâbi olmaklık, itaat etmeklik.
Diran
(Dâr. C.) Evler, hâneler.
Dirase
Kitab okumak. * Elbiseyi eskitmek. * Gizli yol. * Harmanda buğday döğmek. * Uyuz olan deveyi katranlamak.
dirâyet
yetenek, beceri, sezgi.
Dirayet
Zekâ, bilgi. Kuvvetli tecrübe sahibi olmak. * Fetanet. Temkin ve tecrübeye dayanan akıl.
Dirayetkâr
f. Bilgili, dirâyetli, kavrayışlı.
613
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dirayetli
Kavrayışlı, zeki, bilgili, anlayışlı.
Dir-baz
f. Uzun zaman, uzun müddet, uzun.
Dirdih
Yaşlı, pir, ihtiyar kişi.
Dirdim
Ağzında dişleri kırılmış ve kütelmiş yaşlı deve.
Direfş
f. Alem, bayrak, sancak.
Direktif
Fr. Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir.
direktif
yönlendirici emir.
Direktuvar
Fr. Fransız ihtilâlinin üçüncü yılında Konvansiyon'un yerine geçen idare şekli.
Direm
(Dirhem) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. * Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça.
direm
dirhem.
Direm-sera
f. Darbhâne, para basılan yer.
Direng
f. Gecikme, yavaşlık, teenni, teahhur. * Dinlenme, karar, istirahat, aram.
Direv
f. Ekin biçme, hasat.
Direv-ger
f. Ekin biçen, orakçı.
Dirha
Süngü ile oynadıkları halka.
Dirham
(C.: Derâhim) Kuruş.
Dirhem
(Bak: Direm)
dirhem
üç gramlık ağırlık ölçüsü.
Dirhevs
Katı, şiddetli nesne, şedid.
Diriga
f. Yazık, eyvahlar olsun!
614
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Diriğ
f. Men'etmek, korumak, esirgemek. * Eyvâh, yazık.
Dirin(e)
f. Eski, kadim.
diritnavt
diritnot.
Diritnot
(Diritnavt) ing. Büyük harp gemisi.
diritnot
büyük savaş gemisi.
Dirkite
Acem diyarında bir oyun adıdır. (Bir yere gelip raks ederler.)
Dirvas
Büyük deve. * Boynu kalın olan adam. * Arslan. * Köpek ve devenin sütü.
Diryak
Tiryâk, ilâç.
Dirz
(C.: Duruz) Dünya nimetleri. * Lezzet.
Disam
Şişe ağzına konulan tıpa. * Yaraya bağlanan bez. * Kulak içine sokulan şey. * Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç.
Disar
(C.: Düsür) Kenet, urgan, halat, perçin, mismar.
Dise
f. Kişi, şahıs, zât, fert.
Disiplin
Fr. Uyulması lâzım gelen kaide ve yasaklar. * Nizam ve intizam te'mini için zihnî, ahlâkî, ruhî, cismanî tâlim ve terbiye.
disiplin
uyulması gereken kuralların tamamı, sıkı düzen.
Diskalifiye
Fr. Müsabaka dışı bırakılmış.
Di-şeb
Dün gece.
Div
f. Dev. * İblis, şeytan. * Cinn, ifrit.
Divan durmak
Huzurda hazır olarak beklemek.
Divan
Eskiden yaşamış şâirlerin şiirlerinin toplandığı kitap. * Büyük meclis. Büyük ve idâre işlerine bakan bilgili, nüfuzlu kimselerin toplandıkları yer.
divan
şiir kitabı, yüksek idare meclisi, mahkeme, sedir.
Divançe
f. Kafiye itibariyle harf sırası tertibiyle yapılan küçük şiir mecmuası.
615
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
divâne
aklı tam olmayan, kaçık.
Divane
f. Deli. Aklı başında olmayan.
divânece
divane gibi.
Divane-gî
f. Delilik, divânelik.
Divane-rev
f. Çılgın, delicesine davranan.
Divanhane
f. Odalar arasındaki büyük salon. Büyük ev. Divan kurulacak büyük oda. Saraylarda odalar hâricinde olan büyük salon.
divanhâne
geniş sofa, salon.
Divan-ı ahkâm-ı adliye Huk: Kanunlara göre, bakılacak dâvalarla ilgilenmek üzere 1284 yılında kurulan ilk nizâmiye mahkemesi. Divan-ı âlî
Yüce divân.
Divan-ı deâvî nezareti Çavuşbaşılığın kaldırıldığı 1836 (Hi: 1252) tarihinde bunun yerine kurulan daire. Fakat 1870 (Hi: 1287) tarihinde Adliye Nezareti'nin teşekkülü üzerine kaldırılmıştır. Divan-ı eş'âr
Şiirler divanı, şiirler kitabı.
Divan-ı harp
Harp divanı. Yüksek rütbeli askerlerin harp mes'eleleri veya harp suçluları hakkında işler için toplandıkları meclis.
Divan-ı hümâyun
"f. Halkın dâva ve şikâyetlerinin dinlenip halledildiği, devlet meselelerinin görüldüğü padişah huzuru. Bu mecliste; sadrazam, şeyhül İslâm, kazaskerler, defterdarlar ve sair büyük devlet ricali bulunurdu."
Divan-ı ilâhî
Âhiretteki hesap günü. Haşirde muhasebe günü.
Divan-ı nübüvvet
Peygamberler cemaati, peygamberler meclisi.
divânıharb
askeri mahkeme.
Divar
f. Duvar.
Divâr-ger
f. Duvarcı.
616
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Div-bad
f. Şiddetli rüzgâr, kasırga, fırtına. * Divanelik, delilik, cinnet.
Div-beçe
f. Deve yavrusu.
Div-came
f. Eskiden savaşlarda giyilen kaplan veya arslan postekisi.
Div-çe
f. Sülük. * Kadın tuzluğu adı verilen bir bitki çeşiti. * Ağaç kurdu, güve. * Arka kaşağısı.
Dive
f. İpek böceği.
Divek
f. Ağaç kurdu, güve.
Diver
f. Ev sahibi.
Divit
Yazı yazmak için kullanılan hokka ve kalemi bir arada ihtiva eden mahfaza.
Diyaf
Bir mevzi.
diyânet
dindarlık, din işleri.
Diyanet
Dindarlık. Dinin hükümlerine riâyet ve muktezasınca amel etmek. Din emirlerinin hüsn-ü ihtiyar ile tatbiki. Din işleri.
diyâneten
dindarlık bakımından.
Diyar
(Dâr. C.) Memleket.
diyar
ülke, yer.
Diyar-ı âhar
Başka, diğer memleket.
Diyar-ı gurbet
f. Gurbet diyarı. Yabancı memleket.
Diyar-ı küfr
İslâm ülkelerinden hariç olan memleketler.
Diyar-ı rum
f. Eskiden Osmanlı ülkesindeki Anadolu.
Diyas(e)
Ekini davar ayağı ile bastırıp çiğnetmek. * Kılıcı ruşen etmek, kılıcı parlatmak.
Diyat
(Diyet. C.) Diyetler. (Bak: Diyet)
Diyeke
(Dîk. C.) Dîkler, horozlar.
Diyer
(Dâr. C.) Dârlar, hâneler, evler.
617
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
diyet
kan bedeli, can pahası.
Diyet
Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası. * Para, değer. Kıymet.
Diyet-i kâmile
Huk: Öldürülen şahsın nefsine bedel olarak, câniden veya ailesinden alınan tam diyet olup, miktarı öldürülen kişiye göre değişir.
diyk
darlık, sıkışıklık.
Diz
f. Kal'a, sur.
Diz(e)
f. Levn, renk.
Diza
Noksanlaştırmak. * Eziyet vermek. * Ezâ etmek. * Hor ve hakir etmek.
Dizçek
Dizleri muhafaza etmek için muharebelerde kullanılan bir nevi zırh.
Dizdar
f. Kale muhafızı, kale ağası.
dogma
tartışılmayan kesin fikir.
dogmatizm
bazı fikirleri her zaman doğru ve değişmez kabul eden felsefe.
Doğa ötesi
(Bak: Metafizik)
Doğa
(Bak: Tabiat)
Doğma
yun. Fikir, rey. * Fls: Kat'i olarak ileri sürülen fikir.
Doğmatizm
(Bak: Nassiye)
Dok
ing. Gemi tamir veya inşasında kullanılan üstü örtülü havuz. * Ticari eşya için rıhtımlarda yapılan büyük depo.
doktrin
bir sistem meydana getiren fikirlerin hepsi, öğreti.
Doktrin
yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y. * Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü.
618
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dolap
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine. * Her çeşit döner çark, çıkrık. * İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz. * Eskiden selâmlık ile harem arasında eşya alıp vermeye mahsus döner dolap ki, veren ile alan birbirlerini görmezlerdi. * İşlerin idaresi. * Mc: Hile, hile ile iş görme.
Dolunay
t. Ayın yuvarlağına karşı gelen yarım küre yüzeyinin tamamıyla aydınlık görünmesi hâli. Ayın 14 veya 15 nci günleri. * Bedir.
Domaniç
Kambur. Tümsekli, fırlak.
Dominyon
ing. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim.
donanma
kendini donatma, deniz kuvveti, ışıklı şenlik.
Dost
(C.: Dostân) f. Sevilen insan, muhib, yâr. * Erkek veya kadın sevgili, mâşuk, mahbub, mâşuka, mahbube. * Hakiki dost ve âşıkların ve âriflerin âşık oldukları Allah.
dost
samimi arkadaş.
Dostan
(Dost. C.) Dostlar.
dostâne
arkadaşça.
Dostane
f. Dostça, dostlukla.
Dostî
f. Dostluk.
Doz
Kim: Bir maddenin bir karışıma girmesi gereken muayyen miktarı. * Tıb: Bir hastaya bir defada veya bir günde verilecek ilâç miktarı. * Ölçü, miktar.
Dönüm
919 m2 lik eski bir arazi ölçüsü.
Döviz
Fr. Yabancı devlet parası. * Yabancı ülkelerde ecnebi paralarla ödenecek olan poliçe, çek gibi senetler.
619
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dram
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi. * Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.
Dramatik
yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı. * Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir.
Du'
(C.: Ezvâ-Zayân) Erkek baykuş.
Dua
"Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru. * Salât, namaz. * Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti dilemek, yalvarmak. * Peygamber'e (A.S.M.) salavat getirmek. * Birisini çağırmak. * Birisini bir şeye sevketmek. * Bir kimseyi bir isimle tesmiye etmek. * Söz, kelâm. * Okumak.(... Duâ ubudiyyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü, duâ eden adam duâsı ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir; en uzak maksadlarımı yapabilir; benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki benim sesimi de işitiyor, bütün o şeyleri O yapıyor ki en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum...Duânın en güzel, en lâtif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: ""Duâ eden adam bilir ki; birisi var ki, onun sesini dinler; derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder; Onun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil, bir Kerim Zât var; ona bakar, ünsiyet verir... M.)(Duâ-yı kavli-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir. Ya aynı matlubu ile makbul olur veyahud daha evlâsı verilir.Meselâ: Birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. ""Duâsı kabul olunmadı"" denilmez. ""Daha evlâ bir surette kabul
620
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
edildi"" denilir. Hem bâzan kendi dünyasının saâdeti için duâ eder. Duâsı âhiret için kabul olunur. ""Duâsı reddedildi."" denilmez. Belki, ""Daha enfa bir sûrette kabul edildi."" denilir. Ve hâkezâ... Mâdem Cenâb-ı Hak Hakim'dir, biz ondan isteriz, o da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele der. Hasta tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. ""Tabib beni dinlemedi."" denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi; maksudun iyisini yerine getirdi. M.) (Mü'minin mü'mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?Elcevap : Esbâb-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü, bâzı şerait dahilinde duâ makbul olur, şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir. Ezcümle: Duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevi temizlenmeli: sonra makbul bir duâ olan Salâvat-ı Şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine Salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duânın ortasında bir duâ makbul olur. Hem $ yâni ""Gıyaben ona duâ etmek""; hem hadiste ve Kur'an'da gelen me'sur duâlarla duâ etmek. Meselâ: $ $ gibi câmi duâlarla duâ etmek, hem hulus ve huşu ve huzur-u kalb ile duâ etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem mevâki-i mübârekede, hususan mescidlerde, hem cum'ada, hususan saat-i icabede, hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede; hem Ramazan'da, hususan leyle-i Kadir'de duâ etmek kabule karin olması rahmet-i İlâhiye'den kaviyyen me'muldür. O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir. M.)(Dördüncü nevi ki; en meşhurudur...Bizim
621
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri, fiilî ve hâlî; diğeri, kalbî ve kalîdir. Meselâ: Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenab-ı Hak'tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevad-ı Mutlak'ın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır. İkinci kısım: lisan ile, kalb ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metalibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi, şudur ki: ""Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hatırât-ı kalbini işitir, herşey'e eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir.. Aczine merhamet eder, fakrına medet eder.""İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Duâ gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış âlâ-yı illiyyin-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi $ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol!... S.)" duâ
Allaha yalvarma, yakarış, isteme, dileme.
Duâgû
(Duâhân) f. Duâ okuyan. Duâ eden.
Duat
(Dâî. C.) Duâ edenler. Allah'a yalvaranlar. * Dâvet edenler.
Duâ-yı fiilî
Fiil ile yapılan dua. Yâni: İstenilen şeyin sebeplerini yerine getirmeye çalışmak.
Duâ-yı hayr
Hâyırlı dua, hayır isteyen dua.
Duâ-yı kavlî
Sözle yapılan dua ki bildiğimiz meşhur duâlardır.
Duâ-yı müstecab
Kabul olunan dua.
Duban
Duman.
Dubu'
Yapışmak.
622
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Du'ce
Gözün büyük ve siyah olması.
Ducret
Sıkıntı, gönül darlığı, zahmet. Zaruret.
Ducret-ver
f. Sıkıntılı.
Dûçar
f. Yakalanmış. Çatmış. Mübtelâ. * Ulaşmış.
dûçar
tutulmuş, yakalanmış.
Dud
Kurt, böcek.
Dud-alud
f. Dumanlı.
Dude
Kurtcağız, küçük solucan, böcek.
Dûd-hâne
f. Kabile, silsile, hânedan, soysop.
Dudhar
f. Kelebek. * Aşçı, yemek pişiren kimse. * Külhancı.
Dud-i harir
İpek böceği.
Dudman
f. Hanedân, sülâle, akarib, aile, kabile, kavim, aşiret.
Dudu
Hanım, kadın, hatun.
Dug
f. Ayran.
Duga
Akılsız kadın.
Duga'
Kedi miyavlaması. * Tilki sesi. * Zelil, hakaret görmüş kimsenin sesi.
Dugab
Tavşan sesi.
Dugaga
Ahmak, akılsız kişi.
Dugata
Eğri bir ağaç cinsi.
Dugd
f. Gelin, yeni evlenmiş kız.
Dugmeran
Kara, esved.
Dugmus
(C.: Degâmis) Rengi siyaha yakın küçük bir su canavarı.
Dugn
Karanlık, zulmet.
Dugta
şiddet. * Meşakkat, zorluk.
Duh
f. Kız, kerime, duhter. * Havai fişek. * Hasır otu, hasır sazı.
duhâ
kuşluk vakti.
623
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Duha
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuşluk vakti. * Güneş. * Vuzuh ve beyan. * Kur'ân-ı Kerim'in 93. Suresinin adı. Vedduhâ da denir.
Duhala
(Dahil. C.) Yabancılar. Muhacirler. Sığınanlar. Dahilde olanlar.
duhan
duman.
Duhan
Duman. Tütün. * Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı. * Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler. * Kıtlık ve kuraklık.
Duhan-ı ateş
Ateşin dumanı.
Duhan-ı mübin
"Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür. Bir de Arab, galib olan şerre, duhan tesmiye eder. Nitekim dumanlı hava tâbirini biz de kullanırız.) (E.T.)"
Duhas
"Denizlerde çok olan büyük bir canavar. (Arkasıyla, boğulan kimselere yardım edip kurtarır, ""dülfin"" de derler.)"
Duhh
Tütün.
Duhl
(C.: Dehâhil) Ufak kuşlar.
Duhmesan
Kara yağız, iri yapılı adam. * Akılsız adam.
Duhn
Darı.
Duhne
Tohum tânesi, tek tâne. * Darı.
Duhruce
(C.: Dehâric) Yellengen böceğinin yuvarladığı ters. * Deve kuşunun yavrusu.
Duhseman
Kara yağız, iri vücutlu adam.
Duht
f. Kız, kerime.
624
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Duhte
f. Sağılmış. * İğne ile dikilmiş.
Duht-ender
f. Üvey kız. * Eskiden kadın esirlerinin bir cinsi.
Duhter
f. Kız.
Duhtere
f. Bekârlık, kızlık.
Duhter-i hindî
Hindistanlı kız.
Duhterî
f. Kızlık, bekârlık.
Duhuk
Doğurduktan sonra rahmi çıkan dişi deve.
Duhul ü huruc
İçeri girip çıkma.
duhûl
girme.
Duhul
İçeri girme. İçeri dahil oluş.
Duhul-i muzafferâne
Muzafferce giriş.
Duhuliye
Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi. * Bir yere girmek için verilen para.
Duhur
Zillet, zelillik, hakirlik, aşağılık. Adilik.
Duhus
Bâtıl olmak.
Duhye
Kuşluk vakti kesilen kurban.
Du'k
Zayıf adam.
Duka
Eskiden Avrupa'ca pek yüksek bir asalet ünvanı idi.
Dukak
(C.: Dekâyık) İnce nesne. * Un. * Zor, güç.
Dull
Helak.DUM $ (Devâm) : Sâbit ve sâkin olmak.
Du'ma
Ulu yol.
Dumr
Zayıflık. * Hafiflik.
Dumu'
(Dem'. C.) Göz yaşları.
Dumur
Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek. * Bir yere izinsiz gitmek.
625
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dumûr
körelme, kuruma.
Du'mus
(C.: Deâmis) Rengi siyaha benzer bir küçük su canavarı.
Dumuz
Susma, sükut.
dûn
aşağı.
Dûn
Gayrı, diğer, maadâ.
Dunak
Nezle.
Dune
Hastalık.
Dunehu hart-ül katat
"""Elini dikenli ağaç üzerine çekmek, ondan daha kolay."" meâlinde bir tabirdir."
dûnhimmet
gayreti az.
Dun-himmet
Gayretsizlik, himmetsizlik. (Bak: Himmet.)
Dûn-perver
f. Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan.
Dur ü diraz
Uzun uzadıya.
dûr
uzak.
Dura-dur
f. Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Uzun uzadıya.
Durah
Gökte melâike kâbesi olan beyt-il mâmur.
Durat
Yellenme.
Dur-baş
"f. ""Uzak ol!"" anlamına gelen bir emir. * Değnek, sopa, âsa."
Durbe
Âdet, haslet. * Cür'et. * Tecrübe.
Dur-bin
f. Uzak gören. Uzağı gösteren âlet.
Dur-binî
f. İlerisini görürlük, uzağı görmeklik.
Durc
İçine inci ve altın konulan küçük hokka.
Dur-dest
f. Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun.
Dure
Hakir ve şânı küçük olan adam.
626
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dur-endiş
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülâhaza eden. İlerisini düşünen.
dûrendiş
ilerisi için kaygılanan.
dûrendişâne
ilerisi için kaygılanırcasına.
Durî
f. Uzaklık.
Durit
Kovmak, def etmek.
Dur-nüma(y)
f. Uzağı gösteren.
Dur-nüvis
f. Uzağı yazan. Telgraf.
Durr
Zayıflık. Hâli yaramaz olmak.
Durre
(C.: Dür-Dürrât-Dürer) İnci.
Duru'
(Dır. C.) Savaşda giyilen zırhlar, cevşenler, çelik elbiseler.
Durub
(Darb. C.) Döğmeler, vurmalar, darblar.
Durub-u emsal
Meşhur sözler. Darb-ı meseller. Ata sözleri.
durûbuemsâl
atasözleri.
Durus
Kuyu örülen taş.
Dûş azmak
Rüyâda iken kirlenmek, ihtilâm olmak.
Dûş
f. Omuz. Ketif. * Dün gece. * Âlem-i menâm, rüya âlemi. * Mütesadif ve mütelâki olan.
dûş
omuz.
Duşab
f. Hurma ve üzüm pekmezi. Pekmez.
dûşâb
pekmez.
Duşize
(C.: Duşizegân) f. Kız, bâkire. El değmemiş.
Du'şuka
Bir böcek cinsidir ve sahrâlarda olur.
Duud(e)
Nezle olmak.
Duva
Baykuş sesi.
Duz
f. Dikici, diken, dikmiş.
627
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Duzah
f. Cehennem. Tamu. * Mc: Keder. Külfet.
Duzahî
f. Cehennem'e mahsus, cehennemî, zebani.
Duzah-mekân
f. Makamı Cehennem olan kâfir, münâfık.
Duzene
f. Sivrisinek, arı gibi haşeratın iğnesi.
dü
iki.
Düabe
Lâtife etme, şaka yapmak. * Oyun.
Dü-âlem
İki dünya. Dünya ve âhiret.
Dü-bâlâ
f. İki kat.
Dübar
Çarşamba günü.
Dübar(e)
f. İki kat, çift kat, kat kat, katmerleşme.
Dübb
Ayı.
Dübba'
Kabak.
Dübbe
Yol, tarik.
Dübb-ü asgar
Küçük ayı denen ve Kutup yıldızı etrafında devreden yedi tanelik yıldız kümesi.
Dübb-ü ekber
Büyük ayı tâbir edilen, kutup yıldızı ile beraber etrafındaki yedi yıldız.
Dübeyt
f. İki beyitten müteşekkil rübainin diğer ismi.
Düble
Beyaz helva parçası. * Büyük lokma.
Dübr
(Dübür) Kıç, mak'ad, süfre. * Bir işin nihayeti, sonu. * Bir şeyin arkası, gerisi.
Dübse
Siyaha benzeyen kırmızılık.
Dübsiyy
Kumruya benzer bir kuş.
Dü'bub
Zayıf nesne. * Çirkin huylu, kısa boylu kimse. * Kolay yol. * Uzun at. * Karınca nevinden bir nev. * Hububattan bir cins.
Dübul
Su arkı.
Dü'bus
Ahmak.
628
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Düca
Zulmet, karanlık.
Dücac
Galebe ile çağrışmak. * İnlemek. * Aldatmak, kandırmak.
Dücace
(Bak: Decace)
Dücale
Katran.
Dücce
Fazla karanlık, ziyade zulmet.
Dücce-i lücce
Denizin engin karanlığı.
Düci
(Dücye. C.) Karanlıklar, zulümat.
Dü-cihan
İki cihan. Dünya ve âhiret.
Dücme
Karanlık, zulmet.
Dücne
(C.: Dücen-Dücenât) Kapalı hava, karanlık.
Dücun
Bulutun göğü bürüyüp örtmesi.
Dücüc
(Decâc. C.) Tavuklar. Tavuk, horoz ve piliç cinsleri.
Dücünne
(C.: Dücünnât) Bulut kat kat olma. * Karanlık, zulmet. * Yağmur yağma.
Dücye
(C.: Dücâ) Bal arısının kovanı. * Avcılar kümesi. * Zulmet, karanlık.
Düden
Coğ: Yerin altında akan suların oyup meydana getirdiği derin kuyu.
Dü-dide
f. İki göz.
Dü-dilî
f. Tereddüt, kararsızlık, neticeye varamamak.
Düello
İtl. Hakareti tamir için iki kişi arasında hususan Avrupa'da ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
düello
şahitler önünde iki kişinin silahlı çarpışması.
Düf
(C.: Düfuf) Def.
Düf'a
(C.: Difâ) Çok çabuk akan su.
Düfak
Bir şeyin dolu olması.
Düffa'
Büyük sel.
Düfn
Gömülmüş kuyu.
629
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Düfuk
Atılmak. * Dökülmek.
Dü-gane
f. İki adet, iki tane, ikiz. Çift.
Dü-giti
f. İki âlem. Dünya ve âhiret.
Dühat
Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar.
dühât
dahiler, üstün zekalılar.
Dühdün
Bâtıl nesne.
Dühdür
Bâtıl nesne.
Dühme
Siyahlık, karalık.
Dühn
Ot, yemiş veya çiçekten çıkarılan yağ.
Dühriyy
Yaşlı, ihtiyar, müsinn.
Dühûr
Devirler, zamanlar. Dünyalar.
Dühül
f. Davul.
Düka'
Deve öksürüğü.
Dükas
Uyuklamak.
dükkân
öteberi satış yeri.
Dükne
Siyâha benzer bir renk.
Dülake
Davar emziğinde kalan süt bakiyesi.
Dülbe
(C.: Düleb) Çınar ağacı.
Dülbent
f. Tülbent.
Dülce
(Delce) Gece vakti bir yere gitmek.
Düldül
Peygamberimizin Hazreti Aliye hediye ettiği binek hayvanı.
Dülfin
Denize düşenlere yardım edip, onları kurtaran bir balık.
dülger
marangoz.
Dülke
Küçük bir canavar.
Dülu'
Huruç etmek, çıkmak.
630
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Düluk
Batma, güneş batması.
Düluk-uş şems
Güneşin batışı.
Dü'lul
(C.: Dâlil) Belâ, zahmet, dâhiye.
Düm
f. Kuyruk.
Düma
(Dümye. C.) Suretler. Küçük putçuklar.
Düma'
Hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle gözden akan yaş. * Bahar günlerinde üzüm çubuğundan akan su.
Dümac
Çok sağlam nesne. * Gizli örtülü olan şey.
Düman
Yemişin çürüklü olması. * Ekine su düşüp, kesilmek.
Dümasir
(Demser) İnişi yumuşak olan yer. * Etli, büyük deve.
Düm-büride
f. Kuyruğu kesik.
Düm-çe
f. Kısa kuyruk, kuyrukçuk.
Dümdar
f. Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazifeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden emniyet kuvveti. * Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah.
dümdâr
ordunun arkasında giden gurup.
Dümel (dümmel)
Tıb: Büyük kan çıbanı.
Dümluk
Yassı, yuvarlak taş.
Dümlus
Berrak, yumuşak nesne.
Dümlüc
Doğan kuşu. * Kan alacak yer.
Dümme
Arap oyunlarından bir oyun ismi. * Yol, tarik.
Dümu'
(Dem'. C.) Gözyaşları.
Dümuk
Ansızın duhul etmek, birdenbire girmek.
Dümur
Destursuz olarak eve girmek.
Dümus
Geceleyin çok karanlık olmak.
Dü-muy
f. Saçına sakalına kır düşmüş adam.
631
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dümye
(C.: Dümâ) Oyun. * Ağaçtan yapılmış nakışlı suret. Sanem.
Dünb(e)
f. Kuyruk.
Dünbal(e)
f. Kuyruk.
Dünbek
f. Bekçi davulu. * Dümbelek.
Dü-nim(e)
f. İki parça, ikiye yarılmış, bölünmüş ikiye ayrılmış.
Dünu'
Horluk, hakirlik.
Dünüvv
Ulaşmak, yakın olmak.
Dünya
"(Müz: Ednâ) (Denâet veya dünüvv. den) En yakın, en aşağı. * Şimdiki âlemimiz. (Ahirete veya ölüme en yakın olmasından bu isim verilmiştir.) (Dünyâ, âhiretin tarlasıdır. Bir kitab-ı Samedanîdir. Hem bir mezraadır. Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Hem bir misafirhânedir.)(Ehl-i dalâletin vekili der ki, ehadisinizde dünya tel'in edilmiş. ""Cife"" ismiyle yâdedilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. ""Fenadır, pistir"" diyorlar. Halbuki: Sen bütün kemalât-ı İlâhiyyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun?Elcevap : Dünyanın üç yüzü var: Birinci Yüzü : Cenab-ı Hakk'ın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mâna-yı harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedaniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.İkinci yüzü : Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennet'in mezraasıdır. Rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.Üçüncü yüzü: İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü: Fânidir; zâildir,
632
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret bu yüzdedir.Kur'ân-ı Hakim'in kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir. Şimdi dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:Birincisi : Ehl-i mârifettir ki, Cenab-ı Hakk'ın mârifetine ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir eder.İkincisi : Ehl-i âhirettir ki ya dünyanın zaruri işleri onları amel-i uhreviden men'ettiği için veyahut şuhud derecesinde imân ile Cennetin kemalât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymetdar mehâsini varsa, Cennetin mehâsinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.Üçüncüsü : Dünyayı tahkir eder. Çünkü; eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.Dördüncüsü : Dünyayı tahkir eder. Zira dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder. ""Pistir"" der. Şu tahkir ise; o da, dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki, makbul tahkir odur ki; hubb-u âhiretten ve mârifetullah'ın muhabbetinden ileri gelir.Demek makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenab-ı Hak, bizi onlardan yapsın. Âmin. S.) (Bak: Alessevri velhut)" dünyâ
içinde yaşadığımız âlem.
dünyâdâr
dünyalı.
Dünyadâr
f. Dünya işleriyle uğraşan, mal ve mülk sahibi olan. Dünya hayatına fazla meyilli olan.
Dünyalık
t. Zenginlik, para ve mal.
633
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Dünyaperest
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Dünyaya tapacak derecede ehemmiyet verip âhiretini düşünmeyen. Maddiyatı çok seven.
dünyâperest
taparcasına dünyaya yönelen.
Dünyevî
(Dünyeviye) Bu âleme mensub ve müteallik. Dünyaya âit ve dünya ile alâkalı.
dünyevî
dünya ile ilgili, dünyalı.
Dü-pa
İki ayaklı.
Dür
(Bak: Dürr)
Dürahis
Katı nesne. * Gövdesi etli olan insan veya hayvan.
Düramih
Yürürken sallanan kişi.
Dürb
(Bak: Derb)
Dürbe
Âdet. Haslet. * Cür'et ve mümareset. Tecrübe.
dürbîn
dürbün.
Dürbîn
Uzaktan gören, dürbün.
Dürc(e)
Kutu, kutucuk, küçük kutu. * Mücevherat kutusu. * Hokka gibi olan ağız, biçimli ağız.
Dürc-i zer
Altın kutusu.
Dürd(e)
f. Tortu, çöküntü, posa, işe yaramayan kısım.
Dürdakıs
Başla boyun arasında olan kemik.
Dür-dane
f. İnci tanesi. * Mc: Çok güzel ve sevimli çocuk.
Dürdî
f. Çöküntü, tortu.
Dürdür
Dişin kök yeri. * Çocukların dişlerinin çıkıp bittiği yer.
Dürece
Süllem, merdiven. * Bağırtlak kuşu. (Kanatlarının içi siyah ve dışı boz olan bir kuş.)
Dürer
(Dürr. C.) f. Büyük inciler.
dürer
inciler.
634
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dürer-bâr
İnciler yağdıran. * Mc: Çok kıymetli ve güzel sözler söyleyen.
Dürer-i semavî
Aslı vahiy ile gelen, parlak hakikatlı mânalar. Semâvi inciler.
Dürhamin
Belâ. Zahmet, meşakkat.
Dürnuk
(C.: Derânik) Bir cins döşek.
Dürr
(Dürdâne, dürre) f. İnci. İnci tanesi.
dürr
inci.
Dürrace
(C.: Derrâc) Türac denilen kuş.
Dürrae
(C.: Derâri) Ferâce, kaftan, elbise.
Dürrat
(Dürre. C.) Büyük, iri inci taneleri.
Dürr-dane
(Bak: Dürdâne)
Dürr-efşan
f. İnci serpen. Söylediği sözler inci olan ağız.
Dürre-i beyzâ
f. Parlak, büyük inci.
Dürr-i cân
f. Canın incisi. Çok sevgili.
Dürr-i dırahşân
Parlak inci.
Dürr-i meknun
Mahfazalı parlak inci.
Dürr-i misâl
f. Misâlin incisi. İnci misâlinde, misâlin parlağı.
Dürr-i nâb
Beyaz, parlak inci.
Dürr-i şirab
İri, büyükçe inci.
Dürr-i yegâne
Eşi ve benzeri bulunmayan tek inci.
Dürr-i yekta
f. Benzeri olmayan, tek inci. * Mc: Hz. Peygamber (A.S.M.)
Dürr-i yetim
f. Sadef içinde tek olan inci. * Mc: Hz. Peygamber Muhammed (A.S.M.)
Dürrî
Dürr'e mensub, inci ile ilgili.
Dürriyetim
Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm.
Dürşe
Hâcet, ihtiyaç.
Düru'
(Dır'. C.) Zırh gömlekler.
635
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dü-ru
İki yüzlü.
Düruc
Dürmek. * Geçmek. * Koymak.
Dürud
f. Dua, medih, tahiyye, selâm. * Ekin biçme. * Yontmuş ağaç, kereste.
Dürug
f. Yalan, Doğru olmayan söz.
Dürug-zen
f. Yalancı.
Dürur
İnmek. * Akmak, seyelân.
Dürus
(Ders. C.) Dersler. * Müfret olarak: Bir şeyin eseri mahv ve müzmahil olmak.
dürûs
dersler.
Dürus-i nâfia
Faydalı olan dersler.
dürüst
doğru, düzgün.
Dürüst
f. Sıhhati yerinde, sağ, sahih, salim. * Doğru, hatasız. * Bütün, tam.
Dürüstî
f. Doğruluk, düzgünlük, sağlamlık.
Dürüşt
f. Katı, kalın, yağun. * Kaba, sert.
Dürüştî
f. Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk.
Dürye
Bilmek.
Dürzi
(C.: Düruz) Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve İsrâil'de yaşayan ve sonradan Araplaşmış olan bir kavimdir. Arapça konuşurlar. Dalâlet fırkalarından en bâtıl yolda olan bir fırkadır.
Düsme
Toz bulaşmış olan nesne. * Adi, alçak kimse.
Düsse
Arap çocukları arasında meşhur olan bir oyun.
Düstur
f. Umumi kaide. Kanun, nizam. * Örnek, nümune * Üslub. İzin, müsaade. * Mu'teber ve mu'temed kimse. * Destur.
düstûr
ilke, kural.
Düsum
(Desem. C.) Yağlar.
Dü'sur
(C.: Deâsir) Yıkılmış havuz.
636
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Düsur
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahvolma. Eseri kalmama. Ortadan kalkma. Nişanı belirsiz olma. * Kaftan eskime. * Ev köhne olma.
Düsür
(Disar. C.) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar.
Düş
f. (Bak: Dûş)
Düşab
f. Pekmez.
düşâb
pekmez.
Dü-şah(i)
f. Çatal ağaç. * Tomruk. * Eskiden suçlunun boynuna takılan çatal ağaç.
Düşenbih
f. Haftanın ikinci günü, pazartesi.
Düşeş
f. İki altılık. Tavla zarında iki defa altı gelmesi.
düşeş
iki altılık.
Düşin(e)
f. Dün gece.
Düşnam
f. Sövme, sövüp sayma, ta'n.
Düşvar
f. Müşkil. Güç. Zor.
düşvâr
zor, güç.
Düşvar-ger
f. Dağ.
Düşvarî
f. Zorluk, güçlük, suubet.
Dü-ta
İki kat.
Düvab
İşi birbirine ulaştırmak.
Düval
f. Tasma, kayış.
Düvam
Sabit ve sakin olmak.
Düvar
Baş çevrilme.
Dü-vazdeh
f. Oniki.
Düvel
(Devlet. C.) Devletler.
düvel
devletler.
637
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Düvel-i muazzama
f. Büyük devletler. Düvel-i muazzama-i İslâmiyye gibi.
Düvel-i mü'telife
Anlaşmış devletler. Birinci Cihan Harbinde: İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya.
Düvel-i müttefika
f. İttifak etmiş, birlik olmuş, birleşmiş devletler.
Düvelî
(Düveliyye) Devletlerle alâkalı.
Dü-vist
f. İki yüz.
Düvuk
Ahmaklık, hamâkat.
Dü-vüm(in)
f. İkinci, saniyen.
Düvvac
Hâkimlerin giydiği bol kaftan. * Yorgan. * Tac.
Düvvame
Çocukların çevirerek oynadığı bir fırıldak.
Düyun
(Deyn. C.) Borçlar.
düyûn
borçlar.
Düyunat
(Düyun. C.) Borçlar.
Düzd
(C.: Düzdân) f. Sârık, hırsız.
Düzdan
(Düzd. C.) f. Hırsızlar, sürrak.
Düzdâne
f. Hırsız gibi, hırsıza yakışır şekilde, hırsızca.
Düzdî
f. Hırsızlık, sirkat.
Dü-zeban
f. İki dilli.
Düzeç
(Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Tesviye âleti)
Düzenbaz
Hile yapan, aldatıcı.
Düzine
On iki parçadan ibaret takım.
Düzlem
(Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Müstevi)
Düztaban
t. Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler.
E
"Gr: İstifham, sorgu edatı. (Ezehebe Nuri: Nuri gitti mi? derken Ezehebe'nin başındaki ""E"" harfi gibi) * Arapça kelimelerin sonuna
638
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""e"" gelerek onları müennes yapmaya yarar. Âdil, Âdile... Emin, Emine... Kâmil, Kâmile... Nuri, Nuriye... gibi. (Bak: Müennes)" Eâcib
(U'cube. C.) Çok tuhaf ve acaib, şaşılacak şeyler.
Eâcib-i dehr
Dünyanın ve zamanın çok şaşılacak yerleri, şeyleri.
Eacim
(Acem. C.) Yabancılar, Arap olmayanlar. İranlılar.
Eadi
(Adüv. C.) Düşmanlar. Hasımlar.
Eali
(A'lâ. C.) İtibarı ve şerefi yüksek zâtlar. İyiler. Günahtan sakınan temiz ve sâlih amel sâhibi kimseler.
Eamm
Pek şumullü, daha umumi ve geniş.
eâmm
pek umumi, en genel.
Earib
(A'rabî. C.) Çölde yaşayan, göçebe Arablar.
Eariz
(Aruz. C.) Aruzlar, şiir vezinlerinden bahseden ses kalıpları. Şiirde beytin birinci mısraının son kısımları.
Earr
Hörgücü küçük deve.
Easir
(İ'sâr. C.) Şiddetli fırtınalar, kasırgalar.
Eâzım
(A'zam. C.) İleri gelen büyükler. Büyük adamlar.
eâzım
büyükler.
Eâzım-ı esmâ
İçinde çok isimlerin mânası bulunan, isimlerin en büyükleri. Cenab-ı Hakk'a mahsus isimlerin en mühim ve büyükleri.
Eâzım-ı millet
Millet büyükleri.
Eâzım-ı üdebâ
Ediplerin, edebiyatçıların en büyükleri.
Eazz
Galip. * Daha aziz, daha şerefli, en şerefli, azizler.
Eazz-i ahibbâ
Dostların en azizi.
Eb
(Ebâ, Ebu, Ebi) Baba, peder. Ced.
eb
baba.
E'ba
Yükler, hamuleler, çuvallar.
639
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ebab
Bir yere gitmek için hazır olmak.
Ebabil
"Dağ kırlangıcı. Kuş sürüsü. Sürüler, bölükler.(Hz. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) doğumundan evvel, Hristiyan Habeşliler dinlerini yaymak için San'ada bir mâbed yaparak, Kâbe yerine Arabları bu mâbede çekmeğe çalıştılar. Kâbe-i Muazzama durdukça buna muvaffak olamıyacaklarını anladıkları için Kudsi Kâbe'yi tahribe karar verdiler. Ebrehe kumandasındaki Habeş Hristiyan Ordusu Mekke'ye kadar geldiği sırada Ebâbil kuşlarının gökten taş yağdırmaları üzerine mahvoldular. Habeş ordusunun önünde bir fil yürütüldüğü için bu meşhur irhâsatdan olan tarihi hâdiseye ""fil vak'ası"" denir.) (B.O.L.) (Çendan velâdet gecesinde değil, fakat velâdete pek yakın olduğu cihetle, o hâdiseler de İrhâsât-ı Ahmediye'dir ki (A.S.M.) Sure-i Elemtera Keyfe'de nass-ı kat'i ile beyan edilen ""Vaka-i Fil""dir ki; Kâbe'yi tahrib etmek için, Ebrehe nâmında Habeş Meliki gelip, Fil-i Mahmudi namında cesim bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke'ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebâbil kuşları onları mağlub etmiş ve perişan etmiş; kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitablarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hâdise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın delâil-i nübüvvetindendir. Çünki velâdete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâbe-i Mükerreme, gaybi ve hârika bir surette Ebrehe'nin tahribinden kurtulmuştur. M.) (Bak: Ebrehe)"
ebâbil
bir kuş türü.
Eb'âd
(Bu'd. C.) Mesafeler, uzaklıklar.
ebâd
boyutlar, uzaklıklar.
Eb'ad
Çok uzak, en uzak, daha uzak.
640
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eb'âd-ı bînihaye
Sonsuz uzaklıklar.
Eb'âd-ı nâmahdud
Hudutsuz uzaklıklar ve mekânlar.
Eb'âd-ı selâse
Üç uzaklık ki bunlar : En, boy, yükseklik (derinlik).
Ebadid
Müteferrik, dağınık.
Ebaet
(C.: Abâ) Kamışlık yer. * Kamış.
Ebahh
Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ)
Ebahir
Kuş kanadının üçüncü mertebede olan yelekleri.
Ebaid
(Eb'ad. C.) Yakın olmayan (hısım ve akraba.) * En uzak yerler.
Ebalis
(Ebâlise) (İblis. C.) İblisler, şeytanlar.
Ebarik
Balçıklı, kumlu yer. * (Ebrak. C.) Alaca atlar.
ebâtıl
boş inanışlar.
Ebatıl
Böğürler, yanlar.
Ebatih
(Ebtah. C.) Kumlu dereler ve ırmaklar.
Ebatil
(Ubtule. C.) Beyhude, bâtıl, hurâfe, mantıksız, hakikatsız şeyler.
Ebazer
(Bak: Ebu Zerr-i Gıffarî)
Ebazir
(Ebzâr. C.) Yemeklere katılan baharatlar, kurumuş kekikler.
Ebb
(C.: Abâb) Kuru ot. Taze ot. * Mer'a, otlak, çayır. * Kavga etmek veya bir yerden gitmek için hazırlanmak.
Ebbal
Deve çobanı.
Ebbale
Bir yüklük odun. * Bir kısım halk. Cemaat. Cemiyet.
Ebbar
İğneci. İğne yapan veya satan kimse.
Ebbaz
Kaçma, ürkme. * Sıçrayıp atlayan karınca.
Ebbed-allah
(Allah ebedî, dâim eylesin!) mânasına bir dua.
Ebced hesabı
"Ebced harf tertibinde görüldüğü gibi, Kur'ân-ı Kerim daha nâzil olmadan harflere rakam değeri verilerek tarih yazılır ve hâdiseler kaydedilirdi. Bundan böyle Arab, Fars ve Türk Ebediyatında
641
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hâdiselerin tarihleri Ebced hesâbı ile yazılırdı. Birçok muharebe, zafer, büyüklerin doğum ve ölümü, yüksek mevkilere geçiş, câmi, köprü, çeşme yapılış ve açılış tarihleri bu hesaba uyularak mısralarla ifade edilirdi. İşte bu ebcede göre harflere sayı değerleri verilerek kuvve-i kudsiye sâhibi ve büyük evliya ve allâmelerden ve ehl-i sünnet ve cemaat eshabı birçok müellifler, Kur'ân-ı Kerim'den, âyet ve hadis-i şeriflerden de mânalar çıkarmışlardır. Ebced hesabının Kur'ân'a tatbikinden çıkan şudur ki: Kur'ân'ın her kelimesi ve kelimelerdeki her harf bile Allah'ın ilim ve iradesiyle bilhassa belli maksatlarla seçilmiştir. Her harfin bile yerine göre hususi bir vazifesi vardır.Meselâ: Elmalı Tefsiri sh: 3956'da Molla Câmi Merhumdan şu tarihî nakil vardır: Kur'ân-ı Kerim'in 34'üncü sure, 15'inci âyetinde (Beldetün Tayyibetün: $ ""İyi bir beldedir"" ifâdesi ile İstanbul kasdedilmiştir ve İstanbul'un fetih tarihi bu cümlenin ebcedi ile haber verilmiştir.) diye gösteriliyor: Bu cümledeki harfleri sıra ile hesab ederek şu neticeyi görmekteyiz: 2 + 30 + 4 + 400 + 9 +10 + 2 + 400 = 857 hicri senesi oluyor. Bu tarih İstanbul'un Sultan Fatih Mehmed Hazretleri zamanında milâdi 1453 tarihinde fethine tevâfuk etmektedir. (29. Mektub Rumuzât-ı Semaniyede : Kur'ân-ı Kerim'in 108. Suresinde: $ ebcedî makamı 857 olarak, aynen ""Beldetün Tayyibetün"" gibi İstanbul'un İslâm eline geçmesi olan 857 tarihine tevafuk etmekle işaret ediyor... Evet mâdem Sure-i Kevser, Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) ihsan edilen fütuhat-ı azîmeye delâlet ediyor. Elbette İstanbul'a dahi bakıyor.)Bundan başka, Fetih Suresinde $ âyetinin, Sultan Mehmed Fâtih'in Uzun Hasan'a galib geldiği tarih 878 olarak görülmektedir.Bundan başka Timurleng'in Şâm-ı Şerif'i harab
642
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ettiği tarihi hesab edecek olursak, Kur'ân-ı Kerim'in 2'nci suresinin 114'üncü âyetindeki ""Harab"" $ kelimesinden aynı hesabla: 600 + 200 + 1 + 2 = 803 hicrî tarihi çıkıyor.Risale-i Nur Külliyatından Şuâlar Mecmuasında ve İmâm-ı Buhâri Tarihinde Ebi Aliye İbn-i Cerir ve İbn-i Hâtem'den nakledilen ve Kadı Beyzâvi Tefsirinde de mezkur bulunan aşağıdaki rivâyet dahi Ebced Hesabının Kur'ân-ı Kerim ile olan şeksiz alâkasını isbat etmektedir: (Bir zaman Benî İsrâil âlimlerinden bir kısmı huzur-u Peygamberîde surelerin başlarındaki $ gibi mukattaât-ı hurufiyyeyi işittikleri vakit, hesâb-ı cifir ile dediler: ""Yâ Muhammed! Senin ümmetinin müddeti azdır."" Hz. Resul-ü Ekrem onlara mukabil dedi: ""Az değil!"" Sâir surelerin başlarındaki mukattaâtı okudu ve ferman etti. ""Daha var."" Onlar sustular. Ş.)" Ebced
Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir. $(Ebced) $(Hevvez) $(Hutti) $(Kelemen) $(Sa'fes) $(Kareşet) $(Sehaz) $(Dazig)Bu sekiz kelime bütün huruf-u hecâ denen yirmi sekiz harfi içine almış ve sıra ile eliften gayn harfine kadar, birden bine kadar her harfte aşağıdaki sıra ile gösterildiği gibi değerler verilmiştir. Elif: 1, Bâ: 2, Cim: 3, Dal: 4, He: 5, Vav: 6, Ze: 7, Ha: 8, Tı: 9, Yâ: 10, Kef: 20, Lâm: 30, Mim: 40, Nun: 50, Sin: 60, Ayn: 70, Fe: 80, Sad: 90, Kaf: 100 Rı: 200, Şın: 300, Te: 400, Se: 500 Hı: 600, Zel: 700, Dad: 800, Zı: 900, Gayn: 1000 Şimdiki Arabcada alfabe bu sırayı tutmuyorsa da harflerin rakam gibi kullanıldığı zaman, yine eski
643
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sıraya uymak için Ebced sırasını da devam ettirmişlerdir. Hem birbirine benzeyen harfler bu sırada dizilmiştir. Eskiden İslâmlarda matematik ve fizikte bu harflerin rakam yerine kullanıldıklarını biliyoruz. ebced
Arap harflerinin diziliş sırası, bu harflerin rakam olarak değerlerinden yola çıkılarak yapılan hesap.
Ebcedhan
f. Ebced okuyan. Mektebe yeni başlayan, acemi.
ebcedî
ebcedle ilgili.
Ebcel
"Cüssesi büyük olan iri yapılı adam. * Atta ve devede bulunan bir damar. (İnsanda o damara, ""ırk-ı ekhal"" derler.)"
Ebda'
(Bedi'. den) En bedi. Ziyade bedi' ve güzel. Daha çok dikkati çeken.
ebdâ
en güzel, en bedi.
Ebdal
(Bedil veya Bedel. C.) Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar. Evliyâ zümresinden bir cemaat. Arapçada halkın lüzumlu işlerinin tasarrufuna memur bir cemaata denir. (Mâsivâ alâkasından mücerret ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetinde fâni ve müstağrak olan zâtlar. O.S.)
Ebdan
(Beden. C.) Bedenler. Tenler.
Ebecc
Patlak gözlü adam.
Ebed
"Ebedîlik. Zevalsizlik. Sonu olmamak. (Bak: Beka)Aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan ""kuvve-i hayâliye""ye denilse ki: Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın. Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla ""Oh"" yerine ""Ah"" diyecek ve teessüf edecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor. İşte bu istidattandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihâta etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envaına yayılmış arzuları
644
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gösterir ki: Bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misâfirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur. S.)(İnsanın fıtrat-ı zişuuru olan vicdanı saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim, kendi uyanık vicdanını dinlerse, ""Ebed!... Ebed!"" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur. Demek bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-ı câzibedârın yalnız cezbi ile olabilir. S.)" ebed
sonsuz gelecek zaman.
Ebedd
Gövdeli, iri cüsseli kimse. İki uyluğunun arası geniş ve etli olan kimse.
Ebeden
(Ebedâ) Devamlı olarak. Kat'â ve aslâ. Hiçbir vakit.
ebeden
sonsuza dek.
Ebedgâh
f. Kabir, mezar.
Ebedhane
f. Kabir, mezar.
Ebedî
Sonsuza ve ebediyete âit. Ebediyete dâir ve müteallik.(Kur'ân bize bu âlemin fâni, geçici olduğunu, herşeyin devamlı değiştiğini ve takdir edilen bir zaman sonunda sona erdiğini ve ereceğini belirtiyor. Madde âleminin bir başlangıcı ve sonu olduğunu bundan da anlıyoruz. Kur'ân, bize ebedî âlemin varlığını da haber veriyor, bu dünya hayatının ebediyet âlemine geçiş için bir hazırlık, tekâmül ve geçiş dönemi olduğunu, ebediyet âlemindeki hayata uygun bir varlık olmak için bu dünyada Allah'ın emir ve kanunlarına uygun yaşamak gereğini hatırlatıyor ve emrediyor.)
ebedî
sonsuzla ilgili.
ebediyet
sonsuzluk.
645
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ebediyyen
Ebedî olarak, ilel-ebed. * Hiç bir vakit, hiç bir zaman.
ebediyyen
sonsuza kadar.
ebedperest
sonsuzluğu sevip arzulayan.
Ebed-ül âbidîn
Ebediyyen, sonsuz olarak.
ebedülâbâd
sonsuzlar sonsuzu.
Ebed-ül-âbâd
Tükenmez, ebedî hayat. Sonsuzluk. * Cennet.
Ebelet
Çok yemekten gelen ağırlık, hazımsızlık.
Eben an-cedd
Babadan, dededen.
Eben
Töhmetli, kabahatli kişi. * Adâvet, düşmanlık.
Eber
Hurmanın budaklanması ve ıslah edilmesi. * Akrep sokması.
Eberr
Çok faziletli, şerefli. Çok sâdık ve dindar. Çok iyilik sever. * Şenlikten uzak, bedevi.
Ebes
Çok süt içmekten dolayı midede ve karında meydana gelen şiş. $
ebeveyn
ana ile baba.
Ebeveyn
Ana ile baba. (Eb ile ümm.)
Ebgaz
Çok fazla buğzedilen, hiç sevilmeyen, nefret edilen.
Ebh
Unutulan şeyi hatırlatmak.
Ebhak
Bir gözlü.
Ebhal
(Buhl. den) En hasis, çok cimri, daha tamahkâr. * Büyük gözlü.
Ebhâr
(Bahr. C.) Bahirler, deryalar, denizler.
Ebhar
Nefesi ve ağzı fena kokan adam.
Ebhâr-ı vâsia
Geniş denizler.
Ebhas
Gözlerinin üstünde veya altında bir miktar yumruca et parçası olan kişi.
Ebhekan
Kuzu kulağı adı verilen ot.
Ebhel
Ardıç ağacının yemişi. * Ardıç ağacının bir nevi
646
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ebhem
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Söz söylemeye muktedir olmayan. Konuşmaya iktidarı bulunmayan adam.
Ebher
En bâhir, en âşikâr. En parlak, daha çok zâhir. * Temiz kanı yürekten bedene dağıtan büyük bir damar.
Ebhire
(Buhâr. C.) Dumanlar, buğular.
Ebhur
(Bahur. C.) Buharlar. Buğular.
Eb-i müşfik
şefkatli baba, merhametli peder.
Ebi
(Bak: Ebu)
Ebib
İri taneli yağmur.
Ebih
Yüzünden örtüyü kaldırmayan tesettürlü kadın.
Ebi-l benât
Kızların babası.
Ebil
Nasârâ rahibi ve ekâbiri.
Ebil-ül ebilîn
İsa Peygamber (Aleyhisselâm)
Ebiye
İmtinâ edici, çekinen kadın.
Ebka
Ağlattı (mânasında mâzi fiili. Bak: İbkâ)
Ebka'
Alaca karga.
Ebkâr
(Bikr. C.) Bekârlar. * Mc: Evvelce kimsenin söylemediği sözler.
Ebkâr-ı efkâr
Evvelce söylenmemiş olan fikirler.
Ebkem ü lâl
Cevapsız bırakmak. Susmak. Dilsiz gibi sükût etmek.
Ebkem
(Bükm. den) Dilsiz. Konuşamıyan.
ebkem
dilsiz.
Ebkemî
f. Dilsizlik, dili olmamak.
Ebkemiyet
Dilsizlik. Konuşamamazlık.
Eblad
Eser.
Eblağ
En beliğ. Daha beliğ. Daha fasih. Çok beliğ.
eblağ
yerinde adamına göre güzel söz söylemenin en üstünü.
647
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eblak
Rengârenk. * Alaca bulaca. * Alacalı at.
Eblak-süvar
f. Alaca ata binmiş kişi. * Mc: Savaşçı, cenkçi yiğit.
Eblec
Açık kaşlı. * Mc: Nurlu, parlak, vuzuhlu.
Ebled
Ebleh, ahmak, bön. Söylenilen şeylere aklı hemen taalluk etmeyen kimse. * Açık kaşlı. * Şişman gövdeli kişi.
Ebleh
Ahmak. Bön. Budala.
ebleh
alık, budala.
eblehâne
alıkça, budalaca.
Eblehâne
f. Ahmakçasına. Eblehçesine.
Eblehî
f. Ahmaklık, saflık, bönlük.
Eblehiyyet
Ahmaklık, eblehlik, bönlük, salaklık, saflık, kalın kafalılık.
Eblek
f. Alacalı renk.
Eblem
Kalın dudaklı adam.
Eblim
Bal, asel.
Ebluç
f. Ezilmiş tozşekeri. Nebat şekeri.
Ebluk
f. Münafık, iki yüzlü adam. * Şarlatan.
Ebnâ
(İbn. C.) Oğullar. Çocuklar. Veledler. Ferzendeler.
ebnâ
oğullar.
Ebnâ-i âdem
Adem oğulları. İnsanlar.
Ebnâ-i beşer
İnsan oğulları.
Ebnâ-i cins
Kendi sülâlesinden gelenler. Aynı cinsten olanlar.
Ebnâ-üd dehaliz
Anası babası belli olmayıp etrafa atılmış, sokağa bırakılmış çocuklar.
Ebnâ-yı mazi
Mâzinin insanları.
Ebnâ-yı sebil
Yolcular, seyahat edenler, seyyahlar.
Ebnâ-yı vatan
Vatan evlâtları.
ebnâyıcins
aynı türden olanlar.
648
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ebniye
(Bina. C.) Binalar. Yapılar.
Ebniye-i atika
Eski binâlar.
Ebniye-i mürtefia
Yüksek binalar.
Ebr
Ürkmek. Kaçmak.
Ebrac
Burçlar, kaleler.
Ebrah
Zor olmak, güç olmak.
Ebrak
Fazlaca parıltılı. * Taşlı, kumlu, balçıklı yer. * Alaca renkli at. * İki renkli lekeli bir şey.
Ebrâr
(Berr. C.) Özü sözü doğru olanlar, hamiyetliler. Sâdıklar. İyiler.
ebrâr
hayırlılar, iyiler.
Ebrâr-ı ümmet
Ümmetin iyileri. Hayırlıları.
Ebras
İnsanın rengini degiştiren alaca ve miskin eden çok fena bir maddi hastalık ismi.
Ebrec
Gözünün akı çok olan güzel gözlü kimse.
Ebred
(Berd. den) Çok soğuk.
Ebrehe
Kâbeyi yıkmak isteyen kumandan.
Ebrek
En bereketli.
Ebrencen
f. Bilezik. Kadınların kollarına taktıkları altından mâmul zinet eşyası.
Ebresim
İbrişim.
Ebresimî
İbrişimci.
Ebreş
Alaca benekli at. * Kırmızı ve beyazdan meydana gelen alaca renk.
Ebr-i bahar
Bahar bulutu.
Ebr-i bârân
Yağmur bulutu.
Ebr-i ihsan
İhsan, lütuf bulutu.
Ebric
Yayık adı verilen ve yoğurttan yağ çıkarılan nesne.
649
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ebrkâr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. Şaşkın, sersem, ne yapacağını bilmeyen adam. (Ebr'in ""bulutun"" yerinde durmayıp gezici olmasından kinâye olarak, bu mânayı aldığı sanılmaktadır.)"
Ebru
f. Kaş. * Bir nevi dalgalı kumaş ve kâgıt ismi.
ebrû
kaş, dalga dalga kırmızı yanak, bir süsleme sanatı.
Ebruferah
f. Güler yüzlü.
Ebruvân
f. Kaşlar.
Ebs
Sütü çok içmekten dolayı karnı şişmek.
Ebsar
(Basar. C.) Gözler. Dikkat sahipleri. Görücüler.
ebsâr
gözler.
Ebtah
(C.: Ebâtih) Kumlu ırmak ve dere.
Ebtal
(C.: Ebâtil) İnsanın böğrü. * En boş. Boşuboşuna. Çok bâtıl.
ebter
güdük, kesik.
Ebter
Kuyruğu kesik hayvan. * Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan. * Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi. * Eksik, tamamlanmamış.
Ebtine
(Bâtın. C.) Çukur yer, kuytu yer.
Ebu bekir-i sıddık (r.a.)"Asıl adı Abdullah, künyesi Ebu Bekir, lâkabı Sıddık ve Atik. Erkekler içerisinde Resul-i Ekreme (A.S.M.) ilk iman eden; bütün muharebelerde ona refakat eden; seferde, hazarda, bütün tehlikeli anlarda Peygamber Efendimizle (A.S.M.) beraber çalışmış ve onun en yakın Sahâbesi. Onun sohbetinden feyz almış, nübüvvet sırlarının en samimi mahremi. Her şeyini, bütün malını İslâmiyet uğruna, Peygamberimize (A.S.M.) sadakati ile feda etmiş, sırf lillâh için çalışmış, hiç bir maaş kabul etmeden hilâfet makamında bulunmuş, İslâmın ilk Reis-i Cumhuru olmuştu. Seçimle başa geçmiş, zekât
650
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vermeği kabul etmemek ve irtidad etmek gibi hareketlere karşı mücadele etmişti. Kur'ân-ı Kerimin Sure ve Ayetlerini ilk def'a cem' edip bir cilt halinde toplamıştı. Hilâfeti zamanında Hz. Halid kumandasında İslâm Ordusu Suriye ve Şamı fethetmişti." Ebu cabir
Ekmek.
Ebu ca'de
Kurt, zi'b.EBU CAFER $ Bin Abdullah Bin Cafer bin Ebî Tâlib (R.A.) : Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'dan 25 Hadis rivayet etmiştir. Kureyş'in Haşimî kolundandır. 80 senesinde 80 yaşında iken vefat etti. (R.A.)
Ebu ca'fer
Sinek.
Ebu cehl
"""Cehalet babası"" demek olan bu kelime, Hazret-i Resul-i Ekrem (A.S.M.) zamanında, mu'cizeleri ve çok delilleri ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gördüğü halde iman etmeyen din düşmanı puta tapan gururlu bir müşrikin lâkabıdır. Bedir Gazasında öldürüldü."
Ebu cemil
Tere otu.
Ebu davud
(Bak: Kütüb-ü Sitte)
Ebu eyyub
Deve, cemel.
Ebu eyyub-il ensarî
Sahabe-yi Kiramdan olup Halid bin Zeyd-i Hazrecî diye de anılır. Hicretten sonra Peygamberimize (A.S.M.) ilk mihmandârlığı yapmış idi. Hicretin 50. yılında pir-i fâni olduğu halde teberrüken Kostantiniyye'nin fethine azimet eden İslâm ordusu ile harbe iştirak etmiş, İstanbul surları dışında şehid olmuştur. Sonradan ancak Sultan Mehmed Fatih'in Hocası Akşemseddin Hazretleri tarafından mezarı keşf edilmiştir. 150 hadis-i şerif nakletmiştir. (R.A.)
Ebu halid
Köpek, kelb. * Canavar.
Ebu hanife
(Bak: İmam-ı A'zam)
651
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ebu hasan-ı şazelî
(Bak: şazelî)
Ebu humeyd
Ayı denilen canavar.
Ebu hüreyre (r.a.)
Peygamberimize (A.S.M.) bütün gücüyle hizmette bulunmuş ve İ'lâ-yı kelimetullâh yolunda Peygamber (A.S.M.) ile bütün muharebelere iştirak etmiş, 5374 aded Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicri 75 yılında, Medine-i Münevvere'de, 78 yaşında iken dâr-ı bekaya irtihâl etmiştir. (R.A.) (Bak: Ashab-ı Suffa)
Ebu ikrime
Güvercin kuşu.
Ebu iyaz seleme bin amr bin el ekvâ (r.a.) Biat-ı Rıdvanda hazır bulunan, gayet cesur, nişancı, hamiyetperver bir sahabedir. 77 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Hicrî 74 tarihinde, 80 yaşında iken Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (R.A.) Ebu kalemun
"Bir nevi kumaş ki, göze türlü türlü görünür. Bâzıları ""gülistân-ı kemhâ"" derler."
Ebu katade haris bin rib'iy (r.a.)
Ensardan ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın
süvarilerindendir. 170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uhud Gazvesinden itibaren bütün muharebelere iştirak etmiş bir kahraman olup 74 tarihinde 80 yaşında iken Medine'ye avdetinde vefat etmiştir. (R.A.) Ebu kays
Çakal.
Ebu leheb
"(Ebi Leheb) Asıl adı: Abduluzza'dır. Güneş gibi, âlemleri aydınlatan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurundan gözünü kapadı ve küfre hizmete çalıştı, iman etmedi. Peygamberimizin amcası idi. Karısı ve oğulları sırf düşmanlık için çalıştılar. Adı ""Alev babası"" mânasında olan ""Ebu Leheb"" kaldı."
Ebu mansur-u matüridî (Bak: Matüridî)
652
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ebu nafi'
Sirke.
Ebu sabir
Tuz, milh.
Ebu said-il hudrî
Ashab-ı Kirâmın en mümtazlarından ve Ensardandır. 1170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uzun müddet fetva vazifesinde bulunmuş, Hicri 72'de 86 yaşında iken Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (R.A.)
Ebu süfyan
(Mi: 597 - 653) Kureyş kabilesinin bir kolu olan Beni Ümeyyenin Reisi ve Hz. Muâviyenin (R.A.) babası.
Ebu süleyman
Horoz.
Ebu talha zeyd bin sehl (r.a.) Ashab-ı Kiram arasında, sayılı kahramanlardan ve atıcılardandır. Resul-ü Ekreme (A.S.M.) atılan oklara göğsünü germiştir. 20 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Hicri 34 tarihinde vefat etmiştir. Bütün muharebelere katılmış bir kahraman-ı İslâmdır. (R.A.) Ebu talib
"(...-619) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) amcasıdır. (Diyorsunuz ki: Amcası Ebu Tâlib'in imanı hakkında esahh nedir?Elcevap: Ehl-i Teşeyyu, imanına kail; Ehl-i Sünnet'in ekserisi, imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Tâlib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletini değil; şahsını, zâtını gayet ciddi severdi. O'nun -o gayet ciddi- o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddi bir surette Cenab-ı Hakk'ın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Tâlib'in inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir iman getirmemesi üzerine Cehennem'e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususi Cennet'i onun hasenatına mükâfaten halkedebilir. Kışta bazı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bazı
653
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususi Cehennem'i, hususi bir nevi Cennet'e çevirebilir... M.)" Ebu tayyib el-mütenebbi
(Hi: 915 - 965) Kûfe'de doğdu. Bağdat'ta öldü. Büyük şairlerden
olup, divanı vardır. Ebu za'fel
Fil.
Ebu zene
"Maymun.EBU ZERR-İ GIFFARÎ $ Cündüb bin Cünâde (R.A.) : İlk İslâm olanların beşincisi olup ilimde İbn-i Mes'ud hazretlerine müsavi sayılırdı. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmdan 281 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hazreti Ali Kerremallahu Vechehu kendisine ""İlim dağarcığı"" lâkabını vermiştir. Hi: 31'de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. (R.A.)"
Ebu ziyad
Eşek, hımar.
Ebu zübab
Fâre.
Ebu zür'a
Domuz, hınzır.
ebû
baba, ata.
Ebu
Peder, baba, ata, eb.
Ebu-d derda
"Uveymir adı ile de meşhurdur. Ashab-ı kirâmın âlim ve hakîmlerindendi. Peygamberimiz: ""Uveymir, Ümmetimin hakimlerindendir"" buyurmuştur. Uhud'dan itibaren bütün muharebelerde bulunmuştur. 179 hadis rivâyet etmiştir. Hikmetli sözlerinden birisi şudur: ""Âlim olmayınca insan müttaki olamaz, bir âlim âmil olmadığı halde ilim sâhibi sayılamaz."""
Ebuk
Kaçmış köle.
Ebu-l ala-i maarrî
(Mi: 973 - 1057) Kör olmasına rağmen hafızasının fevkalâdeliği ile tanınmış büyük Arap şairlerinden biridir ki, kasideleriyle meşhurdur.
Ebu-l avn
Hurma.
654
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ebu-l emin
Tokluk, şiba'.
Ebu-l fadl
Altun.
Ebu-l haris
Arslan.
Ebu-l husayn
Tilki.
Ebu-l iber
Utanmaz, edepsiz, hayasız adam.
Ebu-l ka'ka'
Kuzgun.
Ebu-l meymun
Bal, asel.
Ebu-l mireh
Şeytan.
Ebu-l muhtal
Katır, bağal.
Ebu-l vakt
Vakit ve hâlin te'siri altında kalmıyanlar.
ebulâşey
hiçbir şeyi olmayan.
Ebu-la-şey
Hiçbir şeyin babası. Hiç bir şeyi olmayan.
Ebu-n naci'
Helva.
Ebu-n necm
Tilki.
Ebu-t-turab
Hz. Alinin (R.A.) bir lâkabı.(Bu isim Hz. Ali Radiyallahu anh, toprak üzerine oturduğu veya yattığından dolayı tevâzuuna işareten Peygamber Efendimiz (A.S.M.) tarafından verilmiştir.)
Ebûü
"""İkrar ederim, sığınırım, itiraf ederim, tövbe ederim"" mânasına fiildir."
Ebu-z zeheb
Çok zengin olan adam, altın babası.
Ebva'
Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy iki şey ile meşhurdur. Biri: Peygamberimizin annesi Hz. Amine'nin kabri orada bulunmaktadır. İkincisi ise: Hicretin birinci senesinde birinci defa olarak yapılan gazanın orada olmasıdır.
655
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ebvâb
(Bab. C.) Kapılar. * Kısımlar. Bahisler. Parçalar.
ebvâb
kapılar, bölümler.
Ebvâb-ı müzehheb
Yaldızlı kapılar.
Ebvâb-ı rahmet
Rahmet kapıları.
Ebvâb-ı semâ
"Semâ kapıları, gök kapıları.(78. surenin 18. ve 19. âyetlerinin tefsirinden bir kısmıdır:""O fasl günü o gündür ki, sura üfürülür. Yani sur üfürülünce siz ölüler uykudan uyanır gibi uyanır kalkarsınız da, (sure: 17, âyet: 71 mantukunca) her ümmet imamıyla çağırılarak derhal alay alay, ümmet ümmet, cemaat cemaat mahşere gelirsiniz ve o sırada, semâ açılmıştır. Nizâm-ı âlem değişmiş; bugün kapalı, sağlam bir bina olan semâ fethedilmiş; (sure : 69, âyet: 16 mazmununca inşikak edip yer yer açılmıştır da hep kapılar olmuştur. Her tarafı kapılardan ibaret gibi küşâd edilmiştir."" E.T.)(7. surenin 40. âyetinin meâlinden bir parça: ""Şüphe yok o kimselere ki, küfre düştüler ve bizim vâzıh âyetlerimizi tekzib ettiler, onların birer âyet-i İlâhiye olduğunu kabul etmediler ve onlara karşı tekebbürde bulundular, onlara imandan ve muktezasıyla amel etmekten kaçındılar. Onlar için gök kapıları açılmaz, onların duaları, amelleri kabul edilmez veya onların ruhları oralara yükselemez. Ve deve, iğnenin deliğine girinceye kadar; öyle büyük bir cisim, o kadar dar bir yere girinceye kadar; öyle mümkün olmayan bir hâdisenin vukuuna değin, yani hiçbir zaman cennete giremiyeceklerdir. Onların Cennet'e girmeleri, böyle vukuu muhâl birşeye muallaktır, onlar ebediyyen Cehennem'de muazzeb olup duracaklardır."" Ömer Nasuhi Bilmen)"
Ebyan
Cömert, eli açık, muhtaçlara ve yoksullara yardım eden kimse. * Yemekten tiksinen kişi.
656
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ebyat
(Beyt. C.) Beyitler. İki mısradan müteşekkil kısımlar.
ebyât
beyitler.
Ebyaz
Beyaz. Akça. Parlak. Daha parlak. Sefid olan.
ebyâz
en beyaz, parlak.
Ebz
Ürkme, korkma. Kaçma, kaçış. * Aniden, birdenbire ölmek.
Ebza
Göğsü çıkık.
Ebzah
Göğsü çıkık.
Ebzar
(Bezr. C.) Yemeklere konulan baharat.
Ebzer
Üst dudağında sarkık derisi olan.
Ebzün
Küvet, banyo. * İçinde yıkanılabilinen küçük havuz.
Ecahil
(Echel. C.) En cahil, daha bilgisiz olanlar.
E'cam
(Acem. C.) Arab olmayanlar. Güzel arabi bilmeyenler. Güzel ve fasih konuşamıyanlar. * Acemiler.
Ecamire
Taifeler, kabileler, kavimler.
Ecanib
(Ecnebi. C.) Ecnebiler. Yabancılar.
ecânib
yabancılar.
Ecbe
Alnı geniş olan adam.
Ecc
(C.: İcâc) Devekuşu seğirtmek.
Ecce
(C.: İcâc) Sıcak fazla olmak. * Karışmak.
Ecda'
Burnu kesik olan kimse. * Kulağı, eli ve dudağı kesik kimse.
Ecdad
(Cedd. C.) Dedeler. Babalar. Büyük babalar.
ecdâd
atalar, dedeler.
Ecdas
(Cedes. C.) Kabirler. Mezarlar.
Ecdel
(C.: Ecâdil) Çakır doğan kuşu.
Ecder
(Cedir. den) Daha büyük. Pek münasib.
Ecebe
Büyük alınlı. Alnı geniş olan kimse.
657
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ecel
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Her mahlukun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti. Âhirete göç etmek. * İleride olacağı şüphesiz olan. * Allah'ın takdir ettiği ömür.
ecel
ömrün sonu, vade.
Ecel-i fıtrî
Her mahlukun yaradılışı itibariyle Cenab-ı Allah (C.C.) tarafından tayin olunan vasati ömrü. * Biyolojik ömür.
Ecel-i kazâ
(Bak: Ecel-i mübrem.)
Ecel-i mev'ud
Mukadder olan ölüm. şüphesiz gelecek olan ölüm.
Ecel-i muallak
Levh-i Mahv İsbat'ta mukadder olarak yazılı, bâzı şartlarla mukayyed olan ecel. Ecel-i müsemma.
Ecel-i mübrem
Elinden kurtulunması mümkün olmayan, kaçınılmaz olan ecel.
Ecel-i müsemma
f. Muayyen bir zamana kadar, Allah'ın takdir ettiği ölüm.
Ecel-i nâ-gehan
Ansızın gelen ecel. Birdenbire âni ölüm, vefat.
Eceliyyet
Sonradan vukuu şüphesiz olan hâdise.
Ecell
(Celil. den.) Çok güzel. çok büyük. En üstün. Çok celil.
ecell
en büyük.
Ecell-i mahlukât
Mahlukların en üstünü. İnsan.
Ecem
(C.: Acâm) Çok fazla sıcak.
Eceme
(C.: Acâm-Ecemât - Ecem-Ücüm) Meşelik. * Kamışlık.
Ecemm
Mızraksız adam. * Boynuzsuz koyun. * Etli kemik. * Bacasız ev.
Ecen
Suyun tadı ve rengi değişik olmak.
Ecerran
İns ve cinn.
Eceşş
Gür sesli.
Ecfan
(Cefn. C.) Göz kapakları. * Asma çubukları. * Kirpikler.
Echam
Gözü büyük ve kırmızı olan. * (Müe: Cahmâ)
Echel
Çok câhil. Çok bilgisiz. En câhil.
658
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
echel
en cahil.
echeliyet
aşırı bilgisizlik.
Echeliyyet
Çok bilgisizlik. Çok câhil oluş.
Ecic
Ateş parlaması.
Ecil
İşini geriye bırakan, geciktiren. * Geciktirilen, geriye bırakılan şey. * Bir yerde birikip toplanmış su.
Ecille
(Celil. C.) Fazilet, ilim ve rütbe itibariyle daha yüksek olanlar. Büyükler.
Ecim
Bir şeye çok devam etmekten usanç gelme. * Suyun necis olup bozulması. * Birini istemediği hâle koymak.
Ecinne
(Cenin C.) Ceninler. Ana karnındaki çocuklar.
Ecinnî
Cin taifesinden bir fert. (Bak: Cinn)
ecinnî
tek cin.
ecir
ücret, karşılık.
Ecir
Ücretle çalışan, nefsini kiraya veren. Gündelikçi.(Devletler, milletler muharebesi tabakat-ı nev-i beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zirâ, beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez. S.)
ecîr
ücretle çalışan.
Ecirlik
t. Ücretle çalışma, hizmetkârlık.
Ecirnâ
(İcâret. den) Bizi hıfzeyle, muhafaza eyle (meâlinde.)
ecirnâ
bizi koru.
Ecirni
(İcâret. den) Beni hıfzeyle, beni koru (meâlinde).
ecirnî
beni koru.
Ecl
"İllet, sebeb, cihet. İçin, dolayı... den. Arabçada ""Li"" ilâve ederek kullanılır. Meselâ: Li-eclillâh $ : Allah için, Allah rızası için."
Ecla'
Dudakları kısa olup dişlerini tamamen örtmeyen.
659
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
eclâ
en parlak.
Ecla
Pek âşikâr, pek belli. Pek parlak, ziyade güzel. * Başında kıl bitmeyen kel.
Eclad
(Cild. C.) Hayvan derileri.
Eclah
Devenin veya üstü düz olan arabaların üzerlerine yapılan ufak kulübe. * Başı kel olan adam.
Eclec
Yumru ve geniş alınlı.
Eclef
(Cilf. den) Çok edepsiz, pek hayasız.
Eclel
Ulu ve büyük kimse. * Azam.
Ecliyet
Cihetiyet, sebebiyet. Sebeb oluş.
ecliyet
sebeplik.
ecmâ
en toplu.
Ecma'
En toplu. Birikmiş. Ziyade birleşmiş.
Ecma
Üstü açık ev.
Ecmain
Hepsi, cümlesi.
ecmâin
hepsi, cümlesi.
Ecmal
(Cemel. C.) Develer. * Cümleler. * Yekünler.
Ecmat
(Ecme. C.) Ormanlar, sık ağaçlı yerler.
Ecme
(C.: Ücem-Ecmât) Orman, sık ağaçlı yer.
Ecmel
(Cemil. den) Çok güzel, en yakışıklı. Daha güzel.
ecmel
en güzel.
Ecnab
(Cenb. C.) Yanlar. Yan taraflar.
Ecnad
(Cünd. C.) Cündler, askerler, erler, neferler, taburlar.
Ecnâs
(Cins. C.) Çeşitler, neviler, türler.
ecnâs
cinsler, türler.
Ecnâs-ı muhtelife
Çeşitli, türlü cinsler.
660
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ecneb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muti ve münkad olmayan. İtaatkâr olmayan. * Garib, yabancı, ecnebi. *Sert başlı at.
ecnebî
yabancı.
Ecnebi
Yabancı. Garip. Alışmamış. Başka milletten olan.
Ecnebiyyet
Ecnebilik, yabancılık, gariblik.
Ecnef
Haktan, doğruluktan, adaletten uzaklaşan, ayrılan adam. * Beli eğri, kambur olan adam.
Ecniha
(Cenah. C.) Kanatlar. Cenahlar. Taraflar.
Ecr
(C.: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey. * Ahirete aid mükâfat, hayır ceza. * Ücret, mukabil, karşılık. Sevab. * Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.
ecr
ücret, karşılık.
Ecra'
(C.: Ecâri) Bir şey yetişmeyen kumlu yer.
Ecram
(Cirm. C.) Ruhsuz büyük varlıklar. Cirmler. Yıldızlar.
ecrâm
cansız varlıklar.
Ecram-ı semaviye
Gök cisimleri, yıldızlar.
Ecram-ı ulviye
Ulvi yıldızlar. Büyük cirimler.
Ecras
(Ceres. C.) Büyük çıngıraklar, çanlar.
Ecreb
Uyuz hayvan veya insan.
Ecred
Tüysüz adam, köse. Genç. * Çorak, otsuz yer. Bir şey yetişmeyen arazi. * Tüyü yumuşak ve kısa olan at.
Ecr-i müsemmâ
Mukavele ve pazarlıkla kararlaştırılan ücret.
Ecribe
(Cirâb. C.) Dağarcıklar, meşin veya bezden yapılmış olan çantalar.
Ecsad
(Cesed. C.) Cesedler. Cisimler. Tenler. Vücudlar.
ecsâd
cesetler.
Ecsam
(Cisim. C.) Cisimler.
661
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ecsâm
cisimler.
Ecsam-ı nâmiye
Büyüyüp yetişen cisimler. Nebat gibi büyüyenler.
Ecsam-ı ulviye
Ulvi cisimler.
Ecsel
Karnı büyük olan kişi.
Ecsem
Cesim, pek iri, gövdesi büyük olan. İri yarı kişi.
E'cube
(Bak: U'cube)
Ecuc
Işık veren, parlayan. Parlak nesne. * Suyun tuzlu ve acı olması.
Ecüme
Havuz.
Ecvad
(Cevad. C.) Sahiler. Cömertler. Eli açıklar.
Ecvaf
(Cevf. C.) İçler. Kovuklar.
Ecved
En cömert. En sahi. Daha iyi.
Ecved-i mensucat
Dokumaların en iyisi.
Ecved-ün nâs
İnsanların en iyisi olan Hz. Peygamber (A.S.M.)
Ecvef
Ortası boş. Kof. * Mc: Boş kafalı. Çok cahil. * Gr: Ortasında harf-i illet sayılan elif, vav, yâ harfleri bulunan fiil kökü.
Ecvibe
(Cevab. C.) Cevaplar.
ecvibe
cevaplar.
Ecvibe-i müskite
Susturucu cevaplar.
Ecyad
(Cîd. C.) Uzun boyunlar.
Ecyaf
(Cife. C.) Kokmuş etler. Cifeler.
Ecyal
(Cîl. C.) Soylar. Tâifeler. Kavimler. Nesiller.
Ecyed
Uzun boyunlu (adam.)
Ecyem
Gözü büyük ve kırmızı olan. (Müe: Ceymâ)
Eczâ
(Cüz. C.) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler. * Ciltlenmemiş kitab ve saire. * Cüz'ler, parçalar, kısımlar. * Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.
662
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
eczâ
cüzler, parçalar, kimyevi madde.
Eczahane
f. Eczacı dükkanı. Ecza dolabı. İlaç satılan mağaza.
eczâhâne
ilaç yapılıp satılan işyeri.
Eczâ-i asliye
Vücudda temel teşkil eden parçalar ve kısımlar, unsurlar.
Eczâ-i unsuriyye
Esas teşkil eden parçalar.
Eczâ-i zâide
Fazladan olan kısımlar, parçalar.
Eczal
(Cizl. C.) Ağaç kökleri, tomrukları.
Eczâ-yı şerife
Kur'ân-ı Kerim'i meydana getiren otuz cüz.
Eczeb
Suyu geçirmeyen sağlam zemin.
Eczem
(Cüzâm. dan) Cüzamlı, miskinlik illetine uğramış olan. * Parmakları veya eli kesik olan adam.
Edâ'
"Yerine getirmek. Ödemek. Borcunu vermek. Vazifesini yapmak. * Tarz. Üslub. * Şive. * Tekebbür. * Fık: Namazı vaktinde kılmağa ""Eda"" ve vakit geçtikten sonra kılınan namaza da ""Kaza"" denir. (Bak: Kaza)"
edâ
yapma, ödeme, davranış, anlatım yolu.
Ed'ac
Gözleri kara renkte ve büyükçe olan. * Pek siyah şey.
Eda-i ferâiz
Allah'ın (C.C.) farz olarak emrettiklerini yerine getirmek. Farz vazifelerini ifa etmek.
Edakk
En dakik, pek ince, çok mühim.
Edakk-ı umur
İşlerin en mühimmi.
Edall
(Bak: Adall)
Edâmallah
Allah (C.C.) dâimî eylesin (mealinde duâ.)
Edani
(Ednâ. C.) Ednâlar, en deniler, en alçaklar. Alçak, pek bayağı ve aşağılık kimseler.
edat
" ""hem, için"" gibi kendi başına mânâsı olmayan yardımcı kelime."
663
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Edat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sebep. Âlet. Avadanlık. * Gr: Kendi başına mâna ifade etmeyip, kelime veya fiillerle birlikte mâna ifade eden kelime veya harf. İsim ile fiilden gayri kelime.
Eda-yı deyn
Borç ödeme.
Eda-yı salât
Namazı vaktinde kılma.
Edb
Ziyafet verip, halka yemek yedirmek.
Edbar
(Dübür ve Dübr. C.) Ard ve arka taraflar. Herhangi bir şeyin sonları ve akibetleri.
Edbar-ün nücum
Fecirden evvel kılınan iki rek'at nafile namaz.
Edbar-üs sücud
Akşam namazından sonra kılınan iki rek'at nafile namaz.
Edbes
Rengi ne kızıl, ne siyah olan hayvan.
Edd
(C.: Üdüd) Kuvvet. * Yetişmek. * Ric'at etmek.
Eddai
"""Mâlum bir duâcı. Duâcınız. Hayrınızı isteyen"" meâlinde imza yerine yazılan bir tâbir."
eddâî
belli bir duacı, duacınız.
Edeb
"Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ. * Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek. * Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye. * Edebiyat ve ondan bahseden ilim.(Kur'anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür. Yetimâne değildir. Firak-ul ahbabdan gelir. Fakd-ül ahbabdan gelmez. Lemeat)"
edeb
terbiye, güzel ahlak, haya.
Edeb-amuz
Edeb öğreten.
Edeb-i kelâm
Söz güzelliği, söz zarifliği. * Edb: İfade arasında bayağı ve çirkin tabirlerin bulunmaması. İfadenin güzel oluşu.
Edeb-i muâşeret
(Bak: Âdâb-ı muaşeret)
664
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Edebî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik.
edebî
edeple ilgili, güzel söz ve yazı.
Edebiyat yapmak
Mc: Güzel ve uzun uzun sözlerle mevzu dışına çıkarak konuşmak.
Edebiyat
"Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu. * Edebiyata âit yazıları toplayan kitap.Edebiyatın sözlük anlamından biri de edebe, yani terbiyeye uygun söz söylemektir. Demek ki edebiyatçı edepli olmalı, edepsizce söz ve yazılar edebiyat olamaz.(Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz: Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamâset noktasında hakperestliği etmez.Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvet-perestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakiki bilmez.Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-i İlâhî suretinde bakmaz;Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırabatına, o edepsizleşmiş edeb (müsekkin, hem münevvim); hakiki fayda vermez. S.)"
edebiyat
güzel ve etkili biçimde konuşma ve yazma sanatı.
Edebiyat-ı cedide
1896 - 1901 tarihleri arasında Avrupa te'siri ile meydana gelen edebiyat cereyanına verilen isim. Yeni edebiyat. Servet-i Fünun Edebiyatına verilen ad.
665
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
edebiyyûn
edebiyatçılar.
Edebiyyun
Edebiyatçılar. Edebiyatla uğraşanlar.
Edeme
"Derinin iç yüzü. (Dış yüzüne ""beşere"" derler.)"
Edevat
(Edat. C.) Aletler. Takımlar, parçalar. * Gr. Fiil veya isimlere eklenen küçük kelime veya harfler. Edatlar.
edevât
âletler.
Edevat-ı kitabet
Yazı vasıtaları.
Edeyan
f. Çok koşan hayvan.
Edfa
(Edfâk) Beli kamburlaşıp bükülmüş kimse. * Uzun boynuzlu keçi. * Kanadı uzun kuş.
Edfer
İğrenilen, tiksinilen, nefret edilen şey.
Edgam
Yüzü ve dudaklarının etrafı siyah olup, sâir bedeni başka renk olan at.
Edhak
Daha uzak, daha ırak.
Edhan
(Dühn. C.) Sürülecek güzel kokulu yağlar.
Edhar
Eb'ad ve erzel kimse.
Edhem
(C.: Dühem-Edâhim) Karayağız at.
Edhine
(Duhân. C.) Duhanlar, dumanlar, sisler. * Tütünler.
Edi
Küçük ve şerir (adam). * Küçük kap.
edîb
edebiyatçı, edepli, terbiyeli.
Edib
Edebiyatçı. Güzel ve san'atlı söz söyleyen veya yazan. * Edebli, terbiyeli.(Edibler edebli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumi-i müşterek-i milletten bitarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyânet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. İk. M.)
edîbâne
edebiyatçı gibi, edeplice, terbiyelice.
Edibâne
f. Edibe yakışır, terbiyeli bir surette. Edebiyatçı gibi.
666
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Edib-i bî-müdanî
Eşsiz edebiyatçı.
Edille
(Delil. C.) Deliller, işaretler. Alâmetler. Rehberler. İsbat vasıtaları.
edille
deliller, kanıtlar.
Edille-i akliye
Akıl ile bulunan isbat vâsıtaları, akli deliler.
Edille-i asliye
(Bak: Edille-i erbaa)
Edille-i erbaa
(Edille-i şer'iye) Fık: Fıkıh ilminin istinad ettiği deliller: Kitab (yani Kur'an-ı Kerim'deki deliller), sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha. (Usul-ü erbaa ve edille-i asliye tabirleri de aynı mânada kullanılır.)
Edille-i katı'a
İtiraz edilmeyecek derecede kat'î ve sağlam deliller.
Edille-i kaviyye
Sağlam deliller.
Edille-i şer'iye
(Bak: Edille-i erbaa)
Edille-i tâliye
Huk: Örf, âdet, teâmül, istishab, asıl ve amel, maslahat-ı mürsele, kaide-i külliye, âsâr-ı sahabe ve âsâr-ı kibar-ı tabiîn gibi deliller.
Edim
Sahtiyan, tabaklanmış deri. * Satıh, yüz, zemin.
Edim-i arz
Yer yüzü.
Edimme
Derinin ikinci tabakası.
Ed'iye
(Duâ. C.) Duâlar.
Ed'iye-i hayriye
Hayırlı dualar.
Ed'iye-i me'sure
Peygamberimiz (A.S.M.) ile, sahabelerden naklolunan te'sirli ve makbul duâlar.
Ediyye
Az, kalil.
Edken
Bulanık, * Rengi siyaha yakın olan.
Edlem
Karayağız, siyah adam. * Kara eşek. * Uzun yanaklı. * Uzun boylu.
Edm
Üns tutmak. * İttifak etmek, birleşmek. * Islâh etmek.
Edmas
"Kaşlarının üç kısmı ince ve dipleri kalın; başının kılları ise az olan kimse."
667
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Edmen
f. Hâlis ve katıksız misk.
Edmiga
(Dimağ. C.) Beyinler, dimağlar.
Edmu'
Göz yaşları. Aberat.
Edna
Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i. * Çok yakın.
ednâ
pek aşağı.
Ednanî
(Denâvet. den) Beni yaklaştırdı (meâlindedir.)
Ednas
(Denes. C.) Pislikler, necisler, kirler. * En aşağılar, âdi ve bayağı kişiler.
Ednef
Burnu kısa olan adam.
Ednik
Çengel.
Edra'
Vücudu beyaz, başı siyah olan at. * Hecin.
Edred
Dişsiz, dişi çıkmamış veya dökülmüş kimse.
Edrem
f. Eğerin altına konulan keçe.
Edreng
f. Sıkıntı, içdarlığı. Musibet, belâ, felâket, âfet.
Edsak
Ağzı büyük olan adam.
Edsem
Çok yağlı (şey.)
Edser
Gaflette bulunan, gafil adam.
Edv
Aldatmak, hud'a.
Edva
(Da'. C.) İlletler, hastalıklar.
Edvar
(Devr. C.) Devirler, zamanlar.
edvâr
devirler, dönemler.
Edvar-ı hamse
"Beş devir, beş vakit.(Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır: Bir rü'yada demiştim: Devletler milletlerin hafif muharebesi; tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor. Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecir olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyar;
668
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
edvar-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlukiyet, esaret, şimdi dahi ecirdir, başlamıştır geçiyor. S.)" Edvar-ı sâbıka
Geçen zamanlar.
Edvar-ı seb'a
Yedi devreler. Dünyanın yaradılışından beri geçirdiği devreler ki, nazariye olarak söylenir.
Edvar-perdaz
Devirleri dile getiren. Devirleri terennüm eden.
Edvek
Devenin, misvak ağacını yemesi. * Bir yerde sâkin olmak. * Yaranın veremi sakin olmak.
Edveş
Gözü dumanlı adam.
Edviye
(Devâ. C.) İlâçlar, devâlar.
edviye
devalar, ilaçlar.
Edviye-i müessire
Te'sirli ilaçlar.
Edyak
(Dîk. C.) Dîkler, horozlar.
Edyan
(Din. C.) Dinler.
edyân
dinler.
Edyan-ı bâtıla
Bâtıl dinler. Bozuk, hükmü hakikatten ayrılmış olan dinler.
Edyan-ı mefsuha
Hükmü kaldırılmış eski dinler. Hıristiyanlık, Yahudilik gibi. (Bak: Mensuh.)
Edyan-ı semaviye
Allah tarafından gönderilmiş hak dinler.
Edyar
(Deyr. C.) Manastırlar, kilisler. Hıristiyanların ibadethâneleri.
Ef'a
Engerek yılanı. * Mc: Fena huylu, tabiatı kötü olan adam.
Efadıl
(Efâzıl) Faziletliler, iyiliksever ve temiz kimseler.
efâdıl
üstün nitelikli kimseler.
Efahim
(Efhâm. C.) Büyük zatlar. Pek büyük, muhterem kimseler.
Efahis
(Ufhus. C.) Taşların aralarında veya kayalıkta bulunan kuş yuvaları.
Efai
(Ef'a. C.) Engerek yılanları.
669
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Efaik
(Efike. C.) Yalanlar, dolanlar, düzme sözler. İftiralar.
Efaim
Vâsi olmak, geniş olmak, bol olmak.
Efakil
(Efkel. C.) Titrekler, titreyenler.
Ef'âl
(Fiil. C.) Fiiller, işler, ameller.
efâl
fiiller, işler.
Ef'âl-i hasene
İyi ve güzel ameller, fiiller, işler.
Ef'âl-i ihtiyariyye
Kişinin kendi isteğiyle yaptığı işler, Kişinin kendi ihtiyârî fiilleri.
Ef'âl-i mükellefîn
"Mükellef olanların (yani; Cenâb-ı Hakk'ın teklif ve emirlerini kabul ve vazifeli kimselerin) yaptıkları amel ve işler. Bunlar şu isim altında sıralanır: Farz, vâcip, sünnet, müstehab, mübah, mekruh, haram, sahih bâtıl, fâsid, helâl."
Ef'âl-i seyyie
Kötü ve çirkin ameller, fiiller ve işler.
Efanin
(Üfnûn. C.) Değişiklikler. * İşler, şartlar, hâller. * Sarmaşık gibi birbirine sarılmış sık ağaç dalları.
Efarit
(İfrit. C.) İfrit gibi, ifrite benzer adamlar. Hilekârlar, kurnazlar, cüretliler. * Pek hain cinler. * Şeytanlar, iblisler.
Efatih
Mantar ve ona benzer bitkiler.
Efavic
(Efvâc. C.) Bölükler, takımlar, kısımlar.
Efavik
(Fuvâk. C.) Hıçkırıklar.
Efaviye
Yemeklere konulan kokulu baharat.
Efayik
(Efike. C.) Uydurma, düzme, asılsız, yalan sözler. İftiralar.
Efâzıl
(Efdal. C.) Fâzıllar, faziletliler. Mümtaz ve çok bilgili kimseler.
Efâzıl-ı ukalâ
Akıllıların en ileri gelenleri.
Efâzıl-ı vükelâ-yı fihâm
Büyük vekillerin bilgilileri.
Efda'
Eli ve ayağı eğrilmiş.
Efdah
(Fadih. den) Çok rezil, daha rezil.
670
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Efdal
Daha faziletli, daha lâyık, daha iyi.
efdal
daha üstün.
Efdalan
Emn ile adâlet.
Efdaliyet
Faziletçe üstünlük. Fazileti, iyiliği ziyâde olmak.
Efder
(Evder) f. Amca. Babanın erkek kardeşleri. * Yeğen. Amca, hala, teyze çocukları.
Efek
Sarfetmek, harcamak.
Efekk
Zayıflıktan dolayı omuzu mafsaldan ayrılmış olan kimse.
Efektif
Fr. Nakit para, elde bulunan para.
Efell
Güdük kılıç.
Efendi
(Rumcadan) Sahib, mâlik, mevlâ. Ağa. Şer'î hâkim, kadı, molla. (Saygı ve nezâket mübalağası olarak kullanılır. Eskiden büyüklere ve şâyân-ı hürmet zâtlara Efendimiz denildiği gibi, her zaman için Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm'a da, mü'minler Efendimiz diyerek hürmet ve sevgilerini ifade ederler.)
efendi
sahip, saygın, terbiyeli.
Eferr
Çok koşan, pek çok kaçan.
Effaf
Çok of! çeken. Sıkıntılı, muztarib ve kederli kimse. Elemli, gamlı, tasalı adam.
Effak
Ticaret için bütün dünyayı dolaşıp gezen tüccar adam.
Efgan
f. Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat.
efgan
figanlar, inlemeler.
Efgar
(Figâr) f. Yaralı, kötürüm, sakat, cerih.
Efgen
(Figen) f. Düşüren, yere atan, yıkan, yere atıcı, düşürücü, yıkıcı.
Efgende
f. Yere atılmış, düşürülmüş. Yıkılmış, yıkık. Bozulmuş, tahrib edilmiş. * Biçare, zavallı, düşkün.
671
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
efhâm
anlamalar, en iyi anlayan.
Efham
Anlayışlar, zihinler, anlamalar.
Efhas
(Fahs. C.) Her şeyin içleri, boşlukları.
Efhaz
(Fahz. C.) Akrabalar, yakın hısımlar.
Efhem
Anlayışlı, kolay anlayan.
Efid
(Eftid) : f. Medhedici, öven, sena eden. * Hayret edilecek, şaşılacak, taaccüb edilecek şey.
Ef'ide
(Fuâd. C.) Kalbler. Gönüller.
Ef'ide-i hâlise
Temiz ve saf kalbler. Bozulmamış, tahrib edilmemiş kalbler, gönüller.
Efih
Bir adamın beynine vurmak.
Efik
Dibâgatı tamam olmamış deri.
Efika
Fenâ, hoş olmayan, çirkin ve kötü şey.
Efike
(C.: Efâik) Yalan, dolan, iftira.
Efil(e)
(C. Afâl-Efâil) Genç küçük deve.
Efin
Çürük ceviz. * Zayıf fikirli ahmak kimse.
Efjûl
f. Kandırma. * Kışkırtma, tahrik etme. * Dağınık, perâkende.
Efk
(Ufuk) Yalan söyleme. * Kaçmak. Bir işten sapmak.
Efkam
Eğri.
Efkâr
(Fikir. C.) Fikirler. Düşünceler.
efkâr
fikirler.
Efkar
Pek fakir, çok fakir.
Efkâr-ı âliye
Yüksek düşünceler, fikirler.
Efkâr-ı âmme
Halkın düşüncesi ve fikirleri.
Efkar-ı fukara
Fakirlerin en fakiri, çok fakir.
Efkâr-ı sâibe
Maksada uygun fikirler, doğru sözler.
Efkâr-ı umumiye
(Bak: Efkâr-ı âmme)
672
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
efkârıâmme
umumun fikirleri, halkın düşünceleri.
Efkel
(C.: Efâkil) Titremek.
Efl
Gurub etmek, batmak.
Eflah
Çok felah bulan, kurtulan, selâmete çıkan. Taleb ettiği şeye, arzusuna vasıl olan.
Eflâk
(Felek. C.) Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler. Asumanlar.
eflâk
gökler.
Eflak
Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Romanya'yı meydana getiren asıl ülke (Merkezi Bükreş'tir.)
Eflâtun
eski bir filozof
Eflatun
Plâton. (M.Ö. 429 - 347) Aristo'nun üstadı, Sokrat'ın talebesi, eski Yunan filozofudur.
Eflatunî
Leylakî ile ergüvanî arasında, hafif mor karışık renk.
Eflatuniye
Eflâtuna göre olan felsefe, düşünüş (Plâtonizm). Çok ileri veya parlak devir.
Eflec
(Felc. den) Seyrek, sık olmayan diş. Bazıları dökülmüş olan diş. * Geniş omuzlu, kollarının arası açık olan adam. * Nüzul hastalığına tutulmuş olan kimse.
Eflec-ül esnân
Seyrek dişli.
Efles
Çok müflis, iflâs etmiş, züğürt.
Eflud
Yetişkin, gürbüz (çocuk).
Efn
Noksan etmek. İçmek. * Sağmak. * Davarın sütü az olmak.
Efnad
(Fened. C.) Bunaklar, yaşlarının ilerlemesinden bunamış olanlar.
Efnan
(Fen. C.) Neviler, çeşitler. * (Fenen. den) İnce dallar. * Üslublar, şubeler.
Efnan-ı elvan
Renk çeşitleri.
673
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Efniye
(Finâ. C.) Avlular.
Efra'
İşi gücü olmayan adam. Boş dolaşan kişi. * Kuruntulu, vesveseli adam. * Başının saçı tamam olan kimse. (Müe: Für'â)
Efrad
(Ferd. C.) Fertler. Askerler.
efrâd
bireyler, insan tekleri.
Efrad-ı adîde
Çok kalabalık fertler.
Efrah
Ferahlamalar. İç açılmaları. Sevinmeler.
Efrahte
f. Yukarı kaldırılmış, yükseltilmiş, yükselmiş.
Efrak
Ayrılmış. * Çatal ibikli horoz.
Efran
Neş'eli, keyifli, sevinçli olan kimse. Mesrur.
Efras
(Fers. C.) Atlar. Beygirler.
Efraşte
f. Yükseltilmiş, yukarı kaldırılmış.
Efraz
f. Kaldırma. Yükseltme. Yüksek. Yukarı. Bülend.
Efrenc
(Fr: Franc. dan) Bu kelime, Ortaçağda teşekkül ederek, o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne'in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. Frenk. Avrupalı ve hasseten Fransız.
Efrencî (efrenciyye)
Frenklere yani Avrupalılara mahsus ve aid. * Frengi hastalığıyla alâkalı ve münasebetdar.
Efrend
f. Debdebe, gösteriş, süs, bezek.
Efrez
Arkası kambur gibi olan (adam.)
Efrug
f. şu'le, nur, ziya, ışık.
Efruhte
f. Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış. * Yanmış, tutuşmuş.
Efruşe
f. Un helvası.
674
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Efruz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. (Efruhten: Tutuşturmak, ziyalandırmak mastarının emir kökü) Şule. Aydınlatıcı. Parıltı.
Efsa
f. Sihirbaz. Efsuncu. İnsanı teshir edici.
efsah
daha düzgün anlatım.
Efsah
Daha fasih. En fasih. Pek çok güzel ifade.
Efsah-ı füsehâ
Fasih ve güzel konuşanların en fasihi ve güzeli.
Efsak
En fâsık, çok edepsiz.
Efsal
(Fesl. C.) Alçak, âdi ve aşağılık kişiler.
Efsane
Masal. Uydurulmuş yalan hikâye.
efsâne
uydurulmuş hikâye, mitoloji.
Efsane-cuyî
f. Masal, efsane arayıcılık.
Efsane-gu(y)
Masal söyleyen, efsane anlatan.
Efsane-perdaz
f. Hikâye yazan, masal uyduran, meddah, romancı.
Efsar
f. Yular.
Efsed
Pek fena, çok bozuk, fazlaca kötü.
Efser
f. Tâc. Padişah tâcı.
Efsun
f. Sihir, büyü, üfürük. Sihirbazların tuzağı. Hile ile yapılan kötü işler. (Efsun İslâmiyetçe men'edilmiş ve büyük günâhlardan sayılmıştır.)
efsûn
sihir, büyü.
Efsunger
f. Büyücü, sihir yapan. Efsun yapan kimse.
Efsus
f. Yazık! Hay! Eyvah! gibi bir teessür edatı.
Efsürde
f. Soluk, donmuş, hissizleşmiş.
Efsürde-dil
f. Kalbi hissizleşmiş. Donuk gibi olmuş kalb.
Efsürde-dimag
f. Beyni donmuş. * Mc: Kabiliyetsiz.
Efsürde-gân
(Efsürde. C.) Duygusuz, gayretsiz adamlar.
Efsürde-mizac
f. Kanı soğuk, soğuk kanlı, mizâcı soğuk adam.
675
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Efşal
(Feşil. C.) Korkaklar, cesaretsizler.
efşan
" ""saçan"" mânâsında son ek."
Efşan
f. Dağıtan, saçan, serpen.
Efşar
f. Çimdikleme. * Sıkılmış, sıkma (meyve suyu gibi.)
Efşe
f. Bulgur.
Efşürde
f. Sıkılmış, posası çıkartılmış (şey.)
Efşüre
f. Lübb, hülasa, öz, usâre.
Efşüre-i engür
Üzüm suyu.
Eftah
Parmaklarının boğumu yassı ve yumuşak olan. * Tırnaklarının boğumları yumuşak olan kuş.
Eftan
f. Düşerek. Düşen.
Eftar
(Fitr. C.) Baş ile şehâdet parmaklarının araları.
Eftel
(C. Fütul) Ön ayaklarının arası geniş olan at.
Efuk
Gezi ufanmış ok.
Efur
Sıçrayıp seğirtme.
Efvac
(Fevc. C.) Cemaatler, takımlar, kısımlar, bölükler, grublar.
Efvaf
Nâzik, ince kumaşlar.
Efvag
Ağzı büyük olan adam.
Efvah
Menfezler, ağızlar, delikler. * Mc: Yemeğe lezzet için konan baharat.
Efvah-ı nâriyye
Ateşli silâhlar. (Top, tüfek gibi.)
Efvahî
f. Avam sözü, halk kelâmı, ehemmiyetsiz.
Efveh
Ağzı büyük ve ön dişleri uzun olan adam.
Efvek
Yalancı, yalan söyleyen.
Efyal
(Fil. C.) Filler.
Efyun
f. Haşhaştan çıkarılan uyutucu madde. Afyon.
Efyun-keş
f. Afyon kullanmaya alışmış olan. Afyon tiryakisi.
676
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
efzâ
" ""artıran"" mânâsında son ek."
Efza'
(Fezâ. C.) Korku ile bağırıp çağırmalar.
Efza
f. (Sonlarına eklenen kelimelere) Artıran, çoğaltan mânasını verir. Meselâ: Hayret-efzâ $ : Hayret verici, hayret artıran.
Efzar
f. Ayakkabı, kundura. * Gemi yelkeni. * Yemeklere koku ve tad vermesi için konulan baharat. * San'atkârların kullandıkları san'at âletleri.
Efzayiş
f. Artma, çoğalma, tezayüd, tekessür.
Efzûd
f. Çoğalan, artan, tekessür eden, tezayüd eden.
Efzun
f. Fazla, çok ziyade.
efzûn
fazla, çok.
Efzunî
f. Kesret, çokluk, fazlalık, ziyadelik.
Efzunî-yi ömr
Ömrün çokluğu, ömrün uzun olması.
Efzunter
f. Daha fazla, daha çok.
Egalit
(Uglute. C.) İnsanı yanıltacak hatalı sözler, yanlış kelâmlar.
Egamm
Saçları yüzüne ve ensesine sarkan ve çok olan kimse.
Egani
(Ugniyye. C.) Nağmeler, şarkılar, türküler, âhenkler.
Egann
Sözü burnu içinden söyleyen, burnundan konuşan. * Otlu dere.
Egare
f. Kandırma, kışkırtma, teşvik etme.
Egarib
Firak anı, ayrılış zamanı. Savaş ânı.
Egarr
Çok parlak ve kıymetli. Beyaz şey. * İşi güzel ve hatırlı olan kimse, aziz ve şerefli. (Müennesi daha çok müsta'meldir: Şeriat-ı Garrâ gibi.)
Egbiya
(Gabi. den) Gabiler. Akılsızlar. Anlayışı kıt olanlar.
Egdiye
(Gıdâ. C.) Gıdalar.
Eglak
(Galak. C.) Kilitler, kilitli şeyler. Mc: Anlaşılması zor olan ifadeler.
677
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Eglal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Gull. C.) Halkalar. Kelepçeler. Mahkemenin cezaya müstehak kılıp mahkum ettiği kimselerin boyun ve ayaklarına vurulan zincirler. * (Galel. C.) Ağaçlar arasında korulukta akan sular.
Egleb
(Bak: Ağleb)
Egmak
(Bak: A'mak)
Egmis
(Gams. dan) Batır, daldır (meâlinde).
Egnam
Koyunlar.
Egniş
f. İnşa etme, bina yapma. Yapı meydana getirme.
Egniya
(Gani. C.) Zenginler.
ego
ben, ene.
Ego
Lât. Ben. Ene.
Egoist
Bencil, hodpesent, hodbin, kendini beğenmiş, menfaatperest.
Egoizm
Fr. Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm terbiyesidir.
Egosantrizm
Fr. Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki dünyada en önemli varlık kendisi, herşey onun emrine ve isteğine hazır olmalı. Annesi, babası, diğer insanlar ve eşya, isteği gibi kendisine davranmasa ağlamaya başlar. Herşeyin merkezi olduğu hissini taşır.İnançsız insanlar, bu çocuktan farklı mı düşünüyor? Her varlık kendi nefsine maliktir. Kendisi için çalışır, kendi zevki için çabalar, gayesi yaşamak ve varlağını devam ettirmektir diyen ve benliklerini dünyanın merkezi yapan, kendilerini firavun gibi tanrı sanan bu insanlar, egosantrik düşünüşten daha aşağı seviyede değiller mi?
678
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Egraz
(Garaz. C.) Garazlar.
Egsan
(Bak: Ağsân)
Egşiye
(Bak: Ağşiye)
Egtaşa
Karartı.
Egtiye
(Bak: Ağtiye)
Egul
f. Hiddet ve öfke ile yan yan bakma.
Egval
(Gul. C.) Büyük felâketler, âfetler, musibetler, belâlar. * şeytanlar. * Gulyabaniler.
Egvar
(Gavr. C.) Dipler, çukurlar, kuyular. Sonlar, uçlar.
Egzost
ing. İçten yanmalı motorlarda yanmış akaryakıt gazı. Bu gazın boşaltılması tertibatı.
Eğe
Maden vesaire yontmaya mahsus ince dişli âlet. Törpü.
Eğerçi
(Eğerçend) f. ...ise de, her ne kadar, ...olsa da.
eğerçi
gerçi.
eğlenceperest
eğlenceye pek düşkün.
Ehabb
Çok sevgili. En sevgili.
Ehabb-ı ehibba
Dostların, ahbabların en sevgilisi.
Ehabb-ı emval
Malların çok sevileni.
Ehacc
Pek katı, çok sert şey.
Ehacî
(Uhcüvve. C.) Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.
Ehad
Bir. Tek. İnfiradla muttasıf sıfât-ı kâmileyi cami' olan. (Bak: Ehadiyyet)
Ehadd
(Hadd. den) Çok keskin.
Ehadd-i süyuf
Kılıçların en keskini.
Ehadid
(Bak: Ahadid)
679
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ehadis
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hadisler. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) sözleri, hareketleri ve emirlerini bildiren hakikatler. (Bak: Hadis)
ehâdîs
Peygamberimizin sözleri.
Ehadis-i kudsiye
(Bak: Hadis-i Kudsî)
Ehadis-i merfua
(Bak: Hadis-i Mürsel)
Ehadis-i mevzua
(Bak: Hadis-i Mevzu')
Ehadis-i mürsele
(Bak: Hadis-i Mürsel)
Ehadis-i sahiha
(Bak: Hadis-i Sahih)
ehadiyet
Allahın her bir eserindeki birlik tecellisi.
Ehadiyyet
(Ahadiyet) Allah'ın (C.C.) her bir şeyde kendine âit birlik tecellisi. (Ehadiyyet, her bir şeyde Halik-ı Külli Şey'in ekser esmâsı tecelli ediyor demektir. Meselâ: Güneşin ziyası, bütün zemin yüzünü ihata ettiği haysiyeti ile vahidiyyet misâlini gösterir ve her bir şeffaf cüz'de ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyyet misâlini gösterir. Ve her bir şeyde, hususan zi-hayatta ve bilhassa her bir insanda o Sani'in ekser esması onda tecelli ettiği cihetle ehadiyeti gösterir. M.) (Bak: Rahmaniyyet)
Ehadü hüma
Onlardan biri. Her ikisinden biri.
Ehad-ül-âhâd
Eşsiz, tek, emsalsiz. Teklerin teki, bir tek.
Ehaff
Çok hafif.
ehaff
pek hafif.
Ehaff-i mücâzât
Cezâların en hafif olanı.
ehak
en hak, daha gerçek.
680
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ehakk
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Daha haklı, pek haklı. Daha doğrusu. En hakiki.(Ey talib-i hakikat, madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen. S.)
Ehali
(Ehl. C.) Bir memleket, şehir, kasaba köy veya semt veyahut da mahallede yerleşip oturanlar. * Avam, halk umum.
Ehamm
Yakın. * Kara, esved.
Ehann
Genzinden konuşan kimse, hımhım.
Ehasin
Pek güzel, en güzel olan şeyler.
Ehasin-i ahlâk
Ahlâkın en iyisi, en güzeli. Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ahlâkı gibi olan ahlâk.
ehass
en has.
Ehass
Saçı dökülmüş kişi.
Ehass-ı âmâl
Emellerin en hası.
Ehass-ül havâs
En hâlisin hâlisi. Şuhudi imân sahibleri olan evliyalar. Cenab-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi olan enbiyâ ve evliya. Efdallerin efdali, sâlihlerin sâlihi.
Ehatt
En ucuz, daha ucuz. * Daha cilâlı.
Ehaveyn
İki kardeş.
Ehbar
(Habr. C.) Âlimler. Yahudi âlimleri. * Sürurlu anlar.
ehbâr
âlimler.
Ehdâb
(Hüdb. C.) Kirpikler.
Ehdâb-ı mühtezze
Titrek kirpikler.
Ehdaf
(Hedef. C.) Hedefler, nişan alınan yerler. * Yüksek yerler. * Meramlar, talebler, arzular, istekler, gayeler, maksadlar, kasıtlar.
Ehdak
(Bak: Ahdâk)
Ehdam
İnce belli.
681
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ehdeb
Kirpikleri sık ve uzun olan adam.
Ehder
Sarkık dudaklı.
Ehemm
Çok mühim olma, daha mühim. Çok kıymetli, çok lüzumlu.
ehemm
en önemli.
Ehemmiyet
Mühim olma, ağırlık, değerlilik, dikkate değer olma, dikkat ve ihtimam, kıymet, nazar-ı dikkati çekme.
ehemmiyet
önem.
ehemmiyetkârâne
önem verircesine.
Ehevat
(Uht. C.) Kız kardeşler. * Kadın arkadaşlar. * Benzer şeyler.
ehevât
kardeşler.
Ehevatının ma-fi'z-zamirleri Kardeşlerinin içinde gizli olan şeyler. Ehibba
(Habib. C.) Habibler, dostlar, sevgililer.
ehibbâ
ahbaplar, sevilenler.
Ehil
(Bak: Ehl)
ehil
dost, sahip, usta.
Ehilla
Dostlar, kardeşler. (Bak: Ahillâ)
Ehille
(Hilâl. C.) Hilâller. Yeni hilâl şeklinde olanlar.
Ehir
(Bak: Ahîr)
Ehl
(Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz. * Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline verilirse işler düzgün gider, sonuçtan herkes memnun olur. Eğer İslâma aykırı olarak ehliyet yerine eş, dost, adam kayırma, parti menfaati vs. bayağı, hasis düşüncelere yer verilirse ve işler ehliyetsizlere terkedilirse bundan herkes zarar görür.
682
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ehleb
Kuyruğu kıllı olan at.
Ehlen ve sehlen
Hoş geldiniz, safâ geldiniz (meâlinde söylenir.)
ehlen-sehlen
hoş geldiniz.
Ehl-i âlem
Âlemin ehli olan insanlar.
Ehl-i arz
Dünyadakiler. Yerdekiler.
Ehl-i beyt
Ev ehli, evdeki çoluk çocuk. Daha ziyade Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) evine mensub olanlar bu isimle anılırlar. (Bak: Âl-i Abâ)
Ehl-i bid'a
"(Bak: Bid'at)(Ehl-i bid'a, ecnebi inkılâbcılarından böyle meş'um bir fikir aldılar ki: Avrupa, Katolik Mezhebini beğenmeyerek başta ihtilâlciler, inkılâbcılar ve feylesoflar olarak, Katolik Mezhebine göre ehl-i bid'a ve Mu'tezile telâkki edilen Protestanlık Mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilâl-i Kebirinden istifade ederek, Katolik Mezhebini kısmen tahrip edip, Protestanlığı ilân ettiler.İşte, körü körüne taklidciliğe alışan buradaki hamiyet-füruşlar diyorlar ki: ""Mâdem Hristiyan dininde böyle bir inkılâb oldu, bidâyette inkılâpçılara mürted denildi, sonra Hristiyan olarak yine kabul edildi. Öyle ise İslâmiyette de böyle dinî bir inkılâb olabilir?..""Elcevap : Din-i İsevîde, yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruât-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sâir rüesâ-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a'zamı, kütüb-ü sâbıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimaiyeye merci' olmadığından; esâsât-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, Şeriat-ı Hıristiyaniye nâmına örfi kanunlar, medeni düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın
683
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
esas dini bâki kalabilir, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı inkâr ve tekzib çıkmaz. Halbuki : Din ve Şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan, Din-i İslâmın esasatını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sâir ahkâmını, hattâ en cüz'i âdâbını dahi bizzat o getiriyor. O haber veriyor, O emir veriyor. Demek, füruat-ı İslâmiye değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas din bâki kalabilsin. Belki; esâs-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sâhib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.Mezâhibin ihtilâfı ise: Sâhib-i şeriatın gösterdiği nazari düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. ""Zaruriyat-ı diniye"" denilen ve kabil-i te'vil olmıyan ve ""muhkemat"" denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medâr-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor. M.)" Ehl-i cebr
Cebriyye, cebriyye fırkasından olan. (Bak: Ceberiye)
Ehl-i cehl
Bilgisizler, câhiller.
Ehl-i dalâlet
Dalâlette olanlar.
Ehl-i dikkat
Dikkatliler, dikkat sahipleri.
Ehl-i dil
(Ehl-i kalb) Kalbi uyanık, basireti ziyade olan. Gönül ehli. Mâneviyata çok kıymet veren, kalben Cenab-ı Hakk'a çok yakınlık hissedip çok hikmetlerden anlayan zât.
Ehl-i diyânet
Din işlerinden anlayanlar. Dindarlar.
Ehl-i dünyâ
Dünyaya haddinden ziyade kıymet veren, maddeci kimse.
Ehl-i ebed
Ebedî olanlar, ebedîler.
684
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ehl-i emsar
Şehir halkı, kasaba halkı.
Ehl-i gaflet
Gafletde olanlar. Gafiller.
Ehl-i garet
Yağmacı, çapulcu.
Ehl-i hadaret
şehirlerde yaşayan. Medeni.
Ehl-i hak
f. İmân, İslâmiyet ve Hak yolunda olan. Hak mezhebde olan. Hakka, hakikata vâsıl olmuş olan.
Ehl-i hâl
f. Hâlden anlayıp, duruma göre idâre eden kimse. İlâhi tecellilere ve mânevi feyze mazhar olan.
Ehl-i hibre
f. Ehl-i vukuf. Bilirkişi. Meselenin künhüne vâkıf mütehassıs zât.
Ehl-i hidayet
Hidâyette ve doğru yolda olanlar. Hidâyete erişmiş kimseler.
Ehl-i hikmet
Hikmet ehli, hikmet bilen.
Ehl-i hükümet
Hükümete mensup kimseler, milleti idare edenler.
Ehl-i ırz
Yüz aklığı ve şan, itibar sahibi olan, namuslu kimse. Şerefli ve temiz olan. Namuslu, iffetli ve ismetli. Irz ehli.
Ehl-i ihtisas
İhtisas sahibi olan kimseler. Bu kişiler yalnız kendi meslekleriyle uğraşırlar, çeşitli meslek ve meselelerle fikirlerini dağıtmazlar. (Bak: İhtisas)
Ehl-i ilhad
f. Doğru meslek ve dinden, Hak yolundan çıkıp bâtıl yola sapan, imansızlar, dinsizler.
Ehl-i islâm
İslâm topluluğu. Müslümanlar.
Ehl-i istiğrak
Manevi bir coşkunlukla kendinden geçmiş hâle giren zatlar.
Ehl-i i'tizal
Mu'tezile'den olan. (Bak: Mu'tezile)
Ehl-i kalb
(Bak: Ehl-i dil)
Ehl-i kelâm
(Bak: Mütekellimîn)
Ehl-i keşf
f. Perdeli olan ve zâhir hislerle bilinmeyen hakikatları, Cenab-ı Hak'kın lütf u ihsanı ile bilen veliler.
685
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ehl-i keşf-il kubur
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Kabir âleminde olanları bilen, kabirdeki ölünün ahvâlini keşfedip doğru olarak haber veren veli, evliya.(Ehl-i keşf-il kuburun müşahedesiyle müteaddid vâkıatla, tahsil-i ulum ânında vefat eden bazı müştak ve ciddi bir talebe-i ulum, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hattâ meşhur bir ehl-i keşf-il kubur, vefat eden ve İlm-i Sarf ve Nahv okuyan bir talebenin kabrinde Münker, Nekir'e nasıl cevap verecek diye murakabe etmiş ve müşahede edip işitmiş ki; melek-i sual, ondan sordu: $ ""Senin Rabbin kimdir?"" dediği zaman, o Nahv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş:""Â mübtedâdır, onun haberidir."" Nahiv ilmince cevab vermiş, kendini medresede zannetmiş. Ş.)"
Ehl-i kıble
Müslüman, kıble ehli.
Ehl-i kitab
"f. Allah'ın gönderdiği kitaplara inanan. * Müslüman, Hristiyan veya Yahudi olan. (Hakiki Hristiyanlık veya Yahudilikten çıkmamış bulunan.)(Kur'an-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:Ey ehl-i kitab! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zira, size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz; diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'ân, bütün kütübü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem'etmiş olduğundan, usulde muaddil ve mükemmildir. Yâni ta'dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tegayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl
686
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünkü, fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhere dâ' olur. Bu sırdandır ki, Kur'ân, fer'î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yâni vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir. İ.İ.)" Ehl-i kubur
Kabir ehli. Ölüler.
Ehl-i kura
Köylerde, kasabalarda yaşayan.
Ehl-i meder
Evde oturan. Medeni.
Ehl-i namus
Namuslu kimse, namus ehli.
Ehl-i nâr
Cehennemlik olan. Cehennem ehli.
Ehl-i nefiy
Nefyedenler, aksini veya olmadığını iddia edenler.
Ehl-i nübüvvet
Peygamberler.
Ehl-i rum
f. Osmanlı. Eskiden Anadolu'da yaşayanların bir ismi. Çünkü: Osmanlılar Romalıların (Rumların) çok bulunduğu memleketlerini fethedip yerleştiler.
Ehl-i salâh
Huk: Hâli mestur, nâmuslu, doğru, adaletli olan kimse. Sâlih kimseler.
Ehl-i salib
f. Bayrağında salib (haç) bulunanlar. Hristiyanlar. * Osmanlılardan 209 sene evvelki tarihte Haçlı Seferlerine katılan Hristiyan Ordusu.
Ehl-i sekr
f. Aklı ile hareket edemeyip hissi ve zevki ile hareket eden, sarhoş. * Tas: İlâhî bir tecelli ile istiğrak halinde olanın kendinden geçmesi hali.
Ehl-i sevahil
f. Sahilde, deniz veya göl kenarında yaşayanlar.
Ehl-i suffa
(Bak: Ashab-ı Suffa)
Ehl-i sûk
f. Çarşı halkı, esnaf.
687
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ehl-i sünnet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) söz ve hareketlerine şüphesiz, kat'i ve sağlam delillerle uyan. Sahabe ve onlara tâbi' olanların mezhebi ve o mezhepte olan. Bunların muhaliflerine ""ehl-i bid'a"" veya ""fırak-ı dâlle"" denir."
Ehl-i şekavet
İslâmiyetin müsâade etmediği çeşitli rezâlet işleyen bedbaht.
Ehl-i şia
şia ehli. (Bak: şia)
Ehl-i şuhud
f. Kâinatta tevhid delillerini aynen seyreden, İlâhi ve gizli sırlarını Hakkın izni ile gören şuhud ehli. Veli. * Görecek derecede kat'i kanaat sâhibi olan enbiyâ ve evliyalar.
Ehl-i tahkik
Hakikatleri delilleri ile bilen âlimler. * Tahkik ehli.
Ehl-i takib
Takip edenler, peşinden gidenler.
Ehl-i teşeyyu'
şiilik iddia edenler. (Bak: şia)
Ehl-i tevhid
Cenab-ı Hakk'ın birliğini bilip inanan ve sadece bir Allah'a bağlanıp ibadet eden kimse. (Bak: Tevhid)
Ehl-i ukul
Akıllılar, akıl sâhibleri.
Ehl-i veber ve bâdiye Çadırda oturan bedevi Arab, çöl ahalisi. Ehl-i vifak
Beğenilen işlerde birbirine muvafakat edip uyanlar, anlaşanlar.
Ehl-i vukuf
Bir mes'ele hakkında bilgi sahibi olan salâhiyetli kimseler. Vukuf ehli. Bilirkişi.
Ehl-i zevk
Zevklenenler, lezzet alanlar. * Tas: Cenab-ı Hakk'a yakınlıkla, kurbiyetle veya uyanık kalble iman ve Kur'an hakikatlarından zevk alanlar.
Ehl-i zimmet
İslâm Devletinin tâbiiyetinden olan Hıristiyanlar. İslâm Devleti tarafından korunan müslümandan başka kimse. Zimmi.
ehlî
alışık olan, evcil.
Ehlî
Munis, alışık. Yabancı olmayan. Kendisi ile ünsiyet edilen.
688
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ehlibeyt
Peygamberimizin neslinden olan.
ehlibidâ
dine aykırı olanı dine sokanlar.
ehlidalalet
islâmdan sapanlar, sapkınlar.
ehlidünyâ
dünya adamı, âhireti düşünmeyen.
ehlifelsefe
felsefeciler, felsefeye önem veren kimseler.
ehlifen
fen ilimleriyle uğraşanlar.
ehligaflet
gaflette olanlar, kul olduğunu hatırlamadan yaşayanlar.
ehlihak
hak yolda olan.
ehlihakîkat
hakikatı bulan kimseler.
ehlihâl
inandıkları mânâları hâlleriyle yaşayanlar.
ehlihidâyet
îman yoluna erenler, müminler.
ehliîman
îmanlılar.
ehliinsaf
insaflılar.
ehliislâm
müslümanlar.
ehlikalb
kalben ileri gidenler.
ehlikeşif
perdeli olanı bilen velî.
ehlikitab
ilâhî kitaplardan birine inanan.
ehlikubûr
kabirdeki ölüler.
ehliküfür
kâfirler.
ehlinecat
kurtulanlar.
ehlisefâhet
günahlara dalanlar.
ehlisuffa
Peygamberimizin mescidinde kalan sahabeler.
ehlisünnet
Peygamberimizin hak yolunda yürüyenler.
ehlişirk
Allaha ortak koşanlar.
ehlitakva
Allahtan korkup günahtan sakınan kimseler.
ehlitarik
tarikat adamı.
689
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ehlitarikat
tarikata bağlı olan.
ehlitevhid
Allahın birliğine inananlar.
ehlivelâyet
velîler, erenler, kalbi nurlanmış müminler.
ehlivukuf
iyi bilenler, bilirkişiler.
ehliyyet
yeterlik, ustalık, yetki.
Ehliyyet
Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet.
ehlullah
Allah adamı, evliya, ermiş.
Ehlullah
Allah'a itaat edip, O'nun sevgisi ile O'na yaklaşmış olan Veli. Allah'ın sevgisine mazhar olan Evliya.
Ehme
f. Eksik, nâkıs noksan. * Bulunuş.
Ehname
f. Aşk, muhabbet, sevda. * Kendine çekidüzen verme.
ehram
firavun mezarı.
Ehram
Mısır'da Firavunların piramit şeklindeki mezarları.
Ehramen
f. şeytan, iblis. * Dev.
Ehram-ı mürebbaî
Dörtgen piramit. Dört köşeli ehram.
Ehram-ı müsellesî
Üçgen piramit.
Ehras
Dilsiz. (Bak: Ahras)
Ehre
Büyük ağızlı.
Ehred
Yırtık şey. (Üstbaş hakkında kullanılır.)
Ehriman
(Ehrimen, Ehremen) f. Ateşperestlerin şer ilâhının ismi. Bâtıl bir ilâh ismi.
Ehsa
Şaşmış, şaşa kalmış, hayret etmiş ve taaccübüne gitmiş olan kimse.
Ehsâs
(Hiss. C.) Hisler, duygular.
Ehsâs-ı rakika
İnce hisler, ince duygular.
Ehşa
Karındaki iç uzuvlar. Karında olan.
690
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ehtat
Bir bölük cemaat.
Ehtem
Ön dişi gedik olan.
Ehun
f. Toprakta meydana gelen delik, yarık.
ehülacâib
acayip şeylerin kardeşi.
Ehva
(Havvâ. dan) Siyah. Kararmış olan.
ehva
nefis arzuları, boş istekler.
Ehval
(Hevl. C.) Korkular. Korkulacak hâller. Fenalıklar.
ehvâl
korkular.
Ehval-i muhavvifane
Dehşetli korkular.
Ehvar
f. Şaşkın, şaşırmış kimse. Alık, sersem adam.
Ehvec
Uzun boylu ahmak adam.
Ehvek
Ahmak kimse.
Ehvel
Korkunç nesne.
Ehven
Daha aşağı. Daha ucuz. Bayağı. Adi. * Zararı az olan. En zararsız.
ehven
en zararsız, pek ucuz.
Ehveniyet
Ucuzluk, ehvenlik, daha hafif, daha zararsızlık.
Ehven-üş şer
Ehven-i şerreyn de denir. İki şerli işin veya şeyin daha az zararlısı. (Bak: Adalet-i izafiye)
ehvenüşşerreyn
iki şerden daha az zararlı olanı.
Ehver
f. Sevgili, mâşuk.
Ehya
(Bak: Ahyâ)
ehya
ucuzluk, bolluk.
Ehyan
(Hîn. C.) Zamanlar. (Bak: Ahyân)
Ehyeb
Daha heybetli, daha büyük.
Ehyef
İnce belli ve yakışıklı genç. * Çelimli at.
Ehyemin
(Heyeman. C.) Âşık olmalar, şaşkınlıklar.
691
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ehyun
Örümcek, ankebut.
Ehza'
Ok mahfazası içinde sona kalan ok.
Ehzab
(Bak: Ahzab)
Eimme
(İmam. C.) İmamlar. (Bak: İmam)
eimme
imamlar, öncüler.
Eimme-i âlîşan
Çok yüksek mertebesi ve büyük kıymeti olan imamlar. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî gibi.
Eimme-i din
Din imamları, müçtehidler, müceddidler.
Eimme-i ehl-i beyt
Ehl-i Beyt'ten yetişen, saltanata bilfiil girmeyen ve karışmayan en salâhiyetli, mânevi nüfuz ve ilim ve riyaset sahibi imamlar.
Eimme-i erbaa
Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)
Eimme-i isnâ aşer
On iki imâm. Silsile-i sâdâttan olup müceddit olan imâmlar hakkındaki bir tâbirdir. Bu zâtlar esasât-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'âniye ve imâniyenin, dini esasların ve şeriatın muhafazasına çalışan, saltanat işlerine karışmayan mânevi riyâset ve ilim sahibi şahsiyetlerdir.
Eimme-i selâse
"Üç imâm. Fıkıh kitablarında ekseriyetle İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfi'i, İmâm-ı Malik için söylenir. Hanefi Mezhebine dâir mes'elelerin bahsolduğu kitablarda ""Eimme-i Selâse""den maksad; İmâm-ı A'zam ile iki talebesi olan İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebu Yusuf'dur."
Eimme-i verese
Vâris olan imamlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mânevi vârisi olan büyük zâtlar, mürşidler, imamlar.
692
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Einne
(İnân. C.) Yularlar. Dizginler.
Eizze
(Aziz. C.) Azizler.
Ejah
f. Vücutta ve bilhassa ellerde çıkan ufak urlar, siğil, sivilce.
Ejder
(Ejderha) f. Büyük canavar. Büyük yılan.
ejder
büyük yılan.
ejderha
iri yılan.
Ejgan
(Ejgehân) : f. Tenbel, miskin, iş yapmaktan hoşlanmayan.
Ejhan
f. Tenbel.
Ejir
f. Akıllı, uyanık, açık göz.
Ekabb
İnce belli.
Ekâbir
(Ekber. C.) En büyükler. Pek büyükler. Devlet ricali. Rütbece büyük olanlar.
ekâbir
büyükler.
Ekâbir-i ulemâ
En büyük âlimler, en büyük İslâm âlimleri. Âlimlerin en ileri derecede olanları.
Ekadih
(Kıdh. C.) Kıdhlar, oklar.
Ekahi
(Ukhuvan. C.) Papatyalar, papatya çiçekleri.
Ekalim
(İklim. C.) İklimler, memleketler, mıntıkalar.
Ekalim-i bâride
Soğuk iklimler, soğuk memleketler.
Ekalim-i hârre
Sıcak iklimler, ülkeler.
Ekalim-i seb'a
Yedi iklim. * Yedi kıt'a.
Ekall
Daha az, en az, pek az. En küçük. (Bak: Akall)
ekall
en az.
Ekall-i kalil
Azın azı, pek az, en az.
Ekalliyet
(Akalliyet) Bir hükümetin tebaiyyeti altında yaşayan, yabancı din ve milliyete mensub olup, ekseriyeti teşkil etmeyen halk. Azlık. Azınlık.
693
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ekalliyet
azlık, azınlık.
Ekam
(Ekme. C.) Tepeler, bayırlar.
Ekanim
(Uknum. C.) Asıllar, rükünler, zatlar.
ekânim
asıllar, rükünler.
Ekanim-i selâse
Üç unsur. (Bak: Teslis)
Ekarib
Akrabalar. Yakın hısımlar.
Ekarim
(Kerim. C.) Kerem sâhibi olanlar.
Ekasır
(Akser. C.) En kısalar, pek kısalar.
Ekasi
(Aksâ. C.) En uzaklar, pek uzaklar.
Ekasi-i bilâd
Uzak beldeler, en uzak şehirler.
Ekasim
(Aksam. C.) Aksamlar, paylar, kısmetler.
Ekasire
(Kisrâ. C.) Kisralar, şahlar. Eski Acem padişahları.
Ekasis
(Kıssa. C.) Kıssalar, ibretli hikâye ve dersler.
Ekati
(Kati. C.) Sürüler, koyun sürüleri.
Ekavil
(Akvâl. C.) Kaviller, sözler.
Ekavil-i bâtıla
Bâtıl sözler, doğru olmayan sözler.
Ekavil-i kâzibe
Uydurma ve yalan sözler.
Ekazib
Yalanlar, kizbler, yalan ve uydurma sözler, asılsız kelâmlar.
Ekazz
Yeleksiz ok.
Ekba'
(Kibâ. C.) Süprüntüler.
Ekbad
(Kebed ve Kebid. C.) Kebedler, ciğerler.
Ekber
Daha büyük, en büyük.
ekber
en büyük.
Ekber-ül kebâir
Kebâirin kebâiri. Büyüklerin en büyüğü. Büyük günahların en büyüğü. (Bak: Mubikat-ı seb'a)
Ekbes
Alnı yumru ve başı büyük kimse.
694
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ekdâr ü âlâm
Kederler, acılar.
Ekdâr
(Keder. C.) Kederler, acılar, üzüntüler.
ekdâr
kederler, üzüntüler.
Ekdas
(Küds. C.) Küdsler. Hurmalar.
Ekder
Bulanık. * Bozrenkli.
Ekele
(Âkil. C.) Çok yiyenler, oburlar, pisboğazlar.
Ekeme
Bayır, yüksekte olan taşlık tepe.
Ekerat
Ziraat ve imar için, sahiblerinin rençberlere verdikleri arazi.
Ekess
Ufak dişli, küt dişli.
Ekfa'
(Küfv. C.) Eşler, benzerler, denkler, eşitler, uygunlar, müsaviler, muadiller.
Ekfal
(Bak: Akfâl)
Ekfan
(Kefen. C.) Kefenler, ölülerin sarıldıkları bezler.
Ekhal
(Kühl. C.) Göze çekilen sürmeler.
Ekheb
Gök renkli, mavi renkli.
Ekhel
Gözü sürmeli.* Baş ve gövde damarı.
Ekid(e)
Sağlam, metin, muhkem. * Sarih, kesin, açık, kat'i, muhakkak. Kuvvetli, te'kidli.
Ekiden
Metin, muhkem ve sağlam şekilde. * Açık ve kesin olarak. Sarahaten ve kat'iyyen. * Mükerreren, tekrar olarak.
Ekile
Yenmiş, yenilmiş yemek.
Ekinoks
Fr. Altı aylık fasılalarla gece ve gündüzün eşit oluşu.
Ekir
(C.: Ekere) Ekinci.
Ekkaf
Eğerci, semerci.
Ekkal
Çok yeyici, obur.
Ekke
Pek sıcak gün.
695
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ekl ü şürb
Yeyip içme.
ekl
yeme.
Ekl
Yemek yeme.
Ekle
Bir kere doyana kadar yemek.
Eklef
Yüzü çilli olan adam. * Koyu renkli arslan.
Eklektizm
yun. Fls: Birbirinden farklı görüşlerin bazı ortak taraflarını bulup uzlaştırıcı bir görüş ileri sürme.
Ekliptik
Güneşin dünya etrafında yapmış olduğu zahirî hareketinde çiziyor gibi göründüğü yol.
Ekmam
(Kimm. C.) Tomurcuklar. Ağaç çiçeklerinin kapçıkları.
Ekme
(C.: Ekemât-Üküm) Yüksek yer.
Ekmeh
Anadan doğma kör. * Tepe,bayır, yüksek yer.
Ekmehiyyet
Ekmehlik, anadan doğma körlük.
ekmel
en mükemmel.
Ekmel
Mükemmel, en kâmil, eksiği olmayan, en mükemmel.
Ekmelâne
Ekmel olana yakışacak şekilde.
Ekmel-i enbiya
Nebilerin en mükemmeli, Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.)
Ekmel-i mahlukat
Yaradılmışların en mükemmeli, Hz. Muhammed (A.S.M.) (Bak: Mefhar-i Kâinat)
Ekmeliyyet
Pek mükemmel ve kusursuz olanın hâli. Kusursuzluk, mükemmellik, noksansızlık, eksiksizlik.
Eknan
(Kinân. C.) Mahfazalar, perdeler. * Evler, odalar, hücreler. Çadırlar.
Eknun
f. şimdi, el'an, hâlâ.
Ekol
(Fr. Ecole) Fikir üzerinde işleyen bir nevi mekteb. * Bir üstadın talebeleri. Bir üstadın mesleği, tarzı.
ekol
bir fikir üzerine kurulu okul, meslek.
696
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ekolali
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Psk: Sesleri taklit etme, yansıtma. Çocuk dünyaya geldiği zaman çevresinde konuşulan dilin seslerini çıkaramaz. Kendine mahsus sesleri çıkarır. Çevrede konuşulan dilleri dinleye dinleye çevredeki sesleri taklid etmeye başlar, bu taklid edebildiği sesleri sık sık tekrar eder. Meselâ: ba, ba, ba gibi. Bu dilin gelişmesinde psikolojik bir safhadır. İslâm terbiyesinde dünyada çocuğun duyacağı ilk ses olarak ezan okunur. Çocuk bununla bırakılmamalı, Kur'an sesine küçükten itibaren alıştırmalı, anadili gibi kendine yakın bulmalıdır.
Ekoloji
yun. Canlı varlıklarla çevreleri arasındaki münasebetleri araştıran biyoloji kolu.
Ekonomi
"yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve faaliyetler. Bu faaliyetlere hâkim olan kaideleri inceleyen ilim.İktisadî hâdiseler istihsal (üretim), istihlâk (tüketim), mübadele (değişim) ve tevzi (bölüşüm, dağıtım) olmak üzere dört çeşite ayrılır. İktisat ilmi bu hâdiselerin birbirleriyle olan ilişkileri, müvazeneleri (dengeleşimleri), teşkilâtlanma ve idaresi bakımlarından şekillerini inceletmekte ve hâdiselerin matematikî olarak mümkün modellerini bulmaya çalışmaktadır. Günümüzde iktisat politikaları büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. İktisadî politikalar, bugünkü dünyamızda iki ana sisteme ayrılmıştır. 1Kapitalizm; 2- Sosyalizm. Bunlar arasında zikredilen ""karma ekonomi"" şekli esas itibariyle bunlardan birine dâhil edilmektedir. İslâm iktisat sistemi bunlardan esastan ayrılmaktadır. Bu iki sistem,
697
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dünya hayatını esas alan maddeci sistemlerdir.Kapitalist sistem, emeği ferdî sermayeye sosyalist sistem, emeği devlet tahakkümüne bağlar. Kapitalist sistemde sermaye sahipleri, sosyalist sistemde devlet ve toplum adına bir grup hakim olur. Her iki sistem istismar ""sömürme"" ve tahakküme dayandığı için cemiyet hayatında anarşiyi ve ihtilâlleri doğurmakta, insanlık, barış, huzur ve saadete ulaşamamaktadır.İslâmiyet ise kapitalizmin ferdin istismarını; sosyalizmin kollektif tahakküm ve istismarını ortadan kaldırır. Herkesin kazancı, emeğine göre olur." Ekpek-ül küpeka
Köpeklerin en köpeği. * Çok âdilik ve alçaklık.
Ekra'
(Bak: Ker')
Ekrad
Kürtler.
Ekram
Küçük burunlu. * Küçük boylu.
Ekran
Üzerine bir cismin hayalinin aksettirildiği saydam olmayan düz satıh.
Ekreh
Çok iğrenç, en kerih.
Ekreh-i mahlukat
Mahlukların en kerihi, en iğrenci.
Ekrem
Çok cömert, daha kerim, en kerim.(Arkadaş! Şu Zat-ı Nurâni (A.S.M.) mürşid-i imâni, Resul-i Ekrem (A.S.M.) bak nasıl neşrettiği hakikatın nuriyle, Hakkın ziyasıyla, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, âlemde yaptığı inkılâb ile âlemin şeklini değiştirerek nurâni bir şekle sokmuştur. M.N.)
ekrem
daha kerim, en iyi.
Ekremane
Ekremce, ekrem olana yakışacak şekilde. Çok elaçıklığıyle, cömertlikle.
Ekremiyyet
Ekremlik, ekrem olma hâli.
Ekrem-ül ekremîn
Ekremlerin en ekremi. Cenab-ı Hak (C.C.)
698
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eksa
Üstüste pek çok giyinen (adam.)
Eksantrik
Lât. Merkezden uzakta kurulmuş. * Mat: İç içe olduğu hâlde merkezleri ayrı olan daireler. * Müstesna, taaccüb edilip şaşılacak, hayret verici.
Ekseh
Aksak kimse.
Ekselans
Fr. Eskiden bakanlar, elçiler ve cumhurbaşkanları için kullanılan bir ünvan.
Eksem
Büyük karınlı, şişman adam.
ekser
daha çok.
Ekser
Pek fazla. Daha çok. Kesrette olan. En çok.
ekserî
çoğunlukla.
Ekseri
f. Çoğu zaman, çok defa, ekseriyetle.
Ekseriya
(Ekseriyya) Pek çok zaman, en ziyade, sık sık, ekseriyet üzere, alelekser.
ekseriya
ekseriyetle, çoğunlukla.
Ekseriyet
(Ekseriyyet) En büyük kısım, çokluk.* Bir topluluk ve hey'etin yarısından fazlası. * Bir mecliste üyelerin verdikleri rey'lerin büyük kısmı ve bunların üstünlüğü.
ekseriyet
çoğunluk.
Ekseriyet-i mutlaka
f. Yarımın bir fazlasıyla elde edilen ekseriyet, mutlak ekseriyet.
Ekseriyet-i sülüsan
Ekseriyet kazanacak tarafın en az mevcudun sülüsânı (üçte ikisi) miktarında olması şartıyla olan ekseriyet.
ekseriyetle
çoğunlukla.
Ekseriyetle
Daha ziydesiyle. Çoklukla.
Eksibe
(Kesib. C.) Büyük çöllerde ve sahralarda, rüzgârın biriktirdikleri kum yığınları.
699
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eksiyye
f. Boza.
Eksper
Fr. Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse.
Ekspres
ing. Seyahatı esnasında ancak büyük duraklarda duran ve çok hızlı giden vasıta.
Ekşef
Açık nesne. * Savaşta kalkanı olmayan kimse.
Ekşem
Doğuştan kusurlu olan. Burnu, kulağı kesik veya noksan doğan (adam). * Pars denilen vahşi hayvan.
Ektad
Cemaatler, topluluklar, kalabalıklar, bölükler, takımlar. * Misaller, temsiller, örnekler.
Ektaf
(Ketif. C.) Omuzlar. Omuz kemikleri, kürek kemikleri.
Ektar
(Keter. C.) Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, ünvanlar, soylar. Nesebler, dereceler, mertebeler.
Ektem
Çok sır saklayan, esrar gizleyen kimse. * Büyük karınlı ve şişman olan adam.
Ekul
(Ekl. den) Çok fazla yiyen, obur, pisboğaz.
Ekulâne
f. Oburcasına.
Ekulî
Oburluk.
Ekulü kemâ kâle
Onun söylediği gibi söylerim (meâlinde.)
Ekulü
Ben derim, ben söylüyorum (meâlinde.)
Ekva
Daha kuvvetli, en kuvvetli.
ekva
daha kuvvetli.
Ekva'
Eli eğri olan.
Ekvab
Küpler, kadehler. Sırçalar.
Ekvah
(Kûh. C.) Kamıştan yapılan penceresiz ufak kulübeler.
Ekvan
(Kevn. C.) Alemler. Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar.
700
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ekvan
yaratılanlar.
ekvanî
yaratılanlarla ilgili.
Ekvar
(Küvâre. C.) Petek. Arı kovanları.
Ekvas
(Kevs. C.) Yaşmaklar.
ekvator
dünyayı ikiye ayıran hayâlî çizgi.
Ekvator
Fr. Hatt-ı istivâ. Dünyayı kuzey ve güney diye müsavi iki yarım küreye ayırarak, ikisinin arasından geçtiği farzedilen çember şeklindeki büyük çizgi. * Yer yuvarlağının tam ortasında farzedilen ve dünyayı iki müsavi kısma ayıran (ve kırk bin kilometre olan) çember.
Ekvaz
(Kûz. C.) Kâseler, bardaklar, kadehller.
Ekyal
(Keyl. C.) Keyller, kileler, hububat ölçüleri, ölçekler.
Ekyas
(Kis. C.) Kisler, para keseleri. Torbalar. * (Keys. C.) Akıllı kimseler.
Ekyes
Pek kiyâsetli, zeki, zekâvetli kişi. Mâhir, maharetli, becerikli adam.
Ekzeb
Büyük iftira, büyük yalan, uydurma.
Ekzef
(Kazf. den) Çok iftira eden. Başkası hakkında çok aleyhde yalan söyleyen.
Elâ
Arabçada söze başlarken kullanılır. İstiftah harfi tâbir edilir. Beş vecih üzere bulunur: 1 - Tevbih ve tenbih, 2 - İnkâr, 3 - İstifham-ı aninnefiy, 4 - Arz, 5 - Teşvik ve rağbet ettirme, makamlarında.
Ela'
Görünüşü güzel, tadı acı olan bir ağaç.
El-aceb
Acayip, Şaşılacak şey. Tuhaf şey.
El-aks-ül müstevî
"Man: Mevzuu mahmul ve mahmulü de mevzu kılmak. ""İnsan hayvandır"" kaziyesinde her iki kelimenin yerlerini değiştirerek ""Bazı hayvan insandır"" dediğimiz şeklindeki kaziyenin adıdır."
El-âlâ
Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanları. Ni'metler.
el-amân
aman diliyorum!
701
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük El-aman
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meded, aman, imdâd (mânasına olup yardım ve şikâyet edâtı olarak kullanılır).
elân
şimdi, hâlâ.
El-an
Şimdi. Hâlâ. Hâl-i hazırda.
El'as
Gök dudaklı.
Elass
Sık dişli. * Çenesi kulaklarına yakın olup boynu kısa olan.
elâstik
esnek.
Elastik
Fr. Esnek, toplanıp çekilir, uzayıp kısalan.
Elastikiyyet
Fr. Esneklik. Elâstiklik.
Elb
Sürmek. Reddetmek. * Cem'etmek, toplamak.
Elbab
(Lübb. C.) Akıllar.
El-bab-ül evvel
Birinci kısım. İlk cüz. Birinci kapı.
Elbette
"(Te'kid edâtı) Kat'i veya kat'iye yakın hükümlerde kullanılır. Yazılı sözlerde daha çok ""elbet"" şeklinde geçer."
elbette
kesinlikle.
El-buğzu fillah
"Allah için buğzetmek. Bütün şiddet, adavet ve düşmanlık Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) rızası dairesindedir. İhlâsı kıracak, hissî hareketten sakınmaktır.(Cay-ı ibret bir hâdise: Bir vakit İmam-ı Ali (R.A.) bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: - Neden beni kesmedin? Dedi:- Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim, nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi, onun için seni kesmedim. O kâfir ona dedi: ""Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve hâlistir, o din haktır."" dedi. M.)"
702
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Elbürz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Kafkas sıradağlarının en yükseği. * Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı. * Uzun boylu ve yakışıklı kimse.
elcevab
cevabı şu.
Elcezire
Mezopotamya. Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan yerin adı. Bugün Irak'ın toprakları arasındadır.
Elcime
(Licâm. C.) Hayvanların ağızlarına takılan gemler.
El-cüz'î
Man: Mânası, mefhumu başkalarına şâmil olmayan, yani tek mâlum ferde âid olan kelime.
Eledd
Sert çarpışan kimse. Metin. * Hakkı kabul etmeyen, inatçı adam.
Elektrik-i mudi
(Elektrik-i muzi) Parlak ışık veren, parlayan lâmba.
Elektroliz
Fiz: Birleşik bir cismi elektrik vasıtasıyla elemanlarına ayırma işi.
Elektron
yun. Atomda negatif yüklü zerrecik. (Bak: Delil-i inayet)
Elem
"Ağrı. Acı. Keder. Sancı. Dert. Gam. Kaygı.(Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlarlar. Bir meded bir yardım için müsterhimane tabiata ve anâsıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: vicdanı binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba, hiçbir
703
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni' ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?.. İ.İ.)" elem
acı.
Eleman
(Lât: Element) Unsur. Bileşik bir şeyi meydana getiren basit şeylerden biri. Bir bütünün parçaları.
eleman
bir bütünün parçaları.
Elem-i dembedem
Vakit vakit gelen elem. Ara sıra gelen acı.
Elem-i ye's
Ümidsizlik elemi, yeisten gelen sıkıntı.
elemkârâne
acılı bir biçimde.
elemnâk
acı verici, acılı.
Elem-nak
Elem verici.
Elem-nümud
Elem gösteren, elemli.
Elem-zede
f. Acılı. Kederli. Dertli.
Elemzede-gân
(Elemzede. C.) f. Elemliler, kederliler, dertliler.
Elendes
şiddetli savaş eden kimse.
Eleng
f. Sur, duvar, siper. * Kale ve istihkâm askeri.
Eles
Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek. * Mecnun olmak.
El-esirre
Taht. Bilinen bir makam sandalyesi. Kürsü.
Elest
$ Rabbiniz değil miyim? (meâlinde olan âyet-i kerimenin kısaltılmış işaretidir.) (Bak: Bezm-i elest, Kalubelâ)
Elet
Noksanlaştırmak. Eksiltmek. * Hapsetmek. * Yemin vermek.
Elett
Dişi kökünden çıkıp düşmüş olan kişi.
El-evvel
İbtidası olmayıp, herşey üzerine sâbık olan.
El-eys
Vücud. Varlık. Büyük cisim. (Bak: Leys, Eys)
Elezz
(Leziz. den) Çok lezzetli, en leziz.
704
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Elezz-i et'ime
Yemeklerin en lezzetli olanı.
Elf
1000 Bin sayısının ismi. Bin adet şey vermek ve ünsiyet eylemek (mânâlarına gelir).
elf
bin sayısı.
Elfaf
Lifler. Lif lif. Sarmaş dolaş. * Cemaatler, taifeler.
elfâtiha
Fatiha sûresi.
El-fatiha
Kur'ân-ı Kerim'in birinci suresinin adı olup bu sureyi okumaya işâret için söylenir. (Bak: Fâtiha)
Elfaz
(Lafz. C.) Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
elfaz
lafızlar, sözler.
Elfaz-ı cemile
Güzel sözler.
Elf-i evvel
Peygamberimizin hicretinden sonra geçen bin yıl.
Elf-i sâni
İkinci bin.
Elfirak
Ayrılma, ayrılık sözü.
Elfiye (elfiyye)
Edb: Bin beyitli kaside.
Elfü-elfi
Bin kere bin.
Elga
Dolaşık. * Boynuzluluk.
Elgaf
Sık otlar ve ağaçlar.
Elgaz
(Lügaz. C.) Lügazlar. Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.
Elgıbta
Gıpta olunur, gıpta ederim.
Elh
İbadet.
Elha
Malâyâni ve boş konuşan. * Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve. * Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva)
Elhaf
Kirli, pis.
elhak
hakikaten, doğrusu.
705
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük El-hak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hakkın ta kendisi. Tam doğrusu. Tam gerçekten. * Hakkı, hakkı ile izhar ve beyan eden. * Varlığı hiç değişmeyen, ibadete lâyık ve her hakkın sahibi, Allah (C.C.) Âdil-i Mutlak ve Vacib-i lizâtihi.
El-hakku ya'lû
Hak gâlib ve yüksektir, meâlindedir. Bu mâna, bir Hadis-i Şerife işaret eder.
Elhal
şimdi, hâlâ, henüz, şimdiki hâlde.
El-halim
Suçluların cezalarını derhal vermek iktidarında olduğu halde sonraya bırakan ve yumuşak muamele eden, çok halim. (Allah (C.C.)
Elhamdü-lillah
"Kısaca meali: Her ne kadar hamd ve şükür varsa, ezelden ebede ve kimden kime olursa olsun hepsi Allah'a mahsustur. İman, şükür, hamd, memnuniyet ifâde eden bir deyimdir. (Bak: Hamd, Sübhanallah)(Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirane muhabbet-i meşruanın uhrevi neticesi, Kur'anın nassiyle, Cennet'e lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin ""Elhamdülillah"" kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin. Orada ""Elhamdülillah"" yersin. Ve ni'mette ve taam içinde in'âm-ı İlâhiyi ve iltifat-ı Rahmâni'yi gördüğünden o lezzetli şükr-ü mânevi, Cennet'te gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadisin nassiyle, Kur'an'ın işârâtiyle ve hikmet ve rahmetin iktizasiyle sabittir. S.)"
elhamdülillâh
Allaha hamdolsun.
Elhan
(Lahn. C.) Lâhnlar, nağmeler, besteler, ezgiler.
Elhan-ı şita
Cenab Şahâbeddin'in şöhret bulmuş olan bir kış şiiri. Kış nağmeleri.
elhannas
sinsice aldatan şeytan.
706
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Elhasıl
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.
elhâsıl
kısacası, özetle.
El-hayy
Diri ve devamlı hayat sâhibi. Zâtî hayat ile münferid, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Allah (C.C.)
Elhaz
(Lahz. C.) Göz ucu ile bakışlar.
El-hazer
Sakın! Sakınınız! (manasınadır)
Elhubbu-lillah
Allah için sevmek. Muhabbet, dostluk, sevgi sırf Allah içindir. Hoş geçim, insanlara olan muhabbet Cenab-ı Hakk'ın rızası içindir. (Bak: Mana-yı harfî)
elhubbulillâh
sevgi Allah içindir.
Elhükmü-li-l ekser
Çokluğa, ekseriyete göre karar verilir. Hüküm ekseriyete göredir.
elhükmülilekser
hüküm eksere göre verilir.
Elhükmü-lillah
Hüküm Allah'ındır.
Elibab
Durdurmak. Lâzım olmak.
Elibba'
(Lebib. C.) Akıllılar, kâmiller, kemalât sahipleri, olgun kimseler.
elîf
alışan, alışkın.
Elif
Munis, sahip, dost.
El-ihsan ale-l ihsan
İhsan üzerine ihsan, lütuf üzerine lütuf.
Elil
İnlemek, enin.
Elim
(Elime) Acı veren, acıtan, ağrıtan. Çok şiddetli ağrı veren.
elîm
acı veren, acılı.
elîmâne
acılı biçimde.
elîme
acılı hâl.
El-insaf
İnsaf edilsin, insaf edilmeli, insaf edelim.
707
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Elips
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Odaklar adı verilen sabit iki noktasından uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gösterdiği kapalı eğridir. Eğri ve kapalı bir geometrik şekildir. Karşılıklı iki tarafından genişlemiş bir çemberi andırır.
El-iyazü-billah
Allah'a sığınır, Allah'a iltica ederiz. Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâ).
elîyâzübillâh
Allaha sığınırız.
Eliyy
Çok yemin eden adam.
Eliz
f. Sıçrama. * Çifte, tekme.
Elkab
(Lakab. C.) Lakablar, namlar. Rütbe ve makam sahiblerinin derecelerine göre söylenen ve çok zaman hürmet ifâde eden isimler.
elkab
lâkaplar.
El-karia
Kıyâmet.
El-kâsibü habibullah
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) ma'rifetini ve rızâsını kazanan onun habibidir, sevgili kuludur. (Hadis meâli)
Elken
Dilinde tutukluk olan, kekeme, peltek.
Elkıssa
Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa.
Ell
Hastanın inlemesi. * Harbe ile vurmak. * Sürmek. Sâfi. * Sür'at etmek, hız yapmak.
Elleys
Mutlak hiçlik. Adem-i sırf.
Ellezi
Mânası kendinden sonra gelen cümle ile tamamlanan bir kelimedir. (Bak: Mevsule)
Elma'
(Elmaî) Çok zeki, zekâveti kuvvetli, idrak derecesi üstün olan kimse.
Elma
Karamtıl dudaklı. * Çok koyu gölge.
El-macid
Allah (C.C.)
Elmah(i)
Her gördüğü şeyi araştırmağa ve tedkik etmeğe meraklı olan kişi.
708
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Elmas
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çok kıymetli, beyaz, şeffaf mâden. Cevher. Kıymetli taş. (En saf karbondur.)
elmas
değerli bir taş.
Elmas-pare
Elmas parçası. * Mc: Çok güzel.
Elmas-rize
Elmas kırıntısı, döküntüsü.
Elmas-tıraş
Elmas gibi yontulmuş olan makbul bir cam, kristal.
Elmaz
Yalnız üst dudağı beyaz olup, burnu bile ak olmayan at.
El-mecid
Esmâ-i İlâhiyedendir.
El-minnetü lillah
"Minnet ancak Allah'ındır. ""Ancak Allah'a minnet edilir."""
El-müheymin
Her şeye dikkat edip koruyan ve emin eden (Allah C.C.)
Elsa'
"Sık dişli. * Sin telâffuz edecek yerde sâ telâffuz eden. Râ yerine yâ telâffuz eden (meselâ ""er"" diyecek yerde ""ey"" demek gibi.)"
Elsen
Fasih ve düzgün konuşan.
Elsine
(Lisan. C.) Diller. Lisanlar.
elsine
lisanlar, diller.
Elsine-i enam
Mahlukatın dilleri. Halkın dilleri.
Elsine-i garbiyye
Batı dilleri, garb lisanları.
Elsine-i muhtelife
Çeşitli ve birbirinden farklı diller.
Elsine-i selâse
Üç lisan. Türkçe, Arapça ve Farsça.
Elsine-i şarkiye
Doğu dilleri.
Elsine-i terkibiye
"Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına ""Tasrifî"" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)"
Elt
Noksanlaştırmak. Hapsetmek. * Yemin vermek.
Elta'
Boz dudaklı. Dişlerinin rengi değişmiş olan.
709
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Eltaf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Lutf. C.) Lütuflar, iyi muameleler, iyilikler, iyilikseverlikler. Nezaketler, nazik davranmalar. Okşamalar.
eltâf
lütuflar, en latîf, en hoş.
Elti
t. İki kardeş zevcelerinin her birine nisbetle diğeri. Bir kadının kaynının zevcesi.
Eluf
Ülfeti fazla, herkesle konuşup görüşmeye alışık olan kimse.
Eluh
Kasem, and, yemin.
Eluk
Sefir, büyük elçi.
Eluke
Risalet.
Elule
Semiz, besili koyun.
Elvah
(Levha. C.) Levhalar. Tablolar.
elvah
levhalar, tablolar.
Elvah-ı âlem
Âlemin görünüşü, manzara ve levhaları.
Elvah-ı mahfuza
(Bak: Hafiziyyet, Levh-i Mahfuz)
El-vali
Her şeye mâlik ve sâhib olan Allah (C.C.)
Elvan
(Levn. C.) Renkler. Muhtelif görünüşler.
elvan
renkler.
Elvan-ı ibadet
İbadet renkleri. * Mc: İbadet çeşitleri.(Nasılki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarıdır ve Fâtiha-i Şerife, şu Kur'an-ı Azîmüşşan'ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibadatın envâını şâmil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir. S.)
Elvan-ı seb'a
Yedi renk.
elvanıseba
yedi renk.
Elve
Yemin etmek, kasem.
Elveda
Allah'a emânet olun. Allah'a ısmarladık (yerine söylenen bir ta'birdir).
710
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
elvedâ
şu ayrılık!
El-vehhab
Allah (C.C.)
Elves
Zayıf kimse. * Ahmak kimse.
Elviye
(Livâ. C.) Livâlar, sancaklar, bayraklar.
Turuz-Tebriz-2012
Elviye-i mütemevvice Dalgalanan bayraklar. Elyaf
(Lif. C.) Lifler.
elyak
daha lâyık.
Elyak
Daha münâsib. Daha lâyık.
Elyasa (a.s.)
"Benî İsrail Peygamberlerindendir. Benî İsrail ise; günden güne Kitabullah'ı dinlemez olmuştu. Cenab-ı Hak Asuriye Devleti'ni onlara musallat eyledi. Sonra Yunus (A.S.) Asuriye içinde Ninova şehrinde Peygamber oldu."
Elye
(C.: Eleyât) Koyun kuyruğu. * Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler.
Elyel
Çok karanlık gece.
Elyes
Bahadır, yiğit.
elyevm
bugün.
Elyevm
Bugün. Hâlâ. (Bak: Yevm)
elzem
daha gerekli.
Elzem
Daha lâzım. Çok lâzım. Ziyade mucib. * Küçük parmaklı.
elzemiyet
daha gereklilik.
Elzemiyyet
Pek lüzumlu ve gerekli olan bir şeyin hâli. Son derecede lüzum, gereklilik.
Em
"Soru sorma mânasında atıf edatıdır. İstifham elifi mânasına da gelir. ""Yahut, belki, yoksa"" kelimeleriyle tercüme edilebilir."
Em'â
(Miâ. C.) Bağırsaklar.
711
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Emacid
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Emced. C.) Emcedler, en şanlılar, en şerefliler, eşrefler, en fazla haysiyet ve onur sahibi olan kimseler.
Em'â-i galiza
Kalın bağırsaklar.
Em'â-i rakika
İnce bağırsaklar.
Em'ak
(Meak. C.) Göz pınarları.
Emak
Uzun, tavil.
Emâkin
(Mekân. C.) Yerler. Mekânlar.
Emâkin-i mukaddese Mukaddes yerler, kutsal mekânlar. Emale
(Bak: İmâle)
Emalic
(Ümluc. C.) Fidanlar, yapraklar, uzun yapraklı otlar.
Emalis
"(İmlis""e"". C.) Otsuz ve susuz sahralar, çöller."
Emam
Bir şeyin ön tarafı.
emam
ön taraf.
eman
güven, güvenlik.
Eman
Korkusuzluk. * Af ve yardım dileme. Eminlik. (Bak: Aman)
Emanat
(Emanet. C.) Emanetler.
emânât
emanetler.
Emanet
"Eminlik. İstikamet üzere bulunmak. * Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey. * Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen. * Osmanlılar Devrinde bazı devlet dairelerine verilen isim. Şehr emâneti, Rusumat emâneti gibi...(Dinimiz, emaneti ehline bırakmamızı emreder. İdare makamları da birer emanettir. Hz. Ömer (R.A.) halifelik makamına getirilince şöyle demiştir: ""Ey insanlar! Ben Allah ve Peygamberimize itaat ettiğim sürece, siz de bana uyun ve itaat edin.
712
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Doğru yoldan saparsam, kılıçlarınızla beni doğrultun."" Demek ki müslüman hata ve haksızlık karşısında pasif kalamaz.)" emânet
sonra alınmak üzere verilen şey.
Emanetdar
f. Kendisine birşey emanet edilen kimse, emanetçi.
Emanetdarî
f. Emanetçilik.
emâneten
emanet olarak.
Emaneten
Emanet yoluyla, emanet olarak. * Bir resmî daire tarafından bizzat, ihale şeklinde ve iltizam suretiyle olmayarak.
Eman-hah
f. Eman isteyen, eman diliyen, aman diyen.
Emani
Emniyetler. Niyetler, gayeler, istekler. Arzular, dilekler. * f. Eminlik, korkusuzluk.
emâni
güvenlik.
Emani-i mahsusa
Hususi arzular, özel maksatlar.
emârât
emareler, belirtiler.
Emarat
Emareler, nişanlar, işaretler, ip uçları.
Emarat-ı hasene
İyi alâmetler.
Emare
Alâmet, işaret, nişan, iz, ip ucu, belirti.(Gizli olan umura Şeriat emarelere göre hükmeder. İ.İ.)
emâre
iz, belirti, bellik.
emâret
beylik.
Emaret
Emirlik. Bir emir veya bey veya prensin idaresinde olan memleket.
Emarid
(Emred. C.) Bıyıkları terlememiş gençler.
Emasil
(Emsel. C.) Benzerler, eşler, akranlar, müsaviler. * İtibarlı kimseler.
Em'at
"Gövdesinde kılı olmayan kimse. * Tüyü dökülen kurda ""zi'b-i em'at"" derler."
Em'az
(C.: Emâız) Sert, sağlam, taşlı yer.
713
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Emazir
(Mezir. C.) Kuvvetli ve azamet sahibi olanlar.
Embel
Kılıcı ve silahı olmayan. * Eyer üstünde doğru oturamayan. * Boynu eğri olan.
Embriyoloji
"yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne kadar iklim, fizik ve kimyevi şartlar, beslenme şartlarında değişmeler olmuştur. Allah, yarattıklarına karşı çok merhametli ve lütufkâr olduğu için zor şartlarda canlıların yok olmaması için vücutlarında gerekli değişikliklerle donatmıştır. Meselâ: Kutup tilkisinin kışın karlı ortama uyması için tüyleri beyaz, baharda ve yazın ise boz olur. D.D.T. gibi kimyevi ilaçlarla böceklerin tamamen imhâ olmaması için bir müddet sonra böcekler bir muâfiyet ""bağışıklık"" kazanıyorlar. Bunun gibi, canlılar âleminde rahmet eseri sayısız hikmetli hâdiseler var. Bu, hâdiselere ""İçgüdü"" ""Mütasyon"", ""evrim"" gibi bir takım isimler takıp tesadüfle izah etmek imkânı yoktur."
Emcad
(Mecid. C.) şeref, onur ve haysiyet sahibleri.
Emced
(Mecid. den) Pek büyük, daha büyük, şerefi şânı çok olan.
Emced-i emâcid
şereflilerin şereflisi, en şerefli.
Emcer
Karnı büyük kimse.
Emdeş
Elinin sinirlerinde rahâvet olup eti az olan kimse.
Eme
(C.: İmâ-İmât) Câriye, kadın köle.
Emed
Son, nihayet. Gayet. Encam, intihâ.
Emedd
(Medd. den) Daha uzun, pek uzun, daha tavil.
714
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Emedd-i a'mâr
Ömürlerin en uzun olanı.
Emek-dar
f. Emeği geçmiş, kıdem ve mükafâta hak kazanmış memur, hizmetçi. Eski ve sadık hizmetçi.
Emel
Ricâ, ümid, şiddetli istek. Ummak. * Gaye. (İnsanları canlandıran emeldir, öldüren ye'istir. M.)
emel
ümit, arzu.
Emene
Emn, emniyet, eminlik.
Emere
(C.: İmer) Çöllerde taştan belirlemek için yapılan alâmetler.
Emerr
Pek acı.
Emess
Çok fazla temâs eden, dokunan. En çok messeden.
Emevi devleti
"Dört halife devrinden sonra devlet idaresi Beni Ümeyye hanedanına geçmiştir. Buna nisbetle bu devlete ""Emevi Devleti"" adı verilmiştir. (Mi: 661-750) seneleri arası Emevi Devletinin saltanat devresidir. Muâviye bin Ebi Süfyan'dan başlamak üzere 14 halife gelip geçmiştir. Son halife Muhammed bin Mervan (2. Mervan) dır. Bu devirde kavmiyetçilik İslâmiyete çok zararlar vermiştir. Yine bu devirde Din-i Mübinin aktar-ı İslâmda yayıldığını unutmamak icab eder. Doğuda Türkistan ve Endonezya, kuzeyde Kafkasya, batıda Anadolunun yarısı, İspanya ve Kuzey Afrika Emevi topraklarına katıldı. Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt'e ettikleri zulüm ve akıttıkları kan sebebiyle çıkan isyanlar devleti zayıflattı. Abbâsi taraftarları ile kavi bir ekseriyet Abbasi tarafına geçti. Horasan'lı Ebu Müslim, Emevi Devletini bir muharebede Abbasilere devretti. Böylece Emeviler tarihe karışmış oldu. (Bak: Endülüs, Muaviye)"
Emevîler
bir islâm devleti.
715
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Emgaz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Kırmızı, kızıl nesne, ahmer. * Aşkar at. * Koyunu sağdıklarında süt ile birlikte kan çıksa ""emgazeti'ş şât"" derler."
Emhak
Donuk beyaz.
Emhal
(Mehl. C.) Mehiller, mühletler, vâdeler, zamanlar, bir iş veya vazifenin yapılması için verilen fazla zamanlar.
Emhar
(Mehr. C.) Mehrler, nikâh bedelleri. Zevceynin ayrılmaları halinde kadına verilecek olan ve nikâhta kararlaştırılan para ve sair eşyalar. * (Mühür. C.) Taylar, at yavruları.
Emihe
Koyunlarda meydana gelen uyuzluk.
Emime
Bir cins ot. * Demirci çekici.
emîn
güvenilir.
Emin
Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz. * Kendisinden korkulmayan. * Kendine inanılan. İtimat edilen. * İnanan, güvenen. * Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.
Emir
(Bak: Emr)
emîr
bey, başkan.
Emirane
f. Emredene yakışır bir surette. Emir gibi.
emirber
emir dinleyen.
Emirber
f. Subayların kıt'a ve daire dışında emirlerinde bulunan erler.
Emirkulu
Aldığı emri yapmağa mecbur olan, verilen emri yerine getirmekle görevli kimse.
emirnâme
emir yazısı.
Emirname
f. Âmirin emri yazılı olan kağıt. Üst makamdan verilen emir kağıdı.
Emir-ül ceyş
Serasker, serdar, başkumandan.
Emir-ül ma'
Amiral. Deniz kuvvetlerinde albaydan büyük rütbede bulunan subaylar.
716
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Emir-ül mü'minîn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Müminlerin, İslâmların işlerinde emir ve tedbir eden reis. Halife. İslâm Devlet Reisi.
Emkine
(Mekân. C.) Mekânlar, hâneler, evler, mahaller, mevkiler, yerler.
Emkine-i cedide
Yeni evler.
Emla'
(Mele'. C.) Topluluklar, mele'ler, cemaatler, cemiyetler, bölükler, kalabalıklar.
Emlah
(Melih. den) Pek melih, en melâhatli, çok güzel.
Emlak
(Mülk. C.) Mülkler. İnsanın tasarrufunda bulunan yerler. * Melekler.
emlâk
taşınmaz mallar.
Emled
En genç, çok körpe ve nazik vücut veya dal (Müennesi: Meldâ)
Emles
Avuç içi gibi düz ve yumuşak olan.
Emlet
Mülk etmek. Çiftlendirmek, tezvic.
Emm
Kasdetmek.
Emmâ
"(Şart edâtıdır) ""Lâkin, ancak şu kadar var ki"" meâlinde."
Emmâ-ba'dü
"""Bundan sonra"" manasına olup bir başlangıç hitabından sonra söylenir. Buna fasl-ı hitab denir."
emmâbâdü
bundan sonra.
emmâre
emreden, zorlayan.
Emmare
Emreden. Zorlayan. Cebreden.
Emn ü âsâyiş
Eminlik ve rahatlık, korkusuzluk, tehlikesizlik, güvenlik.
Emn ü emân
Korkusuzluk ve emniyet hâli.
Emn ü emânet
Emniyet ve eminlik.
emn
eminlik, güvenlik.
Emn
Eminlik. Korkusuzluk. Emniyet. Bir şeye itimad etmek. İnsanda doğruluk ve imandan ileri gelen yüksek bir meleke ve kabiliyet. Rahatlık.
717
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Emniyet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Emniyyet) : Eminlik, emin olma hâli, korkusuzluk, tehlikesizlik. * İtimad, güvenme, inanma. * Polis ve zabıta teşkilâtı.
emniyet
güven, güvenlik.
Emniyet-i tâmme
Tam bir emniyet ve korkusuzluk.
emperyalizm
bir ülkenin sınırlarını genişletme politikası.
Emperyalizm
Fr. Bir devletin, sınırlarını genişletme politikası. Sınırları genişletmekteki gaye, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırmaktır. Bu maksat için çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sinsi ve maskeli bir emperyalizm şekline başvurulmaktadır. Modern emperyalizm denilen bu şekil iktisadi ve kültür hayatı bakımından bir ülkeyi kendine bağlamak suretiyle menfaat (yarar) sağlamaktadır. Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeleri bu yolla kendilerine bağımlı hâle getirmektedir. İnsanlarını kendi kültür ve ideolojileriyle yetiştirdikleri için felsefe, siyasi görüş ve yaşayış bakımından kendilerinden ayrılamaz hâle getirmek isterler.
emr
emir, buyruk.
Emr
İş buyurma. * Buyurulan şey. * Madde, husus, hâdise.
Emran
(Mern. C.) Kürkler, mernler, hayvan derileri, postları.
Emraz
(Maraz. C.) Hastalıklar. Marazlar.
emrâz
marazlar, hastalıklar.
Emraz-ı akliye
Akıl hastalıkları.
Emraz-ı asabiye
Sinir hastalıkları.
Emraz-ı ayniyye
Göz hastalıkları.
Emraz-ı dahiliye
Dahilî hastalıklar, iç hastalıkları.
718
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Emraz-ı efrenciye
Frengi hastalıkları, efrenci marazları.
Emraz-ı intaniyye
Mikroplu ve ateşli hastalıklar.
Emraz-ı kalbiye
Kalb hastalıkları.(Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulumu akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevi olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevkeder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtelâ olur!.. M.N.)
Emraz-ı nisaiye
Kadın hastalıkları.
Emraz-ı sâriye
Geçici, bulaşıcı, sâri hastalıklar.
Emre
Ak gözlü, beyaz gözlü.
Emred
Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç.
Emreş
şerli, kötü kimse.
Emret
Kaşının kılı dökülmüş kimse. * Yeleksiz ok.
Emr-i ademî
Olması mümkün olan birşeyin sebeblerinden bir veya birkaçını yapmamakla o şeyin olmamasına sebep olmak.
Emr-i bi-l-maruf, nehy-i anil-münker
Dinin emirlerini, Kur'âni ve İslâmi hakikatleri
neşretmek ve bildirmek, men'edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslâmi hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men'edip yaptırmamağa sevketmek. (Fakat bu kudsi vazifeyi âdabına itaat ve riâyet ederek ifâ etmek lâzımdır, zirâ bu itaat da dinimizin emirlerindendir.) Emr-i hak
Hakk'ın emri, Allah'ın emri. Ölüm.
Emr-i hâs
Hususi emir. Belli bir şahsa verilen emir. Özel ve belli bir iş.
Emr-i ilahî
"Allah'ın emri. Mc: Ölüm.(Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâisi, emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiyye olmamak, hem
719
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya âit fâideler ve menfaatlar, o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve fâidesi bulunan Evrâd-ı Kudsiyei Şâh-ı Nakşibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i, o fâidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O fâideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki, o fâideler o evrâdların illeti olamaz; ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O fâideleri düşünüp, şevke gelip, evrâdı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şüpheye düşer, hatta inkâr da eder. M.N.)" Emr-i istihbabî
Müstehab veya sünnet olan vazife.* Sevdirmek için verilen emir. * Muhabbetin gereği olarak yapılması gereken iş.
Emr-i i'tâ
Verme emri. Verilme emri.
Emr-i itibârî
Hakikatta, hariçte vücudu olmayıp, var kabul edilen emir, iş. (İnsanın fiilleri, kesbi gibi.) (Bak: İtibâri)
Emr-i küfrî
İmansızlığa ait bir iş ve bir husus.
720
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Emr-i kün
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"""Kün"" emri. Cenâb-ı Hakk'ın verdiği ""Ol"" mânasına gelen ""Kün"" emri. Allah (C.C.) bir şeye ""Ol"" diye emretse, (Yani, ""Kün"" dese) o şey derhal olur. (Yâni, ""Fe Yekun"")"
Emr-i maaş
Geçinme işi ve hususu. Hayat ihtiyaçları.
Emr-i müşkil
Zor iş, müşkil emir.
Emr-i nisbî
Kıyas ile olan emir. Öncekilerine veya diğerlerine göre olan iş veya emir veya hâdise. İllet-i tâmme istemiyen ve vücud-u haricisi bulunmayan emir.
Emr-i tekvinî
Yaradılışa ait İlâhi kanun ve nizam. Tekvine dair işler, hâdiseler, maddeler. Fıtri kanunlar ve Âdetullahın tazammun ettiği emirler. (Meselâ ilmin i'tâsı, mânen ameli emrediyor. Zekânın i'tası ilmi emrediyor. İstidadın bulunması zekâyı, aklın verilmesi ma'rifetullahı, kudretin verilmesi çalışmayı, cesaretin verilmesi cihadı mânen ve tekvinen emrediyor. İ.İ.)
Emr-i vâki'
Beklenilmeyen iş, sürpriz. Zorlayıcı bir baskı ile bir işi yapmaya mecbur etmek.
Emrî
(Emriye) Emirle ilgili, emre ait.
Ems
Dünkü gün.
Emsah
Yürürken uylukların birbirine sürtmesi.
Emsal
(Misâl. C.) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar. * Mat: Kat sayı. * (Mesel. C.) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar.
emsâl
misaller, eşler, benzerler.
Emsar
(Mısr. C.) Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar.
Emsel
(Misil. C.) İmtisale şayan olan. Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan.
Emsen
Bevlin akması.
721
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Emsile
(Misâl. C.) Misaller. Örnekler. * Arapçada fiil tasrifini gösteren kitap.
emsile
misaller, örnekler.
Emsiye
(Mesâ. C.) Akşamlar, akşam vakitleri. Günün son zamanları.
Emşac
(Meşc. C.) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık.
emşac
nutfe, dağınık.
Emşak
Yürürken uylukların birbirine sürtmesi
Emt
Yüksek yer. Küçücük tepecikler. * Doldurma.
Emtar
(Matar. C.) Yağmurlar.
emtar
yağmurlar.
Emten
Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem.
Emtia
(Meta'. C.) Ticaret malları.
Emtia-i ecnebiye
Yabancı memleket malları.
Emtia-i ticariyye
Tüccar malları.
Emumiyye
Analık.
Emun
Kuvvetli, dayanıklı deve.
Emvâc
(Mevc. C..) Dalgalar.
emvâc
dalgalar.
Emvâc-ül bihâr
Denizlerin dalgaları.
Emvah
(Ma'. C.) Sular.
Emval
(Mal. C.) Mallar.
emvâl
mallar.
Emval-i bâtına
Nakit paralarla, evlerde, mağazalarda bulunan ticaret malları.
Emval-i gayr-i menkule
Bir yerden başka yere taşınamıyan, sabit olan mallar. (Dükkan,
ev, tarla...gibi.) Emval-i menkule
Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.)
722
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Emval-i metruke
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terkedilmiş mallar.
Emval-i zâhire
Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.
Emvat
(Meyyit. C.) Meyyitler. Ölüler.
emvât
ölüler.
Emya(n)
f. Para kesesi, içine para konulan torba, çanta.
Emyal
(Mil. C.) Miller. (Bak: Mil)
Emyal-i bahriyye
Deniz milleri. 6080 kadem, yani 1852 metreden ibaret olan deniz mesafesi.
Emyus
"Anason dedikleri ot. * Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona ""tuz taşı"" derler."
Emza
Çok te'sirli olan, çok müessir. * Hükmü çok geçen. * Kat'i, şüphesiz.
Emzah
Yürürken uylukları birbirine sürüyüş.
Emzer
Katı gönüllü, katı kalbli kimse.
Emzice
(Mezc. den) Mizaclar, tabiatlar, huylar, meşrebler.
emzice
mizaçlar, huylar.
Ena'
Eğlenmek.
Ena
Ermek, idrak. * Saat.
Enabib
(Ünbube. C.) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular.
Enabik
(İnbik. C.) İnbikler.
Enacil
(İncil. C.) İnciller.
Enadid
Perişan, saçılmış, dağılmış, pejmürde şeyler. Perakende.
Enaet
Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket.
723
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Enafis
(Enfes. C.) En nefis olan şeyler.
Enahid
f. Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi.
Enak
Ferahlı, sürurlu, neş'eli, sevinçli.
En'am
Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar. * Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.
Enam
Halk. Bütün mahlukat.
enam
yaratıklar, varlıklar.
Enamil
(Enmele. den) Parmak uçları.
En'amte
Sen nimet verdin, in'âm ettin (meâlinde).
Enaniyet
"(Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.(Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ""Ene"" dir. Evet ""Ene"" , zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tuba ile, müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:Ene, künuz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes'eleye dair ""Şemme"" isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle, insana ene namında öyle bir
724
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:Sâni-i Hakîm, insanın eline emanet olarak Rububiyyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek işaret ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki; o ene, bir vâhid-i kıyâsi olup, evsaf-ı rububiyyet ve şuunat-ı Uluhiyyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyâsi, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazi hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir.Sual : Niçin Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve esmâsının mârifeti, enaniyete bağlıdır?Elcevab: Çünki mutlak ve muhit bir şey'in hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahim gibi sıfât ve esmâsı; muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. ""Buraya kadar benim, ondan sonra O'nundur"" diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum
725
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlikının rububiyyetini anlar ve zâhirî mâlikiyyetiyle, Hâlıkının hakiki mâlikiyyetini fehmeder ve ""Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın malikidir."" der ve cüz'i ilmiyle O'nun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçığıyla O Sâni-i Zülcelâl'in ibdâ-i san'atını anlar. Meselâ: ""Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş"" der. Ve hâkezâ... Bütün sıfât ve şuunat-ı İlâhiyyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir. Demek ene, âyine-misâl ve vâhid-i kıyasî ve alet-i inkişaf ve mâna-yı harfî gibi; mânası kendinde olmayan ve başkasının mânasını gösteren, vücud-u insâniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mâhiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyyetin kitabından bir eliftir ki, o elifin ""İki yüzü"" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder: Kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; İcattan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem, onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânasını gösterir. Rububiyeti hayâliyedir. Vücudu o kadar zaif ve incedir ki; bizzat kendinde hiçbir şey'e tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizân-ül-hararet ve mizân-ül-hava gibi mizanlar nev'inden bir mizandır ki, Vâcib-ül Vücud'un mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden $ beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın edâ eder ve o ene'nin dürbüniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâki malûmat nefse geldiği vakit, ene'de bir musaddık görür. O ulum, nur ve hikmet olarak
726
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kalır. Zulmet ve abesiyete inkılâb etmez. Vaktâki ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vâhid-i kıyâsi olan mevhum rububiyetini ve farazi mâlikiyetini terkeder. Hakiki ubudiyetini takınır. Makam-ı ""ahsen-i takvim""e çıkar.Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mâna-yı ismiyle baksa kendini mâlik itikad etse; o vakit emanete hiyânet eder. $ altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvat ve arz ve cibal, tedehhüş etmişler; farazi bir şirkten korkmuşlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel'eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdeta ene olur. Sonra nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl'in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk'ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer...Evet, nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hâzır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de: ""Kendime mâlikim"" diyen adam, ""Herşey kendine mâliktir"" demeye ve itikad etmiye mecburdur.İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları; kâinatın envâr-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse;
727
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nefsinde, abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene'nin rengi, şirk ve ta'tildir, Allah'ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene'deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür; göstermez. S.)" enâniyet
benlik, gurur.
Enar
f. Nar meyvesi.
Enase
Demirin yumuşak olması.
Enasi
(Enâsiye) (İnsan. C.) İnsanlar. * Basar, göz.
Enasiya
Bir mürekkeb ilâç.
Enb
Horlamak, tahkir etmek. Ayıplamak.
Enbahun
f. Sağlam, metin, muhkem, tahkim edilmiş yer. * Hisar, kale.
Enban(e)
f. Yiyecek çantası, heybe. Dağarcık adı verilen deri çanta.
Enbar
(Nibr. C.) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, oda.
Enbaşte
f. Yıkılmış, dağılmış. * Tıkanmış.
Enbaz
f. Ortak, şerik, eş.
Enbazî
f. Şeriklik, ortaklık.
Enbel
En şerefli.
Enber
Kadın tuzluğu adı verilen ufacık kara yemiş.
Enberut
f. Armut.
Enbeste
f. Koyulaşmış, katılaşmış, sıvılığını kaybetmiş. * Uyuşmuş, miskinleşmiş insan.
Enbeste-dem
f. Miskin, uyuşuk kişi. Tenbel, gayretsiz kimse.
Enbir
f. Yaş ve kuru çamur.
Enbire
f. Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler.
728
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Enbiya suresi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kur'ân-ı Kerim'in 21.suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
Enbiya
"(Nebi. C.) Nebiler. Peygamberler (Aleyhimüsselâm.)(Eğer suâl etseniz ki: Bi'set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. ""El hükmü lilekser"" kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer, şerdir; hattâ bi'set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?Elcevab: Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ: Yüz hurma çekirdeği bulunsa... toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücâhede-i hayatiyeye mâruz kaldığı vakit, su-i mizâcından sekseni bozulsa; yirmisi, meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki: ""Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?"" Elbette diyemezsin. Çünki o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan, zarar etmez; şer olmaz. Hem meselâ : Tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibariyle beşyüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa; yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki: ""Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?"" Hayır öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dörtyüz kuruş fiatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.İşte nev'-i beşer bi'set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücâhede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüzbinlerle enbiya... ve milyonlarla evliya... ve milyarlarla asfiyâ gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve
729
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev'inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti. M.)" enbiyâ
nebîler, peygamberler.
Enbub
f. Minder, döşek, yatak. Döşeme.
Enbude
f. İstif edilmiş, katlanmış, nizamlanmış, nizama konmuş, devşirilmiş.
Enbuh
f. Ziyade, çok, kalabalık. * Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. * Meclis, kurultay. * Kalın, yoğun. * Duvarın yıkılıp dökülmesi.
Enbuşe
Patates gibi yerden çıkarılan şeyler. * Ağaç kökleri.
Enbûy
f. Koklama, koku alma.
Enbuzen
f. Asıl, esas, madde.
Enbür
f. Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet.
Enbüre
f. Dere, çay. * Tüyü dökülmüş olan hayvan. * Dolap beygiri. * İşkembe.
Encad
(Necd. C.) Yüksek yerler, yüce mekânlar.
Encâm
Son, nihayet, netice.
encam
son.
Encâm-ı kâr
İşin neticesi, amelin sonu.
Encas
(Necis. C.) Pisler. Necis şeyler.
Encere
Gemi lengeri.
Encin
f. Tane tane, ufak ufak, parça parça. * Sıvacı.
Encir(e)
f. İncir meyvesi.
Encuh
(Encug) f. Kıvrım. * Buruşmuş, solmuş meyve.
Encüm
(Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.
Encümen
f. Cemiyet. şura. Meclis. Komisyon.
encümen
meclis, komisyon.
730
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Encümen-gâh
f. Cemiyet, meclis.
Encümen-i dâniş
Akademi. İlim encümeni.
Enda'
Yüksek, yüce, âlâ. * (Nedâ. C.) Nedâlar, çiğler, şebnemler.
Endad ü ezdad
Benzerler ve zıtlar.
Endad
"(Nidd. C.) Benzerler. Emsâller. * Misiller. şerikler, eşler.(Vahdaniyet ve kudret-i İlâhiye bu kadar âyât-ı fiiliye ve kavliyesiyle zâhir ve bâhir iken, buna karşı insanlardan bazıları vardır ki, Allah'a karşı denkler, nazirler tutarlar ki onları Allah gibi severler. Emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah'a isyan ederler. Şübhe yok ki böyle yapmak gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerek olmasın, mâna-yı uluhiyette onları Allaha ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı bu şirki açığa vururlar. Firavunlara, nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, mâbud nâmını vermekten çekinmezler, Rabbimiz, tanrımız derler. Ve hatta İlâhlarının tevellüd ve tevâlüdüne kail olarak onlara aynı cinsten, mâbud payesinde oğullar, kızlar tasavvur ve isnad ederler. Diğer bir kısmı da tasrih etmeden aynı muameleyi yaparlar, onları Allah sever gibi severler, veliyy-i nimet tanırlar, onların muhabbetini mebde-i hareket ittihaz ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını kazanmağa çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.İnsanlar tarafından böyle muhabbet ile mâbud pâyesi verilen endâd o kadar çeşitlidir ki; bir taş, bir mâden parçasından, bir ot, bir ağaçtan tut, tâ, yıldızlara, ruhlara, meleklere kadar çıkar.Filvaki servet, haşmet, kuvvet, câh u ikbâl, güzellik, hüsün gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi seven ve onun uğrunda herşeyi göze alan nice kimseler vardır ki
731
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bu nokta-i şirkin putperestlik esasını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkil eder.Hasılı, reislerini ve büyüklerini Allah sever gibi sevenler ve onları, Allahın emirlerine muhalif olan emirlerini dinliyerek Allah'a isyan edenler; bunları Allah'a nazir ve emsâl kabul etmiş olurlar ki, bütün putperestlik esası, bu muhabbet tarzındadır. E.T.) (Bak: Put, Sanemperest)" endad
benzerler, misiller.
Endaht
(Endâhten. den) f. Atmak. İlka etmek. * Silâh boşaltmak.
Endahte
f. Terkedilmiş, bir tarafa atılmış. Bırakılmış.
endâm
beden, boy.
Endam
f. Beden. Vücud. * Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. * Letafet. İntizam ve üslub.
Endam-ı mevzun
Düzgün endam, düzgün beden.
Endamî
f. Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli.
Endar
f. Baştan geçen bir olay, vakıa, sergüzeşt, hikâye, kıssa.
Endave
f. Sıvacı malası. * Şikâyet.
Endayiş
f. Yaldızlama, sıvama.
Endayişger
f. Yaldızcı, sıvacı.
endaz
" ""atan, atıcı"" mânâsında son ek."
Endaz
f. Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz $ : Dehşet verici, korkutucu.
Endaze
f. Ölçü, mikyas. * Arşının bez, basma vesâire ölçmeğe mahsus küçük cinsi. (60 cm.dir) * Tahmin, takdir. * Derece, mertebe. * Mc: Hesap.
End-bend
f. Utanmış, mahcub. * Boğum boğum, kısım kısım, parça parça.
Endek
f. Az, kalil. * Yaşı küçük, küçük yaşlı.
Endeme
f. Mazideki sıkıntıları hatırlama, geçmişdeki ıztırabları tahattur etme.
732
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ender
(Zarfiyet edatıdır) f. İçinde. Derununda. Dahilinde.
ender
pek az bulunan.
Enderez
f. Nasihat, öğüt, vasiyet. * Mektub.
Enderî
Kalın ip, halat. * Şam yakınında bir köyün adı. * Bir dağ adı.
Enderun
İç, dâhil. * Kalb, içyüz, gönül. * Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilâtı.
Endiş
Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş $ : Her işin sonunu düşünen.
Endişe
f. Korku. Düşünce. Merak, keder, kuruntu.
endîşe
kaygı.
Endişe-i istikbal
Gelecek zamanı düşünmekten gelen merak, üzüntü, keder. Geleceği düşünmek.
Endişe-i mevt
Ölüm endişesi. Ölüm korkusu.
Endişnak
f. Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli.
Endiye
(Neda. C.) Çiyler, şebnemler.
Enduh
(Endüh) : f. Keder, elem, gam, gussa, kaygı, sıkıntı, ıztırab, üzüntü.
Enduh-güsar
f. Kederi yok eden. Gamı, sıkıntıyı gideren.
Enduh-nâk
f. Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü.
Enduhte
f. Biriktirmiş, biriktirilmiş. Kazanmış, kazanılmış, Hazırlanmış. * Ödenmiş.
Enduz
f. Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar.
Endülüs
bir islâm devleti.
Endüstri
Fr. Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve
733
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâlde ve çok miktarda yapılan imalâttır. ene
ben, benlik.
Ene
Ben. * Gr: Birinci şahıs zamiri. (Bak: Enaniyet)
Enerji
Fr. Kuvvet. Güç. Fiziki kuvvet. * Gücünü harcama isteği ve iktidarı.
enerji
güç.
Enes ibn-i malik
Ensardan ve Ashâb-ı Kiram'ın fakihlerindendir. Hicretin ibtidasından itibaren on sene Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) hizmetinde bulunmakla şeref kazanmıştır.Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) 2630 Hadis-i Şerif rivâyet etmiştir. 100 yaşına kadar yaşamış, hicri 92 veya 94 senelerinde Basra'da ebedî hayata kavuşmuştur. En son vefat eden sahabe, Hazret-i Enes'tir. (R.A.)
Enes
Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır.
Enf
Burun. Koku ve teneffüse mahsus âzâ. * Bir şeyin ucu veya evveli veya en şiddetlisi. * Bir şeyin sivri yeri. * Bir şeyin en şerefli olan yeri.
enfâ
daha faydalı.
Enfa'
Daha nâfi. Daha menfaatli. Pek faydalı.
Enfal suresi
Kur'ân-ı Kerim'in 8. suresidir.
Enfal
Ganimetler. Düşmandan alınan mallar.
Enfar
(Nefir. C.) Cemaatler, topluluklar, cemiyetler. Halk, ahali, kalabalıklar, izdihamlar.
Enfas
(Nefes. C.) Nefesler. Soluklar. * Ruhlar. Canlar. * Cevherler. * Duâlar.
734
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
enfâs
nefesler.
Enfas-ı hayriyye
Hayırlı nefesler.
Enfas-ı ma'dude
Sayılı nefesler. İnsan hayatı. Miktarı muayyen olan ömür dakikaları.
Enfes
Daha hoş. Çok hoş. Daha iyi. Pek nefis.
enfes
pek nefis, çok hoş.
Enfes-i âsâr
Eserlerin en nefisi, eserler içinde en değerli olanı.
Enfez
En nüfuzlu, daha tesirli.
Enfî
Burunla ilgili.
Enfiye
Buruna çekilen çürütülmüş tütün tozu.
Enflasyon
Fr. Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi.
enfûs
nefisler, ruhlar.
Enfüs
(Nefs. C.) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar.
Enfüsî
"Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı)(İ'lem eyyüh-el-aziz! Afaki mâlumat, yâni; hâriçten, uzaklardan alınan mâlumat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma bizzat vicdâni bir şuura mahal olan enfüsi ve dâhili mâlümat ise evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden hârice bakmak lâzımdır. M.N.)"
enfüsî
nefisle ilgili, insanlarının kendi iç âlemlerine ait.
Engam
f. Vakit, zaman, an. Mevsim. (Aslı: Encam'dır.)
Engame
f. Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. * Muharebe yeri, ceng meydanı. * Oyuncular derneği.
Engar
f. Sanma, zan, tasavvur. şüphelenme. * Tamamlanmayan, eksik kalan iş.
735
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Engare
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak. * Hikâye, efsâne, roman, kıssa. * Başdan geçen bir olayı tekrarlama. * Hesap defteri. * Utanarak geri geri çekilme.
Engaz
f. San'atkârların kullandıkları san'at âletleri.
Engel
t. (Bak: Mâni')
Engihte
f. Yükseltilmiş, karıştırılmış, oynatılmış, koparılmış.
Engişt
f. Kömür.
Engiştal
f. Hasta ve zayıf kimse. Dermansız, bî-derman kişi.
engiz
" ""koparan, veren"" mânâsında son ek."
Engiz
f. Koparan, karıştıran, tahrib eden.
Engizisyon
Fr. XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. * Çok ağır ve çok zâlimce cezâya hükmeden mahkeme. * Çok ağır işkence.
engizisyon
kiliselerin işkenceci mahkemeleri.
Engûr
f. Üzüm.
Engûrek
f. Gözbebeği.
Engübin
f. Bal.
Engüj
f. Filcilerin fili idare etmekte kullandıkları ucu eğriltilmiş demir karga burnu.
Engürus
Macar. * Macaristan.
Engüşt haiden
f. Yok farzetmek, bir an için olmadığını kabul etmek. * Mahvetmek. * Parmakla göstermek.
Engüşt
f. Parmak.
736
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Engüştane
f. Dikiş yüksüğü.
Engüşte
f. Ekincilerin harman savurdukları âlet, yaba.
Engüşt-i kihin
Serçe parmak.
Engüşt-i muhannâ
Kınalı parmak.
Engüşt-i nil
Fakirlik, fukaralık.
Engüşt-i sütürg
Baş parmak.
Enha
(Nahv. C.) Nahvlar, taraflar, canibler, cihetler, yanlar. * Yollar, tarikler.
Enhar
(Nehr. C.) Nehirler, çaylar, ırmaklar. (Bak: Enhür)
enhâr
nehirler, ırmaklar.
Enhar-ı amîka
Derin olan nehirler.
Enhas
En uğursuz, pek uğursuz. Eş'em.
Enhür
(Nehr. C.) Nehirler, ırmaklar, çaylar, akarsular. (Bak: Enhar)
Enid
Ham. * Henüz olmamış çığ nesne. * Değişik olmak.
Enik(a)
Güzel, ince. Latif şey. Ahsen.
Enin
Acı ve sızıdan inleyiş.
enîn
inilti.
Enindâr
f. İnleyen, enin eden.
enîndâr
inleyen.
Enir
Çirkin huy, fena tabiat, kötü mizac.
enîs
dost, arkadaş.
Enis(e)
"(Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili. * Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır. * Yaban horozu."
Enisan
f. Boş ve mânasız yalan söz.
737
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Enise
Ateş, nar, od.
Enis-i dil
Gönül dostu.
Enisun
"Türkçede hafifleterek ""anason"" derler."
Enişe
f. Hafiye, gizli polis. * Casus. Gizli haberler öğrenerek veya sırları çözerek düşmanlara haber veren kimse. * Dalkavuk, yaltakçı.
Enit
Hased etmek.
Enka
Daha temiz, en pâk.
Enkad
Bir alaca kuşun adı.
Enkal
İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler. * Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.
Enkas
En noksan, çok noksan, pek eksik.
Enkaz
Yıkıntı, yıkılmış şeyin artıkları. Harabenin parçaları.
enkaz
yıkıntı.
Enkaz-ı remime
Kazaya uğramış ve esaslı tarafları tahrib olmuş gemi veya tekne enkazı.
Enkaz-ı ümmid
Ümit yıkıntısı, ye'se düşme.
Enkeb
Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen. * Yanında oku ve yayı olmayan kişi.
Enker
(Neker. den) Çok kötü, çok nefret edilen. Menfur. Müstekreh.
Enlem
(Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş İslâm âlimidir. Avrupa'da bu ölçme, 800 yıl sonra 1736 yılında yapılmıştır.
Enma
(Nümuv. den) En çok, en ziyade bereketli ve büyümüş olmak.
738
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Enmar
(Nimr. C.) Nimrler, kaplanlar.
Enmas
Kaşının kılları az olan kişi.
Enmele
(C.: Enâmil) Parmak ucu.
Enmuzec
Nümune, misâl, örnek.
enmûzec
nümune, örnek, model.
Ennane
Çok inleyen ve çok şikâyetçi olan kadın.
Enne
Çok inleyen.
En-nur
Cenab-ı Hakk'ın her çeşit nurun Halik'ı olması ve onlara nur vermesi dolayısıyla bir ismi.
Ensa
(Nesy. C.) Unutmalar, nesyler.
Ensab
(Nasb. C.) Dikili taşlar. Müşriklerin, yanında kurban kestikleri putlar.
ensâb
soylar, nesepler.
Ensac
(Nesc. C.) Nesicler. (Bak: Nesc)
ensac
dokumalar.
Ensaf
(Nısf. C.) Nısıflar, yarımlar.
ensâf
yarımlar.
Ensal
(Nesl. C.) Nesiller. Soylar. Zürriyetler. Sülâleler.
ensâl
nesiller, kuşaklar.
Ensar
"(Nâsır. C.) Yardımcılar. Müdâfiler. * Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) Mekke'den Medine'ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini alan ve Cenâb-ı Hak'tan ve Hz. Peygamber'den (A.S.M.) yardım ve nusret dileyen Sahabe-i Kiram hazeratı. Bu Zevat-ı Kirâm Medine'deki ""Evs ve Hazreç"" kabilesindendirler. (R.Anhüm) Ensârullah da denir. (Bak: Ashab)"
ensâr
yardımcılar, Medineli sahabeler.
739
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Enseb
En lâyık, çok münasib, tam yerinde.
enseb
en uygun.
Enşat
Kovası, bir defa çekmekte çıkan, dibi yakın kuyu.
Entak
(Nutk. dan) Çok güzel söz söyliyen, çok iyi nutuk veren.
ente
sen.
Ente
Sen. (Bak: Şahıs zamiri)
Entellektüel
Fr. (Bak: Münevver) Aydın. Akıl ve zihinle ilgili.
Enteresan
Fr. Alâka çekici, dikkate lâyık, nazarı celbedici. Câlib-i dikkat.
Enterne
Fr. Belirli bir yerde oturmağa mecbur edilen yahut gözaltına alınan kimse.
Entimem
yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylenmiştir ve yalnız (Orucu bozdu) kaziyesinden hareket edilerek sonuç çıkarılmıştır.
entrika
hile, düzen.
Entrika
İtl. Hile, gizli tedbir ve dolap.
Enuk
Kartal kuşu.
Enuşa
f. Mecusi mezhebi. * Sevinç, sürur, neş'e. * Adalet, âdillik, doğruluk, hakdan ayrılmamaklık.
Enuşe
f. Hoş, mes'ut, saadetli. * Genç padişah. * şarab, içki.
Enük
Kurşun.
En'üm
(Ni'met. C.) Nimetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar. * Medine-i Münevverede bir mevki ismi.
Enva'
(Nev'. C.) Neviler, çeşitler, türler.
740
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
envâ
neviler, türler.
envâen
türler olarak.
Envah
(Nevh. C.) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar.
Enva'-ı kesire
Çok çeşitler, çok neviler.
Envar
(Nur. C.) Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar.
envâr
nurlar.
Envek
(C.: Nevkâ) Ahmak.
Enver
En nurlu, daha nurlu, çok parlak.
enver
pek nurlu.
Enyab
Çenenin yan tarafındaki kesici veya azı dişleri.
Enza'
Kılsız, tüysüz kimse.
Enzad
(Nazad. C.) Şanlı, şerefli, namlı ve tertibli kimseler. * Toprak tabakaları.
Enzal
(Nezl ve Nizil. C.) Soysuzlar, alçaklar, âdi ve aşağılık adamlar.
Enzam
Balıkların karınlarında peydâ olan yumurta dizileri.
Enzar
(Nazar. C.) Bakışlar, görüşler. Seyr.
enzâr
nazarlar, bakışlar.
Enzar-ı dikkat
Dikkatli bakışlar, dikkatli görüşler.
Epik
Fr. Mevzuu kahramanca olan yazıların frenkçe ismi.
Epsan
f. Bileği taşı.
Epürnak
f. Delikanlı, genç yiğit, bahadır.
Er
Erken, geç değil.
Erabet
Akıllı, zeyrek ve uslu olma.
E'rac
Anadan doğma topal, aksak.
741
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eracif ve ekâzib
Yalan ve uydurma sözler.
erâcif
uydurma sözler.
Eracif
Uydurma, yalan sözler. (Bak: Recefe)
Eracih
(Urcuha. C.) Salıncaklar.
Eraciz
(Ürcuze. C.) Mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiirler, kasideler.
Eradîn
(Arz. C.) Yerler. Arzlar, dünyalar.
Erahh
Tırnağı yassı ve geniş olan hayvan.
Eraik
(Erike. C.) Tahtlar. Koltuklar.
Erak
Uykusuzluk.
Erakk
Çok ince, ziyade rakik, ince ve yumuşak.
erakk
pek ince.
Erakk-ı hissiyat
Duyguların en inceleri. Gizli hisler, ince duygular.
Eramil(e)
(Ermele. C.) Bekârlar. Dul kadınlar. Kocaları ölmüş veya boşanmış kadınlar.
Er'an
Ahmak, bön, salak, ebleh. * Deli, çılgın. * Şaşkın, şaşırmış, taaccüb etmiş. * Uzun boylu, akılsız kişi. * Leşker. * Dağ. (Müe: Ra'nâ)
Eranib
(Erneb. C.) Tavşanlar.
Eras
Başı büyük olan kimse.
Er'as
Zayıflığından veya yorulduğundan dolayı yab yab yürüyen kişi.
Erass
Sık dişli.
Eravend
f. şevk, arzu, istek, taleb. * şan, nam, şöhret, meşhur olma.
Erayis
(Eris. C.) Çiftçiler, ekinciler.
Erazil
(Erzel. C.) Reziller, namussuzlar, yüzsüzler.
Erbaa
Dört.
erbaa
dört.
Erbab
f. Ulu, ulvi, âlâ. * Reis, başkan, şef.
742
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
erbâb
sahipler, becerikliler, terbiyeciler.
Erbab-ı denâet
Alçak ve rezil kimseler.
Erbab-ı garaz
f. Garaz sahibleri, kötü niyetliler.
Erbab-ı siyer
Tarihçiler. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hayatını bilenler.
Erbah
(Ribh. C.) Ribhler, faydalar, kazançlar, kârlar, gelirler. * Faizler.
erbâin
kırk.
Erbain
Kırk. Kırk gün devam eden kara kış.
Erbaiyyet
Dört olmak.
erbâiyyet
dört olmak.
Erbaş
Ask: Subay ve assubayların dışında kalan rütbeli asker.
Erbaun
Kırk sayısı.
Erbed
Boz renkli.
Erc
Uzunluğuna yapılan ev.
Erca
Çok rica edilen, pek fazla taleb edilen, çok istenilen.
Ercaf
(C.: Eracif) Yalan haber.
Ercah
Daha üstün, daha râcih.
Ercal
(Ricl. C.) Ayaklar.
Ercan
Fars diyarında bir yerin adı.
Ercel
Büyük ayaklı kişi. * Ayakları siğilli olan at.
Ercen
Dübüründe zahmeti olan deve.
Ercil
bot.: Ceviz-i hindi. Hindistan cevizi.
Erciye
Arkaya, sonraya bırakılan şey.
Ercmendî
f. Haysiyetli, şerefli, itibarlı, muhterem.
Ercuze
(Bak: Kaside-i Ercuze)
Ercûze
Hazreti Alinin meşhur bir kasidesi.
743
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ercül
(Ricl. C.) Ricller, ayaklar.
Ercümend
f. Muhterem, şerefli. Muazzez.
Ercüvan
Erguvan çiçeği. * Kırmızı kadife. * Kırmızı şey.
Erd
f. Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. * Un.
Erda
Ağaç kurdu.
Erde
Çürük nesne.
Erdeb
f. Muharebe, ceng, cidâl, kavga.
Erdem
Usta gemici.
Erden
Bir nevi kumaş.
Erdiye
(Rıdâ. C.) Baş örtüleri.
Erd-şir
f. Eski İran hükümdarlarından bazılarının adıdır.
Ereb
Hâcet, ihtiyaç. San'at.
Erec
Güzel ve hoş koku. Misk ü anber ve ıtır gibi şeylerin güzel kokusu.
Ereda
(C.: Erad-Erâdât) Ağaç kurdu. Güve.
Er'ef
Daha rauf, çok şefkatli.
Erek
Misvak ağacını çok yediğinden dolayı devenin karnı incinmek.
Eren
Sevinmek, sürur.
Erendan
"f. ""Hâşâ"" mânasına inkâr ifade eden bir kelimedir."
Erendiz
Müşteri gezegeni. Jüpiter yıldızı.
Er'es
Başı büyük, kocakafa.
Eres
Çiftçilik, çiftçi olma.
Erett
Peltek adam, kekeme kimse.
Erfa'
Daha yüksek, çok ulvi, en yüce.
Erfa'-ı derecât
Derecelerin en yükseği.
Erfak
En ziyade yumuşak. * Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak.
Erfeş
Nefsî isteklerine düşkün olan. * Kulakları uzun ve kaba (adam).
744
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Erga(b)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Ergav) : f. Irmak, dere, çay, nehir, akarsu. * Su akıtmak için açılan yol, ark.
Ergad
Maişetçe daha ferahlık. Geniş maişet.
Ergal
Sünnet olmamış kişi.
Ergan
Söz dinlemek.
Ergande
f. Hırslı, öfkeli. * İçkiye düşkün olan sarhoş.
Ergavan
Bir kırmızı çiçek. Ercüvân denilen kırmızı çiçekli ağaç.
Ergen
(Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı emirlerini yerine getirmeğe mükellef (yükümlü) olur. Küçük yaştan itibaren derece derece gerekli dini bilgiyi öğrenir. Ve iyi alışkanlıklar edinirse ergenlik çağında bunlara daha kolay uyar.
Ergide
f. Hiddetlenmiş, kızmış, öfkelenmiş, asabileşmiş.
Ergide-nigâh
f. Öfkeli, hiddetli bakış.
Ergimek
(Bak: Zeveban etmek)
Ergun
f. Sert başlı at. Hızlı ve oynak olarak giden at.
Ergüvan
Güzel ve parlak kızıl renkli bir çiçek. (Garbda ercuvan denilir.)
Erha
(Rehâ. C.) El değirmenleri.
Erhab
Vâsi, geniş, açık.
Erham
Başı beyaz olan at.
erhâm
döl yatakları, rahimler.
erham
en merhametli.
Erham-ür râhimîn
Merhametlilerin en merhametlisi. * Allah'ın (C.C.) sıfatlarındandır.
Erhamürrahimîn
merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah.
Erhas
(Rahis. den) Pek ucuz.
745
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eric
Güzel koku. Misk, anber ve ıtır gibi hoş ve lâtif olan şeylerin kokusu.
Erid
Besili, semiz.
Erih
Râyiha-i tayyibe. Temiz ve güzel koku.
erîke
koltuk, taht.
Erike
Taht. Padişahın tahtı. * Oturulacak yer. Koltuk.
Erike-ârâ
f. Tahtı güzelleştiren, süsleyen (Padişah.)
Erike-nişin
f. Tahtta oturan.
Erike-pirâ
f. Tahtı süsleyen, pâdişah.
Eris
f. Zeki, akıllı, uyanık, zeyrek, uslu.
Eris(î)
Çiftçi, çift süren, ekinci.
Eriş
f. Bilek. * Arşın, endaze.
Erk
Kuvvet, kudret, güç, iktidar, nüfuz.
Erka
Ziyade yükselen. Çok yükselen.
Erkab
Boynu kalın olan adam veya arslan.
Erkaban
Uzun boyunlu.
Erkah
(Rükh. C.) Rükhler, sığınılacak yerler, sığınaklar, siperler.
Erkam
Rakamlar. Sayı işaretleri. * Yazılar.
Erkam-ı aşere
Sıfır da dahil olduğu birden dokuza kadar olan sayılar.
Erkam-ı cümel
Ebced hesabı.
Erkân
(Rükn. C.) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler.
erkân
esaslar, rükünler.
Erkan
Sarılık denilen bir hastalık çeşidi. * Ekini ifsâd eden âfet.
Erkân-ı askeriye
Yüksek rütbeli askerler. Zabitler, subaylar.
Erkân-ı devlet
Devletin ileri gelenleri, dünyevi makamca ileri olanları.
Erkân-ı harb
Harb için yetişmiş zâbit. Kurmay subay. * Harb işlerini idare eden kumandanlar. Harb erkânı.
746
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Erkân-ı islâmiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâmiyetin esasları, temelleri, rükünleri. (Şehâdet getirmek, Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek ve Hacca gitmek.)
Erkân-ı salât
Namazın rükünleri.
Erkân-ı seb'a
Yedi rükün.
Erkaş
(C.: Erakiş) Siyahlı-beyazlı alaca yılan.
Erkat(a)
(C.: Erâkıt) Aklı karalı alaca yılan. * Yer yer beyazlığı olan her kara nesne.
Erke
Misvak ağacı. Bu ağaç sıcak memleketlerde ve bilhassa Yemende yetişir.
Erkeb
Büyük dizli. Dizleri büyük olan kimse. * Bir dizi diğerinden büyük olan deve.
Erm
Bükmek.
Ermagan
f. Armağan, hediye. Bir kimseye bir işteki muvaffakiyetinden dolayı verilen hediye.
Ermah
(Remh. C.) Remhler, darbeler, vuruşlar. * (Rumh. C.) Rumhlar, süngüler, mızraklar.
Ermam
(Rimme. C.) Çürük kemikler.
Erman
f. Arzu, istek, taleb. * Pişmanlık, pişman olmak, nedamet.
Erman-hâr
f. Pişman olan, nedamet eden.
Ermas
Gözü çapaklı kişi.
Ermed
Kül rengi, gri. Boz renkli nesne. * Gözü ağrıyan adam.
Ermeda
Ateş külü.
Ermel
(C.: Erâmil) Ayakları siyah olan koyun. * Kadını olmayan erkek.
Ermele
(C.: Erâmil) Erkeği olmayan kadın.
Ermeni
Eskiden batı Asya'nın kuzey kısmında ve Avrupa'nın Asya'ya komşu olan bazı yerlerinde dağınık şekilde yaşayan bir milletti ki, İranlılar ve
747
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Romalılar tarafından birçok defa mağlub edilmeleri üzerine çeşitli yerlere dağılmışlardır. Ve bu dağılma sonucunda büyük şehirlere de yerleşerek san'at, kuyumculuk ve ticaret gibi işleri elde etmişlerdir. Ermeniler nerede varsa, bugün kendi dillerini konuşmaktadırlar. Anadolu'da yaşayanların bir kısmı Türkçe ve Kürtçeyi de iyi bilirler. Ermida'
Kül.
Ermiye
(Remi. C.) Remiler, kasırga bulutları ki, bu bulutlardan dolu yağar.
Ermun
f. Gündelikçiye verilen peşin ücret.
Erneb
Tavşan. * Kadın ziynetlerinden biri. * İri fare.
Ernebe
(C.: Eranib) Burun ucu.
Errac
Fesatçı, müzevir, yalancı adam, sahtekâr.
Errahim
En merhametli, büyük nimetler veren, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran Allah (C.C.)
Erre
f. Tahta kesecek dişli âlet, bıçkı. (Küçüğüne verilen testere ismi bundan gelir.)
Erre-hâne
f. Bıçkı yeri, hızar.
Erre-keş
f. Bıçkıcı.
Errezzak
Bütün rızıkları ve faydalanacak şeyleri yaratan ve ihsan eden Allah (C.C.)
Ers
f. Gözyaşı.
Ersad
(Rasad. C.) Rasadlar, gözlemler, gözetlemeler, gözlemeler.
Ersah
Uylukları etsiz, zayıf (adam). * Kurt.
Ersem
Üst dudağı beyaz olan at.
Ersen
f. Meclis, kongre, cemiyet.
748
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ersusa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şeair-i İslâmiyeden olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan kavuk, büyük sarık.
Erş
Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet. * Fışkırmak. * Tırmalamak. * Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet.
Erşah
Cin fikirli adam.
Erşed
Her hali daha iyi olan. * Doğru yola diğerlerinden daha yakın olan.
Erşem
Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam). * Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam.
Erta
Bir ağaç cinsidir ve yaprağıyla debbağlar sahtiyan boyarlar.
Ertel
Peltek adam.
Erume
(C.: Erum) Kök, anakök. Asıl, menba. * Ağacın ve boynuzun kökleri.
Erva'
Çok güzel olan genç. * Son derece yiğit, cesur ve bahadır adam. * Korkmak.
Ervah
Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse. * Adımları birbirine yakın olan.
ervâh
ruhlar, canlar.
Ervah-ı habise
Habis, kötü ruhlar. Allah'a isyan eden, itaati sevmeyen anarşist ruhlar.
Ervah-ı tayyibe
İyi ruhlar, iyi kimselerin ruhları.
Ervak
(Revk. C.) Revkler, perdeler, örtüler. * Çadırlar, muvakkat olarak bezden yapılan odalar.
Ervam
(Rumi. C.) Romalılar, Roma imparatorluğu halkından olanlar, rumlar. * Rumiler, Arap diyarının haricinde bulunanlar.
Erveb
Yoğurt.
Ervec
Halk içinde çok geçen şey.
Ervenan
Dik ses, sadâ. * Iztırablı, sıkıntılı, üzüntülü gün.
749
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ervend
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Tecrübe, deneme, sınama. * şeref, şan, şöhret, nam ve itibar, haysiyet.
Eryaf
(Rif. C.) Verimli, mamur, düz ve ekini bol olan yerler.
Erz
f. Kıymet, baha, değer. Kadir ve itibar.
erzâil
reziller, alçaklar.
Erzak
(Rızık. C) Rızıklar. Azıklar. Yiyecek içecek maddeler. İhtiyaçlar. Maddi, mânevi muhtaç olduğumuz şeyler.
erzâk
rızıklar, yiyecekler.
Erzak-ı askeriyye
Askere verilen erzak.
Erzal
(Rezil. C.) Reziller. Kepâzeler. Herkesten hakaret ve nefret görenler.
erzâl
reziller.
Erzan
f. Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan. * Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde.
erzan
pek ucuz.
Erzanî
f. Ucuzluk. * Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk.
Erzaniş
f. Hayır ve iyilikler.
Erze
f. Samanlı sıva çamuru. * Çamdan çıkarılan zift.
Erze-ger
f. Sıvacı.
erzel
daha rezil.
Erzel
Daha rezil. Çok fena. Pek kötü. En rezil.
Erzel-i nâs
İnsanların en rezili, en fenası.
Erzel-i ömr
İhtiyarlığın sonları, bunaklık günleri.
Erzen
Kendisinden sopa ve baston yapılan bir cins sağlam ağaç. * Şam darısı denen beyaz ve iri cins darı.
Erzenîn
f. Darı ekmeği.
750
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Erzide
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Pahası kesilmiş, kıymeti kararlaştırılmış, değeri belli edilmiş olan şey.
Erziz
f. Kalay.
Es
Koyuna iys iys demek.
Esa'
Atmak.
Esa
Merhem, tiryak, ilâç.
Es'ab
(Sa'b. dan) Pek zor, çok zor.
Esabe
(C.: Esâib) Bir nevi ağaç.
Es'ab-ı umur
İşlerin en zor olanı.
Esabi'
(İsbi'. C.) Parmaklar.
Esabî'
(Üsbu'. C.) Haftalar, yedi günlük zamanlar.
Es'abî
Gayet güzel ve beyaz göz.
esâbi
parmaklar.
Esabi-ül kadem
Ayak parmakları.
Es'ad
Daha mes'ud, en bahtiyar. Daha said olan. En mes'ud.
esâd
daha mutlu.
Esadd
Menedici.
esâdekümullah
Allah saadet versin.
Esafil
(Esfel. C.) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar.
esahh
daha doğru.
Esahh
En sahih. Çok doğru. İllet ve kusurdan çok uzak ve beri olan $
Esakıf
(Üskuf. C.) Piskoposlar, başpapazlar, metropolitler.
Esakif
(Eskef. C.) Eskiciler, kunduracılar.
Esakk
Yürürken dizlerini birbirine vuran.
Es'al
Dişinin yanında zâid bir diş daha biten kimse.
751
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Esal
Tâzim etmek, övüp medhetmek.
Esale
Uzun yüzlü olmak. Sarkık olmak.
Esalib
(Üslub. C.) Üslublar. Tarzlar. Cihetler.
esâlib
üslûplar, tarzlar.
Esam
Günah. * Günah için olan cezâ.
Esame
Askerlerin. ve bilhassa Yeniçerilerin kaydı, ulüfe defteri.
Esami
İsimler, adlar.
esamî
isimler.
Esamm
(C.: Summun) Kulağı sağır olan. * Katı taş.
Esanid
İsnadlar. Senedler.
Esans
Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı.
Es'ar
(Sı'r. C.) Narhlar. Satılan şeylerin bilinen ve değişmeyen fiatları.
Esar
Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış.
esâret
esirlik, tutsaklık.
Esaret
Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.
Esaret-i hayvanî
Hayvanlara yakışır bir esirlik. Zulüm, işkence ve haksızlık içinde hayat geçirmek.
Esarir
Gizli sırlar. * Yüz ve avuçtaki çizgiler.
Esas
Ev eşyası. Eve âit lüzumlu şeyler. * Mal. Rızık.
esas
temel, kök.
Esasat
(Esas. C.) Esaslar. Temeller, kökler.
esasât
temeller, esaslar.
Esase
f. Gözucu ile bakma.
Esasen
Kendiliğinden, aslından, temelinden.
752
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Esasiyye
Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.
Esatîn
Sütunlar. Üstüvaneler. Direkler. * Mc: İleri gelen kimseler.
Esatir
İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji. * Saflar. Sıralar.
esâtir
uydurulmuş hikâyeler, mitoloji.
Esatir-ül evvelîn
İlk zamanlara ait efsâneler.
Esatîz
(Esâtîze) : (Üstaz. C.) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler.
Esatt
(C.: Sitât) Köse.
Esavid
(Sevâd. C.) Sevadlar, karanlıklar, siyahlıklar.
Esb
At, beygir, feres.
Esbab
"(Sebeb. C.) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar. (Evet, izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve Celâl ister ki; esbab, ellerini çeksinler te'sir-i hakikiden. M. N.)(Cenab-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı, temin eden bir nizamı kâinatta vaz'etmiş. Ve her şeyi, o nizama müraat etmeğe ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhasa insanı da, o daire-i esbaba mürâat ve merbutiyet etmeğe mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbab, daire-i itikada galip ise de; Ahirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde daire-i esbabda iken; tabiatiyle, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan; Mu'tezile olur ki, te'siri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyle, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek
753
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cebriye mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizâm-ı âleme muhalefet eder. İ.İ.)" esbâb
sebepler, vasıtalar, vesileler, araçlar.
Esbab-ı feshiyye
Huk: Bir i'lâmın istinaf suretiyle bozulmasını icabettiren sebepler.
Esbab-ı hakikiye
Gerçek sebepler, hakiki sebepler.
Esbab-ı mûcibe
Gerektiren sebebler. İcab eden sebepler.
Esbab-ı muhaffife
(Esbâb-ı mazeret) Yapılan bir cürmün ve kabahatın cezasını hafifletici sebebler.
Esbab-ı mücbire
İcbar eden, cebreden, zorlayan sebepler.
Esbab-ı müşeddide
"Kuvvetlendiren, artıran sebepler. Cezâ hukukunda; cezâyı ağırlaştıran kanuni veya takdiri sebepler. (Esbâb-ı muhaffifenin zıddıdır.)"
Esbab-ı nakziyye
Bir hükmün daha yüksek bir merci tarafından bozulmasını icâb ettiren sebepler. Bozma sebepleri.
Esbab-ı nüzul
İnmesinin sebebleri. * Kur'an-ı Kerim âyetlerinin gelmesine (Cebrail Aleyhisselâm vasıtası ile indirilmesine) sebeb olan hâdiseler.
Esbab-ı sahiha
Doğru ve sahih sebepler.
Esbab-ı sübutiye
İsbata yarıyan sebepler. Sübut delilleri.
Esbab-ı tabîiye
Tabiattaki sebepler. (Bak: Delil-i İnâyet)
Esbabperest
"Allah'ı unutarak sebeblere haddinden ziyade değer veren. Her şeyi bir sebebe bağlayıp, Allah'ın fâil ve her şeyin hâkimi olduğunu inkâr eden veya ona kıymet vermek istemeyen.(Arkadaş! Esbab ve vesaiti, insan, kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ kelb, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hatta sadâkat ve vefâdarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binâen, insanlar arasında kendisine, mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmağa lâyık iken, maalesef insanlar
754
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
arasında mübarekiyet değil necis-ül-ayn addedilmiştir.Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zâhiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki; Mün'im-i Hakiki'den bütün bütün gafletine sebep olur. Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakiki'den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tâhir olsun. Çünki hükümler, hadler, günahları afveder; ve beyn-en-nas tahkir darbesini, gaflete keffâret olarak yemiştir.Öteki hayvanlar ise vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru' eder (senden ihsanı alıncaya kadar). İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki; sanki aranızda muârefe yokmuş ve kendilerinde, sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün'im-i Hakiki'ye şükran hisleri vardır. Çünki, fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar. Şuur olsun olmasın...Evet kedinin ""mır! mır! ları ""Yâ Rahim! Yâ Rahim! Yâ Rahim!"" dir. M.N.)" esbâbperest
sebepleri yaratıcı sanan.
esbak
daha önceki.
Esbak
Geçenki, geçen, evvelki, önceki. Daha önce geçmiş olan. Evvel gelen.
Esban
Kadınların başlarını örttükleri güzel ve ince bir örtü. * Kadınların, yüzlerini örtükleri peçe, tül.
Esbat
(Sıbt. C.) Torunlar. Çocuğunun çocukları. Oğlunun oğulları. * Beni İsrâil kabileleri.
esbât
torunlar.
Esbel
Bıyıkları uzun olan adam.
755
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Esb-i sabâ-refter
f. Rüzgâr gibi giden at.
Esb-i tâzi
Arap atı.
Esbil
f. At hırsızı, at çalan.
Esbran
f. At süren, süvâri, at koşturan.
Esbriz
(Esb-riz) f. At koşusu. * Savaş meydanı.
Esbsüvar
(Esb-süvâr) f. Ata binmiş.
Esbtaz
f. At koşturucu, at koşturan. * At koşturacak meydan, saha. * Her şemsî ayın onsekizinci günü.
Esca'
(Sec'. C.) Edb: Nesirde fıkra sonlarının kafiye tarzında olan uygunlukları, vezinli nesirler.
Escal
(Secel. C.) İçi su dolu kovalar.
Escer
Kırmızı gözlü kimse. * Su biriken yer.
esdâf
sadefler, inci kabukları.
Esdaf
Sadefler, inci kabukları. * Midye ve isridye gibi deniz mahluklarının şeffaf, parlak kabukları.
Esdak
(Sıdk. dan) Çok sadık, doğru ve emniyetli kimse.
Esdika
Sâdıklar, sâdık olanlar.
esdikâ
sadıklar.
Esed
Arslan, şir.
esed
aslan.
Esedd
Sağlam, kavi, muhkem.
Esedî
Arslana aid. * Üzerinde arslan resmi bulunan mâdeni para.
Esedullah
Allah'ın arslanı. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, lâkabı.
Esef
Hüzün, gam, nedamet, pişmanlık. Daralmak. Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü.
esef
tasa, üzüntü, gam.
756
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Esefa
Vâ esefâ! Eyvah, yazık!
esefâ
yazık!
Esef-han
f. Acıyan, merhamet eden, şefkat eden, esef eden.
Esef-nak
f. Hüzünlü, acıklı, esefli.
Esekk
Tavşan. * Kulağı kesik olan. * Küçük kulaklı. * Kulağı işitmeyen. Sağır.
Esele
(C. Eselât) Dil ucu. * Urgan ucu. Uzun süngü.
Es'elüke
Senden isterim (meâlinde).
Esenn
Daha yaşlı, en yaşlı. İhtiyar.
Eser
Serçe kuşu. Usfur. * Göbeğinde illeti olan.
eser
yapı, iz, kitap.
Eser-i cedid
Eskiden imâl edilen kâğıt cinslerinden birinin adı idi.
Eser-i dest
El eseri, kendi kuvvet ve kudretinin eseri.
Eser-i hayat
Hayat alâmeti, hayat eseri, hayat belirtisi.
Eser-i san'at
San'at eseri. San'at değeri olan eser.
Esfa
Alnı dar at. * Tez yürüyüşlü katır.
Esfad
(Safd. C.) Atiyye ve ihsanlar.
Esfar
(Sefer. C.) Seferler, yolculuklar, yola gidişler. * Düşmana karşı gidişler, akınlar. * (Sifr. C.) Büyük kitaplar, ciltler.
Esfar-ı bahriyye
Deniz yolculukları. Deniz seferleri.
Esfar-ı baîde
Yolculuklar, uzak seferler.
Esfat
(Sefet. C.) Sepetler.
esfel
en aşağı.
Esfel
En sefil, çok sefil, en alçak, en aşağı, çok fenâ.
Esfel-i sâfilîn
Sefillerin en sefili. Cehennem'in en aşağı tabakasındakiler.
Esfel-i sâfilîn-i hısset Alçaklığın en aşağı derecesi.
757
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
esfelisâfilîn
aşağıların en aşağısı.
Esfeliyyet
Aşağılık, âdilik, alçaklık.
Esha
(Sahi. den) Çok cömert, fazla eli açık, pek sahi kimse.
Esha'
Türlü türlü, günâ gûn, rengârenk.
Eshab
(Bak: Ashâb)
eshâb
sahipler.
Eshal
Misvak ağacı.
Esham
(Sehm. C.) Oklar. * Nasibler, hisseler.
esham
hisseler, paylar.
Esham-ı umumiye
Tanzimat devrinde devletin, halka borç karşılığı olarak verdiği hisse bedelleri.
Eshar
Seher vakitleri, seherler. Gece yarısından sonra ve tan yeri açılmazdan evvelki vakitler.
Eshar-ı bahar
Bahar sabahları.
Eshed
Becerikli, maharetli, mahir, açıkgöz, uyanık olan kişi.
Eshel
Çok kolay, daha kolay, asan.
eshel
daha kolay.
Eshel-i tarik
En çıkar yol. En kolay ve kestirme olan yol.
Eshel-i umur
İşlerin en kolayı.
Esher
Uyanık kimse.
Eshiya
(Sahi. C.) Cömertler, sahiler.
Esi
(C: Esât) İlaç yapmak.
Esid
Ev önü. * Bağlanmış kapı.
Esif
Kederli, esefli, tasalı, gamlı.
Esihha'
(Sahih. C.) Özürsüz olanlar, sıhhati yerinde ve vücudu sıhhatte olan kimseler.
758
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Esil
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Asal-Esail-Usul) İkindi sonrasından akşama kadar olan vakit. * Kavi, muhkem, sağlam.
Es'ile
(Sual. C.) Sualler. Bir şey istemeler. Sorular.
esîle
sorular, sualler.
Es'ile-i sitte
Altı suâl. * Risale-i Nur Külliyatından Mektubat Mecmuasında bir küçük risâlenin adı.
Esim
(İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.
Esinne
(Sinân. C.) Kılıçlar, seyfler. * Süngüler. * Bileği taşları.
esîr
alemi kaplayan incecik madde.
Esir
Kul, köle. Harpte teslim alınan düşman. Teslim olan.
esir
savaşta teslim alınan kimse.
Esirâne
f. Esirce, kölece.
Esire
Seçkin, güzide. * İlim bakiyyesi.
Esir-i harb
Harp esiri, harpte esir edilmiş olan.
Esirî
Esir ile alâkalı. Uçacak gibi hafif.
Esirre
Tahtlar, oturulacak yerler. * Milletin belli başlı ileri gelenleri.
Esis
Çok olan şey, kesir.
Eskab
Delmek. * Ateş yakmak.
Eskaf
Uzun boylu, iri kimse.
Eskal
(Sekal. C.) Ağır yükler, ağır şeyler. Kalabalık, ağırlık.
Eskam
(Sakam. C.) İlletler, hastalıklar, dertler.
Eskef
(C: Esâkif) Kunduracı, eskici.
Eskefe
Kapı basamağı, eşik.
Eski Said
Bediüzaman Hazretlerinin hayatında birinci dönem ismi.
Eskimo
Grönland, Alaska ve Kuzey Kanada'da yaşayan bir kavmin adı.
759
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Esl
Karaılgın ağacı.
Eslâf
(Selef. C.) Selefler, evvelkiler, geçmişler.
eslâf
selefler, öncekiler.
Eslâf-ı izâm
Evvelce gelmiş olan büyük zâtlar. (İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfii gibi)
eslâh
en iyi, en sâlih.
Eslah
En sâlih, en iyi. (Bak: Aslah)
Eslahakallah
Allah seni ıslâh etsin.
Eslak
Ağaç, şecer.
Eslas
(Sülüs. C.) Sülüsler, üçde birler, üçde bir parçalar.
Esleb
İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta. * Süprüntü, moloz.
Eslem
Daha sağlam, en selâmetli, en sâlim.
eslem
en sağlam, en emin.
Eslem-i tarik
Yolun en selâmetlisi. En selâmetli yol.
Esliha
(Silâh. C.) Silâhlar. Muharebe ve cenk âlet ve edevâtı.
esliha
silahlar.
Esliha-i atika
Eski silâhlar, eski tip silâhlar.
Esliha-i câriha
Yaralayıcı, cerh edici silâhlar. (Kılıç, kama, hançer, bıçak... gibi silahlardır).
Esliha-i cedide
Yeni silâhlar.
Esliha-i nâriyye
Ateşli silâhlar.
Esliha-i sakile
Top gibi ağır silâhlar.
Esma'
Adlar. Nâmlar. İsimler.
esmâ
isimler.
Esmah
Çok cömert, pek eli açık, en semahatli.
760
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Esma-i ilâhiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Allah'ın isimleri.(Herşeyden Cenab-ı Hakk'a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakiki fenn-i hikmet, ""Hakîm"" ismine ve hakikatlı fenn-i tıb ""Şafi"" ismine ve fenn-i hendese, ""Mukaddir' ismine ve hâkezâ.. Herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemalât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatları, esma-i İlâhiyeye istinad der. Hattâ muhakkıkin-i evliyanın bir kısmı demişler: ""Hakiki hakaik-i eşyâ, esma-i İlâhiyedir. Mâhiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir. Hattâ birtek zihayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esma-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir. S.)"
Esma-i mevsule
Vasleden isimler. (Bak: İsm-i mevsule)
Esma-i mübheme
Tek başına bir mâna ifade etmeyen isimler. Arabcada: (Ellezine) gibi kelimeler esma-i mübhemeden olduğundan onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet sılasına aittir.
Esma-i zâtiye
"Zâta ait isimler. * Allah'ın zâtına ait isimleri.(Zât-ı Vâcib-ülVücud'un bin bir esmasından bir kısmına ""Esma-i Zâtiye"" denilir ki, her cihetle Zât-ı Akdes'i gösterir. Onun adı ve onun ünvanıdır. ""Allah, Ehad, Samed, Vâcib-ül-Vücud"" gibi çok esmâ var. Bir kısmına da ""Esmâ-i Fiiliye"" tâbir edilir ki, çok nevileri var. Meselâ: ""Gaffâr, Rezzak, Muhyi, Mümit, Mün'im, Muhsin"" R.N.)"
Esma-i züruf
Gr: Zarf olan isimler. Bir şeyin bir zamanda veya mekânda veya diğer bir şey ile beraber veya ondan evvel veya sonra vuku' bulduğunu ifade
761
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
eden kelimelerdir. Bunlar Arapçada (maa, kabl, ba'd, ind) gibi kelimelerdir. esmaî
isimlerle ilgili.
Esmak
(Semek. C.) Semekler, balıklar.
Esman
(Sümn-Semen. C.) Her şeyin pahası, tutarları, semenleri. * Sekizde birler.
Esmar
(Semer. C.) Meyveler, Yemişler.
esmar
meyveler.
Esmat
(C.: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.
Esma-ül hüsna
"Allah'ın isimleri. Cenab-ı Hakk'ın güzel isim ve sıfatları. Aşağıdaki fıkrada Esma-i Hüsna'dan bazıları zikrediliyor:(... Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun; senin bir nevi hânen ve içindeki mevcudat, senin o hânenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlukatı kemâl-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden Zâtın, Hakîm ismine ve Mürebbi ünvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın. Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir Zâtın Vâris, Bâis isimlerine, ""Bâki, Kerim, Muhyi ve Muhsin"" ünvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.Cenab-ı Hakk'ın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve Rahmânirrahim'in cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dört yüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o
762
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
taifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libâsı ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcâtlarını tedarik edecek iktidarları ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahim, Kerim ünvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmıyarak unutmıyarak, iltibas etmiyerek terbiye ve tedbir ve idare eder...İşte böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hâkim-i Mutlak, Kâdir-i Külli Şey'den başka bu san'ata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebeb müdahale edebilir? S.)" Esmaülhüsnâ
Allahın güzel isimleri.
esmer
rengi karaya çalan.
Esmer
Siyaha, karaya çalan kumral renk.
esnâ
ara, vakit, sıra.
Esna'
Bülent, yüksek, yüce, ulvi.
Esna
Daha parlak. En parlak.
esnâf
sınıflar, alım satımcı.
Esnaf
Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.
Esnah
(Sinh. C.) Kökler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.
Esna-i harb
Ask: Savaş anı, harb sırası, ceng zamanı, muharebe esnâsı.
Esna-i tesadüm
Ask: Çarpışma anı, müsademe zamanı, vuruşma esnası.
Esnam
(Sanem. C.) Putlar. Tapılan heykeller. Suretler. Sanemler.
esnam
sanemler, putlar.
Esnamperest
Puta tapan, putperest.
763
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Esnan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Sinn. C.) Dişler. * Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar. (Yâni: Tufuliyet, Sabavet, Şebabet, Kühûlet ve Şeyhuhet denilen zamanlar.)
Esniye
(Senâ. C.) Övmeler. Senâlar. Medhetmeler.
Esr
Esir etmek. * Muhkem bağlamak. * Takviye etmek. (Bak: Esir) * Göbeğinde illeti olan.
Esra'
Daha çabuk. Pek çabuk. Çok sür'atli. Çok seri. * (C.: Esâri) Asma filizi. * Başı kırmızı, gövdesi beyaz olup, kum içinde bulunan bir böcek.
esrâ
pek çabuk.
Esrar
(Sır. C.) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler. * Keyif veren zehir. Uyuşturucu madde. * Elinde ve el ayasında olan hatlar.
esrâr
sırlar, gizli mânâlar.
Esrar-engiz
f. Esrarlı, gizli, ürperti verici.
esrârengiz
gizli ve sırlı olan.
Esrar-ı hafiyye
Gizli ve saklı sırlar.
Esrar-ı hüsn ü ân
Güzelliğin sırları.
esrarkeş
esrar çeken.
Esrar-keş
f. Esrar denen zehiri kullanan kimse. Esrar içen.
Esrem
Kırık dişli, dişleri kırılmış veya dökülmüş olan kişi.
Esrik
Sarhoş, mest. * Azgın, kızgın. * Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız, tâkatsiz.
Esrüm
Dişi dökük olan kimse.
Ess
Otun vaya saçın çok ve sık olup birbirine dolaşması.
764
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Essalavat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Peygamberimiz Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize veya Cenab-ı Hakk'a (C.C.) karşı hamd, şükür ve teşekkür ifade eden dua, selâm ve salâvâtlar. (Bak: Salâvat)
Essebebü kelfail
(Essebebü ke-l fâil) Bir işe sebeb olan, o şeyi yapan fâil gibidir (mealinde). (Hizmet-i Kur'âniye ve imâniyenin yapılmasına sebeb olanlar, bu mukaddes hizmeti yapmış gibi mes'ud ve me'cur olurlar, hayırlara, ecir ve sevablara nâil olmak nimet-i uzmasına erişirler.)
essebebükelfâil
sebep olan yapan gibidir.
Est
Ayakları uzun olan.
Esta'
(Satı. dan) Uzun boyunlu. Boynu uzun olan insan veya hayvan.
estağfirullah
Allah kusurumu affetsin.
Estağfirullah
Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de söylenmektedir.) (Bak: İstiğfar)
Estan(e)
f. İstirahat edilecek ve uyunacak rahat yer.
Estar
(Satr. C.) Yazı dizileri, satırlar.
Esteh
f. Çekirdek. * Kemik. Vücud iskeletini meydana getiren nesne.
Esteîn
Yardım isterim, istiâne ederim (meâlinde fiil olup, müfred birinci şahıstır.)
Ester
Katır.
ester
katır.
Esterven
f. Çocuk doğurmayan, kısır kadın.
Estine
f. Yumurta.
Esûf
Fazlaca eseflenen, pek üzülen, çok kederlenen, çok fazla acıyan, yufka yürekli.
765
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Esuk
Deli koyun.
Esum
Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam.
Esus
Katı, sağlam, muhkem nesne.
Esva'
(Sâ'. C.) Kuyular, çukur yerler. * Ölçekler.
Esvab
(Sevb. C.) Sevbler, giyecekler, giyimler.
esvâb
giyecekler.
Esvaf
(Suf. C.) Suflar, koyun yünleri.
Esvak
Uzun incikli.
Esvar
(Sur. C.) Surlar, hisarlar, kaleler, kal'alar. * Ziyafetler, şölenler.
Esvat
(Savt. C.) Sesler. Savtlar.
esvât
sesler.
Esve'
Yaramaz nesne.
Esved
Çok siyah. kara renkli olan.
esved
siyah, kara.
Esvedeyn
İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır.
Esved-ül-kalb
(Bak: Süveydâ)
Esvel
Karnı sarkık olan erkek. (Müe: Sevlâ)
Esvide
(Sevâd. C.) Sevâdlar, karanlıklar, siyahlıklar. Karaltılar. * Çok mallar, fazla mülkler.
Esy
Tasa, keder, hüzün.
Esyaf
(Seyf. C.) Seyfler, kılıçlar.
Esyah
(Seyh. C.) Nehirler, akarsular. * Çizgili elbiseler.
Esyan
Kederli, gamlı, tasalı, kaygılı, hüzünlü, üzüntülü.
Eşa
(C.: Âşâ) Hurma ağacının küçüğü.
Eşaim
(Eş'em. C.) En şomlar, en uğursuzlar.
766
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Eşaire
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Eş'ari. C.) Dinde meşhur imam Eb-ul-Hasan-ül-Eş'arî'ye bağlı olan sünnet ehlinin bir kısmı.
Eşakk
Meşakkatli, zahmetli.
Eş'al
Kuyruğu beyaz olan at.
Eşam
f. Ölmiyecek kadar az olan yiyecek ve içecek şeyler, kut-i lâyemut.
Eş'ar
(Şa'r. C.) Kıllar. Tüyler. Tüycükler. * (Şiir. C.) Şiirler, manzum ve güzel yazılar.
eşâr
şiirler.
Eş'arî
Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. Ehl-i Sünnet Mezhebi itikadına tercümanlık ederek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Hi. 260-324) İtikada dâir meydana koyduğu hakikatları kabul edenlere Eş'arî ve Mezhebine de Eş'ariye denir.
Eşârî
itikadî bir hak mezhep kuran âlimin namı.
Eş'as
Saçı dağınık olan. * Saçı dökülmüş kişi.
Eşaviz
Halk. Millet. Nâs.
Eşbah
(Şebâh. C.) Şahıslar, cisimler, vücudlar. * Büyük kapılar. * Uzaktan görünen karaltılar, hayâller. * Renk, levn.
eşbah
benzeyenler.
Eşbal
(Şibl. C.) Arslan yavruları.
Eşbeh
Daha çok benzeyen. Pek benzeyen.
Eşbû
f. Odunluk, kömürlük. Kömür ve odun konulacak yer.
Eşca'
Daha yiğit, pek kahraman. En şecaatli. * Parmak ardlarının sinirleri.
eşcâ
daha yiğit.
767
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Eşcan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Şecen. C.) Şecenler, elemler, gamlar, kederler, tasalar, sıkıntılar, ıztırablar.
Eşcar
(Şecer. C.) Ağaçlar.
eşcâr
ağaçlar.
Eşcar-ı bağ
Bahçenin, bağın ağaçları.
Eşcar-ı müsmire
Meyve ağaçları.
Eşdak
Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık. * Büyük ağızlı.
Eşebb
Arasından geçmek mümkün olmayan ağacın sıklığı.
Eşedd
Daha şiddetli. Çok fazla şiddetli. Pek fazla şiddetli.
eşedd
pek şiddetli.
Eşedd-i ihtiyâç
En şiddetli ihtiyaç.
Eşedd-i mücâzât
En şiddetli ceza.
Eşedd-i zulüm
Zulmün en şiddetlisi.
Eşeff
Çok parlak. Daha şeffaf. Işığı daha iyi geçiren. * Suyu kendine çok fazla çeken.
eşeff
en saydam.
Eşekk
Çok şek ve şüphe sahibi. Tereddütte ileri giden.
eşekk
pek şüpheci.
Eşell
Çolak. Kolu sakat olan. * Eli dâima hareketli olan kimse.
Eş'em
(C: Eşâim) En uğursuz, pek şom.
Eşemm
Burnu kuvvetli koku duyan.
Eşen
f. Karpuz ve kavun hamı, kelek. * Ters giyilmiş elbise.
Eşerr
Çok fazla sevinmek. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak. * Çok şerli. En kötü ve şerli.
Eşerr-i nâs
İnsanların en şerlisi, nasın en kötüsü.
eşfa
en çok şefaat eden.
768
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eşfa'
En çok şefaat eden. En şafi.
Eşfa
Hastalığı def'e çok faydalı, şifa-bahş olan.
eşfâ
pek şifalı.
eşfak
çok şefkatli.
Eşfak
Daha fazla şefkatli. Çok şefkatli.
Eşfar
(Şüfr. C.) Göz kapağının kenarları, kirpik yerleri.
Eşgal
(Şugl. C.) İşler. Meşguliyetler.
eşgal
işler, meşguliyetler.
Eşgal-i mühimme
Ehemmiyetli ve mühim işler.
Eşha
şefkat.
Eşhad
Şevâhidler. Şâhitler. (Bak: Alâ-ruûs-il eşhâd)
Eşhar
f. Kalye taşı denilen radyom hamızı. * Nişadır.
Eşhas
(Şehs. C.) Şahıslar. Kişiler.
eşhas
şahıslar, kişiler.
Eşhas-ı ma'rufe
Tanınmış kişiler, bilinen şahıslar.
Eşheb
Kır (at). Kır, çil renkte olan aslan. * Güç iş. * Soğuk gün. * Bir nesnenin kenarı.
Eşhel
Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ. * Elâ gözlü adam.
Eşher
(Şehir. den) Çok meşhur, pek fazla tanınmış, en şöhretli olan.
eşhûr
aylar.
Eşhür
(şehr. C.) Aylar.
Eşhür-ül hurum
İslâmiyetten evvel Arab kabileleri arasında vuruşmanın ve muharebenin haram kılındığı Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Receb ayları.
769
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Eşhür-ül-hacc
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Hac ayları mânâsına gelen bu kelime; İslâmiyetten evvel Kâbenin tavaf edildiği; Şevval ve Zilka'de ile Zilhicce ayından da alınan 10 günle cem'an 70 günlük zamana verilen addır."
Eşi'a
(Şuâ. C.) Şualar. Aydınlıklar.
Eşidda
Çok şiddetli sert olanlar. Pek şiddetli davrananlar.
Eşiha
f. At kişnemesi.
Eşir
Pek sevinçli, çok mesrur. * Kibirli, mütekebbir kimse.
Eşirra
Çok şerliler. Çok kötü insanlar. Çok şerli mahluklar.
eşirrâ
şerliler, kötüler.
Eş'iya
(A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibaret kitabında İsa'nın (A.S.) geleceğini müjdelediğinden hıristiyanlar arasında Eş'iyanın İncili diye şöhret bulmuştur. (K. A'lâm)
Eşîya
bir peygamber.
Eşk
f. Gözyaşı. Dem.
eşk
gözyaşı.
Eşka
En şaki, haydut, eşkiya, katı-üt tarik.
Eşkah
Kırmızı yüzlü (adam). al renkli (at).
Eşkâl
(Şekil. C.) Şekiller, kılık.
eşkâl
şekiller.
Eşkâl-i hayat
Hayatın şekilleri.
Eşkâl-i zeman
Zamanın şekilleri. * Ahmet Rasim'in bir romanı.
Eşk-alud
f. Gözü yaşlı.
770
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Eşkar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mavi gözlü ve sarı tenli kimse. * Yelesi ve kuyruğu kırmızı olan sarı at.
Eşk-bar
f. Çok ağlayan. Çok gözyaşı döken.
Eşk-efşan
f. Çok ağlayan, gözyaşı döken.
Eşkel
Gözlerinin akı kırmızılı olan adam. * Beyaz koyun.
Eşkele
Hâcet.
eşkıyâ
yol kesenler.
Eşk-i şâdi
Sevinçle ağlayış. Sevinçten dökülen gözyaşı.
Eşk-i tarab
Sevinçten dolayı akan gözyaşı.
Eşk-i teessür
Teessürden dolayı akan gözyaşı.
Eşkil
Yaban soğanı.
Eşkiya
Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler.
Eşk-rîz
f. Gözyaşı döken, ağlayan.
Eşku
(şekâ. dan) şikâyet ediyorum (mealindedir).
Eşku(b)
f. Tavan. * Tabaka, kat, derece, mertebe.
Eşk-ver
f. Ağlayan, gözyaşı döken.
Eşmat
Saç ve sakallarına kır düşmüş olan.
Eşme
Kumsal yerde kaynayan pınar.
eşmel
çok kaplayıcı.
Eşmel
Daha şâmil. Çok şeyleri içine alan. Daha çok kaplamış.
Eşna'
Daha şeni. Çok çirkin ve fena.
Eşna
f. Yüzücü, yüzgeç. * Kıymeti büyük olan mücevher.
Eşne
Ağaç yosunu.
eşnê
en kötü.
771
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eşneb
Dişleri inci gibi beyaz olan adam.
Eşraf
(şerif. C.) Şerefliler. İleri gelen büyükler.
eşrâf
şerefliler, ileri gelenler.
Eşraf-ı belde
Memleketin ileri gelenleri.
Eşrak
Ortaklar. şerikler.
eşrâr
şerliler, kötüler.
Eşrar
Tahribçiler. Kötülük edenler. * Kötü şeyler. şerliler.
Eşrat
Nişanlar. Alâmetler. şartlar.
eşrât
şartlar, belirtiler.
Eşrat-ı saat
Kıyâmet alâmetleri. (Bak: Kıyâmet).
eşrâtısaat
kıyamet alâmetleri.
eşref
en şerefli.
Eşref
En şerefli. Daha şerefli. En iyi, en güzel.
Eşref-i mahlukat
Mahlukatın en eşrefi, yaradılmışların en şereflisi. İnsan.
Eşref-i saat
Saatlerin şereflisi. Uğurlu ve işlerin rast gittiği, dua ve dileklerin kabul edildiği an.
eşrefimahlûkât
yaratılanların en şereflisi.
Eşrem
Burnu yirik. * Üst dudağı yarık olan.
Eşreş
Muhalefet eden, karşı gelen.
Eşria
(Şirâ. C.) Yelkenler.
Eşribe
(Şerâb. dan) İçilecek şeyler, şerablar.
eşşehîr
meşhur, ünlü, tanınmış.
eşşükrülillah
şükür Allahadır.
Eştat
(Şetit. C.) Takımlar, fırkalar, bölümler. Esnaf, sınıflar. Çeşitler, cinsler, neviler.
Eştat-ı ulum
İlimlerin nevi'leri, çeşitleri.
772
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eşter
Yırtlak gözlü.
Eşüdd
Büluğa gelmek mertebesi.
Eşvak
(şevk. C.) şiddetli arzular, istekler, neşveler.
eşvâk
şevkler, aşırı istekler.
Eşvat
(Şavt. C.) Sıçrayışlar, zıplamalar, koşmalar, koşuşmalar. * Kâbe-i Muazzama'yı yedi defa tavaf etme, etrafını dolaşma.
Eşve
Gözü değen kişi.
Eşveş
Göz ucuyla bakan kişi. * Yüksek bina.
Eşya
(Şey. C.) (Bu kelime, Türkçede müfret gibi kullanılır.) Ev döşemeye mahsus halı, dolap v.s. * Elbise, yatak, çamaşır gibi malzemeler. * Yük, yük eşyası.
Eşyâ'
(Şia. C.) Bölükler, bölümler, kısımlar, neviler, fırkalar, tabakalar, cinsler, çeşitler. Cemaatler, cemiyetler, topluluklar. * Yardımcılar.
eşya
nesneler, şeyler.
Eşyah
(Şeyh. C.) Şeyhler, ihtiyarlar, yaşlılar, pir-i fâniler.
Eşyeb
(Şeyb. den) Saçı sakalı ağarmış, yaşlanmış olan kişi. İhtiyar.
Eşyem
Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam.
Eta
Kavak ağacı.
Etajer
Fr. Kapaksız ve rafları olan taşınabilir dolap.
Etan
"f. Dişi eşek. * Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya; yosunlu taş. * Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş."
Etave
Gelmiş, geçmiş, gelen, misafir, garib, gariban, kimsesiz, biçare.
Etba'
Tâbi olanlar, bağlı olanlar, emri altında bulunanlar. (Cenâb-ı Hakka ve Resul-ü Ekreme (A.S.M.) tâbi ve muti olan veli bir üstâdın ve bir mürşid-i ekmelin gösterdiği Hak ve hakikat, iman ve Kur'ân yolunda gidenler, ona tâbi' olanlar.)
773
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
etbâ
tâbî olanlar, bağlılar.
Etbak
(Tabak ve Tabaka. C.) Yemek tepsileri, sofraları. Büyük sahanlar. * Tabakalar, dereceler, mertebeler, katlar. * Kabileler, kavimler, aşiretler.
Etelan
Adım birbirine yakın olmak.
etemm
en tam, noksansız.
Etemm
Tam, en mükemmel, hiç noksansız.
Etenan
Adım birbirine yakın olmak.
Etene
Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ. * Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.
Eteyemmenü
(Teyemmün. den) Ben kendimi teyemmün ediyorum (meâlindedir). (Bak: Teyemmün)
Etfal
(Tıfl. C.) Çocuklar, tıfıllar.
etfâl
tıfıllar, çocuklar.
Etfal-i bağ
Yeni yetişen körpe hâlindeki fidanlar.
Etfal-i mekâtib
Mekteb çocukları, okul talebeleri.
Etfaliyet
Çocukluklar. Çocukluk halleri.
Ethal
Kâbe-i Şerif yakınında bir dağın adı. * Bulanık su veya şerbet.
etıbbâ
tabipler, doktorlar.
Eti
Bir kişinin bir yere su iletmek için yaptığı ark. * Sel.
Etibba
Tabibler, tıb ilmini bilenler, doktorlar.
Etibba-i hassa
Saray hekimleri, saray doktorları.
Etiket
Fr. Bir şeyin cinsini, miktarını veya fiyatını belli etmek için üzerine konan küçük yafta. * Teşrifat, görgü.
Etime
(C.: Etâyim) Ateş yakacak yer.
774
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Et'ime
(Taam. dan) Yemekler, taamlar, yenecek şeyler.
etîme
yemekler.
Et'ime-i lezize
Lezzetli yemekler.
Etir
Günah.
Etka
(Taki. den) Allah korkusu ile günahtan çok fazla çekinen. Haram veya helâl olduğunu iyice bilmediği şüpheli şeyleri yapmayan. Günah işlemeyen. Her şeyde Cenab-ı Hakk'ın rızasını gaye ve maksad edinen.
etka
günah işlemekten çok çekinen.
Etkıya
(Taki. C.) Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler.
etkıyâ
çok takvalılar.
Etla'
Uzun boylu.
Etlad
Evde doğan câriyeler. * Eski mal. * Damızlık denilen doğurucu hayvan.
Etmeseh
Karanlık, sessiz gece.
Etnab
(Tınb. C.) Çadır ipleri. * Ağacın kök damarları. * Vücudun sinirleri.
Etnik
yun. Bir kavim, bir ırkla ilgili olan. İslâmiyet, kavmiyeti ve ırkçılığı reddeder. Etnik bölücülüğe karşı en kuvvetli siper, İslâm şuuru ve kardeşliğidir.
Etnografya
(Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.
Etnoloji
yun. Kavimleri, ayrı dil ve ırktan toplumların hayat ve özelliklerini inceleyen ilim. Önce hristiyan misyonerleri dinlerini yaymak için kavimlerin özelliklerini öğrenme ihtiyacını duymuşlar ve onların zayıf
775
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
damarlarından faydalanmayı düşünmüşlerdir. 19.yy.dan itibaren ilmî gaye ile araştırmalar yapılmıştır. Bugün siyasî ideolojiler yayılmak amacı ile, etnik, kavmî hususiyetler ve zaaflardan istifade ederler. Etra
Dere gibi akan su.
Etrab
(Tırb. C.) Hep bir yaşıt olanlar, akranlar.
Etrad
Kaşları kılsız olan kimse.
Etraf
(Taraf. C.) Taraflar, yanlar, canibler, yönler, uçlar, kıyılar.
etrâf
yanlar, taraflar.
Etraf-ı erbaa
Dört taraf. (Sağ, sol, ön, arka.)
Etrah
(Terah. C.) Tasalar, kederler, elemler, gamlar, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.
Etrak
(Türk. C.) Türkler.
Etrâk
Türkler.
Etras
(Türs. C.) Türsler, harpde kullanılan kalkanlar.
Etribe
(Turab. C.) Topraklar.
Etrika
(Tarik. C.) Tarikler, yollar, caddeler. * Sebepler, vesileler, vasıtalar. * Maişeti te'min etmek için tutulan meslekler, geçinmek için yapılan işler.
Ett
Galip olmak.
Et-tahiyyatü
Bütün mahlukatın hayatları, kal ve hâl dilleri ile Hâlıkları olan Allah'a (C.C.) karşı yaptıkları hamdler, şükürler, mânevi hayat hediyeleri. (Bak: Tahiyye)
Ettar
Kasnakçı.
Et-tevvab
Tevbeleri kabul edici olan Allah. Kendine tevbe ve rücu' eden kulları çok. Tevbeyi kabulde çok beliğdir. Tevbe edeni hiç günah yapmamış gibi afv u rahmeti ile bahtiyar eder.
776
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ettun
(C.: Etâtin) Hamam külhanı.
Etum
Su kaplumbağası.
Etüd
Fr. İnceleme, tetkik etmek. * Musikide didaktik maksatla bestelenmiş eser.
Etvak
(Tavk. C.) Kadın gerdanlıkları. * Hindistan cevizinin sütü.
Etvar
(Tavır. C.) Tavırlar, haller, davranışlar.
etvâr
tavırlar, davranışlar.
Etvar-ı nâ-lâyıka
Uygunsuz ve münasebetsiz hareketler.
Etvas
(Tâus. C.) Tavus kuşları.
Etyab
(Bak: Atyeb)
Ev
"Şek, tahayyür, ibham, istisnâ, şart, teb'iz için kullanılan harf-i atıf. ""yahut, veya, meğer ki, bel, belki ister"" gibi kelimelerle türkçeye terceme edilebilir."
Evabid
(Abide. C.) Abideler. (Bak: Abide)
Ev'ac
Geniş, vâsi.
Evagi
(Agıye. C.) Bahçe, tarla ve bostanları sulamak için açılan arklar, su akıtılacak yerler.
Evahir
Ahirler, ayın son günleri, sonlar.
evâhir
âhirler, sonlar.
Evahir-i ramazan
Ramazan ayının sonları, son günleri.
Evail
Başlangıçlar, önler, evveller, eskiler.
evâil
başlangıçlar.
Evali
Çok iyi ve münâsib olanlar. Evlâlar.
E'vam
(Bak: A'vam)
Evam
f. Ödünç, borç. * Renk, levn.
Evamir
Emirler, emredilenler, vazifeler. (Bak: Emr)
777
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
evâmir
emirler.
Evamir-i tekviniye
"Tekvine âit emirler.(Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelânı nümuv der: ""Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim"", doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: ""Piliç olacağım"", Biiznillâh olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: ""Fazla yer tutacağım"", metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.) (Bak: Emr-i tekvinî)"
Evan
(Bak: Avân)
Evani
Kapkacaklar, kaplar.
evânî
kaplar.
Evar(e)
f. Hükümet dairelerine ait defterler, resmî defterler. * İmaret.
Evarin
f. Güzel olmayan, çirkin.
Evasıt
(Evsât. C.) Vasatlar, orta hal ve vaziyetler.
evâsıt
vasatlar, orta hâlli olanlar.
Evavin
(İyvan. C.) Büyük salonlar, sofalar, holler. Kasırlar, köşkler.
Evb
Dönülmesi lâzım gelen yere dönmek. * Kasd. İstikamet.
Evbar
f. Yutma, yutuş.
Evbaş
Mahalle çapkını. Şahısların rezilleri. * Muhtelif yerlerden gelmiş, toplanmış bir cemaat, bir bölük.
Evbaşan
(Evbaş. C.) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları.
Evbe
Rucu etmek. Geri çekilmek, dönmek.
Evc
Bir şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve. * Koz: Seyyare mahreklerinin merkezden en uzak noktaları.
evc
doruk, yüce.
778
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Evca'
(Veca. C.) Ağrılar. Acılar. Sızılar.
Evca-i batn
Karın ağrıları.
Evca-i şedide
Şiddetli ağrılar.
Evcar
İçinde gizlenmek için avcılar tarafından yapılan siperler, çukurlar.
Evceb
Çok vacib. Çok gerekli. Çok lüzumlu.
Evceb-i vecâib
Lüzumluların en lüzumlusu, en çok lüzumlu olan şey.
Evcedethu-l esbab
"(İcad. dan) ""Onu sebepler icadediyor. Sebepler bu şeyi icadediyor."" mânasında dinsizliği ima eden bir söz."
Evceh
En vecihli, çok uygun, en münâsebetli.
Evceh-i akvâl
Sözlerin en uygunu, kavillerin en münasebetlisi.
Evcel
Çok korkak adam. Cesaretsiz kişi.
Evcer
Çok çekingen, utangaç kimse.
Evc-gir
f. Yükselen, yükseğe çıkan.
Evc-i bâlâ
En yüksek nokta.
Evc-i rif'at
Yüksekliğin son noktası, zirvesi, tepesi.
Evc-pervaz
f. Yüksekte uçan.
Evcümend
f. Top, küme, yığın, toplanma. * Toplu, idareli, evini muntazam tutan. Hanesini iyi ve tertipli bir hâlde bulunduran.
Evda
Ednâ.
Evdad
(Vedid. C.) Sevgililer, sevilenler.
Evdiye
(Vâdi. C.) Vâdiler. Dereler.
Eved
Kuvvet. Ağır yük götürmek. * Eğrilik.
Evend
f. Kap. Kabkacak.
Evfa
Çok vefalı. Çok sadakatli. Ahdine vefası kuvvetli. * En çok. Pek tamam. * Tam yetişmek.
Evfad
Çeşitli fırkalar.
779
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Evfak
Daha muvafık. En uygun. En muvafık.
evfak
en uygun.
Evfer
(Vâfir. den) Çok. Bol.
Evgad
(Vagd. C.) Ahmaklar, eblehler, salaklar, bönler, akılsızlar.
Evgenc
f. Nedâmet, pişmanlık, pişman olma hâli.
Evhad
Vahid. Tek.
Evhal
(Vahal. C.) Sıvalar, balçıklar, çamurlar. * Mekânlar, hâneler, evler, durulacak veya oturulacak yerler.
Evham
Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Vehimler. Kuruntular. Zarar ihtimâli çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme.
evhâm
vehimler, kuruntular.
Evhamın müdafaası
Vehimlerin def'edilmesi, kuruntuların kovulması.
Evham-sâz
f. Evham veren.
Evhaş
Daha vahşi. En vahşi.
Evhen
En gevşek, çok zayıf, pek dayanıksız, kuvvetsiz tâkatı kalmamış.
Evidda
Ahbablar. Hâlis ve sâdık dostlar.
Evil
Siyaset.
Evind
f. Hud'a, hile, aldatma, oyun.
Eviy
Yerleşme. Yerine gelme. Koruma.
Ev'iye
(Viâ. C.) Mahfazalar, kaplar, gizlemeye veya saklamaya yarayan şeyler. * Damarlar.
Ev'iye-i şa'riyye
Tıb: Siyah ve kırmızı kan damarları arasındaki gayetle ince olan damarlar.
Ev'iye-i veridiyye
Tıb: Siyah kan damarları.
Evk
(C: Evâk) Ağırlık, yük. * İçinde su biriken çukur yer.
780
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Evkaf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Vakıf. C.) Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Sahibi tarafından şeriata uygun olarak bir hayır iş ve hasenata tahsis olunmuş mülk veya mallar. (Bak: Vakıf)Osmanlı devletini asırlar boyu kuvvetli bir devlet olarak ayakta tutan kuruluşlardan biri de vakıftır. Osmanlı tarihini inceleyen batı tarihçileri vakıf kuruluşlarına hayran kalmışlar ve kendi ülkelerinde bunun örneklerini kurmaya başlamışlardır. Amerika'da kurulmuş önemli vakıflar hâlen vardır. Vakıf müessesesini komünizme karşı çok mühim bir set olarak görmektedirler. Atalarımızın bu hayır kuruluşlarının bugün memleketimizde takdir edilmesi ve ihmâl edilmemesi gereklidir.
evkaf
vakıflar.
Evkaf-ı hümayun
Tar: Padişahların ve onlara mensub olan kişilerin bıraktıkları vakıflar.
Evkaf-ı mazbute
İdaresi Evkaf Nezareti'ne ait olan vakıflar.
Evkar
(Vekr. ve Vekre. C.) Kuş yuvaları.
Evkas
Boynu kısa olan.
Evkaş
Ayak takımı. Terbiyesiz, ahlaksız, adi ve alçak kimse.
Evkat
(Vakit. C.) Vakitler.
evkat
vakitler.
Evkat-ı hamse
Beş vakit. Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının kılındığı vakitler.
Evkat-ı muayyene
Belli vakitler, belli zamanlar.
Evkat-ı salât
Namaz vakitleri.
Evked
Pek te'kitli, çok kuvvetli, en kavi.
Ev-kema kal
"Söylediği gibi. Söylendiği gibi. * Hadis-i Şerifi lâfzı ile aynen nakletmekte bir hata olmuşsa, mes'uliyetten kurtulmak için bu kelâm söylenir. ""Bu naklettiğim hadisin metninde yanlışım varsa
781
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Peygamber (A.S.M.) aslında nasıl söylemiş ise aynen onu kastediyorum"" demektir." evkemâkal
söylendiği gibi.
Evkes
Pinti ve soysuz kişi.
Evl
(Bak: Te'vil)
Evla
Daha iyi, birincisi, başta gelmesi lâzım geleni.
evlâ
daha iyi.
Evlad ü ıyal
Çoluk çocuk. Evlâdlar ve karısı.
Evlâd
(Veled. C.) Veledler. Çocuklar.
evlâd
veledler, çocuklar.
Evlâd-ı vatan
Vatan çocukları.
Evlâd-ı zükur
Erkek çocuklar.
Evladiyet
Evlâda mahsus, evladlık, bünüvvet.
Evladiyye
Evlatlık, evlada mahsus. * Mc: Çok sağlam ve dayanıklı ev veya eşya.
Evlak
Delilik, cünun.
Evleviyet
Daha öncelik. Başta gelir olmak. Daha beğenilir. Daha münâsip olmak.
evleviyet
öncelik.
Evliya çelebi
"Kütahya'lı olup, Mi: 25 Mart 1611'de doğmuştur. Meşhur eseri; Seyahatnâme'sidir."
Evliya
(Veli. C.) Veliler. Nefsine değil, dâimâ Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibâdet ve taatta, takvâ ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allahın (C.C.) mahbubu ve karibi olan büyük ve ender zâtlar. (Bak: Veli)
evliyâ
kalbi nurlu müminler, erenler, velîler.
Evliya-i izâm
Büyük evliya.
782
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Evliya-i umur
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"İş başında bulunanlar, işleri idâreye vazifeli olanlar.(Ey evliya-i umur! Tevfik isterseniz, kavânin-i Âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf umum Enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, Kader-i İlâhinin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır. H.)"
evliyâullah
Allahın velîleri, sevgili kulları.
Evn
Yab yab yürümek. * Vakarlı, sessiz ve ciddi olmak. * Heybenin bir gözü. * Denk.
Evra
f. Hisar, kal'a, kale.
evrâd
devamlı okunan dualar, zikirler.
Evrad
Virdler. (Bak: Vird)
Evrak
(Vakar C.) Sahifeler. Yapraklar.
evrak
yapraklar, kağıtlar, belgeler.
Evrak-ı havâdis
Cerideler, gazeteler.
Evrak-ı nakdiyye
Kağıt paralar.
Evram
(Verem. C.) Veremler, vücudda hasıl olan yumrular, şişler.
Evran
Biçme, ölçü, mikyas, tahmin, keşif, biçim, endam, tenasüb.
Evre
Ahmak kimse.
Evrek
f. Çocukların ağaca ip takmak suretiyle yaptıkları salıncak.
Evrencen
f. Kadın bileziği.
Evrend
f. Hile, aldatma, hud'a, oyun. * Nam, şan, şeref. * Serir, erike, taht.
783
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Evreng
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Taht, evrend. * Şan, şeref, nâm. * Zinet, süs. * Akıl, irfan. * Ağaç kurdu. * Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu. * Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun. * Yakışıklılık.
Evreng-nişin
f. Tahtta oturan, hükümdar.
Evreng-zib
f. Tahtı süsleyen. Hükümdar, padişah.
Evride
"(Verid. C.) Vücudun her tarafından kalbe kanın gitmesini temin eden damarlar. Siyah kan damarları.(Sâni-i Hakîm, beden-i insanı, gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medardırlar. Kan ise; içinde iki kısım küreyvât halkedilmiş. Bir kısmı küreyvât-ı hamrâ tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor. Ve bir kanun-i İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor. (Tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriyye ile, sür'atli bir vaziyet-i acibe alırlar. Kanın hey'et-i mecmuası ise: İki vazife-i umumiyyesi var. Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tâmir etmek. Diğeri; hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki: Biri sâfi kanı getirir; dağıtır, sâfi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı, ""Ree"" denilen nefesin geldiği yere getirirler.Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül-humuza. Müvellid-ül-humuza ise: Nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker, ikisi
784
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
imtizaç eder. Buhari hâmız-ı karbon denilen (Semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir. Hem hararet-i gariziyyeyi te'min eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki: Sâni-i Hakîm fenn-i kimyada aşk-ı kimyevi tâbir edilen bir münasebet-i şedideyi, müvellid-ül-humuza ile karbona vermiş ki: O iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizaç ederler. Fennen sabittir ki: İmtizaçtan hararet hâsıl olur. Çünki imtizaç, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizaç vaktinde her iki zerre, yâni onun zerresi, bunun zerresiyle imtizaç eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünki imtizaçtan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre, bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hakîm'in bir kanunu ile hararete inkılâb eder. Zaten ""hareket, harareti tevlid eder"" bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziyye, bu imtizac-ı kimyeviyye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur. İşte nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor. Hem nâr-ı hayatı işal ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mucizat-ı kudret-i İlâhiyye olan kelime meyvelerini veriyor. $ S.)" evride
toplardamar.
Evs
Bahşiş vermek. * Kurt.
Evsa'
Daha geniş. Çok vasi'.
Evsâf
(Vasf. C.) Vasıflar, sıfatlar.
evsâf
vasıflar, özellikler.
Evsâf-ı cemile
Güzel vasıflar. İyi hasletler.
785
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Evsâf-ı nisbiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Ölçü ve kıyasa göre olan vasıflar. (Sıcaklık, soğuklukla bilindiği, karanlık derecesi aydınlıkla görüldüğü gibi.)
Evsah
(Vesah. C.) Pislikler, murdarlıklar, kirler.
Evsak
En çok inanılan, ziyade sağlam. Daha çok vüsuk sahibi.
Evsal
(Vasl. C.) Vücuttaki mafsallar, oynaklar.
Evsam
(Vasm. C.) Arlar, hayâlar, utanmalar.
Evsan
(Vesen. C.) Putlar. Sanemler.
Evsât
(Vasat. C.) Ortalar. Vasatlar.
evsat
orta, orta hâl.
Evsat
Ortada olmak. * Vasatta olan. Orta. Orta hâlli.
Evsât-ı mufassal
Kur'ân-ı Kerimin 86. suresi olan Tarık Suresinden 98. sure olan Beyyine Suresinin sonuna kadar olan surelerdir.
Evşab
Aşağılık kimse, âdi ve rezil kişi. Ayak takımı.
Evşal
(Veşl. C.) Damla damla akan su. * Birbiri ardınca katar gibi peşpeşe gelen kimseler.
Evşaz
Yardımcılar, tarafdarlar. Aşağılık ve ayak takımı olan kişiler. * Vücuttaki mafsallar, oynak yerler.
Evşen
Yaltakçı, dalkavuk.
Evşeng
f. Sicim. İnce ip.
Evtad
(Veted. C.) Direkler. Kazıklar. * Ricâlullahtan birine verilen isim.
evtâd
direkler, kazıklar.
Evtad-ül arz
Tepeler. Dağlar. Arzın direkleri.
Evtaf
Kirpikleri uzun ve kaşı kıllı olan kimse.
Evtan
(Vatan. C.) Vatanlar, insanın doğup büyüdüğü ve sevdiği memleketler, hatta uğrunda can verilen topraklar.
Evtar
(Vatar. C.) İhtiyaçlar.
786
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
evtâr
tek, eşsiz.
Evtar-ı âcile
Acil ihtiyaçlar.
Evtas
Arap Yarımadasında, Hevâzın ilinde bir derenin ismi olup, Peygamberimizin (A.S.M.) Huneyn Vak'ası bu vâdide vuku bulmuştur.
Evvab
(Evb. den) Rücu' eden. Geri dönen. * Günahlardan tevbe edip hakkı kabul eden.
Evvabîn
Tevbe edip günahlardan dönenler.
evvâbin
tevbe edip günahtan dönenler.
Evvah
Kusurunu bilerek, ah, vâh ederek yalvarmak. * Çok âh edip duâ eden. * Merhametli. Sağlam imanlı. Yakin ilim sahibi. Dinde çok âlim olan. Hz. İbrahim Aleyhisselâmın bir vasfı.
Evvel
herşeyden önce var olan ve yaratıkların önceki hâllerine de hükmeden Allah.
evvel
ilk, önce, birinci.
evvelâ
birincisi, önce.
Evvela
İlkönce, birinci olarak, herşeyden önce.
evvelbaba
ilk baba, her türün bir anda yaratılan ilk ferdi.
Evvel-bahar
Nevbahar. İlkbahar.
Evvel-be-evvel
Herşeyden önce, ilk, evvelâ.
Evvel-emirde
İşin başlangıcında, herşeyden önce.
Evvelen
Evvelâ, birinci, ilk olarak.
evvelen
ilk olarak.
Evvelîn ü âhirîn
İlkler ve sonlar. Evvelkiler ve sonrakiler.
Evvelîn
Evvelkiler, ilkler.
evvelîn
öncekiler.
787
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Evveliyat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Başlangıçlar. Mukaddemat. İlk öndekiler. İbtidaki cihetler. * Her akıllının tereddütsüz tasdik ve kabul edeceği hususlar. * Man: Mücerred mevzu ve mahmulleri arasındaki nisbet tasavvur edilince aklın kat'iyyetle teslim ve tasdik ettiği kaziyeler.
Evveliyet
Evvel oluş. (Bak: Mecaz)
Evvel-ül-evâil
Evvellerin evveli. * Hâdiselerin başlangıcı.
Evy
Bir nesne yerine gelmek.
Evza'
(Vaz'. C.) Haller. Durumlar.
evzâh
daha açık.
Evzah
Daha açık. Pek âşikâr. En vâzıh.
Evza-ı garibe
Garip haller.
Evzak
İçinde su veya başka birşey biriken çukur yer.
Evzan
(Vezin. C.) Vezinler. Tartılar.
Evzan-ı aruziyye
Edb: Aruz vezinleri.
Evzar
(Vizr. C.) Ağırlıklar. Yükler. * Mc: Günahlar. * (Vezer. C.) Kal'alar, kaleler, hisarlar, sığınılacak yerler. * Üstünlükler, galebeler. * Dağlar.
Evzayiş
f. Çoğalış, artış.
Ey
"(Arabçada) ""Bak, dinle, dikkat et, yahut, demektir ki"" mânalarına gelir. Bir ibareyi tefsir için kulanılır. Türkçede: Yakın nidâ içindir."
ey
hitap sözü.
Eya
"f. Acaba mânasına nidâdır. ""Hey, ey"" gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır."
Eyadi
(Eydi) (Yed. C.) Eller. * Mc: Sebepler. Nimetler.
eyâdi
eller.
Eyadi-i kesire
Çok eller. Çok sebebler.
Eyalat
(Eyâlet. C.) Valilerin idareleri altında olan memleketler, vilâyetler.
788
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eyalet
(C: Eyâlât) Vilâyet. Bir vâlinin idaresinde olan memleket, şehir.
Eyama
(Eyyim. C.) Bekârlar, evli olmayanlar.
Eyamin
(Eymen. C.) Pek hayırlı, uğurlu olanlar. En yümünlü.
Eyazi
f. Kadınların yüzlerine örttükleri peçe, örtü.
Eybe
Rücu' etmek. * Gurub etmek, batmak.
Eyd
Kuvvet.
Eyda'
Za'feran.
Eydi
(Yed. C.) Eller. * Mc: Kuvvetler. (Daha çok Eyâdi şeklinde kullanılır.)
Eydiye
(Yed. C.) Nimet. * Eller.
Eyhem
Sağır. * Bahadır.
Eyheman
Ateş ve sel.
Eyhukan
Maydanoz otu.
Eyid
Kuvvetli, şiddetli kimse.
Eyir
Sıcak yel.
Eyke
Sık ve birbirine karışmış ağaç. * Yumuşak. * Ağaç bitiren bataklık. (Bak: Ashab-ı Eyke)
Eyker
İlâç yapılan bir ot.
Eym
(C: Üyum) Yılan.
Eyman
(Eymün) (Yemin. C.) Andlar. Yeminler. Kasemler. * Fık: Zevcesi ölmüş er. * Sağ taraflar. Sağlar.
Eyman-ı sâdıka
Doğru yeminler.
Eymen vâdisi
Musa'nın (A.S.) tecelliye mazhar olduğu Tûr Dağı'ndaki vadi.
Eymen
En meymenetli. En uğurlu. Sağ taraf.
Eyne
Nere? Nerede? Nereye? (mânasına sual için söylenir ve zarf-ı mekândır). * Zaman. An. * Yorgunluk (mânâsında da kullanılmıştır.)
789
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
eyne
nereye, nerede?
Eynel mefer
(Eyn-el mefer) Nereye gidilebilir? Nereye kaçılabilir? Kaçacak yer var mı?
eynelmefer
nereye kaçmalı?
Eynessera-min-es-süreyya
(İmkânsızlık bildiren bir tâbirdir ki) Yer nerede, Süreyyâ
nerede?.. Süreyyâ ile yer bir olur mu? (meâlindedir ve birbirlerine zıt ve uzak olan şeyler için söylenir.) eynesserâminessüreyyayer nerede, Süreyya nerede? Eyniyet
Mekânda bulunması sebebiyle birşeye ârız olan hâlet.
Eys
Varlık. Vücud. Mevcud. * Kahir. Zulüm. * Zarar, ziyan. * Ümidsiz olmak. Ye'se düşmek. (Bak: Leys)
Eysar
Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler. * Ot.
Eyser
Sol taraf. Soldaki. * Pek kolay.
Eytal
(C: Eyatil) Boş böğürlü.
Eytam ve erâmil
Yetimler ve dullar.
Eytam
(Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.
eytam
yetimler, babaları ölmüş çocuklar.
Eyum
Erkeksiz kadın (ki, önce ere varmış olsun-olmasın).
Eyvah
f. Heyhât, yazık.
Eyvallah
"Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de selâmlaşmaktır ve bu sünnet-i seniyyedir."
eyvallah
peki, öyle olsun.
Eyvan
f. Köşk. Büyük salon. Büyük sofa. Divanhâne.
eyvan
köşk, saray.
790
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Eyvan-ı kisra
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dicle Nehri kenarında sol tarafta Medâyin şehrinde yıkıntıları bulunan eski İran (Acem) Padişahına mahsus bir saray. Bu saray, Peygamberimizin (A.S.M.) doğduğu gece çatlamıştır.
Eyyam
(Yevm. C.) Devirler. Günler. * Güç, iktidar, nüfuz.
eyyâm
günler.
Eyyam-ı âdiyye
Tâtil günlerinin haricindeki günler.
Eyyam-ı bahur
Ağustos ayının ilk yedi günü.
Eyyam-ı bîz
(Eyyâm-ül bîz) Her arabî ayın 12, 13, 14, 15'inci günleri.
Eyyam-ı cem'
Hac mevsiminde Arafat ve Mina'da geçen dört gün.
Eyyam-ı kur'aniye
"Kur'an-ı Kerim'e göre olan günler (...Semavatta herhangi bir kürenin kendi etrafında bir defa dönmesi ile gün; mensub olduğu seyyarenin etrafında bir defa dönmesi ile de senesi meydana gelir. Her yıldızın kendine göre bir günü ve senesi vardır. Meselâ: Şems-üş-şumusun bir günü ellibin sene ve Şi'ra yıldızının bir günü bin senedir.)"
Eyyam-ı maziyye
Geçmiş günler.
Eyyam-ı resmiyye
Resmi günler.
Eyyam-ı teşrik
"Kurban bayramının birinci gününden sonraki diğer üç güne verilen isimdir. Zilhiccenin 11, 12 ve 13 üncü günleridir. Birinci gününe ""yevm-i nahr"" (kurban günü) denir."
Eyyamün ma'dudat
Kurban bayramının son üç günü. * Sayılan günler. * Ramazan-ı Mübârekin sayılı günleri.
Eyyan
Vakit, zaman.
Eyyid
Kuvvetlendir, teyid et, devam ettir (meâlinde).
Eyyid-allahu mülkehu Allah'ım onun mülkünü devamlı kıl, kuvvet ver (meâlinde duâ.) Eyyim
"Bekâr, dul. Eyyim; gerek bikir, gerek seyyib olsun zevci olmayan kadına ve zevcesi olmıyan erkeğe denir ki, buna bekâr denir. Bundan
791
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
başka eyyim; hür kadına ve bir kimsenin kızı, hemşiresi, teyzesi gibi yakın hısmına da ıtlak edilir. (E.T.)" Eyyûb
hastalığına sabretmesiyle meşhur bir peygamber.
Eyyûb-ül ensarî
(Bak: Ebu Eyyub-ül Ensarî)
eyyü
" ""ya, ey"" mânâsında hitap edatı."
Eyyü
"Sual sormak için ""Hangi? Ne? Ne vakit?"" mânalarına kullanılır."
Eyyühel-ihvan
Ey kardeşler, ey ihvân (meâlinde hitab).
eyyühelmünâfık
ey münafık, ey mümin görünen kâfir!
Eyzan
Böylece, kezâ, bunun gibi, yine böyle, bu da böyle.
eyzan
önceki gibi.
Ez ân cümle
O cümleden olarak.
Ez kaza
f. Kazâ olarak, tevâfuk olarak. Beklenmedik ânda.
Ez ser-i nev
Yeni baştan.
ez
" ""den, dan"" mânâsında ön ek."
Ez
f. ...den, ...den.
Eza
Ticarette kaybetme, zarar etme. * Kibir ve gururunu bıraktırma. * Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey. * Hayır ve sadaka yoluyla mal vermede gururlanmak. Tetavül etmek.
ezâ
üzme, incitme.
Ez'af
(Zı'f. C.) Bir şeyi iki katı yapan fazlalıklar. Katlar.
Ez'af-ı muzâafa
Pek çok, kat kat.
Ez'af-ı nâs
İnsanların en zayıf olanı.
Ez'af-ül ibad
Kulların en zayıf olanı.
Ezahir
Çiçekler, şükufeler.
ezahir
çiçekler.
792
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ezahir-i efkâr
Fikir çiçekleri.
Ez'akî
Kısa boylu ve kötü olan adam. Kötülük yapan kimse.
Ezame
(C.: Ezamât) Hışım ve gadap etmek. Kızmak, hiddetlenmek.
Ezamim
(İzmâme. C.) Cemâatler, topluluklar.
ezan
namaza davet için edilen nida.
Ezan
Namaza dâvet ve vahdaniyet-i İlâhiyyeyi ve hakaik-ı İslâmiyyeyi âleme, kâinata ilân etmek için minare ve emsali mahallerde edilen nidâ. Kamet getirmek. * Bildirmek.(Ezan, Müslümanlığın mühim bir şiârıdır. Ezan esnasında konuşmamak, hattâ Kur'an okumayı bırakıp dinlemek efdaldir. B.İ.İ.) (Bak: Taabbüdî)
Ezanî saat
Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat.
Ezanî
Ezan ile alâkalı.
E'zar
Özürler. Kusurlar. Bahaneler.
Ez'ar
Saçı az olan kimse. * Otu az olan yer. * Zâlim ve kötü huylu kimse.
Ezat
(C.: Üzâ-Ezy) İçinde su birikmiş çukur yer.
Ezb
Anasından yeni doğmuş hayvan.
Ezbad
(Zebed. C.) Paslar. * Dörtte birler, çeyrekler. * Köpükler.
ezber
zihinde tutma.
Ez-cümle
f. Bu cümleden, meselâ, bunun gibi.
ezcümle
meselâ, bunun gibi.
Ezdad
"Zıdlar. Mukabil ve muhalif olan şeyler. Birbirinin tersi veya zıddı olanlar.(Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış: Hayır şer, güzel çirkin, nef zarar, kemâl noksan, ziya zulmet, hidayet dalâlet, nur nâr, imân küfür, tâat isyan,
793
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
havf muhabbet gibi âsârlariyle, meyveleriyle şu kâinatta ezdad, birbiriyle çarpışıyor. Daima tagayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrılacak. O vakit, Cennet Cehennem suretinde tezahür edecektir. Madem âlem-i beka, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır. Elbette anasır-ı esasiyesi, bekaya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet - Cehennem; şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir, ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz, münasip maddelerle dolacaktır.Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki:Hakîm-i Ezeli, inayet-i sermediyye ve hikmet-i ezeliyyenin iktizası ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esmâ-i hüsnâsına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşvünemaya sebeptir. O neşvünema ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-ı nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakaik-ı nisbiyyenin zuhuru ise, Sâni-i Zülcelâl'in esmâ-i hüsnâsının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedaniyye suretine çevirmesine sebeptir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki: Ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.İşte, bu mezkur sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette
794
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
irade ettiğinden şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tegayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem ederek, hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tehavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti, esmâ-i hüsnâ hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamiyle yazdı. Kudret, nukuş-u san'atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini ifa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey, mânasını ifade etti. Dünya âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni-i Kadirin bütün mu'cizat-ı kudretini, umum havarik-ı san'atını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedi manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni-i Zülcelâl'in hikmet-i sermediyyesi ve inayet-i ezeliyyesi; o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o esmâ-i hüsnânın tecellilerinin hakaikını, o kalem-i kader mektubâtının hakaikını, o nümûne-misâl nukuş-u san'atının asıllarını, o vezaif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini, o hidemat-ı mahlukatın ücretlerini ve o kelimat-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri mânaların hakikatlarını ve istidat çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübra açmasını ve dünyadan alınmış misali manzaraların göstermesini ve esbab-ı zâhiriyenin perdesinin yırtmasını ve herşey doğrudan doğruya Hâlık-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatları iktiza etti ve o mezkur hakikatları iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tagayyür ve fenadan tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedileştirmek için o zıtların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbabını ve ihtilâfatın maddelerini tefrik etmek istedi.
795
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Elbette kıyâmeti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte şu tasfiyenin neticesinde cehennem, ebedî ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri $ tehdidine mazhar olacak. Cennet ebedî, haşmetli bir suret giyerek ehil ve ashabı $ hitabına mazhar olacak. Hakîm-i Ezelî, şu iki hanenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedi ve sabit bir vücut verir ki; hiç inhilâl ve tagayyüre ve ihtiyarlığa ve inkıraza mâruz kalmazlar. Çünki inkıraza sebebiyet veren tagayyürün esbabı bulunmaz. S.)" ezdâd
zıtlar.
Ezder
f. Münâsib, muvâfık, yaraşır, lâyık.
Ez-dil
Gönülden.
Ezdili can
(Ez-dil-i cân) Candan ve gönülden.
Ezeb
Leim kimse. * Kısa boylu.
Ezebb
f. Saçları uzun ve kaşlarının kılları çok olan adam.
Ezec
(C.: Azec) Süleyman Aleyhisselâm'ın yaptığı bir bina adı.
Ezecc
Uzun ve ince kaşlı.
ezel
başlangıcı olmama, öncesizlik.
Ezel
İbtidası ve başlangıcı olmayan, her zaman var olan.
ezelî
başlangıcı olmayan.
Ezelî
Ezele mensub ve müteallik. Devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan.
ezeliyet
varlığının başlangıcı olmama.
Ezeliyye
"Ezele mensub, ezel ile ilgili, ezelîlik.(S - Bütün silsilelerin Hâlik'ın vücub-u vücuduna kat'i şehadetleri göz önünde olduğu halde, bazı insanların madde ile maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zâhib olmakla dalâlete düştüklerinin esbabı nedendir?C - Kasd ve dikkatle
796
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
değil, sathi ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve bâtıla, mümkin nazarıyla bakılabilir. Meselâ:Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilâli arayanlar içinde ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilâli görmek için bütün kasıd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip hilâli araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl nasılsa gözüne ilişir. O zat derhal ""Hilâli gördüm."" der. ""İşte bu gördüğüm Ay'dır."" diye hükmeder.İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla batıla bakar. O batıl da; ihtiyarsız, talebsiz, dâvetsiz fikrine gelir. Fikri de, çar-naçar alır saklar, yavaş yavaş kabul ve tasdikine de mazhar olur. Fakat onun o batılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizâm-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıt olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acib san'at eserlerini esbab-ı câmideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir. İ.İ.)" Ezell
Kurtla sırtlandan doğan hayvan. * Oturak yerinin iki yanları arık ve yeyni olan.
Ezell-i nâs
İnsanlar içinde en rezil ve aşağılık olan adam.
Ezem
Ağzını yumup oturmak. * Sabretmek. * Yemekten ve içmekten men'etmek. * Isırmak. * Gayret etmek. * Bükmek.
Ezfar
Tırnaklar. * Tırnakbahuru denilen tıbbi bir koku. * Şimal kutbunda bulunan küçük yıldızlar.
Ezfelî
Cemaat-ı kalile. Az cemaat. Ufak topluluk.
Ezfer
Uzun tırnaklı.
797
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ezfile
Cemaat, topluluk, güruh, bölük.
Ezfir
Çok iyi kokulu nesne.
Ezgehan
f. Tembel adam. İşi gücü olmayan kimse.
Ezhab
(Zeheb. C.) Yumurta sarıları. * Altunlar.
ezhân
zihinler.
Ezhan
Zihinler. Müdrikler. Anlamayı meydana getiren duygular.
Ezhar (azhâr)
(Zahr. C.) Satıhlar, yüzler. * Sırtlar, arkalar. Binek hayvanının sırtları.
Ezhar
(Zehre. C.) Çiçekler. Zehreler. şukufeler.
ezhâr
çiçekler.
Ezhar-ı nev-bahâr
Bahar çiçekleri.
Ezhar-ı rebiî
Bahar çiçekleri.
Ezhel
Gafil kimse. Gaflette bulunan kişi. * Pek dalgın.
Ezher
Mısırda bulunan büyük bir üniversite.
ezher
pek parlak.
Ezheran
(Ezhereyn) Ay ile güneş.
Ezher-ül vech
Yüzü nurlu olan.
Ezib
Rezil, âdi ve aşağılık kimse. * Kıble rüzgarı. * Riyh-u cenub ile Sâbâ arasında esen yel. * Sevinmek, ferah ve neşat.
Ezikka
(Zukak. C.) Yollar, sokaklar.
Ezille
Zeliller, alçaklar.
Ezimme
(Zimam. C.) Yularlar. Bağlar.
Ezimme-i umur
İşlerin idâresi.
Ezin
Kefil.
Ezir
f. Haykırma, bağırma.
eziyet
büyük sıkıntı, incinme.
Eziyet
İncinme. Sıkıntı çekme.
798
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ezka
En anlayışlı. En zeki.
Ez-kadim
f. Eskiden, önceleri.
Ezkan
(Zakn. C.) Çeneler.
Ezkar
(Zikr. C.) Zikirler.
ezkâr
zikirler, Allahı anmalar.
Ezkat
f. Kötü düşünceli kişi.
ezkaza
kaza olarak.
Ezker
Maharetli duvar ustası.
Ezkiya
(Zeki. C.) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar.
ezkiyâ
temiz ve iyi insanlar.
ezkiya
zekiler.
Ezl
Güçlük. * Darlık. * Hapsetmek.
Ezlaî
Uzunca ve iri olan şey.
Ezlak
Aleyhte söz söyleyen adam. * Keskin olan şey.
Ezlam
(Zelm. C.) Oklar. Kumar okları.
Ezlef
(C: Zelef) Burnunun ucu uzun ve ince olan.
Ezlem
(Bak: Azlem)
ezlem
en zâlim.
Ezm
Yemek, ekl.
ezman
zamanlar.
Ezman
Zamanlar. Vakitler. Müddetler.
Ezmâr
(Zimr. C.) Kahramanlar, yiğitler, bahadırlar.
Ezmâr-ı etrâk
Türk kahramanları.
Ezmayiş
Tahtadan yapılmış demir temrenli bir cins ok.
Ezme
Kıtlık, kaht. * Şiddet. * Darlık. * Bir kere yemek.
799
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ezmel
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hareket etmek. * Muzdarib olmak, acı çekmek. * Savt, sadâ, ses. * Gül.
Ez-men
f. Benden.
Ezmine
(Zaman. C.) Zamanlar.
ezmine
zamanlar.
Ezmine-i kadime
Eski zamanlar.
Ezmine-i mâziyye
Geçmiş zamanlar.
Ezmine-i müstakbele Gelecek zamanlar, müstakbel zamanlar. Eznab
(Zenb. C.) Suçlar, günahlar. * Kuyruklar.
Eznem
Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi.
Ez-nev
f. Yeni baştan, yeniden.
Ez-on sebeb
O sebepten.
ezost
ondan.
Ez-ost
Ondan.
Ezr
(C.: Uzur) Arka ve sırt. * Kuvvet.
Ezra
Kulağı beyaz, gövdesi siyah olan davar.
Ezrab
Diş kökü.
Ezrak
Saf ve temiz su. * Gök renkli, mâvi.
Ezrar
(Zirr. C.) Elbise düğmeleri.
Ezrebî
Azerbeycan'ın Arapça adı.
Ez-tu
Senden.
Ezûc
Hayâsız ve edebsiz adam. * Sert başlı at.
Ezum
Isırıcı, ısıran.
Ezuz
Pek keskin olan kılınç veya hançer.
Ezvac
Çiftler. Zevceler. Nikâhlı karılar. * Kocalar.
ezvâc
eşler.
800
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ezvac-ı tâhirat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Hz. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) ismetli ve iffetli, pâk zevce-i muhteremeleri (R.A.) ""Mü'minlerin anneleri"" diye bilinen ve Peygamberimize (A.S.M.) âilelik etmek şerefine ermiş mübârek hanımlar.(Zât-ı Risaletin akvâli gibi, ef'al ve ahvâli ve etvâr ve harekâtı dahi menabi-i din ve şeriattır ve ahkâmın mehazleridir. Şıkk-ı zâhirîsine Sahabeler hamele oldukları gibi, hususi dairesindeki mahfî ahvalâtından tezâhür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de Ezvac-ı Tâhirat'tır ve bilfiil o vazifeyi ifa etmişlerdir. Esrar ve ahkâm-ı dinin hemen yarısı, belki onlardan geliyor. Demek bu azîm vazifeye, bir çok ve meşrebce muhtelif Ezvac-ı Tâhirat lâzımdır. M.)"
ezvâcıtâhirât
Peygamberimizin iffetli hanımları.
Ezvah
Münkabız olmak. * Yakınlık.
ezvak
zevkler.
Ezvak
Zevkler. Keyfler. Eğlenceler.
Ezver
Boynu eğri olan kimse.
Ezvet
Küçük yanaklı.
Ezyaf
(Zıyf. C.) Misafirler. Mihmanlar.
Ez-yah
"f. ""Buzdan soğuk"" mânasına gelir."
Ezyak
(Zîk. dan) Pek dar ve sıkıntılı. Çok zor.
Ezyal
(Zeyl. C.) Ekler. İlâveler. Zeyiller.
ezyâl
zeyiller, ekler.
Ezyed
Çok ziyade. Daha fazla. En ziyade.
Ezz
Depretmek ve koparmak. * Kandırmak, aldatmak.
))) Fa
Osmanlıca alfabenin 23'üncü harfi olup ebcedî değeri 80'dir.
801
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fa'al
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Mübalâgalı ism-i fâil) Çok işleyen ve çalışan. Durmayıp işleyen. Çalışkan. Devamlı iş yapan.
Fa'aliyet
İş görmek, çalışmak. Boş durmayış.
Fa'alâne
f. Hiç durmazcasına çalışarak. Daima çalışır surette.
Fa'alün lima-yürid
"""Kayyumiyet sırrıyla ve faaliyet-i daimesiyle her an istediğini istediği gibi yapar."" meâlinde bir âyettir."
Fa'fa'
Kasap. * Çoban. Hafif kimse.
Fa'faa
"Çobanın koyunu çağırması. Çağırıp ""fâfâ"" demek."
Fa'faî
Koyun çobanı.
Fa'l
İşlemek mânâsına mastar.
Fa'm
Dolu.
Fa-ül fiil
Gr: Bir fiilin aslî harflerinden birinci harfi.
Faal
Balta sapı. * Kerem.
faal
çalışkan, işleyen.
Faale(t)
(Fâil. C.) Fâiller, özneler, iş yapanlar.
faaliyet
çalışkanlık, çalışma.
Faaliyet-i rububiyet
"Allah'ın rububiyet faaliyeti ve icraatı.(Hâlik-ı Zülcelâl hayret-nümâ, dehşet-engiz bir surette bir faaliyet-i Rububiyetiyle, mevcudatı mütemadiyen tebdil ve tecdit ettiğinin bir hikmeti budur: Nasılki mahlukatta faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki: Herbir faaliyette, bir lezzet nev'i vardır; belki herbir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemâldir. Mâdem faaliyet; bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve mâdem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcib-ül-Vücud, zât ve sıfât ve ef'âlinde, bütün enva-ı kemâlâta câmi'dir; elbette o Zât-ı Vâcib-ül
802
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâi zâtisine ve gına-i mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtisine münasip bir şekilde; hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. Elbette o şefkat-i mukaddesen ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardır. Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tâbiri câiz ise, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır. Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber; hadsiz onun merhameti cihetiyle faaliyet-i kudreti içinde, mahlukatının istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş'et eden, o mahlukatın memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen Zât-ı Rahman ve Rahim'e ait, tâbiri câiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki; hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor ve o hadsiz tağyir ve tebdil dahi; mevt ve ademi, zeval ve firakı iktiza ediyor.Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuâtın gayelerine dâir gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düşer veya Sofestai olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni'i inkâr eder veya Halika ""mûcib-i bizzat"" der. M.)" faalâne
çalışkanca.
Faalünlimâyürîd
her istediğini yapabilen Allah.
Fabrika
Sanayi mâmüllerinin büyük ölçüde imal edildiği yer.
Faci'
(Fâcia) Büyük belâ. Musibet. Acıklı. Elem verici hâdise. (Dram)
Faciat
Fâcialar, belâlar, musibetler.
803
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Facir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haktan sapan. Haram ve günaha dalmış kötü insan. Günah işleyen. (Bak: Fecir)
Facire
Kötü hayata alışmış, ahlâksız kadın. Günahkâr.
Fadıl
(Bak: Fâzıl)
Fadır
(C: Füdr) Zayıf. * Âciz, güçsüz. * Yaşlı dağ keçisi.
Fagosit
yun. Organik yahut inorganik maddeleri alıp sindirebilen hücre.
Fagr
Açmak.
Fagıre
Hind nilüferi denilen bitkinin kökü.
Fahamet
(Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi)
Fahamet-lû
Osmanlı İmparatorluğu devrinde sadrazama, prenslere ve Mısır Hidivi'ne verilen bir ünvan.
Fahamet-penah
f. Yegâne müracaat edilecek en büyük makam.
Faheka
Vurulduğu yerden kan çıkartan kılıç ve neşter parçası.
Fahh
Ağ, kapan, tuzak.
Fahh-ul fâr
Fare kapanı.
Fahham
Kömürcü.
Fahhar
Çok öğünen. Çok iftihar eden. Fahur. * Çanak, Çömlek. Toprak testi.
Fahhare
Ağaç kap.
Fahharî
Çanak, çömlek, testi ve bardak yapan kimse.
Fahhaş
Her cins fenalık ve kötülükleri şahsında toplamış olan kimse.
Fahim
(Fahm. dan) İtibâr ve nüfuz sâhibi olan, büyük zât.
Fahimâne
f. İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette.
804
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fahir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Fâhire) İftihar eden. Kendi amelini ve kendini beğenen. Övünen. * Şa'şaalı. Ağır. Parlak. Şanlı. * Büyük ve iyi nesne. * Koruğu büyük çekirdeksiz hurma. * Memeleri büyük deve.
Fahite
(C: Fevâhit) Yabani güvercin.
Fahiş
Ahlâka uymaz ve terbiyesiz olan. * Haddi tecavüz eden. Mübalâğalı. * Çok bahil. Nekir ve yaramaz şey.
Fahişe
Ahlâksız ve hayâsız kadın. Namusunu korumayan kadın. * Allah'ın menettiği şey. * Zâniye. Kahbe.
Fahl
Yavaşlık, hilm.
fahl
ileri gelen, üstün.
Fahm
Büyük, kebir, ulu.
fahm
kömür, karbon.
Fahm-i hayvanî
Hayvan kemikleri yakılarak elde edilen hayvan kömürü.
Fahm-i ma'denî
Mâden kömürü.
Fahm-i nebatî
Bitkisel kömür.
Fahmiyyet
Karbonat. Kömürleşmiş olan şey.
Fahmî
(Fahmiyye) Kömürümsü, kömürle alâkalı.
Fahr
Övünme. Yaptığını sayarak övünme. Övülmeye sebeb olacak kimse. Fazilet. Büyüklük. Şeref.
fahr
övünme, iftihar etme.
Fahr-i kâinat
(Fahr-i Âlem, Zübde-i Kâinat, Seyyid-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nâmları. Bütün âlemin kendisi ile şeref bulduğu, iftihar ettiği Hz. Muhammed (A.S.M.). (Bak: Mefhar)
Fahreddin-i razî
(Milâdi 1149-1209) Büyük bir müfessir-i Kur'andır. Fizik, matematik ve tıb hakkında eserleri de vardır.
Fahrikâinat
kâinatın övüncü olan Peygamberimiz.
805
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fahriye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir kimsenin kendini medih için söylediği söz veya şiir. Fahre mensub ve müteallik olan.
fahriye
övünme.
Fahriyyen
Gönülden isteyerek. Karşılıksız olarak.FAHRUL İSLAM $ (Pezdevî): Mavera-ün Nehir'deki Hanefî fukahasının meşhurlarındandır. Hicri 482 tarihinde Semerkant'ta vefat etmiştir.
Fahriâlem
âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz.
Fahrî
Karşılıksız olarak. Parasız olarak. * İftiharla. Övünerek.
fahrî
karşılıksız, parasız.
fahrüddeverân
devirlerin övüncü.
Fahs
Bir şeyin içyüzünü araştırma, aslını tetkik etme. * Ayırtmak. * Bahsetmek. * Seyirtmek. * Sıçramak.
Fahur
Bir fesliğen cinsi.
Fahurane
f. Kendini beğenerek. Kendini medhederek. Çok övünerek.
Fahz
Uyluk. Kalça. Bacağın kalçadan dize kadar olan kısmı. * Bir kimsenin en yakın aşiretinden olan cemaat.
fahâmet
anlayışlılık.
fahûr
çok övünen.
Fahşa
Büyük günahlar. Çirkinlikler. Zina gibi şehevâta tâbi olmakta ifrat ile alâkadar olan günahlardır ki, lisanımızda fuhşiyat tâbir olunur. Ve bunlar, insanların en çirkin hâlleridir.
fahşâ
büyük günahlar.
Faih
(C.: Fevâih) Meyve ve çiçek kokusu.
Faikiyyet
Üstünlük. Kıymetlilik.
Faite
Geçen. Fevt olan. * Vaktinde kılınmamış olan namaz.
806
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Faiz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş hayatındaki mânası, ""sen çalış, ben yiyeyim""dir. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edilen (üretilen) malların fiatına masraf olarak bu faiz eklenir. Böylece malların fiatı faiz yüzünden %50 civarında veya daha fazla artar. Bu malı satın alanlar, ödedikleri fiatla birlikte vaktiyle yatırımcının ödediği faizi kendileri ödemiş olurlar. Böylece tasarruf sahipleri bankadan aldıkları faizden çok daha fazlasını bu malı satın almakla geri ödemiş olurlar. Ayrıca fiatların yükselmesiyle dar gelirlilerin haklarına tecavüz etmiş olurlar. Çalışmadan para alıp vermekle zenginleşen bir zümrenin türemesine de sebep olurlar. İslâm, faizi haram kılmakla bu haksızlıkları önler. (Bak: Riba) * Taşan, dolan."
Faj (fâje)
f. Esneme.
Fak
Yaşlanmış, ihtiyar kimse.
Fak' (fık')
(C: Fıkıa) Bir cins beyaz yumuşak mantar.
Fak'e
Uyumak.
Fakad
Beş parmak dedikleri otun tohumu.
Fakahat
El ayası.
Fakahet
Şeriat bilgisinde âlimlik. Fıkıh bilgisinde mütehassıslık. Anlayışlı olmak. (Bak: Fıkıh)
Fakahetlû
Evvelce müftüler hakkında kullanılmış olan resmî bir lâkab.
Fakaka
Ahmak adam.
Fakakı'
Su üstünde olan kabarcıklar.
807
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fakam
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir kimsenin ağzını yumduğunda alt dişlerinin öne çıkıp, üst dişleriyle üstüste gelmesi. * Dolmak, imtilâ olmak.
Fakare
(C: Fikar) Omurga kemiği.
Fakat
"(""Fa"" ile ""kat"" dan müteşekkil) Hemen, yalnız, ancak, yeter, bes, gerçi, her ne kadar, lâkin, ammâ."
fakat
ama.
Fakd
Bulunmamak, bir şeyi kaybetmek. Belirsiz olmak. * Talebetmek, istemek.
fakd
bulunmayış.
Fakd-ül ahbab
Ahbabsızlık, dostsuzluk. Ahbabın bulunmayışı.
Fakd-ı nakd
Para yokluğu.
fakdülahbâb
sevilenlerin bulunmaması.
Fake
Fakirlik.
Fakfaka
Köpeğin korkudan ürümesi.
Fakfon
Kim: Çinko, nikel ve bakırdan yapılan gümüş görünüşünde bir halita.
Fakha
Her nebatın yeni açmış çiçeği. * Bir yıldız adı. * Dübür halkası.
Fakid
Az rastlanan şey. Nâdir bulunabilen nesne.
Fakih
(Fâkihe) Yaş meyve, yemiş, yaş hurma ağacı. * Şenlendiren, sevindiren.
Fakihe
(C: Fevâkih) Yemiş, yaş meyve.
Fakihet-ül cennet
Cennet meyvesi.
Fakihet-üş şita
Kış meyvesi. * Mc: Ateş.
Fakihiyy (fâkihanî)
Yemiş satan kimse.
Fakir
Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları fakir sayar. Fakirlerden
808
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vergi alınmaz, İslâm devleti zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada, tedavi, tahsil (öğrenim), yolculuk gibi durumlarda fakirlere yardım eder. Çağımızda insanların çoğunun yoksun olduğu sosyal güvenliğe kavuşturur. Bu sebeple de fakir-zengin arasında düşmanlık, zıddiyet, gerginlik, çatışma olmaz. Toplumda denge, huzur, mutluluk, sükun ve sosyal adalet sağlanır. (İnsanlardan istiğna ederek kendini ibadet ve tâata, Kur'an ve iman ve İslâmiyet hizmetine vakfeden zâtlara da mânen zengin mânasına fakir denildiği de görülmüştür.) Fakirhâne
Mütevazilikle söz söyleyen kişinin evi.
Fakirâne
f. Fakir bir kimseye yakışacak surette. Fakircesine.
Fakkah
Ezhar otunun çiçeği.
Fakleyun
Semizotuna benzer bir ot.
Fakr
"İhtiyaç, yoksulluk. * Azlık, muhtaçlık. * Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek. * Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek.(Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtiyle, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelâl'in kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ.. Pekçok evsâf-ı İlâhiyyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında, hadsiz a'dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud'a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdat aramağa mecbur olduğundan vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahim'in dergâhına dayanır; dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinat ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahim'in bârigâh-i rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir. S.)"
809
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fakr
yoksulluk, muhtaçlık.
Fakr-pişe
f. Fakirliğe alışmış, fakirlik içinde, muhtaçlık içinde.
Fakr-üd dem
Kansızlık.
Fakr-ı hâl
Fakirlik hâli.
Fakr-ı mutlak
Mutlak fakirlik. Mü'min bir kulun Cenâb-ı Hakka karşı mutlak muhtaç halde olduğunu bilişi. Nihayetsiz muhtaç olduğu Allaha (C.C.) ve emirlerine tam teslimiyyetle sığınması hâleti.
fakrpîşe
fakirlik yolunda.
fakruzarûret
fakirlik ve yoksulluk.
fakrıhâl
fakir hâllilik.
fakrımutlak
tam ve sınırsız fakirlik.
Faks
Kırmak, kesr.
Faks (fekus)
Ölmek. * İfsat etmek.
Faktör
Fr. Bir neticeyi meydana getiren unsurlardan her birisi. Amil.
faktör
bir sonucu oluşturan unsurlardan her birisi.
Fakus
Hıyar. * Kavun.
fakîr
muhtaç, yoksul.
fakîrâne
fakirce.
fakîrülhâl
fakir hâlde.
Fakîs
Çiftçilerin kullandığı âletlerden halka gibi bir demir.
Fakülte
(Fr. Faculty) Üniversitelerin, ihtisas mevzuu bakımından ayrılmış kollarından her biri. * Hassa, meleke, iktidar. Kabiliyet, kuvvet.
fakülte
meleke, üniversitenin bölümlerinden her biri.
Fakıa
Zahmet, meşakkat.
Fakıd
Oğlunu veya eşini kaybetmiş kadın.
810
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fakıra
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Büyük musibet, zahmet, meşakkat. Dâhiye. Belleri kırıp parçalayan şiddet.
Fal
Uğur. Baht. Tali'. (Bak: Tefe'ül)
Fal-i hayr
İyi alâmet ve işaret. Uğur.
Falak
Tomruk. * Falaka. * Sabah aydınlığı.
Falaka
İki ucunda bir ipin iki uçları bağlı, bir sırıktan ibaret olan ceza âleti.
Falic
Felce uğramış. * Vücudun bir kısmını veya her tarafını tutmaz hale koyan hastalık. * İsabeti çok olan ok.
Falih
İsteğine kavuşan. Kurtulan. Felâh bulan. * Toprak süren. Çiftçi.
Fals
Halâs etmek, kurtarmak.
Falt (felât)
Ansızlık.
Falî
Falcı kimse.
Falîz
(C: Fevâliz) Bostan.
Familya
Fr. Aile. Soy. Zevce. Kadın. Eş. * Aynı cinsten olan nebat grubu. Aynı soydan veya cinsten olan. Aralarında benzerlik bulunan grup.
familya
aile, soy.
Famiyy
Yemiş satıcı, meyve satan kimse.
Fanatik
Fr. Bir dinin veya mezhebin çok aşırı taraftarı olan.
fanatik
aşırı taraftar.
Fani
"Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir. (İnsan hangi bir şeye teveccüh ederse, onunla bağlanır ve onda fâni olur. İ.İ.)(Ey insanlar! Fâni, kısa, fâidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, fâideli, meyvedâr yapmak ister misiniz? Madem istemek, insaniyetin iktizasıdır. Bâki-i Hakiki'nin yoluna sarfediniz. Çünkü: Bâkiye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Madem, her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve
811
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mâdem bu fâni ömrü baki ömre tebdil eden bir çare var ve mânen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeğe çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çâre budur: ""Allah için işleyiniz. Allah için görüşünüz. Allah için çalışınız. Lillâh, Livechillâh Lieclillâh rızâsı dâiresinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları seneler hükmüne geçer. L.)" Fanid
Bayat şeker.
Faniyyet
Fânilik, ölümlülük.
Fantaziye
"yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.(Sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevi dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere Cehennemî hâleti hediye ettin! Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâyı illiyyînden, esfel-i sâfilîne atar. Hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!......Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yâni; medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder. L.)"
Fantezi
yun. Çeşitli ve süslü. Müsrifane süs isteğinden doğan hayal hareketi ile yapılmış süslü eşya veya süslenmek. Ağırbaşlı olmayan.
fantezi
hayâl ürünü, aşırı süs.
fantâziye
yalandan gösteriş, boş debdebe.
812
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fanus
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Fener. Sâbit ve süslü fener. * Kim: Bazı şeylerin üstüne kapatmak için camdan yapılmış kapak.
fanus
süslü fener.
Far
Fr. Otomobil, kamyon gibi nakil vasıtalarının önündeki kuvvetli lâmbalar.
Far'
Budak ve ağaç başı. * Her şeyin alâsı. İyisi. * Her kavmin şereflisi.
Farabî
"(Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. ""Kanun"" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir."
Faraklit
Peygamberimizin incildeki ismi.
Faran
İncil'de Mekke dağlarına verilen isim. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Faran dağlarında zuhur edeceği İncil'de haber verilmiştir.
Farat
Öne çıkan, geçen. * Issız yerlerde konan nişan ve işaret. * Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse.
Faraza
(Esası: Farzâ) Meselâ, öyle sayalım ki, farzedelim ki, ola ki, tutalım ki.
Faraziye
(Fr: Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğruluğu hakkında bundan çıkarılacak mantıkî düşünceler belirlenir, bu sonuçların hakikatta var olup olmadığı görme ve deneme yoluyla kontrol edilir. Buna da tahkik (doğrulama) denir. Netice doğrulanırsa faraziyenin doğruluğu
813
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
isbatlanmış olur ve faraziye kanunlaşır.Bazı cahiller, ilimde tahkik edilmemiş faraziyeleri doğru hüküm zanneder. Faraziyenin doğruluğu hakkında ileri sürülen fikirleri de isbat zanneder. Oysa bu isbat değil, iddiadır. Doğruluğun müşahede ve deneme ile isbatlanması gerekir. Müsbet ilimlerde durum budur. faraziye
ispat edilmemiş düşünce, varsayım.
farazâ
diyelim ki.
Farazî
(Bak: Farzî)
farazî
farzedilen, varsayılan.
Faraş
(Feraşe. den galat) Süprüntüleri toplamağa ait kulplu kutu, kürekçik. Süpürge. (Bak: Ferraş)
faraş
süprüntü toplama aleti.
Farfara
Hafif meşreblik. Gürültülü. Gürültüye boğmak. * Akılsızlık.
farfara
gürültücü, övüngen.
Fari'
Yüce nesne.
Faric
(Ferec. den) Keder ve tasadan kurtaran.
Farig
İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş. * Fık: Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden.
Farig-ül hal
Hali rahat, hali vakti iyi olan.
Farih
(C: Fevârih-Füreh) Gayretli davar. * Akıllı kişi.
Faris
İran. İranlı. * Binici, süvâri. * Ferasetli, anlayışlı. * İrandaki Şiraz vilâyeti.
Farisan
(Fâris. C.) Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devrelerinde eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler.
Farisiyyat
Fars edebiyatı, İranlıların edebiyatı.
814
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Farisî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Acemce, Farsça. İran'la alâkalı ve ona müteallik. İran dili veya halkı ile alâkalı olan.
Fariz
Yaşlı.
Farizıyy (ferazıyy)
Feraiz bilen kişi.
Fark
Ayrılık, başkalık. Ayırma, ayrılma, seçilme, * Başın tepesi, baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer.
fark
ayrılık, başkalık.
Fark-ı fâhiş
Çok fazla, haddini çok aşan fark.
Fark-ı tâmm
Tas: Dünya ile olan alâkaları tamamen terkederek, ehadiyyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haleti.
Farkadan
(Bak: Ferkadan)
Farmason
Fr. Mason. Dinsiz, imansız. (Bak: Mason)
farmason
mason, islâm düşmanı.
Fars
iranlı.
Fart
İfrat, çok aşırı olmak. Aşırılık. * Acele etmek ve ansızın gelmek. * Yollara alamet olarak konulan işâret.
fart
aşarılık.
Fart-ı gayret
Gayrette aşırılık.
Fart-ı muhabbet
Muhabbet ve sevgide aşırılık.
Fart-ı zekâ
Âdetin üstünde, çok ileri zeki olmak. Emsâli bulunmayan zekâvette oluş.
Faruk
Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. Haklıyı haksızı ayırmakta çok mâhir olan. (Hak ile bâtılı birbirinden tam ayırarak İslâmiyeti kabul ettiği ve islâm nurunu izhar ettiği ve imân ve küfrün arasını fark ve faslettiği için Hz. Peygamber (A.S.M.) tarafından Hz. Ömer'e (R.A.) bu isim verilmiştir.)
815
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Farukî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı.
Faryab
f. Dere ve ırmak suyu ile sulanan yer. * Eski Horasan'da Belh'e yakın bir şehrin adı.
Farz
"Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı ""karz""dır.) * Takdir veya beyan eylemek. * Bir şeyi delmek, gedik açmak. * Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus. * Addetmek, saymak, tutmak. * Fık: Din hususunda icrası vâcib, terki mâsiyet olan Hükm-ü İlâhî. Kur'an-ı Kerim veya Hadis-i Şerifle sâbit olan Cenab-ı Hakk'ın kat'i emri: Şirk koşmamak, iman etmek, namaz kılmak, yalan söylememek gibi..."
farz
her müslümanın şahsen yapmakla yükümlü bulunduğu ilâhî emir.
Farz-ı ayn
Herkesin yapmaya mecbur olduğu farz. Namaz kılmak, yalan söylememek, imân etmek, oruç tutmak gibi.
Farz-ı kifaye
Bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin günahtan kurtuldukları farz. Cenâze namazı kılmak gibi.
Farz-ı muhal
Olması imkânsız olup, var gibi kabul edilen. Olmayacak şeyi, olmuş gibi düşünmek.
Farz-ı nebevî
(Bak: Sünnet)
Farz-ı zannî
Müçtehidlerce kat'i bir delile yakın derecede kuvvetli görülen, zanni bir delil ile sâbit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'î kuvvetinde bulunur. Buna farz-ı amelî de denir. Meselâ: Abdestte mutlaka başı meshetmek bir farz-ı kat'îdir. Başın dörtte birini meshetmek bir farz-ı amelîdir.
Farza
Diyelim ki, farzedelim ki, öyle kabul edelim ki, ola ki.
816
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Farzen (farzan)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Farzedelim ki, kabul edelim ki, diyelim ki. * Farz olarak. Farziyyeti kabul edilerek.
farzetme
sayma, tutma.
Farziye
(C.: Farziyyât) Bazılarına göre kabul edilir sayılan. Mevhum ve itibarî olan. Aslı isbat edilmemiş hüküm.
farziyet
farz oluş.
Farzî
Farzedilene, tahmin olunana dair. Takdir ve tahmin usulüne dayanan ve ona müteallik.
farzıayn
her müminin mutlaka yapması gereken vazife.
farzıkifâye
bazı müminlerin yapmasıyla sorumluluktan kurtulunan vazife.
farzımuhâl
imkânsızı bir an mümkün sayma.
Farâbî
Aristonun tesirinde kalan bir filozof.
Farîza
Borç, vazife. Allah'ın açık emri olup, yapılması şart olan vazife. * Fık: Ölen bir kimsenin mirasından mirasçılara düşen hisse, pay.
farîza
kaçınılmaz ödev, boyun borcu.
Farîza-i zimmet
Yapılması mutlaka boynumuza borç olan vazife.
Farıt
Geçmiş, önceki, önde bulunan. Sâbık, mukaddem.
Fas'
Hurmanın kabuğunu soymak.
Fasafıs
Beyaz söğüt dedikleri ağaç.
Fasaha
Ruşen olmak, parlamak. * Hâlis olmak.
Fasahat
"Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.Fasâhat: Sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle, lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alâkalıdır. Fasâhatin daha yüksek derecesine belâgat denir ki; fasih bir
817
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sözün, yerine ve adamına göre söylenmesidir. Her beliğ söz, yerine göre denmemişse, beliğ olamaz. (Edb. S.)Kelimenin aslı: ""Sütün köpüğü gidip hâlis kalması"" mânasına idi. Sonra bir şeyin sâfi ve şaibelerden, şüphelerden hâlis olmasında kullanılmıştır. Bir şeyin belli ve âşikâr olması. (L.R.)(Lâfzındaki fesahat-ı harikasıdır. Evet Kur'an mânen üslub-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat'i vücuduna, usandırmaması delildir ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maaninin dâhi ulemasının şehadetleri bir bürhân-ı bâhirdir. Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzi olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'an onun kulağında ve dimağında aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur'an, kulube kut ve gıda ve ukule kuvvet ve gınâdır ve ruha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek Kur'an hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor, daima gençliğini muhafaza ettiği gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyşin rüesâsından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur'anı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: ""Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbâımızı
818
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kandırmak için sihir demeliyiz."" İşte Kur'an-ı Hakîm'in en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar. S.)" Fasahat-perdâz
f. Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan.
Fasal
Ek. Bilek.
Fasd
Kan alma, hacamet. * Damar kesmek.
Fasda'
"""Fe"" takip edatından sonra fiilinin emr-i hâzırı."
Fasete
Fr. Tıraş olunmuş elmasın yüzlerinden her biri.
Fasika
Fâre.
Fasikül
Fr. Bir kitabın ayrı bir kapak içinde satılan bölümlerinden her biri.
Fasit daire
(Bak: Fâsid daire)
Fasl
"(Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal. * Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. (Buna ""Faysal"" da denir) Halletmek. Ayrılma. Çözme. * Bölüm. * Mevsim. * Aynı makamda çalınan şarkı. * Çocuğu memeden kesmek. * Birini zemmetmek. Gıybet."
fasl
bölüm, mevsim.
Fasl-ı bahar
İlkbahar.
Fasl-ı gül
Gül mevsimi, ilkbahar.
Fasl-ı harif
Güz mevsimi.
Fasl-ı hazân
Sonbahar, güz.
Fasl-ı hitâb
İki söz arasını ayıran kelime veya isimlerden biri. Önsözden sonra asıl maksada giriş. * Fık: Şahitlerin gösterdiği delil veya yeminlerinden sonra hâkimin hükmetmesi. * Hakkı bâtıldan ayırarak, nizaı ayırt edip kesmek ve halletmek. Herşeyi kemal-i vüzuh ile fasledip hakikatını göstermek.
819
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fasl-ı zamanın sahife-i selâsesi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman. * Asr-ı saadetten
evvelki devir, Asr-ı saadet ve ondan sonraki zamanlar. Fasl-ı şitâ
Kış mevsimi.
Fasm
Bir şeyi tam kesmeyip ilişik bırakmak.
Fass
Yüzük taşı. * Kemiğin oynak yeri. * Meyve içi. Lüb. * Kitabın bend ve mebhası. * Mektup ve emsâlinin mühürünü açmak. * Mc: Gözbebeği.
Fassad
(Fasd. dan) Kan alıcı, kan alan. * Cerrah.
Fassal
Dedikoducu. Herkesin kusurunu sayıp döken. * İnsanları medh ü sena eden kimse.
Fassas
Yüzük taşı yapan kimse.
Fasur
Gümüş tabak.
Fasye
Darlıktan ve belâdan kurtulmak.
Fasîh
Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan.
fasîh
düzgün ve güzel konuşan.
Fasîhane
f. Fasahatli, fasih olana yakışır tarzda. Açıklıkla.
Fasîl
(C: Fisâl-Fuslân) * Hâkim. * Kale duvarından kısa duvar. * Deve yavrusu.
Fasîle
(C.: Fesâil) Anababa, ebeveyn, âile. * Familya, bir cinsten olan bitkilerin hepsi.
Fasîs
Seyelan etmek, akmak.
fasıl
mevsim, bölüm.
Fat'e
Vurmak. * Yarmak. * Cimâ etmek. * Yere vurmak.
Fatanet
(Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik. * Müteyakkız oluş. * Peygamberlerin sıfatlarından biridir.
Fath
Yassı ve enli olmak.
820
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fatik
(C: Fitâk) Çeri ve öncü olan kimse.
Fatik(e)
(C.: Futtâk-Fevatik) Eline fırsat geçtikçe adam öldüren kimse.
Fatim
Sütten kesilmiş çocuk.
Fatin
(Fitne. den) Fitne çıkaran. Dinden çıkarıp azdıran. İğfâl eden.
Fatin(e)
(Fıtnat. dan) Anlayışlı, akıllı, zeki, uyanık.
Fatin-ül asr
Asrın en zeki, anlayışlı ve akıllısı.
Fatir
Durgun, füturlu, gevşek. * Ilık, az sıcak.
Fatk
"Kırma, ayırma, yarma, çatlatma. * ""Kasık yarığı"" denilen bir hastalık. * Elbisenin dikişlerini sökmek."
Fatm
Kesmek.
Fatr
Bir şeye başlamak. * İcab eylemek. * Yarık, çatlak. * Yarmak. * Yaratmak. * Oruç tutanın orucunu açması.
Fatur
Oruç bozacak şey.
Fatv
Bir şeye el ile vurmak. * Cimâ etmek.
Fatîr
Tâze şey. * Mayalanmış hamur.
Fatımat-üz zehra
Hz. Resul-i Ekremin (A.S.M.), Hz. Hatice'den doğma kızı. Hicretten 18 yıl önce doğmuş, Hz. Ali ile evlenmiş ve Hz. Hasan ve Hüseyin'in vâlideleri olmuştur. Peygamberimizden (A.S.M.) 6 ay sonra dâr-ı bekaya göçmüştür. (Radıyallahü anha)
Fatımî
(Fâtımiyye) Hz. Fatıma Sülâlesinden olmak iddiasında bulunan, önce kuzey Afrika, sonra Mısırda hükümet süren sülâleye mensub meliklerin takındıkları isimdir. (Mi: 910-1171) İsmâiliye nâmında bâtıl fırkadandırlar. Salâhaddin-i Eyyubî, ordusu ile, Fâtımîlerin hâkimiyetine son verdi.
Fatın
(Fıtnat. dan) Fıtnat sahibi, zihni açık, uyanık. İleri derecede akıllılık.
821
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Favori
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Sakalın kulak hizasından yanağa doğru inen kısmı. * Bir müsabakayı kazanacağı tahmin edilen şahıs, takım veya hayvan.
Favîna
"Ud-us salib dedikleri nesne ki iki sınıftır; biri erkek olup uzundur, biri dişidir ki ondan kısa olur ve ikisi de kafasızdır."
Fay
Fr. Arazide meydana gelen ve bir tarafı yüksek, bir tarafı alçak olan büyük yarık.
Fayih
Kendiliğinden dağılan güzel koku.
Fayiha
(C.: Fevâyıh) Meyve ve çiçek kokusu. * Güzel kokulu nesne.
Faysal
Karar. Hüküm. Fasıl. Hall. (Bak: Fasl)
faysal
hakkı batıldan ayıran.
fayton
at ile çekilen binek arabası.
Fayık
Yüce, âli.
Faz
Fr. Ardı ardına gelen değişikliklerin her biri. Safha.
Faz' (fezâa)
Şiddet. * Miktarından tecâvüz etmek, ölçüsünü aşmak. Rezillik etmek.
Faza
Karışık.
Faza'
Sıkmak. * Çıkarmak. * Almak.
Fazah
Boz renkli olmak.
Fazahat
(C.: Fazâyih) Alçaklık, edepsizlik, hayâsızlık.
Fazail
Faziletler. (Bak: Fazl - Fazilet)
Fazail-i ahlâk
Ahlâk faziletleri.
Fazail-i âliye
Yüksek faziletler.
Fazail-simat
Alâmet ve işaretleri faziletten ibaret olan.
Fazalat
Necasetler, kazuratlar, murdarlıklar, pislikler.
Fazayih
(Fazih. C.) Ayıplar, rezaletler. Sır kabilinden olan kötü hasletlerin açılıp fâş edilmesi.
Fazazet
Sertlik, kabalık, kötü sözlülük.
822
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fazc
Yarmak. * Saç dibinin terlemesi.
Faze
Küçük çadır.
Fazfaz
Geniş ve bol nesne.
Fazfaza (fazfâza)
Elbisenin çok geniş ve bol olması.
Fazh
(Faziha-Fazâha) Rüsvaylık, rezillik. * Yarmak.
Fazilet
"Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet. (Zâta mahsus hasletin cem'i ""fazâil"" dir. Şecaat, in'am ve ihsan gibi, müteaddid meziyete dair faziletlerin cem'i ""fevâzıl""dır.)"
Faziletfüruş
f. Kendini faziletli göstermeğe çalışan. Fazilet satan.
Faziletmend
f. Faziletli, iyi huylu.
Faziletmeâb
f. Faziletin sığınağı olan kimse, yâni çok faziletli.
Faziletperver
f. Fazilet sahibi, faziletsever.
Fazir
Kırmızı, büyük karınca. * Geniş, bol nesne.
Faziz
Tatlı su.
Fazl
"Âlimlere yakışır olgunluk. * İmân, cömertlik, ihsan, kerem, ilim, ma'rifet, üstünlük, hüner, tefâvüt, inayet. * Artmak. * Artık, (bunun zıddı naks'tır). Bir şeyden bakiye kalmak. (İman ile hikmet, adâlet, şecâat ve iffet sıfatlarına ""fezâil-i asliye"" tabir edilmiştir. Çünkü bu sıfatlar ile birçok faziletler doğar. Onun için bunlara, temel ve esas olan faziletler denilmiştir).(İ'lem Eyyühel - Aziz! Cenab-ı Hakk'ın günahkârları afvetmesi fazldır, tâzib etmesi adldır. Evet zehiri için adam, âdetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünki cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde,
823
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Allah'ın fazlına mazhar olur. Mâsiyet ile azab arasında kavi bir münasebet vardır. Hattâ Ehl-i İ'tizal, mâsiyet hakkında, doğru yoldan udûl ile mâsiyeti, şerri Allah'a isnad etmedikleri gibi, mâsiyet üzerine tâzibin de vâcib olduğuna zehab etmişlerdir. Şerrin azabı istilzam ettiği, rahmet-i İlâhiyeye münâfi değildir. Çünki şer, nizam-ı âlemin kanununa muhaliftir. M.N.)" fazl
üstünlük, lütuf.
Fazla
Çok ziyâde, artık, artan. * İleri. *Gereksiz, lüzumsuz. * (C: Fazalât) Kazurat, pislik.
fazlî
iyilik olsun diye.
Fazu'
Çocukları korkutmak için yapılan çok korkunç suret.
Fazz
Kırmak. Dağıtmak. * Fethetmek, açmak.
fazâil
faziletler, üstünlükler.
Fazî'
Korkulu nesne.
Fazîh
Hurma koruğundan yapılan şarap.
Fazîh(a)
Çirkin, fena. * Utanmaz, rezil.
Fazîha
(C: Fazayıh) Alçaklığı, edebsizliği gerektiren iş veya şey.
fazîlet
üstün nitelik, meziyet.
fazîletfuruş
üstünlük taslayan.
fazîletkâr
faziletli, üstün nitelikli.
fazîletmeab
üstün nitelikleri olan.
fazîletperver
üstün nitelikleri seven.
Fazîz
Meni denilen sıvı.
Fazıl
(Fâdıl) Fazilet sâhibi. Üstün kimse.
Fazıle
(C: Fevâzıl) İnsandan başkalarına da geçebilen huy, haslet.
824
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fağfur
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yarı şeffaf Çin porseleni. Çok kıymetli porselenden yapılan yemek kabı. Çin yapısı. * Eskiden Çin İmparatoruna verilen isim.
Faş
Meydana çıkmış. Yayılmış. * Anlaşılmış olan.
Faşist
Fr. Faşizm taraftarı.
faşist
ırka dayalı baskı rejimine taraftar olan kimse.
Faşiye
(C: Fevâşi) Koyun, deve ve benzeri hayvanat gibi doğurup çoğalan mal cinsi.
Faşizm
Fr. Irkçılığa dayanan diktatörlük rejimi.
Fe (fa)
"(Buna ta'kib edâtı denir) ""Sonra, hemen"" mânalarını ifâde için fiillerin başına getirilen edât harfi. (Bak: Harf-i atıf) Bazan mecaz olarak vav yerinde de kullanılır."
Fe'd
Kebap yapmak. * Kül içinde ekmek pişirmek.
Fe'fe'
"Bir söz söylerken, dile ""fe"" harfi gelip, her kelimenin başına ""fe"" getirerek söylemek."
Fe'fee
"Dilini ""fe"" lâfzına döndürmek."
Fe's
İki yüzlü balta. * Balta ile vurmak.
Fe'v (fe'y)
Yarmak. * Koparmak. * İki dağ aralığı.
Fe-bihâ
Daha iyi, bu halde, pek a'lâ, ne a'lâ.
Fe-emma
Buna gelince, kaldı ki. Ammâ... (mânasına asıl söze başlama edâtıdır.)
Fe-illa
Eğer olmazsa. Olmadığı takdirde (gibi mânalara gelir.)
Fe-keyfe
"""Nasıl?"" anlamına kullanılan eski bir tabir."
Fe-sübhanallah
"Allah (C.C.) ne güzel yaratmış; Allah Sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; Her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.) (Bak: Sübhân)"
Feame (feume)
Dolu olmak.
febiha
ne âlâ.
825
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fec'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir kimsenin, musibetten dolayı elemli olması. * İncinmek. * Tasalı olmak, kederli ve hüzünlü oluş.
Fec'et
Birdenbire.
Feca
Kirişi çıkmış yay.
Fecaat
(Fecâet) Merak edilecek hâl, kederlenecek kötü durum. Felâket.
Fecace (ficâce)
Çiğlik, hamlık.
Fecayi'
(Fecîa. C.) Belâlar, musibetler, felaketler.
Fecc
(C.: Ficâc) Açık yer. İki dağ arasındaki geniş yol. Tarik-i vâsi'.
Feccac
Döşek döşeten. * Erkek, zevc.
Fecere
(Facir. C.) Günah işleyenler, günahkârlar, zinakârlar, fâcirler.
fecere
günah işleyenler.
fecet
acıklı hâl.
Fecfac (fecâfic)
Çok söyleyen.
Fecir
(Bak: Fecr)
fecir
havanın ağarma zamanı.
Fecm
Geniş. * Bevletmek, işemek.
Fecr
Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık. * Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak. * Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek. * Tekzib eylemek. * İsyan ve muhalefet eylemek. * Haktan sapmak. Meyletmek. * Söğmek. * Bühtan eylemek. * Su akıp gitmek. * Karışmak. (L.R.)
fecr
fecir, tan.
Fecr suresi
Kur'an-ı Kerim'in 89. suresi.
Fecr-i kâzib
(Bak: Fecr-i sâdık)
Fecr-i sâdık
Sabaha karşı şark ufkunda yayılmaya başlayan beyaz bir aydınlık. Bunun mukabili birinci fecirdir ki, bir aydınlıktan sonra tekrar
826
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
aydınlık gider. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib denir. Sabah namazının vakti, fecr-i sâdıkta başlar. Fecr-i âtî
Gelecekteki fecr. 1908 meşrutiyet inkılâbından sonra Servet-i Fünun mecmuası etrafından toplanan bir kısım gençlerin kurmak istedikleri ekolün (cemiyetin) adıdır.
fecrikâzib
yalancı fecir.
fecrisâdık
gerçek fecir.
Fecs
Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek.
Fecva
Kirişi çıkmış ve ayrılmış olan yay.
Fecve
Avlu. * Genişlik.
fecâat
acıklı durum.
fecî
çok acıklı.
Fecî'
Çok acı veren, acıklı.
Fecîa
(C.: Fecâyi') Belâ, felâket, âfet, musibet, fâcia.
Fed'a
El ve ayağı eğri olan kadın. (Müz: Efdâ)
Feda'
El ve ayağın eğilmesi.
Fedakil
Emirlerin büyükleri.
Fedakâr
f. Her türlü zahmetlere göğüs gererek dâvası uğruna sebat eden.
Fedakârane
f. Canını ve herşeyini feda eder derecesinde. Her türlü eziyet ve zahmetlere göğüs gererek, dâvası uğruna sebat edene yakışacak surette.
Fedame (fedume)
Yorgunluk. * Tembellik.
Fedaviyye
Fedailer. Fedai takımı, serdengeçtiler.
Fedaî
Dâvası ve gayesi uğruna herşeyini çekinmeden feda edebilen.
Feddad
şiddetli ses. Ekinci. * Çoban.
827
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Feddan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Fedâdin) Bir çift öküz. * Bir günde bir çift öküzle sürülebilen arazi. * Daha çok mısırda yer ölçülerinde kullanılan bir kelime.
Fedek
Irak diyarında bir beldenin adı.
Federal
Fr. Bir devletler federasyonu ile alâkalı, yahut ona ait.
Federasyon
Fr. Bir kaç devletin bir devlet meydana getirecek şekilde birleşmesi. * Aynı çeşitten bir çok kurulların meydana getirdiği birlik.
Fedevkes
Arslan, esed.
Fedfed
(C: Fedâfid) Düz yer. * Büyük sahrâ. * Yaban. * Yüksek mekân. * Sığır buzağısı.
Fedg
Baş yarmak.
Fedgam
(C: Fedâgım) Güzel, gökçek kişi.
Fedh
Bir kimseyi borca sokmak. * Ağır işe giriftar etmek.
Fedir
Akılsız, ahmak kimse. * Zayıf ve âciz kimse.
Fedk
Atmak. * Tezyin etmek, süslemek.
Fedm
Ahmak, bön, kalın kafalı, budala. * Yaşamak. * Yaşlanmak, ihtiyarlamak. * Yorulmuş, sakil kimse.
Fedn
Kısaltmak.
fedâ
değerli nesi varsa verme.
Fedâ-yı cân
Canını verme, canını fedâ etme, kendini kurban etme.
fedâkâr
fedacı.
fedâkârâne
fedakârca.
fedâî
feda eden, kendini adayan.
Fedîd
Ses, savt, sada.
Feel
(C: Fuul) Fal tutmak.
Fega
Buğdayın çürümesi. * Hurma koruğunun çürümesi ve çürüğü.
Fegak
Haremini yabancılardan sakınmayan, kaltaban.
828
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fegam
Haris olmak.
Fegane
f. Düşük (çocuk).
Fegv
Kına çiçeği.
Feha
(C: Efhâ) Çorbaya katılan veya dövüp yemek üzerine ekilen bir ot. * Soğan.
Fehahe
Yorulmak. * Aciz olmak, güçsüzleşmek.
Fehale
Erkeklik, aygırlık.
Fehame
Ululuk, büyüklük.
Fehava
(Fehavi) (Fehvâ. C.) Mefhumlar, kavramlar, anlamlar, mânâlar.
Fehc
(C: Efhac-Fahcâ) İnsanın veya hayvanın iki baldırının arası birbirine yakın olması.
Fehca'
Râzı olmak.
Fehd
(C: Fühud) Pars denilen canavar. * Semer ortasındaki mıh. * Gafil olmak.
Fehek
Dolu olmak.
Feheka
(C: Fihâk) Buzağı başı.
Fehem
(Fehim - Fehm) Anlayış. Zihnen kavrayış.
Fehh
Yorulmuş âciz kişi.
Fehha
Uyku içinde horlamak. * Çağırmak.
Fehhad
Parsa av öğreten.
Fehham
Çok anlayışlı, pek zeki, en çok anlayan.
Fehhe
Zillet, horluk. * Yaramaz söz.
Fehim
(Bak: Fehem)
fehim
anlama.
Fehlel
Bâtıl.
Fehm
Ulu kişi.
829
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fehm
anlayış.
Fehme
(C: Fuhem-Fuhum) Kömür. * Karanlık.
fehmen
anlama bakımından.
fehmetmek
anlamak.
Fehs
Diliyle elini yalamak.
Feht
Ay aydınlığı, ay ışığı.
Fehur
Fahirlenen, övünen. * Nazlanan. * Büyük nesne. * Büyük deve.
Fehva
(C.: Fehâvi) Mefhum, kavram, anlam, mânâ.
fehva
mânâ, kavram.
Fehz
(C: Efhâz) Kişinin gayet yakın olan kabilesi. * Uyluk.
Fehîc
Yılan sesi.
Fehîl
Kerim, cömert adam. Ulu ve kuvvetli kimse.
Fehîm
Kömür.
Fehîre
İçine kızmış taşlar bırakarak kaynatılan ve üzerine un konulan ayran.
Fek' (füku)
Üzüntü veya kızgınlıktan dolayı başını aşağı eğip, nereye gittiğini bilmeden gitmek.
Fekahe
Latife etmek, şaka yapmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
Fekahet
Lâtifecilik, şakacılık.
fekahet
fıkıh ilminde âlimlik, anlayışlılık.
Fekih
Mütekebbir, gururlu ve şerli kimse.
Fekk
Açmak. Ayırmak. * Kırmak. * Kaldırmak. * Kesmek. * El ve bilek, yerinden burkulup çıkmak. * Rehin verilen şeyi kurtarıp çıkarmak. * Köle azadetmek. * Pir-i fâni olmak.
fekk
açma, ayırma.
Fekk-i izafet
(Bak: İzafet-i maktu')
Fekk-i mühür
Mühürü bozma.
830
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fekk-i rehn
Rehini kurtarma.
Fekk-i râbıta
Alâkayı kesme. Bağı koparma.
Fekkeyn
İki çene. Alt ve üst çene.
Fekn
Nâdim olmak, pişmanlık duymak.
Fekr
Etraflıca düşünme.
Fel'
Yarmak.
Fela (felat)
(C: Felevât) Sahra, çöl.
Felah
f. Başlangıç, mebde'. İbtida.
Felah-yab
f. Kurtulan, kurtuluşa eren, felah bulan.
Felahan
f. Sapan. Taş atmaya mahsus âlet.
Felahat
Çiftçilik, ekincilik, ziraat, haraset. (Bak: Filahet)
Felak
Tan zamanı, subh, fecir. * İki tepe arasındaki düzlük. * Bütün mahlukat. * Suçlunun ayağına vurulan tomruk, falaka. * Cehennem.
Felak suresi
"Kur'an-ı Kerim'de 113. suredir. Nâs Suresiyle beraber ikisine Muavvezeyn; İhlâs suresi ile beraber olursa üçüne Muavvezât adı verilir. (Bak: Muavvezetan)"
Felaket
Belâ, musibet, âfet, dâhiye. Bedbahtlık.
Felaketdide
Felakete düşmüş. Felâket görmüş olan.
Felaketzede
f. Belâya uğramış, bir musibete düşmüş, acınacak hale gelmiş olan.
Felan
İnsanlar içinde alem isimlerden kinâye bir isim.
Felasife
Felsefeciler. Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar. * Düşüncesiz, kaygısız, rahat yaşayanlar. * Dinsizler.
Felasife-i yunan
Yunan feylesofları.
Felat
Sahrâ, çöl. şenliksiz yer.
831
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Felc
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nüzul, inme. Vücudda bir kısmın veya çok kısımların hareket etmekten âciz kalışı. * İki kısma yarılmak. * Küçük nehir. * Fevz, zafer.
Felces
Haris kimse. * Baldırı ve mak'adı zayıf olan kadın.
Felec
Küçük nehir. * Dişlerin seyrek olması. * El eğriliği.
Felehdem
Büyük deniz. * Hafif nesne.
Felek
Gök, gök katı, devir. * Tâli', baht. * Büyük ve dâirevi olan şey. * Her gök seyyaresinin gezdiği âlem. * Dünyâ, âlem, * Bir zilli âlet. * Yuvarlak kütük, kızak.(Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten. N. Kemal)
felek
gök, talih.
Felek-i eflâk
Göğün en son katı. (Bak: Arş)
Felek-ül a'zam
(Bak: Felek-i eflâk)
Felekiyyat
Göklerin ilmi. (Kozmoğrafya, Astronomi)
Felekiyyun
Gök ilmi ile uğraşanlar. (Astronomlar, Kozmoğrafyacılar)
felekiyyât
gök ilmi.
felekiyyûn
gök ilimcileri.
Felekmeşreb
Mc: Sözünde durmaz, verdiği sözü tutmaz. * Kimine yâr olur, kimine olmaz.
Felekseyr
f. Hareketleri ve gidişi süratli olan.
Felekzede
f. Feleğin kahrına uğramış, tâlihsiz.
Felekî
(Felekiyye) Feleğe mensub. Felekle ilgili. * Astronomik.
Felence
Hoş kokulu sarı renkli bir tohumdur. Yemen'den gelir. * Besbâse yaprağı.
Feletat
Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime. * Ansızlık. * Her ayın son geceleri. (Bak: Hey'atin feletâtı)
832
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
feletât
sürçmeler, falsolar.
Felevat
(Felât. C.) Susuz çöller, sahralar.
Felfak
Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı.
Felfel
İri gövdeli, semiz adam.
Felfele
Yemeğe biber katmak.
Felh
(C: Füluh) Yarmak, şakk. * Kesmek.
Felha
(C: Eflâh-Felhâ) Alt dudakta yarık olması.
Felhem
Çulha mekiği.
Felihaza
(Fe-li-zâlik) Bunun için, şunun için, imdi (mânasında.)
felillâhilhamd
Allaha hamdolsun.
Felizalik
(Bak: Felihâzâ)
Felk
Yarmak, şakk.
Felkam
Geniş, vâsi'.
Felke
Ayın dolunay şekli.
Fell
(C: Fülül - Eflâl) Gedik, rahne. * Yaralamak. * Cenkte askeri bozmak. Harbdeki askerin bozulması. * Kılınç yüzündeki açılan gedik. * Susuz kır yer. * Güruh, cemaat. * Muvakkat delilik.
Fellah
Ekinci, çiftçi, ziraatle uğraşan arab. * Zenci, siyah arab.
Fellaz
Bostancı.
Felluce
(C: Felâlic) Ziraate müsait yer.
fellâh
ekinci, tarımcı.
Fels
(Füls) (C: Fülüs) Pul, Bakır para. * Balık pulu.
fels
bakır para, pul.
Felsefe
"Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği. * İlm-i hikmet. * Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve
833
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim. * Herkesin hususi fikri. Mantık. * Bir ilmin prensipleri. * Marifet ve hikmet sevgisi. * Meşhur bir feylesofa göre olan hususi prensipler, nazariyeler. * Tabiat, huy ve mizaç sakinliği; rahatlık. (Bak: Hikmet, Nokta-i nazar)(Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler: Amma hikmet-i felsefe ise hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, ""kuvvet"" kabul eder. Hedefi, ""menfaat"" bilir. Düstur-u hayatı, cidal tanır. Cemaatlerin râbıtasını ""Unsuriyet, menfi milliyeti"" tutar, Semerâtı ise, ""Hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid""dir. Halbuki: Kuvvetin şe'ni, ""Tecavüz"" dür. Menfaatın şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde ""Boğuşmaktır."" Düstur-u cidâlin şe'ni, ""Çarpışmaktır."" Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan; ""Tecavüz""dür. İşte bu hikmettendir ki; beşerin saadeti selb olmuştur.Amma hikmet-i Kur'aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel ""hakk""ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, ""fazilet ve rızâ-yı İlâhî""yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, ""düstur-u teavün"" ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında: unsuriyet, milliyet yerine ""râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî"" kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin tecavüzâtına sed çekip, ruhu maaliyâta teşvik ve hissiyâtı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevkedip insan eder... Hakkın şe'ni, ""ittifak""tır. Faziletin şe'ni, ""tesanüt""tür. Düstur-u teavünün şe'ni, ""birbirinin imdadına yetişmek""tir. Dinin şe'ni, ""uhuvvet"" tir, ""incizab"" dır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, ""saadet-i
834
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dâreyn"" dir... S.)(Dinsiz felsefe, hakikatsız bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir. S.)" felsefe
" akıl yoluyla ""niçin"" sorusuna cevap arayan ilim."
Felsefe-i beyan
Beyan İlmindeki kaidelerin vaz'ediliş sebeb ve gayelerinin açıklanması.
Felsefe-i tarihiyye
Târih felsefesi.
Felsefiyyat
Felsefe ile ilgili bilgi ve düşünceler, hikmet bilgileri.
Felsefî
Felsefeye mensub ve felsefe ile alâkalı.
felsefî
felsefeyle ilgili.
Felte
Ansızlık. * Darlık. * Her ayın son gecesi.
Feltut
Küçüklüğünden dolayı iki tarafı gelip birleşmiyen elbise.
Fely
Bit toplamak. * Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. * Kesmek. * Kılıç ile vurmak.
Felyun
Ermeni kili.
Felâ
Öyleyse. O zaman. O halde... (gibi mânalara gelir.)
Felâ cerem
Şüphesiz. Muhakkak. * Düşündürücü değil.
Felâh
Selâmet. Saadet. Kurtuluş. Hayır ve ni'metlerde refah, rahatta dâim olmak. Fevz ve zafer. Necat ve beka. * Sahur yemeği. * Şakketmek.
felâh
tam kurtuluş.
Felâh-ı vatan
Vatanın kurtuluşu. Vatanın selâmeti. * Tar: 10 Şubat 1920'de İstanbul Mebuslar Meclisi'nde teşekkül etmiş olan bir grup.
felâhat
tarımcılık.
felâket
büyük zararlar veren olay.
felâketzede
felâkete uğramış.
felâsife
felsefeciler, felsefeler.
felç
inme.
835
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Felîce
Kaftan ve bez parçası.
Felîl
Bir yere toplanmış kıl. * Devenin azısı.
Felîmun
şebrem denilen ot.
Felüvv(e)
(C: Eflâ-Felâvâ) Atın yavrusu. Tay.
Fem
"Ağız. Dihen. (Kelimenin aslı: ""Feveh"" veya ""Fâh"" dır.)"
fem
ağız.
Fem-i nehr
Nehir ağzı.
Femî
Ağızla alâkalı. Ağıza âit.
Fen
(Bak: Fenn)
fen
maddî ilim, bilim, hüner.
Fen'
Malın çok olması. * Misk kokusunun etrafa yayılması. * Bir kimsenin iyiliğini ve ihsanını söyleyip methetmek.
Fena
(Beka'nın zıddı) Yokluk. Yok olma. * Geçici dünya. * Geçip gitme. * Tas: Kendi varlığından geçmek. * Kötü. * Devamlı olmayan. * Çok kocamış olmak.
Fenafilihvan
"(Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine müesses en yakın dostluk, en fedakâr ve en civanmert kardeşlik."
Fenafillah
(Fenâ fillâh) Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haletidir. Sofi, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder.
Fenafirresul
(Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir. Hassaten, sünnî olan tarikat mensubuna göre Hz. Peygamber'in (A.S.M.) rivayet yolu ile
836
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nakledilen hadisleri ile beraber hareketlerini benimsemek ve O'na en küçük mes'elede aykırı harekette bulunmamak asıldır. Fenafişşeyh
(Fenâ fiş-şeyh) Tas: Bütün maneviyatını şeyhin manevî şahsiyetinden, feyzinden almak manasına gelen bir tabirdir.
Fenagâh
f. Fânilik yeri olan bu dünya.
Fenapezîr
f. Fena bulan, yok olan. Fenayâb da aynı mânada kullanılır.
Fenat
(C: Fenevât) Tilki üzümü. * Vahşi sığır.
Fence
Bir nevi toprak çanak.
Fend
Büyük dağ.
Fened
Yalan söz. * İhtiyarlıktan dolayı aklın zayıflaması.
Fenek
Kursak. * Körük yapılan şey.
Fenen
(C: Efnân-Efânın) Budak. * Üslup.
Feng
f. Acı hıyar, ebucehil karpuzu.
Fenh
Kahretmek. Zelil kepaze etmek.
Fenh (fünuh)
Su içerken tamamen kanmadan vaz geçmek.
Fenhar
Büyük taş.
Fenik
(C. Finak-Efnâk) Gayet kerim ve necip olan.
Fenk
İnat.
Fenn
"Hüner. Mârifet. * San'at. * Tecrübe. * İlim. * Nevi, sınıf, çeşit, tabaka. * Türlü. * Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı. * Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim. * Birisini muamelede aldatmak. * Fend. * Borçlunun ödeme zamanını uzatma. (Şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini târif ediyor. Meselâ Tıb Fenninden sual olsa: ""Bu kâinat nedir?"" Elbette diyecek ki: ""Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahâne-i kübradır. İçinde herbir ilaç güzelce ihzar
837
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve istif edilmiştir."" Fenn-i Kimya'dan sorulsa: ""Bu Küre-i Arz nedir?"" Diyecek: ""Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir."" Fenn-i Makine diyecek: ""Hiçbir kusuru olmıyan gayet mükemmel bir fabrikadır. ""Fenn-i Ziraat"" diyecek: "" Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir."" Fenn-i Ticaret diyecek: ""Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san'atlı bir dükkândır."" Fenn-i İâşe diyecek: ""Gayet muntazam, bütün erzakın envâını câmi bir ambardır."" Fenn-i Rızık diyecek: ""Yüzbinler leziz taamlar beraber, kemal-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbâni ve kazan-ı Rahmânidir."" Fenn-i Askeriye diyecek ki: ""Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dörtyüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde, ayrı ayrı erzakları.. ayrı ayrı libasları, silâhları...ayrı ayrı tâlimatları, terhisatları; kemal-i intizamla hiçbirini unutmıyarak ve şaşırmıyarak, birtek Kumandan-ı Azamın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle gayet muntazam yapılıp, idare ediliyor."" Ve Fenn-i Elektrik'ten sorulsa, elbette diyecek: ""Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı hadsiz elektrik lambalariyle tezyin edilmiştir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizan iledir ki: Başta Güneş olarak, Küre-i Arz'dan bin defa büyük o semavî lambalar, mütemadiyen yandıkları halde müvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor?. Neden yanmak müvazenesi bozulmuyor? Küçük bir lâmba dahi
838
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muntazam bakılmazsa, söner. Kozmoğrafyaca Küre-i Arz'dan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşıyan Güneşi... kömürsüz, yağsız yandıran; söndürmiyen Hakim-i Zülcelâlin hikmetine, kudretine bak. ""Sübhanallah"" de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikalarının âşirâtı adedince ""Mâşâallah, Bârekallah, Lâ ilahe illa Hu"" söyle. Demek bu semavi lâmbalarda gayet harika bir intizam var. Ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pek çok kitle-i nâriyelerin ve gayet çok kanâdil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennem'dir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezi fabrikası, daimî bir Cennet'tir ki, onlara nur ve ışık veriyor. İsm-i Hakem ve Hakimin cilve-i âzamiyle, intizamla yanmaları devam ediyor. Ve hâkezâ... Bunlara kıyasen yüzer fennin herbirisinin kat'i şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o harika ve ihâtalı hikmetle, mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zihayat ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiştir. Ve mâlum ve bedihidir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takip etmek; ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meşiet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtar'ı, bir Sâni-i Hakim'i bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acib bir cehâlet ve divânelik olduğu târif edilmez. Evet, dünyada en ziyâde hayret edilecek bir şey varsa, o da bu inkârdır. Çünki kâinatın mevcudâtındaki hadsiz intizâmât ve
839
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hikmetleriyle vücud ve vahdetine şahidler bulunduğu halde, Onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ diyebilirim ki; ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâiler, en akıllılarıdır. Çünki; kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlikına inanmamak, kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar..." Fenn-i bedi'
(Bak: İlm-i bedi')
Fenn-i beyan
(Bak: İlm-i beyan)
Fenn-i hikmet
Felsefe bilgisi. (Bak: Hikmet)
Fenn-i hikmet-ül eşya Tabiat bilgisi. Eşyadaki intizam, mükemmellik ve insanlara olan faydaları ve onlardan faydalanmak hakkında bilgi veren ilim kolu. Fenn-i inşa
Yazı yazma san'atı. (Bak: İnşa)
Fenn-i iâşe
İnsanlar ve hayvanların besleniş ve yaşayışları hakkında bilgi veren ilim dalı.
Fenn-i kimya
Kimya ilmi.
Fenn-i kitabet
Çeşitli yazı usûl ve şekillerini öğreten ilim.
Fenn-i kıraat
Okuma bilgisi. Okumanın çeşitli usûllerini öğreten ilim dalı. (Bak: Kıraat)
Fenn-i makina
Çeşitli makineler ve onların kısımlarının işleyişleri hakkında bilgi veren ilimler. Mihanikiyet.
Fenn-i menafi-ül a'za Bedendeki âzâların, uzuvların faydalarını anlatan ilim. (Bak: Anatomi) Fenn-i meânî
Güzel söz söylemeyi ve güzel yazmayı öğreten, edebiyatın bir şubesi.
Fenn-i münazara
İleri sürülen delilleri ve fikirleri tetkik ederek fikirlerin münasebet ve adem-i münasebetini göstererek cevap vermek san'atı.
840
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fenn-i sarf
Gramer. Sarf bilgisi. (Bak: Sarf)
Fenn-i tabakat-ül arz
Jeoloji ilmi.
Fenn-i teşrih
tıb: Bir cesedin, canlı vücudunun iç yapısını öğrenme bilgisi. (Anatomi)
Fenn-i tıb
Tabiblik, doktorluk. Maddi hastalıklara ilâç ve şifa bulmağa çalışan ilim.
Fenn-i zirâat
Ekin ekme ve içme hususunda olan bilgi ve tecrübeye dayanan bu husustaki ilim kolu.
Fennen
Fence, fenne uygun olarak, fen vâsıtası ile.
fennen
fence.
Fenniyat
Teknik bilgiler. (Teknoloji)
fennî
fenle ilgili.
fenâ
yokluk, geçicilik, kötü.
fenâfilihvan
kardeşlerin varlığında erime.
fenâfillâh
dünyayı kalben terkedip tamamen Allaha yönelmek.
fenâfirresûl
kendi isteklerini terkedip peygamberde fani olmak.
fenâfişşeyh
şeyhinde fani olmak.
Fenîh
Kahrolmuş.
Fenîk
İki çenenin bitiştiği yer. * İki uyluğun bitiştiği yer.
Fenîn
Erkek deve.
Fer
(Ferr) Geri çekilme, kaçma, firar.
fer
ışık, parıltı, süs.
Fer'
Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak. * Bir aslın neticesi. * Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru. * Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan. * Yükseğe çıkmak ve iki nizalı olanın arasına girip ıslah etmek. * Asıl mes'eleden kollara ayrılmış olan
841
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mesele. (L.R.) * İki okçu tarafından atılan oklardan, bir fazla ok isabet ettirilmesi yerinde kullanılır bir tabirdir. Ok atanlar, bazı defa iki kişi değil, herbiri birkaçar kişiden terekküb etmek üzere iki taraf olduğu surette, taraflardan birinin fazla isabet ettirmesine de fer' denilirdi. (O.T.D.S.) fer'
ikinci derecede olan, kol, dal.
Fer'a
(C: Furu') Bit. * Yüksek yer.
Fer'î
(Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik.
Fer-i devlet
Devletin kuvveti, devletin nüfuzu.
Fera'
"Devenin ilk doğurduğu yavru. (Cahiliyet zamanında kefere putlarına kurban ederlerdi ve ""anasının sütü bereketlenir; çoğalır"" derlerdi.)"
Ferace
Örtünecek gibi olan ve giyilen bol elbise, cübbe. * Kadınların üzerlerine örttükleri örtü. Bütün vücudu kaplayan geniş örtü. (Bak: Cilbâb)
Feradîs
(Firdevs. C.) Cennetler, firdevsler. * Bahçeler.
Ferag
Vaz geçmek. Hiç bir şeyle meşgul olmayıp dinlenmek. * Boşaltma.
Ferag ü intikal
Alım satımda tapu muâmeleleri.
Ferag-ı bâl
Gönül rahatı.
Ferag-ı kat'î
Kayıtsız şartsız yapılan ferag.
Feraga(t)
Tok gözlülük. Hakkından vaz geçmek, bir şey istememek. Şahsî dâvasından vaz geçmek. * Boşalmak, hâlî olmak.
Ferah
f. Bol, geniş, vâsi'. Fazla, ziyade. Açık.
ferah
geniş, iç açıcı, tasasız.
Ferah-aver
f. Sevinç getiren, sevindiren, ferah getiren.
Ferah-bahş
f. Sevinç veren, sevindiren. Ferah bağışlayan.
Ferah-dehen
f. Geveze, boşboğaz. * Geniş ağızlı, ağzı büyük.
842
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ferah-dest
f. Eli açık, cömert.
Ferah-ebru
f. Sevimli, güler yüzlü.
Ferah-efza
(Ferah-fezâ) f. Sevinç artıran, ferah artıran, safalı, iç açıcı.
Ferah-efşan
(Ferah-feşân) f. Sevinç veren, ferah saçan.
Ferah-engiz
f. Meşhur bir cins lâle.
Ferah-gâm
f. Bahtiyar, mes'ut, mutlu, saadetli.
Ferah-na
f. Geniş yer. Büyük saha. * Bolluk, bereket. Genişlik.
Ferah-nak
f. Neş'eli, sevinçli.
Ferah-rev
f. Acele acele ve geniş adımlarla yürüyen.
Ferahe
Zeyreklik. Çok akıllılık. Davarın gayretli olması.
Ferahem
f. Toplu, devşirli. * Birikme, yığılma, toplanma.
Ferahet
f. şan ve şeref.
Ferahur
f. Uygun, lâyık, münasib.
Ferahî
f. Genişlik, bolluk. Ucuzluk.
Feraine
(Fir'avn. C.) Fir'avunlar. Mütekebbirler. İmansızlar.
Ferak
(C: Efrâk) Korku. * Büyük ölçek.
Feramuş
f. Unutma, hatırdan çıkarma.
Feramîn
(Fermân. C.) Buyruklar, fermanlar.
Ferancemşek
Reyhan karanfili.
Feraset
(Bak: Firâset) Anlayışlılık, çabuk seziş. (Aslı firâsettir)
Feratık
Şiradan ve pekmezden yapılan pestil.
Feravvuc
Küçük oğlan gömleği.
Feraşe
Pervane denilen kelebek. * Kilit damağı. * Su gittikten sonra yer üstünde kalıp kuruyan balçık. * Az su. * Hafif kimse.
Feraşet
Süpürücülük ve döşeyicilik. Kâbe-i şerifeyi süpürenin hizmeti.
Ferbal(e)
f. Çardak. Etrafı pencerelerle kaplı yazlık köşk.
843
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ferbih
f. Etli, besili, semiz.
Ferbihî
f. Semizlik, topluluk, etlilik.
Ferc
f. Kadir, kıymet, mertebe.
ferc
yarık, dişi tenasül uzvu.
Fercam
f. Son, uç.
Fercam-gâh
f. Son mekân, âkibet yeri. * Mc: Kabir, mezar.
Fercar
Pergel.
Ferce
Gamdan ve tasadan kurtulmak. * Kurtuluş. * Şiddetten kurtulmak. * Yarık, şak. * Girecek yer, medhal. * Açıklık, ferahlık.
Ferd
"Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. Bîhemta olan.(Kâinatın âlemleri, envâları ve unsurları öyle birbiri içine girift olarak girmiştir ki, kâinatın hey'et-i mecmuasına mâlik olmayan bir sebeb hiçbir nev'ine, hiçbir unsuruna hakiki tasarruf edemez. Adeta İsm-i Ferd'in cilve-i vahdeti, bütün kâinatı bir vahdet içine almış; herşey o vahdeti ilân ediyor. Meselâ: Bu kâinatın lâmbası olan Güneşin bir olması, umum kâinat, birinin olmasına işaret ettiği gibi; zihayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması.. ve aşçıları olan ateş bir olması.. ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması.. ve umum zihayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi.. ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin herbiri umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i nev'iyeleri ve meskenleri bir bulunması; gayet kat'i bir surette işaretler, şehadetlerdir ki; meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek Zatın malı olduğuna delâlet ederler. İşte buna kıyasen, bütün kâinatın böyle birbirine girift olan envâları mecmu kâinatı öyle bir küll hükmüne getirmiştir ki, icad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmiyen bir
844
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sebeb, Rububiyet cihetiyle ve icad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve bir tek zerreye Rububiyetini dinlettiremez. L.)" ferd
fert, birey, tek, benzersiz.
Ferd-a-ferd
f. Tek tek, ferd ferd.
Ferd-i ferîd
Benzeri daha hiç gelmemiş. * Hz. Muhammed (A.S.M.) * Asrın en yüksek ve en değerli Zâtı. Asırda bir gelen büyük veli.
Ferd-i âferîde
Hiç kimse.
Ferd-ül ferd
İkiye bölünemiyen sayı.
Ferda
f. Yarın. Bugünden sonraki gün. * Arabçada: Bir olarak. Tek olarak.
Ferdaniyet
Yalnızlık, teklik. Ferdlik. Yektâlık.
ferdaniyet
teklik, birlik, benzersizlik.
Ferden-ferda
Tek tek, fert fert.
ferdiferîd
benzeri görülmemiş, eşsiz.
Ferdiyet
Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı. (Bak: Tevhid.)Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse: Sadece bir olup, benzeri dünyada bulunmayan kimsenin sıfatı olur. Sadece Kur'andan ders alarak irşadda bulunabilen büyük velilik. Hiçbir şahsı merci yapmadan doğrudan doğruya Kur'andan ders alan ve ders veren büyük zâtın makamıdır.
ferdiyet
birlik, teklik, eşsiz ve benzersiz oluş.
ferdâ
yarın.
Ferdâ-yı kıyâmet
Kıyâmetten sonra.
Ferdî
(Ferdiye) Tek şey, bir tek. * Fertle ilgisi olan.
ferdî
şahsî.
Ferec
Sıkıntıdan kurtulmak, zafer, inşirah, kederden kurtulmak. Genişlik, ferahlık, fütuhat. * Girecek yerler.
845
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ferec
ferahlık, genişlik, rahatlık.
Ferek
Kulağın sarkık ve sülpük olması.
Ferengîs
f. Zühre yıldızı, Venüs gezegeni, çoban yıldızı.
Feres
At, kısrak.
Ferfah
Semizotu.
Ferfar
Geveze, farfara, çalçene.
Ferfere
Farfara, akılsızlık, hafif meşreplik. * Patırtıcı, gürültücü, ağzı kalabalık.
Ferg
Gönden yapılan kovanın dikişi arasında su sızan yer.
Fergand(e)
f. Fena koku, kokmuş. * Sarıldığı ağacı kurutan bir cins sarmaşık.
Ferh
Civciv. Tavuk veya kuş yavrusu. * Nebatların diplerinde çıkan filiz.
ferh
yavru.
Ferhal
f. Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç.
Ferhan
(C.: Ferâhî) Ferahlı. Sevinçli. Şâdan. Mesrur.
ferhan
sevinçli, rahat.
Ferhat
Rahatlık. Sevinç. Meserret. Sürur.
Ferhaş
f. Kavga, savaş, muharebe, dövüş.
Ferhenk
f. Edeb. İyi terbiye. * Hüner. Hikmet. Azamet. Mârifet. Bilgi. * Lügat kitabı.
Ferhest
f. Büyü, sihir, sihirbazlık.
Ferhud
Dağ keçisinin dişisi.
Ferhunde
f. Mes'ut, saadetli, mutlu, mübarek. Uğurlu.
Ferhunde-pâ(y)
f. Ayağı uğurlu olan.
Ferhunde-tâli'
f. Şanslı talihi yaver. Mes'ut, mutlu, saadetli.
Ferhundegî
f. Mes'utluk, mutluluk, mübareklik, kutluluk. Uğurluluk.
Feribot
ing. Araba vapuru.
846
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ferid(e)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ. * Doğrudan doğruya Kur'andan ders alıp ders veren ve kuvve-i kudsiye sahibi olan Evliyaullah. Yalnız ve münferid. * Zamanında eşine rastlanmıyan. Akran ve emsali yok. * Dizilmiş inci. * Bir tane, nefis ve müntehab kıymetli cevher. * Kendi reyi ile hareket eden mağrur kimse.
Ferid-i te'lif
Edb: Bir cümledeki tertibin mâna çıkmayacak derecede karışık oluşu.
Ferid-ül-asr
Asrın bir tanesi, zamanın eşsizi.
Feride
f. Kendi ihtiyariyle hareket eden, gururlu, kibirli kimse.
Ferig
Yorga at.
Ferih
Sevinçli, ferahlı. Fahur. Ferhan.
Ferih fahur
Sevinçli olarak, iftihar ederek.
Ferihan
(Fârihan) Sevinçli olarak, iftihar ederek.
ferik
general.
ferikiyet
generallik.
feriyye
ayrıntılar.
Ferişte
(Ferişteh) f. Melek. Günahsız. Masum. Yumuşak huylu.
ferişte
melek.
Ferk
El ile bir şeyi ovmak. * Buğz ve adâvet etmek, düşmanlık yapmak.
Ferkaa
Parmak çıtlatmak.
Ferkadan
Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına).
Ferkade
Sergerde kimse.
Ferla
(C: Ferala) Kırba ağzı.
Ferma
f. Buyurucu. Emredici. Âmir.
Ferman
f. Emir. Tebliğ.
847
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ferman
kesin emir, hüküm, bildiri.
Ferman-ber
İtaatli ve muti olan. Hakkında emir çıkarılan. Fermanlı.
Ferman-berdar
f. Fermana uyan, emre uyan.
Ferman-dih
f. Hükmü geçen, verdiği emri dinlenen.
Ferman-ferma
Hüküm süren, emir veren, emir buyuran, hüküm fermâ.
Ferman-reva
f. Pâdişah, hükümdar. * Emri kabul edilen.
Ferman-ı ilâhî
Allah'ın fermanı.
Fermayiş
f. Emretmek. Buyurmak.
Fermend
f. şan ü şeref ve mevki sahibi olan kişi.
Fermene
İşlemeli dar ve yuvarlak yanlı yelek. * Eskiden esnaf tabakasına mahsus elbise.
Fermude
f. Buyruk. Emir. Kumanda.
fermâ
buyurucu.
Fernas
f. Şaşkın, dalgın, gafil. * Şaşkınlık, gaflet, dalgınlık.
Ferneb
Fâre.
Fernud
f. Hüccet, delil, bürhan.
Fernun
Kanbel otu.
Ferr
Kaçmak. Firar etmek. * Davarın yaşını anlamak için dişini görmek.
Ferra
Kürkçü kimse.
Ferraş
"Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenler hakkında ıstılah olarak da kullanılır. (O.T.D.S.)""Her ruham-ı fersi bir âyine-i âlemnüma Her gezen ferraşı bir İskender-i kitisitan."" (Nef'î)"
848
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ferraşin
Doğuda büyük bir ova.
Ferruc
(C: Ferâric) Tavuk pilici.
Ferruh
f. Mübarek, kutlu, uğurlu.
Ferruh-fâl
f. Bahtı açık, şanslı, talihli, uğurlu.Ferruhî : f. Mübareklik, uğurluluk, meymenet.
Ferruh-zâd
f. Mübarek evlât, uğurlu çocuk. * Hayırlı, kutlu, mübarek.
Fers
Dağıtmak. Saçmak. * Ciğer parçalamak. * Hurma çekirdeğinin kabuğunu soymak. * Atın pisliği. Fışkı.
Fersa
f. Mahveden, yoran, aşındıran manasına kelimelere bitişir. Meselâ: Tahammül-fersa $ : Tahammül bırakmayan. Tâkat-fersa $ : Tâkatsız düşüren, tâkat bırakmayan.
Fersah
Uzunluk ölçüsü birimidir, iki çeşittir: Deniz fersahı: 5555 m. Kara fersahı: 4444 m. * İki şey arasındaki açıklık. * Sükun ve hareket arasındaki vakit. * Zaman. Saat. * Dâimî ve çok olup aslâ kesilmeyen şey.
fersah
beş kilometrelik mesafe.
Fersah fersah
(Uzaklık için) Çok çok. Çok fazlaca uzak.
Fersan
f. Derisi kürk yapımında kullanılan bir sansar cinsi.
Ferse
İnsanın boynunda ve arkasında olan ve gittikçe zaaf verip boynunu ve belini eğip, helâk eden yel.
Fersendac
f. Ümmet.
Ferseng
(Bak: Fersah)
Fersud(e)
f. Eskimiş, yıpranmış. * Eski, yırtık.
Fersude-gî
f. Eskilik, yıpranış, fersudelik.
Fertut(e)
f. Pir, çok ihtiyar. * Bunak, kocamış.
849
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fertute
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kadın esirler hakkında kullanılan tâbirlerdendir. Esir edilen kadınlar hakkındaki diğer tâbirler şunlardır: Mâriye, ümmülveled, acuze, duhter, yekdest, yekçeşm, mâyube. (O.T.D.S.)
Fertutî
f. İhtiyarlık, pirlik, bunamışlık, bunaklık.
Feruka
Böğürün yağı. * Korkak kişi.
Ferve
f. Bazı hayvanların makbul olan derileri. Kürk.
Fery
İyi iş işlemek. * Meşin dikmek. * Yaramaz iş. Bir nesneyi ıslah için kesmek.
Feryad
f. Bağırıp çağırma. Yüksek sesle medet istemek. Figan.
Feryad-bahşa
f. Feryâd ettiren, bağırttıran.
Feryad-han
f. Yardım isteyen.
Feryad-res
f. Feryâd edenin imdâdına koşan, yardımına gelen.
Feryad-ı andelib
Bülbülün feryâdı, ötmesi. * Yirmiiki martta olan bir fırtına.
feryâd
yüksek sesle yardım isteme.
feryâdüfîzar
yüksek sesle yardım isteme ve yalvarma.
Ferz
Çukur yer. * Düz yer. * Ayırmak.
Ferza'
Pamuk çekirdeği.
Ferzah
Akrep isimlerinden bir isim.
Ferzan
İlim ve hikmet.
Ferzane
f. Bilgili kimse. Hakîm, feylesof. * Tas: Nefsanî alâkalardan sıyrılmış kimse.
Ferzane-gî
f. Üstünlük, rüçhaniyet. * Bilgi.
Ferzend
(C.: Ferzendân) f. Yavru. Çocuk. Veled.
Ferzendâne
Evlâd gibi. Evlâda yakışır surette.
ferzendâne
evlat gibi.
ferâce
bütün vücudu kaplayan bir cins elbise.
850
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ferâgat
hakkı olanı bile istememe.
Ferâiz
(Farîze. C.) Allah'ın farz kıldığı ibadetler, yapılması mecburi olan din emirleri. * Şeriatın hükümleriyle mirasçılar arasında mal taksimi bilgisi. İslâmın miras hukuku.
ferâiz
farzlar, yapılması mecburi olan dinî emirler.
Ferâiz-i diniyye
Dinin farzları.
ferâset
anlayış.
ferî
ayrıntılarla ilgili.
Ferîd
f. Katılaşmış şey, donmuş nesne. * Avcı kuş.
ferîd
eşi ve benzeri bulunmayan, yekta.
Ferîk
Tümen (Fırka) kumandanı. Korgeneral. * İnsan kalabalığı. Büyük insan bölüğü.
Ferîka
Koyun sürüsü. * Böy dedikleri ot.
Ferîkayn
İki mukabil taraf, iki askeri fırka.
Ferîs
(C: Fersâ) Ağaç halka, çenber. * Yaralı. Maktul.
Ferîsa
(C: Feris-Ferâyis) Boş böğür ile kürek arasındaki et.
Ferîz
Takdir edici. * Hükmedici. * Yaşlı, ihtiyar.
Ferîş
Yakında doğurmuş hayvan.
Ferş
Yer. Yeryüzü. * Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey. * Küçük develer.
ferş
yer, döşeme.
Ferşeha
İki ayak arasını açmak.
Fes'e
Sâkin olmak, sâkin etmek.
Fesa
Bıçak.
Fesad
"Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek. (Zıddı: Salâh'tır.)( $ Evet fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan
851
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli hâlet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumi olursa, hafif olur. Ve keza, bir şahsın kalbinde bir ihtilal, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, kemalâtı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs; bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs, tam mânasiyle arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilali çıkarıp büyüten bir belâ, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir. İ.İ.)" Fesad-amiz
f. Oyunbozanlık eden, fesat karıştıran.
Fesad-engiz
Fesad koparan. Fesad çıkaran. Karışıklık çıkaran.
Fesad-ı ahlâk
Ahlâk bozukluğu.
Fesad-ı dimağ
Akıl bozukluğu, delilik.
Fesad-ı mi'de
Mide fesadı, mide bozukluğu.
Fesad-ı te'lif
Edb: Bir cümlede yapılan tertibin mâna çıkmayacak derecede bozuk ve karışık oluşu.
Fesadat
(Fesad. C.) Bozukluklar. Kötülükler. Karışıklıklar.
Fesafis
Kesmez kılıç.
Fesahat
(Bak: Fasahat)
Fesakî
(Fıskıyye. C.) Fıskiyeler. * Çocukların oynadıkları su püskürten oyuncaklar.
Fesale
(Füsule) Alçak ve asılsız olmak.
Fesane
f. Asılsız hikâye. Masal. (Bak: Efsane)
Fesar
f. Yular.
Fesc
Her nesnenin boşu.
Fesda'
(Bak: Sada')
852
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Feseka
(Fâsık. C.) Fâsıklar. (Bak: Fâsık)
Fesh
Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak. * Zayıf olmak. * Bilmemek. Cehil. * Re'y ve tedbiri ifsad eylemek. * Zaif-ül akıl. Zaifül beden. * Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen. * Unutmak. * Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak.
fesh
bozma, kaldırma.
Fesh-i mukavele
Mukavelenin bozulması, anlaşmanın feshedilmesi.
Fesil
(C: Efsâl-Fisâl) Adi, yaramaz kimse. * Bağ çubukları dikmek.
Fesk
Yola gitmek. * Kan döküp adam öldürmek.
fesl
ek yeri, hak söz.
Fesr
Beyan etmek, açıklamak. * Tabibin suya bakması.
Fess
Kıtlık günlerinde tohumundan ekmek yapılan bir ot.
Festat
(Bak: Fustât)
Festemi'
(Fe-istemi') Dinle, işit (anlamında bir kelimedir.) (Fe) ile (İstemi') emr-i hazırından ibarettir.
Festival
Fr. Çeşitli sebeplerle yapılan ve birkaç gün süren şenlik.
Fesv
(Fesüvv) Yellenmek.
fesâd
fesat, bozukluk, karışıklık.
fesâdât
fesatlar, bozukluklar, karışıklıklar.
fesâhat
düzgün ve güzel söz söyleme.
Fesîh
(Füshat. den) Açık, geniş.
Fesîl
(C: Füslân) Hurma ağaçlarının küçüğü. * Her nesnenin kemi ve yaramazı.
Fesît
Tırnak kesintisi, tırnak parçası.
fesübhanallah
Allah bütün noksanlıklardan uzaktır.
Fet'e
Zikretmek.
853
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Feta
(C.: Fitye, Fityan veya feteyân) Genç. Delikanlı. * Cömert.
Fetah
Yumuşak.
Fetak
Fıtık. Kasığı şişmiş olan kimse.
Fetake
Gadretmek, öldürmek.
Fetanet
(Bak: Fatânet)
Fetase
Yassı çökük burunlu olmak. * Büyük boncuk.
Fetat
Kuvvetli, genç kadın.
fetebârekallah
Allah mübarek etsin.
Fetehat
(Fetha. C.) Fethalar, arapçadaki üstün işaretinin adı.
Fetel
Devenin iki kollarının, yanlarından uzak olması.
Feteva
(Fetva. C.) Fetvalar. Ehliyet sâhibi bir din âliminin bir mes'ele hakkında müsbet veya menfî haber ve malûmatları. (Bak: Fetva)
fetevâ
fetvalar.
Feth
"Açma, başlama. * Zaptetme. Ele geçirme. Zafer. Nusret. * Faydalı şeyleri elde etmek için yolları açmak. Muğlak şeyleri açmak. Bu iki suretle olur. Biri, basâr ile idrâk olunur. Gam ve kederi gidermek gibi. İkinci de: İki nevi olup birincisi; dünya işlerinde olur. Sürur vermekle gamı izâle etmek, bir değerli şey vermekle fakirliği kaldırmak gibi. İkincisi; kapalı, muğlak bilgilerin keşif ve izharında kullanılır. Bu da iki türlüdür; Birisi; zâhirî ve müsbet ilimleri çoğaltmak ve mânalarını tahkik etmekle olur. Diğeri; ilm-i ledün âlemine dalmakla olur. (L.R.)"
feth
açma, fetih.
Feth-i bab
Kapı açmak.
Feth-i bilad
Beldelerin istilâsı, şehirlerin zabtı.
Feth-i islâm
Tuna nehri üzerinde Kladova kasabası yakınlarındaki bir kalenin adı. * İslâmların fethetmesi.
854
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Feth-i kelâm
Söze başlama.
Feth-i kostantiniyye
İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed Han tarafından fethi.
Feth-i meyyit
Ölüm sebebini anlamak için cesedin açılarak muâyene edilmesi, otopsi.
Feth-i mübin
"Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen ""Feth-i mübin""in ifade ettiği manâlardan biri: Sahih-i Buharî muhtasarının beyanına göre çok İslâmî fetihlerin mebdei olan Hudeybiye sulhudur. Ulemanın ekserisine göre ise; Biat-ı Rıdvan'dır.Kur'anın hitabı umum asırlara baktığı için, bu gibi fetih ve zafer manâlarından her asırdaki Âlem-i İslâm hissedardır."
Feth-i suver
Suretlerin meydana çıkışı. Her mahlûkun Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle en münasib şekilde suretlerinin açılışı.
Fetha
Gr. Arabçada harfleri (E, A) diye okutan işâret, üstün.
Fetha (fetaha)
(C.: Füteh-Fütuh-Fethât) Kaşı olmayan halka yüzük. * Büyük yüzük. * Tavşancıl kuşu.
Fethî
Fetih ile alâkalı. Fethe âit. * Ferahlık verici.
Fetih
(Bak: Feth)
fetih
açma, ele geçirme.
Fetih suresi
Kur'an-ı Kerim'in 48. suresi.
Fetik
Dülger. * Sabah. * Parlayıcı nesne, parlak olan şey.
Fetiyle
Yanmış fitil ucu. * Bükülmüş ince sicim. * İki parmak arasındaki kir.
Fetişizm
Fr. Küçük putlara ve heykellere tapma âdeti. Putçuluk. Kadın resimlerine veya heykellere fazlaca sevgi beslemek hastalığı.
855
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fetişizm
bazı eşyaları putlaştırıp aşırı düşkünlük gösterme.
Fetk
Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma. * Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak. * Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı. * Şafak sökmesi. Fecir ağarması. * Parçalanıp birbirine düşmüş cemaat.
fetk
ayırma, yarma.
Fetkelîn
Belâ. Zahmet.
Fetl
Bükmek. * Yüz döndürmek.
Fetn
Yakmak, ihrak etmek.
Fetret
"Uyuşukluk, zayıflık. * Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman. * Vukuu âdet halinde olan şeyin kesilme zamanı veya kesilmesi. * İki vakıa arasındaki geçen zaman. Terakki ve teâli devirleri arasındaki hareketsiz, sükûnetli geçen devir. * Tıb: İki ateşli hastalık arasındaki geçen zaman.(Suâl ediyorsunuz ki: Zaman-ı fetrette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler?Elcevab: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın, bilâhare gaflet ve mânevi zulümat perdeleri altında kalan ve hususi bâzı insanlarda cereyan eden bakıye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivâyât vardır. Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'dan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette, din-i hak nurundan lâkayd kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlub olmamışlar. Bil'ittifak, teferruattaki hâtiatlarından muâhezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş'arîce, küfre de girse, usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla' ile teklif takarrur eder.
856
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mâdem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz. M.)" fetret
iki peygamber arasındaki bulanık zaman.
Fett
Kırmak, kesr.
Fettah
(Fetih. den) En iyi, en çok fetheden. Darlıktan kurtaran. Her şeyi en iyi cihetten açan. Her şeyi açan. Zabteden Allah (C.C.)
Fettahiyyet
Fethedicilik. Her şeye lâyık bir şekil açmak ve suret vermek sıfatı. (Yâni, Fettah isminin tecellisi ile basit bir maddeden ayrı ayrı çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta bir ânda, bir fiil ile açılmasıdır. Ş.)
Fettak
(Fetk. den) Kanlı katil, çok sayıda insan öldürmüş kimse.
Fettan
Fitneci. Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytan. * Altın eriten kuyumcu.
Fettane
Mehenk taşı. Altun ve gümüşü muâyeneye yarıyan taş.
Fette
Açmak. * Yardım. * Hüküm.
Fettâh
her şeyi görülmedik biçimlerde açan Allah.
Fettâhiyet
herşeyi uygun şekilde açma fiili.
Fetur
Oruç açacak nesne. * Yaratmak. * Yarmak. * İki parmağıyla kaşımak.
Fetut
Ekmek parçaları.
Fetva
Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi.
Fetva emini
Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahane'nin başında bulunan zata verilen ünvandır. Şeyhülislâma sorulan şer'i meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer'iyye
857
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik etmek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İlâmat müdür ve mümeyyizi, başmüsevvit, müsevvit gibi ulema ve fukahadan müteaddit memurlar vardı.Fetva eminleri, en yüksek ilim sahipleriyle beraber memuriyetlerinin unvanlarına münasib olarak emin, fakih ve müteşerri' kimseler arasından seçilirlerdi. Fetva eminlerinden, şeyhülislâm olanlar da vardır.Fetva eminliği Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanatından sonra ihdas edilmiştir. İstanbul'un fethinden evvel, Bursa Kadıları bu işi gördükleri gibi, İstanbulun fethinden sonra İstanbul Kadısı olan Hızır Bey, fetva eminliği vazifesini görürdü. Bu müessese Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etmiştir. (O.T.D.S.) Fetva-penah
"""Fetvaya sığınan"" Şeyhülislâm."
fetvâ
bir meseleyle ilgili dinî hüküm.
fetânet
zihin açıklığı, çabuk kavrayış.
Fetîl(e)
Yaralara konulan tiftik. * Lâmba fitili. * Deriden çıkan kir. * Örgü.
Fetîr
Taze nesne. * Cıvık hamur. * Acele anlaşılan.
Fetîs
Büyük çekiç.
Fetît
Terit altına konulan ekmek parçaları.
Fetş
Sorup aratmak.
Fevahiş
(Fâhiş. C.) Fâhiş işler. Bozuk işler. Kötü ve haram olan işler, ameller.
Fevaih
(Fâih. C.) Meyve ve çiçek kokuları.
Fevait
(Fevt. C.) Fevt olmuş şeyler. * Vaktinde kılınmamış namazlar.
Fevak (füvâk)
İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi. * Rahat. * Rücu. * Uzun boyunlu bir nevi su kuşu.
Fevakih
(Fâkihe. C.) Meyveler, yemişler, fâkiheler.
858
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fevaris
(Fâris. C.) Atlılar, biniciler.
Fevasıl
(Fâsıla. C.) Fâsılalar. (Bak: Fâsıla)
Fevatih
(Fâtiha. C.) Fâtihalar. Başlangıçlar. * Son vermeler. * Bir kitabın mukaddemeleri.
Fevazıl
(Fâzıla. C.) (Bak: Fâzıl)
Fevc
Dalga. Bölük. İnsan kalabalığı. Cemaat. Takım. * Koşmak. Sür'at etmek. * İyi kokunun dağılıp yayılması.
fevc
gurup, topluluk.
Fevc fevc
Dalga dalga, kısım kısım, takım takım, akın akın, cemaat cemaat.
Fevc-â-fevc
Akın akın, takım takım.
Fevd
Tavşancıl kuşunun kanadı. * Ölmek. * Canip, taraf, yön.
Fevdec
(C: Fevâdic) Mahfe.
Fevehan
(Fevh. C.) Güzel kokular.
Fevehat
(Fevha. C.) Güzel kokular.
Feverân
Maddi ve manevi kaynayıp fışkırmak. * Köpürmek. * Coşmak. * Kokunun etrafa yayılması. * Depreşmek. * Şiddet.
feverân
fışkırma, hızla çıkma.
Feverân-ı dem
Kan fışkırması.
Feverân-ı âb
Suyun fışkırması.
Fevg
şişman olmak.
Fevga'
İri vücutlu, şişman kadın.
Fevh
Yaradan kan fışkırması. * Bolluk, genişlik. * Güzel kokunun yayılması. * Kaynamak.
Fevha
(C.: Fevehât) Güzel koku.
Fevhed
Semiz oğlan, şişman çocuk.
Fevk
Üst. Üst taraf. Yüksek derece. Yukarı.
859
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fevk
üst.
Fevkalbeşer
(Fevk-al beşer) İnsan gücünün üstünde, insanüstü.
fevkalbeşer
insanüstü.
Fevkalgaye
Son derecede.
Fevkalhad
(Fevk-al had) Huduttan ileride. Sınırsız. Hudutsuz.
fevkalhad
sınırın üstünde.
Fevkalkanun
Kanun üstü. Kanunun kabul etmediği. Kanunun karışmadığı.
fevkalkanun
kanun üstü.
fevkalkül
hepsinin üstü.
Fevkalküll
(Fevk-al kül) Hepsinin fevkinde. Bütününün üstünde.
Fevkalme'mul
(Fevk-al me'mul) Ümidin fevkinde, Umulandan ziyade. Ümid edilmedik şekilde. Beklenmedik bir anda.
Fevkalmu'tâd
(Fevk-al mu'tâd) Her zamankinden üstün. Âdetin fevkinde.
fevkalmêmul
umulanın üstünde.
fevkalzaman
zaman üstü.
Fevkalâde
Âdetin fevkinde. Ayrıca, hususi surette. Bilinenlerin üstünde. Müstesna ve yüksek bir surette.
fevkalâde
olağanüstü.
fevkaniyet
üstünlük.
Fevkanî
Üst, üst tarafta, üstteki.
Fevkattahammül
(Fevk-at tahammül) Tahammülün üstünde, tahammül edilmez, dayanılmaz, dayanılması imkânsız.
Fevr
Hemen. Birdenbire. Acele. Sür'at. * Bir adamın geldiği semt ve cihet. * Suyun kaynayıp fışkırması.
Fevren
Birdenbire, sür'atle, çarçabuk.
Fevres
Buğday, hınta.
860
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fevrî
hemen, düşünmeden.
Fevrî (fevriyye)
Düşünmeden ve âni olarak yapılan hareket.
Fevt
Ölüm, mevt. * Kaybetme. Elden çıkarma. Kaçırma. Bir şeyin bir daha ele geçmiyecek şekilde elden çıkması.
fevt
yitme, ölme.
Fevt-i fursat
Fırsat kaçırma. Fırsatı değerlendirememe. Ele geçen bir imkânı kullanamama.
Fevvare
Fıskıye, su fışkırtan şey.
Fevz
Kurtuluş. Zafer. Necat. Muvaffakiyet. Selâmet.
Fevzaiye
Fls: Anarşik. Kanun ve nizam tanımayan hal ve hareket.
Fevzaî
Anarşist. Hiç bir din ve nizam tanımayan. * Kargaşalık ve anarşi ile alâkalı.
Fevziye
Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine II.Sultan Mahmud tarafından eski odalar mevkiine verilen isimdir. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması esnasında, yeni odalar Kara Cehennem'in attığı yağlı paçavralarla yanmış, eski odalar da ocağın ilgasından birkaç gün sonra yıktırılmıştır. Gerek yanan ve gerekse yıkılan yerlerin vaziyetlerinin tâyini hakkında Sadrazam Selim Mehmed Paşa'nın, Padişaha arzettiği telhis üzerine, Sultan Mahmud, yeni odaların bulunduğu yere Ahmediye, eski odalar mevkiine de Fevziye adının verilmesini emretti (O.T.D.S.)
Fevzâ
Kargaşalık. Anarşi. * Karışmış, muhtelit.
fevzâ
kargaşa.
Fevzâ-yı ârâ
Fikirlerin karmakarışık olması. Fikre ait anarşi. Fikrî anarşi.
Fevzî
Kurtuluşa, fevze âit ve müteallik.
Fevâid
(Fayda. C.) Faydalar. Faydalı şeyler.
861
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fevâid
faydalar.
Fevâid-i me'mule
Umulan faydalar.
fevâsıl
fasıllar, bölümler.
fevâtih
başlangıçlar.
Fey'
Ganimet. Harbde elde edilen mal. * Rücu'. * Haraç. * Zeval vaktinden sonraki gölge. (Bak: Fey-i zeval)
Fey' (fey'a)
Her nesnenin evveli.
Fey-i zeval
Güneşin garba doğru dönmesinin başlaması, Güneş tam ortada gibiyken yerde dikili olan şeylerin gölgeleri batıdan doğuya dönüp kısalmakta son bulduğu zamandır. Bundan sonra öğle namazı vakti başlar.
Feya
Yahu... gibi mânaya gelir, hayret ifade eder.
feya
ey!
feyaacaba
hayret doğrusu!
Feyac
Söz, kelam.
Feyafî
(Feyfâ. C.) Çöller, sahralar.
Feyalilaceb
(Fe-yâ lil'aceb) Hayret ve taaccüb ifâdesi için söylenir.
feyalilaceb
hayret ifadesi.
Feyayih
(Feyhâ. C.) Genişlikler, enginlikler, boşluklar.
Feyc
(C: Füyuc-Feycân) Haber getiren peyk.
Feycen
Sedef dedikleri ot.
Feyd
Sallanmak.
Feydum
Bir nevi mâcun.
Feyezan
f. Suyun çok olup taşması, çoşması. * Bolluk, fazlalık, feyiz.
feyezân
su taşkını.
Feyfa'
(C.: Feyâfi) Büyük çöl, sahra.
862
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Feyfa-neverd
f. Çöl yolcusu. Çöllerde yol alıp ilerliyen.
Feyh
Sıcağın şiddetlenmesi. * Koku yayılmak. * Kazan kaynamak. * Yara kanamak.
Feyha
Geniş ve büyük olan. Engin.
Feyhak
Geniş nesne.
Feyhec
İçki ölçülen bardak. Şarab. Hamr. Bâde.
feyiz
bolluk, bereket, mânevî gıda.
feyizdâr
feyizli.
feyizkâr
feyizli.
feyizyâb
feyiz alma, manen istifade etme.
Feyk
Tavuğun gıdaklaması. * Uzun boylu erkek. * İyi olmak.
Feyl
Hamile kadının sütü.
Feylak
Büyük adam. * Çok asker. Kolordu. * (C: Feyâlik) İpek böceği ve kozası.
Feylekun
Kandıra dedikleri hasır otu.
Feylekus
Fil kulağı dedikleri büyük yassı yapraklı ot.
Feylem
Geniş, büyük nesne.
Feylemanî
Cüssesi büyük olan.
Feylesof
"Felsefe ile uğraşan, felsefeci. (İlm-i hikmetle meşgul olan mütefennin. Dinle münasebeti olmayan gayr-ı müslim. L.R.) (Bak: Hükemâ)(İ'lem Eyyühel-Aziz! Bir şeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun o şeyin ahvâli hakkında ihtilâfları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh, avrupa feylesofları, maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur'anın hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-ı
863
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben öyle gördüm; nefs-ül emir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fenni meseleleri keşfeden feylesoflar, hakkın esrârını, Kur'an nurlarını da keşfedebilir diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz, kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünki kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür. M.N.)" feylesof
filozof, felsefe ile uğraşan kişi.
feylesofâne
filizofça.
Feylule
İkindiden akşama kadar olan ve mekruh addedilen uyku. (Bak: Kaylule)
feylûle
ikindiden akşama kadar olan mekruh uyku.
Feynan
Güzel uzun saçlı kişi.
Feyne
Zaman. Saat.
Feyruzec
Piruze dedikleri kıymetli taş.
Feytek
Dülger.
Feyyad
Erkek baykuş. * Çok yiyen adam.
Feyyal
Fil çobanı. File bakan kimse.
Feyyaz
Çok feyz veren. Çok bereket ve bolluk veren. (Bak: Feyz)
Feyyaz-ı mutlak
Mutlak ve sonsuz feyiz ve bolluk sahibi. Allah.(Kader herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak'tan aldığı feyze olan kabiliyeti, o kalıba göredir. M.N.)
Feyyaz-ı müteâl
Çok feyz ve bereket veren. Müteâl olan Allah (C.C.)
Feyyih
Şiddetli adam.
Feyyil
Zayıf hüküm.
feyyâz
çok feyiz veren.
864
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Feyz
Ölmek.
feyz
bolluk, bereket, mânevî gıda.
Feyz ü rif'at
İlerleme, bolluk ve yükseklik.
Feyz-aver
f. Feyz getiren. Feyiz veren. * Bolluk veren.
Feyz-bahş
f. Feyiz ve bereket veren, feyiz bağışlayan.
Feyz-dar
f. Feyizli, bol, bereketli, gür.
Feyz-efza
f. Feyiz artıran, bollaştıran.
Feyz-i safâ
Neşenin feyzi, safânın bolluğu.
Feyz-nak
f. Feyizli, bereketli, bol.
Feyz-resan
f. Bolluk ve bereket getiren, feyiz bahşeden.
Feyz-yab
f. Bollaşan, feyiz bulan. Feyze nâil olan.
Feyza feyz
Feyiz ile dolu, bol.
Feyzî
Bolluk ve berekete ait ve müteallik. Feyze mensub.
Feyşe (feyşele)
(C: Feyâşil-Fiyeş-Fiyâş) Zeker başı.
Feza
Yıldızlar arasındaki geniş boşluk. Gökyüzü. * Yer geniş olmak. * Açık sahra. * Saha. * Yerde akan su.
feza
artıran, çoğaltan.
Feza'
Korku. Havf. * Sığınma, dehalet. * Uykuda şiddetli korku ile uyanmak.
Feza-neverd
f. Fezâda dolaşan, boşlukta giden.
Fezaa
Yolda ve tarlada yapılan ve höyük denilen suret.
Fezail
(Bak: Fazâil)
Fezaze
Ahlâkı kaba ve kerih olmak.
Fezaî
Gökle alâkalı. Göğe âit. Geniş sahaya âit. Fezaya âit ve müteallik.
Fezd
Kan aldırmak.
865
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fezleke
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Hülâsa. Netice. Öz. İcmâl. * Hesap listesinde netice.(S - Gerek Kur'an-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan Hadis-i Şerif olsun; her fenden, her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitab veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle harika olması lâzım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir?C - Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselâm fezlekeler değildir. Ancak, hüsn-ü isabetle münasib bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer' edilen fezlekelerdir. Kur'an veya Hadisin aldıkları fezlekeler, bu kabil fezlekelerdir. Bu kabil fezlekeler tam bir meleke ve ıttıladan sonra hâsıl olabilir ki, herbir fezleke, me'hazı olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısda olamaz. İ.İ.)"
fezleke
özet.
Fezr
Yarmak. * Ayırmak. * Bozup feshetmek.FEZZ : Yalnız şey. Bir kimsenin yalnız kendi başına olması. * Udûl. * Geri dönmek. * Buzağı. * Hafif.
fezâ
uzay.
Fezâ-yı feyz
Feyiz sahası, feyzin fezası.
Fezâ-yı ıtlâk
Hudutsuz gökyüzü. Nihayetsiz feza.
fezâil
faziletler, üstün nitelikler.
Fezîz
Seyelân etmek, akmak.
Feş'
Böğürtlen ağacına benzer bir ağaç.
Feşafeş
f. Hışıltı. * Atılan okun, havada giderken çıkardığı ses.
Feşak
Sürur, neşe, sevinç, neşat.
Feşan
f. Saçma. Neşretme. * Yayıcı. Serpici olan.
Feşar
f. Sıkıcı. Sıkan. Sıkıp suyunu çıkaran.
Feşc
Ayağını ayırıp apışmak.
866
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Feşel
(C: Efşâl) Korkak olmak.
Feşfaş
Yassı kılıç.
Feşfeşe
Uykudan uyandırmak.
Feşg
Dağıtmak. * Vurmak.
Feşga
Pamuk parçası.
Feşh
Başına el ile vurmak.
Feşil
(C.: Efşâl) Korkak, cesaretsiz, yüreksiz.
Feşk
Kırmak.
feşân
" ""saçan"" mânâsında son ek."
Feşş
Eritmek. * Süt sağmak. * Çıkarmak. * Yabani olan keçiboynuzu ağacının yemişi.
Fi aman-illah
Allahın muhafaza, siyânet ve hıfzında.
Fi'l-i basit
Gr: Basit fiil, tek kökten yapılan fiil. Meselâ: Gitmek, gelmek, olmak gibi.
Fi'l-i hikâye
Gr: Geçmiş zamanda olmuş fakat konuşan kimsenin görmüş olduğu bir işi anlatan fiil. Meselâ: Okumuş idi, yazmış idi, vurdu gibi.
Fi'l-i kıyasî
"Gr: Kurallı ve kaideli fiil. (İş'ten: işlemek; ateşten: Ateşlemek gibi)"
Fi'l-i ma'lum
Etken fiil. Öznesi yani, faili belli olan fiil.
Fi'l-i mechul
Gr: Faili yani öznesi bilinmeyen fiil. Edilgen fiil. Mesela: Yazılmak, içilmek, vurulmak gibi.
Fi'l-i mezid
Fiilin aslına harf ilâve edilen fiil.
Fi'l-i mezmum
Kötü, fenâ iş. Livâta ve zina.
Fi'l-i mutâvaat
Mâlum sigasında olduğu halde müteaddi bir fiilin mechulü gibi mânası olan fiildir. (Sevinmek, dövünmek gibi)
Fi'l-i mün'akis
Organizmanın bir uyarmaya karşı birdenbire aldığı vaziyet, refleks.
867
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fi'l-i mürekkeb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gr: Yardımcı bir fiille birleşerek tek kelime hükmüne geçen fiil. Birleşik fiil. (Vurabilmek, yazabilmek, okuyabilmek gibi.)
Fi'l-i müsbet
Gr: Müsbet fiil. Kendinde nefiy edatı bulunmayan fiil.
Fi'l-i vücubî
Yapılması gereken, lâzım olan fiil.
Fi'l-i şart
şart fiili. (Bak: şart)
Fi'l-i şeni'
Irza vuku bulan tasallut hakkında kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte, mutlaka cima' manâsına değildir.
Fi'liyat
İş olarak yapılan şeyler, işler, fiiller.
Fi-maba'd
Bundan böyle, bundan sonra, bundan itibaren, bir daha.
Fial
"Çocuk oyunudur. (Bir şeyi toprak içinde gizleyip sonra taksim edip ""hangimizin hissesinde çıkar"" diye ararlar.)"
Fiam
Çok kalabalık olan erkekler topluluğu.
Fiat
(Fî. C.) Kıymetler, değerler, bahalar.
Fica
Birdenbire, ansızın.
Ficac
İki dağ arasında geniş yol. (Bak: Fecc)
Ficacen sübülâ
Turuk-u vâsia, geniş yollar.
Ficc
Şam karpuzu. * Tam olmamış olan meyve.
Fida
Dağıtmak. * Atâ etmek. Hediye veya bahşiş olarak vermek. * Bedel vermek.
Fidam
(Feddâm) : Su kabının üzerine koydukları süzgeç. * Mecusilerin ağızlarını bağlamakta kullandıkları bez.
fidda
gümüş.
Fidre
Et parçası.
Fidye
Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya
868
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sadaka. * Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen para. * Fık: Fakirin sabahlı akşamlı bir günlük yiyeceği. fidye
bir suçtan veya esirlikten kurtuluş parası.
Fidye-i necat
Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.
Fie
Kalabalık, topluluk, cemaat.
figan
çığlık, inilti.
Figen
f. Yıkıcı, düşürücü, atıcı.
Figende
f. Yıkık, yıkılmış, düşkün.
Figân
f. Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma.
Figân-perver
f. Feryad ettiren, bağırtan.
Figân-tiz
Yüksek feryad.
Figâr
f. Ceriha, yara. * İncinmiş, yaralı, müteessir manalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-figâr $ : Yüreği yaralı.
Figür
Fr. Oyuncunun hareketi. * Resim, şekil, canlı resim. * Mecaz.
figür
şekil.
Fihal
(Fahl. C.) İtibarlı, seçkin ve üstün kimseler.
Fiham
(Fahîm ve fahm. C.) İtibar ve nüfuz sahibi kişiler, ulu kimseler.
Fihhîr
Çok gururlanıp fahirlenen kimse.
Fihr
(C: Efhâr) Destesenk dedikleri taş. * Taş.
Fihris
(Fihrist) Bir dükkânda veya bir kitabın içerisinde ne bulunduğunu sıra ile gösteren liste. (Kataloğ) * (C: Fehâris) Her nesnenin aslı. * Kanun.
fihrist
içindekiler listesi.
fihriste
kitabın konularını gösteren liste.
869
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fihristevârî
fihrist gibi.
Fiil
"(Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş. *Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)"
fiil
iş, eylem, yüklem.
Fiilen
Gerçekten, işleyerek, hakikatte.
fiilen
fiille, iş ile.
fiiliyât
fiiller, işler.
fiilî
fiille ilgili.
Fikak (fekâk)
Halas, kurtulma. * Bir şeyin karşılığında verilen şey.
fikir
düşünce.
Fikr
(Fikir) Akıl. * Re'y, istek, düşünce.
fikr
fikir, düşünce.
Fikr-i fâsid
Bozuk fikir, fâsid fikir.
Fikr-i infiradî
Tek başına olmak fikri, istişâresiz iş yapmak. Bir şeyi sâde kendine mal etmek fikri, hodgâmlık. (Bak: Himmet)
Fikr-i muzmer
Gizli kalmış ve dışarı vurulmamış fikir.
Fikr-i ta'kib
Sona erdirme, peşini bırakmama.
Fikr-i vatan
Vatan düşüncesi, vatan fikri.
Fikr-i âmiyane
Bayağı fikir, alelâde düşünce.
Fikren
Zihnen, fikir ile, düşünerek.
fikren
fikirce.
Fikret
Düşünme, tefekkür, teemmül, fikir, Düşünülen şey.
fikret
düşünme.
Fikret-i beyza
Münevver fikir. Parlak fikir.
870
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fikretmek
düşünmek.
Fikriyyat
Fikir ve düşünce ile olan işler.
Fikrî
(Fikriye) Fikir cinsinden, fikirle alâkalı. Fikre âit ve müteallik.
fikrî
fikirle ilgili.
Fil
(C.: Efyal-Füyul) Daha ziyade Hindistan ve Asya gibi yerlerde bulunan iri vücudlu, hortumlu bir hayvan.
Fil suresi
Kur'an-ı Kerim'de 105. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
Fil vak'ası
(Bak: Ebrehe)
Filahet
Çiftçilik, tarla işleri, rençberlik, çift sürmek.
Filasl
(Fi-l-asl) Aslında olduğu gibi.
filasl
aslı üzere.
Filcümle
(Fi-l-cümle) Ezcümle, minelcümle. Bir hayli. Emsalinden beri.
filcümle
genellikle, bütünüyle.
Filhakika
(Fi-l-hakika) Hakikatte, esasında, hakikaten, doğrusu.
filhakîka
gerçekten.
Filhal
(Fi-l-hâl) Şimdi, hemen. * Bu halde. * Hadd-i zâtında.
Filiz
Ağaç ve çiçek fidanı, taze sürgün. * Eritilip temizlenmemiş olan altun, gümüş,demir, bakır gibi külçe, ham maden. * Erimiş bakır.
Filk
Zahmet, meşakkat. * Acib emir. * Parça.
Fill
Yağmur yağmayıp ot bitmeyen yer, otsuz yer.
fillah
Allah için.
Filmedine(ti)
(Fi-l-Medine(ti)) : Medine şehrinde.
Filmesel
Misaldeki gibi, meselâ.
Filo
Birkaç savaş gemisinden mürekkep donanma parçası. Donanmanın bir kısım ve bölüğü.
871
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Filozof
(Bak: Feylesof)
Fils
Put, sanem.
Filus
(Bak: Fülus)
filvaki
olduğu gibi.
Filvaki'
Vâki hâle göre. Vakide olduğu gibi.
Filze
(C: Fülüz-Eflâz) Parça, kıt'a.
Find
Dağ burnu.
Finhan
Leğen dedikleri kap.
Fintîse
Kurt ve kuş ağzı.
Finâ
Evin önü. Civar.
Finâ-i belde
Beldenin civarı.
Fir'avn
Mısır'da, hususan Hazret-i Musa (A.S.) zamanında Allah'a isyan edip ilâhlık dâvasında bulunan, Musa Peygamber'e inanmayan hükümdar. * İlâhlık iddia eden dinsiz, azgın ve şaşkın insan. (Bak: Enaniyet, Mumya)
Fir'avniyyet
Firavun gibi oluş, isyankârlık ile Allah'ı tanımayış. İnat ile Allah'a isyan edip halkı sapık yollara, dalâlete ve dinsizliğe sevke çalışmak.
Fir'avnî
f. Firavunluk. Firavun ile ilgili.
Firad
(Ferd. C.) Fertler, kişiler.
Firak
Ayrılık. Ayrılmak. Hicran.
Firar
Kaçmak. Kaçış.
Firarî
Kaçkın, kaçak.
Firas
Çok fazla kırmızı nesne.
Firaset
Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise
872
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur. (L.R.) * Yiğitlik. * Binicilik. Firavan
f. Bol, çok, ziyade, aşırı, fazla.
Firaz
Geniş, vâsi. * Irmak ağzı. * Sokak ağzı. * Elbise.
Firazî
f. Yukarılık, yükseklik.
Firaş
Döşek. Yatak. Yere serilen şey. Minder. şilte.
Firaş-ı istirahat
Rahat döşeği.
Firaş-ı kavî
Fık: Evli kadının firaşı mânâsına gelir bir tabirdir. (Bununla bilâdavet neseb sabit olup, nefy ile neseb nefy olunmayıp, lâkin laan ile nefy olunur.) (O.T.D.S.)
Firaş-ı mütevassıt
Fık: Ümmü veledin firaşı mânâsına gelen bir tabirdir. Firaş-ı mütevassıtta bilâ davet neseb sahih olmaz.
Firaş-ı sahih
Fık: Nikâh ve mülk-i yemine müstenid bulunan istifraş. Mülk-i yemin, bir kimsenin temellükünde bulunan cariye demektir. Binaenaleyh bu iki şarta dayanan istifraştan, meydana gelecek çocuk, varis addolunur. Ancak, cariyeyi istifraşta husule gelen çocuğun kendisinden olduğunu müstefrişin söylemesi lâzım gelirdi. (O.T.D.S.)
Firaş-ı zaif
Fık: Cariyenin firaşı. (Bununla neseb sâbit olur) (O.T.D.S.)
Firaşiyet
Karılık. * Fık: Birisinin karısı oluş. Zevciyet.
Firbar
Ululuk, azamet. * Ardınca gelicilik, peşinden gelmek.
Firc
Sır saklamayan kişi.
Firdevs
cennette bir tabaka.
Firdevsî
cennet gibi.
firenk
Batılı.
firenkmeşreb
Batılıların yolunda giden.
Fireunî
Hat, minyatür, tezhib gibi güzel san'atlarda kullanılan bir kâğıt cinsi.
873
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Firezdek
(C: Ferâzık) Hamur yuvarlağı, hamur parçası.
Firfis
Yaban sineği.
Firfîr
Menekşe.
Firib
f. Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib $ : Gönül aldatan. Nazar-firib $ : Göz aldatan.
Firibende
f. Kapılmış, aldanmış.
Firifte
f. Kandırılmış, aldanmış, aldatılmış.
Firifte-dil
f. Gönlü aldanmış.
Firistade
(C.: Firistâdegân) f. Elçi, gönderilmiş. * Peygamber.
Firişte
(C.: Firiştegân) f. Mâsum, suçsuz, günahsız. * Melek. * Mc: İyi huylu kimse.
Firişte-sıfat
f. İyi huylu kimse, huy ve tabiatça melek gibi olan.
Firk
Koyun sürüsü. * Parça.
Firkat
(Fürkat) İftirak. Dostlardan ve sâir sevdiği şeylerden ayrılış. Firak. Müfarakat.
firkat
ayrılık.
Firkateyn
Buharın icadından evvel kullanılan harp gemilerindendir. Bu gemiler, güvertelerinin altında bir batarya topu hâvi olup hızlı giderlerdi. Bu gemilerin üç direkleri vardı ve içlerinde mürettebatının binbeşyüzü bulanları da vardı.
Firma
ing. Tescil edilmiş ticarî müessese.
Firnas (fürânis)
(C: Ferânis) Boynu kalın arslan. * Köylü reisi.
Firs
Bir nevi ot.
Firsa
(C: Firâs) hayız bezi.
Firsad
Kırmızı dut. * Böğürtlen.
Firsek
(C: Ferâsik) Çekirdeğinden ayrılmayan şeftali.
874
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Firudest
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Birkaç hânendenin hep bir ağızdan usûlüne uygun olarak söyledikleri nağme.
Firuz
Said, hurrem, saadetli, uğurlu, muzaffer, mansur.
Firuz abadî
(Mecdüddin Muhammed) (Hi: 729 - 817) İran'ın Şiraz Eyâletinde Firuzâbad isimli beldenin Kâzrun kasabasında doğmuştur. Büyük âlimlerdendir. Yedi yaşında Kur'anı hıfzetmişlerdi. Çok seyahat etmiştir. Bursa'ya geldiğinde Yıldırım Bayezid Han tarafından kendisine fevkalâde ikrâm olundu. En meşhur eseri olan altmış ciltten müteşekkil El-Lâmi lügat kitabından hülâsa ettiği Kamus'tur. Yemen'de kadı iken vefat etmiştir. (R. Aleyh)
Firuz-baht
f. Şanslı, uğurlu.
Firuz-mendî
f. Galebe, zafer.
Firuze
Nişabur'da çıkan açık mavi renkli ve kıymetli bir taş.
Firuze-fam
Açık mavi renkli, gök renkli.
Firuze-rivak
Gökyüzü, sema.
Firuzende
f. Meşhur bir cins lâle.
Firye
Yalan, kizb.
Firzah
Göğsü geniş, etli kimse.
Firzan
(C: Ferâzine) Arif. * Fen sahibi kimse.
Firze
Parça.
Firzel
Demircilerin demir kestikleri alet. Kayıt.
firâk
ayrılık.
firâr
kaçma.
firârî
kaçak.
firâset
hızlı kavrayış.
Firâvn
Firavun.
875
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Firâvun
ilâhlık davası güden ünlü bir ulu önder.
Firâvuncuk
küçük bir Firavun.
Firâvuniyet
Firavunluk.
Firâvunmeşreb
Firavunun yolunda olan.
Firâvunâne
Firavun gibi.
firâş
döşek, yaygı.
Firşat(a)
Genişlik, vüs'at. * İki ayağının arasını ayırıp genişletmek.
Fisal
(Fasıl. C.) Ayrılmış olanlar. * Yavrunun sütten kesilmesi. * Kısa duvar. * İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan. * Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, fislan şeklinde de olur.)
Fisfise
Yonca otu.
Fisk
(Bak: Fısk)
Fiskil
Yarış atlarından cemeleden sonra geleni.
Fisl
Ahmak.
Fissîk
Fıskı dâim olan.
Fistan
Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbise. Ayrıca Arnavutlarla Rumların, dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir. * Direklerin güverte ıskaçalarını sudan muhafaza için üzerine kalın bırandadan çevrilen kılıf. (O.T.D.S.)
fistan
hanım elbisesi.
fisâl
ayrılmışlar.
Fitam
Çocuğu sütten kesmek.
Fitan
Eyer örtüsü.
Fiten
(Fitne. C.) Fitneler.
fiten
fitneler.
876
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fitil
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden biri. Dirhemin dörtte birine: denk; dengin dörtte birine: Kırat; Kıratın dörtte birine: Fitil denilir. * Eski Fitilli tüfeklerin namlusundaki baruta ateş vermek için kullanılan kükürtlü ip veya kaytan parçası. * Topa veya lâğıma ateş vermek için baruta ıslak batırılıp güneşte kurutulmuş bükme. (O.T.D.S.)"
Fitne
"İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey. * Muhârebe. * Azdırma. * Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu. * Küfr. Fikir ihtilâfı. * Şikak. Kavga. * Delilik. * Mihnet ve beliye. * Mal ve evlâd. * Potada altın ve gümüşü eritmek. * İmtihan ve tecrübe etmek.(Mübarek İslâmiyet ve nurani Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her tâife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtri birer vazife başına geçer... Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı; ""İslâmiyet tehlikededir, yangın var!"" diye her tâifeyi korkuttu. İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre, câmia-ı İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı, Şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı imâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur'anın muhafazasına çalıştı ve hâkeza... herbir tâife bir hizmete girdi. Vezaifi İslâmiyette hummalı bir surette sa'yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan Âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile
877
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.Güya dest-i kudret, celâl ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehli himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anil-merkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nurani muhaddisleri, kudsi hâfızları, asfiyâları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur'an'ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı... M.)" fitne
kargaşa, karışıklık.
Fitne-cihan
f. Fitne koparan, fesat karıştıran, bozgunculuk yapan.
Fitne-cu
f. Fesat arayan.
Fitne-engiz
f. Fitne çıkaran.
Fitne-i âhirzaman
"Âhirzamandaki fitne. Deccal fitnesi.(Rivayette var ki: ""Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz. "" Bunun için binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azâb-ı kabirden sonra $ vird-i ümmet olmuş. Allahu a'lem bissavab, bunun bir te'vili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ: Rusya'da hamamlarda, kadın erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlup olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebâirleri ve bid'aları, birer câzibedarlık ile pervane gibi
878
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz. ş.)" Fitne-kâr
f. Ortalığı bozmağa çalışan. Fitneci. Fesâd verici. Fitne çıkarmak isteyen.
Fitne-âmiz
f. Fitne çıkaran, fesat karıştıran.
fitneengiz
fitne sesebi olan.
Fitnet-üd dehma
(Fitnetüddehmâ) Küfürde olmak, kara fitne. Rezil olmak.
Fitrak
f. Atın terkisi, terki kayışı, eyerin ardındaki tasma.
Fitre
İmtihan. * Belâ, musibet.
Fitret
(Bak: Fetret)
Fityan
(Fetâ. C.) Delikanlılar, yiğitler, bahadırlar, gençler, mertler.
Fitye
(Fetâ. C.) Gençler. Genç yiğitler.
Fizar
f. Ağlayıp inlemek. Sesli ağlamak.
Fizr
Koyun sürüsü. * Yaşlı, ihtiyar kimse.
Fizyoloji
Doku ve organların vazifelerini ve bu görevlerin nasıl yapıldığını inceleyen ilim kolu.
Flama
Mızrak ve süngü ucuna takılan, gemi direğine çekilen ince bayrak.
Flandra
Harp gemilerinin ve bilumum beylik gemilerin grandi direklerine çekilen ensiz ve uzun şerit sancaklar.
Fobi
(Fobya) Fr. Bâzı hal veya şeylere karşı duyulan hastalık halindeki korku.
fobi
bazı şeylere karşı duyulan korku.
Fonoğraf
Fr. Gramofonun ilk şekli. Ses cihâzı. Sesi alıp tekrar veren âlet.
fonoğraf
teyp.
Forma
Fr. Cüz. Kısım. Parça. * Şekil. Biçim. Askeri nişan. Rütbe işareti. * Bükülünce 8, 16, 32 sayfa olan kitap dizgisi.
879
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
forma
bölüm, elbise.
Formalite
Fr. Resmi işlerin gerektirdiği muameleler.
Forsa
Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harp esirleri. Bunlar, kaçmamaları için birer ayakları güvertelere çakılı bulunurlardı. Ayaklarından bağlı olmaları münasebetiyle bunlara payzen namı da verilirdi. Bununla birlikte payzen tabiri, daha çok cürüm ve cinayet erbabından küreğe mahkum olanlar hakkında kullanılırdı. Harp esirlerinin gençleri ve çocukları, saraylara ve acemi olanları kışlalarına verilir, yirmi yaşından yukarı olanları da küreğe konulmak üzere tersaneye gönderilirdi. Gemilerde harp esirlerine kürek çektirmek âdeti 15 ve 16. yüzyıllarda çok revaç bulmuştu. Venedik, Ceneviz, Barselona, Cezayir, Malta ve Osmanlı kaptanları, harp esirlerine, hatta mensub oldukları milletlere karşı vuku bulan muharebelerde bile zorla kürek çektirerek, bu tarik ile harbi kazanmağa çalışırlardı. (O.T.D.S.)
Fosil
"Fr. Eski jeolojik devirlerde toprağa gömülerek kalmış bitki, hayvan; bunların parçaları veya izleri."
Foya
İtl. Gizli oyun, hile. Göz boyacılığı, sahtekârlık. * Elmasların yuvalarında yatağına konulan ince madeni yaprak.
foya
aldatıcı süs, hile.
Foştına
Eskiden Tuna nehrinden istifade edenlerden alınan su resmi.
Frengistan
f. Avrupa, garb âlemi, batı memleketleri.
Frengistân
Batı ülkeleri.
Frengî
Batı dili, Batı ile ilgili.
Frenk
Avrupalı. Fransız. (Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız!... Ayâ Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve
880
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
adavetden sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki!... siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!... Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır! L.) Frenk sakalı
Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.
Frenkmeşreb
Batılıların izinde giden.
Frenkvâri
f. Frenk gibi.
Fua
Keler, kertenkele. * Her nesnenin evveli. * şiddetli koku. Güzel koku.
Fuad
Kalb, gönül, yürek.
Fuadî
Gönül ve kalble alâkalı.
Fuak
Can çekişme. * Midenin çekilip toplanması. * Hıçkırık.
Fuala
(Fâil. C.) Fâiller, özneler, işi yapmış olanlar.
Fudala
(Fazıl. C.) Faziletliler. Fâzıllar.
fudalâ
üstün nitelikli kimseler.
Fuhul
(Fahl. C.) Büyük âlimlerin ileri gelenleri. Emsalinden üstün olanlar. (Bak: Fahl)
Fuhul-i müfessirîn
Tefsircilerin en ileri gelenleri, müfessirlerin en önde olanları.
Fuhul-i ulema
İlim ve faziletçe emsallerinden üstün olan âlimler.
Fuhul-i şuara
şâirlerin en üstünleri.
fuhuş
zina, haram fiil, günahlı iş.
fuhûl
büyükler, ileri gelenler.
881
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fuhş
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Edeb ve terbiyeye uymayan hareket. * Haddini aşmak. Çirkin, kötü. İş ve sözde taşkınlık. Haram. * Çok günah ve çok fena bir fiil olan zina.
fuhş
edebe aykırı hareket, haram, zina.
Fuhşiyyat
(Fuhş. C.) Çok çirkin işler, günahlar.
fuhşiyât
çirkin işler, günahlar.
Fukaha
(Fakih. C.) Fakihler. Fıkıh âlimleri. (Bak: Fıkıh)
fukahâ
islâm hukuku âlimleri.
Fukara
(Fakir. C.) Yoksullar, fakirler.
Fukara-perver
f. Fakire bakan. Fukarayı koruyan.
Fukara-yı sâbirîn
Sabreden ve avuç açmayan fakirler.
fukarâ
fakirler.
Fukka'
Ekseriya şerbet içilen kap. * Yağmur suyunun üstünde olan kabarcık ve köpük.
Fukm
(Fukum) Çene.
Fuku'
(C: Faki) Çok sarı olmak. * Safi olmak.
Fukve
(C: Fukâ) Ok gezi.
Ful
Bakla. Fasulye.
Fulad
Çelik.
Fum
Buğday.
Funduk
Fındık. * Misafirhane, han. Otel.
Furag
f. Işık, ziya, parıltı.
Furkan
"Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı farkedip ayıran. * Kur'an-ı Kerim. * Kur'an-ı Kerim'in 25. suresinin ismi.(Furkan; ayırmak, ayırd etmek mânalarından masdardır. Ekseriyetle fark ma'kulâtta, tefrik mahsusatta kullanılır. Sonra furkan, fârık veya mefruk mânasına da gelir. Bu suretle mühim davaları hall ü
882
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fasleden kat'i bürhanlara, mu'cizelere furkan ıtlak olunur. Bu mâna ile Kur'an-ı Kerim'in bir ismi de ""El-Furkan'dır. E.T.)" Furkân
hak ile batılı ayıran Kurân.
Fursa
(C: Furus) İçmek, şirb. * Nöbet.
Fursat
Müsait an, elverişli durum, uygun zaman, elden kaçırılmayacak faydalı hâl veya vakit. Nöbet.
Fursat-cû
f. Fırsat bekleyen, fırsat arıyan.
Fursat-yâb
f. Eline fırsat geçen, fırsat bulan.
Furude
f. Alçaklık, âdilik, hasislik. * Kavrulmuş, yanmış. * Alçak, âdi, deni, hasis.
Fus'ul
Akrep. Yaramaz, kötü kimse.
Fusaha
(Fasih. C.) Fasih kimseler. Güzel ve usule uygun konuşabilenler. Güzel söz söyleme kabiliyetinde olanlar.
fusahâ
düzgün ve güzel kanuşanlar.
Fussilet
(Fasıl. dan) Ayırd edilmiş, izâh ve tafsil edilmiş.
Fussilet suresi
Kur'an-ı Kerim'in 41. suresidir. Mekkî'dir. Secde, Sure-i Akvat ve Mesabih Suresi de denir.
Fustat
(Fistat) Göçebelerin kıldan yapılan çadırı. Büyük çadır. * Kapıya asılan perde. * Cemaat.
fustat
kıldan yapılan büyük çadır.
Fusul
(Fasıl. C.) Fasıllar. Mevsimler. Bölükler. Kısımlar.
Fusul-ü erbaa
Dört fasıl olan, ilkbahar, yaz, sonbahar, kış mevsimleri.
Fusus
(Fass. C.) Yüzük taşları. (Bak: Fass)
fusûl
fasıllar, mevsimler, kısımlar.
Futa
f. Hamamlarda kullanılan bir kumaş cinsi. * Peştemal. Havlu.
Futr
(Fitre) Yaratmak, halk.
883
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Futunc
Yarpuz denilen ot.
Futur
(Fatır. C.) Yarıklar. Çatlaklar.
Fuzala
(Bak: Fudala)
Fuzaz
Ayrılmış ve dağılmış nesne.
Fuzla
(Müe.) Daha, en faziletli. Çok faziletli.
fuzlâ
en faziletli.
Fuzuh
Gizli işlerin zahir olup açığa çıkması.
Fuzul
(Fazl. C.) Fazla şey. Lüzumsuz söz.
Fuzulat
Ziyade olup işe yaramayan şeyler. Fazlalıklar.
Fuzulen
Yersiz, usulsüz, haksız olarak.
Fuzulî
Fazladan olup boşu boşuna söylenen söz. İşe yaramayan. Boşu boşuna. * Boşboğaz. Ahmak. Vazifesinden hariç lüzumsuz şeye teşebbüs eden. * Haksız olarak fiile çıkarılan iş. * Fık: Şer'î izin olmadığı halde diğer bir kimsenin hakkında tasarruf eden kimse. * Büyük bir şâir ismidir. Türk Divan Edebiyatı'nın birçok sahalarında kuvvetli te'sir ve nüfuz sâhibi olan bu büyük şâir, Azeri-Osmanlı edebiyatı kurucularındandır. Türkçe, Arabça, Farsça manzum ve mensur birçok eserler yazmıştır. Leylâ ile Mecnun mesnevisi meşhurdur. Milâdi 16. asırda yaşımış ve tâundan 1555'de vefat etmiştir. Asıl adı Mehmed'dir.
Fuzûlî
büyük bir divan şairi.
fuzûlî
gereksiz, fazlalık.
fuzûlîyâne
gereksiz ve fazlalık olarak.
fuâd
kalb, gönül.
fâcia
acıklı olay.
Fâcia-engiz
Fâcialı. Çok acıklı.
884
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fâcia-nüvis
f. Acıklı ve hazin tiyatro romanı yazan kimse.
fâcir
günah işleyen.
fâcire
günahkâr kadın.
fâdıl
üstün nitelikli.
fâhim
anlayışlı.
fâhir
övünen, iftihar eden.
fâhiş
ahlâksız, aşırı.
fâhişe
büyük günahlar işleyen iffetsiz kadın.
fâhişehâne
genelev.
Fâide
(C.: Fevaid) Kazanç, kâr, nef', menfaat. İstifadeye sebeb. Yararlılık, işe yarama.
fâide
fayda, yarar.
Fâide-mend
f. Kârlı, faydalanan, menfaat elde eden.
Fâik
Üstün, üstünde. Diğerinden daha değerli ve üstün. Her şeyin güzide ve a'lâsı. Âli. * Başın boyun ile bitiştiği yer.
fâik
üstün.
Fâik-ül akrân
Akranlarından daha üstün.
fâikiyet
üstünlük.
Fâil
İşi yapan. Fiili işleyen. * Gr: Masdarın mânasını meydana getirene denir.
fâil
iş yapan, özne.
Fâil-i hakikî
Bir işte hakiki te'sir sahibi. Onu hakkı ile yapan (Allah C.C.)
Fâil-i hayr
Hayır işleyen, hayır sahibi.
Fâil-i muhtar
Re'yinde müstakil olan. İstediğini yapmakta serbest olan (Cenab-ı Hak).
Fâil-i mübaşir
Huk: Bir şeyi bizzat yapan kimse.
885
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fâil-i müşterek
Huk: İşlenmiş olan bir suçta parmağı olan. Suç ortağı.
Fâiliyyet
İşleyicilik. Müessir olmak. Fâile mensub ve müteallik oluş.
fâiz
paranın haram olan kârı.
Fâka(t)
Zaruret, ihtiyaç. Yoksulluk, fakirlik.
Fâka-i şedide
şiddetli ihtiyaç.
fâkat
yokluk, bulunmama.
fâkih
islâm hukukunu bilen.
fâkihe
yaş meyve, yemiş.
fâl
fal, belirti, uğur.
fâlihayr
iyilik belirtisi.
Fâlık
büyümesi için tohumu çatlatan Allah.
Fâlık-ül habbi vennevâ Tohum ve çekirdekleri açarak büyüten (Allah C.C.) Fâm
f. Renk, levn.
fâniyât
faniler, gelip geçiciler.
fânî
geçici, ölümlü.
Fâr
Fâre, sıçan.
fârika
ayırıcı özellik.
Fâris
iranlı.
Fârisî
iran dili, iranla ilgili.
fâriğ
devreden, geçiren, çekilen.
Fârân
Mekke dağlarının incildeki adı.
Fârûk
" ""hak ile batılı ayıran"" mânâsında Hazreti Ömerin lâkabı."
Fârık
(Fârıka) Tefrik eden, farkeden, ayıran. Ayrılmasına, farkolunmasına sebeb olan alâmet.
Fârıkat
Farkedenler, ayıranlar, farkediciler.
Fâsic
Kısır, semiz davar.
886
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fâsid
bozuk, yanlış.
Fâsid daire
Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru sayıp buna delil diye kullanmak. Yani isbat edilen ile isbat edeni birbirine delil saymak olup isabetsizdir.
Fâsid(e)
Bozguncu. * Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid. * Yanlış olan. * Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru'iyyetten çıkan şeydir. İbadet hususunda fâsid ile bâtıl aynı şeydir. Meçhul bir şeyi satmak gibi. (Bak: Bâtıl)
Fâsid-ül mizac
Ahlâkı ve iyi huyları ifsad eden.
Fâsih
(Fesh. den) Vazgeçen. Dağıtıcı. Bozguncu. Fesheden. * Çürüten.
fâsih
fesheden, bozan,
Fâsih-i şirket
şirketi fesheden.
Fâsık
"(Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.(Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve ""ekseriyetin efkârı benimle beraberdir"" deme! Çünki fâsık adam, fıskı istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor... Hiç bir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, Eliyâzübillâh! irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.) (R.N.)"
fâsık
günahkâr.
Fâsık-ı mahrum
Günah işlemeye hazır olduğu halde fırsat bulamayan.
887
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fâsık-ı mütecâhir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen. İşlediği günah ile övünen günahkâr kimse. (Böylelerin aleyhinde konuşmak gıybet sayılmaz.)
fâsıkımütecâhir
açıkça günah işlemekten utanmayan.
Fâsıl
Fasıllara ayıran. Kısım kısım eden.
fâsıl
ayıran, bölen.
Fâsıla
Bend. Kısım. Bölük. Durak. * Mevsim. * Mebhas.
fâsıla
ara, durak.
Fâsıla-i saltanat
Yıldırım Bayezid'in Ankara savaşında Timur'a esir düşmesinden, Çelebi Mehmed'in pâdişah olmasına kadar geçen zaman.
fâsılasız
aralıksız.
Fâtih
Açan, fetheden. Teshir eden, zapteden. * Kapıları selâmet üzere açan, Cenab-ı Hak.
fâtih
açan, fetheden.
Fâtih sultan mehmed han
"(1432 - 1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. ll. Murat
Han'ın oğlu ve ll. Bayezid Han'ın babası ve 7. pâdişahtır. Edirne'de doğmuş ve Gebze'de vefat etmiştir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) medhine mazhar olmuştur. Peygamberimiz ""İstanbul mutlak fetholunacaktır."" müjdesini vermişti ve onu feth eden kumandan ve askerlerini medh ü senâ etmişti. Dört-beş lisan bilen Sultan Fâtih, saltanatı boyunca büyüklü küçüklü 17 devleti aldığı gibi 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul'u fethederek İslâma kazandırdı ve orta çağa son verdi. En eski ve büyük Bizans Kilisesi olan Ayasofya'yı putlardan temizledi ve orasını sâdece Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen camiye çevirdi ve kıyamete kadar câmi' kalmasını yazılı vasiyet ile vakfeyledi, Müslüman Türk milletine bıraktı. (R. Aleyh)(Meşhur
888
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatnâme'sinde diyor ki: ""İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi'nin huzurunda, haşmetli padişah Fâtih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:Büyük bir âbidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Fâtih, bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fâtih'in arzusunun hilâfına olarak, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fâtih, cezaen Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fâtih aleyhine dâva açar. Bunun üzerine mahkemeye celb edilen Büyük Padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birden bire, hâkimin şu ihtariyle karşılaşmış: - Oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i şer'i olacaksın; ayakta beraber dur!Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişahı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tâbi olduğunu ve elinin kesileceğni bildirir.Fakat mimar kısası istemediği için, Büyük Fâtih günde on altun tazminata mahkûm olur; ve hatta kısastan kurtulduğu için bu tazminatı kendiliğinden yirmi altuna çıkarır."" İslâm mahkemesinin adâletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz ferdlerin huzur-u mahakimde müsavi olduğunu gösteriyor. İ.İ.)" Fâtiha
Bir şeyin başlangıcı, ibtidası. * Mübaşeret. Başlamak. * Karar vermek. * Bir duânın sonunda veya duâya başlarken Fâtiha Suresini okumayı hatırlatan ifade. * Kur'an-ı Kerim'in birinci suresi. (Bak: Seb'ul mesâni)
fâtiha
başlangıç, birinci sûre.
Fâtiha-i kelâm
Sözün başlangıcı.
fâtihâne
fatihçe.
fâtinülasr
asrın en akıllısı.
889
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fâtır
benzeri bulunmayan eserleri yaratan Allah.
Fâtır suresi
Kur'an-ı Kerim'in 35. suresi. Melâike Suresi de denir. Mekkîdir.
Fâtır-üs semâvât
Gökleri yaratan, Allah.
fâzıl
faziletli, üstün.
fâş
ortaya çıkmış.
Fî
"Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan ""bâ, ilâ, min, maa"" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. (L.R.)Başka bir ifade ile kısaca (fî) : ""İçinde, içine, hakkında, hususunda, üzere, dâir, mütedair, beherine ve herbirine"" mânalarına gelir. Kelimenin başına yazılır ve o kelimeyi ""i"" diye okuttuğu için ona harf-i cerr denir. Farsçada ""Der"", ""Fî"" yerinde kullanılır."
fî
içinde, içine, hakkında, üzere, dair.
Fî-i cârî
Geçer değer, muteber fiat.
Fî-i maktu'
Biçilmiş kıymet, kararlaştırılmış değer.
Fî-zamanina
Devrimizde. Zamanımızda.
Fîf
(C: Efyâf- Füyuf) Düz yer.
Fîh
(Fî-h) Onda, onun hakkında.
Fîhi nazar(un)
"Şüphe edilen bir mes'ele hakkında söylenir. ""Ona bir bakmak, tetkik etmek lâzımdır"" demektir."
fîhinazarun
bir bakmak lâzım!
Fîka
(C Efavık-Efvak) İki defa sütü sağmak arasında biriken süt.
Fîsebilillah
Allah yolunda. Allah için.
fîsebîlillâh
sadece Allah için.
fîzâr
inilti, inleme.
890
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Füc'e
Ansızın, birdenbire.
Füc'eten
Apansızın. Birdenbire. Ansızın. Hiç beklenmedik anda.
Füccar
(Fâcir. C.) Günahkârlar. Açıktan günah işleyenler.
füccâr
günahkârlar.
Fücle
Turp.
Fücre
Suyun çıkıp aktığı yer.
Fücur
Günah. Zina. Namusları pây-mâl etmek gibi şeytanî iştiha. Dinsiz ve ahlâksızların durumu.(Fücur, haktan udul etmek, hak yolunu yarıp nizamından çıkarak fısk u isyana düşmektir. Bilhassa zina etmek, yalan söylemek, edebsizlik etmek mânasına isimlendirilir. E.T.)
fücêten
birdenbire.
fücûr
günah, zina, sapma.
Füds
(C.: Fedese) Örümcek.
Füfs
Kırman dağlarında bulunan bir taife.
Fügen
f. Yıkıcı, atıcı, düşürücü.
Fükahet
(C.: Fükâhât) Hoşa giden söz, lâtife, şaka, mizah.
Fükuk
Yaşamak. * Kocalmak, ihtiyarlamak. * Ayrılmak.
Fülc
(C: Füluc) Fevz ve zafer. * Yarık.
Fülfül
(C: Felâfil) Karabiber.
Fülfül-i tavil
Uzun biber.
Fülgur
Kuzukulağı dedikleri ot.
Fülk
Gemi, sandal, kayık.
Fülleyk
Bir şeftali cinsi.
Füls
(Fels) Mangır, akça, pul.
Füls-i ahmer
Bakır sikke, kızıl mangır.
Fülus
(Fels. C.) Bakır paralar. * Balık pulu.
891
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fülû'
Yarıklar.
fülûs
bakır paralar.
Fündak
Hesap defteri.
Fünuk
İnat etmek.
Fünun
(Fen. C.) Fenler, ilimler. (Bak: Fenn)
Fünun-u ekvân
Kâinata dair fenler. Âlemlere, vücudlara, keyfiyetlere dair olan fenler.
Fünun-u kevniye
Kevne (kâinattaki fizikî, kimyevî ve hayatî hâdiselere) dair fenler.
fünûn
fenler, ilimler, hünerler.
Für'al
Sırtlan eniği.
Fürade
Yalnızlık.
Fürafür
Kulağı yırtık kişi.
Füraga
Nutfe, meni.
Fürakıs
Galiz ve şiddetli nesne.
Fürat
Tatlı su. * Fırat Nehri.
Fürayık
(C: Ferâyık) Yumuşak bedenli güzel yiğit.
Fürce
Medhal, girecek yer, boşluk, açıklık, çatlaklık.
fürce
girecek yer, yarık.
Fürfur
Semiz, besili koç. * Bir kuşun adı.
Fürhüd
Arslan eniği. * Yüzü güzel oğlan. * Kaba şiş.
Fürkan
(Bak: Furkan)
Fürkat
(Firâk) Ayrılık.
Fürraa
Kalem silmekte kullanılan bez.
Fürre
Katılık, şiddet. * Evvel.
Fürs
doğu kavimleri.
Fürsiyyat
Fars dili ve edebiyatı bilgisi.
Fürtum
Pabuç burnu.
892
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fürtuse
Hınzır burnu.
Füru
f. Aşağıda. Âciz. Beceriksiz. Geride kalmış... mânaları ifade eder, kelimenin önüne veya sonuna getirilerek ek olarak kullanılır.
Füru'
(Feri'. C.) Bir kökten ayrılmış kısımlar. Dallar. Budaklar. * Bir sülâleden gelmiş torunlar. Çocuklar. * Fık: Cüz'î hüküm ve kaideler. Ahkâm-ı cüz'iyye.
Füru-berde
f. Öne eğilmiş, aşağı eğilmiş.
Füru-mande
f. Yorgun. bitkin. * Şaşkın, şaşırmış. * Âciz, beceriksiz. * Aşağıda, geride kalmış olan.
Füru-mandegî
f. Yorgunluk, bitkinlik. Beceriksizlik.
Füru-maye
Soyu alçak. Kötü soylu. Sütü bozuk.
Füru-nihade
f. İndirilmiş, tenzil edilmiş.
Füruat
Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.
Füruc
Çatlaklık, yarık. * Geçit, kapı. * Boşluk. * Ayıp, kusur.
Fürug
Işık. Ziya. Aydınlık. Nur.
Fürug-efşan
f. Işık saçan.
Füruht
f. Satım. Satış.
Füruhtar
f. Satıcı.
Füruk
(Fark. C.) Farklar. Ayırma vasıfları. Alâmetler.
Fürun
Ekmekçi fırını.
Fürusî
f. İyi binici, ata iyi binen.
Fürut
(C: Efrât) Haddini tecavüz eden. * İsraf. * Zayi. * Yüksek mevzi.
Füruz
f. Parlatan. Nurlandıran.
Füruzan
f. Parlak, parlayıcı, parlayan.
Füruş
f. Satan. Satıcı.
893
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
füruş
" ""satan, taslayan"" mânâsında son ek."
Fürza
Irmak kenarından başka yere su gitmesi için açılan gedik. Deniz kenarında gemilerin durmasına mahsus yer. Liman.
Fürzel
Sırtlan eniği.
Fürzum
Yuvarlak ağaçtan yapılıp, üstünde bir şey yontmağa mahsus dülgerler örsü.
fürû
dallar, kollar, çocuklar, torunlar.
fürûat
ayrıntılar.
fürûş
döşemeler, yaygılar.
Füsa
Yellenmek.
Füsafis
Keneye benzer murdar kokulu bir böcek. * Tahta kurusu.
Füsat
(Füstât) Kıl. Büyük çadır. * Kapıya asılan perde. * Cemaat. * Mısır'da bir mahallin adı.
Füseha
(Bak: Fusaha)
füsehâ
güzel ve düzgün konuşanlar.
Füseyfisa
Küçük boncuk taneleriyle veya taş ve cam parçalarıyla süslenmiş satıh.
Füsham
Göğsü geniş olan.
Füshat
Vüs'at, genişlik, açıklık.
Füshat-kede
f. Geniş yer.
Füshat-serây
f. Geniş yer, geniş saray.
Füshat-zâr
f. Geniş yer.
Füsuk
(Fısk. dan) Yalancılık. Doğruluk ve itatten ayrılmak. Sıdk u taatten huruc.
Füsul
(Bak: Fusul)
Füsun
f. Şaşırtıcı, hayret verici ve kendine cezbedici bir güzellik. * Büyü.
894
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Füsunger
f. Sihirbaz.
Füsunkâr
f. Büyüleyici. Cezb ve celbedici. Hayranlık verici.
Füsunperver
f. Büyüleyici, hayranlık verici, cezbedici, celbedici.
Füsunsâz
f. Büyüleyici, câzibedâr.
Füsus
Nükte, maskaralık.
füsûk
haktan sapma, doğrudan ayrılma.
füsûn
büyüleyici güzellik.
füsûnkâr
büyüleyici.
Füsürde
f. Donmuş, sertleşmiş. Müncemid.
Füsürde dil (efsürde dil) Fütade
Kalbi donmuş. Hissiz. Kalbi katılaşmış.
(C.: Fütâdegân) f. Mübtelâ, tutkun. * Biçare, zavallı. * Düşkün, düşmüş.
Fütaha
Hükmetmek.
Fütan
f. Düşen, düşerek.
Fütar
Kesmez kılıç.
Fütat
Parçalanmış ve dağılmış olan şey. * Her nesnenin ufağı, parçası.
Fütl
(Eftel. C.) Kolları göğsünden uzak olan kimseler.
Füttak
(Fâtik. C.) Fırsat buldukça adam öldürenler.
Fütuh
(Feth. C.) Fetihler. * (C: Fütuhât) Açılmak. * Yardım. * Lütf-u İlâhîye ulaşmak. * Zafer. Galibiyet. * Açıklık. Gönül ferahlıkları.
Fütuhat
(Fütuh. C.) Fetihler, zaferler, galibiyetler.
Fütun
İmtihan ve tecrübe etmek. * Birbiri ardınca mihnete ve şiddete düşmek.
Fütur
Yeis. Ümidsizlik. Usanç. * Zaaf. * Keder, gam. * Gevşeklik.
fütur
bezginlik, gevşeklik.
fütûhât
fetihler, açmalar.
895
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fütüvvet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dostlara afv ve safh ile muamele. * Yiğitlik. Cömertlik. Lütuf ve ihsankârlık. * Kerem ve seha. * Soy temizliği.
fütüvvet
iyi geçim, ihsan.
Fütüvvet-mend
f. Elaçıklık, cömertlik.
Füus
(Fe's. C.) İki yüzlü baltalar.
Füvak
(C: Efâvık) Hıçkırık.
Füveysika
Fare.
Füvfe
(C: Füvek) Pamuk. * Tırnakta olan beyazlık. * Hurma çekirdeği içinde olan beyaz tane. (Hurma ağacı ondan biter). * Çekirdek içinde olan yufka kabuk. * Şey.
Füvh
(C: Efvâh) Hoş koku.
Füvk
(C: Efvâk) Ok gezi. * Rum meliklerinden birinin adı.
Füvle
(C: Füvel) Bakla. * Sırtlan eniği.
Füvm
Buğday. Hınta.
Füvr
Geyik.
Füvve
Kızıl boya dedikleri damarlar.
Füvvehe
Irmak ağzı. * Sokak ağzı.
Füyak
Su kuşlarından uzun boyunlu bir kuş.
Füyul
(Fil. C.) Filler.
Füyuz
(Feyz. C.) Feyizler. İnâyetler. Keremler. * Suyun çoğalıp taşması. * İnsanın içindeki gizli şeyleri saklamayıp izhar etmesi. * Bir haberin fâş ve şayi' olması.
Füyuzat
Feyizler. İnayetler. Füyuzlar. Mânevi tecelliler.
füyûz
feyizler, mânevî ihsanlar.
füyûzât
feyizler, mânevî gıdalar.
896
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Füzud
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Çoğaltan, ziyadeleştiren, artıran. Muhabbet-füzud $ : Muhabbet artıran, sevgi artıran.
Füzul
(Fazl. C.) Ganimetten artıp taksimi mümkün olmayan şey.
Füzulat
(Bak: Fuzulât)
Füzun
(Efzun. dan) f. Çok. Fazla.
Füzun-ter
f. Pek fazla, pek çok.
Füzunî
f. Fazlalık, aşırılık, ziyadelik, çokluk.
füzûlât
gereksiz ve faydasız şeyler.
Füşag
Sarmaşık otu.
Füşv
Aşikâre ve zâhir olmak. Görünmek.
Füşürde
f. Direnen, inad eden, ısrar eden.
Füşürde-kadem
f. Ayak direyen, inad eden, ısrar eden.
Fıdda
Gümüş.
Fıdda-i hâlise
Hâlis ve saf gümüş.
Fıkarât
(Fıkra. C.) Kıssalar, fıkralar, küçük hikâyeler. * Fasıllar, bölümler, kısımlar. * Cümleler, parağraflar. * Omurga kemiklerindeki boğumlar.
Fıkarât-ı anife
Mezkur cümleler, yukarıda geçmiş olan cümleler.
Fıkarât-ı kataniye
Tıb: Bel omurları.
Fıkarât-ı latife
Hoş ve lâtif hikâyeler.
Fıkarât-ı müntehabe
Seçkin hikâyeler.
Fıkarât-ı rakabiye
Tıb: Boyun omurları.
Fıkdan
Yokluk. * Bir şeyin belirsiz olması. Yitirmek.
fıkdan
yokluk, bulunmama.
Fıkdan-ül ahbab
Ahbab yokluğu. Ahbabsızlık.
Fıkdan-ı akl
Akıl azlığı, salaklık, ahmaklık.
Fıkdan-ı imkân
İmkân azlığı, imkânsızlık.
897
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fıkdan-ı nukud
Para darlığı, parasızlık.
Fıkh-ı ekber
Yüksek fıkıh. Dinî bilgilerin en mühim olanı. İmana dair ilim. * İmam-ı Azam hazretlerinin meşhur eserinin ismi.
Fıkra
Yazıda bir bahis. * Parağraf. * Kanun maddelerinden her bir kısım. * Kısa haber. * Küçük hikâye. * Omurga kemiklerinin her biri. * Bend. * Kıssa. * Gazetelerde gündelik hâdiselerin kısaca yazılmış şekli.
fıkra
kısa yazı, küçük hikâye, nükteli hikâyecik.
Fıkra-hân
f. Hikâye söyliyen, fıkra anlatan.
Fıkıh
"(Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler. * Bilmek, anlamak. * Kapalı bir şeyin hakikatına nazarı infaz edebilmek. * Kendisine hüküm taalluk eden hafi bir mânaya muttali' olmak. * Ist: İslâm Hukuku. * İnsanın amel ciheti ile lehine ve aleyhine olan şer'i hükümleri bir meleke halinde bilmesi. Diğer bir ta'rif ile: Ameliyata; yâni, ibadet, ukubat ve muamelâta âit şer'î hükümleri mufassal delilleri ile bilmek. Bu ahkâmı bilmeğe ""Fakahet"" ve bu ahkâmı böylece bilen zata da ""Fakih"" denir. Cem'i ""fukahâ""dır. Fıkıh ilmini tahsil etmeğe de ""tefekkuh"" denir... (Ist. Fık. K. Cilt:1, sh: 20)"
fıkıh
ince anlayış, islâm hukuku.
Fırak
(Fırka. C.) Fırkalar, partiler. * Alaylar, bölükler. * Cennetler. * Ehl-i Sünnet cemaatından ayrılan mezhebler.
Fırak-ı dâlle
Dalâlete gitmiş fırkalar. Dalâlette kalmış cemaatler.
898
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fırak-ı siyasiye
Siyasî fırkalar, siyasî partiler.
Fırat
Ön Asya'nın en büyük nehridir. Diyadin civarında çıkar, Anadolu'nun doğu taraflarına kadar gelip Mezopotamya'yı dolaştıktan sonra Irak'ta Dicle ile birleşerek Basra Körfezi'ne dökülür.
Fırfıra
Topaç.
fırfıra
topaç.
Fırka
Parti. İnsan grubu. Kısım olmak ve ayrılmak. Bölük. * Tümen.
fırka
parti, bölük.
Fırka-i askeriye
Askerî fırka, tümen.
Fırka-i nâciye
Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyeye sıkı sıkıya bağlı olup Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmayan müslümanlar. Bunlar kıyamete kadar lütf-u İlahî ile devam eder.
Fırka-i siyasiye
Siyasî parti.
Fırsat
(Bak: Fursat)
Fırtına
Şiddetli rüzgârla denizin dalgalanıp karışması. * Rüzgârın çok şiddetli esmesi.
fırtına
şiddetli rüzgâr, korkutucu dalgalanma.
fırâk
fırkalar, partiler, bölükler.
Fırışka
Bütün yelkenleri camadana vurmaksızın kullanabilmeğe münasib olan rüzgâr hakkında söylenilen bir tabirdir. Bu rüzgârın, saniyedeki sür'ati 5-12 metredir.
Fısad
Kan alma, hacamet.
Fısal
(Bak: Fisâl)
Fısfısa
(C: Fısfıs-Fesâfıs) Yaş yonca.
Fısh
Nasârâ bayramı.
899
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fısk
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak. * Fık: Allah'ın emirlerini terk ve O'na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak. Böyle olanlara şeriat dilinde ""fâsık"" denir.(Fısk; haktan udul, ayrılmak; hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terketmektir. Fıskın menşei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş'et eder. Evet ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani sahife-i âlemde yaratılan delâil, uhud-u ilâhiyye hükmündedir. O delâile muhalefet eden, Cenab-ı Hak'la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur. Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdandır. Buna, fıskın birinci sıfatı olan $ cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve keza, ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet, bu âmiller Hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan râbıtaları, kanunları keser atar. Evet şehvet veya gazab, haddini aşarsa, ırz ve namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur. Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan $ cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve keza, dünya nizamının bozulmasını intac edip fesad ve ihtilâle sebebiyet veren iki ihtilâlcidirler. Buna dahi fıskın üçüncü sıfatı olan $ cümlesiyle işaret edilmiştir. Evet fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi i'tidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadâta ait râbıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar atar. Ve keza, kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder. Ve keza, kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa, heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbad olacağı gibi başkalarını da berbad edecektir. Bu itibarla, fâsıklar hem nev'inin zararına, hem arzın
900
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fesadına çalışmış olur. İ.İ.)(Şer'an fıskın üç mertebesi vardır: Birincisi, günahı çirkin addetmekle beraber ara sıra irtikâb etmek; İkincisi, üzerine düşerek inhimak ile yapmak; üçüncüsü, çirkinliğini inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür mertebesidir. Fâsık bu hâle gelmedikçe ehl-i sünnet mezhebinde mü'min namı kendisinden selbolunmaz. Binaenaleyh fâsık vasfı içinde kâfirler bulunabileceği gibi, imanını zayi etmemiş olanlar da bulunabilir. E.T.)" fısk
günah, haktan sapma.
Fısk u fücur
Allah'a isyan içinde olmak, günah işlemek.
Fıskıye
Suyu muhtelif şekillerde yukarıya doğru fışkırtan ve ekseriya havuzların ortasında yapılan borunun üzerindeki aletin adıdır. Buna, Arapçası olan fevvare denildiği gibi, Türkçe olan fışkırak da denilir.
Fıssa
Yonca dedikleri ot.
Fıtam
Çocuğu veya yavruyu sütten kesme.
Fıthıl
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışından evvel olan zaman.
Fıtnat
Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek. * Hikmet. * Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur. (Zıddı: Gabâvet'tir.)
fıtnat
yaradılıştan gelen iyi anlama kabiliyeti.
Fıtne
Akıllılık. İdrak ve anlayışı kuvvetli olmak. (Bak: Fıtnat)
Fıtr
Oruç açmak, iftar etmek.
Fıtra
(Fitre) Fıtrat sadakası, yaradılış atiyyesi.
fıtra
fitre, her zenginin vermesi gereken sadaka.
Fıtrat
Yaradılış, tıynet, hilkat. (Bak: Evamir-i tekviniye)
fıtrat
yaradılış.
901
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Fıtrat-ı ilâhiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"San'at-ı Rabbaniye ve kudret-i İlâhiyenin dâima değişen bir defteri olan ve yanlış olarak ""Tabiat"" namı verilen Cenab-ı Hak'ın fıtrat kanunları ve mahlukatın yaradılışı."
Fıtrat-ı selime
Selim fıtrat. Kusursuz sağlam huy. * Ahlâk, din. Haram ve çirkin işlerden uzak ahlâk. * Noksansız yaradılış.
Fıtraten
Yaradılıştan, fıtrî olarak.
fıtraten
yaradılıştan.
Fıtrî
"Doğuştan, yaradılıştan, fıtrata âit ve müteallik. Hayat kanunlarına uygun.(Evet Hz. Muhammed'in (A.S.M.) getirdiği şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın râbıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet nev'-i beşer için fıtrî bir dindir. Ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir. S.)"
fıtrî
yaradılışla ilgili.
Fıtık
(Bak: Fetk)
Fızza
Gümüş.
Fışkı
Pislik. Çör çöp. Fazladan olan. Hayvan gübresi.
fışkı
pislik, hayvan gübresi.
Gabane
Kişinin fikir ve tedbirinin zayıf ve eksik olması.
Gabari
Fr. Kara nakil vasıtalarındaki yükün yükseklik ölçüsü.
Gabavet
Ahmaklık, anlayışsızlık, bönlük, kalın kafalılık. (Fıtnetin zıddı)
gabâvet
anlayışsızlık, kalın kafalılık.
Gabavet-i mücesseme Büyük ahmaklık. Gabb
Sıtmanın gün aşırı tutması.
Gabe
Sık ormanlar, balta girmemiş koru ormanı.
902
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gaben
Rey ve tedbirin zayıf ve eksik olması.
Gaber
Büyük meşakkat.
Gabere
Ağaçlık yer. * Bir şey üzerine çökmüş toz.
Gabes
Karanlık gece. * Biraz bulanık renkte olan beyazlık.
Gabeş
(C.: Agbâş) Gecenin sonu.
Gabgab
(C.: Gebâgıb) Çifte gerdan çene altı. Şakak.
gabî
anlayışı kıt.
Gabî
Anlayışsız, ahmak, bön.
Gabîbe
Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.
Gabin
Aldatıcı, hilekâr, alışverişte hile eden.
Gabir
İstikbal. * Gr: Gelecek zaman. * Kalan.
Gabîse
Keş ile karıştırılmış yağ.
Gabît
(C: Gubut) Çukur yer. * Bir dere ismi. * Üstüne mıhfe bağlanan çok kuvvetli hayvan.
Gabiyy
Zekâsı az olan. Geri zekâlı.
Gabn
Alışverişte hile ile çok kazanmak. Haram olan alışveriş.
gabn
hileli alışveriş.
Gabn-ı fâhiş
Bir alışverişde veyahut ticari anlaşmada taraflardan birisinin nisbetsiz şekilde fazla aldanması.
Gabr
Bâki olmak, ebedi olmak. * Memede kalan süt bakiyyesi.
Gabra
Yeryüzü, toprak, arz. * Nebat envâından bir nev'i. * Kuraklık, kıtlık. * Çok tuzlu. * Toprak rengi.
Gabs
Karıştırmak.
Gabt
"""Koyun semiz mi"" diye el ile yoklamak."
Gabta
(Bak: Gıbta)
903
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gabye
Büyük taneli olan şiddetli yağan yağmur.
Gad
Gelen, gelici.
Gada
Öğle yemeği. (Bak: Gıda)
Gadab
(Bak: Gazab)
gadab
öfke, gazap.
gadabiye
öfkeyle ilgili.
Gadair
(Gadire. C.) Saç örgüleri.
Gadak
Çok fazla, bol, kesir.
Gadarîf
(Gudruf. C.) Kıkırdak kemikleri, kıkırdaklar.
Gadat
Sabahın erken zamanı. Sabah vakti.
gaddâr
acımasız.
Gaddar
Kahredici, öldürücü. Ahdine vefâ etmeyip hıyânet eden. Hâin, zâlim, çok zulmeden.
gaddârâne
acımasızca.
Gaddarane
f. Acımadan, merhametsizcesine, zulmedercesine.
Gaddare
Arapların cenbiyesine benzer pala nev'inden bir silâh.
Gade
Bedeni yumuşak olan kadın.
Gaden
Yarın, yarınki gün.
Gadir
(A, uzun okunur) Gadreden, fenalık eden, zulmeden, hıyanet eden.
Gadîr
Durgun su, gölcük, sel suyu birikintisi.
gadir
haksızlık etme.
Gadîre
(C: Gadâir) Saç örgüsü. * Çulha çukuru.
Gadir-i nefs
Nefse fenalık eden.
Gadirî
(Gadiriyye) Gölde yaşayan hayvan veya bitki.
Gadiyye
(C.: Gadiyyât) Tan ağarmasıyla güneş doğması arası, sabahın erken saatleri.
904
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gadn
Sarkık ve sülpük olmak.
Gadr
Hâinlik, vefâsızlık, merhametsizlik. Muâmelede aldatmak.
gadr
haksızlık.
Gadrdîde
f. Gadir görmüş, kendisine haksızlık edilmiş olan.
Gadr-ı mutlak
Mutlak gadr, zulüm.
Gadve
Sabahtan öğle vaktine kadar yürümek.
Gaf
Ağaç cinslerinden bir nevi.
Gafa
Her şeyin kemi ve yaramazı. * Toza benzer bir âfet. (Hurma koruğunun üstüne gelip olgunluktan men'eder ve lezzetini bozar.)
Gafak
Yağmurun yavaş yavaş yağması.GAFER (Gufâr)Ğ : Kadının baldırında, alnında veya başka yerinde olan kıl.
Gaffar
(Gufran. dan) Günahları örten, günahları bağışlayıcı. Mağfireti çok. * Kullarının günahlarını afveden Cenâb-ı Hak (C.C.)
Gaffâr
günahları affeden ve bağışlayan Allah.
Gaffar-üz-zünub
Günahları örten, affeden Allah (C.C.)
Gafî
Her şeyin kemi, yaramazı, kötüsü.
Gafil
Dikkatsiz, iyi düşünmeyen, uyanık olmayan. Haberi olmayan, ihtiyatsız, başına geleceği önceden düşünmeyen. Allah'ı unutan. Kendi gayr-ı meşru zevkine dalan. (Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber. (Niyazi-i Mısrî)
gafil
habersiz, kul olduğunu hatırlamadan yaşayan.
Gafilâne
f. Körü körüne, ihtiyatsızca, dalgınlıkla. Gafilcesine.
Gafilen
Habersizce, gafil olarak.
Gafîr
Çok fazla, sayısız, kalabalık. * Örten, etrafını çeviren. * Umumi. * Boyun, boğaz ve kafada olan tüyler.
gafîr
kalabalık.
905
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gafir
Mağfiret eden, kusurları örten, afveden Allah (C.C.)
Gafir-üz zenb
f. Günahları örtüp afveden, suçları bağışlayan Cenab-ı Hak (C.C.)
Gafis
Kara ağaç.
Gafk
Hücum etmek, vurmak. * Birbiri ardınca cima etmek.
Gaflet
Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allahı ve emirlerini unutmak.
gaflet
olup biteni sezmeme, kul olduğunu unutma hâli.
Gafleten
Dalgınlıkla, gaflet eseri olarak.
gafletkârâne
gaflet edercesine.
Gafr
Örtmek, setr etmek. * Menazil-i kamerden üç küçük yıldız.
Gaful (gafle)
Aldanmak. * Terk etmek. * Belirsiz ve idraksiz olmak.
Gafur
(Gaffar ile aynı mânadadır.) Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok afveden. Cenab-ı Hak (C.C.)
Gafûr
günahları daima ve pek çok affeden, Allah.
Gafur-ur rahim
Kusurları örten, adâletle en ziyade merhamet eden Cenab-ı Hak (C.C.). Mü'minlerin kusurlarını affederek muhafaza eden.
Gafve
Azıcık uyumak.
Gâh bâ-gâh
f. Zaman zaman.
Gâh bâşed gâh nebâşed Bazı olur, bazı da olmaz. Gâh ü bî-gâh
Sıralı sırasız, vakitli vakitsiz.
Gâh ü na-gâh
Vakitli vakitsiz, zamanlı zamansız.
Gâh
"(Geh) f. Yer. (Yer ve zaman bildiren ""ek"" dir.)"
gâh
arasıra, bazan.
Gaheb
Gaflet.
906
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gâhî
(Gehî) Arasıra, zaman zaman.
Gahvare
f. Beşik.
gaib
görünmeyen.
Gaib
Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem. * Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse.
Gaibâne
f. Hazırda görünmeksizin, yüzyüze olmadan. Gizliden.
gaibâne
görünmeksizin.
Gaile
Dert, sıkıntı, baş belâsı. Tasa, zor iş. * Düşünce.
gaile
üzüntü veren belalı iş.
Gaile-i zâile
Sona eren sıkıntı, ardı kesilen elem.
Gair
Gayret. * İnsan topluluğu.
Gait
Necaset, neces, insan pisliği. * Çukur yer. Düz ve geniş yer.
gait
pislik.
Gaiyye
Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği. * Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr.: Finalizm)
gaiyye
gayeye ait.
Gaiz
Kızgın, öfkeli, gayzlı.
Gaiza
Yere batan sular, eksilen su. * Bir malın değerinin eksilmesi, azalması.
Gak
Karga sesi.
Gakfeka
Doğan sesi.
Gal
(Gâle) f. Uzak, baid, ırak.
Gala (galeyân)
Kaynamak.
galâ
pahalılık.
Gala
Yüksek kıymet, pahalılık. * Bir şeyin haddini aşması.
907
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Galak
(C: Ağlak) Kapı kilidi.
Galaka
Deri dibâgat ağacı.
Galal
(Gılâl) (Galle. C.) Zahireler. Mahsuller. * Akarât kiraları.
Galan
Çok susayan, çok susamış olan.
Galat
Hata. Yanlış. * Kaideye uymaz söz.
galat
yanlış.
Galatat
Galatlar, hatalar, yanlışlar.
galatât
yanlışlar.
Galat-gû
f. Yalan yanlış söyleyen.
Galat-ı basar
Görme duyusunun yanılması. (Meselâ: Su içine batırılmış olan bir çubuğun, kırılmış gibi görünmesi.)
Galat-ı meşhur
Yanlış olduğu hâlde herkes tarafından kullanılan kelime veya terkib.
Galat-ı rü'yet
Renk körlüğü. Bir rengi, aslından başka renkte görme. *Görme bozukluğu.
Galat-ı tahakkümî
"Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bir mânâda kullanmak.3- Gramere ait kaide hatası yapmak. Meselâ: Zen merde, civân pîre, keman tîrine muhtaçEczâ-yı cihân cümle biri bîrine muhtaçbeytindeki ""bîr"" kelimesinin hecesi uzatılarak galat-ı tahakkümî yapılmıştır."
Galat-nüvis
f. Yalan yanlış yazan, yanlış tesbit eden.
Galba
Ağaçları gür ve sık olan koruluk, bahçe. * Pek yüksek ve büyük tepe.
Galc
Azgınlık. * Su içtikten sonra dil ile yalanmak. * Atın yelmeyip bir tarzda yürümesi.
908
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Galeb
(Galb) Üstünlük. Yeğinlik.
Galebe çalmak
Galib olmak, üstün gelmek.
Galebe
Üstün gelmek. Yenmek. Bozmak. Çokluk. * Bastırmak. * Yeğin olmak.
galebe
yenme, üstün gelme.
Galel
(C.: Eğlâl) Koruluktan akan su. * Susuzluk.
Galeri
Fr. San'at eserinin sergilendiği salon veya koridor. * Tiyatroda seyircilere ait balkon. * Üstü örtülü uzun yer. * Yer altında açılmış uzun, dar yol.
galeri
sanat eserlerinin sergi yeri.
Gales
Gecenin sonunda olan karanlık.
Galet
Hesapta yanılmak.
galeyan
kaynama, coşma.
Galeyan
Kaynayış. Çoşup taşmak. Yerinde duramamak. * Tuğyan ve azgınlık.
Galeyan-ı efkâr
Fikirlerin galeyanı. Fikirlerin coşması.
Galeyan-ı mâ'
Suyun kaynaması.
Galfak
Geniş, vâsi. * Yumuşak. * Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot. * Kurbağa yosunu.
Galgale
Sür'atle gitmek. * Gecenin gitmesi. * Haber vermek.
galî
kıymetli.
Galî
Pahalı. Kıymetli. Ağır. * Haddini tecâvüz eden, haddini aşan.
gâlib
galip, üstün, yenen.
Galib
Üstün. Yenen. Mağlub eden. Ekser.
galibâ
sanılır ki.
Galiba
Tahminen. Çok zaman. Her halde. Galiben, ekseriyetle.
Galibane
f. Muzaffer ve galib olana yakışacak şekil ve surette.
909
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
galibâne
galip şekilde.
galiben
çok zaman, üstün olarak.
Galiben
Ekseriya. Çok zaman. Üstün olarak. Tahmin olduğu üzere.
Galib-i mutlak
Tam olarak galip. Kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi.
galibiyet
üstünlük, yenme.
Galibiyyet
Üstünlük. Yenmek. Mağlub etmek.
Galif
Gön ve deri dibâgat etmekte kullanılan bir ot.
Galil
(C: Gılâl) Güneşin harareti. * Susuzluk harareti. * Kin, hased. * Devenin yulafına karıştırıp yedirdikleri hurma çekirdeği.
Galîs (gals)
Kenger otu.
Galis
Arpa ve buğday karışımından yapılan ekmek.
Galiye
Galeyan eden. * Değerinden çok pahalı. * Misk ve amberden yapılmış meşhur koku. * Hoş kokulu kıymetli madde.
Galiye-bâr
f. Güzel kokulu şey saçan.
Galiye-dân
f. Güzel kokulu şeylerin muhafaza edildiği kap, mahfaza.
Galiye-gun
f. Güzel siyah renkli.
Galiyun
Çoban mayası.
galîz
çirkin.
Galîz(e)
Çirkin. * Terbiye dışı. * Yoğun. Kaba. * Kokmuş madde.
Galk
Kapıyı kapamak, kapıyı kilitlemek.
Gall
Girmek, sokmak, akmak. * Boynunu, elini zincir ile bağlamak. * Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek. * Ganimet malından hırsızlık etmek.
Gallat
(Galle. C.) Mahsuller, zahireler. * El emekleri, çalışmanın semereleri. * Ev kirası gelirleri.
Galle
Mahsul geliri. Ekin, irat, gelir. * Akarât kirası. * Hammaliye kirası. * Susamak.
910
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Galle-dan
f. Tahıl anbarı, zahire deposu.
Galle-füruş
f. Zahireci, zahire ve hububat satan.
Galle-i vakf
Vakfın faide ve mahsulü. Bununla vakfın tabiî ve hukukî semereleri anlaşılır. Vakıf paraların ticareti ve vakıf akarların kirası, vakıf bahçelerin sebze ve meyveleri bu kabildendir.
Gals
Karıştırmak. * Lâzım olmak. * Cür'et etmek.
Galsame
Solungaç. Suda yaşıyan hayvanların nefes alma organları. * Gırtlak ağzı, hançere. * Boğaz deliğinin başlangıcı.
Galtan
f. Yuvarlanan, tekerlenen.
Galtîde
f. Tekerlenmiş, yuvarlanmış.
Galuta
(C: Gulutât) Kişiyi zora düşüren meseleler.
Galva'
Yiğitliğin başlangıcı. * Gençlik sür'ati.
Galve
(C: Galevât) Bir okatımı miktarı yer.
Galyot
Baş ve arka tarafları birbirinin aynı olan eski cins bir gemi.
Gam
f. Köy, karye. * Hatve, adım. * Ayak, kadem.
gam
tasa, kaygı.
Gama' (gımâ)
Ev örtüsü, çatı.
Gama
Örtmek, setretmek.
Gamaim
(Gımâme. C.) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler.
Gamak
Rutubet, ıslaklık. Rutubetli hava.
Gamam(e)
Bulut. Beyaz bulut. * Örtmek.
Gamare
Bönlük, ahmaklık, bilmezlik.
Gamas
Göz pınarından akan irin ve çapak.
Gamaza (gumuza)
Çukur, çukurluk. * Sözün anlaşılmasını zorlaştırmak.
911
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gamc
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Suyu sora sora içmek. * Deve yavrusunun anasının karnı ve ayaklarının altına gelmesi.
Gamce (gumce)
Kabın dibinde kalan su.
Gamd
Zarf, mahfaza. Kın.
Gamem
Saçın, alnı ve başı örtmesi.
Gamet
Cinsiyet hücresi.
Gamez
Malın ve davarın kemi ve küçüğü.
gamgama
haykırma.
Gamgama
Haykırma. Muharebe edenlerin bağırtısı. * Kalb dinlendiğinde işitilen ses. * Sözü, belirsiz söylemek. * Kalbin bulunduğu yer.
gamgîn
gamlı, kaygılı.
Gam-gîn
Gamlı, kederli.
Gamız
Anlaşılmaz, anlaşılması güç. * Kapalı ve karışık söz. * Çukur yer. * Zayıf kişi.
gamız
derin ve gizli olan.
Gamıza
Kolay anlaşılmayan ince mes'ele. Derin. * Mâruf ve mütebeyyin olmayan hesab.
gamıza
kolay anlaşılmayan, derin.
Gamic
Huy ve tabiatı doğru ve istikametli olmayan.
Gamide
Yemen'de bir kabilenin adı.
Gamîl
Tüyü gitmiş yumuşak deri.
Gamîm
Yoğurt yapmak için kaynatılan süt. * Yoğurt.
Gamîn
Yumuşak.
Gamir
Kurumamış yeşil ot.
Gamîs
Üstü kuru, altı yaş olan ot. * Ağaç ve otların arasında olan küçük su arkları.
912
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gamîze
Akıl zayıflığı, ahmaklık, geri zekâlılık.
Gaml
Tüyünü yolmak için deriyi dürüp gömmek.
Gamm
Keder, tasa, dert, elem, kaygı.
Gamm-abad
f. Keder ve hüznü bol. Gamlı.
Gamm-alud
f. Kederli, gamlı, hüzünlü, kaygı veren.
Gammaz
Birisine iftira ederek zarar veren. Münafık, fitneci. * Adamın ayıplarını arayıp gizli şikâyet eden. * Tersane kethüdalarına mahsus altı çifte kayık.
gammaz
söz taşıyıcı.
Gammazane
f. Fitnecilikle, gammazlıkla, koğuculukla.
Gammaziyyet
Koğuculuk, fitnecilik, gammazlık.
Gamm-dîde
Kederli, tasalı, gamlı, hüzünlü.
Gamm-feza
f. Kederi artıran, hüznü çoğaltan.
Gamm-gîn
f. Kederli, hüzünlü, gamlı.
Gamm-güsar
f. Teselli veren, gam ve kederi defeden dert ortağı. Arkadaş.
Gamm-güsâr
f. Teselli veren, hüzün ve kederi defeden.
Gamm-hane
f. Hüzün ve tasa yeri. * Mc: Dünya.
Gamm-har
f. Kederlenen, hüzünlenen, tasalanan.
Gamm-ı firkat
Uzaklık gamı, ayrılık derdi.
Gamm-nak
Gamlı, kederli.
Gamm-nisar
f. Hüzün veren, kederli eden.
Gamm-penah
f. Tasalı yer, kederli yer. Kederin, tasanın sığındığı yer.
Gamm-perver
f. Keder veren, hüzünlendiren, gam artıran.
Gamm-zede
f. Kederli, hüzünlü, gamlı, tasalı.
Gamn
Yumuşaklık.
gamnâk
gamlı, tasalı.
913
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gamr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Derinlik, suyun derinliği. Çok su, büyük deniz. * Uzun, geniş libas. * Cehalet, gaflet. * Şiddet.
Gamre
(C.: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık. * İzdiham, kalabalık. * Fenalığa dalmak. * Şiddet. * Zahmet.
Gams
Yıldız kayması. * Suya dalmak.
Gamt
Minnetsiz ve şükürsüz olmak. * Horlamak, hakir görmek.
Gamtaş
Gözü zayıf gören.
Gamus
Şiddetli emir. * Süngü ile vurup, ucunu diğer taraftan çıkarmak. * Karnındaki yavrusu belli olmayan deve.
Gamuz
İtham olunan, töhmet altında bırakılan. * İçinden kan giden dişi deve.
Gamz
(C.: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek. * Kolay görerek ihmal etmek. * Çukur yer.
gamz
süzgün bakış.
gamze
çene veya yanak çukuru.
Gamze
Süzgün bakış.
Gamze-figen
f. Gamze saçan, süzgün süzgün bakan.
Gamze-i câdu
Büyüleyen gamze. Süzgün bakış.
Gamze-i cellâd
Cana kıyan yan bakış.
Gamze-i dil-duz
Gönül delen süzgün bakış.
Gamze-i fettân
Câzibedar ve süzgün bakış.
Gamze-i hunhar
Kan içen yan bakış.
Gân
"f. Cemi' yapmak için, sonu ""e"" sesi ile biten kelimenin sonuna gelir bir ""ek"" tir. Meselâ: Bendegân $ : f. Hizmetçiler, bendeler."
Gana
Kifayet, kâfi gelme. * Menfaat, fayda.
Ganaim
(Ganimet. C.) Harpte ele geçen mallar. Ganimetler.
ganâim
savaşta elde edilen mallar.
914
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ganaim-i bahriye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Harbte ele geçirilen düşman gemileriyle, bunlara ait her türlü levâzım ve eşyâlar.
Ganaim-i harbiye
Harbde düşmandan alınan top, tüfek, gemi, vasıta, yiyecek, içecek vs. gibi ganimetler.
Ganbot
Yapısı küçük olmakla beraber, nisbeten ağır toplarla mücehhez harp gemisi.
Gâne
"f. Bazı sayıların sonlarına eklenerek ""lik"" halinde sıfatlar yapılır. (Meselâ: Cihâr-gâne: f. Dörtlük.)"
Ganec
Koca. * şeyh.
Ganem
Koyun.
Ganes
Su içtikten sonra teneffüs etmek.
Gang
ing. Haydut çetesi.
gangren
bulunduğu organı kullanılmaz hâle getiren bir hastalık.
Ganî
sonsuz zengin olan Allah.
Ganim
Ganimet alan.
Ganimen
Ganimet almış olarak.
Ganimet
Harpte düşmandan alınan mal. * Çalışmaksızın ele geçen nimet.
ganîmet
savaşta elde edilen mal.
Ganimîn
Harbe bizzat iştirak edip, ganimet almağa hak kazanan muzaffer mücahidler.
Ganiye
Çok hoş, çok lâtif. * Kadın şarkıcı. * Zengin kadın veya kız.
Gani-yi mutlak
(Gani-yi ale-l ıtlak) Cenab-ı Hak. Her şeye sahip ve hiç kimseye hiçbir cihetle ihtiyacı olmayan gani.
Ganm
Kabile ismi.
Gannac
(Gunc. dan) Çok işveli, çok nâzik.
Ganyan
Fr. At yarışında birinci gelen.
915
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gâr
" ""yapan, yapıcı"" mânâsında son ek."
gar
mağara.
Gar
Mağara. İn. Kehf. * Defne ağacı. * Gayret. * Fesad. * Tren istasyonu. * Tıb: Beden âzalarında olan cep gibi çukur yer.
garâbet
gariplik.
Garabet
Yabancılık. Gariblik. * Tuhaflık. * Âcizlik, beceriksizlik. * Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak. * Iraklık. * Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında kullanılması.
Garabet-cu
f. Tuhaf şeylere meraklı olan, garip şeyler arayan.
Garabet-nüma
f. Yabancılık çeken. Garip, tuhaf.
Garabîb
Katı, siyah şey. * Koyu renkli.
Garabil
(Gırbâl. C.) Delikleri iri olan elekler, kalburlar.
Garabin
(Gırbân. C.) Kargalar.
Garaib
(Garib. C.) Acaib şeyler. Hayret edilecek şeyler. Tuhaflıklar.
garâib
garip şeyler.
Garaibat
(Garâib. C.) Garib ve şaşılacak şeyler. Alışılmadık, tuhaf ve acaib nesneler.
Garaibperest
f. Garib, tuhaf şeylere çok düşkün olan ve çok seven.
garâibperest
garip şeylere pek düşkün.
Garak
Suya batmak.
garâm
canlı duygu, arzu.
Garam
Helâk. Mahv. * Aşk. Sevdâ. şiddetli arzu. * Hedef.
Garamet
(C.: Garâmât) Diyet ve borç gibi şeyleri ödeme. Resim, vergi.
Garameten
Herkese eşit olarak, taksim ederek, paylaştırarak, hakkına göre.
Garan
Tavşancıl kuşunun erkeği. * Açlık. * Zayıflık.
916
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Garare
(C: Garâyir) Büyük kıl çuval, harar. * Gafil olmak.
Garat
(Gâret. C.) Yağmalar. Çapulculuklar.
gârât
yağmalar.
Garayir
(Garâre. C.) Büyük kıl çuvallar, hararlar.
Garaz
(C: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin. * Ok atılan nişan. * Izdırab. Acı. * Zelillik.
garaz
gaye, kötü niyet.
Garaz-alud
f. Garezi, hususi bir maksadı olan.
Garazen
Düşmanlıkla, garez ederek.
Garaz-ı aslî
Asıl gaye, esas maksad.
Garaz-kâr
f. Düşmanlıkla, eden, hased eden, kin güden.
garazkâr
garazcı.
Garazkârane
f. Hased ve düşmanlıkla.
garazkârane
garaz edercesine.
Garb
(C: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı. * Sığır derisinden yapılan büyük kova. * Sakaların su koydukları büyük tulum. * Atıldıktan sonra bulunmayan ok. * Yürügen at. * Nasır acısı (gözde olur). * Göz yaşı. * Göz yaşının geldiği damar. * Kenar.
garb
batı.
Garben
Batıdan, garb cihetinden, batı tarafından.
Garb-ı cenubî
Güney batı.
Garb-ı şimalî
Kuzey batı.
Garbî (garbiyye)
Batı ile alâkadar, Avrupa'ya mensub. * Aşağı Mısır'ın batı kısımları.
Garbiyyun
Garplılar, Avrupalılar. Batı memleketleri ahalisi.
Garde
(C: Megârid) Mantar.
Gardiyan
Fr. Kolcu, nöbetçi, muhafız.
917
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gardiyan
hapistekileri bekleyen görevli.
Gare
(C: Gârât) Bükmek.
Gareb
Gümüş kadeh. * Kavak ağacı. * Havuzla kuyu arasına dökülen su. * Bir nevi koyun hastalığı.
Gared
Güzel ses.
Gareng
f. Çığlık, feryat.
Garer
Sonu mâlum olmayan, neticesi bilinmeyen.
Gares
Açlık.
Garet
(A, uzun okunur) Yağmacılık. Düşmanın malını yağma etmek. * Göbek.
garet
yağma, talan, çapul.
Garetger
(A, uzun okunur) f. Yağmacı. Çapulcu.
Garet-ger
Yağmacı. Çapulcu.
Garetgerân
f. Yağmacılar, çapulcular.
garetgîr
yağmacı.
garetkâr
çapulcu.
Gareyn
(A, uzun okunur) Alt ve üst çene, yâni ağız. * İki gar.
gareyn
alt ve üst çene, yani ağız.
Garez
Kayıştan yapılan üzengi. * Ağaç üzengi.
Garf
(C: Guref-Agrâf) Kurtarmak. * El ile su almak. * Bir şeyi kesmek.
Gargara
Suyu, içilen ilâcı veya başka bir sıvıyı, boğazda oynatıp çalkalama. * Tavuk ve güvercinin ötmesi. * Can boğaza gelip tereddüt etmek. * Çömleğin kaynayıp fıkırdaması. * Çoban koyuna haykırıp çağırması.
Garî
f. Kararsız, sebatsız.
Garib
(A, uzun okunur) Batan. Gurub eden. * İki omuz arası. * Devenin hörgücüyle boynu arası.
918
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
garib
batan.
garîb
garip, yabancı, kimsesiz, yâd ellere düşmüş, yadırganan şey.
Garib(e)
Hayret verici. Tuhaf. * Kimsesiz. Zavallı. * Gurbette olan.
Garibane
f. Garip gibi, garip kimselere yakışır şekilde, garipçesine.
garîbane
garipçe.
garîbe
garip şey.
garîbem
garibim.
Garib-nüvaz
f. Kimsesizlere ve gariplere yardım eden. Biçareleri ve zavallıları koruyan.
Garib-üd diyâr
Memleketin yabancısı.
garîbüzzaman
zamanın garibi, yaşadığı zamanla uyumlu olmayan.
Garîf
(C: Guruf) Birbirine girmiş sık ve çok ağaç.
garîk
batmış, boğulmuş.
Garik
Suda boğulmuş.
Garikun
Katran köpüğü.
garîm
alacaklı.
Garîm
Alacaklı. * Hasım. Rakib. Borçlu veya üzerinde borçtan başka hakları olan kimse.
Garîn
Havuz dibinde olan balçıklı su. * Her nesnenin kap dibinde kalan çöküğü, tortusu.
Garîr
Kefil. * Güzel ahlâk. * Durumdan veya işten anlamıyan.
Garîse
Yeni dikilmiş fidan.
Gariyy
Cemil, güzel, hüsün.
Gariz
Taze nesne.
Garîze
Asıl. Yaratılıştan olan. Sevk-i İlâhi. Huy.
garîze
yaradılıştan olan.
919
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Garîziye
Tıb: Yaratılışa âit. Yaşamaya âit. Doğuştan. Normal.
gark
batma, boğulma.
Gark
Batmak, suda boğulmak.
Garka
Bir içim miktarı süt. * Suya batmış.
Gark-ab
f. Suya batmış olan, boğulmuş.
Garkad
"Bir dikenli ağaç. * Medine-i Münevvere'de olan kabristana ""Baki-ul Garkad"" denir."
Garkan
Batarak, boğularak.
Garm
Çekmek.
garnizon
askerî birliklerin bulunduğu yer.
Garnizon
Fr. Bir şehir veya müstahkem mevkideki birliklerin tamamı. * Askeri birliklerin bulunduğu şehir.
Garr
Beyhude ve bâtıl şey. * Gafil adam. * Aldatan. * Kuyu kazan.
garra
parlak.
Garra
Parlak. Beyaz. Güzel. Şa'şaalı. * Kur'an'ın kudsi nurlarının parladığı Medine-i Münevvere'nin bir ismidir.
Garran
f. Kükreyen, haykıran. Homurdanan.
Garre
Gafil kişi, gaflette bulunan kimse.
Garrende
f. Kükreyerek vahşileşen arslan ve benzeri yırtıcı hayvan.
Gars
Ağaç fidanı dikmek. * Dikilmiş fidan.
gars
fidan dikme.
Garsan
Karnı aç kimse.
Gars-ı eşcar
Ağaç dikimi.
Gars-ı yemin
Sağ el ile dikilen fidan. * Bir kimsenin yanından, fidan gibi ayrılmayan kişi.
920
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Garur
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dünyada insana gurur veren herhangi bir şey. * Aldatıcı. * Allahı unutturan.
Garv
Acip.
Garz
Doldurmak. * Noksan etmek, noksanlaştırmak.
Gasa
Uzunluk.
Gasagıs
Arslan, esed.
Gasak
(Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık. * Küfrün karanlığı. * Gözün dumanlanıp, seçemez olması. * Göz kararması. * Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi. * Çok soğuk ve fena kokan içki veya su. * Kuvvei şeheviyye. * Seyelân.
Gasak-ul leyl
Gecenin ilk karanlığı.
Gasas
Dolu olma. * Yediği ve içtiği şeyin boğazda durması.
Gasase
(Gasis-Gususe) Davarın zayıf olması. * Sözün boş ve faydasız olması. * Yaradan irinin akması.
Gasb
Başkasına âit bir şeyi zorla, rızası olmadan almak. Zorla almak. * Zorla alınan şey.
gasb
hakkı olmayanı zorla alma.
Gasben anh
Ona rağmen.
Gasben ank
Sana rağmen.
Gasben
(Gasb. dan) Cebren alarak, zorla gasbederek.
Gasb-ı emval
Malların gasbedilmesi, zorla alınması.
Gasb-ı nukud
Paraların cebren alınması.
Gasem
Gecenin sonunda olan karanlık.
Gaser
Rüzgârın çukur yere getirip yığdığı.
Gaseyan
Mide bulantısı. Kusmak.
Gasgase
Silahsız savaşmak.
921
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gasıb
Gasbeden, zorla alan.
gasıb
zorla alan.
gasıbane
zorla alırcasına.
Gasıb-ül gasıb
Gasbedilmiş malı gasıbdan gasbeden.
Gasık
Gecenin ilk karanlığı. Gece. Karanlık. * Ay doğmak.
Gasîl
Yıkanmış.
Gasîme
Çekirgeli yemek.
Gasîre
Cemaat, topluluk.
gasl
yıkama, gusül.
Gasl
Yıkama. Gusül. Şartlarına uygun şeklide boy abdesti almak. (Bak: Gusül) * Birisini döğüp vücudunu acıtmak.
Gaslak
Pişmemiş ve tuzlanmamış olan şey.
Gasl-i meyyit
Ölünün yıkanması.
Gasm
Karanlık, zulmet.
Gasn
Kesmek.
Gasr (gasrâ)
Asılsız, alçak kimseler.
Gass ü semin
Fakir ve zengin. Zayıf ve semiz.
Gass
İncelik, zavallılık. * Biçare, zavallı. * Tatsız, yavan.
Gassak
Ehl-i cehennemin vücudundan akan irin. * Çok soğuk ve fenâ kokulu içilmez şey.
Gassal
(Gasl. den) Ölü yıkayıcı.
Gassan
Dolu, mümteli.
Gasuk
Karanlık olmak.
Gasul
Su. Bir şey yıkamakta kullanılan su.
Gaşam
(C: Guşâm) Mübâlağa ile zulmeden.
Gaşan
(Gaşayân) Gönül dönmek. * Akıl gidip, bihoş olmak.
922
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gaşemşem
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şecaatinden kimseye baş eğmeyen. * Başını döndürüp yabana iltifat etmeyen. * Zulmedici. * Methi istediği gibi yapamamak.
Gaşeyan
Kendinden geçmek. Kendini kaybetmek. Bayılmak. Gaşyolmak.
Gaşiye suresi
Kur'an-ı Kerim'de 88. suredir. Mekkîdir.
gaşiye
perde, kıyamet, bir sûre.
Gaşiye
Perde. Örtü. * Kıyamet. * Dilenci ve cerrar. * Ziyârete gelen dostlar gurubu.
Gaşiye-dâr
f. At uşağı, seyis.
Gaşm
Zulüm etmek, zulüm yapmak.
Gaşmere
Yönelmek.
Gaşş
Örtmek, setretmek.
Gaşum
Zâlim, gaddar. * Muannid, inatçı.
Gaşve
(Gışâve-Guşve) Perde, hicap, örtü. * Göz kararmak.
Gaşy
Bayılma, kendinden geçme.
gaşy
kendinden geçme.
Gaşy-âver
f. Baygınlık veren, bayıltan.
Gaşyet
Kendinden geçme, bayılma. * Örtmek. * Hayret.
Gaşyet-i mevt
Koma hali.
Gaşyolma
Kendinden geçme. Kendini bilemez hale gelmek.
Gata
(Gıtâ) (C: Agtıye) Perde, örtü.
Gatamtam
Çok su.
Gatarif(e)
(Gıtrîf. C.) Başkanlar, başlar, reisler, önderler. * Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.
Gataş
(C: Agtaş) Karanlık. * Devamlı su akan gözdeki zayıflık.
Gatata
(C: Gıtât) Bağırtlak cinsinden bir kuş.
Gataye
Kertenkeleden büyük bir hayvan.
923
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gatfan
Ev içinde su dökmek için yapılan yer. * Erkek ismi.
Gatgata
Çömleğin kuruyup kaynaması.
Gatit
Horlamak.
Gatrafe
Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek.
Gats
Batırılma, daldırılma. * Batırma, daldırma.
Gatt
Birbirine tâbi olmak. * Gizlemek. * Mükedder etmek, üzmek. * Suya dalmak.
Gâv
f. Öküz, sığır, bakara.
Gava
Yoldan çıkmış. Yolunu şaşırmış. Azgın.
Gavadî
Sabah bulutu.
Gavafil
(Gafile. C.) Gafiller, gaflette bulunanlar.
Gavail
(Gaile. C.) Musibetler, belâlar. * Dertler, sıkıntılar, kederler, hüzünler. * Felâketler, âfetler.GAVALÎ $ (Galiye. C.) Güzel kokular.
Gavamız
(Gamız. C.) Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin mes'eleler.
gavâmız
anlaşılması zor bilmeceler.
Gavanî
(Ganiye. C) Zenginler. * Kadın şarkıcılar.
Gavaş
(Gaşiye. C.) Örtücü, örten.
Gavaşî
(Gaşiye. C.) Kıyametler. * Örtü. At takımından sayılan bir nevi örtü.
Gavaya
(Gaviyye. C.) Sapmışlar, sapıtmışlar.
Gavayet
Dalâlete düşme, hak yoldan sapma. * Azgınlık.
Gavayet-i nefs
Nefsin azgınlığı.
Gâv-ban
f. Sığır çobanı, sığırtmaç.
Gavc
Enli ve yassı olmak. * Muzdarip olmak, acı çekmek.
Gavelan
Acı bir ot.
Gavga
Çekirge. * İnsanların rezilleri. Adi, aşağılık olan kimseler.
Gâv-ı deştî
Yaban sığırı.
924
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gavî
(A, uzun okunur) Çok azgın. Çok sapkın. Yoldan şaşıp azıtan zâlim.
gavî
çok azgın.
Gaviyy
Azgın. Zâlim. * Tek başına kalan.
Gavl
(C: Gavâyil) Helâk etmek. * Kin tutmak. * Çok miktar toprak. * Feyizden uzaklık.
Gavr
Bir şeyin dibi. Çukur. * Batmak. * Derinlik, nihayet. Kök, esas, temel. * Tefekkür, teemmül. * Dolanmak. * Hakikat.
gavr
çukurun dibi.
Gavr-ı amîk
Derin dip.
Gavr-ı in'idam
Yokluk çukurunun dibi.
Gavr-ı mes'ele
Mes'elenin esası, mevzuun künhü.
gavs
büyük evliya.
Gavs
Çağırma. Nida. Medet istemek. * Yardım edici. Medet verici. * Kurtuluş. (Bak: Aktâb)
gavsiyet
büyük evliyalık.
Gavsiyyet
Evliyaullahın başı olmak. Velâyet mertebelerinden yüksek bir makam sahibi olmak. (Bak: Aktab)
Gavs-ül a'zam
"Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin nâmı. En büyük Gavs. Evliyâullahın büyüğü. Gavs-i Ekber de denir. (Bak: Geylanî)(Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Azam Şeyh Geylâni'nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyâre bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan za'fiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş... Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: ""Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen
925
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tavuk yersin!"" Hazret-i Gavs tavuğa demiş: ""Kum Biiznillâh"" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını mutemed ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerâmeti olarak mânevi tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: ""Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman, o da tavuk yesin."" İşte Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da, ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir... L.)" Gavt
Derin çukur. * Bir şeyin içine girme, batma, garkolma.
Gavta
Ağaçlık, sulak yer. * Toprakta çukurluk.
Gavta-baz
f. Dalgıç.
Gavta-bazî
f. Dalgıçlık.
Gavta-gâh
f. Dalma yeri.
Gavta-har
f. Dalan, batan.
Gavun
(Gavi. C.) Azgınlar, azmışlar, doğru yoldan çıkıp dalâlete düşmüş olanlar.
gâvur
kâfir, îmansız.
Gâvur
Kâfir. Merhametsiz, inatçı.
Gavvas
Çok gayretli. Çalışkan. * Suya dalan. * İnci arayan dalgıç.
gavvas
dalgıç.
Gayahib
(Gayheb. C.) Gece karanlıkları.
Gayat
Çalgı.
gâyât
gayeler.
Gayb
Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey. (Bak: Ahbar-ı gayb)(Demek Cenab-ı Hakk'ın gayet
926
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
büyük ve mükemmel bir rahmeti, re'feti ve şefkati, gaybı bildirmemektedir. Bilhassa masum hayvanlar hakkında daha tamdır. Demek sefihane lezzette sen hayvanlara yetişemezsin. Binler derece aşağı düşersin! Çünki, hayvana nisbeten gaybi olan şeyleri senin aklın görüyor. Elemini alıyor. Setr-i gaybda bulunan istirahat-ı tammeden bilkülliye mahrumsun. S.) gayb
gizli, görünmeyen, belirsiz.
Gayb-aşina
f. Gaybı bilen. Gaybdan haberi olan. Gelecekten veya âhiretten haberi olan.
gaybâşinâ
gaybı bilen.
Gayb-bîn
f. Gaybı gören. Herkesin bilemediği geleceği feraseti ile hissedip bilen. İstikbalden haber veren.
gaybbîn
gaybı gören.
Gayb-dan
f. Gaybı bilen.
Gaybet
Başka yerde bulunmak. Hazırda olmamak. Gıybet. Bir şeyin diğer bir şey içinde gaib olması. (Bak: Gıybet)
gaybet
orada bulunmama.
gaybî
görünmeyenle ilgili.
Gaybî
Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.
gaybîyâne
görünmeyenle ilgili olarak.
gaybîyât
görünmeyenler.
gaybîye
görünmeyen.
Gaybubet
Gayıplık, hazırda olmayıp başka yerde olma.
gaybûbet
görünmeme, orada bulunmama.
927
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gayb-ül gayb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kalbde olmayan şey. Hiç ortada eseri, varlığının, geleceğinin izi ve nişanı olmayan. Gaybın gaybı olan.
Gayda
(C: Guyed) Nazik ve yumuşak tenli genç kadın. (Müz.: Agyed)
Gaydak
Geniş. * Yumuşak. * Kerim kişi. İyi huylu kimse. * Keler yavrusu. * Büluğ çağına varmamış çocuk.
Gaye
"Maksad, kasdedilen, netice, sonuç.(Her şeyin vücudunun müteaddit gayeleri ve hayatının müteaddit neticeleri vardır. Ehl-i dalâletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayât-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır. Birincisi ve en ulvisi Sani'ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san'at murassaatını, Şâhid-i Ezelî'nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ânı seyyale yaşamak kâfi gelir. Belki, vücuda gelmeden, bilkuvve niyyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte, seriüz-zeval lâtif masnuât ve vücuda gelmeyen, yâni sünbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitemamiha verir. Faidesizlik ve abesiyyet onlara gelmez. Demek her şey; hayatiyle, vücudiyle Saniinin mu'cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san'atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâl'in nazarına arzetmek birinci gayesidir...İkinci kısım: Gaye-i vücut ve netice-i hayat: Zişuura bakar. Yâni, herşey Sâni-i Zülcelâlin birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki; melâike ve cin ve hayvanın ve insanın enzârına arzeder.. mütalâaya dâvet eder. Demek, ona bakan her zişuura ibretnüma bir mütalâagâhdır.Üçüncü kısım: Gaye-i vücut ve netice-i hayat: O şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatlıkla yaşamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i
928
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sultaniyyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi: Sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyyesine ait.. doksandokuzu Sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni'ine ait doksandokuzdur. İşte bu teaddüd-ü gayattandır ki; birbirine zıt ve münâfi görünen hikmet ve iktisad, cud ve sehâ ve bilhassa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cud ve seha hükmeder. İsm-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar; O tek gaye nokta-i nazarında bigayr-i hisâbdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat, umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder. İsm-i Hakîm tecelli eder.. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıt gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cud ile seha ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, te'min-i âsâyiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat, hıfz-ı hudut ve mücahede-i a'dâ gibi sair vazifeler için, bu mevcut ancak kâfi gelir. Kemâl-i hikmetle muvazenededir. İşte hükümetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir... S.)" gaye
erişilmek istenen sonuç.
Gayed
Nazik ve yumuşak tenli olmak.
Gaye-i hayal
Hayalde tasavvur edilen ve ona varılması istenen gaye ve maksat. İdeal.
Gayet
Çok, pek çok. * Nihayet. Gaye. Encam.
gayet
pek çok.
Gayeten
Son derece, çok fazla olarak.
929
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gayetsiz
Nihayetsiz, sonsuz.
gayetsiz
sınırsız.
Gayet-ül-gaye
Gayenin esası, en son derece. (Bak: Vicdan)
Gayf
Eğilmek, meyl.
Gayheb
(C.: Gayâhib) Gece karanlığı.
Gayıt
(C: Gaytân-Agvât) Çukur yer. * Kenef.
Gayir
Irak, baid, uzak.
Gayk
(Gayuk) Fikri karışık olmak.
Gayl
Irmak, nehir. * Ağaç, şecer. * Cima etmek. * Kadının hâmile iken çocuğuna süt emzirmesi.
Gayle
Şişman kadın.
Gaylem
Kul, cariye. * Kablumbağanın erkeği. * Mevzi ismi. * Mugaylân ağacı.
gaylûle
sabah uykusu.
Gaym
Bulut. * Sisli bulut tabakası. * Pek susayıp hararetlenmek.
Gayme
Çok fazla susama, susuzluk.
Gayn
"Susuzluk. * Arapçada ""ayn"" harfinden sonra gelen harfin adı."
Gayna
Yaprakları çok olan yaş ağaç.
Gayne
Aralarından su akamayan birbirine girmiş ve dolaşmış ağaçlar.
Gayr
Diğer, başkası, mâadâ, âher, yabancı. (İstisnâ edâtıdır. Başlarına getirildiği kelimeyi nefy yapar.)
gayr
diğer, başkası.
Gayr-endîş
f. Başkalarını düşünen, şefkatli ve cömert kimse.
gayret
çaba, çalışma arzusu, kıskanma duygusu.
930
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gayret
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dikkatle ve sebatla çalışmak. * Kıskanmak, çekememek. * Hareketli ve temiz hislerle çalışmak. * Dine, imana, namus gibi kıymetlere tecavüz edenlere karşı müdafaa için harekete gelmek.
Gayret-i bâtıla
Faydasız ve boşu boşuna uğraşma.
Gayret-i câhiliye
Körü körüne uğraşmak. Allah'ın razı olmadığı lüzumsuz şeylere kıymet vererek didinmek.
Gayret-i diniyye
Din için gayret etme.
Gayret-i merdane
Mertçesine gayret.
Gayretkeş
Çalışkan, çabalayıcı. * Bir tarafı tutan, taraftar. * Kıskanç.
Gayret-mend
f. Gayretli, çalışkan.
Gayret-şiar
f. Gayretli. çalışkan.
gayretullah
Allahın gayreti, hakkı koruma sıfatı.
Gayr-ı kabil
Mümkün ve kabil değil, imkânsız. Mümkün olmayan, olamaz.
Gayr-ı mahdud
Hudutsuz, uçsuz bucaksız, sonsuz.
Gayr-ı mahsur
Hasrolunmamış. Sınırsız.
Gayr-ı ma'kul
Akıl işi olmayan, aklın kabul etmediği.
Gayr-ı mebzul
Çok kullanılmayan. Az bulunan şey.
Gayr-ı meczuz
Devamlı, kesilmeden.
Gayr-ı me'luf
Alışılmamış, ülfet edilmemiş.
Gayr-ı memnun
Devamlı. Kesiksiz. * Minnetsiz, sürekli.
Gayr-ı me'mul
Umulmadık. Beklenmedik. Birdenbire.
Gayr-ı men hüve leh
Sâhibinden gayrısı.
Gayr-ı menkul
Naklolunamayan, taşınamayan (tarla,bağ, ev gibi) mallar.
Gayr-ı mer'î
Görünür olmayan, görünmeyen.
Gayr-ı meskun
İçinde oturulmayan yer. Kimsesiz yer.
931
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gayr-ı meşru'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Allah'ın rızâsına uymayan, şeriat hârici, kanunsuz iş.(Tarık-ı gayr-ı meşru' ile bir maksadı tâkibeden galiben maksudunun zıddı ile ceza görür. -Avrupa muhabbeti gibi.- Gayr-ı meşru' muhabbetin âkıbetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adavetidir. M.)
Gayr-ı meş'ur
Duyulmayan, hissedilmeyen. (Bak: Taht-eş şuur)
Gayr-ı mutabık
Uygun gelmeyen, uymayan.
Gayr-ı mutemed
Kendine itimad edilmeyen.
Gayr-ı müekkede
Tekrarlanmamış ve takviye edilmemiş. * Zannî ve kat'î delil ile sâbit olmayıp, Peygamberimizin (A.S.M.) bazan devam buyurdukları iş veya amel.
Gayr-ı mümkin
Mümkün olmayan, imkânsız.
Gayr-ı münbit
İyi ve bol yetiştirmeyen. Münbit olmayan.
Gayr-ı münfekk
Bitişik, ayrılmaz.
Gayr-ı münif
Münif olmayan. (Bak: Münif)
Gayr-ı münkatı'
Devamlı, fasılasız, kesiksiz.
Gayr-ı müslim
Müslüman olmayanlar. İslâmiyete girmeyenler.
Gayr-ı müsmir
Verimsiz, faydasız, meyvesiz. (Bak: Desâtir)
Gayr-ı mütecezzî
Ayrılamayan, bölünemeyen.
Gayr-ı mütenahî
Sonsuz, nihayet bulmaz, bitmez.(Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebir-i kâinatın her bir harfinin, bâhusus zihayat her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır. M.)
Gayr-ı şuurî
Şuursuz, şuurun dışında.
Gayr-ı uzvî
Cansız. Uzvî olmayan. (İnorganik)
Gayr-ı zarurî
Zarurî ve mecburî olmayan.
932
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gayrı
Başkası, diğeri. Artık. (Bak: Gayr)
gayrimeşrû
helâl olmayan, yasak.
gayrimüslim
müslüman olmayan.
gayrimütenâhî
sonu olmayan.
gayriresmî
resmî olmayan, sivil.
Gayriyet
Ayrılık. Gayrılık.
gayrullah
Allahtan başkası, yaratılanlar.
Gays
İmdad. Yardım. * Yağmur. * Yağmurla meydana çıkan çayır.
Gaysan
Gençlik şiddeti.
Gays-ı nâfi'
Faydalı yağmur.
Gaytale
(C: Gıytal) Sık bitmiş olan ağaç. * Seslerin karışması.
Gayub
(Gayâb-Gaybe) Kaybolmak.
Gayur
"Hamiyetli. Çok çalışkan. Dayanıklı. Çok gayretli. * Kıskanç. (""Gayyur"" diye yazılması yanlıştır.)"
Gayuran
(Gayur. C.) Çalışkanlar, gayretkeşler, gayretliler.
Gayurane
f. Gayretli olan kimseye yakışır şekilde, çalışkan kimseler gibi.
Gayy
Aklın istikametini, yolun doğrusunu kaybetmek. Rüşdün zıddı.
gayyâ
cehennem kuyusu.
Gayya
Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.
Gayyir
(Gayyür) Gayretli kimse.
gayyur
gayretli, çalışkan.
Gayz ü gazab
Kızgınlık ve hiddet.
Gayz
Bir şeyin pahası eksilmek. Hilkati noksan olma. Kıymetten düşük şey. * Suyun eksilip azalması, yere çekilmesi.
gayz
hınç, öfke.
933
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gayza
Meşelik.
Gayz-efşan
f. Hiddetli, öfkeli, kızgın.
Gayzeran
İtburnu.
Gaz
f. Isırma, dişle tutma. * Diş.
Gaza
(C.: Gazevât) Din uğrunda kâfirlerle yapılan mücadele, muhârebe, düşmana kasdetmek. Cenketmek.
gazâ
din uğruna savaş.
gazab
gazap, öfke, kızgınlık.
Gazab
Hiddet, öfke, dargınlık, kızgınlık.
Gazaben
Gazabla, hiddetle, öfkeyle.
Gazab-ı ilahî
Allah'ın gazabı. Belâ, musibet.
Gazab-nak
f. Öfkeli, hiddetli, kızgın. Dargın.
Gazal
(C: Gazale-Gazelân) Ceylân. Geyik, âhu. Geyik yavrusu. * Şarkıcı, mızıkacı. *Güzel göz.
Gazale
Dişi geyik. * Güneşin yükselmesi.
Gazâlî
büyük bir islâm âlimi.
Gazalî
Onyedinci asırda şiirleri ile tanınan Bursa'lı bir şâirin adıdır.
Gazamir
Malı çok olan, zengin.
gazanfer
kahraman, iri aslan.
Gazanfer
Kahraman. * İri arslan.
Gazanferâne
f. Arslancasına, arslan gibi.
Gazanfer-i gazub
Kükremiş arslan.
Gazar
Bir cins güvercin. * Çok, fazla.
Gazat
(C: Guzâ) Dağ armudunun ağacı. * Dikenli ağaç. * Seksek ağacı.
Gazât
Gazlar.
gâzât
gazlar.
934
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gazât-ı muzırra
Zararlı gazlar. Zehirli gazlar.
Gaza-yı ekber
Din uğrunda kâfirlerle yapılan büyük muhârebe.
Gazaza
Eksiklik.
Gazb
Kızıl boya, kırmızı renkli boya.
Gazban
(Gadbân) Dargın, kızgın.
Gazbe
Sağlam, sert taş.
Gaze
f. Kadınların yüzlerine sürdükleri düzgün allık.
Gazefe
Bağırtlak kuşu.
gazel
bir şiir türü.
Gazel
Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.) * Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil. * Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar. * Ceylân. * Lâtif şey. * Güzel kadınların bahsi ve medhi. * Kadınlar sohbetini sevmek. * Köpeğin, geyiğin sesinden ürkmesi.
Gazel-han
f. Gazel okuyan.
Gazel-hanî
f. Gazel okuyuculuk.
Gazeliyyat
Gazel tarzında yazılmış şiirler.
Gazel-nüvis
f. Gazel yazan.
Gazel-sera
f. Nazım şekilleri arasında gazel meydana getiren.
Gazem
Bir ot cinsi.
Gazete
Fr. Genellikle günlük çıkan ve büyük boy olan neşriyat organı. (Bak: Mürcif)
Gazevan
Hızlı giden iyi at.
Gazevat
(Gazve. C.) Din uğrunda yapılan harbler.
gazevât
gazalar.
935
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gazf
Kulağın sarkık olması. * Kırmak. * Geceleyin karanlık olmak.
Gazgaza
Zillet, aşağılık. * Eksik, noksan.
Gazıf
Yumuşak, geniş.
Gazır
İyi dibâgat olunmamış deri.
Gazıye
Çok karanlık olan yer. * Büyük nurlu şey.
Gazi
Din uğrunda harbeden. Cihadda yaralanmış veya harbetmiş olan kimse. Harpte ordunun başına geçen kumandan. Muzaffer olan ve harpten sağ dönen.
gazî
gaza eden.
Gazid
Katı sesli. * Yumuşak ot.
Gazîme
Gazem denilen otun yetiştiği yer.
Gazîr
Bol, çok, kesretli, ziyade, fazla.
Gazir(e)
Mülâyim, yumuşak. Nâzik, uysal.
Gaziyy
(C: Gazâ) Yeni doğmuş kuzu.
Gazîz
Gılâfından yeni çıkan çiçek. * Taze.
Gazl
İplik eğirmek, bükmek.
Gazm
Güçle ve şiddetle yemek. * Defetmek, kovmak.
Gazn
Hapsetmek. * Kırmak.
Gazr
(Gazâre) (C: Gazâyir) Men etmek, engel olmak. * Hapsetmek. * Geçim kolaylığı, maişet genişliği. * Büyük çanak.
Gazra
Ucuzluk. * Hayır. * Özlü balçık.
Gazreme
(C. Gazarim) Ölçüsüz, tartısız bir şeyi satmak.
Gazruf
(C.: Gazârif) Kıkırdak.
Gazub
(Gazab. dan) Öfkeli, kızgın, hiddetli. Kükremiş. * Büyük yılan. * Abus deve.
Gazv
Seyelân etmek, akmak. * Münkatı' olmak, kesilmek.
936
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gazva
Malın ve davarın kötüsü.
Gazve
Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza ve gazve tâbirleri Peygamber Efendimizin bizzat hazır bulunduğu muharebeye denir. Peygamber Efendimizin bizzat bulunmadığı müfrezelere Seriye denilir.
gazve
savaş.
Gazve-i bedir
Bedir Gazvesi. Bedir Muharebesi.(Melâikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin O'na imân ve itâati, mütevatirdir. Nass-ı Kur'an ve çok âyatla musarrahtır. Gazve-i Bedir'de beşbin melâike, - nass-ı Kur'an ile - önde, sahâbeler gibi ona hizmet edip, asker olmuşlar. Hattâ o melekler, melâikeler içinde, ashâb-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar. M.)
Gazver
Bir ot cinsi.
Gazz
(Gadd) Utancından dolayı önüne bakmak. * Bir şeyin miktarını eksiltmek. * Hurmanın tomurcuğu. * Zerafet sâhibi. * Yeni buzağı.
Gazzal
Eğrilen iplik.
Gazze
Şam'ın doğusunda bir yerin adı. (Resullulah Efendimizin ceddi Hâşim'in kabri ordadır.)
Gebe
(Bak: Hâmile)
Gebeş
Koyunun erkeği. Koç. * Mc: Akılsız, ahmak adam.
Gebr
f. Ateşe tapan, mecusi.
Gec
f. Kireç, alçı, harç.
Gecbaz
Oyunda hile yapan, hileci.
Geckâr
(Gecger) f. Kireçle badana yapan. Kireç sıvacısı.
937
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Geçer akça
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
t. Rayiç para yerine kullanılır bir tabirdir. Bu tabir, eskiden halk arasında yapılan senetlerde, hükümet tarafından akdolunan mukavelelerde kullanılırdı.
Ged
(Gedbe) f. Yoksul, dilenci, fakir, dilenen. * Dilencilik.
Geda
f. Fakir. Kimsesiz. Dilenci.
gedâ
fakir, kimsesiz.
Geda-çeşm
f. Dilenci gözlü, yoksul gözlü. * Mc: Aç gözlü, gözü doymaz.
Geda-çeşmane
f. Açgözlülükle, açgözlücesine.
Gedayan
f. Fakirler. Kimsesizler. Gedâlar.
Gedayane
f. Dilencilikle.
Gedayî
f. Dilencilik.
Gedikli
t. Tar: Yeniçeri efradı arasında eskilikleri dolayısıyla imtiyazlı olanlar. Bunlar diğer yeniçerilerden ayrılmak için bellerine seraser denilen kumaştan kuşak sararlardı. * Yıkık, çentikli ve düşük yeri olan. * Mülk olduğu halde vakfa ait bir tarafı olan. * Deniz assubayı ki, eskiden yükselerek subay olabilirdi.
Geh (gâh)
f. Kelimenin sonuna eklenerek yer veya zaman ifade eder.
Geh(î)
f. Ara sıra. Bazan.
Gehan
f. Zaman, an, vakit.
Gehvare
f. Beşik.
Gehvare-ger
f. Beşikçi.
Gehvare-nişin
f. Beşikteki çocuk.
Gele
f. Sığır, koyun ve keçi sürüsü. * Sürü.
Geleban
f. Sığırtmaç, çoban.
Gelu
f. Boğaz.
Gelu-gir
f. Dağ armudu. Ahlat. * Boğazdan geçmesi zor olan şey.
938
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gem vurmak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir.
gem
idare etmek için atın ağzına takılan demir.
Genc (gencine)
f. Define, hazine. Gömülü hazine. Kenz.
genc
hazine, define.
Genc-i nihan
Gizli hazine.
Gencur
f. Hazine muhafızı, hazinedar.
Gend
f. Pis koku, fenâ koku.
Genda(y)
f. Kokmuş, fenâ kokulu.
Gendeme
f. Siğil.
Gendide
Kokmuş.
Gendüm
f. Buğday.
Gendüm-gun
f. Buğday renkli.
Gendümnüma
f. Yüze gülüp aldatan. Hilekâr.
Gensoru
(Bak: İstizah)
Ger
"f. Türkçedeki ""eğer"" kelimesinin kısaltılmış şekli. Eğer, şayet mânasındadır."
ger
eğer.
Gerçi
f. Öyle ise de, her ne kadar.
gerçi
her ne kadar.
Gerd
f. Baht, talih. Fayda. * Toz, toprak. * Hüzün, keder, gam, tasa.
Gerdâ-gird
f. Fırdolayı.
Gerd-âlûd
f. Toz toprak içinde.
Gerd-âlûde
f. Toza toprağa bulaşmış, tozlu topraklı. * Mc: Maddiyatı olan kimse, paralı, zengin.
gerdân
boyunla göğüs arası.
939
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gerdân
f. Dönen, dönücü. Çeviren. (Bak: Gerden)
Gerde
"f. İsimlere eklenerek; etmiş, yapmış, eylemiş gibi mef'uller yapılır."
Gerden
f. Dönen. Dönücü. * Boyun. * Şeci'. Bahadır. Pehlivan.
Gerdena
f. Kuş veya kuzu çevirmesi. * Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. * Kebap şişi. * Fırıldak, topaç.
Gerden-bend
f. Boyuna bağlanan nesne, boyun bağı. * Gerdanlık.
Gerden-beste
f. Boynu bağlı. İtâatli. Boyun eğmiş.
Gerden-dâde
(Bak: Gerdenbeste)
gerdendâde
boyun eğme.
Gerden-efraz
(Gerden-firâz) f. Kibirli, gururlu. Boyun kaldıran, başı yukarda.
Gerden-keş
f. Âsi, serkeş, isyankâr. * Mağrur, kibirli. * İnatçı, muannid.
Gerdîde
f. Tavır ve hâlleri değişmiş.
Gerdiş
f. Dönme, dönüş. Çevrilme, dolaşma.
Gerdiş-i zemân
Zamânın dönüşü.
Gerdun
f. Dünyâ, felek. * Dönen, dönücü, devreden, çevrilen.
Gerdune
f. Araba, otomobil.
Gerdune-i iclal
Saltanat arabası.
Gerdun-mîna
f. Gök, sema, asuman.
Gerdun-sirişt
f. Mağrur, gururlu, kibirli kimse. * Zâlim, gaddar, kan dökücü. * Tenbel, uyuşuk.
Gergedan
Burnu üzerinde boynuzu bulunan ve file benzeyen vahşi bir hayvan.
gergedan
vahşi bir hayvan.
Gerilla
(İspanyolca) Büyük bir kuvvete karşı, dağınık küçük kuvvetler tarafından yapılan çete harbi.
Gerk
f. Uyuz hayvan.
940
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Germ ü serd
Sıcak ve soğuk. * Darlık genişlik, iyilik kötülük, acı tatlı.
Germ
f. Sıcak. Kızgın. * Çabuk öfkelenen. * Gayretli, hamiyetli. Tez meşreb.
germ
sıcak, kızgın.
Germa
f. Sıcak.
Germabe
f. Sıcak su hamamı. Kaynarca, kaplıca, ılıca.
Germa-germ
f. Pek kızışmış, kızışıp ısınmış. * Sıcağı sıcağına.
Germa-peyma
f. Sıcaklık ölçeği. Termometre.
Germî
f. Hararet, sıcaklık, kızgınlık.
Germiyyet
Sıcaklık, hararet. Ateşli ve hızlı çalışma.
Germ-mend
f. Acele eden, aceleci.
Germ-ran
f. Atı çok süren, hızlı at süren.
Germ-ülfet
f. Görüşmesi hararetli olan, hararetli ve sıkı-fıkı görüşen.
Gerziş
f. Zulümden şikâyet etme.
Gestî
f. Çirkinlik.
Geş
Edâ ve naz yaparak yürüme. * Lâtif, hoş, güzel.
Geşt ü güzâr
Gezip tozma, gezme.
Geşt
Seyretme, dolaşma, gezme, tenezzüh. * Geçme.
Geşte
"f. ""Gezmiş, dolaşmış, dönmüş"" anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ber-geşte $ : Altüst olmuş. Ser-geşte $ : Başı dönmüş."
Gev
(C.: Gevân) f. Yiğit, bahadır, kahraman.
Gevah
(Bak: Güvah)
Gevahî
(Bak: Güvahî)
Gevan
(Gev. C.) Kahramanlar, yiğitler.
Gevar
t. Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol.
941
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gevare
(Gehvâre) Beşik.
Gevç
f. Ağaç zamkı.
Gev-çah
f. Dibi görünebilen pek derin olmayan alçak kuyu.
Gevden
f. Sersem, ahmak, şaşkın, anlayışsız.
geven
dikenli bir bitki.
Geven
t. Çalı. Dikenli ve bir karış kadar boyunda bir nebat. Aslı Gevân'dır.
gevher
akıl, edep, asıl, cevher.
Gevher
f. Akıl ve edeb. * Asıl ve neseb. * Elmas, cevher, mücevher. İnci. * Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. * Noktalı olan harf.
Gevher-bar
f. Cevher yağdıran.
Gevher-efşan
f. Cevher saçan.
Gevher-füruş
f. Cevherci, kuyumcu, sarraf.
Gevher-i pend
Nasihat küpesi.
Gevherî
f. Kuyumcu, cevherci.
Gevherîn
f. Mücevher gibi. * Mücevherli.
Gevher-nisar
f. Cevher serpen. * Mc: Düzgün konuşan, güzel söz söyleyen.
Gevher-nişin
f. Cevherlerle süslenmiş.
Gevher-paş
f. Mücevher saçan. * Mc: Çok güzel ve düzgün konuşan.
Gevher-şinas
f. Cevherden anlıyan, cevherci, kuyumcu.
Gevher-tab
f. Altun ve mücevherlerle işlenmiş kadın eşarbı.
Gevsale
f. Bir yaşına girmiş sığır yavrusu.
Gevz
f. Ceviz.
Geylânî
kerametleriyle ünlü büyük bir velî.
Geylanî
Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu
942
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuşlar, ruhâni feyze ermişlerdir. Aktab-ı Erbaa'dan sayılır. (R.A.) Gez
f. Arşın, endaze. * İlgın ağacı. * Okun çentiği. * Tâlim için yapılmış kısa ok.
Geza
f. Isırıcı, ısıran.
Gezend
f. Musibet, belâ, felâket, âfet. * Elem, keder, hüzün. * Zarar, ziyan.
Gezide
f. Isırılmış, dişlenmiş.
Gıbb
Nihayet, son, netice. * İki günde bir. Gün aşırı. * -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
Gıbb-ed duâ
Duâdan sonra.
Gıbben
Nâdiren, seyrek, arasıra.
Gıbb-eş şehâde
Şâhitlikten sonra.
Gıbb-et tahkik
Tahkik ettikten sonra.
gıbta
imrenme.
Gıbta
İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir halinin kendisinde de olmasını arzu etme.
Gıbta-âver
f. Gıbta ettiren, imrendiren.
Gıbta-fermâ
f. Gıpta verici, imrendirici.
Gıbta-keş
f. İmrenen, gıpta eden.
Gıbta-resâ
f. İmrendirici, gıpta ettirici.
gıdâ
besin.
Gıda
Besleyici madde. Vücuda lâzım olan yenecek ve içilecek şeyler. * Kuşluk vakti yenen yemek. * Zihni ve kalbi olgunlaştıracak Kur'an ve iman ilmi ve Allah'a ibadet ve taat.
Gıdaî
Gıda olabilen. Gıda cinsinden.
943
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gıda-yı ruh
Ruhun gıdası.
Gıfare
Kat kat bulut. * Başa örtülen bez parçası. * Yama.
Gılab
Birbirine galip olmasını dilemek.
gılâf
kılıf, kın.
Gılaf
Kın. Kılıcın kılıfı. Bir şeyin üzerinin örtüsü.
Gılaf-ı latif
Lâtif örtü.
Gılaf-ı seyf
Kılıç kını.
Gılal
(Bak: Galâl)
Gılale
(C: Galâyil) Zırh altına giyilen kısa gömlek. * Küçük kaftan zıbını.
Gılaz
(Galiz. C.) Şedid. Sert. Kalın ve kaba şeyler.
Gılbıt
Taşsız yer.
Gıldırgıç
Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir.
Gılk
Acip ve garip. * Zahmet, meşakkat, güçlük.
Gıll u gış
Aklın muhtelif fikirler üzerinde kararsızlığı. * Gönül darlığı. * Kin ve hile. Hıyanet ve adavet.
Gıll
Düşmanlık, garaz ve adavet, gizli kin ve haset.
Gıllim
Cimâı şiddetle arzu eden.
gıllugış
karar verememe, gönül sıkıntısı.
Gılman ü cevarî
Köleler ve cariyeler.
Gılman
(Gulâm. C.) Bıyığı yeni bitmiş gençler. * Cennet'te hizmet gören delikanlılar. * Köleler, esirler.
gılman
cennet genci.
Gılman-ı enderun
Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.
944
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gılman-ı hassa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda ""İç oğlanları"", daha sonları da ""İç ağaları"" da denilirdi. Bunlar, ""Enderun-u Hümayun"" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük ve Küçük Odalar, Doğancı Koğuşu, Seferli Odası, Kiler Odası, Hazine Odası adlarını taşırlardı."
Gılme
(Gulâm. C.) Delikanlılar, gençler. * Esirler, köleler.
Gılt
Akdolunan pazarlığı bozmak.
Gılzet
Kabalık, sertlik. * Kalınlık, galizlik.
Gılzet-i mizac
Huy ve mizac sertliği.
Gımar
(Gamr. C.) Gaflet. Cehalet. Şiddetler. Çok su. Büyük denizler. * (Gımr. C.) Çok susuzluk. * Kin tutma.
Gımd
(C.: Agmâd) Kılıf, kın, mahfaza. * Bakla, bezelye, fasulya ve benzerleri gibi şeylerin kabuğu.
gınâ
zenginlik.
Gına
Zenginlik. Yeterlik. * Tok gözlülük. * Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak. * Bıkma, usanç. * Şarkı söylemek. Teganni etmek.
gıpta
imrenme.
gıptakârâne
imrenircesine.
Gıra
(Garrâ) Tutkal.
Gırajova ateşi
Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından
945
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlenerek atılırdı. Gırandi direği
Geminin ortasındaki en büyük direk. Bu yekpâre olmayıp üst üste dört direkten mürekkepti.
Gırar
Devenin sütünün azalması. * Az uyku. * Miktar. * Cihet, Misâl. * Yol. * Birbiri ardınca olmak. * Her nesnenin kenarı. * Büyük kıl çuval.
Gıras
Ağaç budağı. * Ağaç dikecek vakit.
Gırbal
(C.: Garâbil) İri delikleri olan elek, kalbur.
Gırban
(Gurâb. C.) Kargalar.
Gırbın
Selin getirdiği çamur.
Gırbil
Havuzun dibinde kalan balçıklı su. * Bardak ve şişenin dibinde olan tortu.
Gırgıra
(C.: Garâgır) Yaban tavuğu.
Gırızî
(Bak: Gariziye)
Gırîv
f. Bağırma, feryat etme, çığlık atma, bağrışma.
Gırk
Çok, kesir.
Gırkî
Yumurta kabuğu.
Gırnevk
(C: Garânik-Garânika) Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. Telli turna. Kuğu kuşu.
Gırr
İşten anlamayan ahmak kişi.
Gırre
Gaflet. Boş bir şeye aldanan. * Tevbeyi sonraya bırakıp, aldanan. Övünen, gururlu. Gâfil. İşe yaramaz.
Gırs
(C: Egrâs) Dikilmiş ağaç. * Çocukla birlikte anadan çıkan ince deri.
Gıslîn
Yara yıkandığında içinden çıkan irinli ve kanlı su. * Cehennem ehlinin etleri ve kanlarının yıkandığı nesne.
946
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gışa
Örtü, perde. * Zar. Deri. Kabuk. * Üst tabaka. * Zarf. Mahfaza.
Gışaş
Az, kalil. * Evmek, acele.
Gışavet
Göz kararmak. * Körlük yapan perde. Kabuk. * Baş örtüsü.
gışâvet
göz perdesi.
Gışa-yı tablî
Tıb: Kulak zarı.
Gışş
Hıyânet etmek, hâinlik yapmak. * Yaramaz olmak. * Saf olmayıp karışık olmak.
Gışyan
Bürünmek, örtünmek. * Cimâdan kinâye olur.
gıtâ
örtü, perde.
Gıta
Örtü. Örtünecek şey. Perde.
Gıtarres
(C: Gatâris) Zâlim, mütekebbir, kibirli kimse.
Gıta-yı basar
Göz perdesi.
Gıta-yı rakik
İnce örtü.
Gıtrif
(C.: Gatârif) Başkan, reis. * Asil ve itibarlı kimse. Soylu kişi.
Gıyab
Görünmemek. Göz önünde olmamak. * Hazırda bulunmamak. * Bilinmeyen şeyler. * Arka. Arkasından.
gıyâb
göz önünde bulunmama.
Gıyabe
Derinlik, dip.
Gıyaben
Bulunmadığı halde. Mevcut ve hazır olmaksızın. * Mahkeme veya duruşmada olmadan.
gıyâben
görmeyerek.
Gıyabî
Arkasından olarak. Kendi hazır olmadığı halde arkasından. Gayba âit. Gayba mensup ve müteallik.
gıyâbî
görmeziye.
Gıyar
Keçe. * Ehl-i zimmetin nişanı.
Gıyas
Medetkâr. Yardımcı. Nusrete yetişen. * Meded. Yardım.
947
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gıyâs
yardım isteyene yardım eden.
Gıyasa
Suya dalmak.
Gıyas-üd din
Dinin intişar etmesine yardımı dokunan kimse.
Gıybet
"Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek. (Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerâhet edip darılacaktı. Eğer doğru dese; zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır. M.)(Gıybet, mahsus birkaç maddede câiz olabilir:Birisi: Şekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesâi etmek ister. Senin ile meşveret eder. Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: ""Onun ile teşrik-i mesâi etme. Çünki zarar göreceksin.""Birisi de: Maksadı, tahkir ve teşhir değil, belki maksadı, târif ve tanıttırmak için dese"" ""O topal ve serseri adam filân yere gitti.""Birisi de: O gıybet edilen adam fâsıkı mütecahirdir. Yâni fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor; sıkılmıyarak âşikâre bir surette işliyor.İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet câiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a'mâl-i sâlihayı yer bitirir.Eğer gıybet etti veyahut istiyerek dinledi; o vakit $ demeli, sonra gıybet edilen adam ne vakit rast gelse: ""Beni helâl et."" demeli... M.)"
gıybet
orada bulunmayan biri hakkında onun hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyip ileri geri konuşma.
Gıyer
Halden hale dönmek.
948
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gıza
Gıda, besin. (Bak: Gıda)
gidişât
gidişler, işlerin yürüyüşü.
Gîl
(C: Guyul) Meşelik ve çalılık yer. * Arslan yatağı. Arslanların bulunduğu yer.
Gil
f. Su ile ıslanmış toprak, balçık. Lüleci çamuru, kil.
Gîle
Bir kimseyi aldatıp bir yere götürüp öldürmek.
Giliger
f. Duvarcı, sıvacı. * Çamurcu.
Gille-mend
f. Şikâyet eden, halinden memnun olmayan.
Gil-zar
f. Çamurlu yer.
Gin
"f. Türkçedeki ""li, lu, lı"" eklerinin karşılığıdır."
Gîne
Leşten akan murdar sarı su.
gîr
" ""yapan, tutan"" mânâsında son ek."
Gîr
"f. (Giriften) ""Tutmak, yakalamak"" mastarının emir köküdür. Türkçedeki: yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir."
Gîra
f. Müessir, te'sir eden, tutucu.
Gîra-gir
f. Tutan tutana.
Giramî
f. Muhterem, aziz, hürmete değer. * Ulu, büyük.
gîrân
ağır, bıktırıcı.
Giran
f. Pahalı. Tartısı ağır olan. Ağır. Dolu. * Sert. Katı. * Bıktırıcı. Usandırıcı.
Giran-baha
f. Kıymet ve pahası çok olan.
Giran-bar
f. Meyvesi çok olan ağaç. * Ağır yüklü. * Gebe insan veya hayvan. * Zengin, gani.
Giran-can
f. Ağır kanlı, ağır hareketli, can sıkıcı (adam).
Giran-canî
f. Can sıkıcılık.
949
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Giran-dest
(C.: Girandestân) f. İşini ağır yapan kimse. Eli ağır kişi.
Giran-destmaye
f. Zengin, gani. Sermayesi ve malı mülkü çok olan. * Mârifetli, mahâretli, hünerli.
Giran-dud
f. Duman, sis. * Kara bulut.
Giran-guş
(C.: Giranguşân) f. Sağır, kulağı ağır işiten.
Giran-guşâne
f. Sağırcasına.
Giran-hab
f. Uykusu ağır olan adam.
Giran-har
f. Obur, çok yiyen.
Giran-hatır
f. Canı sıkılmış, gücenmiş.
Giran-huy
f. Fena mizaçlı. Kötü huylu.
Giranî
f. Ağırlık, sıklet.
Giran-kadr
f. Kadr u itibar sahibi. Hürmet edilen kimse.
Giran-kîse
f. Cimri, hasis, pinti.
Giran-maye
f. Kıymetli ve değerli olan şey.
Giran-rikab
f. Ciddi ve vakur kimse. * Harpte düşmana saldıran, azimli kişi.
Giran-saye
f. Yüksek makam ve mevki sahibi. * Ordu kumandanı.
Giran-seng
f. Ağır başlı kişi. Ciddi ve vakar sahibi kimse. * Sabırlı, kanaatkâr.
Giran-ser
(C.: Giranserân) f. Mağrur, kibirli, gururlu, kendini beğenmiş.
Giran-serî
f. Kibirlilik, mağrurluk, enaniyetli oluş, kendini beğenmişlik.
Giran-seyr
(C.: Giranseyrân) f. Hareketleri ve yürüyüşü ağır olan.
Giran-sirişt
(C: Giransiriştân) f. Tembel, ağır tabiatlı, ağır kanlı.
Gird
f. Yuvarlak.
Girdab
f. Suların dönerek çukurlaştığı yer. * Tehlikeli yer. Mühlike. Tehlikeli yer ve zaman.
girdab
suların dönerek aktığı tehlikeli yer.
Girda-gird
f. Fırdolayı, çepeçevre.
950
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gird-alud
f. Toz toprak içinde kalmış, toza bulanmış.
Girdar
f. Meşgale, meşguliyet. * Tarz, âdet, yürüyüş.
Girde
f. Yuvarlak, değirmi. * Evvelce yahudilerin, müslümanlardan ayırd edilebilmeleri için, omuzlarına diktikleri sarı renkte bir parça. * Açılmış yufka. * Yuvarlak yastık. * Gr: Bütün, hepsi, tamamı.
Girdeban
f. Gözcü, gözetici.
Gird-gâr
f. Allah.Yaratıcı. Kudret sahibi. (Bak: Kird-gâr) GİRDİBAD $ : (Gird-bâd) f. Kasırga. Yel çevrintisi. Tehlike. Girdap.
Girdu
f. Ceviz.
Gire
(C: Guyer) Diyet.
Girgin
Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan. * Mensub, alâkalı, müteallik.
Girîban
f. Elbise yakası.
Girîban-çâk
f. Yakası yırtık. * Mc: Kederli, hüzünlü, üzüntülü.
Girîban-gir
f. Yaka tutan.
Girîbanî
f. Bir çeşit gömlek.
Girift
"f. Yakalama, tutma. * Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. * Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. * Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift çalana ""Giriftzen"" denilir."
girift
karışık, girişik, çapraşık.
Giriftar
f. Tutulmuş. Yakalanmış.
giriftâr
tutulmuş.
Girifte
f. Yakalanmış, tutulmuş. * Bir hastalığa mâruz kalmış, hastalığa yakalanmış. * Esir.
951
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Girifte-dem
f. Nefesi tutulmuş.
Girifte-gî
f. Tutkunluk. * Hastalık hali. * Esirlik.
Girifte-hâtır
f. Gücenik, kırgın.
Girifte-leb
(C: Giriftelebân) f. Dudağı tutulmuş. * Mc: Sessiz, sakin (kimse).
Girifte-ser
f. Aklı fikri dağılmış kimse. Dalgın kişi.
Girifte-zeban
Kekeme, dili tutuk.
Girih
f. Bağ, düğüm.
Girih-bend
f. Bağcı, düğümcü. * Uçkur.
Girih-bür
"f. ""Düğüm kesen"". Yankesici."
Girihçe
f. Küçük düğüm, düğümcük.
Girih-gîr
f. Düğümlü, dolaşık.
Girih-küşa
f. Düğüm açan, bağı çözen. * Mc: Müşkülâtları yenen, zorlukları halleden.
Giris(e)
f. Oyun, hile, dalavere.
Girişme
f. İşve, naz, cilve. Gözle kaşla işaret.
Girit madalyası
Tar: Biri Sultan Aziz diğeri Sultan II.Abdülhamid devrinde olmak üzere ihdas olunan madalyalar. Her ikisinin de altun ve gümüş olmak üzere iki türlüsü vardı. Girit işinde hizmeti görünen devlet ricaline altun, ikinci derecedeki memurlarla halka, gümüş olanı verilirdi. (O.T.D.S.)
Girive
(Girve) f. Çıkmaz yol. Çıkmaz sokak. * İçinden çıkılması müşkül olan durum.
girive
içinden çıkılmaz karışık durum.
Girizgâh
(Bak: Gürizgâh)
girizgâh
giriş yeri.
Giriziye
(Bak: Gariziye)
952
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gîrudar
f. Savaş, muharebe, cenk, cidâl, kavga.
giryân
ağlayan.
Giryan
f. Gözyaşı döken. Ağlayan.
Girye
f. Gözyaşı.
girye
gözyaşı.
Girye-bar
f. Gözyaşı döken, ağlayan.
Girye-dar
f. Ağlamış, göz yaşı dökmüş.
Girye-engîz
f. Ağlatacak sebep, ağlamaya sebep olan.
Girye-feşan
f. Acıklı acıklı ağlayan, gözyaşı saçan.
Girye-feza
f. Çok ağlatan, ağlamayı artıran.
Girye-i şâdî
Sevinçten dolayı olan ağlama. Sevinç gözyaşı.
Girye-künan
f. Gözyaşı dökerek, ağlayarak.
Girye-meşhun
f. Gözyaşı ile dolu.
Girye-nak
f. Ağlayan, gözyaşı döken. Ağlayıcı.
Giryende
f. Ağlayan, gözyaşı döken.
Girye-nümud
f. Ağlar gibi görünen, ağlamışa benziyen.
Girye-paş
f. Ağlayan, gözyaşı döken.
Girye-perverd
f. Ağlatıcı, gözyaşı döktüren, ağlamayı getiren.
Girye-rîz
f. Gözyaşı döken, ağlayan.
Girye-zar
f. Oturup ağlanılan, gözyaşı dökülen yer.
Gîsu
f. Uzun saç, omuza dökülen saç.
Gîsu-bend
f. Saç örgüsü, saç bağı. * Altundan yapılmış kadın tarağı.
Giş
f. Kalb, yürek.
Gişe
Fr. Tren istasyonu, vapur iskelesi ve mağaza gibi yerlerde bilet veya paranın alınıp verildiği yer.
Gîtî
f. Âlem, dünya.
953
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gîtî-ban
f. Hükümdar, padişah.
Gîtî-fürûz
Dünyayı aydınlatan.
Gîtî-neverd
f. Dünyayı gezen, dünyayı dolaşan.
Gîtî-nüma
f. Dünyayı gösteren, cihanı gösteren.
Gîtî-sitan
f. Dünyayı zapteden, cihangir.
Giya(h)
f. Nebat, bitki.
Giya-zar
f. Çayır, çimenlik, otluk.
Giyotin
Fr. Eskiden Fransa'da idam cezalarının infazı için kullanılan, kafa kesmeye yarar âlet.
Gizlik
f. Uzun saplı kalemtraş. * Bıçak, çakı, kılıç gibi şeylerin keskin olan tarafı.
Gladyatör
Eskiden Roma sirklerinde vahşi hayvanlarla veya birbirleriyle boğuşan kimse.
Goethe
Almanların ünlü şairi.
Golfstrim
ing. Atlas Okyanusunda, Meksika Körfezinden başlayarak Norveç kıyılarından Avrupa Rusyası'nın kuzey kıyılarına kadar gelen ılık bir deniz akıntısı.
Gonce
f. Gonca. Tomurcuk. Çiçeğin açılmamış durumu.
gonce
tomurcuk.
Gonce-i âb
Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.
Göden
Kalın barsağın son kısmı.
Gökdelen
t. Yirmi veya daha çok katlı bina.
Gön
Tabaklanmış deri, her çeşit meşin, sahtiyan vesaire.
Gönder
Tar: Seferde ordunun ve ileri gelen vezir ve diğer devlet ricalinin atlarına bakmak ve sair zamanlarda ise has ahır ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-ı müslimlerden ve hasseten Bulgarlardan tertip
954
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
edilmiş bir sınıf olan voynukların her mıntıkada iki, üçü ve dördü hakkında kullanılır bir tâbirdir. * Ucuna birşey takılan uzun sopa veya sırık. Kullanış şekline göre isim alır: Bayrak, sancak gönderi. * Çift sürerken öküzleri dürtmekte kullanılan ucu iğneli uzun sopa. * Sancak çekmek için geminin kıç tarafındaki direğe gönder denildiği gibi, mavnayı yürütmek için kıyıya veya suyun dibine dayatılan sırığa da gönder adı verilir. görenek
görüp özenme.
Götürü
Tartı veya ölçü ile olmayarak, toptan ve kesin olan.
Göynük
Arpa torbası. * Ufak süt kabı. * Kıldan yapılmış yoğurt torbası.
Göz boyamak
t. Mc: Aldatmak, hileye düşürmek.
Gözdağı
t. Mc: Birini istenilen yola getirmek için samimi olmayan şiddet gösterişleriyle korkutmak ve tehdit etmek.
Grafik
yun. Bir hâdisenin gidişatını göstermek, birkaç şey arasında karşılaştırma yapmak için çizgi ve şekillerle yapılan rakamlı cetvel.
gramer
dilbilgisi.
Gramer
Fr. Cümlelerin, kelimelerin, hecelerin ve harflerin hallerinden bahseden ilim. Dil bilgisi.
granit
bir çeşit sert taş.
Granit
Fr. Jeo: Muhtelif renklerde çok sert bir çeşit taş.
Grev
"Fr. İşçilerin isteklerini işverene kabul ettirmek için, işlerini hep birlikte bırakmaları.İslâmiyette işçi hakları çok ciddi korunmakla beraber, grev ve benzeri hareketlere başvurulması istenmez. Çünki grev, millî gelire zarar verdiği gibi, sosyal grupları doğurmakla boğuşmalarına ve dolayısıyla da millî huzura zarar getirir. Grev, daha çok kapitalist sistemlerin ""Hak, kuvvettedir"" şeklinde ifade edilen
955
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Avrupa'nın medeniyetindeki olumsuz düsturlarının bir sonucudur. Ve bir işçinin işverenle iktisadî müsabaka edemediğinden, işçiler birliği kurulmasıyla işverene karşı güçlü olmasına kapitalist sistem itiyor. Halbuki İslâmda kişi, kendi küçük gücüyle başbaşa bırakılmamıştır. Çünki ""hak kuvvettedir"" kaidesinin yerine; İslâm, ""kuvvet haktadır"" der. İşçi haklı ise, devletin gücü işçinin yanında olur. Bununla beraber İslâm, müsbet müsabaka prensibini de kaldırmaz. Ancak taraflar arasında hukuk ve adaletle nezaret eder." Gu(y)
"""Diyen, söyleyen"" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Rast-gu $ : Doğru söyleyen. Suhan-gu $ : Söz söyleyen, konuşan."
Gubar
Toz.
gubâr
toz.
Gubar-âlud
f. Tozlanmış, toza bulanmış. tozlu.
Gubare
f. Sığır ağılı, mandıra. * Sığır sürüsü.
Gubarî
Eski harflerle yazılan bir çeşit ince yazı. Bu isim Arapça toz demek olan gubardan alınmıştır. Yazı, toz gibi ince yazıldığı için bu adı almıştır. Eski Türk devletlerinde güvercin postalarıyla gönderilen mektuplar bu yazı ile yazılırdı. (O.T.D.S.)
Gubbe
Tavşancıl kuşunun yavrusu.
Gubeyra
Yaban iğdesi. * Habeş vilâyetinde darıdan yapılan bir cins şarap.
Gubre
Toprak renkli olmak.
Gubşe
Toprak renkli omak.
Gucme
Kabın dibinde kalan su.
Gudaf
(C.: Gudfân) Kuzgun.
Gudat
Ayıp, zillet, noksanlık. * Ter u taze olmak.
956
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gudde
bez.
Gudde
Tıb: Bez. Vücudun muhtelif yerlerinde, hususan boyunda bir nevi vücuda lazım su çıkaran depocuk. Şiş.
Gudde-i arakıyye
Ter bezi.
Gudde-i luâbiye
Tükrük bezi.
Gudde-i mideviye
Mide bezi.
Gudde-i nekfiyye
Tıb: Kulak memesinden çeneye kadar olan kısımda bazan ufak ufak meydana gelen bezler.
Gudde-i taht-el lisan
Dilaltı bezi.
Gudek
f. Çocuk, tıfl.
Gudekâne
Çocukçasına.
Gudruf
(C.: Gadârıf) Kıkırdak, kıkırdak kemiği.
Gudruf-u halkavî
Tıb: Kıkırdak halka.
Gudüvv
Sabah vakti. * Sabahleyin bir şeye başlamak.
Gudve
(C: Gudevât) Sabah namazı vakti ile güneşin doğuşu arası.
Gufl
Belirsiz, işaretsiz.
Gufr
(C: Egfâr) Dağ keçisinin oğlağı. * Hastanın iyi olduktan sonra yine üzülüp hasta olması.
gufrân
af.
Gufran
Cenab-ı Hakk'ın günahları affedip örtmesi, rahmeti.
Guful
Dikkatsizlikten veya şaşırmaktan dolayı bir işte hata yapma.
Gugird
f. Kükürt.
Guh
f. Pislik, necâset.
Guk
f. Kurbağa.
Gul
Boş ve virane yerlerde bulunan ve helâk edici olan bir cin tâifesi. İfrit, hortlak. * Ölüm. * Belâ.
957
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gulam
Genç, delikanlı. Bıyığı henüz bitmemiş genç. * Esir, hizmetçi, köle.
gulâm
genç, esir, çocuk.
Gulame (gulme)
Cima arzusu.
Gulamiye
Tar: Cizye ve diğer vergileri tahsil edenlerin topladıkları paraların hazine veznesine teslim edilişi esnasında cizye veya vergi harç pusulalarının her biri için kendilerine verilen tahsil âidatı.
Gulampare
Dost, sevgili, mahbup. (Halk ağzında kulampara şeklinde kullanılır.)
Gulan
Tadı ekşi olan ilâçlar.
Gulane
f. Üstün bir gayretle. Yüksek bir himmetle.
Gulat
(Gali. C.) Dinde, mezhebte çok ileri salâbet gösterenler. * Galeyân edenler.
gulât
coşmalar, taşkınlıklar.
Gulaz
Kalın, kaba.
Gulet
Fr. İki direkli ve yan yelkenli gemi.
Gulf
(C.: Eglaf) Kılıf. Kışır, kabuk.
Gulfe
Zekerin sünnet edilecek derisi.
Gulgul(e)
Bağrışıp çağrışma. Şamata, gürültü. Velvele. * Ağız tarafı dar olan bir kabdan akan suyun çıkardığı ses.
Gulgule-i etfal
Çocukların gürültüsü, çocukların bağrışıp çağrışmaları.
Gull
Kelepçe. Suçlunun boynuna veya ayaklarına takılan zincir, pranga.
Gullet
Sıcaklık. * Susuzluk harareti.
Gulul
Ganimet malında hıyanet etmek.(Gull, mâlî ganimetten gizli birşey aşırmak, emanete hıyanet etmektir ki, ekseriyetle devlet mallarında sui istimâl de bu türdendir. Resulullah, gululü kebairden saymıştır. E.T.)
Gulumiyye
Cimaa şehveti olan kimse.
gulûv
taşkınlık.
958
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gulüf
(Gılâf. C.) Kınlar, mahfazalar, kılıflar.
Gulüvv
Ayaklanma. Taşkınlık. * Üşüşme. Hücum. Saldırış. * Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısız denizler kabarsa, coşsa,Coşkun dalgaları birden tutuşsa, Yerden gökyüzüne alevler ağsa,Gökten yeryüzüne yıldızlar yağsa,Arzın içindeki ateş patlasa,Küreler yarılsa, feza çatlasa,Bir yürek bulunur, korkudan beri,Anladın mı kimdir o? Türk Askeri.
Gulüvv-i âmm
Genel ayaklanma, umumi isyan.
Gulv
Haddini tecavüz etmek, haddini aşmak. * Yiğitlik zamanının evveli ve sür'ati.
Gulyabani
İnsanı felâkete attığına itikad edilen vahşi bir mahluk ismi.
gûlyabânî
masallarda sözü edilen hayâlî varlık, umacı, dev.
Guma
Hava bulutlu olduğundan ayın görünmemesi.
Gumgume
Nâra. * Avaz, ses.
Gumme
Tasa, keder. * Kırba, tuluk gibi şeylerin derinliği. * Belirsiz mühim nesne.
Gumr
(C: Agmâr) Bön, ahmak kişi. Gafil kimse.
Gumre
Kadınların yüzlerine örttükleri kırmızı bez. * Küçük kadeh.
Gumum
(Gamm. C.) Tasalar, kederler, dertler, kaygılar, hüzünler.
Gumuz
Sözün kapalı ve karışık oluşu.
Gun
f. Tarz, gidiş, sıfat. * Renk.
gûnagûn
çeşit çeşit.
Guna-gun
f. Türlü türlü, renk renk. Alaca.
959
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gunc
Eda, naz, kırıtma, cilve.
Gune gune
f. Türlü türlü, çeşit çeşit, renk renk.
Gune
f. Tarz, gidiş, yol, tarz. Sıfat.
Gunm
Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile alınan mallara ganimet denilmez. (E.T.)
Gunne
Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses.(Tecvidde harfin vasıflarındandır) (Bak: İdgam)
Gunya
f. Geometride kullanılan bir âlet. Gönye.
Gunyan
Kimseye ihtiyacı olmayıp müstağni olmak.
Gunyat
Kudret, zenginlik.
Gunyet
Zenginlik.
Gunz
Tasa, keder. * Zahmet, meşakkat.
Gur
Kabir, mezar. * Meşhur pehlivan Rüstem-i İraninin lâkabı. * Yaban eşeği.
Gurab
(C: Garbân-Egribe) Karga.
Gurabe
f. Kubbeli türbe.
Gurab-ül beyn
Alaca karga.
Guraf
Büyük ölçek.
Gurbet
Gariblik, yabancılık. Yabancı bir memleket. Yabancı yer. Yâd el.
gurbet
yabancı memleket, yâd el.
Gurbet-zede
f. Memleketinden başka yerde bulunan, gurbete düşmüş olan.
gurbetzede
gurbete düşen.
960
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gureba
(Garib. C.) Garibler.
gurebâ
garipler.
Gureba-i yemin
"İbrahim paşa, Galata ve Edirne saraylarından çıkanlarla, harpte fevkalâde yararlık gösteren yabancılar ve yeni Müslüman olmuşlardan teşkil olunan iki süvari bölüğünden birinin ismidir. Bu iki bölüğe birden ""Gureba-i Yemin ve Yesar Bölükleri"" denildiği gibi ""Garip ve Yiğitler Bölükleri"" veya ""Aşağı Bölükler"" de denilirdi. Gureba-i Yemin'in bayrakları sarı ile beyaz idi. (O.T.D.S.)"
Guref
(Gurfe. C.) Köşkler, kasırlar, çardaklar.
Gurema
(Gerim C.) Düşmanlar, adüvler, hasımlar, rakibler. * Alacaklılar.
guremâ
alacaklılar.
Gurer
Her ayın ilk üç gecesi.
Gurfe
Yüksek, âli bina. * Yüksek derece. * Cennet köşkleri.
Gurfe-i âliye
Yüksek çardak. Yüksek köşk. * Balkon, cumba.
Gurgure
Atın alnında olan beyazlık. * Ulu, şerif kimse.
Gur-hane
f. Türbe.
Guristan
f. Mezarlık, türbe. Kabristan.
Gur-ken
f. Mezarcı, mezar kazan.
Gurl
Sünnet olmamış kimse.
Gurle
Sünnet olunacak deri.
Gurm
Bir kimse üzerine eda edilmesi, yerine getirilmesi lâzımgelen şey. Borç ve diyet gibi. (Garâmet de olur)
Gurmul
(C: Garâmil) Erkek eşek. * At zekeri.
Gurr
Beyaz leke.
Gurran
f. Haykıran, gürleyen, homurdayan.
961
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gurre
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak yüze, vech-i agarr; açık ve nurani alına, cebhe-i garra denir ki, aynı asıldan müştaktırlar. * Fık: İskat edilen (düşürülen) bir ceninden dolayı verilmesi icab eden malî bir tazminattır. Hanefîlerce 500, Şafiîlerce 600 dirhem gümüştür."
gurre
ışıldama.
Gurre-i garra
Bir günlük hilâl.
Gurre-i muharrem
Arabi aylardan olan Muharrem ayının birinci günü ve gecesi.
Gurrende
f. Hiddetle bağıran, şiddetle gürliyen.
Gurub
Batma, batış. Batıda görünmez olma. Gözden kaybolmak. * Uzaklaşmak. Irak olmak.
gurûb
batma.
Gurub-u şems
Güneşin batması.
gurûr
kendini beğenme duygusu, böbürlenme.
Gurur
Kibir. Boş yere güvenmek. * Kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak.(Evet, gurur ile insan maddi ve mânevi kemalât ve mehâsinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malumat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izamın irşâdat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar. M.N.)
gurûrkârâne
gururlu bir biçimde.
962
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gurve
Burnun ucundaki kıkırdaktan yapılmış yumuşak kısım.
Gurz (gurza)
(C: Guruz-Ağraz-Guraz) Su taksim olunan yer. * Eyer kolanı.
Gurze
(C.: Guruz) Pamuklu elbisede kullanılan kaba dikiş.
Gurzuf
Kıkırdak. * Yumuşak olan kemik.
Gusa'
Sel köpüklerine karışmış çürük ağaç yaprakları tortusu, köpüğü.
Gusale
f. Dana, buzağı. Sığır yavrusu. * Kösele.
Gusas
(Gussa. C.) Kederler, hüzünler, kaygılar, tasalar.
Gusfend
f. Koyun. (Bak: Guspend)
Gusl
(Bak: Gusül)
Gusn
Ağaç dalı. Budak. * Tıb: Damar ve sinir gibi ayrılan bedenin cüzleri.
gusn
dal, budak.
Gusne
Tek dal.
Gusn-i meksur
Kırılmış dal.
Gusn-i şecer
Ağaç dalı.
Guspend
f. Koyun, ganem.
Guspend-güşân
f. Kurban bayramı.
Gusre
Yeşile benzer bozrak renk.
Guss
Leîm, zayıf adam. * Bir şeyi beğenmeyip ayıplamak.
Gussa
Keder. Tasa. *Gam. * Boğaza takılan yemek. * Ağaç, diken.
Gussadâr
f. Kederli, tasalı. Kaygılı. Gussalı.
Gussanâk
f. Kederli, hüzünlü, tasalı, kaygılı.
gusse
üzüntü, tasa, gam.
gussedâr
gusseli, tasalı.
Gusun
(Gusn. C.) Filizler, ağaç dalları.
gusül
bedenin her yerini yıkamak biçimindeki temizlik.
963
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gusül
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Boy abdesti. Temizlenmek. Maddi, manevi temizlik için şartları dahilinde yıkanmak. Taharet-i Kübrâ da denir.
Gusv
Zulmet, karanlık.
Guş
f. Kulak. * Mc: İşitmek.
Guşab
f. Pekmez.
Guşane
Düşürülmüş hurma. * Hurma ağacı altına düşüp toplanan hurma.
Guş-asb
f. Rüya. * İhtilam. Uyurken cenabet olmak.
Guş-dar
"f. ""Kulak tutan."" Sözü tam mânasıyla dinleyen, kulak veren."
Guşe
f. Köşe, kenar, bucak.
Guşe-bend
f. Köşebent. * Ciltli kitaplarda kapağın dört köşesine yapılan süsleme.
Guşe-gîr
f. Bir köşeye çekilen.
Guşe-i dehan
Ağzın iki tarafı.
Guşe-i uzlet
Tenha ve ıssız köşe.
Guşe-nişin
f. Köşeye çekilen, münzevi, insanlardan uzaklaşan.
Guşetmek
İşitmek. Dinlemek, kulak vermek, mesmu' olmak.
Guş-hurde
f. Kulağı bükülmüş, terbiye edilmiş.
Guş-i can
Can kulağı.
Guş-i huş
Akıl kulağı. Can kulağı.
Guş-i kabul-i can
Candan kabul ile dinlemek.
Guşiş
f. Çabalama, uğraşma, çalışma.
Guşmal
f. Yola getirme, te'dib etme, kulak bükme, ihtar etme.
Guşt
f. Et, lahm.
Guştin
f. Etten, etten ibâret, etten meydana gelmiş.
Guş-var
f. Küpe, kadınların kulaklarına taktıkları mücevher.
Guş-zed
f. Kulağa çarpan, işitilen.
Gutat
Sabahın erken saatleri.
964
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gute
f. Su içine bir defa dalıp çıkma, suya dalma.
Gute-hâr
(Gute-hor) f. Suya dalan.
Gutguta
(C: Gatâgıt) Yeni doğmuş kuzu.
Gutme
Pelteklik, kekemelik.
Guvas
"Feryâd edip, ""imdat!"" diye bağırmak."
Guvat
(Gavi. C.) Azgınlar, sapkınlar.
Guvl
(C: Agvâl-Gaylân) Cinden bir tâife.
Guvr
Bir ölçek. (12 senc miktarıdır: Senc: 24 batmandır.)
Guvta
Şam diyarında suyu çok olan ağaçlık bir yer.GUY : f. Söyleyen, konuşan, söyleyici. * Kelâm, söz. Acemlere mahsus bir cins oyun topu. * Baykuş.
gûyem
diyorum.
Guyî
f. Söyleyiş, söyleme.
Guyub
(Gayb. C.) Hazırda olmayanlar. Kayıplar.
guyûb
görünmeyenler, gizliler.
Guyum
(Gaym. C.) Bulutlar.
Guyus
(Gays. C.) Yağmurlar.
Guzame
Bir miktar süt.
Guzat
(Bak: Gudat)
guzât
gaziler, din için savaşanlar.
Guzbe
Tez gadaplanan, çabuk kızan.
Guze
f. Koza.
Guzn
(C.: Guzun) Derinin büklümü.
Guzr
Çokluk, kesret. * Devenin sütünün çok olması.
Guzruf
(C.: Gazârif) Kulak kemiği. * Kıkırdak.
Guzuza
Taze olmak.
965
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Guzz
Oğuz Türkleri.
Gücük
Kuvvetsiz, zayıf, gevşek.
Güdahte
f. Erimiş.
Güdaz
f. Mahveden, yakan, eriten mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Takat-güdaz $ : Takati mahveden.
Güdazende
f. Eriten, eritici.
Güdaziş
f. Yakılma, yanma.
Güft ü gu
Dedi kodu. Kîl ü kal.
Güft ü şenîd
İşitilen şeyler, duyulan şeyler.
Güft
f. Dedi, söyledi. * Söz, kelâm.
Güftar
f. Sözler, lâkırdılar.
Güfte
"Her hangi bir makama göre bestelenen manzume. * Farsça ""söylemek"" demek olan ""güften"" mastarından gelen bu tabirin mânası, söylenmiş söz demektir."
güfte
şarkı sözü.
güftügû
dedikodu.
Güherçile
Barut yapmaya yarıyan bir madde.
Güher-füruş
f. Mücevher satan.
Güher-pare
f. Mücevher parçası.
Güher-rîz
f. Cevher döken, cevher saçan.
Gül
f. Küçük ve dikenli bir ağaçta olup şeklinin ve kokusunun güzelliği ile meşhurdur. Şairlere göre bülbülün sevgilisidir. Pek çok cinsi vardır.
Gülab
Gülsuyu.
Gülabdan
İçine gülsuyu konularak mevlüt gibi toplantılarda serpmeye mahsus kap. Bu, çiniden, gümüşten veya altundan yapılırdı. Buhurdanlar ile birlikte bir takım teşkil ederdi.
966
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gül-bağ
f. Gül bahçesi, gülistan.
Gülbank
(Gülbang) f. Bir cemaat tarafından birlikte söylenen duâ, ilâhi, tekbir.
gülbank
toplulukça söylenen dua ve tekbir.
Gülbank-i muhammedî (a.s.m.)
Ezan.
Gülbeden
f. Vücudu gül gibi nâzik ve lâtif olan.
Gülbiz
Gül serpen.
Gülbün
f. Gül yetişen yer, gül köşkü.
Gülçe
(Gül-çe) f. Küçük gül, gülcük, çiçekçik.
Gülçehre
Çehresi gül gibi lâtif olan, çehresi gül gibi olan.
Gülçin
f. Gül devşiren, gül toplayan.
Güldan
f. Vazo, içine çiçek konan kap, gül mahfazası.
Güldehan
(Güldehen) f. Ağzı gül gibi güzel ve lâtif olan.
Güldeste
Çok güzel şeylerden bir tutam. * Gül demeti. * Müzikte makam adı.
güldeste
gül demeti, seçme.
Güle
f. Zülüf. Bükülmüş ve kıvrılmış saç.
Gülefşan
(Gül-efşân) f. Gül saçan.
Gülendam
f. Güzel endâmlı, boyu gül gibi nâzik ve lâtif olan.
Gülfam
f. Rengi gül gibi kırmızı olan, gül renkli.
Gül-fâm
Gül renkli.
Gülfeşan
f. Gül saçan, gül dağıtan.
Gülgeşt
(Gül-geşt) f. Gül gezintisi, gül seyri.
Gülgonce
f. Henüz açılmamış gül.
Gülgun
f. Pembe, açık kırmızı. Gül renkli.
Gülgune
f. Gül renkli. * Gül yanaklı. * Kadınların kullandıkları gül rengindeki düzgün.
967
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Gülhane hatt-ı hümayunu
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana
gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Paşa'nın elinde zebun olacak bir dereceye düşmüştü. Memleketin bu halini gören ve Avrupa'da elçiliklerde bulunması itibariyle Avrupa devletlerinin memleket hakkındaki fikirleriyle zamanın cereyanlarını yakından müşahede eden Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, memleketin selâmeti ancak idare usulünün ıslahında ve tebaaya salâhiyet ve hukuk verilip mes'uliyet esasının te'sisinde olduğunu iddia ederek yeni padişah olan Abdülmecid'e 3 Kasım 1839 Pazar gününde bir hatt-ı hümayun sudur ettirdi. Reşit Paşa'nın bu hat'la açtığı devir, tarihte Tanzimat namıyla anılmaktadır. Bu fermana göre memlekette bundan sonra herkes mal, can ve ırz emniyetine sahib olacak, vergiler ve asker toplanması belirli nizamlara bağlanacak, memuriyetlere lâyık olanlar getirilecek ve memurlara muayyen bir maaş tâyin olunacak, rüşvet alınmayacak, bir mahkeme kararı olmadan kimse mahkum edilmeyecek, bütün Osmanlı tebaası aynı kanunî ve hukukî haklara sahip olacaklardı. Bu ferman, bilhassa Hristiyan tebaa için te'min ettiği eşit haklar yüzünden Avrupa'da çok iyi karşılanmıştır. (O.T.D.S.) Gülhane
İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle sıra ile gül bahçeleri bulunduğundan bu isim verilmiştir.
Gülhîz
f. Gül yetiştiren.
968
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gül-i hamrâ
Kırmızı gül.
Gül-i ruhsar
f. Gül yanaklı. * Mc: Mânevi çok güzellik sahibi. Çok sevilen.
Gül-i zemin
Meşveret meclisi.
Gülî
f. Gül renkli. Gül gibi.
Gülistan
(Gülsitân) Gülyeri, gül bahçesi.
gülistân
gül bahçesi, güller ülkesi.
Gülizar
f. Gül yanaklı, alyanaklı.
Güllabici
Tar: Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü tavır takınanlara da mecaz yoliyle güllâbici denilirdi.
gülle
top mermisi.
Gülle
Top mermisi. (Vaktiyle demirden veya taştan yuvarlak olarak yapılırdı. Şimdi çelikten, silindir biçiminde ve ucu sivri olarak yapılmaktadır.)
Gülnahl
f. Gül fidanı.
Gülnak
f. Hisar ve kale.
Gülnar
f. Narçiçeği.
Gülnefesî
f. Lâtif ve hoş sözlülük. * Güzel kokulu olmak.
Gülnihal
f. Gül fidanı.
Gül-nikab
f. Yüzü gülle örtülü, pembe yüzlü.
Gülpuş
f. Gül örtülü, pembe yüzlü.
Gülreng
(Gül-reng) f. Gül renkli, pembe renkli.
Gülrîz
f. Gül serpen, gül saçan. * Meşhur bir cins lâle.
Gülru(y)
f. Yüzü gül gibi güzel ve kızıl renkli olan. Al yanaklı.
Gülruh
(Gül-ruhsar) f. Güzel yanaklı güzel, yanakları pembe olan güzel.
969
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gülsitan
(Bak: Gülistan)
Gülşen
f. Gül bahçesi. Güllük.
gülşen
gül bahçesi.
Gülşen-ârâ
f. Gül bahçesini süsleyen.
Gülşen-gâh
f. Gül bahçesi.
Gülten
f. Gül gibi lâtif ve nâzik vücutlu.
Gülu
f. İnsan veya hayvan boğazı.
Gülubend
f. Boyna sarılan sargı, boğaz sargısı.
Gülugîr
f. Boğazda kalan, boğazdan zor geçen (şey). * Ahlat armudu.
Gül-ü muhammedî (a.s.m.) "Kırmızı renkte bir gül çeşitidir. (""Keşfül Hafa"" isimli hadîs kitabının 1, cilt, 302. Sahifesinde, mezkur gül hakkındaki rivayetlerin sıhhatleri üzerinde durulmaktadır.)" Gülve
f. Fırın bacası.
Gül-vend
f. En çok ceviz, incir, fıstık gibi şeylerden yapılan hediye, armağan.
Gülzar
f. Gül bahçesi. Gül tarlası.
gülzâr
gül tarlası.
Güm
f. Yitik, kayıp, zâyi.
Güman
f. Zan. Tahmin. Sanmak. şüphe.
güman
zan, şüphe.
Gümaşte
(C.: Gümaştegân) f. Vekil, vezir.
Gümgeşt
f. Kaybolmuş, yitirilmiş.
Gümkerde
(Gümkerdepey) f. İzi kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. * Yaptığı işi kimseye sezdirmeyen.
Gümnam
f. Eseri kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş.
Gümrah
f. Yolunu şaşırmış. Doğru yoldan sapmış. * Bol, gür.
gümrah
günahkâr, gür, bol.
970
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gümrahî
f. Sapıtma, doğru yoldan çıkmış olma.
Gümşüde
f. Telef olmuş, zâyi olmuş, kaybolmuş.
Gümüş kozak
Tar: Eskiden hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunların konulduğu mahfaza. Nameler atlas keseye konur, sonra da kozaya geçirilirdi. Kozakların gümüşten yapılmış olanları olduğu gibi altundan, şimşirden de yapılanları vardı. Altundan olanlar imparatorlara, gümüşten olanlar da küçük devlet reislerine gönderilen nâme-i hümayunlara mahsustu. (O.T.D.S.)
Güna gûn
f. Türlü. Çeşitli nevilerde olan. Çeşit çeşit. Renk renk.
günâh
dince suç olan şey.
Günah
f. Cezayı gerektiren amel. Dine aykırı iş. Allah'ın emirlerine uymayan hareket. (Bak: Kebâir-Cünha)(Evet günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse kurt değil belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işliyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman melâike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor. L.)
Günahkâr
f. Günah işleyen, günahlı.
Günahkârî
f. Günahkârlık.
Günahpişe
(C: Günahpişegân) Günah işlemeyi âdet haline getiren.
Günahpişegân
f. Günah işlemeyi âdet haline getirenler.
Günaşırı
t. İki günde bir. Bir gün olup ertesi gün olmayarak ve böylece sürüp giderek.
Günbed
f. Kümbet, kubbe, üst tarafı yuvarlak şekilde olan bina veya çıkıntı.
971
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Günbed-i âb
Su kabarcığı.
Günbed-i azrak
Gökyüzü.
Günbed-i ekvar
Gökyüzü.
Günbed-i hadra
Yeşil kubbe. * Mc: Gökyüzü, sema.
Günc
f. Hazine. Köşe. Zâviye.
Güncayiş
f. Sığışma, sığma.
Güncîde
f. Bir şey veya zarf içine sığmış olan. Sıkıştırılmış.
Güncîden
f. Sığmak, girmek.
Güncişk
f. Serçe kuşu, usfur.
Güng
Dilsiz.
Güngörmek
Mc: İkbal, refah, saadet, mutlu olarak yaşamak.
Güngörmüş
Tecrübeli, iyi günler yaşamış.
Güraz
f. Azgın erkek domuz.
Gürbe
f. Kedi.
Gürbe-i deştî
Yaban kedisi.
Gürbüz
f. Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. * Cerbezeli. * Anlayışlı. İdrakli. * Kahraman, yiğit.
Gürcü (gürcî)
Güney Kafkasya'nın Gürcistan ahalisinden olan ve Gürcüce konuşan kimse.
Gürd
f. Cesur, kahraman, yiğit, bahadır.
Gürdas
f. Gaddar, zalim.
Gürde
f. Böbrek.
Gürg
(C.: Gürgân) f. Canavar, kurt, zi'b.
Gürgzade
f. Kurt yavrusu.
Gürihte
f. Kaçkın, kaçmış, kaçak.
Gürisne
(C.: Gürisnegân) f. Aç, fukara, fakir.
972
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gürisneçeşm
f. Pinti, cimri, hasis. Aç gözlü.
Gürisne-gân
(Gürisne. C.) f. Açlar, fakirler, yoksullar.
Gürisnegî
f. Açlık, sefalet.
Güriz
f. Kaçma. * Kaçan. * Edb: Kasidelerde mevzuya girmeden evvel söylenen beyit.
Gürizan
f. Kaçan, kaçıcı.
Gürizende
(C: Gürizendegân) f. Kaçan, kaçıcı.
Gürizgâh
(Girizgâh) f. Kaçacak yer. * Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in:Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadırBir sengine yekpâre Acem mülkü fedadırmatla'lı kasidesindeki:İstanbul'un evsafını mümkün mü beyan hiç Maksad hemen sadr-ı keremkâre duadır.Beyti gibi. * Kast olunan şeye münasebet peyda eden söz.
Gürmih
f. Çivi. * Hayvan bağlanan büyük kazık.
Gürs
f. Kir, leke, pas. Açlık, sefâlet. * Zülf, kâhkül.
Güruh
f. Bölük. Cemaat. Takım. Kısım. * Fevc.
gürûh
topluluk.
Güruh-i eşkiya
Eşkiya takımı, haydut güruhu.
gürültühâne
gürültülü yer.
Gürz
"Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi ""bozdoğan"" dır. Bozdoğan bir cins yırtıcı kuştur. Gürz, bozdoğanın kafasına benzediği için bu adla anılmıştır. Gürzün baş kısmı çivili veya düz olurdu. Altı yüzlü olanlara ""şeşper"" denilirdi."
973
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Güsar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Yiyen, yiyici. İçen, içici manalarına birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Gam-güsar $ : Dert ortağı, arkadaş.
Güsiste
f. Kopmuş, kırılmış. * Sökülmüş, çözülmüş, gevşemiş.
Güsiste-mehar
(Güsisteinan) Yuları kopmuş. * Mc: Kayıtsız, mes'uliyetsiz, başıboş.
Güsn(e)
f. Açlık, sefalet.
Güstah
f. Arsız, edepsiz, küstah, saygısız.
Güsterde
f. Döşenmiş, yayılmış.
Güşa
f. Açıcı, açan mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dilgüşa $ : Gönüle ferahlık veren. Gönül açan.
Güşad
f. Açılış, açılma, açma. * Bir cins ok atma şekli.
Güşade
f. Ferah, şen, Açılmış, açık.
Güşade-dest
(C: Güşadedestân) f. Civanmert, cömert, eli açık.
Güşade-destân
(Güşadedest. C.) f. Cömertler, civanmertler, eli açıklar.
Güşade-dil
f. Gönlü şen.
Güşade-ebru
f. Güler yüzlü. Mütebessim. şen.
Güşade-hatır
f. Gönlü rahat.
Güşad-ı dil
Gönül açılması. Gönlün refaha kavuşması.
Güşadname
f. Padişah fermanı. * Boşanma vesikası.
Güşayende
f. Açan, açıcı.
Güşayiş
f. Açıklık, açılış, açılma.
Güşayiş-i hâtır
Gönül ferahlığı, iç açıklığı.
Güşayiş-i hevâ
Havanın açıklığı.
Güşta
f. Cennet, firdevs.
Güşude
f. Açılmış.
Güva
f. şahit, delil.
Güvah
f. Şahit. Gören. Bilen. Tanıyan.
974
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Güvahî
f. şahitlik. şahitlik etmek.
Güvar (güvara)
Hazmı kolay olan ve zaikaya hoş gelen, nefsin meylettiği şey.
Güvaraî
Tatlılık, hoşa gitme.
Güvarende
f. Hazmedilmesi kolay.
Güvariş
f. Sindirime yarıyan şeyler, hazme yardımı olan şeyler.
Güvaş(e)
f. Boya, renk.
Güveç
Yemek pişirmeye mahsus toprak kap.
Güverte
Geminin anbar veya kamaralarının üstü, gezilecek kısmı.
Güya
f. Sanki. Ke-ennehu. Söyle. Tut. Farzet. * Söyleyen.
güyâ
sanki.
Güyan
f. Söyleyen.
Güyem
f. Söylerim (mânâsına fiil).
Güyende
f. Söyleyici. Söyleyen. Kail olan.
Güz
Sonbahar.
güz
sonbahar.
güzâf
boş söz.
Güzaf
f. Boş, bîhude. Lüzumsuz.
Güzar
f. Geçiş, geçme. * Beceren, halleden, yapan. * Geçiren, geçirici mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dem-güzar $ : Zaman geçiren, vakit öldüren.
Güzare
f. Rüyâ tâbir etme, düş yorma.
Güzarende
f. Geçen, geçici. Geçiren, geçirici.
Güzar-ı bâ-şitab
Hızla geçiş.
Güzariş
f. Geçiş, geçme.
Güzaşte
f. Geçmiş, geçmiş olan.
Güzer
Geçiş, geçme. * Geçici, geçen.
975
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Güzeran
f. Geçen, geçici. * Geçme. Geçiş.
güzerân
geçme, geçiş.
Güzergâh
f. Geçit yeri. Geçilecek yer.
güzergâh
geçilecek yer.
Güzername
f. Geçiş tezkeresi.
Güzeşt
f. Geçme, geçiş. Geçen.
Güzeşte
f. Geçen. Geçmiş. Geçmiş olan.
güzeşte
geçen, geçmiş.
Güzeşte-gân
(Güzeşte. C.) Önden gelmiş olanlar, geçmişler.
Güzîde
(Güzin) f. Seçilmiş. İntihab edilmiş. Beğenilmiş.
güzîde
seçkin, seçilmiş.
Güzîde-gân
(Güzide. C.) f. Seçkinler, beğenilmişler, seçilmiş olanlar.
Güzîden
f. Seçmek. İntihab etmek.
Güzîde-suhen
f. Beğenilmiş söz söyleyen, seçkin sözler konuşan.
Güzîn
(Bak: Güzîde)
Güzîniş
f. Seçiş, seçme.
Güzîr
f. Derman, çare, deva.
Ha
"harfinin ismidir. Ebcede göre beş sayısına delâlet eden ( ) harfi, mehmusedendir. Bazan başka harfe yâni ""yâ"" veya ""hemze"" veya ""elif""e kalbolur. Bir kelimenin evveline ve âhirine ilâve edilebilir. Arabçada beş vecih üzere müstameldir:1- Zamir olarak, nasb ve cerr yerlerinde kullanılır.2- Gaib harfi olur. Mücerret gaib mânasına gelir: ( Ebûhu: Onun babası) kelimesinde olduğu gibi.3- Sekte ""Hâ""sıdır. Kelimenin sonunda olan harekeyi veya harfi beyan için diğerine eklenir. ( Mâ-hiye) ve ( Hâ-hünâ) da olduğu gibi.4- Soru hemzesinden değişmiş olan ""hâ"" dır.5- Müennes işareti olan ""hâ"" dır."
976
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ha(y)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen. * Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen.
Hab (hâbe)
Günah. Suç.
Hab
f. Uyku. Rü'yâ.
Hab'
Gizli, saklı, hafi. * Gizlemek, örtmek, setretmek.
Habab
(Habâbe) Son derece muhabbet. * Su üzerindeki hava kabarcığı.
Habaib
(Habibe. C.) Habibeler, sevgili kadınlar.
Habaik
(Habike. C.) Kehkeşanlar, samanyolları. * Çizgiler.
Habail
(Hibale. C.) Ağ, tuzak, bağ, kement.
Habail-i mevt
Ölümün sebepleri.
Habail-üş şeytan
Şeytanın tuzakları. * Kadınlar.
Habais
(Habise. C.) Kötülükler. Murdar ve pis şeyler.
habâis
pislikler, kötülükler.
Habak
f. Mandıra, ağıl. * Dört yanı bir duvar veya set ile çevrilmiş yer, avlu.
Habal
Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık. * Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.
Habala
(Hublâ. C.) Gebeler.
Habaleyat
(Habâlâ. C.) Hâmileler, gebeler.
Hab-alud
Uykulu. Uyku karışık.
Habar
(C.: Habârât) İmzâ. Mühür, damga.
Habarat
(Habâr. C.) İmzâlar. * Damgalar.
Habarîr
(Hıbrîr. C.) Dağçiçekleri. Dağda yetişen çiçekler.
Habaset
(Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük.
habâset
pislik, pislik, kötülük.
977
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Habat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz. * Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.
Habaya
Gizli işler, gizli şeyler. * Defineler.
Habaz
Hareket. * Bâtıl olmak. * Eksilmek.
Habb
Aldatıcı, kurnaz, hileci, hilekâr. * Denizin kabarması, denizde dalga olması.
habb
tohum, dane.
Habbal
(Habl. dan) Urgan ve ip satan kimse.
Habbar
Terzi. * Mürekkepçi.
Habbas
Zindancı, gardiyan, hapseden.
Habbat
(Habbe. C.) Habbeler, tohumlar, tâneler. * Haplar.
Habbaz
(Hubz. dan) Ekmekçi. Ekmek yapan veya satan kimse.
Habbazî
Ekmekçilikle ilgili.
Habbe (hubbe)
Yol, tarik.
Habbe
Gammazlık yapan kadın. (Müz: Habb)
habbe
tohum, dane.
habbecik
tohumcuk.
Habbet-ül kalb
(Bak: Süveydâ)
Habbet-üs sevda
Çörek otu.
Habbeyi kubbe yapmak
Değeri olmayan bir şeye çok fazla ehemmiyet vermek. Zihinde
büyütmek. Habbeza
"""Ne güzel, ne sevimli, ne hoş"" mânâsında bir takdir edatıdır."
Habbül büluğ
(Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler.
Habc
Devenin ot yemekten dolayı karnının şişmesi. * Vurmak.
978
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Habcame
f. Gecelik ve pijama gibi gece uyurken giyilen elbise.
Hab-dide
"f. ""Rüya görmüş."" Büluğa ermiş genç."
Habe
Zarara ziyana uğradı (mânâsına fiil).
Habeb
Aldatma, kandırma. Hile, kurnazlık.
Habek
f. Üzülme, sıkıntı yapma. * Sıkılma, bunalma.
Habel
Ana rahmindeki çocuk, cenin. * Gebelik, gebe olma zamanı. * Fls: Musallat fikir.
Habele
Üzüm çubuğu.
Habellak
Küçük olup büyümeyen koyun.
Haben
"Kısaltma, azaltma, kasma. * Edb: Aruzda ""fâilâtün"" den ""ât"" hecesini atarak, nazmı ""fâilün"" veznine sokma."
Habendat
Şişman kadın.
Habenneka
(Bak: Hebenneka)
Habenta'
Kısa boylu, tıknaz kişi.
Haber
Berelenme, yaralanma. Çürüme.
haber
yeni duyulan bilgi.
Haberdar
Haberli, vâkıf, bir mes'eleden haberi olan.
haberdâr
haberli.
Haber-i kâzib
Yalan haber.
Haber-i meşhur
Bidayette râvisi mahdut iken sonraki devirlerde, yalan üzere ittifakları muhal olan bir cemaat tarafından nakledilegelen makbul hadistir. (Ist. Fık.K.)
Haber-i mütevatir
Birçok kimselerin çokları vasıtası ile rivâyet ettikleri hadis.
Haber-i sâdık
Doğru haber. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözü. Hadis.
Haber-i vâhid
Bir sahabeden, bir kişiden veya bir koldan gelen sahih hadis. (Bak: Mütevatir)
979
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Haberî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Haberiyye) Haberle ilgili. Haberden ibaret olan. * Gr: Yüklemle ilgili.
Haberkas
Küçük deve. * Küçük adam.
Haberpijuh
f. Haber almaya çalışan. Haber araştıran, haber toplayan.
Habes(e)
(Habis. C.) Kötüler. Alçaklar. Pisler. * Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.)
Habeş
Afrika'nın Kızıldeniz sâhili güneyinde müstakil bir memleket. Bu memleket ahalisinden olan. * Beyaz ve siyah arasında koyu esmer adam.
Habeşî
Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan. * Koyu esmer renkli adam. * Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.
Habetıktık
Atın tırnağı taşa dokunduğunda çıkan ses.
Habevkera
Belâ, mihnet.
Habgah
f. Yatak odası. * Uyunacak yer.
Hab-güzar
f. Uyuyan, uyuyucu.
Habhab
(C: Habâhıb) Kısa boylu adam.
Habhabe
Yumuşaklık, rahavet. * Muzdarip olmak, acı çekmek.
Habhabî
İşsiz güçsüz boş olarak dolaşan adamlar.
Habıt
Susturucu. * Batıl kılan. İptal ettiren. * Değersizleşen.
Habi
Sürünüp emekleyen ufak çocuk.
Habib
(Hubb. dan) Sevilen. Sevgili. Seven. Dost.
habîb
sevgili, sevilen.
habîbiyet
sevgililik.
Habib-ullah
"(Habib-i Hudâ) Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed (A.S.M.) (Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa Habibullah'a ittiba edilecek. İttiba
980
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
edilmezse netice veriyor ki; Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa netice verir ki; Habibullah'ın sünnet-i seniyesine ittibaı intac eder. L.)(Sâni-i Âlem'in; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihidirler. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever, çünki, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zihayattır. Zihayatlar içinde en sevimli ve âli, zişuurdur. Ve zişuurun içinde câmiiyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamiyle inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir... İşte: Sâni-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehadiyyet sırriyle göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-ı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde'-i evvel olan çekirdekten tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi'rac ile, o ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmiyle taltif edip, fermaniyle tavzif etmektir... S.)" Habîbullah
Allahın sevgili kulu.
Habib-ül bekkâîn
Ağlayanların sevgilisi. Ağlayanların habibi.
Habîde
(C.: Hâbidegân) f. Uyuya kalmış, uykuya dalmış, uyumuş.
981
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Habîe
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Görülmemiş, daha henüz keşfedilmemiş. * Göze görülmeyen şey. * Kesilmiş, parça parça olmuş.
Habih
Ağaçla vurmak. * Bölmek.
Habîke
(C.: Habâik) Kehkeşan, samanyolu. * Çizgi. * (C.: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.
Habil
İlk insan Hz. Adem'in (A.S.) oğullarından birinin ismi.
Habîl
Yiğit, bahadır, genç, delikanlı. * Tuzak, ağ.
Habile
Gebe, hâmile, yüklü.
Habîn
Zakkum ağacı.
habîr
haberli.
Habir
Haberli. Haberdar. Agâh. Âlim. Arif-i billâh. * Herşeyi bilen Allah (C.C.)
Habîr
her şeyden haberi olan Allah.
Habirâne
f. Bilgili ve haberdar olana yakışır şekilde.
Habîs
(Hubs. dan) Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Pis.
Habis
Hapseden. Tutan. Hapishâneye atan.
habîs
pis, kötü.
Habis(a)
Un helvası.
habîsât
pisler, kötüler.
Habistan
f. Yatakhane, yatak odası.
Habît
Fâsid, yaramaz, bozuk.
Habiye
(C: Havâbi) Küp. * Küçük havuz. * Kuyu.
Habk
Bükmek. * Sağlam yapmak. * İyi dokumak.
Habl
İp. Urgan. Halat. * Tıb: Vücudda ip gibi olan âzalar.
Habl-i mevhum
Mc: Daima olacak gibi görünüp de gittikçe uzaklaşan istek, gaye. Mevhum ip.
982
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hablullah
Allahın ipi.
Hablullah
Allah'ın ipi. Kur'an-ı Kerim. Allah'a kavuşma vasıtası. İhlâs. İtaat. Cemaat.
Habl-ül mesakîn
Sarmaşık bitkisi.
Habl-ül metin
Sağlam ip. * Mc: İslamiyet. Kur'an-ı Kerim.
Habl-ül verid
Şah damarı. Atar damar.
hablülmetîn
sağlam ip.
hablülverîd
şahdamarı.
Habn
Eteğini kaldırmak. * Bir şeyi kabzetmek, almak.
Habna'
Çıbanları olan kadın.
Habnadide
(Hâb-nâdide) f. Büluğa ermemiş çocuk. Erginlik çağına gelmemiş erkek veya kız.
Hab-nak
f. Uykusu gelmiş kimse, uykulu kişi.
Habname
f. Rüya kitabı.
Habr
(C.: Ehbâr) Alim ve sâlih kimse. Bilgili. Ehl-i ilim. * Ferahlık. * Nimet, vüs'at. * Refah, sürur. (Bak: Hibr) * Tıb: Dişlerin beyazına ârız olan sarılık.
habr
âlim, bilgili.
Habra'
(C: Habâri-Haberât) Sedir ağacı biten düz yer. Yumuşak yer.
Habrekî
Kene böceği.
Habrence
Güzel yemek. * Yumuşak.
Habrîr
Şey mânâsına gelir bir isim.
Habr-ül ümmet
Ümmetin âlimi, meşhur âlim.
habrülümmet
ümmetin âlimi.
Habs
Bir kaç şeyi birden karıştırmak.
Habs-i bevl
İdrarını tutma.
983
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Habs-i dümû'
Metanet gösterip gözyaşlarını zaptetme.
Habs-i münferid
Tek başına olan hapis. Hapishanede bir kişilik hücre. * Ehl-i dalâlet için olan ölüm ve kabir.
Habş
Cemetmek, toplamak.
Habt u hata
Düzensizlik, yanlış, hata.
habt
şiddetli vurma, battal etme, unutma.
Habt
Şiddetli vurmak. Önünü görmeyerek körcesine basıp yürümek. * Yanılmak, unutmak, hatâ etmek. * Fesada vermek. * Hiç umulmayan birisinden yardım istemek. * Cin çarpmak.
Habt-i a'mâl
İrtidad eden, yâni dinden çıkan bir kimsenin, dindar iken yapmış olduğu ibadetlerinin ibtâl olup sevapsız kalması.HABTER : Kısa boylu.
Habul
Hurma ağacına çıkarken kullanılan urgan.
Habus
Galip kimse.
Haby
(C.: Hıbâyâ) Örtmek. * Gizli olan.
Habz
Ekmek pişirmek. * Ekmek vermek. * Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek. * Devenin ayağını yere vurması.
Hac
f. Put, haç.
Haca'
(C.: Ahcâ) Akıl. * Nahiye.
Haca
Haris olmak. * Akıllı.
Hacac (hicâc)
Kaş kemiği.
Hacace
(C.: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı.
hacâlet
utanma.
Hacalet
Utanma. Utanç.
Hacalet-âver
f. Utandırıcı. Utanç veren.
hacâletâver
utandırıcı.
984
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hacamat
kan aldırma.
Hacamet
(Hacamat) Tıb: Vücudun bir tarafından kan aldırmak.
Hacat
(Hacet. C.) Hâcetler. İhtiyaçlar.
Hacb
Men'etme. Mahrum etme.
Hacb-i hirmân
Huk: Bir vârisi mirastan tamamen mahrum etme.
Hacb-i noksan
Bir vârisi mirastan kısmen mahrum etme.
Hacc suresi
Kur'an-ı Kerim'in 22. suresidir.
hacc
Kâbeyi ziyaret ibadeti.
Hacc
Kasdetmek. Muârazada delil ve bürhan ile galip olmak. * Bir yere çok tereddütle varıp gelme. * Şâyan-ı tâzim bir şeye teveccüh. * Bir şeyden feragat etmek. * Fık: İslâmın şartlarından ve hâli vakti müsait olan her müslümana farz olan, Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Şerif'i usulüne uygun olarak Arabi Zilhicce ayı, Kurban Bayramı günlerinde bir defa ziyaret etmek.Farz olan hacca, Hacc-ı Ekber denildiği gibi, umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Maamafih arefe günü cumaya tesadüf eden bir hacca da Hacc-ı Ekber denilir.
Haccac
Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin Sakafi'dir. Haccac-ı Zâlim diye de anılır.
Haccal
Şatafatlı, debdebeli, gösterişli.
Haccam
Hacamat eden, kan alan.
Haccar
Taş işçisi, taş işinde çalışan, taşçı.
Hacce
Cadde.
985
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hacc-ı ifrad
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Umreye niyet etmeksizin yalnız başına yapılan farz, vâcib veya nâfile hacdır ki, ihrama girerken yalnız hacca niyet edilmiş olur. Bunu yapana ""müfrid"" denir."
Hacc-ı kıran
"Hac aylarından önce veya hac aylarında hac ile umrenin ikisi için birden ihrama girilip umre yapıldıktan sonra usulü dairesinde ifa edilen hacca denir. Bunu yapan kimseye ""karin"" denir."
Hacc-ı temettu'
"Hac mevsiminde evvelâ umre için ihrama girilip umre yapıldıktan sonra; aynı mevsimde daha yurda, aile ocağına dönülmeden tekrar ihrama girilerek usulü dairesinde yapılan hacdır. Bunu yapan kimseye ""mütemetti"" denir."
Haceb
Gırtlak.
Hacebe
"(Hâcib. C.) Perdeciler, kapıcılar. * İnsanın oturak yeri olan uzvu, kalça. (İkisine ""hacebetan"" derler)"
Hacegî
f. Tüccar, ticaretle meşgul olan kimse. * Efendilik, hocalık.
Hacel
(Hacl) Utanma, sıkılma, hayâlılık.
hacel
utanma.
Hacelan
Ayağında köstek olan kişinin yürümesi. * Bir ayak üstüne yürümek.
Hacele
(C.: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik. * Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.
Hacen
Eğrilik.
hacer
taş, kaya.
Hacer
Taş, kaya. * İsmail Peygamber'in anasının ismi.
Hacerat
(Hacer. C.) Taşlar, kayalar.
Hacereyn
İki taş. * Mc: Altun ile gümüş.
Hacer-i semavî
Gökten düşen taş. * Gök taşı.
986
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hacer-ül esved
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"(El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan ""Esved"" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir halka ile çevrili ve bir adı da El-Ruh-ul Esved denilen taştır.)Rivayetlere göre; bu semavi bir taş olup Hz.İbrahim Aleyhisselâm'a Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirildi. Daha evvel Ebu Kubeys Dağı'nda muhafaza ediliyordu.Hz. Ömer Radiyallahu anhu, Hacer-i Esved'e yaklaşıp öpmüş ve demiştir ki; ""Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaatı olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm seni takbil ettiğini görmese idim, aslâ seni takbil etmezdim."" (Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercemesi) Kâbe'nin şark köşesinde ve yine yerden bir buçuk metre yüksekte diğer bir taş, El-Hacer-ül Es'ad (Mes'ud) da vardır ki; tavaf esnasında buna yalnız el ile temas edilir."
Hacerülesved
Kâbede bulunan ünlü kara taş.
Hacevca'
Uzun ayaklı adam. * Uzun adam.
Haceze
Zâlimler.
Hacfe
(C.: Hucuf) Sade demirden olan kalkan.
Hachace
Korkudan melul olmak. * Sırrını demek isteyip yine dememek.
Hacı
(C.: Hüccâc) Hacc farizasını yerine getirmiş olan müslüman.
Hacıyatmaz
Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak. * Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.
Hacî
(Hicv. den) Hiciv yazan, hicveden, yeren.
Hacîc
(Hâcc. C.) Hacılar.
987
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hacid
Uyuyucu, uyuyan.
Hacif
Karın gurultusu.
hacil
utanmış.
Hacil
Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran.
Hacim
(Bak: Hacm)
hacim
oylum, bir cismin uzayda doldurduğu boşluk.
Hacin
Küçük hayvan. * Büluğdan önce evlenmiş olan kız.
Hacir
Hicret eden. Bir yerden bire yere göçen. * Sayıklıyan.
Hacire
(C.: Hâcirât) Terbiye sınırlarına sığmayan kötü söz ve hezeyan. * (C.: Hevâcir) Günün en sıcak anları.
Hacirî
Yapıcı, kurucu.
Hacis
Tasa, keder, hüzün, gam. * Hâtıra. Kalb ve hissin en derin ve gizli sesleri.
Hacise
(C.: Hevâcis) Merak, kalbe gelen endişe.
Haciyan
(Hâcı. C.) Hacılar, hacc farizasını yerine getirmiş olan müslümanlar.
Haciz
Ayıran. Bölen. * Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı. * Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan. * Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran bölme zarlarına denir. (Bak: Hicab)
Hacl (hicl)
(C.: Ahcâl-Hucul) Köstek. * Bukağı. * Küçük deve yavruları.
Hacla'
Ayakları beyaz olan koyun.
Hacle
(Haclegâh) f. Gelin odası. Gerdek odası.
Haclet
Şaşırma, acaibine gitme, taaccüb. * Utanma, arlanma.
Haclet-âver
f. Utanç verici, utandırıcı.
Haclet-dih
f. Utanç verici, utandırıcı.
Haclet-engiz
f. Utandırıcı, sıkıltıcı.
988
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hacm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hacim) Bir cismin kapladığı yer. Cirm. Cüsse. * Emmek. Massetmek.
Hacmen
Büyüklükçe. Hacim bakımından.
Hacm-i istiabî
Bir şeyin içine alabildiği miktar.
Hacr
(Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek. * Kucak. Ağuş.
Hacra'
Taş gibi katı ve sert olan şey.
Hacren
Malını kullanmaktan menetmek suretiyle.
Hacuc
şiddetli esen rüzgâr.
Hacun
Eğrilik. * Uzak. * Mekke'de bir dağ.
Hacur
(C.: Hucerât) Dere kenarı.
hacz
engelleme, el koyma, ayırma.
Hacz
Men'etmek. Mâni olmak. * İki şeyin arasını ayırmak. * Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak.
Had'
Baş aşağı eğmek. * Tevâzu etmek.
had
bir nevi ceza.
Had
f. Çaylak kuşu.HAD' (Hıd') : Aldatmak. * Dühul etmek, girmek. * Kurumak.
Had'a
Kamçıdan çıkan ses.
Hadaa
(Hâdı'. C.) Hileciler, hilekârlar, aldatıcılar, dalavereciler.
Hadacir
Sırtlan.
Hadad
Küçük, beyaz boncuk.
Hadade
Hamâkat, ahmaklık.
Hadae
İki yüzlü balta.
Hadafil
Eski kaftanlar, eski elbiseler.
Hadai'
(Hadîa. C.) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.
989
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hadaic
(Hidâce. C.) Deveye yüklenen yükler.
Hadaid
(Hadîd. C.) Demirden yapılmış şeyler. Sert şeyler.
Hadaik
(Hadîka. C.) Bahçeler.
Hadaik-ı hâssa
"Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara ""Has Bahçe Bostancıları""; saray dışındakilere ise ""Hassa Bostancıları"" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut Paşa bahçesi, Beşiktaş bahçesi, Dolmabahçe, Paşa bahçeşi, Florya, Fenerbahçe, Alibeyköyü, Hasköy bahçeleri ve daha birçok bahçe ve bostanlar. (O.T.D.S.)"
Hadak
Patlıcan.
Hadaka
Elmas. * Her görüp beğendiğini aldırmak için kocasına teklif eden kadın.
Hadalet
Baldırı ve kolu etli olma.
Hadan
Necid'de bir dağ.
Hadane
Çocuk beslemek.
Hadar
Çabuk yetişen ot.
Hadaret
Bir şeyin yanında bulunmak. * Huzur. Yakında olmak. * Hazır etmek. Hazır olmak. * Medeniyet.
hadâret
gençlik, tazelik.
Hadaset
Gençlik. Yenilik. Tazelik. Yeniden oluş. Bir şeyin evveli, ibtidası.
Hadb
Vurmak, darb etmek. * Deriyi etiyle ayırmak. * Isırmak. * Yalan söylemek. * Uzunluk.
Hadba'
Uzun boylu akılsız kadın. * Yumuşak gönüllülük.
Hadbe
Arka yumruluğu, kamburluk.
Hadc
Deve palanı.
990
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hadd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gürültülü bir sesle çağıran. * Denizden gelen gürültülü dalga sesi. * Gürültü ile yıkılan.
hadd
sınır, çizgi.
Hadda'
(Hud'a. dan) Aldatıcı, hilekâr, dalavereci.
Hadda
Deve çobanı.
Haddad
Demir işleri yapan usta, demirci, çilingir. * Muhâfız, bekçi, gardiyan. * Kapıcı.
Haddadî
Demircilik.
Haddam
Muvaffakiyetli kişi. * İşlerinde başarılı ve becerikli kimse. * Çalışkan ve gayretli olan. * Hademe, hizmetçi.
Haddan
İki yanak.
Haddas
(Hads. den) Anlayışlı, zeki, çabuk kavrayan.
Hadde
Erimiş madeni döküp tel yapmağa mahsus delikli maden levha.
Hadde-i tedkik
İnceden inceye araştırmak.
Hadd-i asgar
Man: Bir hükmün veya neticenin mevzuu. Küçük kaziye.
Hadd-i büluğ
Büluğa erme yaşı. Teklif-i İlâhînin başladığı, namaz ve oruç gibi dinî emirleri ifaya başlanılan yaş.
Hadd-i ekber
Man: Bir hükmün veya neticenin mahmulü, yani sıfatı veya hali, oluşu. Büyük kaziye.
Hadd-i evsat
"Man: Hadd-i asgar ile hadd-i ekberden çıkartılan diğer bir hüküm veya netice. Meselâ: Âlem hâdistir. Bunu, bu dâvayı isbat için: ""Çünkü: Âlem mütegayyerdir ve her mütegayyer hâdistir"" dediğimizde: Âlem, ""hadd-i asgar""; hâdis, ""hadd-i ekber"", mütegayyer, ""hadd-i evsat"" olur."
Hadd-i i'caz
Edb: Fasahatın mu'cize şeklinde olanı. (Bak: İ'caz)
Hadd-i imkân
Mümkünün son haddi. Olabilirlilik. İmkân nisbetinde olan.
991
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hadd-i ittisal
Bitişme noktası.
Hadd-i kat'-i tarîk
Huk: Yolkesenlere verilecek ceza.
Hadd-i kazif
Nâmuslu bir kadına zina isnad edene karşı verilen şer'î ceza.
Hadd-i kemal
Olgunluk hâli. Kemalât haddi.
Hadd-i kifaye
Kifâyet derecesi, yeterlik derecesi.
Hadd-i kusva
Son derece. Son had.
Hadd-i ma'ruf
şeriatça bilinen, makbul olan had. Emredilen, müsaade edilen hudud.
Hadd-i münteha
Son nokta.
Hadd-i müşterek
Ortak derece.
Hadd-i sekr
Fık: Şarap haricindeki diğer içkilerin bil'ihtiyar içilmesinden hâsıl olan sarhoşluğun icab ettirdiği ceza.
Hadd-i şer'î
Şeriat kanunlarıyla verilen ceza.
Hadd-i şürb
Fık: Az veya çok miktarda şarap (alkollü içki) içilmesinden dolayı uygulanacak ceza.
Hadd-i te'dib
Bir suç işleyeni başkalarına örnek olacak şekilde cezalandırmak. Darp ve ta'zir gibi.
Hadd-i zâtında
Aslında. Yaradılışında.
Hadd-i zina
Zinâ suçu işleyene verilen ceza.
haddibülûğ
ergenlik sınırı.
haddizât
aslı, kendisi.
Hadd-na-şinas
f. Haddini bilmez.
Hadeb
Kambur olma, kamburluk.
Hadebe
Kambur, yumru. * Vücuttaki kamburluk.
Hadebiyyet
Yumruluk, kamburluk.
Haded
Engel, mâni, set.
hadeka
gözbebeği.
992
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hadeka
Gözün siyahlığı, gözbebeği.
Hadeka-i ayn
Göz güllesi, göz hadakası.
hademât
hademeler.
Hademat
Hademeler. Hizmetçiler.
hademe
hizmetçi.
Hademe
Hizmetçiler, hâdimler. * (C.: Hıdâm) Halhal. * Devenin ayağını bağladıkları kayış.
Hadeng
(Hadenk) f. Kayın ağacı. * Kayın ağacından yapılmış ok.
Hader
Uyuşma.
Hader-i umumî
Bütün vücudu kaplayan uyuşukluk.
Hadernak
Örümcek.
Hades
(Hads) Sür'atle idrak etmek. Zan ve tahmin eylemek. Fikrini, re'yini bildirmek. Bir sözün mâna ve mefhumunda, bir hususun vaz' ve üslubunda başka tarz tasavvur eylemek. (Bak: Hads)
hades
yeni, sonradan, abdest bozan bir hâl.
Hadesan
Şanssızlık, kısmetsizlik, talihsizlik. * Kaza.
Hadesat
(Hades. C.) Hadesler. Pislikler. (Bak: Hades)
Hades-i asgar
Fık: Taharet-i suğra ile, yani yalnız abdest ile giden taharetsizlik hali. Bevletmek, kan gelmek sebebi ile hasıl olan hades gibi.
Hades-i ekber
Fık: Taharet-i kübra ile, yani gusül abdesti ile giderilen taharetsizlik halidir.
Hadeyan
Yelmek.
Hadf
Yürüme hızı.
Hadı'
Alçaltıcı. * Gönül alçaklığı ve huzu ile muttasıf.
Hadıl
Yumuşak taze ot. * Islanmış, nemlenmiş.
Hadım ağası
(Bak: Hâdim ağası)
993
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hadıne
Süt nine.
Hadır
Tembel, uyuşuk, uyumuş.
Hadıyd
(Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer. * Dağ eteği. Zir. Alçak yer. * Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.
Hadî aşer
Onbirinci.
Hadî
Birinci. * Mazluma yardım eden. * Deveyi şarkı söyleyerek süren.
Hadi'
Hileci, aldatıcı. * Bozuk, fena.
Hadîa
Davarın karnından gelen ses.
Hadiâne
f. Hile ile, hile yaparak.
Hadîb
Kınalı, kına yapılmış. * Boyalı, boyanmış.
Hadic(e)
Vaktinden evvel doğan erkek veya kız çocuğu.
Hadid suresi
Kur'an-ı Kerim'in 57. suresi.
Hadîd
Dağ eteği. * İçinde yağmur suyu biriken alçak çukur. * Arz, yer, dünya.
Hadid
Demir, çelik. Sert, kavi olan. * Çabuk kavrayışlı, keskin, öfkeli, hiddetli, titiz. * Hudut ve sınır komşusu.
hadîd
demir.
Hadid-ül basar
Gözü keskin.
Hadid-ül mizâc
Öfkeli, çabuk kızan.
Hadid-ün nazar
Görüşü keskin olan.
hadika
bahçe.
Hadîka
Etrafı duvarla çevrilmiş bahçe. Sulu, ağaçlı bahçe.
Hadîka-yı ferahfeza
İç açan bahçe. Gönüle ferahlık veren bahçe.
Hadîle
Çayır, çimen.
994
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hadim ağası
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Erkekliği yok edilmiş olan. Böyle kimselere ""Tavaşi"" de denilirdi. Bu gibiler, yabancı erkekler için mahrem sayılan harem dairesine girip çıktıkları ve muhafaza ile beraber harem hizmetini de gördükleri için kendilerine ""Hâdim Ağası"" adı verilirdi. (O.T.D.S.)"
Hadime
(Hâdim. den) Kadın hizmetçi.
Hadîme
Su içinde eriyince pişmiş olan buğday.
Hadîn
(C.: Hudenâ) Sâdık dost, vefadar arkadaş.
Hadin
Bir kuş cinsidir. (Hiç doymak bilmez, yediğini hemen hazmedip yine yemek ister, yüksek yerleri sever, değme yer üstüne konmaz, ağaç başlarına konup bütün yemişini yer, yemişleri kalmazsa başka yerlere gider.)
Hadîn-i kadîm
Eski dost.
Hadir
Gevşek, tembel, uyuşuk.
Hadîre
Kalabalık olmayan topluluk. * Yaranın içinde toplanan kan ve irin.
Hadîs
Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık. Peygamberimizin (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviyye. Hadisten bahseden ilim. (Bak: Tevâtür)
hadîs
Peygamberimizin sözü.
Hadîs-i bi-l ma'na
Kelâm itibarı ile değil de mânaca doğru olan hadis.
Hadîs-i kudsî
Mânası Peygamberimiz'e (A.S.M.) vahy veya ilham edilen, kelimesi kendisinden sudur eden kudsî kelâm.
Hadîs-i meşhur
(Bak: Meşhur)
Hadîs-i mevzu'
Başkası tarafından söylendiği hâlde Peygamberimize (A.S.M.) isnad edilen hadis. Muan'an veya senedlerle tesbit edilmemiş hadistir. Manası yanlış demek değildir.
995
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hadîs-i muallak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Senedinin yalnız ibtidasından bir veya birkaç ravisi hazf edilmiş olan hadistir. Meselâ: Bir zat kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini zikr etmeksizin onların fevkindeki râvilerden itibaren senedi zikr etse ta'likte bulunmuş olur. (Ist. Fık.K.)
Hadîs-i mürsel
Peygamberimiz'den (A.S.M.) işitildiği bildirilen hadis-i şerif.
Hadîs-i mütevatir
"Kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan cemaatlerin birbirinden ve ilk cemaatin de bizzat Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmdan rivâyet ettiği Hadis-i şeriftir. (İlm-i yakîni ifade eder. ""Bu hadis-i şerif Peygamber'den (A.S.M.) sâdır olmuş mu?"" demeğe imkân kalmaz)."
Hadîs-i sahîh
Hakkında şüphe edilemiyen ve doğru senetlere ve râvilere isnad edilerek müsbet olarak kat'i bilinen hadis-i nebevidir.
Hadîs-i şeyheyn
En muteber ve büyük hadis âlimlerinden İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim'den rivayet edilen hadis-i şerif.
hadîsibilmânâ
anlam bakımından doğru hadîs.
hadîsikudsî
mânâsı ilâhî sözü peygamberî olan hadîs.
hadîsişerîf
Peygamberimizin şerefli sözü.
Hadl
Meyletmek, yönelmek.
Hadleka
şiddetle bakmak.
Hadm
Birşeyi ağzına koyup, bir lokmada çiğneyip yemek.
Hadma'
Beyaz koyun.
Hadme
Ateş gürültüsü.
Hadr
Evmek, acele etmek. * Vücutta bir organın şişip yumrulaşması. * Men etmek, engel olmak. * Saçak bükmek.
Hadra
(Müennestir) Yeşillik. * Sebze. En yeşil. Pek yeşil.
hadra
yeşillik, yeşil.
996
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hadravat
(Hadrevât) (Hadrâ. C.) Yeşillikler, yeşillik.
hadravat
yeşillikler.
Hadre
Yüz yüze olmak.
Hadreban
Feryadı şiddetli olan, çok fazla bağıran.
Hadrece
Bükmek. * Sağlam yapmak, sağlamlaştırmak.
hads
birdenbire sezilen bilgi.
Hads
Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. Sür'at-i intikal. Ani ve doğru idrâk. Delilden neticeye çabuk varmak.(Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads ki, şimşek gibi sür'at-i intikaldir, dâima onu tahrik eder. Hadsin muzâafı olan ilham, onu dâima tenvir eder. Meyelânın muzâafı olan arzu ve onun muzâafı olan iştiyak ve onun muzâafı olan aşk-ı İlâhi, onu dâima mârifet-i Zülcelâle sevkeder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı câzibedarın cezbiyledir. M.N.)(.... Hem hiç mümkün müdür ki: O hads-i kat'î, o yakîn-i şuhudî hadsiz emarelerden ve o emareler, hadsiz müşahedat vak'ıalarından ve o müşahedat vakı'aları, şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zaruriyeye istinad etmesin. Öyle ise, şu ehl-i edyandaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevi kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melâike müşahedelerinden ve ruhanilerin rü'yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zaruriyedir, esasat-ı kat'iyyedir. S.)
hadsen
birdenbire sezmekle.
Hadsen
Sezmekle. Sür'atle intikal ve idrâk etmekle.
Hads-i sâdık
Tam, doğru ve şüphesiz idrâk etme ve bilme.
hadsî
birdenbire sezilen.
997
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hadsî
Hadsle. Hadse dâir ve müteallik.
Hadsiyyat
Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat.
Hadsiz
Hesapsız, sayısız. Belirli olmayan, çok.
hadsiz
sınırsız.
Hadş
Kaşımak. * Tırmalamak.
Hadşe
(C.: Hadeşât) Vesvese, kuruntu, merak, ye's, üzüntü, hüzün.
Hadşe-aver
f. Rahatsızlık veren, insanı sıkıntıya koyan.
Hadşe-i derun
İç sıkıntısı, gönül üzüntüsü.
Hadşe-nisar
f. Merak veren, vesvese.
Hadun
Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.
Hadur
İniş. * Alçak yer.
Haduş
Pire. Sinek.
Hadv
Sürmek.
Hady
Evmek, acele etmek. * Rüzgârın esmesi.
Hafa (hafâye)
Çok yürümekten adamın ayağının ve davarın tırnağının aşınması.
Hafa
Berdi denilen otun beyaz ve yaş olan kökü.
hafâ
gizlilik.
Hafa'
Yalın ayak yürümek.
Hafafîş
(Huffâş. C.) Yarasa kuşları.
Hafagâh
f. Gizlenilecek yer, gizlenme yeri, siper.
Hafair
(Hafîr. C.) Oyuklar, delikler, çukurlar.
Hafak (hafakan)
Muzdarib olmak, acı çekmek. * Deprenmek.
Hafakan
Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab.
hafakan
yürek oynaması, sıkıntı.
Hafat
(Hâfe. C.) Sahiller, deniz kenarları, kıyılar.
998
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hafave
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir kimseyi mübâlâga ile sormak. * Şefaat etmek. * İkramda ve iltifatta mübâlağa etmek.
Hafaya
(Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
hafâyâ
sırlar.
Hafaya-yı umûr
İşlerin gizli tarafı.
Hafaza
(Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.
hafaza
koruyucu.
Hafc
Titremek. * Ayağını eğri basan.
Hafcag
Tatar beyi. (Aslı: Kıpçak)
Hafd
Evmek, sür'at.
Hafe
İçine bal konulan sahtiyan tuluk.
Hafede
(Hafid. C.) Yardımcılar, hâdimler.
Hafef
Fakirlik. Darlık. * Şiddet.
Hafelleh
Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.
Hafender
Malını güzel tedbirlerle çoğaltan mal sahibi.
Hafer
Çukurdan çıkartılan toprak. * Dişin çürümüş kısmı veya kiri.
Hafeş
(C.: Ahfâş) İğne ve iplik koyacak kap. * Sel.
Hafet
Islıklı yılan.
Haff
Alaca renkli at.
Haffaf
Ayakkabı, terlik vb. gibi şeyler yapan ve satan. Kavaf.
Haffane
(C.: Haffân) Deve kuşu yavrusu. * Hizmet. * Maiyyet.
Haffar
Çukur kazan, kuyu kazan.
haffâr
kazıcı.
Haffe
(C.: Hıff) Çulhaların bez sardıkları ağaç.
Hafhafa
(C.: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması. * Sırtlan sesi.
Hafık
Ufkun nihayeti. Şark veya garb tarafı. * Vuran, çarpan, çırpınan.
999
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hafıkan
(Hâfıkeyn) Mağrib ile maşrık. Şark ile garb. Doğu ile batı.
hafî
gizli, saklı.
Hafî
Gizli. Açıkta olmayan. Saklı. * Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.
Hafi
Yalın ayak yürüyen veya koşan. * Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.
Hafîd
Evlâd. Oğul. Torun.
hafîd
torun, oğul.
Hafîde
Kız torun.
Hafif
Ağır olmayan. Hafif. Yeğni.
Hafîf
Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.
Hafif-i kebuter
Güvercinin uçarken çıkardığı ses.
Hafif-ül mizac
Kararsız, hoppa, temkinsiz.
Hafif-ür ruh
Ruhu hafif olan, hoşsohbet.
Hafir
(C.: Havâfir) Davar tırnağı.
Hafîr
Kazılmış yer. Çukur. Mezar.
Hafire
Evvelki hâline ve evvelki yerine dönmek.
Hafişe
Sel yolu.
Hafiy
Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. * Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
Hafiye (hâfiyye)
(C.: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can. * Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi. * Gizli, mestur.
hafiye
biri hakkında gizlice bilgi toplayan kimse.
Hafiye
Saklı ve gizli şeyleri araştıran. * Casus. * Polis.
Hafiyen
İkram ederek. * Yalınayak olarak.
1000
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hafiyy ü celî
Gizli ve âşikâr.
Hafiyyat
Gizli şeyler. Gizlilikler.
Hafiyyat-ı umûr
İşlerin saklı tarafları, gizli kısımları.
Hafiyyen
Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak.
Hafiyyeten
Gizlice, gizli ve saklı olarak.
Hafîz
her şeyi koruyan ve saklayan Allah.
hafîz
koruyan.
Hafizallah
Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).
hafîzâne
hafîzce.
hafîziyet
hafîzlik, koruyuculuk.
Hafîziyyet
"Muhafaza edicilik, koruyup esirgeyicilik. * Cenâb-ı Hakk'ın, bütün tohum ve çekideklerde olduğu gibi, bir mahlûkun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza edici sıfatı. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ediciliği.(İsm-i Hafız'in tecelli-i etemmine işaret eden: âyetidir. Kur'an-ı Hakîm'in bu hakikatına delil istersen: Kitab-ı Mübin'in mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafîz'in cilve-i azamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının naziresini çok cihetlerle görebilirsin. Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mizansız ve eşyayı farketmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula. Sonra senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak! İsrâfil-vâri melek-i ra'd; baharda, nefh-i Sur nev'inden yağmura bağırması, yer altında
1001
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benziyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz'in tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm'den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki: Onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünki görüyorsun ki: O birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor. Meselâ bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fâtır-ı Hakimin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bizlere uzatıyor. İşte bu, ona sureten benziyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki çiçek ile, hercâi menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar; kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hâkeza... kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, kusur yok. sırrını gösterir. Herbir tohum, ismi-i Hafîz'in cilvesiyle ve ihsaniyle ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti; iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor. İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde, hafîziyyetin tecelli-i ekberini göstereceğine kat'i bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyyet cilvesi bir hüccet-i
1002
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
katıadır ki; ebedi te'siri ve azim ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef'al ve âsâr ve akvâlleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek. Âyâ bu insan zanneder mi ki, başıboş kalacak. Hâşâ!... Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek. İşte hafîziyyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şâhidler had ve hesaba gelmez. Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir. L.)" Hafk
Naldan çıkan ses.
Hafl
Kederlenme, hüzünlenme, tasalanma. * Toplantı, toplanma.
Hafne
(C.: Hafenât) İki avuç dolusu olan şey.
Hafr
Kazmak ve çukur etmek.
hafriyât
kazılar.
Hafriyat
Yeri kazıp derinleştirmeler. Kazılar.
Hafs
Her nesnenin boşu.
Hafsa
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı.
Hafş
"Tıb: ""Tavuk karası"" adı verilen bir göz hastalığı."
Haft
Sâkin olmak. * Sözü gizli söylemek.
Hafta
f. Yedi günden ibaret müddet. Yedi günlük müddet.
Haftan
Eskiden savaşlarda zırh üzerine giyilen bir cins pamuklu elbise. * Kaftan.
Hafud
Karnındaki yavrusunu âzası belirmeden düşüren deve.
Hafur
Bir ot cinsi.
1003
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hafv
Men etmek, mâni olmak, engel olmak.
Hafy
Gizlemek. * Setretmek, örtmek. * İzhar etmek, görünmek. * Parlamak, yıldıramak.
Hafz
"Aşırı olmama hali. * Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat. * Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak. * Kelimenin son harfini esre, yâni ""i"" diye okumak. * Sözü boğaz içinden söylemek."
Hah na-hah
f. İster istemez.
Hah
"f. (Hasten : ""İstemek"" mastarından yapılmıştır.) Kelimenin sonuna getirilerek isteyen, ister mânasında terkib yapılır. Meselâ: Bed-hah : Kötülük isteyen."
Haham
Mûsevilerin dinî reisi, râhibi, âlimi.
hahambaşı
Musevîlerin dinî lideri.
Hahan
f. İstekli, arzulu, tâlib.
Hahem
"(Hâsten) mastarından, ""İsterim"" mânasına fiildir."
Haher
f. Kızkardeş. Hemşire.
Haherî
f. Hemşirelik, kızkardeşlik.
Haher-zade
f. Hemşirezade, kızkardeş çocuğu. Yeğen.
Haib
(Heybet. den) Kokan, Utanan. Utangaç.
Haiben
Muvaffakiyetsiz olarak. Mahrum olarak.
Haibîn
(Hâib. C.) Zarar ve ziyâna uğrayanlar. * Mahrum olanlar. * Me'yus olanlar, üzülenler.
Haic
(Hâyic) Coşkun, heyecanlı.
Haid
Pişman, nedamet eden, tövbekâr, nâdim.
Haif
(Havf. dan) Korkan. Korkmuş olan.
Haifane
Korkakcasına, ödlekçesine.
Haifen
Korkarak, korkakçasına.
1004
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haik
(C.: Hayyak) Çulha.
Hail
Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran.
Haile
Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Trajedi. (Bak: Dram)
Haim
(Hâyim) Hayrette kalan. Mütehayyir. Sersem.
Hain
Emanete hıyanet eden. İyiliğe karşı kötülük eden.
Hainane
Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.
Hair
Hayrette kalmış, mütehayyir. Şaşırmış, taaccüb etmiş.
Hair-i bair
Şaşkın, sapıtmış. * Aklını kaybederek ne yapacağını bilemiyen.
Hait
Bir yeri çevreleyen duvar. Tahta perde. Çit.
Haiz
(Bak: Hayz)
Haiz-i ehemmiyet
Ehemmiyetli, mühim, önemli.
Hak
(Bak: Hakk)
hak
adalet, pay, doğruluk, emek, ücret, doğru.
Hakaid
(Hakd. C.) Kinler, garezler, hasedler.
Hakaik
(Hakayık) (Hakikat. C.) Hakikatler.
hakâik
hakikatlar, gerçekler.
hakâikâşinâ
hakikatlere alışık.
Hakaik-ı nisbiye
Nisbete, ölçüye göre olan hakikatlar.(Hakaik-ı nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-ı nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-ı nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vahid in'ikas etmiştir. Hakaik-ı nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hattâ bir zatın hakaik-ı hakikiyesi yedi ise, hakaik-ı nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubuh ve şerde, şer varsa da, kalildir. İ.İ.)
hakâiknümâ
hakikatları gösteren.
Hakalled
Dar gönüllü, bahil kimse.
1005
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hakan
Eski Türklerde hükümdar mânasınadır.
Hakan-ı mağfur
Ölmüş hükümdar.
Hakanî
Hâkan ile ilgili, hâkana mensub.
hakaret
küçüklük, küçük görme.
Hakaret
Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.
Hakaret-âmiz
f. Hakaretle karışık. Hakaretle beraber.
hakaretâmiz
hakaretle karışık.
hakaretkârâne
hakaret edercesine.
Hakayık
(Bak: Hakaik)
Hakayık-ı nisbiye
(Bak: Hakaik-ı nisbiye)
Hakayık-ı seb'a
Yedi hakikat. Fatiha suresinin yedi âyeti. İmanın altı şartı ve İslâmiyet ile yedi olan mühim hakikatlar. Kur'an-ı Kerim'in yedi vechile hârika olması gibi hakikatlar.
Hakayık-ül vekayi'
Hâdiselerin hakikatları.
Hakb
Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip. * Tutulmak.
Hakba'
Yaban eşeğinin dişisi.
Hak-bîn
f. Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan.
hakbîn
hakkı gören.
Hakbîz
f. Toprak kalburu.
Hakd
Kin tutmak. Adâvetini gizlemek. (Bak: İhnet)
Hakdan
f. Dünya, arz, yer.
Hakek
Yumuşak beyaz taş.
Hakem
haklı ile haksızı ayıran Allah.
Hakeme
(C.: Hakemât) Damak geminin halkası.
1006
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hakemeyn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İki hakem. * Tar: Sıffîn Vak'asında Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muaviye (R.A.) arasında hakem seçilen Amr İbn-ül As ile Ebu Muse-l Eş'arî.
Hak-endiş
f. Hakkı düşünen. Hakkı arayan, doğruluk için endişe eden.
hakendiş
hak için kaygılanan.
Hakesarî
f. Perişanlık, düşkünlük.
hakeza
bunun gibi.
Hakeza
Öylece. Bunun gibi. Böyle.
Hak-gû
f. Doğru ve hak söyleyen.
Hakhah
Gecenin ilk saatlerinde gitmek.
Hakhaka
Zahmetli ve meşakkatli yolculuk yapmak.
Hakıb
Karnı guruldayan kişi. * Necaseti şedit kişi.
Hakıl
Erkek fâre.
Hakın
Sidik zorluğu olan kimse.
Hakıne
Boğaz altındaki çukurcuk.
Hakî
f. Toprak rengi. Toprakla alâkalı.
Hakî'
Kırağı.
Hakîbe
Heybe.
Hakîk
Haklı, hak sahibi olan. * Müstehak, lâyık, münasib.
Hakikat
"(C.: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki. * Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek. * ""Mecâz"" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime. * Edb: Bir kelime neyi anlatmak için konulmuş ise, bu kelimenin o mânada kullanılması; göz kelimesinin, aynı o bilinen uzuv mânasında kullanılması gibi. (Bak: Mahiyet, Mecaz)"
hakîkat
öz, asıl, gerçek.
1007
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hakikat-bîn
f. Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan.
hakîkatbîn
hakikatı gören.
hakîkatdâr
hakikatlı.
Hakikaten
Doğrusu, gerçekten, hakikat olarak.
hakîkatfeşân
hakikat saçan.
Hakikat-gu
f. Doğru sözlü. Doğru konuşan.
Hakikat-ı hâriciye
Hayat gibi âlem-i şehadete gelmiş varlık.
Hakikat-ı sâbite
f. Sâbit, değişmez hakikat.
hakîkatmedâr
hakikatın kaynağı.
Hakikat-perest
f. Hakkı ve hakikatı seven, hakikata inanan. Dürüst, hakikat âşığı.
hakîkatperest
hakikata pek düşkün.
hakîkatperestâne
hakikata düşküncesine.
hakîkatşiken
hakikatı kıran.
Hakikat-şinas
f. Hakikatı doğru tanıyan, bilen. Hakikata imân eden.
Hakikat-şinasâne
f. Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette.
hakîkî
gerçek, asıl, öz.
Hakikî
Gerçek. Hakikate mensub. Sâhici, doğru.
Hakîle
Uzun buğday. * Bağırsak içinde olan su.
Hakim ebu abdullah
Muhammed bin Abdullah ibn-i Beyyi' (Hi: 321-405) Sâmâniye Devleti Nişabur Kadılığında bulunmuş büyük muhaddislerden, Şafiî fakihlerinden, asrının en büyük din âlimi diye bilinen bir zattır. Bir çok eser te'lif etmiştir. Başlıcaları: El Müstedrek Ale-s Sahihayn, Kitab-ül İlel, El-İklil, El-Emali, Teracüm-üş Şüyuh, El Medhal ilâ İlm-is Sahih, Fazâil-ül İmam-üş Şafiî, Tarih-i Ulemâ-i Nişabur, Marifet-ül Hadis ünvanlarındadır.
1008
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hakîm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. * Tabib, doktor.
Hakîmane
f. Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette.
hakîmâne
hikmetlice.
Hakîm-i lokman
(Bak: Lokman)
Hakîm-i mutlak
Tam hikmet sahibi olan. Cenab-ı Hak (C.C.)
hakîmiyet
hakîmlik.
Hakî-nihad
f. Mütevazi, kibirsiz, alçak gönüllü.
hakîr
aşağı, küçük, önemsiz.
Hakir
Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.
Hakirâne
f. Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde.
Hakister
f. Kül, ateş külü.
Hakiyan
(Hâki. C.) İnsanlar, nev'-i beşer, dünya halkı.
hakk
doğru, gerçek, pay, adalet, din.
Hakk
Kazıma. Oyma. Maden üzerine yazı işlemek.
Hakka
(Hakkan) Doğru olarak. Gerçek. Hakikat olarak. Lâzım ve sâbit kılmak.
Hakkâk
Hakkeden. Mühür vesair kazıyan.
Hakkak
Hokkacı, kutucu.
Hakkâkî
Mühür ve saire kazıma, hakkâklık.
hakkalyakîn
kendisi yaşamışcasına en yüksek seviyede bilme.
hakkan
gerçekten, doğrusu.
Hakkan
Hakikaten, doğrusu.
Hakkanî
Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.
hakkaniyet
gerçeklik ve doğruluk.
1009
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hakkaniyet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.
Hakk-bînane
f. Hakkı tanıyana göre.
Hakk-bînî
f. Hakkı görme, hakkı tanıma.
Hakk-cu
f. Hak arıyan.
Hakke
Arka yükü. * Diş.
Hakketmek
Oyarak veya kazıyarak işlemek, yazmak.
Hakk-güzar
f. Haktan ayrılmayan, hakkı tanıyan.
Hakk-ı âmiriyyet
Âmirlik hakkı.
Hakk-ı ihtitab
Ormana yakın olan kimselerin ormandan odun kesmek hakkı.
Hakkıyet
Haklılık.
Hakk-i mühür
Mühür kazıma.
Hakk-i sehv
Yanlışı kazıma.
Hakk-şinas
f. Hakka riayet eden. Hakkı tanıyan. Hak ile amel eden.
Hakk-ul yakîn
(Hakk-al yakîn) Mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi. (Bak: Yakîn)
Hakl
Ziraate uygun yer.
Hakle
(C.: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea.
Hakm
Atın ağzına gem vurmak.
Hakn
Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak. * Men etmek, engel olmak.
haknümâ
hakkı gösteren.
Hak-perest
"f. Doğruluktan ayrılmayan, doğruluğu ciddi ve samimi seven. Hakka iman eden ve hak üzere âmil olan.(Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın üleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: ""Eğer
1010
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bir mes'elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse; ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır."" Hem zarar eder. Çünki: Haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor; belki gurur ihtimali ile zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, menfaattar olur; nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, taraftar çıkar; memnun olur. L.)" hakperest
hakka pek düşkün.
hakperestâne
hakka pek düşkün biri gibi.
Hakr
Hor görmek.
Hak-sever
Adaletle hareket eden, doğru bildiği şeyden ayrılmayan, dürüst.
hakşinas
hakkı tanıyan.
Hakud
Çok kin güden, hasetçi.
Hakv
(C.: Ahkâ-Hukka) Fota. Don. * Böğür.
Hakve
Yürek ağrısı.
Hal' (hulâe)
Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı. * Vurmak. * Men etmek, engel olmak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Cima etmek.
Hal' edilme
Hükümdarın tahttan indirilmesi. * Boşanmış olmak. * Kovulmuş olmak.
Hal'
Kaldırma. Kal' etme. * Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek. * Mansıb ve mesnetten ihraç etmek. * Elbise gibi şeyleri soymak. * Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek. * Karısını boşamak. Evlâdını evlâdlıktan reddetmek.
Hal
Küçük Hindistan cevizi.
1011
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hal
yapıp bitirme, indirme.
Hala
(C.: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.
Halâ
(Harf-i cerrdir) İstisnaya delâlet eder.
Halâ'
Boş, hâli. * Ayak yolu, abdesthane. * Devenin çökmesi.
Hala'
Koparmak. * Pişmiş et.
Halâa(t)
Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık. * Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.
Halab
f. Çamur, bataklık. Bataklık arâzi.
Halaca
f. Ayak yolu, abdesthane.
Halafet
Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
Halahil
(Halhal. C.) Arap kadınlarının süs olarak ayak bileklerine taktıkları halkalar. Bunlar altun veya gümüşten yapılır.
Halaif
Halifeler.
Halaik
(Halayık) (Halk. C.) Mahlukat. Yaratılmışlar. * Huylar. Tabiatlar.
Halail
(Halile. C.) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar.
Halak
Nasib, hisse.
Halaka
(Hâlik. C.) Berberler.
Halakat
Halukluk, güzel ahlâklılık, iyi huyluluk. * Düzlük, dümdüzlük.
Halakî
Paçavracı.
Halakim
(Hulkum. C.) İnsan ve hayvanlarda boğazlar.
Halal
Dostluk, ahbaplık. * İki şey arasında açıklık olma.
Halal(et)
İki şeyin arası açık olmak. * Dostluk. Samimi dostluk.
Hala'la'
Erkek sırtlan.
Halale
Kadın eş. Halile, zevce.
Halaluş
f. Kavga, döğüş, şamata, gürültü.
1012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Halas
Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek.
halâs
kurtuluş.
halâskâr
kurtarıcı.
Halaşe
f. Gemi dümeni. * Çörçöp.
Hal-aşina
f. Hâl ve durumdan anlayan.
Halat
(Hâle. C.) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler.
halâvet
tatlılık, şirinlik.
Halavet
Tatlılık. Şirin olmak.
Halavetbahş
f. Zevk veren, hâlâvet veren.
Halavet-i kelâm
Sözün güzelliği ve akıcılığı.
Halavetyab
f. Zevk bulan, halâvet bulan.
Halayık
Cariye, hizmetçi.
halâyık
hizmetçi.
Halb
Süt sağmak.
Halba
Ahmak. Şaşkın. * Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr.
Halbe
(C.: Halâbib) Bir yarış yapmak veya bir şeye yardım etmek için toplanan atlılar grubu.
Halbes
(C.: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.
Halbuki
(Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken.
Halbus
Serçeden küçük bir kuş.
Halc
Çekmek. * Hareket etmek.
Halce
Uzak, ırak yer, baid.
Halcem
Uzun, tavil.
Hald
Devamlılık. Süreklilik. Dâimi. Bâki.
1013
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hal-dar
f. Benli, benekli.
Hale
"Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya ""Hâl"" denir."
Haleb
Süt sağma. Sağılmış süt.
Halebe
(Hâlib. C.) Kandıranlar, aldatanlar, hile yapanlar.
Halebî
Halepli, Halep ahalisinden olan.
Halec
Çalışmaktan, yürümekten veya ibadetten kemiklerin ağrıması.
halecân
kalbin çarpıntısı.
Halecan
Titreme. Kalb çarpıntısı. Heyecan.
Halecan-ı kalb
Kalb çarpıntısı.
Haled
Kalb.
Haledar
Haleli, halelenmiş. Parlak daireli.
Halede
Küpe.
Halef an-selef
Seleften halefe geçme. Geçen ve gidenden, gelene kalma. Babadan evlâda geçme.
halef
birinin yerine geçen.
Halef
Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.
Halefen
Arkadan gelerek.
Halefiyyet
Haleflik, birinin yerine geçmiş olma.
Halek
Kara, siyah.
halel
bozukluk, zarar.
Halel
Bozukluk. Eksiklik. * Başkası tarafından verilen zarar. * İki şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık.
haleldâr
bozulmuş, zarar görmüş.
Haleldâr
f. Bozma. Bozulma. Bozulmuş.
Halelpezîr
f. Bozulan, Halel bulan. Eksik. Fesad kabul eden. Bozuk.
1014
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Halem
Helâk olmak. * Dibâgat yaparken derinin kurtlanması.
Halemat
(Halme. C.) Meme uçları, meme başları.
Haleme
(C.: Halem-Halemât) Meme başı. * Büyük kene. * Bir ot cinsi.
Halen
şu anda, henüz, şimdiki hâlde.
Halenbus
Serçe renginde, ondan küçük bir kuş.
Halenc
(C.: Halânic) Ağaç, şecer.
Halesa
(Hâlis. C.) Hâlis, sâfi.
Halevar
f. Ay şeklinde olan, hilâl gibi olan.
Halevat
(Halâ. C.) Halvetler, boşluklar. * Yalnız bulunulacak yerler.
Halezon
Sümüklü böcek kabuğu. Kabuklu sümüklü böcek.
Half
Ardı. Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf.
half
arka.
Half(e)
Yemin etmek. Andiçmek. Kasem etmek.
Halfe
Andiçme, yemin etme.
Half-ı imâm
İmâmın ardı, arkası.
Halfî
Arka, ard ile alâkalı olan.
Halhal
Eskiden kadınların süs için ayaklarının topuklariyle baldırları arasına yani ayak bileklerine taktıkları altundan veya gümüşten yapılmış halka. Ayak bileziği.
Halhale
Esneklik, elâstikiyet.
Halık
(C.: Huluk-Havâlık) Büyük dağ. * Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu. * Süt ile dolu olan koyun memesi. * Tıraş eden. Berber.
Halıkıyyet
Yaratıcılık. Halk edicilik. İcad ve takdir.
Halî'
Ailesinden ayrılan kimse. * Kurt.
1015
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hali'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Boşanmış erkek, zevcesini şer'an terketmiş adam. (Müennesi: Hâlia'dır.) * İtaatsız, isyan eden, utanmaz, kayıtsız, hayasız. * Kovulmuş. * Soyulmuş.
Halî
Gamsız, kedersiz, gailesiz, dertsiz. * Evlenmemiş erkek, bekâr adam.
Hali
Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama.
Halib
Sütçü, süt satan kimse. * Sidik borusu.
Halîb
Taze süt.
halîc
liman, koy.
Halîc
Liman. Boğaz. Kanal. Körfez. Koy. Denizin kara içine nehir gibi uzanmış kısmı. * Irmak. * Büyük çanak. * İp. * Deve ağzı.
Halic(e)
Hareket ettirme. Sarsma, oynatma.
Halîce
İçinde hurma ıslanmış süt. * Üzüm sıkıntısı.
Halice
Pamuk eğiren.
Halîc-i fâris
Basra körfezi.
Haliç
(Bak: Halîc)
haliçe
küçük halı.
Haliçe
Küçük halı. Kilim. Seccâde. (Kaliçe de yazılır.)
Halid bin sinan
"Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: ""O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti"" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiş ise de kızı Nezd, Hz. Peygamberimize geldiğinde, o sırada Peygamberimizin âyetini okuduğunu işitince: ""Bunu, babam da okurdu"" demiş olduğu rivâyet edilir."
Halid bin velid
"Câhiliye devrinde Kureyş eşrafındandı. Hudeybiye muahedesinden sonra Müslüman oldu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kendisine Seyfullah namını vermiştir. Çok kahraman bir gazi idi.
1016
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Suriye, Filistin, Şam gibi yerler onun himmeti ile feth olunmuştur. 18 Hadis-i şerif nakletmiştir.Hicri 21 senesinde Suriye'de dar-ı bekaya göçerken: ""Bunca muharebelerde bulunup bu kadar yaralar almış olduğum halde, hiç birinde vefat etmeyip akıbet yatakta öldüğüme kederleniyorum."" meâlinde konuşmuş, atını ve silâhlarını fisebilillah vakfetmiştir. (R.A.)" Halid
(Hulud. dan) Sonsuz, ebedi. Daimi.
Halidat
(Hâlide. C.) Sürüp gidenler, devam edenler.
Halide
Hâlid'in müennesidir. (Bak: Hâlid)
Halif
Yemin ederek sözleşenlerden herbirisi.
Halife
"(C.: Halefâ) Su içinde biten bir ot. (Türkçede ""kandıra"" derler.)"
halîfe
öncekinin yerine geçen, Peygamberimizin vekili.
Halife-i evvel
"Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir."
Halife-i müslimîn
Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.
Halife-i ruy-i zemin
Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.
Halik
Helâk olan. Mahv olan. Fenaya giden. Fâni. Zâil.
Halika
(C.: Halayık) Tabiat, mahlukât.
Halike
Çok hırslı, haris olan nefis.
Halikî
Demirci.
Halil (halile)
Zevc, koca. Nikâhlı karı. Zevce.
halîl
samimi dost.
1017
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Halil
Samimi dost. Sâdık dost. * Nahif ve fakir kimse. (L.R.)
halîliye
dostane münasebet ve samimi kardeşlik.
Haliliyye
Samimi dostluk ve kardeşlik.
Halîlullah
" ""Allahın dostu"" mânâsında ibrahim aleyhisselâmın namı."
Halilullah
Allah'ın dostu, Hz. İbrahim (A.S.).
Halil-ür rahman
Allah'tan başkasından hiçbir zaman yardım dilemeyip, O'nun dostluğunu ihtiyar eden Hz. İbrahim'in (A.S.) lâkabıdır.
halîm
yumuşak huylu, kızmayan.
Halîm
Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan. (Bak: Elhalîm)
Halîmâne
f. Yumuşak surette. Yumuşak huylulara yakışır bir tarzda.
halîme
yumuşak huylu kadın, Peygamberimizin süt annesi.
Halîme
Yumuşak huylu kadın. * Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süt anasının ismi. Beni Sa'd bin Bekr kabilesindendir. Halime-i Sa'diye diye de anılır. (R.A.)
Halin
Ahmak.
Halis
Bahadır ve haris kimse.
Halîs
Karışmış, muhtelif. * Siyah ile beyazı karışmış saç. * Tel.
Halît
Buz. Kırağı. Dolu.
Halita
Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış. * Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.
halita
karışık olan, karma.
Halita-i dimağî
f. Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler.
Halî-ül-izar
Yüzü yırtık. * Mc: Edepsiz, ahlâksız, utanmaz.
Haliye
(C.: Havâlî) Kendini süsleyen kadın.
Haliyen
(Hâli. den) Boş olarak, boş olduğu hâlde.
1018
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haliyyat
(Haliye C.) Bekâr kadınlar, evlenmemiş kızlar.
Haliyye
Bağından boşanmış deve. * Yabancı bir yavru emziren deve. * Büyük gemi. * Arı kovanı. * Ahlâktan kinâyedir. * (C.: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.
halk
insan topluluğu.
Halk
İnsan topluluğu. İnsanlar. * Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibdâ' eylemek. * Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek. (Bak: İnşa, İbda')(Sivrisineğin gözünü halkeden, güneşi dahi O halketmiştir. M.)(Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halkedemez. M.)(Hem semâvat ve arzı halkeden, semâvat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? S.)
halka
daire, çember.
Halka
Ortası boş yuvarlak şekil. * Dâire şeklinde olan şey.
Halkabeguş
f. Kulağı küpeli, kulağı halkalı. * Mc: Köle, esir.
Halkabend
f. Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma.
Halka-i âb-gûn
Gökyüzü, semâ.
Halka-i dürr
İnci dizisi.
Halka-i zikir
Tasavvufta, zikir esnasında daire şeklinde oturmak.
Halkan
Yaradılışça, hilkatça.
Halkavî
Halka şeklinde.
Halkazen
f. Kapı çalan, kapı halkasını vuran.
Halk-ı cedid
Ba'sü bade-l mevt, yeniden yaratılış. Yeniden yeniye tekrâren yaratılma. Ana karnındaki çocuğun, insan suretine inkılâb ettiği devre.
Halk-ı dü cihan
İki cihanın halkı. * Ölülerle diriler.
Halk-ı ef'âl
"Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir.
1019
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)(Ehl-i dalâlet ve bid'at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhiri hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu'tezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İ'tizalde en müteassıb bir ferd olduğu halde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı; onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir rah-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî'nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mu'tezile imamlarını, merdut ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra lütf-u İlâhî ile anladım ki: Zemahşeri'nin Ehl-i Sünnet'e itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yâni, meselâ: Tenzih-i hakiki; onun nazarında, hayvanlar kendi ef'âline hâlik olmasiyle oluyor. Onun için, Cenab-ı Hakk'ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet'in halk-ı ef'âl mes'elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdut olan sâir Mu'tezile imamları muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet, onların dar fikirlerine yerleşemediğinden, inkâr ettiklerinden merdutturlar. M.)" Halk-ı ezdad
Birbirine zıd halleri bir şeyde yaratmak. Meselâ: Bir zerrede hem def edici hem de cezb edici (çekici) kuvvetin bulunmasını yaratmak.
Halk-ı şer
"Şerrin yaradılışı.(İşte Mu'tezile bu sırrı anlamadıkları için ""Halk-ı şer şerdir ve çirkinin icadı çirkindir."" diye Cenab-ı Hakk'ı takdis için şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler. M.)"
halkışer
kötüyü yaratma.
1020
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hall ü akd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.
Hall ü fasl
Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama.
Hall
Sağlamlaştırmak. * Dostluk, sadâkat. * Fakir, hastalıklı, nahif insan. * Sirke.
hallâc
pamuğu didik didik eden.
Hallac
Pamuk atan. Pamuğu didik didik eden.
Hallac-ı mansur
Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.
Hallaf
Çok fazla yemin eden kimse.
Hallak
Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, Allah Teala Hazretleri (C.C.)
Hallâk
yaratan.
hallâkiyet
yaratıcılık.
Hallâl
Halleden, çare bulan, çözen.
Hallal
Sirkeci, sirke yapan kimse.
Hallâl-ı müşkilât
Zorlukları yenen, müşkülâtı halleden kimse.
Hallâl-ül ukad
Düğümleri çözen. * Mc: Zorlukları yenen.
Hallas
Yakalıyan, tutan kimse.
Hallat
Yersiz ve münâsebetsiz sözler konuşan. * Ortalığı karıştıran.
Halle
Fakirlik. * Hâcet, ihtiyaç.* Kum içindeki yol ve gedik.
Halledallah
Allah dâim ve bâki eylesin (meâlinde duâ).
Haller
Bakla.
Hall-i mes'ele
Mes'elenin halledilmesi.
1021
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hall-i müşkilât
Müşkilâtın yenilmesi, zorlukların çözülmesi.
Halli
(Halliye) Sirke ile ilgili.
Hallisnâ
Bizi halâs eyle, bizi kurtar (meâlinde duâ.)
hallisnâ
bizi kurtar.
hallüakd
çözme ve düğümleme.
hallüfasl
çözme ve ayırma.
Hallüsinasyon
Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme.
hallüsinasyon
olmayanı varmış gibi hissetme.
Halme
Meme başı, meme tepesi.
Hals
Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak. * Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.
Halsan
Kişinin dostu, sevgilisi ve yâri.
halt
karıştırma, hata.
Halt
Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek.
Halta
Köpeklere takılan boyun halkası. Tasma.
Haltıyyat
Yersiz ve münasebetsiz sözler.
Halub(e)
Sağılan şey.
Haluf
Sütün veya yemeğin bozulması.
halûk
iyi huylu.
Haluk
İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.
Halum
Yaş peynir gibi olan koyu yoğurt.
halvet
tenha yerde yalnız kalmak.
Halvet
Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik.
Halvetgâh
f. Tek başına oturup ibadetle vakit geçirilen yer. * Halvet yeri. Gizli olarak görüşülecek yer.
1022
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Halvetgüzide
(Halvetgüzin) f. Halveti, tenha bir yeri seçmiş olan kimse.
Halvethane
f. Gizli ibadet yeri. * Gizli konuşup görüşmeye mahsus yer.
halvethâne
yalnız kalınan yer.
Halvet-i fâside
Karı-kocanın aralarında şer'î mâni olmasına rağmen birleşmeleri.
Halvet-i sahiha
Karı-kocanın aralarında şer'î mâni bulunmaması halinde birleşmeleri.
Halvetî
gizliliğe önem veren bir tarikatın mensubu.
Halvetnişin
Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar.
Haly
(C.: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları.
Halz
Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.
Ham' (hım')
(C.: Ahmâ') : Kaynata. Zevc tarafından olan kimseler.
Ham' (humu')
Eğrilik, aksaklık.
Ham madde
Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.
Ham
f. Olmamış, pişmemiş, çiğ. * Nâfile, beyhude, boşuboşuna. * İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. * Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi.
Hama
Hıfzetmek, korumak. * Kovmak, defetmek.
Hama'
Kara balçık.
Hamaid
(Hamîde. C.) Bir kimsenin medhedilmeğe lâyık olan işleri.
Hamail
(Himâle. C.) Tılsım, muska. * Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.
Hamaim
(Hamâme. C.) Güvercinler.
Hamak
İki ağaç veya direk arasına asılarak içine yatılan ağyatak.
hamâkat
ahmaklık, bönlük.
Hamakat
Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
Hamale
Bir mala kefil olma.
Hamam(e)
(C.: Hamâim) Güvercin kuşu.
1023
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Haman
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi.
Hamarat
Becerikli, elinden iş gelir, cerbezeli.
Hamas
Verem. * Yumuşaklıkla ve kolaylıkla bir şeyi çıkarmak.
hamâset
kahramanlık.
Hamaset
Yaradılıştan olan cesâret. Bahadırlık. Cesurluk. Kahramanlık. Yiğitlik.
Hamasî
Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik.
Hamasiyyat
Kahramanlık destanları.
Hamat
Kaynana.
Hamata
Katılık. * Yanmak. * Boğaz ağrısı. * Darı samanı. * Kalbin ortası.
Ham-be-ham
f. Kıvrım kıvrım. Büklüm büklüm.
Hamd ü sena
Cenab-ı Hakk'a hamd ve O'nu isimleriyle medhetmek.
Hamd
"Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri. (Bak: Elhamdülillah) (Hamd'in en meşhur mânası; sıfat-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı, kâinata câmi' bir nüsha ve onsekizbin âlemi hâvi şu büyük alemin kitabına bir fihriste olarak yaratmıştır. Ve Esmâ-i Hüsnâ'dan her birisinin tecelligahı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune insanın cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan, maddi ve manevi her bir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan ""şükr-ü örfi""yi ifâ ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedi'a bırakılan o örneklerin her birisi kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir âyine olur. O vakit insan; ruhu ile, cismi ile, âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve
1024
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfat-ı kemaliye-i İlâhiyyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur. İ.İ.)(Hamd ü senâ, medih ve minnet O'na mahsustur, O'na lâyıktır. Demek nimetler O'nundur ve O'nun hazinesinden çıkar. Hazine ise dâimîdir. M.)" hamd
medih ve şükür.
Hamde
Ateş gürültüsü.
Hamdele
"""Elhamdülillah"" demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması."
hamdele
Elhamdülillah sözü.
hamdüsenâ
medih, şükür ve övgü.
Hame'
Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Balçık.
Hame
Yaş ot demeti, taze ekin destesi, bir sap üzere bitmiş taze ekin. * Havası bozuk hastalıklı yer.
Hamec
Zayıflık.
Hamek
Her şeyin küçükleri. * Siyah bulut.
Hamel
Kuzu. * Ast: Burçlardan birinin adıdır. Bu burcu teşkil eden yıldızlar kuzuya benzediği için arapça kuzu demek olan hamel denilmiştir. Güneş bu burca 21 Mart'ta girer ve gece ile gündüz bir olur.
Hamelat
(Hamle. C.) Saldırışlar, saldırmalar. * Atılmalar, atılışlar.
Hamele
Taşıyanlar, yüklenenler, kaldıranlar.
hamele
taşıyanlar, yüklenenler.
Hamele-i arş
İsrâfil, Cebrâil, Mikâil, Azrâil (A.S.)lar.
Hamele-i hüccet
Günah ve sevabları yazan melekler.
Hamele-i kur'an
Hâfızlar. Kur'anı ezbere okuyup ilmi ile amel eden mes'ud kimseler.
Hamele-i mümtesil
Aldığı emri imtisal edip yüklenen, mes'uliyeti üzerine alan.
1025
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ham-ender-ham
f. Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm.
Hamer
Davarın arpa yemekten dolayı içinin ve ağzının kokması.
Hame-zen
f. Üzerinde kalem kesilecek âlet.
Hamh
Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
Hamhama
Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses.
Ham-ı zülf
Saç lülesinin kıvrımı.
Hamî
f. Gevşeklik, hamlık.
Hamid
Alevi sönen ateş. * Ölü, ölmüş. Sönmüş. idrâksiz. Sâkit ve sessiz. Ölü gibi halsiz olan.
Hamîd
Sena edilmeğe, medhedilmeğe elyak olan. Dünya ve âhirette hamd kendisine mahsus olan Allah (C.C.) * Isparta Vilâyetinin Osmanlılar devrindeki adı.
Hamide
f. Kambur, eğrilmiş, kemerli.
Hamidegî
f. Kamburluk, eğri büğrü olmaklık.
Hamie
Hararetli, çamurlu, volkanlı, alevli, dumanlı.
Hamîl
Kefil. * Başka yerden getirilen oğlan.
Hamil
Kötü tanınmış olan kimse.
Hamîle
Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar. * Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer. * Döşek çarşafı.
Hamilen
Hâmil olarak. Taşıyarak, götürerek. * Hâmil olduğu halde.
Hamim
Sıcak ve kızgın su. * Yakın hısım, soy sop. * Samimi arkadaş.
Hamîme
(C.: Hamâyim) Her nesnenin iyisi.
Haminne
Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.
Hamîr
(Hımâr. C.) Eşekler. Hımarlar.
Hamîr(e)
Eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri.
Hamîre
Hamur içine katılan maya.
1026
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hamîr-gâr
f. Hamurcu, hamur yoğurucu.
Hamîr-i mâye
Mayanın hamuru.
Hamîs
Beşinci. Hamis günü. Perşembe günü.
Hamiş
Mektubun altına sonradan yazılan sözler. Hâşiye.
Hamit (hâmit)
Yanmış ve pörsümüş süt.
Hamit
Şiddetli, sağlam. * Üzerinde kıl olmıyan yağ tulumu.
Hamiye
Tırnak kenarı. * Kızmış, kızgın.
hamiyet
din ve millet gibi önemli değerleri koruma ve bunlara hizmet etme duygusu.
Hamiyet
Gayret. * Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma. * İstinkâf etmek. * Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede kardeşlerini muhafaza ve müdafaa etmek gayreti.
hamiyetfurûş
hamiyetlilik taslayan.
Hamiyet-füruş
f. Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan.
Hamiyet-i câhiliye
f. Câhillikten gelen ırkçılık gibi bâtıl inanışları koruma gayreti. * Cenab-ı Hakk'ın ve Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) nehyettiği ve hak dine uymayan eski ve kötü inançları muhafaza gayreti.
Hamiyet-kâr
f. Hamiyetli. Haysiyet ve şeref sahibi.
hamiyetkâr
hamiyetli.
Hamiyet-mend
(C.: Hamiyyet-mendân) f. Hamiyetli.
Hamiyet-mendâne
f. Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
Hamiyet-mendî
f. Hamiyetlilik, hamiyetli oluş.
1027
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hamiyetperver
hamiyetsever.
Hamka
Ahmak ve budala kadın.
Hamke
(C.: Humuk) Bit.
haml
yük, yüklenme, yükleme.
Haml
Yük. * Sırtına yük alıp getirmek. * Kadının karnındaki çocuk. * İsnad. Yüklenme.
Hamle
Hücum etme. Atılış, saldırış. Savlet.
hamle
yüklenme, saldırma.
Hamlec
Bükmek.
hamletme
yükleme.
Hamletmek
Yüklemek, zannetmek.
Hamm
Kuyuyu temizlemek. * Evi süpürmek. * Etin kokması.
Hammadun
Çok hamdedenler. Çok çok şükür ve duâ edenler.
Hammal
(Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam. * Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.
Hammaliyye
Hamal ücreti.
Hammam
Banyo, hamam.
Hammamî
Hamam idare eden adam veya kadın. Hamamcı.
Hammamiyye
Edb: Divan Edebiyatında giriş kısmı hamam eğlencesi tasvirine tahsis olunan kaside.
Hammar
(Hamr. den) Şarap yapan veya satan kimse. Meyhaneci, şarapcı. * Tas: Mc: Mürşid, şeyh, kılavuz.
Hamme
(C.: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu. * Kuyruk yağının kıkırdağı. * Kızdırmak mânasına mastar da olur.
Hammurabi
(Bak: Nemrud)
Hamnane
Kene.
1028
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hamr
şarap.
Hamr
Yüzmek.
Hamra
(Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk. * Şiddet ve meşakkatli geçen yıl. * Şiddetle olan ölüm. * Arap olmayan cinsten. * Yüzü kızarmış kadın.
hamrâ
kırmızı.
Hams(e)
Açlık. * Yaradaki şişin inmesi.
Hamse
Beş (sayısı).
hamse
beş.
Hamse-i âl-i abâ
(Bak: Âl-i Abâ)
Hamsenüvıs
f. Hamseci, hamse yazan. Mesnevi tarzıyla beş kitabdan ibâret bir takım yazan kimse.
Hamsîn
Elli. * Erbaîn denen kırk günlük kara kıştan sonra gelen elli günlük kış.
Hamsun
Elli sayısı.
Hamş
Kaşımak. * Tırmalamak.
Hamşek
Mestin üstüne vurulan parça.
Hamşüde
f. Bükülmüş, eğrilmiş.
Hamt
Şiddetli ve zahmetli olmak. * Çürümek. * Mütegayyer olmak, değişmek.
Hamta
Üzüm çiçeğinin kokusu.
Hamtar
Dolu kırba. * Yay kirişi.
Hamul
(Haml. den) Sabırlı, metanetli, tahammüllü, dayanıklı kimse.
Hamulane
f. Tahammüllü kimseye yakışır şekilde.
Hamule
f. Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.
hamûle
yük.
Hamulî
Tahammüllülük, sabırlılık, dayanıklılık.
1029
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hamum
İç yağı.
Hamun
f. Bozkır. Büyük sahra, düz ova.
Hamus
Sâkin olmak, susmak.
Hamuş
Sivrisinek.
hamûş
susmuş.
Hamuşan
Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir. * Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.
Hamuşane
f. Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde.
Hamuşî
f. Susma, sükut etme. Sessizlik, sükunet.
Hamvî
Sıcaklık.
Hamyaze
f. Esnek, elâstik, esneme. * Kötü hareket, fenâ iş.
Hamye
İçine yağ ve zeytin konulan kap.
Hamz
Ekşilik. Kekrelik.
Hamza (r.a.)
Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid edildi.
Hamza
İstemek. Arzu etmek. * Ekşi olan her ota derler.
Hamze
Baklaya benzer bir bitki.
Han u man
(Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal.
han
eski zaman oteli.
Han
f. Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân : (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan.
Hana
Yaramaz ve boş sözler konuşmak.
1030
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hanacır
(Hancere. C.) Gırtlaklar, hançereler.
Hanadık
(Handek. C.) Hendekler. Bir mekânın etrafına kazılan geniş ve derin çukurlar.
Hanadır
Görme kabiliyeti kuvvetli olan.
Hanadis
(Hındıs. C.) Musibetler. * Karanlık geceler. * Şiddetli hâller.
Hanak
(C.: Hınâk) Hiddetlenme, kızma.
Hanan
Merhamet, şefkat, acıma.
Hanasîr
Helâk olmak.
Hanasire
Hıyânet ehli, hâinler.
Hanat
(Hân. C.) Dükkânlar, meyhaneler.
Hanazîr
(Hınzır. C.) Hınzırlar, domuzlar.
Hanbelî
bir mezhep, bu mezhepten olan kimse.
Hancer
Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.
Hancer-i bürran
Keskin hançer.
Hançere
Gırtlak, boğaz.
hançere
gırtlak.
Hançer-i halide
Saplanmış hançer.
Handa hand
f. Devamlı gülme, sürekli olarak gülme. * Devamlı gülen, sürekli gülen.
Handan
f. Gülen, gülücü, mesrur.
handân
gülen.
Handan-ru(y)
f. Güler yüzlü, güleç, mütebessim.
Hande
f. Gülme, gülüş.
hande
gülüş.
1031
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Handebahşa
f. Güldürücü, tebessüm ettirici.
Handebar
f. Güldüren, güldürücü.
Handeferma
f. Güldürücü, güldüren.
Handefeşan
f. Gülümsemeler dağıtan, gülmeler saçan.
Handehariş
f. Bir kimseye alay tarzında gülme.
Hande-i âftâb
Güneşin gülmesi. Güneşin doğması.
Hande-i gül
Gülün açması.
Handek gazvesi
Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah Efendimiz Selman-ı Fârisî'nin (R.A.) reyiyle Medine'nin etrafına hendek kazılmasını emretti. Bu münasebetle Gazve-i Handek denmekle meşhur oldu. Muharebe bir ay kadar devam edip, nihayet Yahudilerle Kureyş arasına nifak düşmüş ve kâfirler şiddetli bir fırtınaya tutulup perişan bir halde dönmüşlerdir.
Handek
Kale ve tarla gibi yerlerin etrafına kazılan geniş ve derin çukur. Hendek.
Handekâr
f. Gülen, tebessüm eden, gülücü.
Handekünan
f. Gülerek, güle güle.
Handemeşhun
f. Devamlı gülen. Çok gülen.
Handemu'tad
f. Devamlı gülmeye alışmış olan, her zaman gülme alışkanlığı olan.
Handen
f. Okumak.
Handenüma
f. Gülen.
Handeris
Eski şarap.
1032
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Handeriz
f. Gülüp duran, devamlı gülen.
Handeruy
f. Mütebessim, güler yüzlü.
Handezen
f. Gülen.
Handistan
f. Şaka, lâtife.
Hane ber-duş
Evi omuzunda. Avare. Serseri.
Hane
"f. Ev, mesken, beyt. * Mat: Basamak, bölüm, göz. * Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir ""ek"" tir. ""Hasta-hane, eczahane, yazı-hane, kıraat-hane"" gibi."
Haneberendaz
(Hâne ber-endaz) f. Ev yıkıcı.
Hanedan
f. Soyca dindar ve asil âile. * Peygamber (A.S.M.) sülâlesi.
Hanef
İstikamet, doğruluk. * Ayak eğriliği. * Eğrilik, udûl.
Hanefî
bir mezhep, bu mezhepten olan kimse.
Hane-füruş
f. Ev komisyoncusu, ev tellâlı.
Hane-gî
f. Evcil, evde beslenen. Evde bulunanlardan, evdekilerden.
Hane-gir
f. Bir yeri mekân sayan kimse.
Hane-harab
f. Câhil, bilgisiz. * Evi yıkılmış, evsiz barksız kalmış. * Hâli perişan olmuş kimse. * Mc: Müflis, züğürt, sefil.
Hane-huda
f. Ev sahibi, sahib-ül beyt.
Hane-i avarız
Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre tanzim edilirdi. Bu usul Tanzimat-ı Hayriyeye kadar devam etmiştir. (O.T.D.S.)
Hane-i âyine
Her yanı birbirinin aynı olan oda, salon veya köşk.
Hane-i devvar
Dâim dönen, devreden hane. * Mc: Yıldız.
1033
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hane-i ferda
Ahiret.
Hane-i huda
Beytullah, Kâbe.
Hanek
Ağzın tavanı, damak.
Hane-küş
f. Mirasyedi, sefih.
Hanen
şevk. * Nefsin cima arzusu.
Hanes
Burnun uç tarafının biraz yüksek olup geri kısmının basık olması. * Sığır burnu.
Hane-suz
f. Ev yakıcı. * Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse.
Haneş
(C.: Ahnâş) Avlanan haşere veya kuş. * Yılan.
Hanev
Eğmek. * Davar kösnemesi.
Hanez
Mütegayyer olmak, değişmek. * Kokmak.
Hane-zad
f. Efendisinin evinde dünyaya gelmiş olan köle veya cariye çocuğu.
Hanfec
şişman, etli kişi.
Hanfes
(C.: Hanâfis) Yellengen böceği. * Pislik yuvarlayan böcek.
Hangah
f. Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.
hangâh
tekke.
Hangar
Fr. Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. * Uçakları barındırmaya mahsus garaj.
Hanhana
Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık.
Hanık
Boğmak.
Hanım sultan
"Tar: Osmanlı hanedanında ""sultan"" nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan."
Hani'
Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.
1034
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hanif
Gururlu, mağrur, kibirli. * Dargın, küskün.
hanîf
islâmdan önce eski dinlerin kalıntılarıyla kulluk eden kimse.
Hanife
Bir kabile ismi.
Hanifen müslimen
Müslim ve hanif olarak.
hanîn
arzudan gelen inleme, sızlanma.
Hanîn
Burun içinden ağlamak. * Burun içinden gülmek.
Hanin
Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış. Sızlanmak. * Şevk ve arzu.
Hanin-i hazin
Acıklı sızlanma.
Hanin-ül ciz'
"Kuru direğin inleyip ağlayışı. Hurma kütüğünün inlemesi.(Mescid-i Şerifte hurma ağacından olan kuru direk (Resul-ü Ekrem (A.S.M.) hutbe okurken, ona dayanıyordu) sonra minber-i şerif yapıldığı vakit Resul-ü Ekrem (A.S.M.) minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enin edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu, teselli verdi, sonra durdu. Şu mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) pek çok tariklerle tevatür derecesinde nakledilmiştir. M.)"
Hanîre
(C.: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum. * Kadınların yün ve pamuk attıkları yay. * Kirişi olmayan yay.
Hanis
İki kat olmuş kimse.HANÎS : Zayıflık, gevşeklik.
Hanîs
Kebap olmuş nesne.
hanîs
yemini bozan.
Haniye
Şarap. * Erkeği öldükten sonra evlenmeyip, çocuğuna bakan kadın.
Hank
(Hınk) Boğmak. Boğazını sıkıp öldürmek. Boğazı sıkılıp boğulmak.
Hankah
(Bak: Hangâh)
hankâh
tekke.
1035
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hankan
Boğmak suretiyle, boğarak.
Hann
Yalvarmak. * İnlemek. * Esirgemek.
Hannak
Boğan, boğucu.
Hannân
" ""çok acıyan, pek acıyıcı"" mânâsında ilâhî isim."
Hannan
Rahmetlerin en lâtif cilvesini gösteren, Rahman ve Rahîm olan ve çok merhametli olan Allah (C.C.)
Hannas
(El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan. (Bak: Hunnes)
hannâs
şeytan.
Hannasî
Şeytanla alâkalı.
Hansa
Sırtlan.
Han-salar
f. Kilerci, sofracıbaşı.
Hansir
(C.: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız. * Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.
Hanşefir
Bela, zahmet.
Hanşuş
Bakiyye, artan.
Hantal
Kaba, büyük ve ağır.
Hantem
(C.: Hanâtim) Kara bulut. * Desti. * İbrik. * Topraktan yapılan kap.
hanumân
ev, ocak.
Hanun
Gümleyerek esen rüzgâr.
Hanut
(C.: Havânit) Meyhane, içki içilen yer. * Dükkân.
Hanve
Güzel kokulu bir ot.
Hanya'
Beli bükülmüş kadın.
Hanz
Kebap yapmak.
1036
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hanzal(e)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.
hanzale
meyvesi acı bir bitki.
Hapis
(Bak: Habs)
haps
hapis.
har
diken.
Har'
Yarmak.
Har
Yıkılmış, hedmolmuş.
Hara
Deve kuşu yumurtasının yeri. * Ev ortası.
Hara'
Süstlük, zayıflık.
harâb
harap, yıkık.
Harab
Viran. Issız. Yıkık. Perişan.
Harab-abad
f. Harabiyetle dolu olan yer. Tam harabe.
Harabat
Harabeler. Viraneler. Meyhâneler.
Harabe
Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler.
Har'abe
İnce kemikli, genç ve güzel kadın. * Uzun. * Yeşil üzüm çubuğu.
harâbe
yıkıntı.
harâbegâh
yıkıntı yeri.
Harabenişin
f. Viranelerde, harabelerde oturan.
Harabezar
f. Viranelik. Yıkıntı yeri.
harâbezâr
yıkılmış yer.
Harabiyet
(Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde
harâbiyet
haraplık.
harac
müslüman olmayanlardan alınan vergi.
1037
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Harac
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.
Harac-güzar
f. Haraç verici.
Harac-ı mukasseme
Arazinin hâsılatından yerin tahammülüne göre alınacak bir vergidir. bu harac, hâsılata taallûk eder. Bir sene içinde hâsılat tekerrür ederse bu harac da tekerrür der. Fakat mahsulât mevcud olmayınca bu vergi de alınmazdı.
Harac-ı muvazzaf
"Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna ""harac-ı vazife"" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sahibi kasden muattal bırakacak olsa, vergisini yine vermek mecburiyetindedir. (O.T. D.S.)"
Harafe
Aklın bozulması. Delilik.
Harafet
Hararetiyle dili yakan tad.
Harahir
(Harhara. C.) Tıb: Akciğerden gelen hırıltılar. * Uykuda iken horlamalar.
Haraib
(Harîbe. C.) Bir kimsenin geçineceği şeyler.
Haraid
(Harîde. C.) Kızlar, bâkireler. * Delinmemiş inciler.
Haraif
(Harife. C.) Ev için yapılan güz hazırlıkları.
Harait
Haritalar.
Harak
Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak.
harâm
dince yasak edilmiş şey.
1038
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Haram
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey.
harâmî
haydut, yolkesen.
Harami
Katı-üt tarik, yol kesen. Haydut.
Haramilik
"Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az olduğu takdirde ""çete"" ismini alırlardı. Büyük akınlarda olduğu gibi haramilik suretiyle yapılan akınlarda da alınan esirlerden ""pencik"" denilen beştebir vergi alındığı halde, çeteden bu vergi alınmazdı."
harâmiyet
haramlık, yasaklık.
Haram-zade
Gayr-ı meşru münasebetten doğmuş çocuk. Piç.
harârât
hararetler, sıcaklıklar.
harâret
sıcaklık, ısı.
Hararet
Sıcaklık.
Hararet-bin
f. Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet.
Hararet-i garîziye
Vücudun normal harareti.
Hararet-i gariziyyenin iltihabı zamanı
İnsanda şehvanî ve nefsanî hislerin galeyanda
olduğu devresi. Hararet-i hevâ
Havanın harareti. Havanın sıcaklığı.
Haras
f. Dilsizlik, dilsiz olma.
Harâs
f. Hayvanla döndürülen değirmen.
Haraset
Çift sürme. * Sürülen yer. Tarla. * Ekincilik, çiftçilik.
Harâs-ı harâb
Harap olmuş değirmen. * Mc: Dünya.
Haraş
f. Hayvan ile döndürülen değirmen.
1039
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Haraşif
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Harşef. C.) Balık pulları. Pul pul olan şeyler. * Yaprakları balık puluna benzeyen bitkiler.
Harat
Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur)
Haratîn-i hassa
Osmanlılar zamanında Topkapı Sarayı'ndaki bir sınıf san'atkârın adı idi. Bunlar demir ve ağaç eşyayı tesviye ederlerdi. Bugünkü tâbirle tornacı demekti. Bileziklerden çarklara ve silâh yivlerine kadar her çeşit şey yaparlardı. (O.T.D.S.)
Haraz
Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.
Harazet
Hastalığın uzaması, derdin müzminleşmesi.
Harb
İki veya daha çok devletin birbirleriyle siyasi alâkaları keserek silahlı kuvvetlerle çarpışmaları, vuruşmaları.
harb
savaş.
Harba'
Kulağı delik koyun.
Harbak
Yarmak. * Kat'etmek, kesmek. * İfsad etmek, bozmak. * Deva, ilâç.
Har-ban
f. Eşekçi.
Harbat
f. Ahmak, bön, ebleh. * İri yapılı kaz. * Kalıp ve kıyafeti yerinde olduğu halde ahmak olan kimse.
Harbcu
Kavga çıkarmaya istekli olan, savaş arzu eden.
Harbe
"Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden ""Köylü"" adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus demirden yapılmış âlete de ""tüfek harbisi"" adı verilirdi. (O.T.D.S.)"
Harbele
f. Kuyulardan su çekmeğe mahsus dolap. Bostan dolabı.
Harben
Savaşarak, harbederek, döğüşerek. Muharebe etmek suretiyle.
1040
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Har-bende
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Seyis. Eşek ve katır gibi yük hayvanlarına bakan kimse. * Tar: Saray katırcıları.
Harbes
Bir ot cinsi.
Harbesisa
"""Şey"" mânasına kullanılan bir isimdir."
Harbeş
Fesâd vermek, ifsad etmek, bozmak.
Harb-gâh
f. Harp meydanı, savaş alanı, muharebe yeri.
Harb-gir
f. Harp yapan. Harpçi.
Harb-i umumî
Genel harp, umumî savaş. 1914 senesinde başlayan Birinci Cihan Harbi.
Harbî
Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman. * Harbe mensub ve müteallik. * Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.
harbî
düşman.
Harbiye nazırı
"Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette ""Milli Müdafaa Vekili"" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel ""Serasker"" adını taşıyordu. Harbiye Nazırı'nın başında bulunduğu daireye ""Harbiye Nezareti"" denilirdi. (O.T.D.S.)"
Harbiye
Harb işlerine ait. Harb okulunun adı. Harbiye mektebi.
harbiye
harble ilgili, askeri okul.
Harbüş
Yırtıcı bir kuş. * Alaca yılan.
Harbüz(e)
f. Karpuz, kavun.
Harbüze-füruş
f. Karpuz kavun satan adam.
Harbüze-i rubah
Ebucehil karpuzu.
Harbüze-zar
Karpuz kavun bostanı.
1041
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Harc
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde. * Vergi. * Çıkmak. * Yeni çıkan bulut. * Yemâme vilayetinde bir yer. * Ecir. * Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)
harc
gider, vergi.
Harca'
Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun.
Harce
(C.: Hurc-Haracât) Deve sürüsü. * Sık bitmiş ağaç.
Harcef
Soğuk rüzgâr.
Harc-ı âlem
Herkese elverişli, her keseye münasib.
Harc-ı rah
Yol harcı, yol parası. Yol masrafı, yol için verilen para.
Hardal
Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.
hardal
tohumları küçük bir bitki.
hardale
hardal tanesi.
Hardale
Hardal tanesi. * Nesneyi ufak edip kesmek.
Hardan
Kızgın, hiddetli, gadaplı. * Kast ve men'edici, engel olan.
Hare
f. Kaya, sert taş. * Bir cins dalgalı kumaş.
Harec
Darlık, zorluk, sıkıntı. * Dar yer, sık ağaçlı yer. * Günâh.
harec
zorluk, sıkıntı.
Hared
Hışım etmek. * Menetmek, engel olmak.
Harekât
(Hareket. C.) Hareketler.
harekât
hareketler.
Harekât-ı harbiye
Harp harekâtı.
Harekât-ı müştereke
Müşterek hareketler, beraber davranışlar.
1042
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hareke
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Arapça harflerin u, e, i şeklinde okunacağını gösteren işaretler. (Zamme ""ötre"" fetha ""üstün"" kesre ""esre"" (gibi) * Hareket lafzının Arapça terkibde aldığı şekil."
hareke
Kurân harflerinin okunuşunu belirleyen işaretler.
hareket
kımıldanma, davranma.
Hareket
Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.
Hareket-i arz
Zelzele, deprem, yer sarsıntısı.
Hareket-i dâhil
Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.
Hareket-i mer'iyye
Gerçekte olmadığı halde, var imiş gibi görünen hareket.
Hareket-i mihveriye
Mihver, eksen etrafındaki muntazam hareket.(Şems, hareket-i mihveriyesi ile silkinse, meyveleri düşmez, silkinmezse yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır. M.)
Hareket-i müstakime
Fiz: Doğru bir çizgi üzerinde olan hareket.
Harem
"Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda. (Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de""selâmlık"" denir.)(Tesettür kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü, kadınlar hilkaten zaife ve nâzik olduklarından kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan; kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak için fıtrî bir meyli var. L.)"
harem
herkesin giremeyeceği yer, aile, eş.
1043
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Haremeyn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İki mukaddes harem. Müşrik ve kâfirlere yasak olan mukaddes Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere.
Haremeyn-i şerifeyn
Mekke'deki Kâbe ile Medine'deki Ravza-i Mutahhara.
Harem-i şerif
Kâfir ve müşriklerin girmesi yasak olan ve canlı mahlukun öldürülmesi men'edilen Mukaddes Kâbe ve civârı.
Haremişerîf
kâfirlerin giremeyeceği Kâbe ve civarı.
Harem-seray
"Sarayların kadınlara mahsus olan kısımları. Buna ""Harem-i Hümayun"" da denilir. * Câmi içi."
Hares
Dilsizlik, ebkemiyyet.
Hareşe
Sinek.
Har'et
Terslemek.
Harez
(C.: Ehrâz) Çocukların oynadıkları ceviz.
Hareze
(C.: Harez-Harezât) Boncuk.
Harf be harf
Aynen, aslı gibi, olduğu gibi.
harf
alfabenin kendi başına bir mânâsı olmayan her işareti.
Harf
Yemiş toplama.
Harf-aşina
Harfleri birbirinden ayırdedebilen. * Mc: Sözden anlayan.
Harfece
Güzel gıda.
Harf-endaz
"Söz atan; dokunaklı, haysiyete ilişen söz söyleyen."
Harf-gir
f. Her işte ayıp ve noksan arayan.
Harf-i âb-dâr
Güzel ve mânidar söz.
Harf-i aslî
Gr: Arabça bir kelimenin kökünü teşkil eden harften olan. (Ekserisi üç harften ibaret olur.)
Harf-i atıf
Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Arabçada on şekilde harf-i atıf şunlardır: Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf ve rabtederler. Bu
1044
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
harflerden evvelkine: ma'tufun aleyh, sonrakine ise, ma'tuf denir. (Bak: Atf) Harf-i cerr
Gr: Kelimenin sonunu esre ile (i diye) okutan harf. Bunlar arabçada şu şekil altında toplanmıştır. (Vav-ı kasem), (Ta-yı kasem)
Harf-i illet
Gr: Elif, vav, ya harfleri.
Harf-i masdarî
Fiil mânasında olan bir kelimeyi, masdar mânâsına çeviren harf.
Harf-i medd
"Kendinden evvel gelen harflerin uzun sesli okunmasına vesile olan ""elif, vav, yâ"" harfleri."
Harf-i mezid
"Arabçada masdar olan kelimeye harf ilâvesi ile başka masdar yapılır. Bu ilâve edilen harflere ""Harf-i mezid"" denir. Meselâ: kelimesinde harf-i aslî üçtür. (mükâtebe) dendiği zaman, ""Müfâale masdarı şekline göre, mim ve elif harfleri, harf-i meziddendir"" denir."
Harf-i nâsıb
Muzari fiilinin sonunu üstün (e, a diye) okutan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe)
Harf-i nidâ'
Ya, ey, â gibi harflerle çağırılanın ismine eklenen harf. Ünlem.
Harf-i târif
Arabçada, elif lâm harflerinin ismin başına gelmesi hali. (Bak: Lâm-ı ta'rif)
Harf-i zâid
Gr: Kelimenin bazı tasrifinde düşen harf. Fazla, zâid harf. Te'kid için yazılan harf. Sonradan ilâve olan harf.
Harfî
Harfe âit. * Sahibi tanıtmak için olan. * Başkasının mânası için yazılan. (Bak: Mâna-yı harfî)
harfiye
harf gibi olan şeyler.
Harfiye
Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.
Harfiyen (harfiyyen)
Harfi harfine. Hiçbir değişiklik yapmadan.
1045
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hargâh
f. Otağ. Büyük çadır.
Hargar(e)
f. Hakaret eden, hakaret edici.
Hargele
f. Eşek sürüsü. * Terbiyesiz, görgüsüz ve azılı kimseler.
Harguş
Tavşan.
Harhar
f. Devamlı arzu, sürekli istek. * Gönül üzüntüsü, iç sıkıntısı. * Devamlı kaşıntı.
Harhara
Uykuda horlamak. * Kedinin mırıldayışı. * İki dere arasındaki düzlük.
Harhişe
f. Kavga, gürültü, patırtı.
Harık
Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş, od.
Harıs
Hırslı olan, haris.
Harısa
İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.
Har-i deştî
Yaban eşeği.
Harî
f. Hakirlik, horluk.
Harî'
Kimseden çekinmeyen, fâcire kadın. * Çok gülen, gülegen.
Harîb
Yağma olunmuş, soyulmuş, talan edilmiş.
Harib
Yıkan, harab eden. * Haydut.
Harîbe
(C.: Harâib) Bir kimsenin geçineceği şey.
Harîc
Dar, ensiz. * Kuşatılmış.
Haric
Günahkâr, günah işlemiş. Allahın emrini dinlememiş olan.
Harice temessül
Zihnî olan kelâmın hâricî âlemdeki kanunlara uygun şekilde tanzim edilişi.
Haricen
Dışardan, dıştan. Hariçten.
haricen
dışarıdan.
haricî
dışa ait, dış ile ilgili.
1046
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Haricî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit. * Zorba ve âsi olan. * Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden. * Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri. (Bak: Havaric Vak'ası)
Haricîler
islâm tarihindeki asi ve sapık topluluklardan biri.
hariciye
dışişleri.
Hariciyye
Hariçle alâkalı. Dış işleri. * Ameliyatla tedavi edilebilen hastalıklar. * Haricilik. (Bak: Havâric vak'ası)
Harid
Satın alma.
Harîd
Tek, ayrı.
Harid(e)
(C.: Harâid) Kız, evlenmemiş kız. * Delinmemiş inci.
Haridar
Satın alıcı, satın alan.
Haride
Satın alınmış.
Harif
(Hırfet. den) Meslekdaş, san'at arkadaşı. Teklifsiz dost. * Herif, âdi insan.
Harifane
f. Esnafça. Herkes kendi masrafını, hissesine düşeni vermek suretiyle, ortaklıkla yapılan.
Harife
(C.: Harâif) Ev için sonbahar hazırlığı.
Harifî
Sonbaharla alâkalı.
Harik
Omuz küreklerinin arası.
Harîk
Yangın, ateş.
Harîka
Acı, sızı. * Bulâmaç. Yulaf lâpası.
Harîk-ı kebir
Büyük yangın. * Büyük Cihan Harbi.
harikıyet
harikalık.
Harîk-zede
(C.: Harikzedegân) f. Yangından zarar görmüş kişi. Evi ve eşyaları yanmış kimse.
1047
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Harîm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi. * Şerik. * Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer. * Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas.
harîm
herkesin girmesi yasak yer, harem.
Harîme
Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı.
Harîm-i hâss
Büyük bir kimsenin kendi dairesi.
Harîm-i ismet
Namus ocağı, mukaddes ocak. Kudsi âile yuvası.
Harir
İpek. İpekten yapılmış. * Harâretli. Sıcak.
Harîr
Su akarken çağlamak. * Yel eserken fışıldamak. * Horuldamak.
Harirî
"(Kasım bin Ali) (Mi: 1054-1122) Irak'ta doğdu. İnhitat (çöküş) devrinin ediblerindendir. ""Makamat"" adlı eseriyle şöhret bulmuştur. Bediüzzaman-ı Hemedanî'nin Makamları misal alınarak yazılmış elli makameyi (nutukları) ihtiva eder."
Harîrî
Makamât adlı eseri yazan ünlü edibin ünvanı.
Haririye
Un ve süt ile yapılan bulamaç.
harîs
aşırı hırslı.
Harîs
Bir şeye fazlası ile düşkün. Hırslı.
Haris
Süngü demiri. * Soğuk olan şey.
Harîsa (hârisa)
Yağmuruyla yer yüzünü süpürüp gideren bulut. * Kan çıkmayan azıcık baş yarığı.
Harîsane
f. Hırslıcasına. Çok haris olarak. Hırslılara mahsus bir tavırla.
Harîset
(C.: Harâyis) Zayıf deve.
Harîs-i câh
Mevki, makam ve rütbe düşkünü.
Harîs-i şöhret
şöhret ve nam düşkünü.
Haristan
f. Çalılık, dikenlik.
1048
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Harîsun aleyküm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.
Harîş
Bir cins yılan.
Hariş
f. Kaşınma, kaşıma.
harita
bir yerin coğrafî durumunu bildiren çizgiler.
Harita
yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı. * Dağarcık, kulplu kese.
Hariye
Yavuz bir yılan.
Harîz
Mahfuz, hıfzolunmuş, saklanılmış.
Harizme
Azgın hayvanların ağzına ve ayının dudağının üstüne geçirilen demir halka.
Hark ve iltiyam
Yarmak ve yapıştırmak. Yırtılmak ve iyileşmek.
hark
yakma.
Hark
Yarma. Yırtma. * Su akacak yarık yer.
Harka'
Kulağı delik koyun. * Çeşitli yönlerden esen rüzgâr.
Harkafa
(C.: Harâkıf) Kalça kemiği. Uyluk kemiğinin baş tarafı.
Harkahe
Koyuncuların kara evi.
Harkeket
(C.: Harâkîk) Uyluk başı.
Hark-ı kebir
Büyük yangın. * Cihan Harbi. (daha ziyade ihrak olarak kullanılır)
Harkürre
f. Eşek yavrusu, sıpa.
Harm
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Davara yük vurmak. * İşinde çabuk çabuk olmak. * Udul etmek. * Kat'etmek.
Harmed
Kokusu ve rengi değişen. * Kara balçık.
Harmel
Üzerlik otu.
1049
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Har-meniş
f. Eşek huylu, eşek tabiatlı.
Harmeş
İfsad etmek, bozmak.
Harnub
Keçiboynuzu adı verilen bir cins yemiş.
Harp
(Bak: Harb)
Har-püşt
f. Diken sırtlı. * Mc: Kirpi.
Harpüşte
f. Balıksırtı şeklinde olan, harpuşta.
Harr
Hararet, sıcaklık. Sıcak.
Harr(e)
Hararetli. Kızgın. Çok sıcak. Yakıcı.
Harra
(Hurur) Yüksekten aşağı düşmek.
Harraka
Eskiden düşman gemilerini veya düşman şehirlerini ateşlemek için, yakıcı âletlerle donatılmış olan harp gemisi.
Harran
Susuz.
Harrare
Gürleyerek, çağlayarak akan su.
Harras
Yalancı.
Harrat
Doğramacı, çıkrıkçı. Tornacı.
Harraz
Terzi.
Harre
(C.: Hırâr-Hırârât-Harrun) Kara taşlı yer.
Harr-ı şedid
Şiddetli hararet, fazla sıcaklık.
Harrub
"""Keçiboynuzu"" adı verilen bir yemiş cinsi."
hars
sürme, koruma, ekme, kazanma.
Hars
Yarmak, yırtmak.
Harsa'
Dilsiz kadın. * Gürlemeyen bulut. * Belâ. (Müz: Ahrâs)
Harsek
Küçük cisim.
Hars-ı ırkî
Milli maarif, ırkî hars.
Harsinî
Tunç.
Harş
Avlamak. * Kaşımak.
1050
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Harşa
Bir cins ot.
Harşef
(C.: Harâşif) Kalkan balığı. * Balık pulu. * Enginar bitkisi.
Harşuf
Enginar bitkisi.
Hart
Katı katı ovmak. * Davarın yulaf yerken çıkardığı ses.
Hartavî
Tar: Sipahilerin yeniçeri keçesine mümasil olarak giydikleri toparlak keçe külâh.
Hartuc
f. Topa merminin ardından sürülen barut kesesi.
Haruf
Küçük kuzu, hamel. * Tâze et.
Harun
İlerleyeceği yerde duran veya geri giden hayvan.
Harunî
Hayvanın ilerlemeyip durması veya gerilemesi. Hayvanın huysuzluğu.
Harur
Yüksekten düşmek. * Akla gelmedik cihetten hücum etmek.
Harus
Sütü az olan kadın. * Evlenip hâmile olan kız.
Harut ve marut
Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen iki meleğin ismidir.
Harut
Mukaddes kimse. * İpini sahibi elinden çekip kaçan davar.
Harva
Büyük kumlu tepe. * Yüce, yüksek. * Bir dağın adı.
Har-var
f. Eşek yükü.
Hary
Noksan etmek, noksanlaştırmak, eksiltmek.
Harz
Dikmek.
Har-zar
f. Çalılık, dikenlik.
Harze
Yaban şalgamı.
Harzem (harezm)
Türkistan'da Aral gölünün güneyindeki delta ve çevresindeki ülke.
Has ahur
Tar: Hükümdarın hayvanlarına mahsus ahır.
Has lafızlar
Bir mânaya mahsus olan lafızdır. Hasan, Mehmed, insan, erkek lafızları gibi.
Has'
Reddetme. * Uzak olmak. Uzaklaştırmak.
Hasa'
Saman parçası. * Hurma kabı.
1051
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hasa
Toprak saçmak.
Hasab
Odun.
Hasad
Ekin biçmek. Ekin biçme mevsimi.
Hasadet
Hasedcilik, kıskançlık. Çekememezlik.
Hasafe
(C.: Hasif) Hurma yaprağından örülen kap. * Hurma yaprağı.
Hasafet
Rey sağlamlığı. Hükümde kuvvet ve olgunluk.
Hasail
(Haslet. C.) Hasletler. (Bak: Haslet)
Hasais
(Hasîse. C.) Kötü huylar, fena tabiatlar.
Hasak
Büyük bir kuşun adı. (Çin'de, Babil'de ve Türk vilâyetlerinde olur.)
Hasal
Ağacın, zeminde yanlara sarkmış uçları. * Bir işte ortaya konulan ödül.
Has'am
Yemen diyarında bir kabilenin adı.
Hasan
Peygamber Efendimizin büyük torunu.
Hasanet
Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması. * Kadının kendisini haramdan koruması.
Hasan-ı basri
(Hi: 21-110) En ileri Tâbiînden olup hadis ve fıkıhta büyük âlimlerdendir. Basra'da medfundur. Mezheb sahibi bir müçtehiddir. Sahabe-i Kiram'dan 130 zat ile görüşmüş, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn-i Mace kendisinden hadis nakletmişlerdir.
Hasar
(C.: Hasâret) Ziyan, zarar.
Hasarat
(Hasâret. C.) Ziyan ve zararlar. Hasaretler.
Hasar-dide
f. Zarara uğramış, hasar görmüş.
Hasaret
Cıvık ve sulu şeyin koyulaşıp katılaşması. * Dahâmet peyda etme, irileşme.
Hasas
Başta saçın az olması.
1052
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hasasa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Hasâs) Fakirlik. * Hali yaramaz olmak. * Küçük delik. * İki kişinin arasındaki açıklık.
Hasase(t)
Tamahkârlık. Cimrilik. Alçaklık. Hasislik.
Hasaset
İhtiyaç. Yoksulluk. Züğürtlük. * Rahne. * Kalbur ve elek gibi şeylerdeki küçük delik, gedik.
Hasb
(Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet. * Dolayı, cihetiyle, gereğince.
hasb
göre, dolayı, için, cihetiyle.
Hasba
"Hafif tahkir yerinde kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde ""haspa"" şeklinde kullanılır."
Hasba'
(C.: Hasubâ) Ufak taş.
Hasbe
"Re'y. Tedbir. (Aslı: Ecir ve sevab mânasına gelen ""hisbe"" dir)"
Hasb-el beşeriyye
İnsanlık hali olarak, insanlık dolayısıyla.
Hasbel hamiyye
(Hasb-el hamiyye) Hamiyet icabı, hamiyet için.
Hasbel icab
(Hasb-el icâb) Durum icabı olarak, hâl ve durum iktiza ettiği için, durum dolayısıyla.
Hasbel iktiza
(Hasb-el iktizâ) İktiza ettiği için, gerektiğinden dolayı.
Hasb-el kader
(Bak: HASBEL KADER)
Hasbel kader
(Hasb-el kader) Kader cihetiyle.
Hasb-el lüzum
İcabettiği için.
Hasbel mevsim
(Hasb-el mevsim) Mevsime göre.
hasbelbeşeriyye
insanlık dolayısıyla.
hasbelkader
kaderden dolayı.
Hasbeten lillah
Allah rızası için. Allah yoluna. Karşılık istemeksizin.
hasbetenlillah
Allah için.
1053
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hasb-i hal
Halleşme. Görüşüp konuşma.
Hasbî
"Karşılıksız. Allah rızası için. (Hakiki mürşid âlim, koyun olur; kuş olmaz. Hasbî verir ilmini. Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü. Kuş veriyor ferhine lüâb-âlud kayyını. S.)"
hasbî
karşılık beklemeyen.
hasbihâl
görüşüp konuşma.
hasbiye
" ""hasbünallahü ve nîmel vekil"" sözü."
Hasbiye
âyetinin kısaca ismidir.
hasbünâ
bize yeter.
Hasbüna
Bize yeter. Bize kâfidir (meâlinde).
Hasda'
Yaprağı çok olan ağaç.
Haseb
(Bak: Hasb)
haseb
dolayı, sebebi, gereği.
Hasebe
Hurması çok olan hurma ağacı.
Hased
"Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak.(Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevi hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattır. Faidesi az; zahmeti çoktur. Eğer, uhrevi meziyetler ise; zâten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksızlık eder zulmeder.Hem ona gelen musibetlerden memnun ve ni'metlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlâhiyeye onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Adeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz
1054
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ediyor. Kaderi tenkid eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır. M.)" hased
haset, kıskançlık.
Hasede
(Hâsid. C.) Kıskananlar, hased edenler, çekememezlik edenler.
Hasek
Kin, adavet, hased. * Savaş âletlerinden, üç köşeli diken şeklinde bir silâh.
Haseke
"(C.: Husek) Kin tutmak, adavet etmek. * Demir dikeni denilen üç köşeli diken. * Demirden yapılan üç köşeli ""bıtırak"" denilen harp âletleri."
Haseki
Tar: Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim.
Hasele
Tıb: Karnın göbek ile kasık arasındaki kısmı.
Hasem
Burnun yassı ve geniş olması.
hasen
güzel, güzellik.
Hasen
Güzel. Hüsünlü. Güzellik. * Güzel olmak.
hasenât Hasenat
güzel şeyler. "Güzellikler. İyi ameller. İyilikler. (Hasenât da ya kalb ile olur veya kalb ve beden ile olur; veyahut mal ile olur. A'mâl-i kalbinin şemsi imândır. A'mal-i bedeniyenin fihristesi namazdır. A'mâl-i mâliyenin kutbu zekâttır. İ.İ.)"
hasene
güzel şey, sevap.
Hasene
İyilik. Güzellik. Hayırlı amel. Allah rızasına çok uygun iş. * Eski altun paralardan biri.
Hasen-ül hulk
Huyu ve tabiatı güzel.
Hasen-üs savt
Güzel sesli.
Haser
Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması.
hasf
ay tutulması.
1055
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hasf
Ay tutulması. * Işığı sönmek.
Hasfolmak
Parlaklığı gitmek.
Hashas
Zâhir olma, açık ve âşikâr olma, görünme.
Hashasa
"Açık ve âşikâr olma. * Bir şeyi diğer bir şey içinde ""iyice birleşmesi için"" karıştırıp sallama."
Hashase
Anlaşılmayan ses. * Hınzır avazı.
Hasib
Hesab eden, hesab edici.
Hasis
Gizli ses. Ateş gürültüsü. * Fitil.
Hasis(e)
(Hisset. den) Kötü huy, fena tabiat. * Ufak, değersiz. * Tamahkâr, cimri.
Hasisa
Bir şeye mahsus hal. Kendine mahsus olup başkasında bulunmayan keyfiyet, karakter.
Hasiyy
Hayası çıkarılmış, hadım edilmiş, burulmuş (insan veya hayvan).
Hasiyyet
(Hassiyet) Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet.
Hasl
Zayıflık.
Hasle
Göbekle kasık arası.
haslet
huy, nitelik.
Haslet
Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.
Haslet-i cemile
Güzel ve iyi huy.
Haslet-i hamide
Medih ve senâ edilmeğe, övülmeğe lâyık olan güzel ahlâk ve haslet.
Haslet-i hamrâ
Hamiyet, gayret veya mahcubiyetten gelen ve yüz kızarması suretinde görünen güzel haslet.
Hasm
(Hasım) Muhâlif. Karşı taraf. Düşman.(Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder, zâhiren mağlub bile olsa,
1056
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen nedâmet eder, sana dost olur. M.) hasm
düşman, muhalif.
hasmâne
düşmanca.
Hasmane
f. Düşmancasına. Düşman gibi. Hasma mahsus halde.
Hasme
Kırmızı meşe.
Hasmen
Bir mes'eleyi kesin bir karar ile halledip bitirmek suretiyle.
Hasm-ı bîaman
Amansız düşman. Merhamet bilmeyen düşman.
Hasm-ı ca'lî
Huk: Hakikatta hasım olmadığı halde, hasım imiş gibi hâkim önünde husumeti kabul eden kimse.
Hasm-ı da'vâ
Dâvânın halledilmesi.
Hasm-ı ekber
En büyük düşman olan şeytan.
Hasm-ı eledd
İnatçı düşman, muannid hasım.
Hasm-ı mütevarî
Huk: Mahkemeye gelmekten ve vekil göndermekten çekinen kimse.
Hasmî
Düşmanlık, husumet, adavet.
Hasnâ
Çok fazlasıyla kendini haramdan saklayan kadın. Çok iffetli, çok nâmuslu kadın.
hasnâ
güzel kadın.
Hasna
Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.
Hasnâ-yı hüsnâ
Hem güzel ve hem de namuslu olan kadın.
Haspuş
f. Hilekâr, hileci, iki yüzlü, mürai.
Haspuşî
Hile, riyâ.
Hasr
Göz kapağında sivilce çıkmak.
hasr
yalnız biri için ayırma.
Hasreme
Üst dudağın alt dudak üzerine taşması.
hasret
özleyiş.
1057
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hasret
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Özleyiş. İç çekme. Bir şeyi çok isteyip, arzulayıp ona kavuşamamaktan gelen üzüntü. (Bak: Husr)
Hasret-fiken
f. Hasret düşüren, hasret döken.
Hasret-keş
f. Özlemiş, özleyen, hasret çeken.
Hasret-keşane
f. Hasret çekene yakışır surette. Özleyenler gibi.
Hasretmek
Kısaltmak. Sadece bir şeye mahsus kılmak. Bir şey için vakfetmek.
Hasret-name
Edb: Ayrılık münasebetiyle yazılan mektub. Hasreti belirten yazı, hasret mektubu.
Hasret-zede
(C.: Hasret-zedegân) f. Hasrete düşmüş, hasrete uğramış.
Hasr-ı fikir
Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.
Hasr-ı iştigal
Bütün çalışmaları bir şeye hasretme.
Hasr-ı nazar
Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek. * Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.
Hasr-ı örfî
Herkesçe bilinen belli bir şey. Böyle meşhur bir şeye mahsus olmak.
Hass
Alçak, bayağı, âdi. * Marul.
Hassa
Fil gözü.
Hassa'
Hayırsız kadın.
hassa
özellik, duygu.
Hassad
Orakçı, ekin biçen.
Hassa-i farika
Ayırıcı özellik. Vasf-ı fârık. Bir şeyi diğerinden ayıran hususiyet.
Hassas bölgeler
t. Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu
1058
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsleri.3) Darbe karargahları.4) Özel cephane depoları.5) Uçaksavar birlikleri.6) Radar mevzileri'dir. hassâs
duyarlı.
Hassas
Duygulu, içli. * Alıngan. Çok ve çabuk hisseden. Hissi galib olan kimse.
Hassasane
f. Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette.
hassâse
duyma melekesi.
Hassase
Hissedici kuvve. Hisseden, duyan.
hassâsiyet
duyarlılık.
Hassasiyet
Hassaslık. Duygulu olmak. İhtimamlılık. Dikkatlilik.
hasse
duyu, duygu.
Hasseten
Hususi olarak, özellikle. Yalnız, ayrıca.
Hassiyet
(Bak: Hâsiyyet)
Haste
f. Uzanmış. * Ayağa kalkmış.
Haste-gân
(Haste. C.) f. Hastalar, rahatsızlar, marizlar.
Haste-gî
f. Rahatsızlık, hastalık, maraz, illet.
Hasub
Kirişini atan yay.
ırak
uzak.
ırâka
akıtma.
ırk
kök, soy.
ırz
namus, iffet.
ırza
razı etme.
ıskat
düşürme.
ıslâh
iyileştirme.
ıslâhât
iyileştirmeler.
ıslâhhâne
ıslahevi.
1059
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ısrar
ayak direme.
ıstıfâ
ayıklanma, saflaşma.
ıstılâh
bir kelimenin belli bir ilim dalında kazandığı anlam, terim.
ıstılâhât
ıstılahlar, terimler.
ıtlâk
sınırlandırmama, salıverme.
ıtnab
sözü uzatma.
ıtr
ıtır, güzel koku.
ıtriyyat
güzel kokular.
ıttılâ
bilgi, bilme.
ıttırad
düzenli gidiş.
ıyâdet
hastayı ziyaret edip hatırını sormak.
ıyâl
bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu kişiler.
ıyaz
sığınma.
ızdırabat
ızdıraplar, acılar, darlıklar, sıkıntılar.
ızrar
zarar verme.
ıztırâb
acı, darlık, sıkıntı.
ıztırâr
zorda kalma.
ıztırâren
zorda kalarak.
ıztırârî
mecburi.
İa'
Koyun sürmek, koyun gütmek.
İab
Kökünden koparmak.
İad
Korkutmak, tehdit etmek. Vaidde bulunmak.
İade
"Geri vermek. Eski haline getirme. * Mukabilini yapma. Karşılığını yapma. * Avdet ettirmek. * Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk kelimesi olarak kullanma sanatı. İade'li şiire ""muâd"" da denmektedir.Ey
1060
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vücud-u kâmilin esrar-ı hikmet masdarıMasdarı zatın olan eşyâ sıfatın mazharıMazharı her hikmetin sensin ki kilk-i kudretinSafha-i eflâke nakşetmiş hutut-ı ahteriAhteri mes'ud olan oldur ki tâb-ı pâkinin Kabil-i feyz ola nutkundan safâ-yı cevheriCevheri ma'yub olan nâkıs benim kim muttasılSadedir hattın hayalinden zamirim defteriDefter-i a'malimin hattı hatadandır siyâhKan döker çeşmim hayâl ettikçe hevl-i mahşeriMahşeri eşkim verir seylâba ger ruz-i cezaOlmasa makbul-i dergâhın sirişkin gevheri Gevheridir ışık bahrinin Fuzulî ab-ı çeşmLiyk bir gevher ki Lütf-u Hak ânadır müşteri.Fuzulî gazelinde olduğu gibi." İade-i âfiyet
Hastalıktan sonra âfiyetin iadesi. İyileşme.
İade-i itibar
Ticarette iflâstan kurtulma. * Kaybedilen itibarı tekrar kazanma. Şerefini kurtarma.
İade-i mücrimîn
Suçluların kendi memleketlerine iade edilmesi.
İade-i ziyaret
Ziyarete gelenin ziyaretine gitmek.
İadeten
Geri vermek üzere.
İale
Çoluk çocuğun nafakasını te'min etme. Evlâd u iyâlin maişetini tedarik etme. * İyali çoğalmak, çoluk çocuğu artmak.
İanat
(İâne. C.) İaneler.
İane
Yardım. İmdat. Yardım için istenen, toplanan şey.
İane-i askeriye
"Tanzimattan sonra cizye yerine Hristiyan tebeadan alınan vergi. Bu vergi sonradan ""bedel-i askerî"" adını almış ve 1908 Temmuz inkılâbına kadar devam etmiştir."
İane-i cihadiye
"Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve
1061
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""tevzi defterleri""ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra kaldırılmıştır." İanet
(Avn. dan) Yardım.
İaneten
İane suretiyle, yardım olmak üzere.
İare
Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek.
İare-i mukayyede
Bir mülkün kayıd ve şartlarla birine ödünç olarak verilmesi.
İare-i mutlaka
Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi.
İareten
İare olarak. Emaneten.
İaşe
Geçindirmek. Beslemek. Yaşatmak. Diriltmek.
İaz
İşaret etmek.
İaza
(İvaz. dan) Bedel ve karşılık vermek. Bedel vermek.
İaze
Sığındırmak. Muhafaza etmek. İltica.
İba'
Çekinmek. Tiksinmek. * Kabul etmemek, bir işe razı olmamak. * Doymadan yemekten çekilmek.
İ'ba'
Hazırlık.
Îba'
Tiksindirmek, iğrenme.
İbabe
Yol, tarik.
İ'bad
Kul etmek, köle yapmak.
İbad
Tıb: Bacaklarda diz mafsalının iç kısmındaki büyük damar.
İb'ad
Uzaklaştırmak. Sürmek. Kovmak.
İbadat
(İbâdet. C.) İbâdetler.
İbade
Helâk etmek.
İbadet
"Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak. Yapılmasında sevab olup, ihlâsla yapılan herhangi bir amel. Şeriatta
1062
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bildirildiği gibi Allah'a kulluk etmek. Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye. (Bak: Târik-üs-salât)(... İbadet'in ruhu ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar. İ.İ.)(İbadetin mânası şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyyetin ve kudret-i Samedaniyyenin ve rahmet-i İlâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Yâni, rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarrâ olduğunu, tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin.Hem de rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za'fını ve mahlukatın aczini görmekle kudret-i Samedaniyyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu Ekber deyip huzu ile rükua gidip O'na iltica ve tevekkül etsin.Hem rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr ve ihtiyâcâtını sual ve dua lisaniyle izhar ve Rabbinin ihsan ve in'âmatını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillâh ile ilân etsin. Demek, namazın ef'âl ve akvâli, bu mânaları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlâhîden vaz'edilmişler. S.)" İbadetgâh
f. Kanunlarla tanınmış bir dine, bir mezhebe ait ibadetlerin icrasına tahsis olunan yerler. Mabet, ibadethane.
İbadethane
f. İbadetgâh. Allah'a ibadet edilen yer.
1063
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbadetkâr
f. İbadet yapan. İbadete düşkün.
İbadullah
Allah'ın kulları.
İbaet
Bir şeyi diğer bir şeye ircâ etme.
İbag
Helâk etmek.
İbah
İtibar etmek, ehemmiyet vermek. Hürmet etmek.
İbaha
(İbahe) Sevab veya günah olmamak. Bir şeyin yasak ve haram olmaktan çıkması. * İzin vermek. Mübah ve helâl kılmak. * Bir şeyi izhâr etmek.
İbahat
(İbâhe. C.) Mübahlar. Günah ve sevab olmayan işler.
İbahî
Herşeyi mübah sayan.
İbahiyye
Sevab veya günah olduğunu kabul etmeyen bâtıl ve dalâlete saparak dinden çıkan bir fırka veya bu fırkadan olan kimse.
İbahiyyun
İbaheciler. Her şeyi mübah sayan bâtıl bir zümre.
İbak
Bir esirin, bir köle veya câriyenin sebepsiz olarak, sahibini bırakıp kaçması.
İbale
Kuyu bileziği. * Hayvanları muhafaza etme. * Küçük çocuklara def-i hacet ettirme. * Devenin hallerini ve huylarını iyi bilmek.
İbane
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Ayırmak. * İzhar etmek, göstermek.
İbar
Eritilmiş kurşun. * (İbre. C.) İğneler, ibreler.
İbarat
(İbare. C.) İbareler. Bir ifadeyi meydana getiren kelime ve cümleler.
İbaratüna şettâ
Bizim ibarelerimiz çeşit çeşittir, muhteliftir, dağınıktır.
İbare
Bir fikri anlatan bir veya birkaç cümlelik yazı. Parağraf. * İbretli ders veren söz. (Bak: İbaret)
İbare-senc
f. Düzgün konuşan, akıcı söz söyleyen.
1064
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İbaret
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meydana gelmiş, toplanmış. Bir şeyden teşekkül etmiş. Bir şeyin aynı. Bir şeyin içindekini ve aslını beyan. Bir halden bir hale tecavüz eylemek. * Rüya tabir etmek.
İbas
Kurutmak.
İb'as
Yeniden yaratmak, göndermek. Hayat vermek.
İbase
Tedkik ve teftiş etme.
İbat
(İbt. den) Bohça, koltuğun altına alınan şey. Paket.
İbate ve iaşe
Barındırma ve besleme.
İbate
Bir yerde barındırma. Gece yatırma.
İbavet
Yabancı bir adamın bir çocuğa baba gibi olması, babalık yapması.
İbb
Zâyi ve telef etmek.
İbbân
Uygun zaman, vakit. Her şeyin mevsimi.
İbbân-ül fâkihe
Meyva mevsimi.
İbcal
Büyük saygı, tâzim ve tekrim. (Bu mânâlarda kullanılırsa da tebcil şeklinde kullanılması doğrudur.)
İbcam
Huzur ve rahatını bozma. Rahatsız etme.
İbda'
İzhar etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak. * Yaratmak. Nümunesiz şey yapmak.
İbdad
Uzaklaştırma, teb'id. * Bir şeyi uzatma.
İbda-ı san'at
Benzeri olmayan mükemmellikte san'at eseri. İbda' yapabilene mübdi', eserlerine bedi'a denir.
İbdal
Değiştirmek. Tebdil ve tahvil eylemek. Birinin yerine diğerini getirmek.
İbdan
Kısrak. * Câriye, kız veya kadın esir.
İbek
f. Put, sanem, haç.
İber
(İbret. C.) İbretler, ders alınacak şeyler.
1065
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbgaz
(Buğz. dan) Buğzetme, nefret etme, hoşlanmama, sevmeme.
İbha
Kesilme, inkıtâ'.
İbhac
Sevindirme, sürur ve sevinç verme.
İbhah
Sesini boğuk bir şekilde çıkarma.
İbhak
Gözünü çıkarma, kör etme.
İbhal
Kendi hâline bırakma, salıverme.
İbham
Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan. * Edb: Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı. * Baş parmak.
İbhamat
(İbham. C.) Mübhem şeyler, açıklanmayan mes'eleler, üstü kapalı sözler.
İbhamvarî
f. Belli etmeyerek, âşikâr surette tanıtmıyarak, gizli bir şekilde, mübhem olarak.
İbhar
(Bahr. dan) Deniz yolculuğu.
İbhirar
Gece yarısı olma.
İbibik
Çavuşkuşu, hüdhüd.
İbik
Horozun başındaki kırmızımsı bir renkte uzanmış et parçası.
İbil
(Bak: İbl)
İbiş
Hımbıl, salak. * Orta oyunu ve kukladaki şahıslardan biri.
İbka fermanı
Tâyinleri bir sene müddetle yapılan memurların vazifelerinde devam edeceklerine dâir gönderilen ferman.
İbka
Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip yerinde bırakmak. Yerinde devamlı etmek. * Tayinleri her sene, bir sene müddetle yapılan memurlardan bu müddet bitmeden evvel hizmetleri beğenilenlerin yeniden bir sene için yerlerinde kalmalarına müsaade edilmesi. * Mc: Sınıfta bırakmak.(... Madem her şey elimizden
1066
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek çaresi yok mu? deyip, düşünürken birden semavî sadâ-yı Kur'an işitiliyor... S.) İbkaen ta'yin
İşinden ayrılan bir memuru tekrar eski işine getirme.
İbkaen
İbka suretiyle.
İbkal
Yerde ot bitmesi. Ramis adı verilen otun yeşermesi.
İbkar
Fecirden kuşluğa kadar olan vakit. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
İbl
(İbil) Dişi deve. * Deve sürüsü.
İbla'
Yutturma, emdirme.
İblag
Bildirmek. Yetiştirmek. Haberdar etmek. Göndermek.
İblak
Alaca olmak. Kapı açmak.
İblan
İki sürü deve.
İblas
Mahzun olmak, ümitsiz olmak.
İblî
Deveci.
İblim
Anber. * Bal.
İblis
İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan. (Bak: Hannas, Şeytan)
İblisane
Şeytanca. İblisçesine, müfsidane.
İbn
Oğul.
İbne
Kız çocuğu. Veya teennüs eden oğlan.
İbn-i abbas
(Bak: Abdullah İbn-i Abbas)
İbn-i arz
Garip, gurbette bulunan.
İbn-i cerir-i taberî
(Bak: Taberî)
İbn-i cevzî
(Hi: 508-597) El-Muğni isimli Kur'an-ı Kerim tefsiri vardır. Hanbelî fıkhı ve tarihî bilgilerde muhakkik âlimlerdendir. Ebu-l Ferec İbn-i Cevzî diye de meşhurdur.
1067
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İbn-i dehaliz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hırsız.
İbn-i hacer-i askalanî (Hi: 773-852) Büyük hadis âlimidir. Şafiî mezhebinin meşhur fukahasından olup hadis üzerine çok eserleri vardır. İbn-i hurre
Dürüst, doğru ve namuslu insan.
İbn-i hümam
(Hi: 788-861) Hanefî fukahasından meşhur bir zattır. Şer'î ilimlerde, edebiyatta mütehassıs idi.
İbn-i ırs
(C: Benât-ı ırs) Gelincik dedikleri küçük hayvan.
İbn-i ishak
(Ebu Abdullah Muhammed) Medine'de büyümüştür. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) hayatına dair vak'aları derin bir alâka ile toplamağa başladı. Daha sonra Mısır'a, oradan da Irak'a gitti. Hi: 151 veya 152 tarihinde Bağdat'ta vefat etti. Siyere dair iki eser vücuda getirmiştir.1. Kitab-ül Mübtedâ ve Kısâs-ul Enbiya. 2. Kitab-ül Magazi.
İbn-i mes'ud
"Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes'ud da denir. (R.A.)şeref-i İslâm ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazvelere iştirak etmiştir. Dâimî surette huzur-u Risalette bulunduğundan Kur'an-ı Kerim'i herkesten iyi öğrendiği gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur'an-ı Kerim'i en evvel Mekke'de Kureyş'e duyuran, Makam-ı İbrahim'de ""Rahman"" Suresini açıktan okuyan, bu zâttır. Ashab-ı Kiramın büyük fakih ve müçtehidlerindendir. Bünyesi çok zayıftı. Resul-i Ekrem (A.S.M.) bir gün Ashab-ı Kirama hitaben: ""Siz İbn-i Mes'ud'un vücudca zayıf olduğuna bakmayınız. Mizanda hepinizden ağırdır."" buyurmuşlardır.Bir gün kendisine: Hangi ilim mu'teberdir diye sormuşlar. ""Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif ilmini çok severim"" cevabını vermiştir. Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) 840 hadis
1068
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rivayet etmiştir. Hicri 32 tarihinde 60 yaşını mütecaviz olduğu halde ebedî hayata kavuşmuştur." İbn-i mikraz
Sansar.
İbn-i ömer
(Bak: Abdullah İbn-i Ömer)
İbn-i rüşd
(Kadı Muhammed Bin Ahmed) (Hi: 514-595) Endülüs Devleti zamanında yetişen bir filozoftur. Kurtuba'da doğmuştur.(Kur'an vahiy olmakla beraber delâil-i akliye ile te'yid ve tahkim edilmiş. Evet kâmil ukalânın ittifakı buna şâhiddir. Başta ulema-i ilm-i Kelâmın allâmeleri ve İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi felsefenin dâhileri müttefikan esasat-ı Kur'aniyeyi usulleriyle, delilleriyle isbat etmişler. M.)
İbn-i sebil
Yolcu. Seyyah.
İbn-i sina
(Hi: 370-428) Buhara'lı olup zamanının en büyük âlimi, doktor ve filozofudur. Avrupa'da, Avicenna diye tanınmıştır.
İbn-i teymiye
(Hi: 661-728) Diğer adı Ahmed bin Abdülhalim Harranî'dir. Hanbelî fıkıh ve hadis âlimi olarak bilinir. Bazı mes'elelerde ifrata kaydığından cumhur-u ulemaca hüsn-ü kabul görmemiştir.
İbn-i uyeyne
(Hi: 107-198) Ebu Muhammed Süfyan bin Uyeyne, ikinci derecede tâbiinden olup aslen Kufeli olduğu hâlde Mekke-i Mükerreme'de kalmıştır. Hadisde, tefsirde ve bilhassa Hadis-i Şerifleri tefsir etmede derin âlim olup yedi bin Hadis-i Şerif nakletmişti. Zâhid, müttaki ve sâlih bir zât olup kuru arpa ekmeği ile beslendiği meşhurdur. (Rahmetullahi aleyh)
İbn-i üsbuayn
Çok güzel genç. * Ayın ondördü.
İbn-i vakt
Zamanın uyarına giden, vaktin icaplarına göre hareket eden kişi. Zamane adamı. * Mizaç ve tabiata göre söz söyleyen kimse.
İbn-i verdân
Hamam içinde olan kara çekirge.
1069
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbn-i zükâ
Sabah.
İbn-il cellâ
Meşhur kişi. Namlı ve şöhretli adam.
İbn-ül betûl
Hz. İsâ (A.S.). Hz. Meryem'in oğlu. (Bak: Betûl)
İbn-ül habbe
Ekmek.
İbn-ül mâ'
Su kuşu.
İbn-ül üns
Dost.
İbn-üs-sebil
Misâfir.
İbn-üz zaman
Zamanın çocuğu. Devrin adamı.
İbn-üz zinâ
Zinâ sonucu meydana gelen çocuk. Piç.
İbrâ
(Ber'. den) Temize çıkarmak. Borçtan kurtarmak. Sağlamlaştırmak.
İbrad
Güçsüzleştirme, âciz bırakma. * Soğutma.
İbrahim (a.s.)
Halilullah ve Halil-ür Rahman da denir. Peygamberlerden İshak ve İsmâil'in (A.S.) babasıdır. Yirmi sahifelik kitap kendisine nâzil olmuştur. Süryanice konuşurdu. Peygamberimizin de (A.S.V.) ceddi idi. Urfa'da doğduğu da rivayet edilir. Zamanın kralı Nemrud tarafından ateşe atılmak istendi, mu'cize olarak ateş onu yakmadı. En şiddetli zamanda dahi Allah'tan başka kimsenin dostluğunu kabul etmediğinden, sadece ondan meded beklediğinden kendisine Halilullah denilmiştir. Sonra Mısır'a ve Kenan iline gitti. Oğlu İsmail (A.S.) ile birlikte Kâbe-i Muazzama'yı yeniden inşa' ettiler. Kudüs'te medfun'dur.( $ Ayet-i Kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâb etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me'hazdır. İ.İ.)(Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın Nemrud'a karşı imate ve ihyâda Güneş'in tulu' ve gurubuna intikali, cüz'î imate ve ihyadan küllî imate ve ihyâya intikaldir ve bir terakkidir. O delilin en parlak ve en geniş
1070
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dairesini göstermektir. Yoksa bir kısım ehl-i tefsirin dedikleri gibi, hafî delili bırakıp, zâhir delile çıkmak değildir. M.) İbrahim bin edhem
Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır.
İbrahim desukî
Büyük âlim ve mutasavvıflardan olup büyük makam sâhibi bir zâtdır. Pek meşhur ve çok güzel sözleri ve mev'izaları vardır. 676 tarihinde 43 yaşında Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)
İbrahim hakkı
(K.S.) : Hi: 12. asırda yaşamış büyük âlim ve mutasavvıftır. Hasankale'li olup en son Tillo'da yaşamıştır. Marifetname isimli meşhur eseri vardır.
İbrahim
"İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen ""eb""; ve cumhur demek olan ""reham"" kelimelerinden meydana gelmiştir. ""Ebu-l cumhur"" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. Bu da İbranilerle Arapların yakınlıklarına delildir."
İbrahim-vari
f. İbrâhim (A.S.) gibi. Fani, gelip geçici şeylere kalbini bağlamamak sureti ile.
İbrâ-i âmm
Huk: Bir kimsenin zimmetini bütün haklardan, dâvâlardan temize çıkarmak.
İbrâ-i hâs
Huk: Bir kimsenin zimmetini belirli bir haktan, hususi bir dâvâdan veya bir kısım haklardan beri kılmaktır.
İbrâ-i ıskat
Huk: Bir kimsenin diğer bir kimsedeki hakkını, tamamen veya kısmen terketmesi.
1071
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbrâ-i istifa
Bir kimsenin, başka birisindeki hakkını aldığına dair ikrar etmesi.
İbrak
Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak. * Koyun kurban etmek. * Şimşek çakmak.
İbram
Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek. * Usandırmak, yıldırmak. * İpi sağlam bükmek. * Muhkem kılmak.
İbramat
(İbram. C.) Yalvarmalar, ısrar etmeler, rica etmeler, zorlamalar.
İbraname
Alacaklı kimse tarafından alacak ve verecek kalmadığına dair verilen kâğıt. İbrâ senedi.
İbrani
Eski Yahudi Sülâlesi veya o soydan olan.
İbrar
Yapılan yeminin doğru olduğu tasdik edilme.
İbraz
Göstermek. Meydana koymak.
İbraz-ı fazl u hüner
Hüner ve fazilet gösterme.
İbre
İnce iğne gibi âlet. * Saatlerde veya pusuladaki rakamlara işâret eden ince âlet. * Çam gibi ağaçların yaprağı.
İbre-i hayyat
Kendi işlerini bırakıp başkasının işlerini halledip düzeltmeye çalışan adam. * Terzi iğnesi.
İbret
Uyanıklığa sebeb olan ders. * Çok çirkin ve düşündürücü. * Tuhaf, acâyip.
İbretamiz
(İbret-âmiz) f. İbret öğreten. Ders verici hâdise.
İbretbahş
f. İbret veren, ibreti iktiza eden.
İbretbin
f. İbret almış, ders almış.
İbreten
İbret olmak üzere, intibah ve ibret vesilesi olmak için.
İbretfeşan
f. İbret dağıtan, çok mühim ders verici hâdise.
İbret-i âlem için
Bütün âleme ibret olsun diye. Herkese ibret olsun için.
İbretnüma
f. İbret gösteren. İbret veren.
İbretnümun
f. İbret olan, ders olan.
1072
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbrî
Yahudi, İbrani.
İbric
Yoğurdu yayıp ayran yapmağa yarayan âlet. Yayık.
İbrik
(C.: Ebârik) Topraktan, tenekeden, hattâ bakırdan, gümüşten, altundan yapılan emzikli su kabı. * Abdest almağa, çay, kahve v.s. yapmağa yarayan ayrı ayrı ve türlü türlü kaplar. * İyi ve parlak kılıç.
İbrikdar
Eskiden sarayda büyük devlet adamlarının konaklarında su döken ve leğen ibrik işlerine bakan kimse.
İbrin
Yüzü çok parlak ve güzel olan sevgili.
İbrinşak
Ağaçta çiçek açmak.
İbrişim
İpek ipliği, bükülmüş ipek. * İbrişimden yapılmış.
İbriye
Baş konağı.
İbriyy
İğne yapıcı veya satıcı.
İbriyyun
Yahudiler, İbraniler.
İbriz
Halis altun, saf altun.
İbs
Sevinmek, ferah.
İbsal
Bir şeyi sipariş etme. * Men etme.
İbsan
Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması.
İbsar
Dikkatle bakmak, tetkik etmek.
İbsas
Sırrı açıklama. * Yayma, dağıtma.
İbsi'rar
At yarışlarında koşuşma.
İbşar
(Büşr. den) (C.: İbşarât) Müjdeleme, tebşir etme, sevinçli bir haber bildirme.
İbşarat
(İbşâr. C.) Müjdelemeler, tebşir etmeler, sevinç verici haber bildirmeler.
İbşas
Bazı bitkilerin veya çiçeklerin birbirine sarılıp karışması.
İbta'
Gecikme, geciktirme. * Ağır hareket.
1073
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbtal
Battal etmek. Çürütmek. Hükümsüz bırakmak.
İbtale
Bâtıl ve boş şey.
İbtal-i hiss
Duygusunu battal etmek ve uyuşturmak.(Evet, şu elim elemi ve dehşetli mânevi azabı hissetmemek için ehl-i dalâlet, ibtâl-i his nev'inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman kabre yakın olduğu vakit birden hisseder. Çünki, Cenab-ı Hakka hakiki abd olmazsa kendi kendine mâlik zannedecek. S.)
İbtaliyyat
İşe yaramıyan, boş sözler.
İbtar
Şaşma, tuhafına gitme, hayrette kalma. * Alabileceği miktardan fazla yük yükletme.
İbtaş
Şiddetle tutma, kavrama.
İbtat
Kesmek. Kat'etmek.
İbtiar
Kuyu kazma.
İbtias
Gönderme, ba's etme.
İbtida
Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
İbtida'
Benzeri olmayan bir şey yaratmak. (Bak: İbdâ')
İbtidad
İki kişinin bir şeyi bir tarafından tutup kavraması.
İbtidaen
Önceden, ilk ve başlangıç olarak.
İbtida-i cülus
Hükümdarlığın başlangıcı. Tahta çıkışın ilk zamanları.
İbtida-i dâhil
Tar: Medreselerden orta tahsili verenler.
İbtidaî
"Başlangıca ait, en önce olarak. İlk, evvelâ. * Ham, işlenmemiş. * İlk tahsil veren okul. (Daha da evvel bunun yerine ""Sıbyan Mektebi"" tabiri kullanılırdı.)"
İbtidâiyyât
Başlangıçta olanlara öğretilen bilgiler. * Bu derslere ait kitaplar.
İbtidar
Bir işe sür'atle başlama.
1074
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbtida-şüdegan
f. Stajyer.
İbtiga
Maksad, gaye. Taleb, arzu, istek.
İbtiga-i te'vil
Te'vil maksadıyla. Te'vil ederek izahta bulunma.
İbtihac
Bolluk, bereket, mebzuliyet.
İbtihal
Halktan alâkayı keserek Allaha tazarru' ve niyazda bulunmak.
İbtihar
İki parça olma, ikiye bölünme.
İbtihas
Bir şeyin doğruluğunu öğrenmek için soruşturma, tetkik etme.
İbtika'
Bir şeyin renginin fıtri olarak değişikliğe uğraması.
İbtikar
Sabahleyin erkenden kalkma.
İbtilâ
Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik. * İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.
İbtila'
Zorlukla yutmak. * Gelini gerdeğe koymak.
İbtilac
Meydana çıkma, zuhur etme, görünme.
İbtilal
Islanmak.
İbtilâ-yi şedid
Şiddetli tiryakilik.
İbtilaz
Alma.
İbtina'
(Binâ. dan) Bir şeyin üzerine bina etme. Bir dava veya bahiste bir şeye istinad etme.
İbtinaen
İbtinâ ederek, mübteni olarak, dayanarak.
İbtira'
Ağaç yontma.
İbtirad
Duş yapma, soğuk su ile banyo yapma. * Serinlemek için soğuk su içme.
İbtisam
Tebessüm etmek. İnce ve hafif gülümsemek.
İbtisar
(Basar. dan) Kalb gözüyle görme. Basiret. * Görüp hakikatına varma.
İbtişak
Haysiyet ve nâmusa dokunma. * Yalan söyleme.
1075
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbtita'
Kesilme, inkıta'.
İbtitar
Tâbi olma, uyma, ittiba etme.
İbtiya'
Satın alma, mübâyaa etme.
İbtiyar
Seçip kabul etme. * Kavga yapma, dövüş etme. * Güçsüz, zaif ve kuvvetsiz olma.
İbtiyaz
Biriktirip yığma.
İbtiza'
Birşey meydanda ve açık olma.
İbtizal
Çokluğu sebebiyle bir nimetin kıymetini bilmeyip, hor kullanmak. * Devamlı şeklide bir şeyi kullanmak. * Edb: Herkesin bildiği bir sözü tekrar etmek. (Mümtâziyetin zıddıdır.)
İbtizar
Cebren ve zorla alma. Soygunculuk yapma.
İbtizaz
İhtiyacdan dolayı zillet ve hakaretlere tahammül etme.
İbyizaz
Beyazlama, ağarma.
İbza'
Bir kimseyi sıkıntı ve kedere boğma. Mahvetme.
İbzal
Esirgemeyip bol sarfetme, bol kullanma.
İbzaz
Yağlanma, şişmanlama, semirme.
İca'
(Veca. dan) Ağrıtma, veca verme.
İcaa
(Cu. dan) Yemek içmek için hiçbir şey vermiyerek aç bırakma.
İcab
"Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, ""Bu malımı sana şu kadar paraya sattım"" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne ""kabul"" denir. Şer'i ıstılahta buna ""icâb ve kabul"" denir."
îcâb
lüzum, gerek.
İ'cab
Şaşırtmak. Hayran etmek. Hayrete düşürmek. * Hodpesendlik. Kendini beğenmişlik.
îcâbât
gerekler, cevap vermeler.
1076
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İcabat
İcablar. Gerekenler. Lüzum edenler.
İcabe(t)
Kabul olmak. Kabul etmek. * Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat etme.
İcabe-i duâ
Duânın kabul olması. Duâya cevap verilmesi. Muvafakat edilmesi. (Bak: Dua)
İcabetgâh
f. Kabul etme yeri.
İcabî
Müsbet. İcaba âit, icaba dair. * Lâzım, gerekli, zarurete müteallik.
İcad
"Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek. (Bak: İbda')(şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: ""Hiçten, hiçbirşey icad edilmiyor ve hiçbirşey idam edilmiyor; yalnız bir terkip bir tahlildir ki, Kâinat fabrikasını işlettiriyor.""Elcevap : Nur-u Kur'an ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab vasıtasiyle bu mevcudatın teşekkülât ve vücudlarını -sabıkan isbat ettiğimiz tarzda- imtina derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.Bir kısmı, Sofestaî olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, Kâinatın vücudunu inkâr etmeyi; hatta kendilerinin vücudlarını dahi inkâr etmesini.. dalâlet mesleğinde esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden; hem kendilerini, hem Kâinatı inkâr edip, cehl-i mutlaka düşmüşler.İkinci güruh bakmışlar ki; dalâlette esbab ve tabiat mucid olmak noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilâtı var. Ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye icadı inkâr ediyorlar, ""yoktan var olmaz"" diyorlar ve idamı da muhal görüyorlar, ""var yok olmaz"" hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı zerrât ile, tesadüf rüzgârlariyle bir terkib ve tahlil ve
1077
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i i'tibariye tahayyül ediyorlar... İşte sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları gör; ve dalâlet, insanı ne kadar maskara ve süfli ve echel yaptığını bil; ibret al! Acaba her senede, dört yüzbin envâı birden zemin yüzünde icad eden ve Semavat ve Arzı altı günde halkeden ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san'atlı, hikmetli zihayat bir kâinatı inşa eden bir Kudret-i Ezeliye, bir İlm-i Ezelî'nin dairesinde, plânları ve mikdarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi göze göstermiyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misillü, gayet kolay o mâdumât-ı hâriciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u hârici vermeği o Kudret-i Ezeliyeden uzak görmek ve icadı inkâr etmek; evvelki güruh olan Sofestâilerden daha ziyade ahmakane ve cahilânedir. Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-i ihtiyariden başka ellerinde olmayan; firavunlaşmış kendi nefisleri, hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi, hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: ""Yoktan var olmaz, var da yok olmaz"" deyip, bu bâtıl ve hatâ düsturu, Kadir-i Mutlak'a teşmil etmek istiyorlar. Evet, Kadir-i Zülcelâl'in iki tarzda icadı var. Biri; ihtira ve ibda' iledir. Yâni; hiçten, yoktan vücud veriyor; ve ona lâzım her şey'i de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri; inşâ ile, san'at iledir. Yâni; kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi, çok dakik hikmetler için, kâinatın anasırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, Rezzakıyet kanunuyla onlara gönderir ve
1078
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
onlarda çalıştırır. Evet Kadir-i Mutlak'ın, iki tarzda; hem ibda' hem inşâ suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay, en sühuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üçyüz bin envâ-i zihayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, ""yoğu var edemez!"" diyen adam, yok olmalı!...L.)(Eğer desen: ""Delil-i İhtiraî i'tâ-i vücuddur. İ'tâ-i vücud ise; i'dam-ı mevcudun refikidir. Halbuki: Adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırf-ı aklımız tasavvur etemiyor."" Cevaben derim: Yahu!. Sizin bu istis'âbınız ve şu mes'elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi'in netice-i vahimesidir. Zira icad ve ibda-i İlâhiyi, abdin san'at ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umur-u itibariye ve terkibiyede bir san'at ve kesbi vardır. Evet, bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.Elhasıl : İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve i'dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-i aklîsi de daima üss-ül-esası, müşahedattan neş'et eder. Demek âsâr-ı İlâhiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki: Hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni'in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umur-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sânii farz ederek o noktadan şu mes'eleye temaşa ediyor. Halbuki Vacibü'l-vücud'un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu mes'eleye temaşa etmek gerektir. R.N.)" îcad
yoktan yaratma.
1079
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İcade
İyi yapma, iyi işleme.
İcadgerde
f. İcad olunmuş.
îcadî
yaratmayla ilgili.
İ'caf
Devamlı olarak hastaya bakma. * Zayıflatmak.
İc'af
Yere düşürme, yıkma.
İcah
Örtü, perde.
İ'cal
Acele ettirme, çabuk yaptırma. * Öne geçme.
İcal
Korkutmak.
İcale
(Cevelan. dan) Dolaştırma, cevelan ettirme.
İcale-i esb
Atı dolaştırma.
İcalet
El kitabı. Lüzum etttiği zaman müracaat olunup faydalanılan, cepte ve elde taşınabilir küçük kitap. * Acele ile ve derhal yapılan iş.
İcaleten
Hemen, acele olarak, seri bir şekilde.
İcam
(Eceme. C.) Arslan yatakları. * Çalılıklar, ağaçlıklar, meşelikler.
İ'cam
Harflere, yazıya nokta koymak. * İsteğini açıklıkla bildiremeyip, maksadı belirsiz, muğlak söylemek.
İcan
Boyun, unk.
İcane
(C: Ecanin) Hamam taşı. * İçinde bez ve kaftan yıkanılan kap.
îcâr
kiralama.
İcar
Kiralamak. Kiraya vermek. * Kira parası.
İcarat
Kiranın gelirleri. Gelirler.
îcâre
kira, gelir.
İcare
Kira. Gelir, irâd. Ücret. * Fık: Belli bir menfaati belli bir karşılık ile satmak.
İcare-i akar
Ev, dükkân, arsa gibi yerlerin kirası.
1080
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İcare-i fâside
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İn'ikad şartlarını câmi' olduğu halde sıhhat şartlarını tamamen veya kısmen cami olmayan icaredir. Bu, aslen meşru olduğu hâlde vasfen meşru bulunmamış olur. Binaenaleyh böyle bir icareyi mucir ile müstecirden herhangi biri fesh edebilir.
İcare-i gayr-i mün'akide
"İn'ikad şartlarını tamamen veya kısmen câmi' olmayan icaredir
ki, buna ""İcare-i batıla"" da denir." İcare-i mevkufe
Başkasının hakkı taalluk edip icazeti lahık olmadıkça nâfiz olmayan icaredir.
İcare-i müeccele
Sonradan alınacak kirâ.
İcare-i mün'akide
Bey'ide olduğu gibi in'ikad şartlarını tamamen câmi' olan icaredir.
İcare-i münecceze
Bir şeyi akd-i icare ânından itibaren kiraya vermektir. Akd zamanında kiranın başlangıcı söylenmezse kira, bir icare-yi müneccezeye haml olunur.
İcare-i müsanehe
Yıllık olarak yapılan icaredir. Bir hanenin bir yıl müddetle kiraya verilmesi gibi.
İcare-i müşahere
Aylık olarak yapılan icaredir. Bir haneyi bir aylığına kiraya vermek gibi.
İcare-i müzafe
Bir şeyi gelecek muayyen bir vakitten itibaren kiraya vermektir. Meselâ: Bir hâneyi gelecek falan ayın birinden itibaren bir sene müddetle şu kadar bin liraya kiraya vermek, bir icare-i müzafedir.
İcare-i sahiha
İn'ikad ve sıhhat şartlarını tamamen câmi' olan icaredir ki, şuyu'ı asilden ve şartı mufsidden hâli olmak üzere malum bir menfaatı, malum bir bedel mukabilinde temlik etmekten ibarettir.
İcaret
İcâr, ücret. Kiraya vermek. * Kurtarmak, yardım etmek.
İcareteyn
Müeccel ve muaccel icarelerle kiralanan vakıf emlâkı. Hem derhal alınan, hem ileride alınacak kirası olan vakıf bina.
1081
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İcas
Gönlüne korku düşürmek.
İ'caz
"Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak. * Edb: Mu'cize derecesinde düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek. Güzel söz söylemekte insanların muktedir olmadıkları derece. * Mu'cizelik olan şey.(Kur'an 1350 senedir bütün hakaikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde herkes, her millet, her memleket onun cevahirinden, hakaikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar onun kıymettar hakaikına, onun güzel üslublarına halel vermemiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, hüsnünü söndürmemiş; şu hâl tek başı ile bir i'câzdır. M.)"
îcâz
benzerini yapmakta insanı âciz bırakan.
İcaz
Kadın eşarbı. Baş örtü.
İcazet vermek
"Medrese usulüne göre okuttuğu dersi bitiren talebeye hocası tarafından izin verilmesi. Bu tasdikan verilen mühürlü kâğıda ""icazetname"", icazet vermiş olan müderrise de ""muciz"" denilirdi."
İcazet
"İzin. Müsaade. Şehadetname. Diploma. ""Olur"" demek. Destur vermek. İlmî ehliyet. Reva görmek."
İcazet-i fiiliye
Bir kimseden izin ve ruhsata delalet eden bir fiil ve hareketin sudûr etmesi.
İcazet-i kavliye
"Bir kimsenin bir şey hakkında ""izin verdim"" demesi."
İcazet-i küllî
Vaktiyle Osmanlı serdarlarına ve sefirlerine müsâlaha, muahede akdi ve sair işler hakkında verilen mezuniyet. Tam salâhiyet demektir. Bu salâhiyeti alan kumandan veya sefir, üzerine aldığı işi merkezden sormaya ihtiyaç kalmadan maslahatın icabettirdiği ve kendi aklının erdiği vechile yapıp bitirirdi.
1082
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İcazet-i lâhika
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir kimsenin önce izni olmadığı halde, yapıldıktan sonra bir şeyi tasdik edip kabul etmesi.
İcazetname
f. Şehadetname. Diploma. Şehadet kâğıdı.
İcaz-ı bittakdir
Maksadı az sözle ifade etmekle beraber fazla olan etraflı mânaların zuhurudur.
İcaz-ı hasr
Lafzan hiçbir hazf olmadığı halde, ibârenin mânaca zengin olmasıdır.
İcaz-ı hazf
Mânâya halel gelmemek şartı ile ve lâfzî veya aklî karine delâleti ile cümleyi tamamlayanlardan birinin hazfıdır.
İcaz-ı makbul
Tazammun ve hazf ile olan icaz.
İcaz-ı muhill
Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın bozulması halidir.
İcazî
İcaza dair, icaza ait ve müteallik. Veciz bir tarzda.
îcâzî
icazla ilgili, mûcize olan.
İcazkâr
f. İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan.
İ'cazkâr
f. Mu'cizeli olmak. Başkalarını acze düşürecek derecede olmak.
îcâzkârâne
benzerini yapmakta insanı âciz bırakırcasına.
İ'cazkârane
f. Herkesi yarışmada âciz bırakacak yolda.
İ'caznüma
Mu'cize gösterir derecede. Mu'cize derecesinde eser göstermek. Âciz bırakmayı göstermek.
îcâzvârî
mûcize gibi.
İcba'
Ekilen ekini henüz olgunlaşmadan satmak.
İcbar
Zor. Zorlama. Cebretmek.
İcbar-ı nefs
Kendini zorlama, nefsini icbar etme.
İccar
(C: Ecâcir) Dam, çatı.
İccas
Erik. * Zerdâli. * Armut.
İcdaf
Bağırıp çağırma.
1083
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İcdan
Sonradan zengin olma.
İcfa'
Koparmak.
İcfal
Gidermek. * Devekuşu seğirtmek.
İcfil
Yaşlı kadın, ihtiyar kadın. * Korkak adam.
İcha'
Ayaz çıkma.
İchad
Eziyet çekme, elem ve sıkıntıya mâruz bırakılma. * Gayret etme.
İchaf
Zulüm etme, gaddarlık. * Gidermek. * Noksan etmek, eksiltmek.
İcham
Men'etmek, engel olmak.
İchar
(Cehr. den) Sesle okuma. * Ortaya çıkarma, zuhur ettirme, meydana çıkarma, açıklama.
İchaş
Bir kimseden yardım ve medet istemek.
İchaz
Hazırlandırmak.
İcî
f. Atmaca. * Hükümdar vekili.
İcl
Dana. Sığır yavrusu.
İclâ
(Cilâ. dan) Sürme, nefyetme, sürgün etme. Evinden barkından ayırma. * Sür'atle seğirtme. * Cilâlama, parlatma.
İclab
"Cem'etmek, toplamak. * Yoldaşlık etmek. * Ardından çağırmak. * ""Gitsin"" diye haykırmak."
İclal
Ağırlama. İkram. Tekrim eylemek. Büyüklüğünü kabul edip hürmet etmek. Büyüklük. Azamet.
İclalen
Büyük sayarak, saygı ve hürmet göstererek.
İclas
Oturtmak. Tahta çıkartmak. Padişahı tahta oturtmak.
İclâ-yi vatan
Yerinden yurdundan sürgün etme, başka tarafa nefyetme.
İcle
Düve, dişi buzağı.
İclet
(C: Ucul) Dişi buzağı. * Bir cins ot. * Kırba.
1084
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İcl-i samirî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Musa (A.S.) zamanında Samirî'nin yaptığı buzağı heykeli. (Bak: Samirî)
İclihmam
Toplanmak, cem'olmak.
İclinbab
Yan yatmak.
İcma'
Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak. * Hazırlamak. * Azm ve kasdeylemek. * Topluluk. Fikir birliği. Bir mes'eleden âlimlerin ittihad etmesi. * Fık: Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) ittifakları üzere akaid hükmüne geçmiş umur-u diniyenin tamamı.
İcmad
Dondurma, câmidleştirme.
İcmad-ı mâ
Suyun dondurulması. Suyun buz haline getirilmesi.
İcmaen
Toplu olarak, hep birlikte. İcma-i ümmet olarak.
İcma-i ümmet
Ist: Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müctehid olanların, şeriatın bir mes'elesi hakkında verilen hükümde birleşmeleridir.
İcmal
Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek. * Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.
İcmalen
Kısaca. Özlüce. İcmali ve hülâsa olarak.
İcmalî iman
İman esaslarını kısaca bilmek. Allah'a ve Peygamberine imân ettiğini söylemek ve tasdik etmek. (Bak: İman-ı icmalî)
İcmal-i senevî
Senelik gelir ve giderleri yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltmış olarak gösteren cetveller.
İcmal-i şehrî
Aylık gelir ve giderleri, yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltılmış olarak gösteren cetveller.
İcmalî
Kısaca, toplu olarak, tafsilatsız. Muhtasaran.
İcmam
Atı soluklandırma, dinlendirme. * Biriktirme.
1085
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İcmar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir araya toplamak. * Süratle yürümek. * Atın sıçrayarak yürümesi. * Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak. * Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesab yapmak. * Yeni ayın görünmesi.
İcnaf
Doğruluktan ayrılma. Sadakattan uzaklaşma.
İcnan
Deli etme, divane eyleme. * Bir şeyi örtme.
İcne
Tıb : Yanak kemiği.
İcnis
Tembel ve uyuşuk adam.
İcra hey'eti
Mahkeme kararını tatbike memur olan heyet. İcra memurları heyeti.
İcra kuvveti
Memleketi idâre eden, kanunları tatbik eden kuvvet.
İcra memuru
Mahkeme kararını tatbik ile borçludan borcunu alıp alacaklıya vermekle vazifeli olan adliye memuru.
İcra vekilleri hey'eti
Vekiller heyeti. Başvekilin riyaset ettiği bakanlardan meydana gelen hey'et.
İcra
Bir işi yürütmek. * Yerine getirmek. Yapma. Tatbik etme. * Vekil göndermek. * Mahkeme kararını yerine getirmek. * Suyu akıtmak. * Huk: Borçlunun alacaklıya karşı ödemekle mükellef olduğu bir borcu, adlî bir teşekkül vâsıtasıyla ödetme.
İcraat
(İcrâ. C.) Meydana getirilen işler. Yapılan işler. * Ameliyat. Tatbikat.
İcraat-ı celiliye
Allah (C.C.)ın celalî sıfatına yani, kibriya ve azametine delâlet eden, kudret-i hakkı ile hâsıl olan icraatı.
İcram
Kabahat yapma, cürüm işleme.
İcra-yı icabî
Lüzum eden muamelenin yerine getirilmesi.
İcra-yı lu'biyyat
Oyun icra etme, sahnede oyun oynama.
İcsa'
Dizüstü getirme. Çökertme.
İcşam
Teklif etmek.
İcşaş
Bir şeyi döverek ufaltma, küçültme.
1086
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İctiba
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Seçmek. İhtiyar ve intihâb etmek. Seçkin bir şeyi almak. * Tahsildarın para ve vergi toplaması.
İctibaz
Mıknatıstaki kendine çekme hasiyeti.
İctihad
"Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak. * Anlayış. * Kanaat. * Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle içtihad eden zâtlara Müçtehid denir.(Mesail-i diniyeden olan içtihad kapısı, açıktır. Fakat, şu zamanda oraya girmeğe altı mâni vardır:Birincisi : Nasılki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapılar açmak hiç bir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki, büyük bir selin hücumunda tâmir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de: Şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarında muharriplerin girmesine vesile olacak olan delikler açmak İslâmiyete cinâyettir...İkincisi : Dinin zaruriyatı ki içtihad onlara giremez. Çünki kat'i ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler, şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti onların ikamesine ve ihyâsına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârane yeni içtihadlar yapmak bid'atkârâne bir hıyânettir.Üçüncüsü : Her zamanın insanlarınca kıymetli addedilerek efkârı celbeden câzibedar bir metâ merguptur. Meselâ: Bu
1087
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyâsetle iştigal ve dünya hayatını te'min etmektir. Selef-i sâlihin asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Hâlik-ı semâvat ve arzın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur'an ile kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve vesâilini elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlâhiyeyi bilmek ve öğrenmeğe müteveccih idi. Bunun için istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahvâl ve vukuat ve muhâverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlar vücuda gelirdi.Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inâyet ve himmetlerin zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptilâ ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünun-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarfedilecek müstakim bir içtihad yoktur.Dördüncüsü : İçtihad kapısından İslâmiyete girip mesâilini genişlendirmeğe meyleden adamın maksadı, zaruriyata imtisal ile takva ve kemale mazhariyet ise güzeldir. Amma zaruriyatı terk ve hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı uhreviyeye tercih eden adam ise, onun içtihada meyli, meyl-üt-tahribdir. Tekliften çıkıp kaçmak için bir yol bulmaktır.Beşincisi : Her şeyin, her hükmün vücuda gelmesi bir illete binaen olduğu gibi, bir maslahata dahi tâbidir. Fakat maslahat illet değildir. Ancak tercih edici bir hikmettir. Bu zamanın efkârı, bizzat saadet-i dünyaya müteveccihtir. Şeriatın nazarı ise, bizzat saadet-i uhreviyeye müteveccih olup, bittabi dünyaya da nâzırdır. Çünki, dünya âhirete vesiledir.Umumi bir beliyye olan ve nâsın ona müptelâ olduğu çok işler vardır ki zaruriyattan olmuştur. O gibi işler su-i
1088
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ihtiyar ile gayr-i meşru meyillerden doğmuş olduklarından, mahzuratı ibâhe eden zaruriyattan değildir. Ve ruhsat ve müsaade-i şer'iyenin şümulüne dâhil olamazlar. Meselâ: Bir adam su-i ihtiyâriyle haram bir tarzda kendini sarhoş etse, hâl-i sekirde yaptığı tasarrufatta mâzur olamaz. Bu zamanda bu gibi içtihadlar, semavî değil ancak arzî içtihadlardır. Bu gibi içtihadlar ile Hâlik-ı Semavat ve Arz'ın hükümlerinde yapılan tasarrufat merduttur.Meselâ : Bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını istihsan ediyorlar ki, halkın bilhassa siyasî ahvalden haberleri olsun. Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytani fikirlerden hâli değildir. Hutbe makamı ise, ahkâm-ı İlâhiyenin tebliği için ittihaz edilmiş bir makamdır.Sual : Avâm-ı nâs Arabiden haberdar değildir, fehmedemez?Cevap : Avâm-ı nâs, zaruriyat ve müsellemat-ı diniyeye muhtaçtır. Ve hutbe makamı da bu gibi hükümlerin tebliği içindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde tafsilen değilse de icmalen avâm-ı nâsa mâlum ve mâruftur. Maahaza lisan-ı Arabda bulunan şehamet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur... M.N.)" İctihadât
(İctihad. C.) İçtihadlar.
İctihadî
İçtihada müteallik. İçtihada dair. İçtihada ait.
İctihaf
Bir şeyden çok şey almak. * Üç parmakla yemek.
İctihah
Kadının veya dişi hayvanların hâmile olması.
İctihar
Askeri çoğaltma. * Meydanda ve gözükür olma. Aşikâr olma.
İctilab
Celbetmek, çekmek.
İctilal
Bir şeye bakmak.
İctima'
Toplantı. Toplanmak. Bir araya gelmek. Kavuşmak.
İctimaat
İçtimalar. Toplanmalar.
1089
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İctima-i a'zam
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ast: Bir çok gezegenin burç mıntıkalarının aynı noktasına tesadüf etmiş gibi görünmeleri.
İctima-i neyyireyn
Güneş ile Ay'ın bir istiva üzerine gelmeleri.
İctima-i sâkineyn
İki sessiz harfin yanyana bulunması. * Ast: İki gezegenin yan yana gelmesi.
İctima-i zıddeyn
"İki zıt şeyin bir arada, beraber olması.(Bir şey zâtî olsa onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü ""ictima-i zıddeyn"" olur, o da muhâldir. İşte bu sırra binaen madem Kudret-i İlâhiyye zâtiyedir ve Zât-ı Akdes'in lâzım-ı zarurîsidir. Elbette o kudretin zıddı olan acz, O Zât-ı Kadir'e ârız olması mümkün olmaz. Ş.)"
İctimaî
Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal.
İctimaiyyat
İçtimaî ilimler. Topluluk hayatına dair ilimler. Sosyoloji.
İctimaiyyun
İçtimaî hayatı en güzel şekilde idareyi düşünen ve ona çalışan. İçtimaî mes'elelere dair ilimlerle uğraşan kimseler. Sosyologlar.
İctimar
Tütsülenme, buhurlanma.
İctina
Meyve toplamak. Meyve devşirmek. Bir yere toplamak. * Aldanmak.
İctinab
Çekinmek. Sakınmak. Uzak olmak.
İctinah
Bir yana eğilme, meyletme. * Secde etme. * (Hayvan) bir tarafa meyilli koşma.
İctinan
Gizlenmek.
İctira'
(Cür'et. den) Cesaret etme, cür'et etme, yeltenme, atılma.
İctirah
El emeği ile kazanılan para ile geçinme.
İctiram
Kabahat yapma, cürüm işleme.
İctirar
İleri ve geri çekme, çekilme. * Hayvanın geviş getirmesi.
İctiraz
Devenin geviş getirmesi.
1090
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İctisar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cür'et ve cesâret göstermek. * Çölü aşıp gitmek. * Denizde geminin geçip gitmesi.
İctisas
Hayvanın, ağzı ile çayırı araştırarak otlaması.
İctişa'
Yer uygun olmama.
İctiva'
İğrenme, tiksinme.
İctivar
(Civar. dan) Komşu olma, muhit yapma.
İctiyab
Gömlek giyme. * Yırtma. * Kuyu kazma.
İctiyah
Öldürme.
İctiyal
Doğru yoldan döndürme.
İctiyas
Yağma için dolanma. * Taleb etmek, istemek.
İctiyaz
Geçmek, mürur.
İctiza'
Ağaç veya dal kesme.
İctizab
(Cezb. den) Çekip uzatma. * Etrafına toplanma.
İctizal
Sevinme, mesrur olma.
İctizaz
Yün kırkma. * Çayır ve ot biçme.
İctizaz-ı agnam
Koyun kırkma.
İcyam
Men'etmek, engel olmak.
İczab
Koparmak.
İczal
Semerin, devenin boynunu yara etmesi.
İczam
El kesme. * Hızlı yürüme.
İç cebehane
"t. Şimdiki askerî müzeye eskiden verilen addır. İç cebehâne tâbiri bilahare ""Hazine-i esliha"", Üçüncü Sultan Ahmed devrinde ""Dâr-ül esliha"", daha sonraları da ""Harbiye ambarı"" olarak değiştirilmiş, en sonunda ""askerî müze"" şeklini almıştır."
İç ezan
"t. Cuma günleri hatib minberde iken müezzin tarafından mahfilde okunan ezan. Diğer namazlarda yalnız minarede ezan okunurken,
1091
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cuma günleri öğle vaktinde hem minarede, hem de caminin içinde müezzin mahfilinde ezan okunur. İkinci ezan caminin içinde okunduğu için buna ""iç ezan"" denilir." İç hazine
t. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sarayda muhafaza edilen bir kısım paralar.
İç il müderrisleri
t. İstanbul, Edirne ve Bursa'da ve bunlara bağlı yerlerde 150'şer akça ve daha fazla yevmiyeleri olan medrese müderrisleri.
İç kale
"t. Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere ""bâlâ hisâr"" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etmesi için yapılırdı."
İç oğlanı
t. Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla devam edip gitmiştir.
İçerlek
t. Dip, kuytu yer. Çıkmaz. * Daha geride, daha içeride bulunan.
İçgüvey
t. (İçgüveyi, içgüveysi) Kayınpederinin evine alınan dâmat. Karısı tarafının evinde oturan dâmat.
İçli
t. İçi dolu. * Çabuk müteessir olan, hassas duygulu. * Kin tutan, haset eden.
İçtihad
(Bak: İctihad)
İçtimaî
(Bak: İctimaî)
İçtinab
(Bak: İctinab)
1092
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Îd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bayram günü. Bayram. (Gidip tekrar gelen, bir kimsede âdet olup alışılan şey. Bayram tekrar geldiği için îd denilmiştir. L.R.)
îd
bayram.
İ'da'
Düşman etmek. * Sıçratmak. * Geri getirmek. * Muavenet etmek, yardım etmek.
İda'
Emanet bırakmak. Vedia koymak. * Huk: Kendi malının muhafazasını başkasına havale etme.
İdâa
Zâyi etmek. Boşuna harcamak.
İdâa-i vakt
Vaktini boşa geçirmek. Vaktini zâyi etmek.
İdab
Herkesi ziyafete davet etme. Sofrası herkese açık olma. * Doğruluğunu ve hak olduğunu herkese bildirme.
İdabe
Edeblilik, terbiyeli oluş.
İdad
(İded) Üstünlük, galibiyet, zafer. * Kuvvet, zor.
îdâd
hazırlama.
İ'dad
Hazırlama. Yetiştirme. Geliştirme.
İd'ad
Korkutmak.
İdade
Kol bağı.
îdâdî
hazırlıklık devresi.
îdâdiye
hazırlamayla ilgili, eskiden lise seviyesindeki okul.
İ'dadiye
Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus. * Orta tahsili veren okullar. Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı olan mekteb.
İdaha
Muti olmak, itaat etmek.
İdak
Davarın kösneyip aygır istemesi.
İ'dal
Güç olmak, zor olmak.
İdale
Bir şeyin elden ele geçmesi.
1093
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İd'am
Direk vurmak.
İdam
Islah etmek. Muvafık kılmak, uygun yapmak.
İ'dam
Vücudu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek.
îdam
yok etme, öldürme.
İdame
Devam ettirmek. Dâim ve bâki kılmak.
İ'dam-ı nefs
İntihar. Kendi kendini öldürmek.
İdane
(Deyn. den) Borç, ödünç verme, ikrâz.
İdaneten
Borç olarak, ödünç olarak, idane suretiyle.
İdare fitili
Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir.
İdare kandili
Yatak odalarını aydınlatmağa ve elde gezdirmeğe mahsus küçük, ışığı az lâmba.
İdare
Devrettirmek. Çekip çevirmek. Döndürmek. Kullanmak. Becermek.
İdarehane
f. Bir işe bakan hey'etin veya bir işi idare edenlerin toplanarak iş gördükleri yer ve dâire. * Dergi, gazete vs. gibi yayınların yazı işlerine bakılan dâire.
İdare-i askeriye
Askerlik işleriyle meşgul olan idare.
İdare-i ekvanî
Kevnlerin, âlemlerin idaresi, tasarrufu.
İdare-i mahsusa
"İlk adı ""İdare-i Aziziye"" olan devlet vapur işletme dairesi."
İdare-i maslahat
Bir işi mümkün mertebe iyi-kötü yürütmek.
İdare-i meşruta
Meşrutiyet idaresi, meşrutiyetle idare.
İdare-i mutlaka
Bir hükümdarla idare. Bir hükümdarın idare ve yönetimi altında bulunan devlet. Mutlakiyet idaresi.
İdare-i müstebide
İstibdat idaresi.
1094
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İdare-i örfiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İcabında devletin bir yerde mülki idareye ait nizamları tatil ile kanunen kurduğu askerî idare. Örfi idâre, sıkıyönetim.
İdare-i umûr
İşlerin görülmesi.
İdareten
İdare için. Kanun ile değil, işin gelişine göre yaparak. İdare yoluyla, işi idare ederek.
İdarî
İdare. * İdare ile alâkalı.
İd'as
Tepelemek.
İdave
(C: Edâvâ) Deriden yapılmış su kabı. Asker matarası.
İdb
Acib iş.
İdbak
Ulaştırmak. Yapıştırmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin üst damağa yapışmasına denir. Bu sıfatın harfleri. Sad, dad, tı, zı'dır. İsimlerine müdbaka denir. (Bak: İtbak)
İdbar
Geriye gitmek. Geri dönmek. * İşlerin ters gitmesi. * Talihsizlik. * Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl tertibe göre gitmesine de ikbal denir.)
İdbisas
Ne kırmızı, ne siyah olmak. * Ot bitmek.
İdcan
(İdcican) Gökyüzü yağmur bulutlarıyla örtülme. * Hava çok sisli ve dumanlı olma.
İdd
Büyük, acib şey. * Belâ, dâhiye. * Yalan.
İdde
Müddet. Zaman. Vakit. * Küfüv. Hemta. Arkadaş.
İddet
Bekleme müddeti. * Sayılmış. Madud. * Cemaat. * Hıfz. * Fık: Kocasından ayrılan kadının, başkası ile evlenebilmesi için, üç defa hayız görüp temiz oluncaya kadar geçen zaman. (Kocasından boşanırsa 100 gün, kocası ölürse 130 gün.)
İddet-i eşhür
Ay hesabıyla iddet beklemek. Boşanma tarihinden itibaren hür ise üç ay, cariye ise birbuçuk ay bekler.
1095
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İddet-i haml
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fık: Çocuk doğurmakla biten iddet. Kocası ölen veya boşanan gebe kadının, çocuğun doğmasını beklemesi demektir.
İddet-i hayz
(Bak: Hayz)
İddet-i vefat
Fık: Ölüm neticesinde icab eden iddet. Kocası ölen kadın hür ise 130 gün, cariye ise 65 gün iddet bekler.
İddia
Bir şeyin müsbet veya menfiliğini ısrarla söylemek. İleri sürülen fikir. Dâva etmek. Israr etmek. İnat etmek. Haklı veya haksız bir dâvaya kalkışmak.(Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâva-yı halk ve iddiâ-yı icad edemez. Zira her şey, her şeyle bağlıdır. M.)
İddiaen
İddia ederek. Doğru olduğunu söyleyerek.
İddiaî
İddia ile alâkalı. Şahitsiz, delilsiz ve boş söz.
İddiaiyyat
(İddiaî. C.) İddia ile ilgili. Şahidi olmayan sözler.
İddiam
(Diam. dan) Payanda dayamak.
İddianame
Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma sonunda mahkemede okuduğu yazı. (Ceza işlerinde hazırlık tahkikatının neticesi, davasının açılması için kâfi olduğu anlaşılırsa savcı bu dâvayı, ya ilk tahkikatın açılması hakkında sorgu hakimine bir talepname veya doğrudan doğruya mahkemeye bir iddianame vermek suretiyle açar. Savcının bu suretle davayı açtığını bildiren yazısına iddianame denir. (O.T.D.S.)
İddifa'
Isınma, ısıtma.
İddifan
Kölenin, efendisinin yanından kaçması.
İddifa-yı mâ'
Suyun ısınması.
İddihal
Girme, duhul etme, dahil olma.
1096
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İddihan
(Dühn. den) Güzel kokular sürünme.
İddihar
Biriktirmek, toplamak, yığmak. * Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.
İddilac
Gecenin geç vaktinde gitmek.
İddimac
Bir şeyin içine girmek. Bir yere girip gizlenmek.
İddira'
Anlama, derketme, kavrama, fehmetme. * Hile ile aldatma. * (Kadın) saçını tarayıp salıverme.
İddirak
Akıl etme, idrak etme, anlama, fehmetme. * Bir yere toplanmak. * Birbirine yetişmek.
İddisar
Zengin olma, çok mal mülk sahibi olma. Bir şeye bürünme.
İddiyan
Borçlanma, borca girme.
İdeal
Fr. Fikre ve düşünceye ait. Tasavvuri, hayali. * Mefkûre. Emel. Gaye. Hayalde tasavvur edilen kemal. Fevkalâde, mükemmel kimse veya şey. (Bak: Ülkü)
İdealist
Fr. İdeal ve mefkûre sahibi. * İdealizm felsefesine bağlı kimse.
İdealizm
Fr. Bilgide temel olarak düşünceyi alan ve eşyanın müstakil mevcudiyetlerini inkâr edip fikren mevcudiyetlerini kabul eden yanlış bir felsefe doktrini.
İdeoloji
Fr. İnsanların düşünce ve hareketlerine muayyen bir istikamet vererek, siyasî veya ictimaî bir doktrin meydana getirmek isteyen fikir sistemi.
İdfa'
Soğuktan sakınıp giyinmek. * Isıtmak.
İdfan
Gömme. Defnetme.
Îdgâh
(Îdgeh) f. Bayram yeri.
İdgam
"Gizlemek. * Bir şeyi bir yere koymak. * Tecvidde: Aynı cinsten olan harfleri birbirine katarak iki def'a okumak. Şeddeli okumak veya yazılmak.(Genizden gelen sese gunne dendiği gibi, harfleri şiddetli
1097
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
okumağa idgam deniyor. Konuşurken küçük dil genize çekilerek çıkan ses gunnedir. Gunnenin, bazı kimselerce harf sayılması mecazdır. Çünkü idgâm ikiye ayrılır.Gunnesiz idgam ki; tenvin veya sâkin nun, lâm ve râ harflerine idgam olunursa gunnesiz okunur. ( $ Mirrabbi $Milledünhü gibi)Gunneli idgam: Tenvin veya sakin nun (Ya, mim, nun, vav) harflerinden birine idgam olunursa gunne ile okunur. (Vav ile yâ) ya idgam edilirse gunne yarım olur.)" İdhac
Silah takınmak.
İdhad
İptal etmek, hükümsüz bırakmak.
İdhal
Dâhil etmek. İçine almak. Sokmak.
İdhalât
(İdhal. C.) Memleket haricinden eşya ve mal getirmek.
İdhan
(Duhân. dan) Tütme. Yanarak dumanı çıkma.
İdhar
Hakir görme, tahkir etme, aşağılatma, hor görme.
İdhaş
Korkutma, dehşet verme, dehşetlendirme.
İdhimam
Siyah olmak. * Ekinin susuzluktan dolayı siyah görünmesi.
Îd-i adhâ
Kurban Bayramı.
Îd-i ekber
Arefesi Cuma gününe raslayan Kurban Bayramı.
Îd-i fıtr
Ramazan Bayramı.
Îdî
Bayramla alâkalı.
İdil
Fr. Kır hayatını mevzu yapan nazım veya nesir yazı.
Îdiyye
Bayramlık. * Divan Edebiyatı şairlerinin bayram vesilesiyle büyüklerin medhine dair yazdıkları kasideler. * Bayram kutlaması.
İdkak
(Dekik. den) Ezme, ufaltma, küçültme.
İdla'
Delil gösterme. * Kovayı suya sarkıtmak.
İdlac
Gecenin ilk saatlerinden geç vakte kadar gitmek.
İdlal
(Bak: Idlal)
1098
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İdlâliyyât
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur'ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler.
İdliham
Galip olmak. * İhâta edip kaplamak.
İdli'mam
Kararmak.
İdlivla'
Evmek, acele.
İdma'
Kan alma. * Kanatma.
İdmac
Bir şeyi bir şeyin içine koymak. * Sıkıştırmak.
İdmag
Bir şeye muhtaç ve muztar eylemek.
İdman
Alıştırmak. Bir şeyde meleke kazanmak için tekrar tekrar hareket yapmak. * Beden terbiyesi. Jimnastik.
İdman-ı beden
Beden idmanı, jimnastik.
İdna'
Yakın etmek, yaklaştırmak.
İdra
Def etmek. * Bildirmek. Bildirilmek.
İdrab
(Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek. Mukim olmak. * Bir kimse üzerine kırağı yağmak. * Sıcak yel eserek yerdeki suyu kurutmak. * Ekmeğin pişmesi. (Kamus'tan alınmıştır.)
İdrac
Dercetmek. Dürmek. * Bir yazıyı bir yere koydurmak.
İdrak
Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.(Maalesef insanlar teâvün sırrını idrak edememişler, hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar! İ.İ.)
İdrakat
(İdrak. C.) Anlayışlar, kavrayışlar, idrak etmeler.
İdrak-i dakik
İnce idrak.
İdrak-i maâlî
Büyük mes'eleleri ve sırları kavramak, akıl erdirmek.
İdrar
Sidik. Bevl. * Çokça akıtmak. * Devamlı vermek.
İdrarat
(Derr. C.) Gelirler. Vâridat. Tahsilat.
1099
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İdrihmam
İhtiyarlıktan dolayı zayıflayıp iş yapamamak.
İdrik
Dağlarda çok olan bir yemiş.
İdrimac
Bir yere girip gizlenmek.
İdris (a.s.)
Hz. Adem'in (A.S.) evlâdlarından ve Kur'anda ismi zikredilen, ilk yazı yazan, terzilik yapan peygamber (A.S.) (Bak: Meratib-i hayat)
İf
Vakit.
İfa'
Çocuğun büyümesi.
İ'fa'
Çoğaltmak. * Terketmek.
îfâ
ödeme, yerine getirme.
İfa
Ödemek. Yerine getirmek. Söz verdiğini veya vazife bildiğini yerine getirmek. Kılmak. Yapmak.
İfad
Bir kimseyi elçilik (sefirlik) vazifesiyle gönderme.
İfadat
(İfâde. C.) Anlatmalar. İfadeler.
İfadat-ı lâzime
Gerekli ifadeler.
İfade
Anlatmak. Söylemek. * Fayda vermek, fayda tutmak.
İfade-i cebriyye
Zoraki ifade. * Mat: Cebir işaretleri ile maksadını anlatma.
İfade-i meram
Dilek ve maksadını anlatmak.
İfade-i şifahiyye
Ağızdan söyleyerek, şifahî olarak ifade ederek.
İfade-i tahririye
Yazı ile anlatış.
İfaha
Yellenmek.
İfahe
Kan fışkırtma. * Kanatma.
İfakat
(Fevk. den) İyileşme, hastalıktan kalkma. Hastalıktan kurtulup tamamen iyileşinceye kadar aradan geçen zaman. * Ayılma. Sarhoşluk veya baygınlıktan kurtulma.
İfakat-pezir
f. İyileşmesi mümkün, iyileşebilir.
İfakat-yâb
f. İfakat bulucu, iyileşen.
1100
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İfakat-yaft
f. Sıhhat bulan, iyileşen, hastalıktan kalkan.
İfal
Sür'atle gitmek, hızla gitmek. * Uzaklaşmak, ırak olmak.
İfasa
Yumuşak söylemek. * Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak.
İfate
(Fevt. den) Kaybetme, kaçırma, elden çıkarma.
İfate-i fırsat
Fırsatı kaçırma. Fırsatı değerlendirememe.
İfate-i vakt
Vakit kaybetme, zaman harcama.
İfave
Çorbanın iyisi. * Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük.
İfa-yi vazife
Görevini yapma, vazifesini yerine getirme.
İfaza
(Feyz. den) Bereketlendirmek. Feyz vermek. Bol bol dağıtmak ve akıtmak. Taşıp yayılmak.
İfaza-bahş
f. Feyizlendiren, feyiz aldıran.
İfaze
(Fevz. den) Maksada erdirmek. Merama kavuşmak. Zaferyâb eylemek.
İfca'
Geçimini genişletme.
İfcac
Kuş cıvıldaması, kuş ötmesi.
İfcac-ı tuyur
Kuşların cıvıldayışı.
İfcar
Fecir vaktine girme. * Bir kimseyi fâcir sayma.
İfcas
Mânâsız ve münasebetsiz şeylerle kibirlenme.
İfda'
Sahraya çıkmak, çöle çıkmak.
İfdah
(Fadih. den) Kötülüğü açığa vurma. Kusur ve ayıpları meydana çıkarma.
İfdal
(Fadl. dan) Lütuf ve bağış. İhsan.
İffet
Namus. Temizlik. Perhizkârlık. Nefsi behimî temayüllerden men etmek. Helâla razı olup haramdan kaçınmak.
İffet-füruş
f. Namus ve iffetten söz eden. Namusluluk taslayan.
1101
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İffetli
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(İffetlü) Namus, hayâ ve iffet sahibi kadın. * Doğru, rüşvet yemez, haram yemez, istikametli kimse. * Eskiden kadınlara yazılan mektub hitabı.
İfha'
Unutmak.
İfhac
Davarın ayaklarını ayırıp sağmak.
İfhah
Âciz bırakma.
İfhak
Doldurmak.
İfham
İkna edip sükût ettirmek. Delil göstermekle ve isbat etmekle galip gelmek.
İfhar
Şereflendirmek. Şeref vermek. Fahirlendirmek.
İfhaş
(Fuhş. dan) Kötü ve fena söyleme.
İfk
Bühtan. Bir suçu birisine yüklemek. İftira.
İfka'
Fakir ve kötü durumda bulunma.
İfkad
Kaybettirme, kazandırmama.
İfkah
Öğretme.
İfkar'
Fakir düşürme, fakirleştirme. * Hayvanı kirâya verme.
İfla'
Sütten ayırma, memeden kesme. * Yabana kaçma.
İflah
Mübarek ve muvaffakiyetli olmak. Selâmete çıkmak. Felâha kavuşmak. * Nimette dâim ve kararlı olmak. (Bak: Felah)
İflak
şiir okurken fesahat üzerine olmak. * Mâna ve kelime icad etme.
İflal
Gidermek. * Yağmur gelmeyen yere yetişmek.
İflas
Sıyrılıp kurtulmak.
İflat
Kement veya bağdan kurtulup kaçma.
İflilak
Yer yüzünü bulut kaplamak.
İfna'
Mahvetmek. Tüketmek. Kıymetini kaybetmek. Çok zarar etmek. Yok etmek.
1102
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İfna-yi beden
Vücudu yok etme, öldürme.
İfna-yi hayat
Hayatını sarf edip bitirmek. Hayatını yok etmek.
İfna-yi maâl
Malını sarfetme, malını ifnâ etme.
İfra'
Kesmek. * Yarmak.
İfrac
Açılma. * Ayrılmak. * Genişletmek. * Açmak.
İfrac-ül bâhire
Geminin kıyıdan veya iskeleden açılması.
İfrad
Tek olarak söylemek. * Ayırmak. * Göndermek. Yollamak.
İfrag
Bir halden başka bir hale sokma. Kalıba dökmek. Şekil vermek. * Boşaltmak. Akıtmak. Dökmek. Câri kılmak.
İfrah
Belirsiz bir şeyi belirtme. * şübhe ve tereddütü giderme. * (Kuş) yavrulama. * (Tohum) yeşerme.
İfram
Doldurma, doldurulma.
İfrar
Kaçırmak. Kaçırılmak. Firara mecbur etmek.
İfras
Fırsat ele geçme.
İfraş
Zemmetme, kötüleme, çekiştirme. * Serip döşetme.
İfrat ü tefrit
Birbirine tamamıyla ters olan iki uç. Çok fazla ve çok az.
İfrat
Haddinden geçmek. Pek ileri gitmek. * Takatinden ziyade iş vermek. (Tefrit'in zıddı)
İfrat-ı neşat
Sevinç coşkunluğu, sevinçten dolayı çoşma.
İfratkâr
f. Pek ileri giden. Haddini aşan.
İfraz hazinesi
"Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de ""Bodrum Hazinesi"" denilirdi."
İfraz
Vazifeye tayin etmek. * Farzedip vermek.
İfrazat
Vücuddan çıkan, bedenden ayrılan kan, irin, balgam gibi şeyler.
1103
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İfrazciyan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Darphanede sikke (para) kesenler. Altun, gümüş ve bakır madenlerini para haline getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir.
İfrinka'
Parmak çıtırdatma. * Gidermek. * Ayırmak.
İfrit
Cin taifesinden çok muzır, şerir ve korkunç bir cins. * Mc: Korkunç, kızgın ve öfkeli insan.
İfriz
Dam saçağı.
İfsad
Bozmak. Azdırmak. Fesada uğratmak. Fitne salmak. Karıştırmak.
İfsadat
(İfsad. C.) İfsadlar, kargaşalıklar, fesada uğratmalar.
İfsad-ı mi'de
Mideyi bozma.
İfsah
Unutmak. Akıldan çıkarmak. İhmal etmek.
İfsam
Hastanın ateşinin düşmesi. * Kesilip bitme, tükenme. * Yağmurdan sonra hava açılma.
İfşa
(C.: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi herkese duyurmak.
İfşaat
(İfşa. C.) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar.
İfşa-yi raz
Sırrı açıklama.
İfta
Fetva vermek. (Bak: Fetva)
İftah
Açmak. Fethetmek. (Bak: Feth)
İftal
f. Dağınık. * Yırtık, aralık, yarık.
İftam
Memeden ayırma, sütten kesme.
İftan
Fitneye düşürme. * Ayartma.
İftar
Oruç açmak. Oruç açılırken yenen yemek. (Zıddı: İmsak)
İftariyye
İftarlık. İftar için hususi olarak hazırlanmış nevale. Bunlar oruç bozulduktan sonra yemek yenmeden evvel yendiği için bu ad verilmiştir. * Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah sarayında,
1104
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vüzera, eşraf ve âyân konaklarında, davetlilere iftardan sonra diş kirası namıyle verilen bahşiş, para. İftial
Fal tutma, fala bakma.
İftiat
Başa tülbent sarmak.
İftica'
Birdenbire, ansızın olma.
İftida'
(Fidye. den) Fidye vererek esirlikten kurtulma.
İftidah
(Fadâhat. den) Kırma, kırıp ufalama. * Maskara olma, rezil olma.
İftiham
(Fehm. den) Kavrama, anlama. Fehmetme.
İftihar madalyası
"Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı kısmında şualar içinde tuğra ve alt kısmında Osmanlı arması; diğer yüzünde defne dalı arasında bir boş saha vardır. Buraya, madalyanın sahibi olacak şahsın adı yazılırdı. Kırmızı renkli kurdele ile göğsün sol tarafına takılırdı. Sahibinin ölümünde vereseye intikal etmez, hükümete geri verilirdi."
İftihar
Övünmek. Kendini beğenircesine kendinden ve yaptıklarından bahsetmek. * Başkasının iyi bir hali ile sevinmek. (Bak: Tahdis-i ni'met)
İftihariyyat
İftihar yoluyla söylenen sözler.
İftihas
Gerçeği ve hakikatını dikkatle araştırma. İçyüzünü iyice tetkik etme. * İmtihan etme, deneme.
İftikad
Arayıp sormak. * Kaybolmak.
İftikak
(Fekk. den) Rehinden kurtarma, rehinden çıkarma.
1105
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İftikal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çok çalışma, bir işte çok fazla emek harcama, pek fazla gayret sarfetme.
İftikar
Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük.
İftila'
Otlatma.
İftilak
Taaccüb etmek, şaşırmak.
İftilal
Bükülme. * (Asker) muharebeden yılma.
İftilat
Ansızın bir işe girişme. * Hatıra gelivererek şiir veya söz söyleme.
İftilaz
Kesmek, kat'. * Bir kimsenin bir parça malını almak.
İftinan
Türlü türlü ve birbirini tutmayan düzensiz söz söyleme. * Fitneye düşmek. * Âşık olmak.
İftira
Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek.
İftiraat
(İftira. C.) İftiralar, asılsız isnatlar, aslı esası olmayan suç yüklemeler.
İftirak
Perişan olmak. * Ayrılmak, dağılmak. Hicran.
İftirakat
Ayrılıklar. İftiraklar. Parçalanmalar.
İftirak-ı izam
Kemiklerin dağılması.
İftirar
Gülmek.
İftiras
Fırsat gözlemek. Fırsatı ganimet bilmek.
İftiraş
İzine uyma. * Namusa dokunur söz söyleme. * Yayılma. * Cima. * Döşemek.
İftiraz
Farz kılma, vacib kılma.
İftisad
Neşter ile kan aldırma.
İftisal
Sütten kesilme, memeden ayrılma. * Fidanı çıkarıp başka yere dikme.
İftitah tekbiri
Namaza başlarken alınan tekbir. Namaz, her nevi dünya meşguliyetinden alâkayı keserek kılındığı için, Allahü Ekber diye
1106
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
iftitah tekbirini alarak namaza başladıktan sonra ibadet esnasında dünya işi haram olup namazı bozar. Bu mâna için bu tekbire, tahrime adı da verilir. İftitah
(Fetih. den) Açmak, başlamak, fethetmek. Zabtetmek.
İftitan
(Fitne. den) Fitneye uğrama. * Aldatmak. * Azdırmak.
İftiyak
Fakirleşmek, yoksullaşmak.
İftiyal
Fal tutma.
İftiyat
Düşünmeden bir işe başlama. * Bir şey kaybolup gitme.
İftizah
(Bak: İftidâh)
İfza'
Korkutmak. * Güç olmak.
İfzah
(Fazih. den) Kusuru, kötülüğü, ayıbı açığa vurma.
İg
Koku, rayiha.
İgal
Acele ile bir kimseyi bir yere sokma. * Uzaklara gitme.
İgame
Havanın bulutlu olması.
İgare
Yağma etmek, hücum etmek. * Teşvik etmek. Gayrete getirmek. Acele etmek.
İgase
İmdada yetişmek, yardım etmek.
İgaza
Kızdırma, darıltma.
İgbab
Korkmak. * Bir gün görüp bir gün terketmek.
İgbirar
Kırılmak. Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli olmak.
İgdab
Gadablandırmak, kızdırmak, öfkelendirmek.
İgdidan
Saç uzamak. * Ot yeşermek.
İgdin
Bozulmuş, kokmuş, cılık (yumurta).
İgfa'
Uyuklamak.
İgfal
(C.: İgfalât) Dikkatsizlikle terkettirmek. * Gaflette bırakmak. * Kandırmak. Aldatmak.
1107
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İgfalat
(İgfal. C.) İğfal etmeler, kandırmalar, aldatmalar.
İgfaliyyat
Yanıltıp aldatmak için söylenen sözler.
İgla'
Pahalandırma, fiatını yükseltme. * Kaynatma.
İglaf
(Gılaf. dan) Kınına sokma, kılıfa koyma.
İglak
Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak. * Zorla iş yaptırmak. * Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme.
İglakat
(İglak. C.) Muğlak yapmalar. * Karışık ve anlaşılmaz sözler.
İglat
(Galat. dan) Yanlışa götürme.
İglaz
(Galiz. den) Kaba ve fenâ söyleme.
İglazat
(İglaz. C.) Kaba ve galiz söyleme.
İglinta'
Vurmakla ve sövmekle üstün gelip galebe etmek.
İglivvat
Lâzım olmak, icab etmek.
İgma'
Bayılma, baygınlık, kendinden geçme.
İgmad
Kınına sokma, kılıfına koyma. * Birçok şeyleri bir yere tıkma.
İgmad-ı seyf
Kılıcı kınına sokma.
İgmam
Kederlendirmek. Gamlandırmak. Hüzünlendirmek. * Gökyüzünün bulutlu olması.
İgmar
Batırmak.
İgmaz
Ayıplamak. Kınamak. Tahkir etmek.
İgmaz-ı ayn
Göz yummak. Aldırmamak, görmemezlikten gelmek.
İgna'
Ganileştirmek. Zengin etmek. * Kifâyet edip bir şeyin yerini tutmak.
İgnan
Ot çok olmak.
İgra
Rağbetlendirmek. Teşvik etmek. Hırsını tahrik etmek.
İgrab
Uzak yerlere yolculuk etme. * Garb (batı) tarafına gitme.
İgrad
Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme.
1108
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İgrak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Suya batırmak, boğmak. * Kabı doldurmak. * Edb: İmkânsız bulunan mübalâğa.
İgrakat
(İgrak. C.) Mübalâğalar, iğraklar, aşırı büyültmeler.
İgrakiyyat
Aşırı büyültmelerle ve mübâlâğalarla söylenen sözler.
İgram
Borç ödetme.
İgrar
Batırmak.
İgras
Ağaç dikmek. Toprağa gömmek.
İgraz
Doldurmak. * Taze hamurdan ekmek yapıp misafire yedirme.
İgrik
Çok bağırıp böğüren (hayvan).
İgriz
Kabuğundan henüz çıkan çiçek.
İgsas
Güzel yemekler yedirme.
İgşa
Örtmek. Bürümek. Kapamak. Perdelemek.
İgşaş
Acele ettirme. * Kışkırtma, tahrik etme.
İgta'
Ağacın dalları uzayarak yerlere sürünme. * (Asma) yeşerme.
İgtaş
Karanlık olmak.
İgtibak
Akşam vaktinde şarap içmek.
İgtibat
Refahlı, sürurlu ve zengin olmayı temenni etmek.
İgtifar
Mağfiret olunma. * Şüyu' bulma.
İgtila'
Hızlı ve sür'atli yürüme. Çabuk yürüme.
İgtilaf
Kılıf içine girme, gılaflanma.
İgtilaf-ı seyf
Kılıcın kınına girmesi.
İgtilal
Hayvanın çok susaması. * Elbiseleri üst üste giyme. * İçme. * İyi sağılmadığı için (koyun) hastalanma.
İgtilam
Hırs ve şehvetin galip gelmesi. * Muzdarib olmak, acı çekmek.
İgtimad
(Gamd. dan) (Kılıç) kılıfına girme. * Karanlıkta görünmez olmak.
İgtimam
Tasalanmak. Kederli olmak.
1109
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İgtimas
Suya dalma.
İgtimaz
Birini çekiştirme, bir kimsenin aleyhinde bulunma.
İgtina'
(Gınâ. dan) Zenginleşme, zengin olma.
İgtinam
Yağma etmek. Fırsatı ganimet bilmek.
İgtinam-ı fırsat
Fırsatı yakalama, fırsattan istifade etme.
İgtirab
(Gurbet. den) Gurbete gitme. * (Güneş, Ay vb. seyyareler) batma. * Göz önünden kaybolma.
İgtiraf
Avuçla su içme, eliyle su alma.
İgtirak
(Gark. dan) Suya batma, gark olma, suda boğulma. * Soluğu kuvvetle içe çekme.
İgtiram
Borç, diyet veya cerime verme.
İgtirar
(Gurur. dan) Aldanma, iğfâl olunma. * Gururlanma. Kibirlenme, böbürlenme. Güvenilmeyecek şeye güvenme. * Gaflette olma, gafil bulunma.
İgtiraren
Güvenerek, mağrur olarak.
İgtisab
Gasb etmek. Başkasının malını zorla elinden almak.
İgtisabat
(İgtisab. C.) Gasbetmeler, başkasının malını elinden zorla almalar.
İgtisal
Yıkanmak. Gusletmek. (Bak: Gusül)
İgtişaş
Karışıklık. Kargaşalık. Karmakarışık olmak. * Birisinin fena telkinini kabul etmek.
İgtiyab
Gıybet etmek. Zemmetmek. Yermek.
İgtiyal
Baskın yapıp öldürme.
İgtiyar
Faydalanma, istifâde etme. * Azık edinme.
İgtiyaz
Gazaba gelme, kızma, öfkelenme.
İgtiza
(Gızâ. dan) Beslenme, gıdalanma.
İgtizab
Gücenme, kızma, gazaba gelme, darılma.
1110
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İgva'
Ayartmak. Azdırmak. Baştan çıkarmak.
İgyal
Hâmile kadının sütünü vermesi.
İgyam
Havanın bulutlu olması.
İgza'
Görmemezliğe gelme.
İgzab
(Gazab. dan) Gazaba getirme, hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme.
İgzaf
Gece çok karanlık olmak.
İgzal
Eğirmek.
İğde
Kızılcığa benzer bir meyve ve bu meyveyi veren ağaç ve çiçeği.
İğdiş
f. Burulmuş, enenmiş hayvan. Erkeklik bezleri (hayaları) çıkarılmış at. Melez.
İğerçin
Karar veremeyen, mütereddit, kuşkulu.
İğnedan
İğne koymağa mahsus küçük kutu.
İğnelemek
t. İğne ile delmek. * Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek. * Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak.
İğneli fıçı
Mc: Eziyetli ve usandırıcı iş. İnsana eziyet veren ve rahatsız eden yer.
İğreti
t. Ödünç, borç, kendi malı olmayan. Yerli ve sabit olmayan, muallak gibi duran. * Muvakkat, bağlı bulunmayan, geçici. * Fıtrî olmayan, sahte, sun'î.
İğtişaşat
(İgtişaş. C.) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar.
İğtita'
Örtünme, bir şeye sarınma.
İğtizal
İplik eğirme.
İha
Sevketme, gönderme.
İhab
Ham deri.
İhafe
Korkutmak. Havf ettirmek.
İhake
Te'sir etme. * Kesme.
1111
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İhale
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek. * Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek. * Zayıf addetmek. * Muhal söz söylemek.
İhaleten
İhale ederek, ihale suretiyle.
îhâm
vehme düşürme.
İham
Vehme düşürmek, vehimlendirmek. * Edb: İki mânaya gelen bir kelimeden en az kullanılan mânayı bilerek kullanmak.
İhame
Çadır kurma.
İham-ı kabih
Edeb ve terbiye dışı anlamı bilerek kullanma. Sözü edeb ve terbiyeye aykırı bir mecazî mânâya getirme.
İhan
(İhnet. C.) Kızgınlıklar, öfkeler, gazablar, dargınlıklar.
İhanet
Helâk etmek. Öldürmek. Mahvetmek.
İhase
Toprağı kazarak bir şeyler arama.
İhaş
Bir kimsenin namusuna dokunma, namusunu lekeleme.
İhaşe
Avı, tuzağa düşürebilmek için sürüp götürme.
İhata
Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. * Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak.
İhatavî
İhata edecek şekilde. Kaplayıp içine alacak yolda.
İhaze
Kalkanın elle tutulacak olan yeri. * Timar. Hükümdarın verdiği arazi.
İhba'
Örtmek, saklamak, gizlemek. * Ateşi basıp söndürmek.
İhbab
Muhabbet etmek. Sevgisini göstermek.
İhbak
Boyun eğme, inkıyâd, yumuşaklıkla söz dinleme.
İhbal
Gebe koyma, hâmile yapma. * Çiçekler dökülüp meyve tutma.
İhbar
Haber vermek. Haber almak. Alınan haber. Anlatmak. (Bak: Ahbâr)
İhbarat
Bildirilen haberler. İhbarlar. Bildirilen hadis-i şerifler.
1112
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İhbar-ı gaybî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gayıbdan verilen haber. Geçmiş zamandan veya gelecekten verilen haber. (Bak: Ahbar)
İhbarî
Haberle alâkalı. Haber vermeğe dair. * Gr: Bir işin ne zaman olacağını bildiren fiil.
İhbariyyat
Haberle alâkalı, habere âit cümleler.
İhbariyye
Haber vermek işi. * Kaçak veya kayıp eşyayı haber verene mükâfat olarak verilen para.
İhbarname
f. Yazılı haber. Yazı ile haber vermek. * Belirli hadiselere dair bilgi olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı. * Bir paranın ödenmesi veya başka bir muamelenin yapılması lüzumuna dair resmi bir daireden gönderilen ihtarnâme.
İhbas
Birinin hakkını yeme.
İhbat
Huşu ve tevazu etmek.
İhcac
"Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana ""Âmir, menub veya mahcucun anh"" da denir."
İhcaf
Noksanlık, eksiklik, kusurluluk.
İhcal
(Hacl. den) Utandırma.
İhcam
Bir şeyden korkarak vaz geçme, dönme. cayma. Men olunma.
İhda aşer
Onbir.
İhda
İman ve İslâmiyet yolunu göstermek. Hidayete eriştirmek. Doğru yola götürmek. Allah rızasına uyan yola girmesine vesile olmak. * Hediye etmek. Armağan yollamak.
İhdad
Keskinleştirme.
İhdaf
Gelip çatmak. Karşısına dikilip durmak. Hedef olmak.
İhdaiyye
Hediye etme vesilesiyle yazılan yazı.
İhdal
Islatma.
1113
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İhdar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hadr. dan) Tıb : Bir organın hissini iptal etme, uyuşturma. * Kızı yaşmaklandırma, ferace giydirme.
İhdar-ı dem
Huk: Maktulün (öldürülmüş olan kimsenin) diyetini katilden (öldürenden) aldırmamak.
İhdas
Yeniden bir şey yapmak. Ortaya koymak. Meydana koymak. (Bak: İbda', Hudus)
İhevat
(İhve. C.) Samimi ve sâdık arkadaşlar. Candan dostlar. * Tarikat arkadaşları.
İhfa
Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek. * Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek.
İhfaf
Hafifletmek. Birinin şerefine dokunacak şekilde konuşmak.
İhfik
Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar, çatlaklıklar.
İhfik-ül arz
Yer yarığı.
İhhikak
Kördüğüm olma. * Mc: Sıkışıp kalma. Halledilmeyip çözülmez hale gelme.
İhkab
Arkası kesilme.
İhkad
Başka bir kimsede garaz ve kin uyandırma.
İhkak
Mazlumun hakkını zâlimden almak. Hakkı yerine getirmek. Hak ile hasmına galib olmak.
İhkak-ı hak
Haklıya hakkını vermek. Hakkı, usülü dairesinde yerine getirmek.
İhkâm
Manen tahkim etmek. Sağlamlaştırma. Muhafaza ile fesaddan menetmek.
İhkar
Rezil ve rüsvay etme.
İhla'
(Hulv. den) Tatlılandırma.
İhla
Boş bırakma. Boşaltmak, hâli kılmak.
1114
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İhlaf
Yemin vermek. Yemin etmek. * Yok etmek. Telef etmek.
İhla-i sebil
Yolunu açık bırakma.
İhlak
(Helâk. dan) Harcama, tüketme, bitirme. * Yok etme, helâk etme, öldürme.
İhlal
(Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek. * Birini ihtiyaç içinde bırakmak. * Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek.
İhlas suresi
Kur'an-ı Kerim'de şirkin ve küfrün envâını reddedip, tevhidi ilân eden $ diye başlayan 112. Sure.Bu sureye: Esas, Tevhid, Tefrid, Tecrid, Necat, Velâyet, Marifet, Samed, Muavvize, Mazhar, Berâe, Nur, İman suresi de denilmektedir. Maâni, Müzekkire gibi isimleri de vardır. (E.T.)
İhlas
Müşteriyi aldatmak. Müflis olmak.
İhlas-mend
f. İhlaslı, ihlas sahibi, temiz kalbli.
İhlas-mendane
f. Temiz yürekli kimseye yakışır şekilde, ihlaslı kişiye uygun tarzda.
İhlas-mendî
f. İhlaslılık, temiz kalblilik.
İhlas-perver
f. İhlas sahibi, temiz kalbli.
İhlas-perverane
f. Temiz yürekli, ihlas sahibi bir kimseye yakışacak surette.
İhlas-perverî
f. Temiz yürekli, ihlas sâhibi olma.
İhlil
Erkek tenasül organının deliği, sidik yolu. Sidik deliği. * Kadınlarda memede sütün aktığı yer.
İhma
Bir şeyi ateşte kızdırma.
İhmad
Ateşin alevini söndürmek.
İhmal
Ehemmiyet vermemek. Yapılması lâzım bir işi sonraya bırakma. Dikkatsizlik. Başlayıp bırakmak. Terk etmek.
İhmalci
t. Dikkat etmeyen, dikkatsiz, müsamahacı.
İhmalkâr
f. İhmalci, işine dikkat etmeyen.
1115
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İhmam
Kederlendirmek. Mahzun etmek. * İhtiyarlatmak.
İhmirar
Kızarmak. Kızıllık. * Kızıl hastalığı.
İhn
Yün. Renkli yün, renkli kumaş.
İhna'
Acıma, merhamet etme, şefkat etme.
İhnac
Bir şeyi bir yana eğme.
İhnak
(Hunk. dan) Kin bağlama. Gazaplandırma.
İhnet
Gazap, öfke. Hiddet. * Kalb katılığı. * Kin bağlamak.
İhra'
Eksiltme, azaltma, noksanlaştırma.
İhrab
Kaçma zorunda bırakma. * Çalışma, azmetme, didinme.
İhrac
Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak.
İhracat
(İhrâc. C.) Memleketteki fazla malı başka memlekete göndermek, satmak. * Çıkarmalar. İhraç etmeler.
İhrak bi-n-nar
Ateşte yakma.
İhrak
Akıtma, dökme.
İhrakan
Yakmak suretiyle.
İhrak-ı dümu'
Gözyaşı akıtma, ağlama.
İhram
Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise. * Yün yaygı. Büyük yün çarşaf. * Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden bazılarını nefsine menetmek ve onlardan sakınmak.
İhras
Dilsiz olmak. Dilsiz kalmak.
İhraz
Nail olmak. Erişmek. * Kazanmak. Kesbetmek. * Birisini güzel bir surette korumak.
İhriz
Bitkin, dermansız. Kımıldanmağa ve bir şey yapmağa hâli ve mecâli olmayan.
1116
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İhsa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Saymak. Sayılmak. İstatistik, sayım. * Kandırmak, aldatmak. * Zaptetmek. * Ezber etmek. * Fehmetmek. İdrâk eylemek.
İhsa'
Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme.
İhsab
Ucuzlama, fiattaki azalma.
İhsad
Ekin veya ot biçme veya biçtirme. Hasâd etme.
İhsaî
Sayım ile alâkalı. İstatistiğe ait.
İhsaiyat
İstatistik. İstatistiğe ait mâlumatı toplama ilmi.
İhsan
İyilik, lütuf, bağışlamak. * Sahilik etmek, cömertlik yapmak. * Allah'ı görür gibi ibadet etmek. * Güzel bilmek. Güzel eylemek.
İhsanat
(İhsan. C.) İhsanlar, lütuflar.
İhsandide
(C.: İhsandidegân) f. İhsan görmüş, bağış almış. Birinin lütfunu görmüş, minnettar.
İhsan-didegân
(İhsandide. C.) İyilik görmüş olanlar, bahşiş almış kimseler, minnettar bulunanlar.
İhsanen
İhsan suretiyle. Bağışlayarak, lütuf ve iyilik ederek.
İhsanname
f. Edb: İltifat mektubu. İltifat ve tahsini hâvi yazılan mektub.
İhsanperver
f. İhsan edici. İyiliği çok sever.(İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, millet bâkidir, fert fâni!) (Münazarat)
İhsar
"(Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak. * Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama
1117
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
girmiş bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta ""muhsar"" denir. * Kısaltma, kısalma. * Sıkıştırma." İhsas
Kandırmak, tergib, teşvik etmek.
İhsas-ı ganaim
Düşmandan ele geçirilen ganimet mallarını paylaşma.
İhsasî
Hisse ait ve müteallik. Duygu ile alâkalı.
İhsasiyye
Tecrübeden ve hissedilenden gayrısını kabul etmeyen. Hissiyyun ve maddiyyun fırkasından olanlar. İmansızlık. Dinsizlik.
İhşa'
Tevazu ve alçak gönüllülükle zorlama.
İhşad
(Halk) Birikme, toplanma, cem' olma.
İhşam
Utandırma, kızdırma.
İhta'
Yanılma veya yanıltma. * Hatâya düşürme veya düşürülme.
İhtar
Hatırlatmak. Dikkati çekmek. Tenbih. Uyarma. Kalbe gelen doğuş, ilham.(... Fakat dinî olmayan musibetler hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasıl ki, çoban gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır.L.)
İhtarat
(İhtar. C.) İhtarlar, hatırlatmalar. * Dikkati çekmeler, tenbihler.
İhtiba'
(Habâ. dan) İyice saklayıp gizleme.
İhtibak
Kumaş ve bez dokuma.
İhtibal
(Habl. den) İpten yapılmış ağ ile tuzak kurma.
İhtibar
Yoklama. Deneme. Sınama. Tecrübe.
İhtibas
(Habs. den) Tutulma, tutukluk. * Hapsolunma, hapsetme.
İhtibas-ı bevl
İdrar tutukluğu, zorluğu.
İhtica'
Karşılıklı olarak birbirini hicvetme.
İhticab
Örtünme. Saklanma. Gizlenme. Perdelenme. * Doğumun belirli zamanından fazla uzaması.
1118
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İhticac
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: İhticacat) Delil, vesika, şahit göstermek. Münâzaa ve mürâfaada hüccet ve delil göstermek. Bir mes'elenin şüphesizliğini delillerle isbat etmek.
İhticacat
(İhticac. C.) Delil, şahit göstermeler.
İhticacen
Delil, şahit ve vesika gösterme yoluyla.
İhticam
(Hacamet. den) Hacamet olma, kan aldırma.
İhtican
Bir yerin etrafına duvar yapma, çit çekme.
İhtida'
Aldatmak. Hile yapmak. Oyun etmek.
İhtida
Hidayete ermek. Delâlet ve irşadı kabul edip doğru yola girmek. Allah'a ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize iman etmek. * Başkasına tekaddüm etmek.
İhtidab
Kına ile saç ve sakalı boyama. * Boyanma, renklenme.
İhtidad
Keskinleşmek. * Hızlanmak. * Azmak. * Hiddetlenmek.
İhtidar
Örtülenme, perdelenme, perde tutma.
İhtifa'
Çıplak ayakla yürüme.
İhtifa
Gizlenme. Saklanma.
İhtifad
Acele yapma, sür'atle ve çabuk olarak işleme.
İhtifaf
Kuşatma, etrafını çevirme. * Yüzdeki kılları giderme, traş etme.
İhtifal
Hürmet ve saygı için büyük cemaat ile yapılan merasim. Cenaze alayı.
İhtifalat
(İhtifal. C.) Törenler, merasimler. * Cenaze alayları.
İhtifar
(Hafr. dan) Kazma veya kazılma.
İhtifaz
Darılma, küsme. * Bir şeyi nefsine hasretme. * Kendini sakınma, muhafaza etme.
İhtika'
Bir şeyin sağlamlığı, muhkemliği. * Dimağ heyecanı.
1119
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İhtikak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hakkını istemek. Niza' etmek. Birbirine husumet etmek. Hapseylemek. * Fık: İki taraftan her birinin haklı olduğunu iddia etmesi.
İhtikan
Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması. * Şırınga kullanma.
İhtikan-ı dem
Vücudun bir tarafına kanın hücum etmesi.
İhtikâr
Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak. * Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir. * Vurgunculuk, bozgunculuk. (Bak: Muhtekir)
İhtikar
Hor ve hakir görmek. Hakarete katlanmak.
İhtikâren
İhtikâr suretiyle, vurgunculukla.
İhtila'
Tenha yere veya halvete çekilme. * Taze ot koparma, biçme.
İhtilab
Süt sağma.
İhtilac
Seğirtme. * Çarpıntı, çarpma. * Etler gevşeyip büzülme. * Havale nöbeti.
İhtilacat
(İhtilâc. C.) İhtilaclar, çarpıntılar, seğirtmeler.
İhtilacat-ı asabiye
Asabî çarpıntılar.
İhtilaf
"(Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik. * Birisinin halifesi olmak.(Eğer denilse: Hadiste $ denilmiş. İhtilaf ise, tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avâmı, zâlim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünki: Bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem, tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamiyle tezahür eder?Elcevab : Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilaf ise, müsbet
1120
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ihtilaftır. Yâni: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa'yeder. Başkasının tahrip ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilaf ise ki; garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır. Hadisin nazarında merduttur. Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler...İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer Hak namına olsa, haklılara melce' olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce'dir ki; onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona hâşâ lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.Üçüncü suale deriz ki : Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; meksatta ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat, tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfuruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz'da dahi nokta-i telâkisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahittir... M.)" İhtilafat
Anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar. İhtilaflar.
İhtilaf-dar
f. Huk: Mirasçı ile miras bırakanın ayrı ayrı memleketler halkından olması.
İhtilaf-ı dâr
Huk: Mirası bırakan ile vâristen her birinin başka başka ülkeler ahâlisinden olması.
1121
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İhtilaf-ı din
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Biri müslim, diğeri gayr-ı müslim olmak gibi ayrı dinde bulunmak. Din ayrılığı miras almağa mânidir. Binaenaleyh gayr-i müslim, müslimin; müslim de gayr-i müslimin mirasına nâil olamaz. Fakat müslim olmayan milletler arasında din ayrılığı miras almağa mani değildir."
İhtilaf-ı metali'
Güneş, ay gibi gök cisimlerinin ufukta doğdukları yerin farklı oluşu.
İhtilaf-ı re'y
Fikir ihtilafı, fikirlerin başka başka olması.
İhtilaf-ı re'y-i ümmet
Ümmetin re'y ayrılığı. Halkın fikirlerinin başka başka olması.
İhtilak
Huy ve tabiat edinme. * Yalan uydurma.
İhtilaken
İhtilak suretiyle, yalan uydurarak.
İhtilakıyyat
Yalanlar, aslı olmayan sözler. Uydurma sözler.
İhtilal
(C.: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık. * Şerre çalışmak, düzensizlik.
İhtilalat
"(İhtilâl. C.) Ayaklanmalar, isyan etmeler, ihtilaller.(Bütün ihtilalât ve fesadın aslı ve mâdeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı tek iki kelimedir. O iki kelimenin imtizacından bomba gibi küre-i arz patladı. Ve izdivacından medeni insanlardan canavarlar doğdu.Birinci kelime : ""Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!.""İkinci kelime: ""İstirahatım için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.""Merhametsiz nefis-perest olan birinci kelime-i gaddâredir ki, âlem-i insanı zelzeleye getirip kıyameti kopmak üzeredir. Şu kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki; o da zekâttır ve zekâtın mükemmili olan sadakadır. Ve onun mütemmimi olan karz-ı hasendir.Haris, hodgâm, zalim olan ikinci kelimedir ki, beşerin terakkiyatını öyle sarsıyor ki, herc ü merc ateşine atmak üzeredir. Şu dahiye-i dehyânın tek bir devası var. O da hürmet-i ribadır ve faizin
1122
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bütün vesailini hayat-ı içtimaiyeden ref' etmektir... Adalet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya: ""Yasaktır, girmeğe hakkın yoktur"" der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi, daha müthişini yemeden dinlemeli!.. M.)" İhtilal-i nizam
Nizamın bozukluğu.
İhtilal-i umûr
İşlerin karışıklığı, işlerin bozukluğu.
İhtilam
Uyurken cenabet olmak, düş azmak. Ergenlik.
İhtilas
(C.: İhtilasât) Çalma, sirkat, hırsızlık. * Usulca ve elçabukluğu ile aşırma. * Bir çeşit ok atma tavrı.
İhtilasat
(İhtilas. C.) Hırsızlıklar, çalmalar, sirkatler.
İhtilas-i vakt
İşlerin arasında vakit bulabilme.
İhtilaskâr
f. Çalan, aşıran, hırsızlık yapan.
İhtilaskâran
(İhtilaskâr. C.) Çalanlar, aşıranlar, ihtilas edenler.
İhtilaskârane
f. Çalıp aşıranlara yakışacak şekilde, hırsızlar gibi.
İhtilat
Karışmak, karışıp görüşmek.
İhtilatgâh
f. İhtilat yeri.
İhtima'
(Himye. den) Perhiz. * Kaçınma, ictinâb etme. * Sığınma, himâyesine girme.
İhtimal
(Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek. * Kabul eylemek. * Yükselip götürmek. * İhsana mukabil şükretmek. * Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek.
İhtimalat
(İhtimal. C.) İhtimaller. Olması mümkün olan şeyler.
İhtimalat-ı baide
Uzak ihtimaller.
İhtimalat-ı karibe
Yakın ihtimaller.
İhtimalat-ı kesire
Pek çok ihtimaller.
İhtimal-i zatî
(Bak: İmkân-ı zatî)
1123
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İhtimam
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Elem ve kederden uyuyamamak. * Perhizkârlık etmek, riyazette bulunmak.
İhtimam-ı beyt
Evi süpürme, temizleme.
İhtimar
(Hamr. dan) Mayalanma, ekşiyip mayalanma.
İhtinac
Meyletme, bir tarafa yönelme, dönme.
İhtinak
(Hank. dan) Boğazın sıkılıp tıkanmasından dolayı nefes alamama. Boğulma.
İhtinâk-ı rahm
Eskiden, rahmin tıkanmasından dolayı olduğu sanılan ve kadınlarda görülen asabî bir hal ve hastalık.
İhtinan
Sünnet olma.
İhtira'
Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek. * Edb: Hiç kimse tarafından kullanılmamış tabirler ve mazmunlar kullanma. (Bak: Delil-i ihtira', İbda')
İhtirab
Savaşma, muharebe etme.
İhtiraî
(C.: İhtiraiyyat) İcad ve ihtira ile alâkalı.
İhtirak
Yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak. * Koz: Bir gezegenin güneşe yaklaşması.
İhtira'-kerde
f. Eşine rastlanmayan keşif. * Yaratılmamış olmak.
İhtiram
Hürmet olunmak, tazim olunmak, hürmet, saygı.
İhtiramat
(İhtiram. C.) İhtiramlar, hürmetler, saygılar.
İhtiramen
Hürmet ederek, saygı göstererek.
İhtiramkâr
f. Saygılı, hürmetkâr.
İhtiras
Ekme.
İhtirasat
(İhtiras. C.) Şiddetli arzu ve istekler. İhtiraslar.
İhtirasî
Korunma, muhafaza olunma, kendini gözetme.
İhtiraz
Sakınmak, çekinmek, kaçınmak.
1124
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İhtirazen
Korunarak, sakınarak, muhafaza olunarak.
İhtirazî
Çekinmeye ait, sakınmayla alâkalı.
İhtisab resmi
Eskiden belediye varidatı olarak damga, tartı, ölçü, panayır ve pazar vergisi adı altında alınan vergiler ile, hile yapan esnaftan alınan para cezalarının umumi adı.
İhtisab
Hesab sorma, mes'uliyet. * İhtisab dâiresinin aldığı vergi. * Emr-i bilma'ruf nehy-i an-ilmünker vazifesi, * Ceza. * Eskiden belediye işlerine bakan memurun işi ve dâiresi.
İhtisabiyye
İhtisaba (belediyeye) ait vergi.
İhtisad
Hasad etme, biçme.
İhtisad-ı mezruat
Ekinlerin biçilmesi.
İhtisam
(Husumet. den) Düşmanlık, husumet, muhâsame.
İhtisar
İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak. * Mat: Sadeleştirme, basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme.
İhtisaren
İhtisar suretiyle, muhtasar olarak, kısaltarak, tafsilâtsız, kısaca.
İhtisas
Hissetmek. Sezmek. Duymak. Duygulanmak. Hislenmek.
İhtisasiyyun
İhtisas sâhibi kimseler, mütehassıslar.
İhtisat
İtibar gösterme, rağbet etme.
İhtişa'
Tam olarak dolma. * Yastık veya döşek gibi bir şey edinme.
İhtişad
Toplanmak, birikmek, yığılmak.
İhtişam
Debdebe. Şanlı görünüş. * Etbâ dairesi ve takımının kalabalığı.
İhtişar
Büyük kafalı olma, koca başlı olma. * Toplanma, cem' olma.
İhtişaş
Kuru ot veya saman gibi hayvan yemi biriktirme.
İhtitab
Nikâhla kadın veya kız istemek.
İhtitaf
(Hatf. dan) Göz kamaştırma. * Kapıp götürme, kapma.
İhtital
Gizli söylenen sözü dinleme. Kulak kabartma.
1125
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İhtitam
Hitam bulma, sona erme, iş bitme.
İhtitan
(Hitan. dan) Sünnet ettirme.
İhtitat
Yukarıdan aşağı indirme.
İhtiva
İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak.
İhtiyac
Çaresiz kalıp istemek. Muhabbetle meyletmek. Acz, fakr ve yoksulluk. Zaruret hali.
İhtiyacat
(İhtiyac. C.) İhtiyaçlar. Lüzumlu olan şeyler.
İhtiyacat-ı zaruriye
Zaruri ihtiyaçlar. (Ev, yeme, içme, yakma, giyinme v.s. gibi)
İhtiyac-ı mübrem
Elzem ve zaruri olan ihtiyaç.
İhtiyal
(Hile. den) Hile yapma, aldatma, düzen, oyun etme.
İhtiyalat
(İhtiyal. C.) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar.
İhtiyan
Sözde durmama, emanete hiyanet etme.
İhtiyar elden gitmek
Mc: Kendini zaptedememek, hiddet ve gazaba gelmek, irâdeyi kaybetmek.
İhtiyar
Yaşlanmış kimse. Yaşlı. * Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade)
İhtiyar-ı cüz'î
(İhtiyar-ı cüz'iye) İnsanın küçücük ihtiyarı, iradesi. Pek az, zayıf ihtiyar. (Bak: Cüz'-i ihtiyarî)
İhtiyar-ı külfet
Külfete katlanma.
İhtiyar-ı zahmet
Zahmet ve meşakkate katlanma.
İhtiyarî
Mecburi olmayan. İsteğe bağlı. Bir kimsenin isteğine bırakılmış olan.
İhtiyariyat
Yapılması insanın kendi elinde olan şeyler.
İhtiyat hazinesi
"Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı,
1126
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna ""iç hazine"" veya ""enderun hazinesi"" de denilirdi." İhtiyat
Sakınmak. İşleri iyi düşünmek. Tedbirlilik. İşlerde basiret üzere bulunmak. Yedek.
İhtiyaten
İhtiyat ederek, ilerisini düşünerek.
İhtiyatî
İhtiyatla alâkalı. Gelecek zamana ait olan.
İhtiyatkâr
f. İhtiyatlı, ilerisini düşünen.
İhtiyatkârane
f. İhtiyatla, sakınganlıkla.
İhtiza
Ateş yakıp alevlendirme.
İhtiza'
Tevazu. Gönül alçaklığı. Alçak gönüllülük.
İhtizab
(Saç, sakal v.s.yi) boyama.
İhtizam
Kemer takma, kuşak bağlama.
İhtizan
Birisini işinden alıkoyma. * Çocuğu besleme.
İhtizar
Hazer etmek. Korunmak. Sakınmak.
İhtizaz
Hafif titremek. Deprenmek. * Şevk ile meyil ve hareket. Harekete geçme. * Sallanma, sıçrayıp oynama.
İhtizazî
İhtizaza ait. Titremekle alâkalı.
İhvan
( kelimesinin cem'i) Kardeşler. Eş, dost. * Sâdık arkadaşlar. * Aynı mezheb veya tarikata mensub olanlar.
İhvan-ı bâsafa
Mevlevi tabirlerindendir. Saf, yani kalbinde gıll u gış bulunmayan kardeşler mânâsınadır.
İhvaniyat
Arkadaşlar, eş dost mektubları.
İhve
Kardeşler. Arkadaşlar.
İhya
"Diriltmek. Yeniden hayata kavuşturmak. Canlandırmak. Şenlendirmek. Uyandırmak. * Gece de uyumayıp çalışmak veya ibâdetle vakit geçirmek.(İnsan der: ""Çürümüş kemikleri kim
1127
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
diriltecek?"" Sen, de: ""Kim onları bidayeten inşâ edip hayat vermiş ise o diriltecek."" S.) (Bak: Hayat)" İhya-kerde
f. İhya edilmiş. Lutfedilmiş. Yeniden inşa edilmiş.
İhyanen
(Bak: Ahyanen)
İhya-yi emvat
Ölüleri diriltmek.
İhya-yi leyl
Geceyi ibadetle geçirmek.
İhya-yi mevat
İşlenmemiş toprağı, ekin için elverişli bir hâle getirme.
İhza'
Rezil ve rüsvay etme. Kepâze etme.
İhzak
Kahkaha ile gülme. Çok gülme.
İhzal
Şaka ve alay ile çok uğraşma.
İhzan
Mahzun etme, hüzünlendirme, keder verme.
İhzar
Hazır etmek. Hazırlamak. * Huzura getirmek. Derpiş etmek. * Mahkemeye gelmeyenleri cebren getirme müzekkeresi.
İhzarat
(İhzar. C.) Hazırlıklar, hazırlanmalar.
İhzaren
Huzura getirerek. Birini mahkemeye dâvet ederek. * Hazırlayarak, ihzar ederek.
İhzarî
Hazırlık mahiyetinde olan. Hazırlayan.
İhzariye
Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para. İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından başka yemek, içmek gibi şahsî masrafları da ilâve edilirdi. * Birinin mahkemeye çağrılması için yazılan yazı.
İhzaz
Rahatlandırmak. Haz duymak. Nasipli olmak. Bahtlı.
İjek
f. Kıvılcım, şerare.
İka'
(Vuku'. dan) Vuku buldurmak. Fena bir şey yapmak. Meydana getirmek. Yetiştirmek. Düşürmek.
1128
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İkâ'
Dayanma, istinad etme. * Dayanacak bir şey verme.
îka
yapma, etme.
îkaât
yapıp etmeler.
İkab
Şiddetli azab, eziyet, ceza.
İk'ad
Bir hükümdarın tahta oturtulması. Oturtmak.
İ'kad
Düğümlemek. Bağlamak. Bend etmek.
İkad
Kuvvetlendirme, sağlam kılma.
İkad-ı kanadil
Kandillerin yakılması.
İkae
Kusturma, istifra ettirme. Kusturulma.
İkaf
(Vakf. dan) Vakfetme, malını vakıf şekline koyma. * Bir işten vaz geçme, durdurma.
İkahe
Düşmana üstün gelme, galibiyet.
İkal
Ayak bağı, ayak köstegi. * Bağ, bend.
İkale
"Pazarlığı bozma. Her iki tarafın isteğiyle alışveriş mukavelesini bozma. Bir hukuki muamele ile meydana gelen vaziyetin diğer bir hukuki muamele ile eski haline getirilmesi. * Demediği halde ""Dedin"" diye iddia etme."
İkam
Kısırlar, akamete uğrayanlar.
İkame
Oturtmak. Mukim olmak. Yerleştirmek. İskân eylemek. Bulundurmak. Meydana koymak. Vücuda getirmek. Dâva açmak. Ayağa kaldırmak. Kıyam etmek.
İkame-i beyyine
Şâhid getirme.
İkame-i da'va
Dâvâ açma.
İkamet
Bir yerde kalmak. Oturmak. * Müezzinin kamet getirmesi.
İkametgâh
f. Ev, hane. * İkamet yeri.
1129
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İkan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İyi ve yakînen bilmek. * Sağlam bir iş. * Yakin hasıl etmek ve edilmek suretiyle bilmek.
îkan
kesin biliş.
İk'ar
Derinletme, derinleştirme.
İkar
Doldurma, doldurulma.
İ'kar
Kadının dölyatağını sakatlama.
İk'ar-ı âbâr
Kuyuların derinleştirilmesi.
İk'ar-ı enhar
Nehirlerin derinleştirilmesi.
İkaz
Uyandırmak. Gafletten kurtarmak. Tenbih.
îkaz
uyarı.
îkazât
uyarılar.
îkazkâr
uyarıcı.
îkaznâme
uyarma yazısı.
İkbab
Yüzüstü düşme, kapanma. * Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı derecede çalışma.
İkbah
(Kubh. dan) Fenalık yapma, kötülük etme.
İkbal
Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah. * İstemek. (Bak: İdbar)
İkbalcu
f. İkbal ve büyüklük arayan. Onların peşinde olan.
İkbal-i beşer
İnsanın saadeti.
İkbalmend
f. Bahtiyar, mutlu, saadetli, talihli. * Refaha, büyük bir makama erişen.
İkbalperest
f. Bir mevki ve makam için hırslı olan. İkbale çok hırs duyan.
İkbar
Ulu görme, büyük görme veya görülme.
İkbar-ı meyyit
Ölünün kabre konulması. Mevtanın gömülmesi.
1130
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İkdam
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gayret ve sebat ile çalışmak. İlerlemeye gayret etmek. Devamlı çalışmak. İlerlemek.
İkdamat
(İkdam. C.) İlerlemeler. Sürekli çalışmalar.
İkdar
(Kudret. den) Kudret verme, kuvvetleştirme, güç kazandırma. Geçimini sağlama. * Birini kayırma.
İkdirar
Bulanma, bulanık olma.
İkdirar-ı mâ'
Suyun bulanması.
İkfa'
Edb: Sesleri birbirine yakın olan harflerle kafiye yapmak.
İkfal
Kilitlenmek, kilitlemek, kilit takmak.
İkfar
Birisine kâfir demek, kâfir denilmek.
İkhat
Kuraklığa uğratma, kıtlığa uğratma.
İki dirhem bir çekirdek "Mc: ""Pek süslü"" yerine kullanılır bir tabirdir. Osmanlı altını iki dirhem bir çekirdek ağırlığında olduğu için bu tâbir meydana gelmiştir." İki eli yakasında olmak Mecaz yoluyla âhiret gününde birinden hakkını aramak. İkiçifte
t. Dört kürekli kayık.
İkilik
t. İki kuruş kıymetindeki eski gümüş para. * İki kısımdan meydana gelmiş. * Ayrılık, ihtilâf, ikiye bölünme, iki taraf olma.
İkindi divanı
t. Tanzimattan evvel sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divanlar. Bu divan ikindi namazından sonra toplandığı için bu adı almıştı. Bâb-ı Âlî teşkilâtının ilk şekli olarak Divan-ı Hümayun, muayyen günlerde toplandığı zaman, vezir-i azamlar da divanda bitirilemeyen veya arza lüzum görülmeyen işleri kendi konaklarında salı ve perşembenin haricindeki günlerde hallederlerdi. Sadrazamdan başka hiçbir vezir, ikindi divanı aktedemezdi. (O.T.D.S.)
İklab
Tersine çevrilme, çevirmek. Tersine döndürmek.
1131
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İklal
(Kıllet. den) Azaltma, miktarını indirme. * Az bulma, az görme.
İklil
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Zebur'da geçen bir ismidir. Müzeyyen tâç manâsına da gelir.
İklim
(Bak: Iklim)
İkmah
Buğdayı un yapma. Buğday yetiştirme. * Kafa tutmak, kibir ve azametle karşı gelmek.
İkmal
Tamamlamak. Bitirmek. Mükemmelleştirmek.
İkmal-i nevakıs
Eksiklikleri tamamlamak.
İkmal-i nüsah
Bütün sahifeleri tamam etmek, okuyup bitirmek.
İkmam
Ağaçların tomurcuklanması. Çiçek tomurcuğu görünmesi. * Elbiseye yen yapmak.
İkman
Gizleme, saklama, örtme.
İkna'
Kanaat vermek. Râzı etmek. Râzı edilmek. İnandırmak. İnandırılmak. * Ayakta iki tarafa bakmadan durmak.
İknaiyyat
İknâ etmek veya râzı etmek için söylenilen sözler.
İknaiyyat-ı hitabiyye
Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir. Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır.
İknan
Örtme, saklama, gizleme.
İkra'
"Okutmak. ""Oku"" diye emretmek. * Selâm göndermek. Yakın gelmek. Ziyafet istemek."
İkra
Kiraya verme.
İkrab
Kederlendirme, hüzün verme.
İkrah
İğrenmek. Tiksinmek. Bir işi istemiyerek yapmak. * Birine zorla iş yaptırmak veya muamele yapmak.
İkrahen
İstemiyerek, tiksinerek. Zorlanarak.
1132
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İkrah-ı gayr-i mülcî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huk: Eskiden döğme ve hapis gibi yalnız keder ve elemi icab ettiren şeylerle vuku bulan ikrah.
İkrah-ı mülcî
Huk: Ölüm veya bir uzvun kesilmesi veya bunlara sebep olacak şiddetli döğme ile olan ikrah.
İkrah-ı nâkıs
Huk: Dayak ve hapis gibi keder ve elemi gerektiren şeylerden meydana gelen mecburiyet.
İkram
Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek. * İltifat olarak bir şeyler vermek. * Bağış. * Hesap dışı verilen şey veya yapılan indirme, tenzilât. * Allah'ın lütfu ve ihsanı.(İkramın izharı, yani Allah'ın lütfu ve ihsanı olan ikramın izharı tahdis-i nimettir. İnsanın nefsi, Allah'ın lütfunu kendine isnad etmez. Çünkü kesbinin medhali yoktur.)
İkramat
(İkram. C.) İkramlar, hürmetler, bağışlar.
İkramen
İkram olarak. Ağırlama suretiyle. Hürmet, tazim ve saygı için.
İkramiye
Hürmet ve mükâfat için verilen para veya hediye. * Memurlara maaş haricinde ve her sene belli bir zamanda verilen para. * Yapılan iyilik karşılığı olarak verilen hediye veya para. * Satıcı tarafından pazarlığın hâricinde olarak müşteriye yahut arada vasıta olana verilen şey. * Bazı teşekkül ve müesseselerin belirli zamanlarda, hisse sahiplerine kur'a çekerek dağıttıkları para.
İkrar bi-l kitabe
Bir kimsenin diğer bir kimseye olan borcunu kitabetle yani yazı ile tasdik etmesi. Tabirin mânası yazı ile ikrar'dır.
İkrar
Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak. * Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını haber vermek.
İkrar-ı mariz
Ölüm ânında iken edilen ikrar. Vasiyetname.
İkraz
Ödünç vermek. Borç vermek. * Kesip ayırmak.
1133
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İkrazat
Borçlar. Borç vermeler.
İksa
Giydirmek. Giyecek vermek.
İksa'
Kasvet. Sıkıntı vermek. Sıkıntı verilmek.
İksad
(Kesad. dan) Kesada düşürme, kesatlandırma.
İksal
(Kesel. den) Bezginlik ve bıkkınlık verme.
İksam
Kasem etme, yemin etme, and içme.
İksar
Bir şeyi yapmak imkânı varken yapmama.
İksar-ı kelâm
Çok söyleme, sözü uzatma, gevezelik etme.
İksat
Doğruluk ve hakkaniyet gösterme.
İksa-yi eytam
Yetimlerin giydirilmesi.
İksa-yi kalb
Gönül sıkıntısı, iç darlığı.
İksir
Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde. * Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç. * Eski kimyada: (Bazılarının söylediğine göre) kıymetsiz madenleri ve sair şeyleri altuna tebdile ve bütün hastalıkları gidermeye vesile olan ve öyle te'sirli farzedilen ilâç.
İkşi'rar
Ürperme. Ürkmeden dolayı tüylerin diken diken kalkması ve derinin iğne iğne kabarması.
İktab
(Ketb. den) Yazdırma, dikte ettirme.
İktam
(Ketm. den) Gizleme, saklama.
İktan
Yapıştırma veya yapıştırılma.
İktat
Alçak sesle kulağa fısıldama.
İktıfa
Arkasından gitme, ardına düşme, takib.
İktibas
Bir söz veya yazıyı olduğu gibi veya kısaltarak almak. Birisinden ilmen istifade etmek. İstifade suretiyle almak, alınmak. * Söz arasında
1134
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kur'an-ı Kerimden veya Hadis-i Şeriftden veya başka makbul eserlerden bir cümlenin kâmilen veya kısmen az tasarruf ile veya tasarrufsuz alınması. * Ateş almak. * Ödünç almak. İktibasat
(İktibas. C.) İktibaslar, aktarmalar.
İktibasen
İktibas suretiyle. Faydalanma yoluyla alarak. Parça alarak.
İktida
Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek.
İktidab
"Bir şeyi kendisi için kesmek. * Henüz öğretilmemiş deveye binmek. * İrticâlen söz söylemek. * Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına, yani medhettiğinin medhine geçmek. Hüsn-i tahallus (yani: Bir şeyin meydana gelmesine hayali ve güzel bir sebeb göstermek ile olan intikal), en uygunu ve en lâtifi olur. Müelliflerin Emmâ ba'dü, ""Bundan sonra"" kelimesine iktidab demeleri hamdeleden inkitaa binaendir. Edb. S.)"
İktidaen
Uyarak, tâbi' olarak.
İktidar
Güç, takat. Kudret. Güç yetmek. Yapabilmek.
İktidar-ı kâmin
Gizli güç.
İktidarî
Güç ve iktidarla alâkalı ve mensub.
İktifa
Fazla istemeyiş. Yeter bulmak. Kâfi görmek. Var olanı yeter saymak.
İktihal
İhtiyarlama, yaşlılanma, kocama. * Saç ve sakala kır düşme.
İktiham
Hücum ve istilâ eylemek. * Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. Güçlükleri yenmek. * Mülâhazasız bir işe başlamak. * Bir şeyi hakir addetmek.
İktihamat
(İktihâm. C.) İktihamlar, hücumlar, saldırışlar. * Tahammül etmeler, göğüs germeler.
İktihan
Kır saçlı ve sakallı olma.
1135
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İktila'
Kapıp alma, koparma.
İktiman
Gizlenme, saklanma.
İktiman-ı sârık
Hırsızın gizlenmesi.
İktina'
Künyelenme. * Anlaşılmayacak şekilde söyleme. * Gizlenme, saklanma.
İktinaf
Bir şeyin etrafını kuşatmak. * Deve için ağıl edinmek.
İktinah
(Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma.
İktinan
Saklanma, gizlenme.
İktinan-ı nisvan
Kadınların örtünmesi.
İktinas
Tuzak kurup avlanma.
İktira'
(Kirâ. dan) Kiralama, kira ile tutma.
İktirab
(Kurb. dan) Yanaşma, yaklaşma, takarrüb.
İktirab-ı saat
Kıyamet vaktinin yaklaşması.
İktirac
Paslanma, küflenme.
İktiraf
Emek çekerek kesb ü kâr eylemek, kazanmak. * Günah kazanmak.
İktirah
(C.: İktirahat) (Karh. dan) Evvelden hazırlamadan düzgün bir şekilde ve içe doğduğu gibi (şiir veya nutuk) söyleme.
İktiran
"Ulaşmak. Mukarin olmak. Yaklaşmak. Yetişmek. * İki şeyin bir arada gelmesi. İki nimetin aynı anda bulunması gibi... (İktiran tâbirinden anlaşılan: Bir şeyin zahirî sebebiyle o şeyin beraber görünmesidir. Meselâ bir bahçeye su vermek zahirî sebebi ile nebatların büyümesi; veya bir mürşidin irşadiyle hidayete ermenin bir zaman içinde beraber bulunmaları ki, hem zahirî sebeplerin, hem de neticelerin hakiki sahibi ve müessiri ancak Cenab-ı Hak'tır.)(Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya
1136
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bulunmasıdır ki, ""iktiran"" tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şerâitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cedvelin deliğini açmıyan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakiki olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir: İşte bu mağlatanın ne kadar hatâsı zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hatâ ettiklerini bil! L.)" İktiran-ı kevakib
Ast: İki gezegenin zâhiren birbirine yakın bir mevziye gelmeleri veya aynı burçta bulunmaları.
İktiranî kıyas
"Man: Neticenin aynı veya nakizı, mukaddemelerinin birisinde bilfiil zikredilmeyen kıyastır. Meselâ: ""Her cisim muhdestir"". Ve nakizı olan: ""Bazı cisimler muhdes değildir"" kaziyeleri, ne birinci ve ne de ikinci mukaddemede hey'et-i mecmuası ile zikredilmiş olmadığından iktirânidir."
İktiras
Bir işe ehemmiyet verme, bir şeyi mühimseme. * Kederli ve hüzünlü olma.
İktiraz
(Karz. dan) Borç alma.
İktisa
Giyinmek, giymek.
İktisab
Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek.
İktisabat
(İktisab. C.): İktisablar, kazanmalar, elde etmeler ve edinmeler.
1137
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İktisab-ı şan ü şöhret
Şan ve şöhret kazanma, meşhur olma.
İktisad
"Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak. * Edb: Beyit veya kasideyi birbirine vasl ile uzatmak.(İktisad ve hıssetin çok farkı var. Tevâzu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Öyle de: Ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizâm-ı hikmet-i İlâhiyye'nin medarlarından olan iktisad ise, sefillik ve bahillik ve tama'kârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız, sureten bir benzeyiş var. Bu hakikatı te'yid eden bir vâkıa:Sahabenin abâdile-i seb'a-yı meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki: Halife-i Resulullah olan Fâruk-u Azam Hazret-i Ömer'in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübârek çarşı içinde, alış verişte, kırk paralık bir meseleden iktisad için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Ruy-i zeminin Halife-i Zişânı olan Hazret-i Ömer'in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hâne-i mübârekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: ""İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?"" Herbirisi dedi: ""Bana bir altın
1138
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
verdi."" O sahabe dedi: ""Fesübhânallah... Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemâl-i rıza-yı nefisle versin!"" diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer'i gördü. Dedi: ""Ya İmam! Bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın."" Ona cevaben dedi ki: ""Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadâkatın muhafazasından gelmiş bir hâlettir; hısset değildir. Hânemdeki vaziyet kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.""İmam-ı Azam, bu sırra işaret olarak: ""Lâ isrâfe fi-l hayri kemâ lâ hayre fi-l isrâfi"" demiş. Yani: ""Hayırda ve ihsanda (fakat müstahak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur..."" L.)(İktisad, lügatta ""amelde i'tidal"" demektir ki, kasıddan me'huzdur. Çünkü matlubunu iyi tanıyan bir kimse, onu hiç eğilip bükülmeden istikamet üzere kasdeder. Maksudunun mevzi ve mevkiini bilemiyen ise tahayyür içinde kalır. İfrat veya tefrit ile kâh sağa, kâh sola bocalar, çabalar durur. İşte bu sebeple iktisad, maksada müeddi olan amel demek olmuştur. Umur-u maliyedeki iktisadın da esası budur.) (E.T.)" İktisadî
İktisada ait, tutumla alâkalı. Ekonomik.
İktisadiyat
İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler.
İktisa-i nukud
Para biriktirme.
İktisam
(Kısım. dan) Bölüşmek, paylaşmak.
İktisar
(Kesir. den) Paralamak. Kırılmak.
İktisas
Çekip koparma veya koparılma.
İktita'
Almak. Bir şeyin bir kısmını koparıp almak.
1139
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İktitab
Yazılmış olan bir şeyin kopyasını çıkarma, suretini alma.
İktitaf
Edb: Sözün özünü almak. * Ağaçtan meyve toplamak. Toplanma. Toplama. * Bir uğraşma sonucunda faydalanma.
İktitaf-ı esmar
Meyve toplama.
İktital
Birbirini öldürme.
İktitam
(Ketm. den) Ketmetme, gizleme, saklama. * Sararma.
İktiva'
Kuvvetlenme.
İktiyad
Tutup götürme veya götürülme.
İktiyal
Kile veya ölçek ile ölçme.
İktiyas
Benzerini bulma. * Ölçme, kıyas tutma.
İktiza
Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.
İktiza-yi hal
Halin ve durumun gösterdiği lüzum.
İktizaz
Bozulup buruşma.
İkval
Bir kimsenin, söylemediği halde bir sözü söyledi diye iddia etme.
İkza
Azarlama, sövme, hakaret etme.
İ'la
(Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak. Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak.
İla'
Çok istekli ve tâlib kılma, haris etme.
İla
Son, nihâyet, dek, değin,...ye,...ye kadar (mânâlarına gelir, harf-i cerdir.)
îlâ
yüceltme, yayma.
İlâ-âhir
Sona kadar, diğerleri de böyledir ve başkaları... (manalarına gelir.)
İl'ab
Oynatma, oynatılma.
İlac nâ-pezir
f. Tedavisi mümkün olmayan, ilâç kabul etmeyen. * İmkânsız, çaresiz.
İlac
İçeri sokma, idhal etme, girdirme.
İlac-pezir
f. Çaresi bulunabilen. * Tedavi edilebilen, ilâç kabul eden.
1140
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlad
(Veladet. den) Doğurma, tevlid etme. * Doğurtma.
İ'laf
(Alef. den) Hayvana yem verme.
İlaf
Ülfet etmek. Alıştırmak. Ülfet ettirmek. * Bir adedi bine çıkarmak.
İlah
"Kendine ibadet edilen, Allah (C.C.) Her şeyden çok sevilen, tâzim ve tesbih edilen Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri.(Eğer her şey Cenabı Hakk'a isnad edilmezse, bir an-ı vâhidde, gayr-ı mütenahî ilahların isbatı lâzım gelir; ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilahların herbirisi, bütün ilahlara hem zıd hem misil olması lâzım geliyor. Ve aynı zamanda, herbirisi, bütün kâinata elini uzatmış tasarrufatta bulunuyor gibi bir vaziyet alması lâzım gelir. Meselâ: Bal arısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü bütün kâinata câri ve nâfiz olması lâzımdır. Zira o bal arısı, kâinatın unsurlarına nümunedir; eczasını kâinattan alıyor. Halbuki, vücud sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vacib-ül Ehad'a mahsustur. Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Meselâ: Ayasofya'nın bânisi inkâr edildiği takdirde, herbir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyle ise, kâinatın Sânia olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zâhir, daha evlâdır. M.N.)"
İlahe
Müşriklerin kadın heykeli şeklindeki putları. Bâtıl mâbud.
İlahî
Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik. * Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir). * Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve makamla okunan şiirler.
İlahiyat
Hikmet ilminin dinden ve sadece Cenab-ı Hak'tan bahseden kısmı. Filozoflarca fikir olarak ileri sürülen dine dâir nazariyeler, düşünceler.
1141
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İlahiyyun
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlâhiyatçılar. * Fls: Sadece Allah'ın varlığından bahseden filozoflar. Sadece akıllarına güvenerek Cenab-ı Hak'tan bahseden bir kısım filozoflar. (Bak: Feylesof)
İ'lak
(Alak. dan) Sülük yapıştırmak.
İ'lal
Harf-i illetlerin kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. ( ) nin ( ) olduğu gibi.
İlallah-il müşteka
Şikâyet Allah'adır. Allaha şikâyet edilir.
îlâm
bildirme.
İ'lam
Bildirmek. Belli etmek. Anlatmak. * Mahkeme hükmünü bildiren resmi karar yazısı.
İlam
Elem vermek. Rencide etmek. * Düğün yemeği.
İ'lamat
(İ'lam. C.) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî vesikalar.
İ'lamat-ı nizamiye
Huk: Nizamiye mahkemelerinden çıkan ilâmlar.
İ'lamat-ı şer'iye mümeyyizi "Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan ""İlâmat Odası""nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış olanlar tâyin edilirdi. (O.T.D.S.)" İ'lamat-ı şer'iye
Huk: Şer'iye mahkemelerinden nafaka, nikâh vs. ye dâir verilen i'lâmlar.
îlâmnâme
bildirme yazısı.
İ'lan (ilân)
Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak. * Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme. * Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma.
İ'lanat
İlânlar.
1142
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlane
Yumuşatmak.
İ'lanen
İlân ederek, ilân yoluyla.
İlân-ı harb
Savaş açma. Harb ilân etme.
İlân-ı iflâs
Tüccarın işinde güçsüzlüğünü yani iflâs ettiğini resmî olarak söyleyip açığa vurması.
İlân-ı tekvinî
Umumi âfetler ve gök taşları düşmesi gibi Cenab-ı Hakk'ın tekvinî âyetleri ve ibretli hâdiseleri ile hakaik ve hikmet-i İlâhiyesini ilân edip bildirmesi.
İla-nihaye
Sona kadar, nihayete kadar. Böylece devam eder.
İ'lanname
f. İçinde ilân yazılı olan kâğıt. * Bir hususun herkese ilân edilmesi için hükümetçe hazırlanıp bastırılan resmi kâğıt.
İlas
Kinâyeli ve iğneleyici sözler söyleme.
İlavat
(İlâve. C.) İlâveler, ekler, katmalar.
İlave
(C.: İlâvât) Katma, ek yapma, arttırma, zam. * Bir kitabın sonuna gerek yazarı ve gerek başkası tarafından sonradan eklenen kısım. Zeyil. * Bir gazetenin çıkardığı sayıdan başka ona ek olarak ve ayrıca çıkardığı sayı. * İmzadan sonra mektubun altına yazılan şey.
İlâveten
İlâve olarak, ekliyerek, katarak, arttırarak.
İla-yevm-il kıyame
Kıyamete kadar.
İ'la-yı kelimetullah
"Allah kelâmının, İslâmiyetin ulviyetini ve hakikatlarının kıymetini bildirmek ve yaymak. Hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyenin neşir ve tâmimine cehd ile çalışmak.(Bu zamanda her bir mü'min i'lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. H.)(Eskiden beri i'lâ-yı Kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için farz-ı kifâye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan Alem-i İslâma fedaya vazifedâr ve hilâfete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi; Alem-i
1143
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâmın saâdet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını harikulâde ta'cil etti. R.N.)" îlâyıkelimetullah
Allah kelâmını yayma.
İlbad
Yamama, yırtıkları kapatma. * Yapıştırma veya yapıştırılma.
İlbas
Durdurma, mâni olma, alıkoyma.
İlbas-ı hırka
"Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden ""İcazetname: hilâfetname"" verme."
İlbas-ı hil'at
"Hil'at giydirmek. (Üst elbisesi demek olan hil'at; padişahlar ile sadrazam ve vezirler tarafından memurlarla, âyân ve eşrâfa, taltif makamında giydirilirdi. Sonradan bunun yerine rütbe ve nişan verilmeğe başlanmıştır.) (O.T.D.S.)"
İlca'
Mecbur etme. Zorlama. Muztar kılma. * Tefviz eyleme.
İlcaat
Zorlamalar. * Lüzumlu şeyler.
İlcaat-ı zaman
Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler.
İlcac
Feryad etme, bağırma.
İlcam
Gemleme, gem takma. Gemlenme.
İlçe
t. İdarî bakımdan vilâyetten sonra gelen yer. Kaza. Kaymakamlık.
İlel ü emraz
Hastalıklar ve sakatlıklar.
İlel
(İllet. C.) İlletler. Esaslar. Temeller. Sebebler. * Sakatlıklar. Hastalıklar.
İle-l-an
Şimdiye kadar, bu âna kadar.
1144
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İle-l-ebed
Ebede kadar. Nihayetsiz.
İlel-i muhtelife
Türlü illetler ve sebepler, çeşitli hastalıklar.
İlel-i müstevliye
Tıb: Salgın hastalıklar.
İlel-i müteselsile
Zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetler.
İlel-i sâriye
Tıb: Bulaşıcı hastalıklar. Sâri illetler.
İ'lem
"( $ masdarından emirdir.) ""Bil!"" mânasına gelir."
îlem
bil!
îlemeyyühelazîz
bil ey azîz!
İleyh
Ona. (Erkek olan tek kimse için)
İleyha
Ona. (Kadın olan tek kimse için)
İleyhim
Onlara. (Erkek olan çok kişi için söylenir.)
İleyhima
Onlara. (Erkek olan iki kişi için söylenir)
İleyhinne
Onlara. (Kadın olan çok kişi için söylenir.)
İlga
Kaldırmak. Hükümsüz bırakmak. Lağvetmek. Bâtıl eylemek.
İlgaz
(Lugaz. dan) Sözde maksadı gizleme.
İlh
"""İlâ âhir"" sözünün kısaltılmışı."
İlha'
Boş şeylerle meşgul etmek. Gaflet.
İlhab
Tutuşturma, alevlendirme. * İltihaplandırma, şişirip kızartma.
İlhad
Zulüm yapma, eziyet etme.
İlhaf
İstemekle ısrar etme, zorlama.
İlhah
Zorlamak. Israr etmek. Bir şeyin kabulü için son derece üstüne düşmek.
İlhahat
(İlhah. C.) Direnmeler, zorlamalar.
İlhak
İlâve etmek, eklemek. Katmak.
İlham
Söverek ve hakaret ederek onur kırma.
İlhamat
İlhamlar. Allah tarafından kalbe gelen mânalar.
1145
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlhamî
İlham ile elde edilen ve nâil olunan. İlham ile alâkalı. * Erkek adı.
İlhan
Tar: Cengizlilerin İran kolunun Hülâgu hanedanının hükümdarlarına verilen ünvan.
İlhanî
İlhanlık. İlhanla alâkalı. İlhanın idare ettiği devlet şekli, imparatorluk. Bu idareye bağlı memleketler. İlhan olma hâli.
İlhanlılar
İlhanlılar hanedanı ve bu hanedanın idare ettiği XIII. asrın sonu ve XIV. asrın ilk yarısında yaşayan bir yakındoğu imparatorluğu.
İlhaz
Yan bakışla bakma.
İlik
t. Elbisenin düğme geçmeye mahsus deliği. * Kemiğin içinde bulunan madde.
İlim
(Bak: İlm)
İlka'
Koymak, bırakmak. Terk etmek. Öne atmak.
İlkaat
Zararlı sözlerle şaşırtmak. * Bırakmalar, terk etmeler.
İlkah
Döllenmek. Döllemek. Gebe bırakmak. Aşılamak. * Tıb: İki ayrı cins hücrenin birleşmesi.
İlkahat
(İlkah. C.) İlkahlar, döllemeler, gebe bırakmalar.
İlkam
Yutturma, boğazından geçirtme.
İlkan
Çabuk ezberleme.
İlkbahar
t. Mart, nisan ve mayıs aylarını içine alan mevsim.
İlke
(Bak: Unsur - Umde - Mebde')
İlkel
(Bak: İbtidâi)
İlkteşrin
Ekim ayı. Teşrin-i evvel.
İll
"Keskinlik veya parlaklık mânasından alınmış olup; feryat, yemin, ahid ve karâbet mânalarına gelir. İbrânice ""il"", ilâh demek olduğu da söylenmiştir. (E.T.)"
1146
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İllâ
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ, meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir).
İllâhu
Ancak O. Allah (C.C.)
İlle
(İllet) Esas sebeb. Vesile. * Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.(...Göz ile görünmeyen bir mikrob, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlâhiyeyi hâvidir. O makina mümkinattan olduğundan vücud ve ademi mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. İ.İ.)
İlle-i gaiye
Elde edilmesi için çalışılan gaye, maksad ve netice. Vazifeye terettüb eden maslahat, fayda, semere, iş.
İlle-i ıztırarî
Kabul edilmesi mecburi görülen sebeb.
İllet-i tâmme
Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebeblerin tamamı. Bu sebebler var olunca neticesinin vücuda gelmesi bizzarure ve bilvücub iktiza eder.
İllî
Sebebe ait. Neden ve sebeple alâkalı.
İlliyet
Sebeb ile alâkalı. Esas sebeble alâkadarlık. Sebeb arayış.
İlliyye
(Ulliyye) En şerefli, yüksek.
İlliyyun
(İlliyyîn) (Aliyyu. C.) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâhı rızâya en yakın olan derecedir.
İllizyon
Lât. Cisimleri yanlış idrak etme. Meselâ su borusunu yılan gibi görme.
İlm
"(İlim) Okumakla veya görmek ve dinlemekle veya ihsan-ı Hak'la elde edilen malumat. Bilmek. İdrak etmek.(İlim, hakikatı bilmekten
1147
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ibarettir. İlim, marifetten daha umumidir. Marifet, tefekkürle bilmek mânasına olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'a nisbeti câiz olmaz. Gerek huzurî olsun (ilm-i İlâhî gibi) ve gerek husulî olsun (ilm-i ibad gibi) ve vech-i dikkat üzere bilmeye de denir. Şuur, fıtnat gibi. İlmin zıddı ""cehil""dir. Marifetin zıddı ise ""inkâr""dır.) * İlm-i Kelâm'da: İlim; bilmek, idrak etmek sıfatıdır. Cenab-ı Hak ilim sıfatı ile de muttasıftır. O'nun ilmi, mahlukatın ilmi gibi basit ve mahdut olmayıp, bütün kâinatı muhittir. Hiç bir şey onun ilminden gizlenemez ve haricinde kalamaz. Allah'ın ilmi mutlaktır. Allah, Alîm-i Mutlak'tır.İlim mâluma tâbidir. Yani: İlim sıfatı varlıkları icad etmez ve hâdiseleri meydana getirmez. Belki, varlıkları ve hâdiseleri bilmekle ilim olur.Cenab-ı Hak ilmi ile, olmuş ve olacak herşeyi ezelî ve ebedî olarak bilir. Böylece o eşya, ilm-i İlâhîde bilinmesiyle vücud-u ilmîye mazhardır. Fakat maddî vücutlarının icadı, kudret-i İlâhiyeye istinad eder. Yani mahlukatın maddî vücudunu ilim icad etmez, kudret icad eder. Bu itibarla malumun yani mahlukun icadı, ilme değil, kudrete tâbidir. (Bak: İrfan, Ulum)" İlma
Çalma, hırsızlama, sirkat.
İlma'
Parlatma. * İşaret etme.
İlmah
Hemen gösterip çabucak yok etme. * Bir şeyi parlatma. * Güzel simalı bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme.
İlmam
İki şey birbirine yaklaşma. * Küçük günah işleme.
İlm-i âdâb
Yemek, içmek, yatıp kalkmak, giyinmek, sefer gibi hâllere dair hadisler için, ilm-i hadis istılâhında kullanılan tâbirdir.
İlm-i ahbâr
(Bak: İlm-i hadis)
İlm-i ahlâk
Ahlâk bilgisi.
1148
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlm-i ahvâl-i cevv
Meteoroloji.
İlm-i arz
(İlm-ül arz) Yer bilimi. Jeoloji.
İlm-i âsâr
(Bak: İlm-i hadis)
İlm-i beden
(İlm-ül ebdân) Hekimlik bilgisi, tabâbet.
İlm-i bedi'
İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güzelliğini ve muktezâ-yı hâle mutabakatını ve vuzuh-u delâletini işitmeğe ve ruha mülâyim ve hoş gelecek surette intisak, insicam, tertib ve intizamını bildiren usul ve kaidelerin ilmidir. Cemi olarak hepsine ulum-u bedi'a dendiği gibi, İlm-i bedi' diye de söylenir. İki kısma ayrılır.1- Muhassınât-ı mâneviye : Kelâmın mânâsına ait san'atlar. Tevriye, hüsn-ü ta'lil, üslub-u hakim..gibi.2- Muhassınât-ı lâfziyye : Kelâmın lâfzına ait san'atlar. Seci', cinas gibi. (Bak: Bedi')
İlm-i belâgat
Edb: Güzel söz söyleme veya yazmayı öğreten ilim. Edebiyatın bir şubesi.
İlm-i beyan
Belâgat ilminin, yâni edebiyatın, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinaye kısımlarından bahseden ilim dalıdır.
İlm-i cifir
Harflerin sayı değerlerinden mânâ çıkararak elde edilen ilim. (Bak: Ebced)
İlm-i fiten
Asr-ı saadetten sonra zuhur eden hâdiselere, fitnelere dâir olan hadis-i şeriflere, ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Fiten denilmektedir.
İlm-i hadis
"(İlm-i Rivayet - İlm-i Ahbâr - İlm-i Âsâr) Resulüllah'ın (A.S.M.) akvâli (sözleri), ef'ali ve hallerine dâir ilimdir. Ehl-i hadis ıstılahında;
1149
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tarihe ve siyere dâir hadis-i şeriflere bazan İlm-i Hadis-ül Halk, bazan da Sîre (Sîret) tabir edilir. (Bak: Hadis)" İlm-i hâl
İbadet usullerini, din kaidelerini bildiren kitap.
İlm-i hesab
Hesap bilgisi, aritmetik, matematik.
İlm-i hey'et
Gökler ve yıldızlar ilmi. Astronomi.
İlm-i huruf
Gr: Harflerden mâna çıkarıp tefsir etmek ilmi. (Ebced hesabında olduğu gibi)
İlm-i ictimaî
İçtimaî hayat ilmi. Toplu yaşayış ve cemiyet bilgisi. Sosyoloji.
İlm-i kelâm
"Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarından ve nübüvvet ve itikada ait mes'elelerinden İslâmî esaslar dairesinde bahseden ilim. Usul-üd din de denir. Bu hususlara çalışan İslâm allâmelerine ""Mütekellimîn"" denir."
İlm-i kıraat
Usul ve kaidesine uygun olarak Kur'an-ı Kerimin okunması ilmi. Bak: (Kıraat) ve (Kıraat-ı seb'a) ve (Fenn-i kıraat)
İlm-i ledün
(Bak: Ledün)
İlm-i mevalid
Tabiat, eşya ilmi. Hayvanat, nebatât ve maddelerine ait ilim.
İlm-i nücum (ilm-i tencim)
İlm-i Ahkâm-ı Nücum da denir. Yıldızların ahvalinden,
hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak ve araştırmak ilmidir. İlm-i rivayet
(Bak: İlm-i Hadis)
İlm-i ruh
Ruh ilmi. Psikoloji.
İlm-i tabakat-ül arz
Arzın tabakalarından bahseden ilim. Jeoloji.
İlm-i tevhid
Allah'ın varlığı ve birliğini isbat ve izah etme ilmi. * Akaide müteallik hadis-i şeriflere ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Tevhid tabir edilir.
İlm-i usul
Delillerden hüküm nasıl çıkarıldığını öğreten ilim. (Usul-ü fıkıh, Usulü şeri'at veya hikmet-i teşriiye de denir.)
İlm-i usul-üd din
(Bak: İlm-i Kelâm)
1150
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İlmî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlimle, bilgi ile alâkalı. İlme ait ve müteallik. Câhilce ve tetkiksizce olmayan.
İlmiye kıyafeti
"İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde üst tabakayı teşkil eden ricâl kısmı, lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca ilmiyenin, ""İlmiye"" maddesinde yazılı, resmi günlere mahsus kıyafetleri de vardı. (O.T.D.S.)"
İlmiye ricali
"İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine ""ricâl-i ilmiye"" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi."
İlmiye rütbeleri
İlmiye denilen ulema sınıfına mahsus rütbeler. Rütbeler, aşağıdan üste doğru şöyle idi: Müderrislik, kibar-ı müderrisîn, mahreç mevleviyeti, bilâd-ı hamse mevleviyeti, Haremeyn-iş şerifeyn mevleviyeti, İstanbul kadılığı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği.
İlmiye
Fıkıh ve şeriat ilimleri, iman ve Kur'an hakikatları ve tahkiki iman dersleri ile iştigal eden zatların mensub oldukları yol. Alimlerin mesleği.
İlmühaber
(İlm-i haber) Resmi bir daireye verilmek üzere hazırlanan ve bir adamın ahvâli hakkında bilgileri ihtiva eden kâğıt. Resmi vesika. * Para, evrak vs. teslim olunduğunu gösteren ve bunları getiren adamın eline verilen pusula.
İlsak
Yapışmak. Bitişmek. Ulaşmak. Yapıştırılma. Kavuşturulmak.
İltiab
Oynama. Oyun oynama.
İltiak
Rengi bozulma, rengi değişme.
İltian
(Bak: Lian)
1151
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İltibas
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık. * Tereddüt. Şüphe.
İltica
Sığınmak. Melce' ve penaha varmak. Birinden himâye istemek.
İlticac
Karışık olma, karışma. * Sığınma. İltica etme.
İlticagâh
f. Sığınılacak yer. Sığınacak şey. Sığınak.
İltida'
Yalvarma.
İltifaf
Örtünme, sarınma. * Çiçeklerin katmerleşmesi.
İltifat
Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek. * Dikkat, itina. * Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli... Diyordum ya... Nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecekŞüheda gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar.O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar.Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,Bir hilâl uğruna ya Rab ne güneşler batıyor! Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker,Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.Mehmed Akif Ersoy)
İltifatat
İltifatlar.
İltifatkâr
İltifat eden, mültefit. Hal hatır sorup gönül alan.
İltifatkârane
f. İltifat edene yakışır şekilde.
İltifatperver
f. İltifat eden, iltifatkâr, mültefit.
İltiha'
(Lihye. den) Sakal bırakma. * Kabuk soyma.
İltihab
Alevlenmek. Yanmak. * Tıb: Bir uzuvda olan hararet, yanma. Cerahat toplanıp yaranın hararetlenmesi.
İltihabat
(İltihab. C.) İltihablar, alevlenmeler.
İltihab-ı a'ver
Tıb: Körbağırsağın iltihabı.
1152
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İltihab-ı edeme
Tıb: Cildin iltihablanarak katılaşması.
İltihab-ı kebed
Tıb: Karaciğer iltihabı.
İltihabî
İltihabla alâkalı.
İltihaf
Parlama, yanma.
İltihak
Karışmak. Katılmak. Yetişmek. Bitişmek.
İltiham
Yaranın iyi olup ağzının kapanması, etlenerek iyileşmesi. * Muharebenin kızışması.
İltihap
(Bak: İltihab)
İltihas
Açlık veya susuzluktan dolayı soluma.
İltihat
Öfkelenme, kızma, gazaba gelme, hiddet etme.
İltika'
İnsanın rengi değişmek. Benzi sararmak.
İltika
Rast gelmek. Buluşmak. Kavuşmak. * Kavuşturulmak.
İltikam
(Lokma. dan) Lokma etme, yutma.
İltikat
Yere düşen şeyi almak. * Toplamak. Çeşitli kitaplardan bilgi toplamak. (Bak: Lükata)
İltima'
Parıldamak. Işıldamak. * Kapıp almak.
İltima
Sararıp solmak. Renk değiştirmek.
İltimah
(Lemh. den) Bir şeye şaşkın şaşkın bakınma.
İltima-i kevakib
Yıldızların parıldaması.
İltimam
Bir kimseyi ziyaret etme. * Konma, konup durma.
İltimas
Tavsiye. Rica. İstirham. * Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak. * Yapılmasını isteme.
İltimasat
(İltimas. C.) İltimaslar, tavsiyeler, ricalar. * Kayırmalar, tutmalar.
İltimasgerde
f. İltimas edilen, kayırılan.
İltimasname
f. İltimas mektubu. Kayırma yapılması için yazılan mektub.
İltisak
Rutubetlenmek, ıslanmak.
1153
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İltisak-ı ecfan
Tıb : Ağrı ve sızıdan dolayı gözkapaklarının birbirine bitişmesi.
İltisakî
İltisakla alâkalı. * Yapışan, birleşen. Kavuşan, bitişen.
İltisam
Örtünmek, yaşmaklanmak, ağzını örtmek. * Öpmek, takbil eylemek, öpülmek.
İltisam-ı nisvan
Kadınların örtünmeleri.
İltitam
Dalgalanma, temevvüc.
İltiva
Burulmak. * Kıvrılmak, bükülmek. * Sarılıp birbirine dolaşmak. * Dalgalanma. * Eğri durma. * Nehrin dolaşıklı bir yatağı olma.
İltiva-yi em'â
Tıb: Bağırsağın kendi üzerine helezoni biçimde kıvrılması.
İltiya'
Heyecanlanmak, iç alevlenmesi. * İç sıkıntısı çekme, dertlenme.
İltiyah
Vücudun güneşten yanması. * Susama. * Şimşek çakma. * Yıldızın parıltısı.
İltiyak
Sıkı fıkı dost olma, candan arkadaş olma.
İltiyam
Yaranın kapanıp iyi olması. * Cem' olmak. * Zemmolunmak.(Hayatın yarası iltiyam bulur. İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir. M.)
İltiyam-nâpezir
f. İyi olmaz, kapanmaz yara.
İltiyam-pezir
f. İyi olabilir, kapanabilir yara.
İltizak
Yapışma, birleşme.
İltizak-ı esabi'
Parmakların yapışması.
İltizam
"Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma. * Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma. * Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı. Bu usulün adı iltizamdı. İltizamı üzerine alan kimseler, yani mültezimler; geliri devlete peşin olarak öderler, sonra bunu halktan
1154
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tahsil ederlerdi. (Bak: Mültezim)(Dimağda merâtib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor sonra iz'an oluyor.Sonra gelir iltizam, sonra i'tikad gelir.i'tikadın başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet: Salâbet i'tikaddan.Taassub iltizamdan, imtisal iz'andan, tasdikten iltizam, taakkulde bitaraf, bibehre tasavvurda. Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek her demde.Sâfi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli. S.)" İltizamen
İltizam yoluyla, iltizam suretiyle.
İltizamiye
Bilerek yapılmış olan ve iltizama müteallik.
İltizaz
(Lezzet. den) Lezzet duyma, hoş ve lâtif bulma.
İltizazat
(İltizaz. C.) İltizazlar, lezzet duymalar.
İlva
Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek. * Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek. * Birinin hakkını inkâr eylemek. * Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek.
İlvinan
Renklenme, televvün.
İlyas (aleyhisselâm)
"Benî İsrail peygamberlerinden olup, Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen ve Tevrat'ta ""Ella"" diye mezkûr olan bir Peygamberin ism-i mübarekidir. M.Ö. 9. asırda yaşamış olup ondan sonra Elyesa (A.S.) Peygamber olmuştur. İlyâs (A.S.), zamanının hükümdarıyla çok mücadele etmiş, çok zaman mağaralarda yaşamış, çok mu'cizeler göstermiştir. (Bak: Merâtib-i hayat)"
İlyasîn
"İlyas demektir. Bazı kıraetlerde ""âl yasin"" okunduğundan, her iki kıraete de mutabık olmak için imlâsı, ""el yasin"" suretinde yazılır.Yasin, İlyas Aleyhisselâm'ın babası olmakla Âl-i Yasin, yine
1155
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlyas demek olur. Yasin bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre, bazıları Âl-i Yasin'den murad; ümmet-i Muhammed (A.S.M.) olduğunu söylemişlerdir. (E.T.)" İlye
Sağrı, but. Kalçanın üst kısmı.
İlyeteyn
Kaba etler. Sağ ve sol butlar.
İlzak
(Lazk. dan) Yapıştırma.
İlzam
Muaraza veya muhakemede delil göstererek muhalifini susturmak, iskât etmek. Söz ve fikirde galibiyet. İltizam ettirmek. İsnad ve isbat etmek.
İlzamiyat
Bir kimseyi ilzam edip susturmak için söylenen sözler.
İma'
(Emen. C.) Câriyeler, kadın esirler.
îmâ
dolayısıyle anlatma.
İma
İşaret etmek. İşaretle anlatmak. İşaret.
İ'ma
Kör etme, âmâ yapma.
İmaat
(İmâ. C.) İşaretler. İmâlar.
İ'mad
Direk dikme.
İmad
Direk, kolon. * Temel, esas. * Kuvvet. * Bir kavmin reisi ve başta geleni. * Yüksek bina.
İmad-üd din
Dinin direği.
îmâen
ima ederek.
İmaen
İşaret vererek. İşaret ederek.
îmâî
ima şeklinde.
İ'mak
Derinleştirme. Bir şeyin derinliğine varma.
İ'mak-ı bi'r
Kuyunun derinleştirilmesi.
îmâl
yapma, yapım.
1156
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İ'mal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yapmak. İşlemek. İhdas eylemek. * Kullanmak. * Zabt, idare ve hâkimlik etmek. * Fık: Sözü mühmel bırakmayıp bir mâna ile mukayyed ve yüklü eylemek.
İmalat
(İmale. C.) İmaleler. Meylettirmeler. Eğmeler.
İ'malat
Bir memlekette veya bir fabrikada yapılan işler ve eserler.
îmâlât
yapmalar, yapımlar.
İmale
Bir tarafa meylettirmek. Bir tarafa eğmek. * Benzetmek. * Mal vermek. * Edb: Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak.
İ'malgâh
f. Fabrika, atölye.
İmam
Öne geçmek. * Önde ve ileride olan. Delil ve rehber. * Cemaate namaz kıldıran. * İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan. * Bir mahallenin lüzumlu işlerine ve içtimaî vazifelerine nezaret eden. * Müslümanların imamı olan halife ve askerlerin başı. Sultan. Hâkim. Reis. * Ümmetin reisi. İslâm hükümetlerinde Devlet Reisi. * Hz. Ali (R.A.) neslinden gelen zât. * Dershanede günlük talim ve dersler için talebelerin önlerine konan tahtalar. * Kıble tarafı.
İmame
İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh. * Çubuk ve sigaralığın başına takılan ağızlık. * Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu içinden geçen uzunca tane.
İmamet
İmamlık. Namazda cemaati idare eden zâtın hal ve sıfatı. * Halifelik.İmamet iki kısma ayrılır:1- İmamet-i suğra: Namazda cemaate yapılan imamlık.2- İmamet-i kübra : Emir-ül mü'minîn olmak. Yani müslümanlar arasında riyaset-i âmmeyi hâiz bulunmaktır.
İmamevi
t. Eskiden kadınlara mahsus hapishane.
1157
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İmameyn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"İki İmam. * Fık: Ekseriyetle Hanefî kitaplarında ""İmameyn"" dendiği zaman ""İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed"" anlaşılır. Bazan da İmam-ı A'zam ile İmam-ı Şâfiî Hz.lerine söylenir."
İmam-ı ali (r.a.)
(Bak: Ali-ül Murtaza)
İmam-ı ali naki
(Hi: 212-254) Eimme-i İsnâ Aşer'den onuncu zât olup, manevi büyük nüfuz ve takva sahibi, ehl-i kemal bir zâttır. Ali İbn-i Muhammed Hâdi diye de bilinir. (R.A.)
İmam-ı ali rıza
"(Hi: 153 de Medine-i Münevvere'de doğmuştur.) Eimme-i İsnâ Aşer'in yedincisidir. İmam-ı Musa Kâzım'ın oğludur. Tus; yani Meşhed'de medfun olup kabri ziyaretgâhtır. (R.A.)"
İmam-ı a'zam
(Hi: 80-150) Hanefi Mezhebinin imamı. Asıl ismi: Ebu Hanife Nu'man bin Sâbit'tir. Bağdatlı olup Abbasiler devrinde yaşamıştır. Fıkıh ilminin en ileri geleni olup, bu ilmin tedvin ve tervicinde çok büyük hizmet etmiştir. Böyle zâtların vicdan-ı umumiye nezdinde idareyi, hak ve adalette selâmet için, mânevi mürakabeleri çok ehemmiyetli bir husus olduğundan, teklif edilen Kadılık Makamını, hapse ve işkencelere mâruz kaldığı halde kabul etmemiştir. Kudsi vazifesi, siyasetçe muhtelif düşünen müslümanların hepsine şâmil olması sebebi ile bilfiil siyasete girmemiştir. (K.S.)
İmam-ı beyhakî
(Bak: Beyhaki)
İmam-ı buharî
(Bak: Buhari.)
İmam-ı busirî
"(Mi: 1213-1295) İmam-ı Muhammed bin Said ""Busayrî"" diye bilinir. Kaside-i Bür'e ve Hemziyesi ile meşhur üstün bir İslâm şâiridir."
İmam-ı ca'fer-i sâdık
"(Hi: 83-148) Hazret-i Ali'nin (R.A.) torununun torunudur. Medine-i Münevvere'de yaşamıştır. Annesi, Hazret-i Ebu Bekir'in soyundandır.
1158
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mânevi nüfuzu çok ileri idi, dine büyük hizmetleri görüldü. Demiştir ki: ""Kim nefsi için nefsi ile mücâhede ederse, keramete kavuşur, kim de Allah için nefsi ile mücâhede ederse, Allah'a kavuşur."" Eimme-i İsnâ Aşerin altıncısıdır. (K.S.)" İmam-ı ebu yusuf
"(Hi: 113-182) İmam-ı A'zam'ın fıkha dair eserlerini te'lif etmiştir. Fıkıh sahasının büyük imamlarındandır. Dedesi Sahabe-i Kiramdan Sa'd'dır. (R.A.) İmam-ı Muhammed'le ikisine Fıkıh kitablarında ""İmameyn"" denir. (K.S.)"
İmam-ı gazalî
"Ahirete irtihâli Hi: 505 dir. ""Hüccet-ül İslâm İmam-ı Muhammed Gazalî"" diye anılır. O zamanın felsefesinin bâtıl akidelerini red ve cerh ederek Kur'anın eşsizliğini ve hakkaniyet ve mu'cizeliğini isbat etmiş pek çok eserler vermiştir. (K.S.)"
İmam-ı hanbelî
(Hi: 164-241) (Ahmed İbn-i Muhammed İbn-i Hanbelî) Hanbelî Mezhebinin imamı olup ezberinde bir milyon hadis vardı. Müsned adlı kitabında otuzbin hadis mevcuttur. Zühd ve takvası çok ileri idi. (K.S.)
İmam-ı mâlik
"(Hi: 93-179) Medine-i Münevvere'de doğdu. İmâm Mâlik bin Enes diye anılır. Mâlikî Mezhebinin imamı. El-Muvatta isimli eseri, ""Kütüb-ü Sitte""ye dahil olacak kıymettedir. Mezhebinin mensubları, Afrika ve Endülüs'te çok yayılmıştır. Bu mezhepte olana ""Malikî"" denir."
İmam-ı matüridî
(Bak: Matüridî)
İmam-ı muhammed bâkır
(Hi: 75-117) Hz. İmam Zeynelâbidin'in oğlu, Hz. İmam-ı
Hüseyin'in torundur. Hz. İmam-ı Ca'fer-i Sadık'ın babasıdır. On iki imamın beşincisidir. Büyük bir âlim ve en meşhur velilerdendir (K.S) İmam-ı muhammed
(Hi: 135-189) Kufe'de yetişti. 99 kitab te'lif etmiştir. İmâm-ı Mâlik'ten hadis okudu. En meşhur Hanefî fakihlerindendir. (K.S.)
1159
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İmam-ı mübin
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.(...Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlâhînin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet san'atkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlâhînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ; bir çekirdek bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tâyin eden o evamir-i tekviniyyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir...Şu mânadaki İmam-ı Mübin, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsı ile ve hükmü ile, zerrat, vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevkedilir. Amma Kitab-ı Mübin ise; âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hâzıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyade kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin kader defteri ise, Kitab-ı Mübin kudret defteridir. Yani, her şey vücudunda, mahiyetinde ve sıfat ve şuunâtında kemal-i san'at ve intizamları gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nâfizenin kavanini ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip, birer mikdar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavanini, bir defter-i
1160
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ekberi vardır ki; her bir şeyin hususî vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. S.)" İmam-ı rabbanî
"(Bak: Ahmed-i Farukî)(Silsile-i Nakşi'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: ""Hakaik-ı imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve keramata tercih ederim.""Hem demiş ki: ""Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.""Hem demiş ki: ""Velâyet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velâyettir, biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübradır. Velâyet-i kübrâ ise; verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.""Hem demiş ki: ""Tarik-ı Nakşide iki kanad ile sülûk edilir."" Yâni: ""Hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez."" Öyle ise tarik-ı Nakşinin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi : Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.Üçüncüsü : Tasavvuf yoliyle emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyle sülûk etmektir. Birincisi Farz, ikinci Vâcib, bu üçüncüsü ise Sünnet hükmündedir.Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şâh-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat
1161
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır. M.)" İmam-ı remlî
(Bak: Remlî)
İmam-ı şâfiî
(Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Hadis ve Fıkha dair te'lifatı vardır. Şâfiî Mezhebinin imamıdır. Tıb, şiir ve edebiyatta da çok ileridir. (K.S.)
İmam-ı taberanî
(Süleyman bin Ahmed Taberanî) Hadis âlimidir. Şam'da Taberiyye'de doğmuş ve orada vefat etmiştir. (260-360) Kebir, Evsat ve Sagir hadis kitablarını yazmak için 33 sene Irak, Hicaz, Yemen, Mısır ve başka yerleri dolaşmıştır.
İmamzade
İmam oğlu. Babası imam veya imam ünvanını hâiz olan adam.
İman
"İnanmak. İtikad. Hakkı kabul, tasdik ve iz'ân etmek. İslâmiyeti kabul edip amel etmek. Dini bütün hakikatleri kabul edip gereğini yerine getirmek. ""Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmâlen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.""(Öyle ise iman, Şems-i Ezelîden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki; vicdanın iç yüzünü tamamiyle ışıklandırır ve bu sâyede, bütün kâinat ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve her şeyle kesb-i muarafe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvvet-i maneviye husule gelir ki; insan o kuvvet ile her musibete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir ve öyle bir vüs'at ve genişlik verir ki; insan o vüs'atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir. İ.İ.)(Ey
1162
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar, hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeğe başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semâviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli hâlleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeğe başlar. Bakar ki, hayati hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki; vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emânî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hâle gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni' ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı? İ.İ.)" İm'an
Fazla dikkat ve ihtimam. Bir şeyde çok ileri gitmek. * Bir adamın hakkını ikrar eylemek. * Pek uzağa koşmak ve bir hususta hakkı mütecaviz olmak üzere, mübalâğa ve içtihad etmek.
îmân
inanma.
İman-ı bil-âhiret
"Âhirete, öldükten sonra dirileceğine, haşir ve neşre, Cennet ve Cehennem'e inanmak.(Evet, subutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkül olduğu bu temsilden görülür. Şöyle ki:Biri dese: Süt konserveleri olan gayet hârika bir bahçe, küre-i arz üzerinde vardır. Diğeri dese: Yoktur. İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca dâvasını isbat
1163
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
eder. İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için küre-i arzı bütün görmek ve göstermekle dâvasını isbat edebilir. Aynen öyle de: Cennet'i ihbar edenler yüzbinler tereşşuhâtını, meyvelerini, asârını gösterdiklerinden kat'-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir; ademini gösterebilir. S.)" İman-ı billâh
Allah'a ve O'nun sıfatlarına inanmak.
İman-ı icmalî
"İcmalî iman, yani; taraf-ı Nebevîden tebliğ buyurulan şeylerin hey'eti mecmualarına inanmak, yâni; ""Her ne tebliğ buyruldu ise; cümlesi haktır"" diye tasdik etmektir."
İman-ı makbul
Mü'minlerin imanı.
İman-ı merdud
Münafık olan kimselerin imanı.
İm'an-ı nazar
"Bir işi dikkatle düşünmek; inceden inceye bakmak ve tedkik etmek."
İman-ı tahkikî
İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i insaniyyeye nüfuz eder.)
İman-ı taklidî
Az şüphelere mağlup olabilen, başkalarını takliden olan iman. Tahkik ehline ait olmayan, câhillere mahsus iman.
İman-ı ye's
Çaresiz kalan, hayatından ümidsiz olan bir kimsenin imanı.
îmânî
îmanla ilgili.
îmânperver
îmanı seven.
îmar
yapma, onarma, şenlendirme.
1164
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İ'mar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yapmak. Tâmir etmek. Şenlendirmek. Mâmur kılmak. Harabilik ve ıssızlıktan kurtarmak.
İmarat
(İmaret. C.) İmaretler, genel aşevleri.
îmarât
imarlar, yapmalar, onarmalar.
İmaret kemeri
Eskiden medresenin en güçlü, kuvvetli, kıdemli ve sözü dinlenen talebesi hakkında kullanılır bir tabirdi. Ayrıca bu tabir, medrese talebelerinden iaşe işlerine bakmak üzere bir sene müddetle seçilenler hakkında da kullanılırdı. Bunlar, bellerine kemer taktıkları için bu isim verilmişti.
İmaret
Mâmur etmek, şenlendirmek. Mâmurluk. * Hayrat için fakirlere yemek verilen yer. (Bak: Amâir)
îmarkârâne
imar edercesine.
İmata
Uzaklaştırma yahut uzaklaştırılma.
İmate
Ölü hale getirmek. Öldürmek. Fena etmek.
İmate-i vakt
Vakit öldürme. Boşu boşuna zaman harcama.
İmbik
(Bak: İnbik)
İmdad
"Yardım. Yardıma yetişmek. ""Yetişin, kurtarın"" mânasında da kullanılır. * Yardıma gönderilen kuvvet. * Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek."
İmdadiye
"Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana ""imdadiye-i seferiye"", açığı kapatmak gayesiyle alınana da ""imdadiye-i hazariye"" denilirdi."
İmece
Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra ile bitirilmesi.
1165
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İmha
Keskinletme, bileme.
İmhak
Kararma. * Bereketsiz.
İmhal
Mühlet verme. Sonraya kalmasına müsaade etme.
İmhar
Hâtun için mehr tayin etmek. Evleneceği kız veya kadın için mehr tayin etmek.
İmhaz
Doğrulukla yapma.
İmkân
Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak. (Bak: Hudus)
İmkânat
Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler.
İmkân-ı âdî
Zâtında dâima mümkün olan. Her zaman olabilen. Olmasında bir mânia bulunmayan.
İmkân-ı aklî
Man: Aklen mümkün bilinen. * Aklen mümkün olma.
İmkân-ı örfî
Emsaline pek az rastlanan hârika bir âdet veya keramet gibi.
İmkân-ı vehmî
Vehimle bir şeyi mümkün görmek, zannetmek.
İmkân-ı zâtî
Vukuu mümkün olan iş. Bir şeyin, aslında mümkün olması.
İmkân-ı zihnî
"Bir şeyin mümkün olabileceğini zihinle düşünmek.(Vesveseli adam imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani, bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki, İlm-i Kelâm'ın kaidelerindendir ki; imkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zaruret-i zihniyyeye zıddiyyeti yoktur. Meselâ: Şu dakikada Karadeniz'in yere batması zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz. Şüphesiz biliyoruz ve o ihtimâl-i imkânî ve o imkân-ı zâtî bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ: Şu güneş zatında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulu' etmesin. Halbuki bu imkân,
1166
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ: Hakaik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyyenin tuluuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez. Hem ""lâ ibrete li-l-ihtimali-l-gayri-n-nâşi an delilin"" yani: ""Bir delilden neş'et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur"" olan kaide-i meşhure, hem usul-üd din, hem usul-ü fıkhın kaide-i mukarreresindendir. S.)" İmla
Doldurma, doldurulma. * Yazı yazma. (Dikte) * Bir dildeki kelime ve sözleri doğru yazma bilgisi. * Müddeti mühlet vererek uzatma.
İmlak
Mülk sahibi olmak. * Bey etmek. * Evlendirmek.
İmlal
(Melâl. den) Usandırma veya usandırılma.
İmlas
Karanlık. * Karışma. * Koyunun tüyü dökülme.
İmlise
Çöl, sahra.
İmlisî
Hırsız, sârık.
İmma
"(Terdid edatıdır) ""Ya, veya"" diye tercüme edilir.. Şek, şüphe, ibahe, bağışlamak, hayret vermek mânâlarını da ifade eder."
İmmisar
(İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. * Hâil, perde.
İmparator
Lât. Büyük kral. Birkaç devlete hükmünü geçiren büyük hükümdar. Tahta çıkan kadın olursa ona imparatoriçe denir.
İmrac
Ahde vefa etmeme, sözden cayma. * Hayvanı çayıra salıverme.
İmran
Hz. Meryemin babası. (Bak: Âl-i İmran)
İmrar
Geçirmek. Mürur ettirmek. * İpi sağlam bükmek. * Acıtmak. Acı olmak.
İmrar-ı evkat
Vakitleri geçirmek.
İmraz
İllet sahibi olmak. Hasta etmek. Bir kimseyi hasta bulmak.
1167
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İmree(t)
Kadın. Hâtun. Avrat.
İmruz
f. Bugün.
İmsa
Akşama kalma. * Bozma.
İmsak
Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme. * Oruca başlama zamanı. * Hapsetmek. * Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi hakikaten veya hükmen men' etmek. * Yemez içmez adamın hâli. Cimrilik, hasislik, pintilik.
İmsakiye
Ramazanda imsak vakitlerini gösteren cetvel.
İmsal
Boşuboşuna sarfetme, lüzumsuz yere harcama. Har vurup harman savurma.
İmsas
Değdirmek. Elle tutmak. Meshetmek.
İmşeb
f. Bu gece.
İmtar
Yağdırma veya yağdırılma.
İmtar-ı ahcâr
Taş yağdırma.
İmtar-ı matar
Yağmur yağdırma.
İmtidad
Uzanmak. Uzayıp gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak. * Boy. Tul. Uzunluk. * Feza, uzay.
İmtidah
Aşma, taşma.
İmtiha'
Bileme veya bilenilme, yahut da bilenme.
İmtihak
Bozulma.
İmtihan
Hor ve zelil kılmak.
İmtiha-yi seyf
Kılıcın bilenmesi, keskinleştirilmesi.
İmtihaz
Hâlis, katıksız ve saf olma. Durulanma.
İmtikâr
(Mekr. den) Oyuna kanma, aldanma.
İmtila'
Dolma. Dolgunluk. * Tıb: Kan durma, kan toplanma.
İmtila-i mide
Mide dolgunluğu.
1168
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İmtilal
Bir millete karışma.
İmtina'
Feragat edip geri durma. * Muvafakat etmeme. Çekinme. İstememe. Yapmama. * İmkânsızlık, mümkün olmayış.
İmtina-i âdi
Bir şeyin olması âdeta mümkün olmamak.
İmtina-i hakiki
"Bir şeyin mümkün olmamasının aklen zaruri olması. (Meselâ: Bir kimse kendinden yaş bakımından büyük olan başka bir kimse hakkında: ""Bu benim oğlumdur"" diye iddia etse, dâvâsı dinlenmez. Çünkü, kendinden yaşça büyük bir adamın, kendisinin neslen oğlu olması aklen muhaldir.)"
İmtinan
Minnet. Kendine minnet etmek. Birisine yaptığı ihsan ve iyiliği başına kakmak. * Memnun olmak. * Birisinin çok iftiharla sevdiği ve mâlik olduğu şeye nâil olmak.
İmtira'
Çıkarma, ihrac etme, dışarı atma. * Şüphelenme, kuşkulanma. * Tereddüt, mütereddidlik, kararsızlık.
İmtiras
Sürtünme, kaşınma.
İmtiras-ı himar
Eşeğin sürtünüp kaşınması.
İmtisal
Nümune kabul etme. * Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme. * Mesel ve kıssa söyleme. * Bir şeyin suretine girme. * Muvafakat ve mutabakat etme. * Katili kısas etme. (Bak: Dimağ)
İmtisalen
Bağlı olarak, imtisal ederek, uyarak, tâbi olarak.
İmtisar
(Bak: İmmisar)
İmtisas
Emerek çekilmek, emmek, emilmek. Hazmolunmuş olan maddelerin, damarlar tarafından emilmesi.
İmtişat
Tarama. Saç veya sakal tarama.
İmtiyaz madalyası
"2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı
1169
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in ""Elgazi"" tuğrası, bunun altında saltanat arması yer alır. Arka yüzünde: ""Devlet-i Osmaniye uğrunda fevkalâde ibraz-ı sadakat ve şecaat edenlere mahsus madalyadır"" yazısı altında madalyayı alacak olanın adının yazılacağı boş bir bölüm vardır. En altta 1300 rakamı okunmaktadır." İmtiyaz
Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak. * Resmi veya hususi izin. * Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak üzere bir şahıs veya şirket yahut da bir hey'ete tahsis edilmesi.
İmtiyazat
(İmtiyâz. C.) İmtiyâzlar, izinler, müsâadeler.
İmtizac
Muvafık ve mutabık olmak. Mezcolmak, uyuşmak. İyi geçinmek. Karışmak.
İmtizacat
(İmtizac. C.) İmtizaclar.
İmtizac-ı elvan
Renklerin uygunluğu.
İmtizackâr
f. Uyuşarak, anlaşarak, karışarak. Kaynaşmağa müsait surette.
İmza
Kendi ismini veya kendine ait bir işareti, kendisinin kabullenerek yazması. * İcra ve tamam eylemek.
İmza-i kaza
Huk: Verilen hükmü infaz edip yerine getirme.
İmza-yi padişahî
Padişahın imzası. Osmanlı Padişahları tarafından vaktiyle hükümdarlara yazılan name-i hümayunların kenarlarına altun yaldızla imza konurdu. Bunlara imza-yı padişahî denilirdi.
În
İri ve güzel gözlüler.İN : Yabani hayvanların barınağı, yuvası. Mağara.
İna
Uzaklaştırma.
1170
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İna'
Yemiş toplama zamanı gelme.
İ'na
Zahmete uğramak.
İnabe
Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak. (Hakk'a ikbal ü teveccüh ve âyât-ı hakkı teemmül ile tevbedir ki, asl-ı hakikatı hayır nöbetine girmek demektir.) (E.T.)
İ'nac
Hayvanı kıç üstü çökertmek. (Omurga kemiği) ağrıma.
İ'nad
Dinmeden akma. * Çekişme.
İnad
Israr, muannidlik, ayak direme, dediğinden vazgeçmeme.
İnaden
İnad olsun diye. Tersine olarak.
İnadiye
Eşyanın hakikatlarını, varlığını inkâr eden bir zümre. (Bak: Sofizm)
İnaf
Bir kimseyi, bir şeyden vazgeçirmeğe çalışmak.
İ'naf
Sertlik etme.
İnaha
(Deve) Çökerme.
İnak
Sözüne inanılır, itimat edilebilir, mutemed.* Müsteşar, müşavir. * İstişare, re'y.
İnaka
Aşırı güzelliği ve câzibedarlığı ile hayret verme.
İn'al
Nallama veya nallama.
İnale
Kavuşturma, vâsıl etme, nâil etme, ulaştırma. * Yemin, kasem, and. * İhsanda bulunma, bağışta bulunma.
İn'am
Nimet vermek. İhsan etmek. * Doğruya sevketmek, hidâyete ulaştırmak. * İyilik etmek, bahşiş vermek. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında yeniçerilerin aylıklarına yapılan zam. (Bak: Nimet)
İn'amat
(İn'am. C.) Yardım ve inayetler, meded vermeler. Nimetlendirmeler.
İn'amat-ı külliye
Bütün in'amlar. Cenab-ı Hakk'ın mahlukata, hususan insanlara hadsiz nimetler ihsan etmesi.
1171
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İname
Uyutma. * Kıtlık.
İname-i etfal
Çocukların uyutulması.
İn'amperver
f. Nimetlerle bezeyen, çok nimet veren. Tehlikelerden sâlim kılan.
İ'nan
Büyü ile bağlanma.
İnan
Dizgin. * İdare etme, yürütme.
İnangerdan
f. Dizgin çevirme, geri dönme.
İnangir
f. Dizgin yakalama. Dizgin tutma.
İnankeş
f. Dizgin çeken, hasaplı giden.
İnanriz
f. Dizgin bırakmış, koşturan.
İnantab
f. Dizgin çevirip dönen.
İnare
(Nur. dan) Nurlandırma, aydınlatma, ışıklandırma.
İnas
(Üns. den) Alıştırma, ünsiyet ettirme. * Görme, bilme.
İn'aş
Harekete getirme, canlılık kazandırma. Yukarı kaldırma.
İ'nat
Zahmete uğratma, meşakkate maruz bırakma. * Edb: Mukayyed kafiye ve mukayyed seci' san'atı.
İnayat
(İnayet. C.) İnayetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar.
İnayet delili
(Bak: Delil-i inayet)
İnayet
Yardım, lütuf meded etmek. * Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak.
İnayeten
İnayet, yardım ve iyilik olarak.
İnayethah
f. İnayet isteyen, meded bekleyen.
İnayet-i rabbaniye
Allah'ın inayeti.
İnayet-i şâmile
f. Herkese ait umumi inayet ve yardım.
İnayetkâr
f. Yardım ve iyilik eden. Lütuf ve inayette bulunan.
İnayetkârâne
f. İnayet edene yakışır surette. Yardım ve iyilikte bulunan kimseye yakışacak şekilde.
1172
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnba
Haber verme. İhbar eyleme. Tebliğ etme.
İnbac
Münasebetsiz ve lüzumsuz konuşma.
İnbah
Uyandırma, uyarma. * Kımıldatma, harekete getirme.
İnbat
Su arama.
İnbias
Gönderilme, yollanma. * İleri gelme, meydana çıkma.
İnbiga
Liyâkat, lâyıklık, beğenilme.
İnbihar
Yorgunluktan dolayı nefes kesilip soluk soluğa kalma.
İnbik
Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet.
İnbika
(Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme.
İnbisas
Yayılıp dağılma.
İnbisat
Genişleme. Yayılma. * Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma. * Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı. * Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme.
İnca'
Kurtarma, necata erdirme, selâmete çıkarma.
İncah
İşi tamamlama, işi bitirme. * İsteğe erme, arzu edilen şeye ulaşılma.
İncal
Davarı çimene salma, yeşilliğe bırakma.
İncam
Meydana çıkarma. * (Yağmur) dinme.
İncas
(Necis. den) Pisleme, necisleme.
İncaz
(C.: İncâzât) Yerine getirme. Verilen sözü tutma.
İncaz-i va'd
Va'dini yerine getirme. Verdiği sözünü tutma.
İnce donanma
"Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine ""Hafif Donanma"" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kalite, pergandi, mavna, grıp, kadırga, baştarde vb. dir.Buharın icadından ve zırhlı harp gemileri
1173
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yapıldıktan sonra hafif kruvazör ve gambotlardan teşekkül eden deniz kuvvetine ""İnce Donanma"" denmeğe başlanmıştır. (O.T.D.S.)" İncibar
Kırılmış olan kemiğin bağlanıp tekrar kaynaması.
İncifaf
(Ceff. den) Kurumak.
İncil
Dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup, Hazret-i İsa'ya (A.S.) gelen kitab. * Beşaret, müjde.
İncila
Cilâlanma. Parlama. * Görünme, belli olmak, açılma.
İncilab
Celbedilme. Çekilme. Sürülüp götürülme.
İncimad
Donma. Buzlanma. Sertleşme.
İncirad
Mücerred olma, tecrid edilme, soyunma.
İncirar
Çekilip uzanma. Çekilme. Bir neticeye doğru çekilerek sona erme.
İncirar-ı kelâm
Söz gelişi.
İnciza'
(Değnek) Kırılma. * (İp) Kopma.
İncizab
Cezbedilme, çekilme.(Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı câzibedarın cezbesiyledir. M.)
İncizam
(Kemik) Kırılma. * Gr: Meczum olma. Kelimenin son harfi harekesiz olarak telâffuz olunma.
İncizaz
Kesilme.
İncu
f. İnci, lü'lü', dürr.
İnd
Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Bazan kalb ve ma'kul irade olunur. Yani, bazan huzur-u kalbîye delâlet eder ki, itikad mânasına kullanılır. Bazan mâkuledeki hissi huzura zarf olduğu gibi, huzur-u manevîye de
1174
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zarf olur. Bâzan onunla fiil emir olur. Hüküm, fazıl, ihsan, teşvik ve tergib etmek mânalarına gelir. İnda'
Cömertlik etme.
İndab
(Nedeb. den) Yara iyileşip kabuk bağlama.
İndallah
Allah yanında. Allah indinde.
İndeke
Senin yanında. Sana göre.
İndelba'z
(İnd-el ba'z) Bazılarına göre.
İndelhace
İhtiyaca göre. İhtiyaç vaktinde.
İndelicab
(İnd-el icab) İcab ettiği zaman, gerekince, iktiza ettiğinde.
İndettahkik
(İnd-et tahkik) Tahkik sonunda, araştırma neticesinde.
İnd-i ilâhî
Allah'ın indinde. Allah'ın nazarında.
İndî
Şahsi. Keyfi. Zati. Kendine göre. * Bana göre. Bence.
İndibag
Deri tabaklama.
İndifa
Def olma. * Meydana çıkma. Yerden fışkırma. * Söze girişme. * Geri çekilme. * Başlama. * Teveccüh eyleme. * Yer yer baş gösterme.
İndifa-i bürkanî
Volkan püskürüğü, yanardağdan çıkan lâvlar.
İndifaî
Püskürme ile alâkalı. * Püskürük.
İndifak
(Su) birdenbire ve şiddetle dökülme.
İndifak-ı nehr
Nehrin şiddetle dökülmesi.
İndihaş
Çok korkma, dehşete düşme.
İndimac
Kenetlenme. Dürülüp birbirine geçme.
İndimal
Yara iyi olma, kapanma.
İndimam
Pişman olma.
İndimizde
t. Bize göre, bizce, yanımızda.
İndira'
Bir işe girişme, bir şeye teşebbüs etme. * Öne geçme. * Buluttan kurtulma.
1175
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İndirac
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dahil olma. İçeri girme, katılma. * Nesil tamamen tükenip halefi kalmama.
İndira-iı mâ'
Suyun dağılıp yayılması.
İndiras
Zail olma, eseri kalmama, mahvolma. Bozulma.
İndisas
Toprak altına gömme.
İndiyal
Çok ishâl olma. İçi sürme.
İndiyyat
(İndî. C.) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri.
İneb
Üzüm.
İnebe
Üzüm tanesi. * Tıb: Göz kenarında çıkan sivilce, arpacık.
İnebî
Üzüm biçiminde, üzümsü.
İnfad
Bitirme, tüketme. * Kuyunun suyu tükenme.
İnfak
Nafaka verme. Besleme. Geçindirme. * Harcayıp tüketme. * Fakir olma.
İnfak-ı muhtacîn
Muhtaçları, yoksulları besleme.
İnfal
Ganimetten mal ayırıp verme.
İnfar
Ürkütme, ürkütülme.
İnfaz
Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme. * Aldığı emre göre birisini öldürme. * Öte tarafa geçirme.
İnfaz-ı ferman
Hükmünü geçirme, emrini dinletme.
İnfial
Gücenme. Darılma. * Can sıkılma. Teessür. * Hareketlenme. Harici bir sebeb ve te'sirle hâsıl olan hâl, te'sir ve hareket. * Harici te'sire kabil olmak. * Ruhun kabul ettiği tahavvülât. (Bir eser, müessirine nisbetle fiildir. Zuhur ettiği yere nisbetle infialdir.)
İnfialat
(İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler. Aksi te'sirler. Teessürler. * Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler.
1176
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İnficar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tan yeri ağarma. Fecir sökme. * Tohumun yerde çatlaması. * Suyun, yerden kaynayıp çıkması.
İnfidad
(İnfadda) Bir şeyin kırılıp dağılması. Parça parça olma.
İnfiham
(Fehm. den) Anlaşılma, fehmedilme.
İnfihanî
Şişman adam.
İnfikak
Yerini terk etme. Yerinden ayrılma. * Ayrı düşme. * Çözülme.
İnfilak
Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme.
İnfilal
Delinme, delik açılma. * Keskinliği kaybolma, körlenme, körleşme.
İnfilal-i seyf
Kılıcın keskinliğinin gitmesi, körlenmesi.
İnfirac
Gam ve gussadan kurtulma, açılma.
İnfirad
Tek başına kalma. Yalnızlık hâli.
İnfirag
Boşalma.
İnfirag-ı cüz'î
Bir sıvının kısmen boşaltılması.
İnfirah
Ferahlanma. Ferahlık duyma.
İnfirak
(Fark. dan) Ayrılma.
İnfirak-ı turuk
Yolların ayrılması.
İnfiraz
Bulunmama, kalmama, münferiz olma.
İnfisad
(Fesad. dan) Bozulma, fesada uğrama.
İnfisah
Hükümsüz kalma, fesholma. Bozulma.
İnfisal
Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. * Yerini bırakıp gitme. * Azledilme.
İnfisalat
(İnfisal. C.) Yerinden ayrılmalar. * Azledilmeler.
İnfisam
Kırılma. * Kesilme. * Yırtılma. * Üzülme. * Kopma.
İnfitah
Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması. İnfitah harfleri ise şunlardır: (Min, Nun, Elif, Hı, Zel, Vav,
1177
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cim, Dal, Sin, Ayın, Te, Fe, Ze, Kef, Lem, Ha, Se, Kaf, He, Şın, Ra, Be, Gayın, Ya.) İnfitah-ı ebvab
Kapıların açılması.
İnfitah-ı ezhar
Çiçeklerin açılması.
İnfitahiyyet
Kapalılığın açılıp inkişaf etmesi. (Tohumların açılarak nebât hâline gelmesi gibi olan hâl.)
İnfitak
Yarılma, sökülme.
İnfitam
Kesilme. * Sütten kesilme. * Menedilen bir şeyden uzaklaşma.
İnfitar
Yarılma, açılma.
İnfitat
Paralanma, kırılma.
İnfizac
Sıcaklık verme, ısı verme. * Buharlaşma. * Terleme.
İnfizaz
(Bak: İnfidad)
İngas
(Tengis) Keder verme. Rahatını bozma.
İngımam
Kaygılanma, gamlanma, tasalanma.
İngımas
Suya dalma.
İngımaz
Göz yumulma.
İngısas
Suya dalma.
İngıtat
Suya dalma.
İngıva
Dalâlete düşme, sapıtma, yoldan çıkma.
İnha
f. Bu şeyler. (İşaret zamiridir.)
İnha'
Vazgeçme. * Yöneltme, tevcih etme.
İnhac
Meydanda, zâhir, açık. Belli etme. * Hayvanı yorarak solutma. * Esvabı eskitme.
İnhaf
İnceltme, zayıflatma.
İnhak
Çok eziyet etme. Çok fazla sıkıntı verme.
İnhibas
Vakıf namına malı hapsetme. * Nefes tutulma.
1178
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnhibat
Yukarıdan aşağı inme.
İnhicaf
Yalvarıp yakarma.
İnhicam
(Bina) çöküp yıkılma.
İnhida'
(Hud'a. dan) Aldanmak, hileye düşme.
İnhidab
(Hadeb. den) Kamburlaşma, yumrulaşma. * Kamburluk, yumruluk.
İnhidad
(Hadde. den) Keskinleşme, incelme, sivri olma. * Basılıp ezilme, haddeden geçme.
İnhidam
Çökme, yıkılma. Viran olma.
İnhidar
İnişe inme. * Vurmakla derinin şişmesi.
İnhidar-ı nisvan
Kadınların örtünmesi.
İnhidaş
Dalaşma, hırlaşma (köpek).
İnhifa
Gizlenip saklanma.
İnhifaz
Aşağılanma, alçaklanma. * Çökkünlük.
İnhikak
Kaşınma.
İnhila'
Def'olunma, çıkarılma, kovulma.
İnhilak
Kendini tehlikeye atma.
İnhilal
Çözülüp ayrılma. Dağılma. * Erime. * Münhal olma.
İnhilal-pezir
f. İnhilali mümkün olan. Dağılabilen. Çözülebilen. Eriyebilen.
İnhima
Mahv olma.
İnhimad
Ateşi sönmeyip alevi geçme.
İnhimak
Bir şeye fazla düşkün olma.
İnhimal
İhmal etme, önem vermeme. * Mühlet alma. * Göz yaşı dökme. * Ciddi bir şekilde çalışma, uğraşma.
İnhimam
İhtiyarlama, yaşlanma.
İnhimaz
Ekşilenme.
İnhina
Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme.
1179
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnhinak
Boğulma. * Bunalma, nefesi kesilme.
İnhiraf
Doğru yoldan sapma. * Dönme. * Bozulma. Değişme. * Kırıklık. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının harfleri Lâm ve Ra harfleridir. Bunlara Münharif denir.
İnhirak
Yırtılma.
İnhirat
Bilmediği bir işe danışmadan girişme. * Zarar verme, ziyana sokma. * İpliğe boncuk dizme. * Beden çelimsizlenip zayıflama. * Bir yola süluk etme, girme.
İnhisaf
Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi veya o şekildeki gölgelenmek.
İnhisaf-ı ayn
Kör olma.
İnhisam
(Hasm. dan) Kesip bitirme, halletme.
İnhisam-ı da'va
Dâvânın halledilmesi.
İnhisar
Hasr olunma. * Tecavüz etmeme. * Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.(Zihniyet-i inhisâr, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor. S.)
İnhişaş
(C.: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama.
İnhişaş-ı esliha
Silâhların şakırtısı.
İnhişaş-ı evrak
Yaprakların hışırtısı.
İnhitak
Bozulma, yırtılma. * Bekârlığın bozulması. Kızlığı bozulma.
İnhitam
Kırılma, ezilme, ufalanma.
İnhitat
Aşağılanma, aşağı inme. * İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma. * Kuvvetten düşme. * Bir şişin inmesi. * Düşme, inme.
1180
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnhiva
Yukardan aşağı düşme.
İnhiyaş
Ezilip büzülme, sıkılma, çekinme.
İnhizal
Beli kırılmış gibi ağır yürüme. * Soruya karşılık verme.
İnhizam
Yemek hazmolunma. Yemeklerin midede erimesi.
İn'idal
(Udul. den) Doğru yoldan çıkma, sapma, dalâlete düşme.
İn'idam
İdama gitme. Mahvolma. Yok olma.
İn'ikad
Akdetme. Bağlanma. * Fık: İcab ve kabulün taraflarca eseri zâhir olup, meşru bağlılık ve alâkadarlık. * Kurulma. Toplanma.
İn'ikas
Aksetme, tersine çevrilme. * Işık veya sesin bir şeye çarpıp geri gelmesi. * Aynada parlak şeyde eşyanın temessülü.
İn'ira
Dişin (etleri çekilip) kökü çıkma.
İn'isab
Zorlaşma.
İn'isam
Muhafaza etme, koruma.
İn'isan
Emin ve muhafazalı bulunma.
İn'isar
Ezip sıkma, sıkıştırma, suyunu çıkarma.
İn'itaf
İki kat olma, bükülme, katlanma. * Bir tarafa dönme, temâyül. Meyletme.
İn'izal
Bir tarafa çekilme, tek başına kalma.
İnka'
Suda ıslatma.
İnkâh
(Nikâh. dan) Nikâh etme veya edilme.
İnkâr
Bilmeme, tanımama. Yaptığını ve söylediğini gizleme. * Yapmadım deme ve ayak direme. * Reddetme. (Bak: Nefy)
İnkârî
İnkârla alâkalı.
İnkas
Eksilme, eksiltme.
İnka-yı kalb
Kalb temizliği, gönül temizliği.
1181
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İnkaz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kırma ve bozma. * Tuhaf sesler çıkarma. Küçük bir hayvanın veya böceğin kendine mahsus ses çıkarması. * Vücuttaki oynak yerlerden çıkan ses.
İnkıbaz
Büzülme. Çekilip toplanma. * Sıkıntı. Gamlı olmak. * Kabızlık. Tutukluk.
İnkıbazî
İnkıbazla ilgili.
İnkıdad
Yıkılma. * Perakende olup dağılma. * Kuş havadan süzülüp inme.
İnkıhal
Büsbütün zayıf ve güçsüz düşme.
İnkıham
Düşünmeden bir işe girişme.
İnkıla'
(Kal'. den) (Ağaç) kökünden koparılma.
İnkılâb ale-l a'kıb
Ökçeler üzerine dönmek demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi, tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek suretiyle inkılâb ale-l a'kıb, ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkânsız bırakır. Kur'an'da bu tâbir ya harbde firardan kinaye veya dinde irtidaddan mecaz olmak üzere iki mânâya muhtemildir. (E.T.)
İnkılâb
Başka tarza değişme. Bir hâlden diğer hâle geçme. Başka türlü olma. * Altüst olma.
İnkılâbât
İnkılâblar, değişmeler.
İnkılâb-ı hakaik
Hakikatlerin tam zıddına dönmesi (ki, böyle bir şey mümkün değildir.) (Bak: İçtima-ı zıdden) (İnkılâb-ı hakaik ittifâken muhaldir. Ve inkılâb-ı hakaik içinde muhal ender muhal, bir zıd, kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdâd içinde bilbedahe bin derece muhâl şudur ki: Zıd kendi mâhiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. S.)
1182
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İnkılâb-ı sayfî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlkbaharın bitip, yaz mevsiminin balayışı. Gün dönümü. (21 hazirana rastlar.)
İnkılâb-ı şitevî
Sonbaharın bitip, kış mevsiminin başlayışı. (Aralık ayının 21'ine rastlar.)
İnkıma'
Kökü kesilme. Köksüzleşme.
İnkıraz
Sönme. Zeval bulma.
İnkısam
Kırılıp ayrılma. Parçalanma.
İnkısar
Kısalma, kısa olma.
İnkışa'
Mânilerin gidip havanın açılması. Ayazlama.
İnkışar
Bir şeyin derisinin veya kabuğunun soyulması.
İnkıta'
Tükenme. Kesilme. Arkası gelmeme.
İnkıtâ-i tams
(Kadın) âdetten kesilme.
İnkıyad
Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.
İnkıyaden
İnkıyad suretiyle. Teslim olarak. İtaat ederek, boyun eğerek.
İnkıza'
(Kazâ. dan) Sonu gelip bitme. Tamam olma. Mühleti sona erme.
İnkızaf
Kovulma, def olunma, atılma, uzaklaştırılma.
İnkıza-yi müddet
Müddetin bitmesi, zamanın sona ermesi.
İnkızaz
Çatlama. * (Kuş) havadan yere doğru süzülerek inme.
İnkibab
Yüzüstü düşme, yere kapanma.
İnkidam
Vücudun bir tarafı berelenme veya kızarma.
İnkidar
Hızlı yürüme. * Düşme ve saçılma.
İnkilal
Yavaşça gülme, tebessüm etme. * Körlenme, kesmez hâle gelme.
İnkilis
Yılan balığı.
İnkimaş
Acele etme. Çabuk iş görme.
İnkisaf
(Küsuf. tan) Parlaklığı sönme. Güneş tutulması.
İnkisar
Kırılma. Gücenme. * Beddua ve lânet okuma. * Şikeste olma.
1183
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İnkişaf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Açılma. Meydana çıkma. * Yetişme. * Terakki etme, ilerleme. * Gizli sırların bilinmesi.
İnkitam
Gizli tutulma, saklı tutulma.
İnma'
(Nemâ. dan) Arttırma, nemâlandırma.
İnme
t. Nüzul, tenezzül. * Nüzul, felç, sekte.
İnnâ
(İnne ile Na zamirinin birleşmesi ile meydana gelmiştir) şüphesiz biz (meâlindedir.)
İnne
"Gr : Tahkik edatıdır. Kat'iyyet ifade eder. $ gibi bazı harf ve fiiller vardır ki, başına geldikleri isim cümlesinin kimi mübtedasına, kimi haberine te'sir ederek onların adını ve i'rabını değiştirirler. Bunun için bunlara ""neshedenler, başka hâle getirip değiştirenler"" mânâsına ""nevâsih"" denir. Şu altı edat (harf), başına geldikleri isim cümlesinin mübtedasını merfu' iken mensub kılarlar. Sıra ile bu harflere ""inne ve ehavâtihâ"" (inne ve kardeşleri) ismi verilir ve şunlardır: $"
İnne-mâ
Ancak edatı ile, beyan olunan şey hakkındaki hükmü, maadâsından nefy etmek için kullanılır.
İnnî
Tecrübe ile edinilen, olaylardan çıkarılan netice.
İnnin
Cinsi münâsebete muktedir olamıyan, cinsi iktidarı olmayan. Kısır.
İnorganik
Fr. Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan.
İns ü cann
İnsan ve cin taifesi.
İns ü cinn
İnsan ve cin.
İns
İnsan.
İnsa
Unutma. Unutturma. * Te'hir eylemek. * Veresiye verme.
İnsaf
Yaprak yaprak olma, lime lime olup dağılma.
İnsafkâr
İnsaflı, insaf sahibi, haksızlık yapmayan.
1184
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İnsak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Nesak. dan) Düzenli yazı yazma. * Kâfiyeli, secili ve akıcı bir tarzda söz söyleme.
İnsak-ı kelâm
Söz düzgünlüğü, kelâmın akıcılığı.
İnsal
(Nesl. den) Nesil çoğaltma. Döl peyda etme, döllenme.
İnsan suresi
"Kur'an-ı Kerim'in 76. Suresi olup ""Dehr, Ebrar, Emşac, Hel-etâ Suresi"" de denir."
İnsan
"(Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince ""ins"" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre ""Nisyan"" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenabı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denilmiş. * Huy ve ahlâkı yüksek. Terbiyeli.(İnsan binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nev'i lezzetler ile mütelezziz olacak bir zihayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddi, mânevi düşmanları ve nihayetsiz fakriyle beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir biçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcâtına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamiyle iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadir ve Rahim bir Padişaha iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz. S.)(İnsanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zâtı Hayy-ı Kayyum, insana, bütün Esmâsını ihsas etmek ve bütün envâ-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki o midenin
1185
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
geniş sofrasını hadsiz envâ-i mat'umatiyle kerimane doldurmuş. Hem bu maddi mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasiyle o sofra-i nimetten her çeşid istifadeler ile teşekküratın her nev'ini yapar. Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder. Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir mânevi mide hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin hâricinde genişletip, Esmâ-i İlâhiyyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahmânı ve İsm-i Hakimi en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. ""Elhamdülillahi alâRahmaniyetihi ve alâ Hakîmiyetihi"" der ve hâkeza.. Bu mânevi mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlâhiyyeden istifade edebilir; ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlâhiyye zevkinin daha başka bir dairesi var...L.)(S - İnsan, Arza nisbeten bir zerredir; Arz da, kâinata nazaran bir zerredir; ve keza insanın bir ferdi, nev'ine nisbeten bir zerredir; nev'i de, sâir ortakları bulunan enva' içinde bir zerre gibidir. Ve keza, aklın düşünebildiği gayeler, faideler hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlâhideki faidelere nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh, böyle bir âlemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez?C - Evet, zâhire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat, insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o
1186
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
aklın fikirlerini ve o istidatların meyillerini tatmin ve te'min edecek âlem-i âhirettir. Ve keza, istifade hususunda müzahame, mümanea ve tecezzi yoktur; bir küllînin cüz'iyatına nisbeti gibidir. Nasıl ki bir küllî bütün cüz'iyatında mevcud olduğu halde, ne o küllîde tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüz'iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i Arzdan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne Küre-i Arzda bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envâa bir umumi ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin fâideleri insana münhasır olup başkalara hiçbir faidesi yoktur demek değildir. İ.İ.)" İnsan-ı kâmil
Güzel huy, ahlâk ve yüksek fazilet sahibi olan kimse.
İnsanî
İnsana ait, insanla alâkalı.
İnsaniye
İnsanlar, insan cinsi, beşeriyet.
İnsaniyet
İnsanlık, vicdanlılık. İnsana yakışır hâl ve durum.
İnsaniyet-i kübra
Büyük ve en makbul olan insânlık, yâni, İslâmiyet.(Ey Nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlik-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismi ile bütün mat'umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, ruy-u zemin kadar geniş bir sofra-i ni'meti o ellerin önüne koymuştur. Sonra mânevi çok rızık ve ni'metler isteyen insâniyeti sana verdiğinden âlem-i mülk ve melekut gibi geniş bir sofra-i ni'met, o mide-i insâniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra nihâyetsiz ni'metleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleri ile tegaddi eden ve insâniyet-i kübrâ olan
1187
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden dâire-i mümkinat ile beraber Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dâiresine şâmil bir sofra-i ni'met ve saadet ve lezzet sana fethetmiş. Sonra imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle gayr-ı mütenâhi bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. S.) İnsaniyetkâr
f. Vicdanlı ve iyi adam, insaniyetli.
İnsaniyetkârî
Vicdanlılık, insaniyetlilik.
İnsaniyetperver
İnsanlığı seven, iyi insan.
İnsan-ül ayn
Gözbebeği.
İnsat
(İnsiyat) Susup dinleme, susma. * Gizlenerek gitme. * İnfial vezninde, nidâ eden kimseye icabet etme. * Beli bükülenin beli doğrulması. * Meşhur olma.
İnsa-yı mazi
Geçmişi unutturma.
İnsıbab
(Bak: İnsibab)
İnsıbağ
(Sıbg. dan) Boya tutma, boyanma. * Temizlenme.
İnsıdam
(Sadme. den) Patlama. Tazyik ile bir şey atma.
İnsıraf
Çekilip gitme, çekilme, geri dönme. * Gr: İsimlerin kaide ve kurallara göre çekilebilmesi.
İnsırafî
Çekilip gitme ile ilgili.
İnsırah
(Sarahat. den) Açığa çıkma, zâhir olma, sarahat bulma.
İnsıram
Kesilme, kesilip ayrılma.
İnsî
İnsana âit ve müteallik. İnsan cinsinden.
İnsibab
Dökülme. Akıtılma. * Cereyan etme. * Başka suya karışma. * Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması.
1188
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İnsibag
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Boyalanma. Maddi veya mânevi rengi ile renklenme. Boya tutma. * Temizlenme.(Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr-i süluka mukabil, hakikatın envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibag ve in'ikâs vardır. Malumdur ki, in'ikâs ve tebâiyetle, o nur-u a'zam-ı nübüvvetle beraber en azim bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki; bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyeti ile, öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. S.)"
İnsical
Çekilme. * Dökülme.
İnsicam
Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak. * Devamlı yağmur yağmak. * Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak.
İnsidad
(Sedd. den) Tıkanma, kapanma.
İnsidad-ı em'â
Tıb: Bağırsakların birbirine dolanması neticesinde tıkanması.
İnsidad-ı halime
Tıb: Meme başlarının tıkanması.
İnsidal
Düşük olma, sarkma, pörsüme.
İnsifa'
(Nısıf. dan) Bir şeyin ortası. * Bir şeyin yarısını alma. * Gündüzün ortası. * Hakka hizmet. * Adaletle mukabele etmek. Mazluma yardım edip zâlimden hakkını almak.
İnsifar
İnkişaf etme, açılma.
İnsihak
Döğülüp ezilme. Ezilip yumuşamak.
İnsihal
Düzgün söz söyleme. * Kabuğu soyulma.
İnsikab
Delinme.
İnsikab-ı lü'lü'
İncinin delinmesi.
İnsilab
(Selb. den) Kaldırılma, selb olunma, giderilme. Kalmama. Mahvedilme. Soyulma, soyulmuş olma.
1189
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnsilah
Silâhlanma. Silâh ile techiz olma.
İnsilak
(Silk. den) Yola girme, süluk etme, yol tutma.
İnsilal
Bir yere toplanma, üşüşme, hücum etme.
İnsimag
Yere düşüp ezilme, yaralanıp berelenme.
İnsina
Bükülme, burkulma, burulma.
İnsina-yı kadem
Ayağın burkulması.
İnsiram
Dişin kırılması.
İnsitah
Yayılıp arka üstü yatma. * Satıhlı olma.
İnsiyab
Süzülüp akma. Çabuk akıp gitme.
İnsiyag
Kalıba dökülüp düzelme.
İnsiyak
Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek.
İnsiyakî
İnsiyak ile alâkalı. İnsiyak, İlâhî sevk ve his ile alâkadar.
İnşa
"Yapma. Vücuda getirme. Terkib etme. Bir şey peyda etmek. * Yaratma. * Edb: Yazı dersi. Nesir yazmak. * Güzel nesir halinde yazı yazmak veya güzel yazılmış nesir halindeki yazı.Çeşitli mektuplaşma ve güzel yazma için mektup, tezkere, istida (dilekçe), tebrik, tâziyenâme, sened v.s. örneklerini içinde toplayan kitaba da inşâ veya inşâ rehberi denir.(""İnşâ ve terkib"" tabir edilen mevcud olan anasır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve Sırr-ı ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir sühulet belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül ve gayr-ı mâkul, belki imtinâ derecesinde bir suubet olacak. Halbuki; kâinattaki mevcudat nihâyet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri cilve-i ferdiyyeti bilbedahe gösteriyor ve her şey doğrudan
1190
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâlin sanatı olduğunu isbat ediyor. L.) (Bak: Halk)" İnşaallah
Allah izin verirse. Allah nasibederse (meâlindedir). (Bak: Tabii)
İnşaat
Yapmak, inşa etmek. * Yapı. Bina ve gemi yapımıyla alâkalı işler.
İnşab
Tırnak batırma, tırnak bastırma.
İnşad
Edb: Şiir okuma. Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Sesini yükseltme. * Arayıp soruşturma. * Birisini hicvetme. * Kayıp olan bir şeyi haber verme.
İn-şae
Eğer isterse, istediği gibi...
İnşaî
İnşaya, yapıya dâir ve müteallik. * Güzel yazmağa dâir.
İnşaiyyat
(İnşâi. C.) İşitilmemiş ve duyulmamış sözlerden yapılan cümleler.
İnşaiyye
İnşâât işleriyle uğraşanlar. Bina ve gemi yapma işleriyle meşgul olanlar.
İnşak
Koklatma. Buruna kokulu bir şey çektirme. * Tuzağa veya ağa iliştirme.
İnşar
Ölüyü diriltme. (Bu fiil, Allah'a mahsus olmak kaydiyle: İnşar-ı emvat denir.)
İnşat
Ferahlandırma. Neş'elendirme. Sürurlandırma.
İnşaz
Yükseltme.
İnşiab
Şubelendirme. Ayırma. Şubelere ayrılma. * Bölük bölük olma. * Dalbudak verme.
İnşial
Alevlenme, şulelenme.
İnşibab
Gençleşme, delikanlı olma.
İnşibak
Şebeke şeklinde olma. * Balık ağı gibi birbirine geçme.
İnşihab
Fışkırma.
İnşihab-ı dem
Kanın fışkırması.
1191
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnşikak suresi
Kur'an-ı Kerim'in 84. Suresi olup İnşakkat suresi de denir. Mekkî'dir.
İnşikak
İkiye ayrılma. Çatlama. Yarılma.
İnşikak-ı asâ
Değneğin kırılması. * Mc: İhtilaf, karışıklık, ikilik. Birliğin bozulması.
İnşikak-ı kamer
"Ay'ın parçalanması. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü vesselâmın mu'cizesi eseri olarak gökte ay'ın en parlak olduğu bir zamanda ikiye ayrılması. (...Hem Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mütevatir ve kat'i bir mu'cize-i kübrası ""Şakk-ı Kamer"" dir. Evet, şu ""İnşikak-ı Kamer"" çok tariklerle mütevatir bir surette, İbn-i Mes'ud, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, İmâm-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eâzım-ı sahâbeden müteaddid tariklerle haber verilmekle beraber, Nass-ı Kur'an ile $ âyeti, o mu'cize-i kübrâyı âleme ilân etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu âyetin verdiği habere karşı inkâr ile mukabele etmemişler, belki yalnız ""sihirdir"" demişler. Demek kâfirlerce dahi Kamerin inşikakı kat'idir. M.)"
İnşilal
Şiddetle dökülerek akma. * (Su) uçurumdan dökülerek şelâle meydana getirme.
İnşimar
Sallana sallana yürüme.
İnşinac
Buruşma. Derinin buruşması.
İnşinac-ı vech
Yüz buruşması.
İnşirah suresi
Kur'an-ı Kerimin 94. Suresidir.
İnşirah
Ferahlanmak, mesrur olmak.
İnşirah-ı derun
İç açılması, ferahlama.
İnşirak
Çatlama, yarılma, ayrılma. Yarık olma. Parlama.
İnşiram
Yarık yarık olma.
İnşiras
(Soğuktan dolayı) el çatlama.
1192
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnşitat
Dağılmak. Dağınık olmak. Perakende olmak.
İnta'
Çok fazla terlemek. Kusma, istifra etme.
İntac
Neticelenme. Husule getirme. Sona erdirme. Doğurma, meydana getirme.
İntaf
Kabahat yükleme.
İntak
Edb: Söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek. Onun nâmına konuşmak. Nutka getirmek, söyletilmek. Dile getirmek.
İntak-ı bi-l hak
Hakk'ın söyletmesi. Cenab-ı Hakk'ın konuşturması. İnayet-i Hak ile hakikatı olduğu gibi dile getirmek.
İntan
Pis kokma. Fenâ kokma. * Mikrobun sebebiyet verdiği şey, hastalık.
İntanî
Mikroplu, mikroptan meydana gelen.
İntaniye
Fena koku ve mikropluluğa dâir, mikroplu hastalıkla alâkalı.
İntaş
(Tohum) toprakta çimlenme.
İntıba'
Görüş ve anlayış. Kalb ve ruhta hâsıl olan te'sir. * Matbu' olmak, tab' olmak, basılmak.
İntıbaat
(İntiba'. C.) Edinilen intibalar.
İntıbah
Pişmek, pişirilmek.
İntıbah-ı taam
Yemeğin pişmesi.
İntıbak
(Tıbk. dan) Uygun olmak, muvâfakat. Mutabık, mümâsil ve muvâfık olmak.
İntıbakat
(İntıbak. C.) Uygun ve münasib gelmeler. Mutabık gelmeler.
İntılak
Koyverip gitme. Salıverme, yollama. * Sevinme.
İntımas
Kaybolma, belirsiz olma.
İntırak
Gürleme. Patlama.
İntıva
Dürülmek ve cem' olmak. Bükülmek ve katlanıp sarılmak.
İntıya'
İtaat etme, muti olma, söz dinleme.
1193
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İntiaş
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yorgunluktan sonra canlılık hissetme. Canlılık. * Hastalıktan sonra iyileşip kalkma. * Geçinme. * (Yıkılan adam) doğrulup kalkma.
İntiaz
Kuvvetlenme, kıvama gelme. * Kalkma.
İntibac
Hastalıktan dolayı vücutta hâsıl olan şişkinlik.
İntibah
Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek. * Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.
İntibak
(Bak: İntıbak)
İntibar
Kabarma, şişme.
İnticam
Sona erme, nihayet bulma. Tamamlanma, tamam olma.
İnticas
Bulaşma, murdar olma.
İntidam
Kolayca ele geçme. Kolay bir şekilde elde etme.
İntifa'
Fayda te'min etmek. Menfaatlanmak.
İntifaâh-ı rie
Akciğerin şişmesi.
İntifad
Huk: Bir şeyi tamamen alma. Tükenme, bitme.
İntifah
Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak. * Vücud organlarından birinin büyümesi.
İntifah-ı batnî
Karnın, gazların birikmesinden dolayı şişmesi.
İntifal
Nafile namaz kılma.
İntiha
Son, nihayet, uç.İNTİHA' : Eğilme. Dayanma, yaslanma.
İntihab
Kapışmak. Yağma suretiyle mal almak.
İntihabat
(İntihab. C.) Seçilmeler, seçmeler. * Seçimler.
İntihabî
İntihabla alâkalı, seçim ve seçme işlerine ait.
İntihac
Yol bulma, varma, ulaşma.
İntihaî
(İntihaiyye) Sona ve nihayete ait. Bitme ile alâkalı.
1194
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İntihak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zayıflatma, gücünü azaltma, kuvvetsizlendirme. * İşe yaramaz bir hale sokma.
İntihal
Çalma. Başkasının malını kendisinin gibi iddia etme. * Edb: Başkasının yazısını kendisinin gibi göstermek. Onu benimsemek. Böyle şiire, sirkatî şiir de denir.
İntiha-pezir
f. Sona eren, nihâyet bulan.
İntihar
Kendi kendisini öldürmek. İdâm-ı nefs.
İntihaz
Ayaklanmak. Depreniş. Kalkmak. * Yola veya sefere çıkmak. Şüru eylemek.
İntika
Bir şeyi seçme, ayırdetme.
İntikad
İyi bilineni kötülemek. * Seçip ayırdetmek. * Kalp parayı gerçeğinden ayırmak. * Tenkid. * Fenni veya edebi eserlerin tarafsız bir nazarla incelenmesi sonunda fikir ileri sürülmesi.
İntikah
İyi bir haber veya söz işitip sevinme. * Zayıflama, kuvvetsizleşme.
İntikal
Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
İntikalen
İntikal suretiyle.
İntikalî
İntikal ile ilgili.
İntikam
Öç almak. Hınç ve acı çıkarmak.
İntikamat
(İntikam. C.) İntikamlar, öç almalar.
İntikamcû
İntikam almağa çalışan, öç almak isteyen. İntikam arıyan.
İntikâs
(Nüks. den) Başaşağı dönme veya düşme.
İntikas
Eksilme. * İstibrâ için erkeklik organına su serpme.
İntikaş
Nakışlanmak. Menkuş olmak.
1195
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İntikaz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bozulma. * Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma. * (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma.
İntisab
(Nasb. dan) Dikilip durmak. * Yükseğe kaldırmak. * Bir mansaba tayin olunmak. * Gr: Kelimenin mansub olması (Bak: Mansub)
İntisac
(Nesc. den) Doku peyda eylemek. Doku, nesic hâsıl olmak. * Mensucat gibi iki taraftan çizgili ve dokumalı olma.
İntisaf
Hakkını tam olarak alma, haklaşma. * Zaman, yarı olma. Vakit, yarıyı bulma.
İntisaf-ı ramazan
Ramazan ayının ortası.
İntisah
Verilen öğütü dinleme, edilen nasihatı tutma.
İntisak
Sıra ile düzgün olma, intizamlı oluş.
İntisar
Yardım etmek. * Hakkını tamamen almak. * Öc ve intikam almak.
İntişa'
Neş'et etme, gelişme, yetişme, neşv ü nemâ bulma.
İntişab
Odun veya mal biriktirme. * Tutulup kalma.
İntişak
Burna bir şey çekmek.
İntişar
Dağılmak. Yayılmak. Üremek. * Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek.
İntişar-ı arzanî
Hedefin sağ veya sol taraflarına düşen mermilerle, hedef arasında kalan mesafe.
İntitak
Kemer veya kuşak bağlama.
İntiyah
Ağlama, göz yaşı dökme.
İntiyat
Kendi reyi ile davranma, kendi istek ve iradesi ile hareket etme. * Asılı kalma.
İntiza'
Koparıp alma, çekip koparma.
1196
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İntizac
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çok ağlama, fazlaca göz yaşı dökme. * Tıb: Çıbanın olgun hâle gelmesi.
İntizah
Suç ve kabahattan sıyrılma. Temize çıkma. * Def-i hâcet yaptıktan sonra temizlenme. Tahâretlenme.
İntizam
Tertib, düzen, düzgünlak ve nizam üzere olmak.
İntizamın ilcaı
İntizamın zorlaması, mecbur etmesi, muztar kılması.
İntizamperver
f. Her şeyi tertib ve düzenli yapan. İntizâmı çok seven.
İntizar
Adamak, nezretmek.
İnza'
Çekip çıkarmak. * Soyunmak. * Zorla çekip çıkarmak. * Feragat.
İnzac
İyice pişirip kıvamını buldurma.
İnzal
(Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme. * Tenasül âletinden meninin çıkması.
İnzal-i kütüb
Cenab-ı Hakk'ın vahiy ile peygamberlere kitab göndermesi.
İnzar
(C.: İnzârât) (Nezr. den) Neticenin kötü olacağını bildirerek fenalıktan sakındırmak. Azab ve ceza va'detmek.
İnzarat
(İnzar. C.) İhtarlar, tenbihler.
İnzılam
Zâlimin zulmüne boyun eğme.
İnzımam
(Zamm. dan) Bir birine ilâve olunmak, katılmak. Yapışmak. Birbiri ile alâkalı oluş.
İnziac
Yerinden koparma, sökülme. * Tas: Allah'a tam teveccüh ederek dünyevî emelleri bırakmak.
İnzibat
Asayiş, düzen ve rahatlık. Umumi emniyetin iyi ve yolunda olması. * Sağlamlaşmak. * Polis vazifesini gören asker, ordu mensubu.
İnzibatî
Emniyet ve asâyişe dair. İnzibata müteallik. İnzibatla alâkalı.
İnzicar
Çekilmek, vazgeçmek.
İnzimam
Bağlanma. * Yular ile bağlanma.
1197
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İnziva
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur'ân ve imana hizmetle vakit geçirmek.
İnziva-gerde
f. İnzivaya çekilen.
İp parası
Mc: Belâyı savmak için verilen şey.
İplikhane
Eskiden suç işlemiş kimselerin hapsedilip çalıştırıldıkları yere verilen addır. * Gemilere lüzumlu halatlarla yelken bezini yapan eski bir deniz müessesenin adı idi.
İpnotizma
(Fr: Hypnotisme) Telkin ile kabiliyetli bir kimsenin üzerinde, söz ve bakış ile elde edilen bir çeşit uyku hâli. * Uyuşukluk. İradesizlik hâli ve bu hâle ait vaziyetler.
İpotek
Fr. Bir borcun ödeneceği zamana kadar borçlunun alacaklıya vermiş olduğu değerli şey. Rehin.
İptida
(Bak: İbtida)
İpucu
Mc: Emare, işaret, alâmet, delil, vesika.
İra
Bağış yapma, iyilikte bulunma. * Çakmaktan ateş çıkarma. Parlama.
İ'ra
Çıplak bırakma, soyma.
İr'â
Otlatma.
İ'rab
Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak. * Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.
îrâb
düzgün söz söyleme.
İrabe
Şüphelendirme, şüpheye düşürme.
İrabet
Akıl, anlayış, kavrayış.
İrad ü masraf
Gelir ve gider.
îrâd
söyleme, dile getirme.
1198
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İr'ad
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tehdid etmek, korkutmak. Muztarib etmek. * Kılıç parlatmak. * Kadın yüzünü kendisi açmak.
İrad
Varid kılmak. Getirmek. Söylemek. * Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç.
İradat
(İrade. C.) İstemeler, buyruklar, iradeler, emirler, fermanlar.
İrade
"İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. * Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.(İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlardır. İradenin zıddı kerâhet; ihtiyarın zıddı icâb ve ıztırardır. İrade, hakikatte dâima ma'duma taalluk eder. Çünkü, bir emrin husûl ve vücudu için o, tahsis ve takdir eder.) * Fık: Cenab-ı Hak irade sıfatı ile muttasıftır ve iradesi ezelîdir. Yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile kendi hikmeti ile birer veche tahsis buyurur ve onun irade buyurduğu mutlak olur.(Âdetullah üzerine irade-i külliye-i İlâhiye, abdin irade-i cüz'iyesine bakar. Yani, bunun bir fiile taallukundan sonra o taalluk eder. Öyle ise cebir yoktur. İ.İ.) (Bak: Vicdan)"
İrade-i aliye
"Tar: Sadrazam tarafından verilen emir. Bu emir yazılı olduğu gibi, şifâhi de olurdu. Yazılı olana ""iş'arat-ı âliye"" de denilirdi."
İrade-i cüz'iyye
Allah tarafından insanın kendi salâhiyetinde bıraktığı istek, arzu. İnsanın herhangi bir tarafa meyletme kuvveti ve isteği. Az ve zayıf irade.
İrade-i ilâhiye
Külli irade. Allah'ın emri ve isteği.
İrade-i külliye
Külli irade. Allah'ın her şeye şâmil olan emri ve iradesi.
1199
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İrade-i seniyye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Padişahın, bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında verdiği emir. İrade eskiden şifahî, yani ağızdan emir vermek, yahut kendi el yazısı ile yazmak suretiyle verilirdi. Sonradan iradeler mabeyn baş kâtibinin imzasını taşıyan yazılı kâğıtla bildirilmeğe başlamıştır. * Çok yüksek ve mühim yerden gelen emir.
İrade-i şâhane
Padişahın emri, fermanı, buyruğu.
İrade-i zâtiye
Bir adamın kendi arzu ve isteği.
İradet
İrade, istek, dileme. * Gönül isteği.
İrad-ı kelâm
Söz irad etme, söz söyleme.
İrad-ı mesel
Edb: Bir fikri isbat için misal getirme. Buna İrsal-i mesel de denir.
İrad-ı nutk
Nutuk iradetme. Nutuk söyleme.
İradî
İrade ile alâkalı, iradeye dâir.
İrae
Göstermek, göstererek öğretmek. * Göz önüne koymak. * Gösteriş.
İrae-i tarik
Yol gösterme. Kılavuzluk etme.
İraga
İsteme, irade etme.
İrahe
(Rahat. dan) Rahatlandırma, rahat ettirme.
İraka
Dökmek, akıtmak.
İraka-i dem
Kan akıtmak. İnsan öldürmek.
İran
Fars memleketi.
İras
(Ağaç) yapraklanma. * Yosun olma.
İr'as
Çekerek sarsma.
İras-ı fütur
Bıkkınlık verme.
İrat
Tehlikeye, vartaya düşürmek.
İr'â-yi agnam
Koyunları otlatma.
îrâz
yüz çevirme.
İ'raz
Yüz çevirmek. Başka tarafa dönmek. İctinab, çekinmek.
1200
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İraza
Kandırmak, kandırılmak. Râzı etmek.
İrb
(İreb) Akıl. Zihin, zekâ. * Akıllılık.
İrba'
(Ribâ. dan) Çoğaltma, artırma, fazlalaştırma. * Faize verip artırma. (Haramdır)
İrbab
Bir yerde mukim olma. Bir mevkide devamlı olarak kalma.
İrbah
(Ribh. den) Fayda ve kazanç elde etme. * Fâize para verme.
İrbaş
Ağacın yeşillenip yapraklanması.
İrbe
Akıllılık, zekâ. * Hile, oyun.
İrbiyan
Teke, istakoz gibi deniz hayvanları.
İrca'
Geri çevirmek, geri döndürmek. * Alışverişi faydalı kılmak. * Musibet vaktinde Allah'a sığındığını âyet okuyarak ifade etmek.
İrca
Sonraya bırakmak. * Kuyuya kenar yapmak.
İrcaf
(Bak: Recefe)
İrca-i inan
Atın dizginini çevirme, başka tarafa yöneltme.
İrca-i kelâm
Sözü yine maksada çevirme ve getirme.
İrca-i nazar
Bakışı gerilere çevirme, mâziye bakma.
İrcal
Birini yayan olarak yürütme.
İrda'
Helâk etme, aşağı düşürme.
İrdaf
Ardısıra yürütme, yürütülme.
İrdafen
Ardısıra yürüterek.
İreb
(Bak: İrb)
İrem
Kurşun veya ok atılan nişan tahtası.
İren
Alt dudak.
İrfad
Yardım etme, bağışta bulunma. Hediye verme.
İrfah
Refaha ulaştırma, rahata kavuşturma.
İrfak
Fayda vermek, işe yaramak. Kolaylık ve mülâyemetle tutmak.
1201
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İrfal
Elleri sallıyarak yürüme. * Eteği sarkıtma.
İrfan
"Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. * İkrar. * Mücazat. * Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise; vech-i cüz'î ile bilmektir. Bu cihetle Cenab-ı Hakk'a irfan ve marifet isnad olunmaz. Fıtrî istidat eseri olarak inceleyerek tefekkür edip bilmektir. Buna ""İlm-i Ledün"" ve İlm-i Rabbanî"" de denir.) (Bak: Ârif)"
İrfaş
Yeme içme ile uğraşma. * Bir yerde daimi oturma.
İrfitat
Ufak ufak yapma, ufalama.
İrgab
Rağbet ettirme.
İrgaf
Hırsla bakma. * Hızlı yürüme.
İrgam
Aşağılatma. Hor, hakir kılma. * Burunu kırma. * Yere sürtme. * Galip olma. * Kahretme.
İrgan
Bir işi kolaylaştırma.
İrgandi
Yerinde oynama, sallanma, kımıldama.
İrha'
Gevşetme, aşağı salıverme ve sarkıtma. Koyverme, salıverme. * Dilmek, dilim dilim etmek.
İrha
Tatlılıkla ve kibarca hareket etme, yumuşak davranma, tatlı muâmele etme.
İrhab
Bollanma, bol olma. Genişleme.
İrhaf
Bileme. Keskinleştirme.
İrha-i imame
"""Sarığı gevşetme"" Kaygısız, endişesiz olma."
İrha-i inan
Dizginleri salıverme. * İşine devam etme.
İrha-i lisan
Ağzına geleni söyleme.
İrhak
Sıkıntı ve eziyet etme. * Zorlama, sıkma.
1202
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İrhan
Rehin koyma veya konulma.
İrhas
Hayırlı işler yapmak. * Israr etmek. * Duvar yapmak. * Sağlam şey.
İrhasat
Hayırlı işlerle uğraşmak. * Sağlam şey. * Ist: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikulâde haller ki, bunlar peygamberliğine delil teşkil eden hâdiselerdendir.
İrhem yareb
Tıb: Bağırsak tıkanması veya dolanması.
İrin
(Bak: Cerahat)
İris
yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme. * İftira etme.
İrka'
Akan kan veya göz yaşını silme, dindirme.
İrkâb
(Rükûb. dan) Bindirme. * Binilecek hayvan verme. * Araba veya gemi gibi bir vasıtaya bindirme.
İrkab
Huk: Öldükten sonra kanunî mirasçılarından başka bir kimseye de miras bırakma.
İrkâben
Bindirerek, irkâb suretiyle.
İrkad
Uyutma veya uyutulma.
İrkâh
İnanma, itimad etme, güvenme. * Sığındırma, dayandırma.
İrkak
Köle edinme. Cariye veya köle satın alma. * İnciltme.
İrkal
Hızlı yürüme.
İrkan
Kına yakma, kına sürme. * Safran ağacı, kızılağaç. * Tıb: Sarılık hastalığı.
İrkas
Oynatma, raksettirmek.
İrma'
Atma, fırlatma.
İrmad
Fakir düşme. Sefil olma. * Göz ağartma.
1203
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İrman
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Arzu, taleb, istek. * Dalkavuk. * Nedâmet, pişmanlık. * Dâvet edilmeden bir yere giden kimse.
İrmegan
f. Saadet. İkbal, mutluluk, uğurluluk. * Terbiye eden, mürebbi.
İrmik
Buğday gibi hububatdan elde edilen ve helva, çorba yapımında kullanılan iri taneli un.
İrs
Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak. * Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk. * Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları.
İrsa'
Mızrak gibi sivri bir şeyle dürtme.
İrsad
"Gözetlemek. * Hâzır ve âmâde eylemek. * Mükâfat vermek. * Edb: Secili ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. Meselâ:Elemin Kays'a kıyas etme din-i mahzunun, Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnunun.(Baki)Birinci mısrada ""Kays"" isminin geçmesi, ikinci mısrada ise ""Yok idi aklı, ne derdi var idi."" denmesi sözün sonunun ""Mecnun"" olacağını hemen akla getirmektedir."
İrsah
Yerinde tutma, durdurma. Bir şeyi sağlamlaştırma.
İrsal
(Resul. den) Göndermek, gönderilmek, yollamak. * Havale kılma. * Salıvermek. Kendi haline koymak. * Sürü sahibi olmak. * Elçi gönderme.
İrsalat
(İrsal. C.) Göndermeler. Gönderilen şeyler.
İrsal-i lihye
Salak bırakma.
İrsal-i mesel
"Konuşurken meşhur hikmetli sözleri kullanmak.""Hakir olduysa millet, şanına noksan gelir sanmaYere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.""""Muini zâlimin dünyada erbab-ı denâettir.Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insâfa hizmetten.""(Namık Kemal)"
1204
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İrsal-i rüsül
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cenab-ı Hakk'ın insanlara her hususta ve hususen Allah'a itaatte rehber olacak peygamberler göndermesi.
İrsaliye
Makbuz. * Her hangi bir yere gönderilen eşya veya malların listesi.
İrsan
Muhkem ve sağlam kılma, rasanet verme.
İrsas
Eskitme, yıpratma. Eskitilme, yıpratılma.
İrsas-ı libas
Elbisenin yıpranması, eskitilmesi.
İrsen
Miras olarak, anadan, babadan geçmek yolu ile.
İrsî
Miras ile alâkalı, irse âit ve müteallik.
İrsiyet
Verâset. Aile ve soydan geçen benzerlik.
İrşa'
Rüşvet verme.
İrşad
Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürbayı Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması. * Ist: Hak ve hakikatı arayan kimselere bir mürşid-i ekmelin Kur'ânî ve İslâmî eserleriyle veya sözüyle Sırat-ı Müstakim olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve tarif etmesi. İmanı kuvvetlendiren ve inkişaf ettiren tahkikî ve yakînî delillerle hak ve hakikatı talim ve tedris etmesi. (Bak: Mürşid)
İrşadat
(İrşad. C.) İrşadlar. Hak ve hakikatı ve doğru yolu bildirmeler. İkazlar. (Bak: İrşad)
İrşaf
Suyu yavaş yavaş ve yudum yudum içme.
İrşak
Bir şeye dik bakma. Dosdoğru etme.
İrta'
Zoraki ve istemeyerek gülme.
İrtab
Dikme veya dikilme.
1205
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İrtac
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir kimsenin sözünü kesme, konuşturmama. * Devamlı yağmur ve kar yağma. * Kapıyı örtme, kapama. * Kıtlık her tarafa yayılma.
İrtam
Hatırlamak için parmağa iplik bağlama.
İrtat
Tenbellik etme. Yerinden kımıldamama.
İrtecek
f. Şimşek, berk.
İrtia'
Düşünmek, istikbali düşünme.
İrtiab
(Ru'b. dan) Ürkme, korkma.
İrtiad
(Ra'd ve Ri'd. den) Iztırablı ve sıkıntılı olmak. * Deprenme. Titreme.
İrtiaf
İleri geçme, ilerleme.
İrtias
Küpe takma.
İrtiaş
Ra'şeye tutulma, titreme, sarsılma.
İrtiaş-ı mest
Sarhoş ve baygın titreyiş.
İrtiba'
Bahar mevsiminde güzel bir yerde oturma.
İrtibab
Kokulu şeyler yapma. * Bir çocuğu büluğ çağına varıncaya kadar besleme.
İrtibah
Yükselme, yükseğe çıkma.
İrtibak
Karışık ve çapraşık bir işe girişme. * Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri. * Bir kazâya uğrama.
İrtibal
Bir malı çoğaltma. Bereketlendirme.
İrtibas
Perişan ve zor durumda kalma. * Pek karışık ve sıkışık olma.
İrtibat
Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık. * Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak.
İrtica
Ummak, ümidetmek, rica etmek.
İrticac
Çalkanmak. Heyecana gelme. * Sarsıntı. Muztaribane hareket etmek.
İrticac-ı deryâ
Denizin kabarması, dalgalanması.
İrticaf
(Recfe. den) Sarsma, sarsıntı, çalkalama. Tahrik.
1206
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İrticaî
(İrticaiye) İrtica ile alâkalı.
İrtical(en)
Hazır cevaplılık. Düşünmeden ve birdenbire açıkça güzel söz veya şiir söylemek.
İrticaliyyat
Düşünmeden, içinden doğarak söylenen sözler.
İrticam
Birşey üstüste katlanma.
İrtican
Adamın işi gücü bozulma.
İrticas
Gök gürleme. * Top bürünme.
İrticaz
Kısaltma, ihtisâr.
İrtida
(Ridâ. dan) Örtünme, bürünme.
İrtida'
Dinin yasak ettiği şeyleri yapmama, geri durma.
İrtidad
Din değiştirmekle mürted olmak. İslâmiyetten çıkarak dinsiz olmak. * Geri dönmek. (Bak: Mürted)
İrtidaf
(Redif. den) Ardından gitme, ardına düşme, peşinden koşma.
İrtifa almak
Öğle vakti, güneşin yüksekliğini ölçerek zamanı belirlemek. * Yükselmek.
İrtifa'
Yükseklik. * Yukarı kalkmak. Kaldırmak. Terakki.
İrtifad
Kazanma, kesbetme, kazanıp kâr etme.
İrtifaen
Yükseklikçe, yükseklik bakımından.
İrtifak
Bir yere dayanma. * (Kap) dolma. * İhtiyaç duyma. * Arkadaşlık etme. * Tıb: İki kemiğin hareketsiz kalmak üzere mafsallanması.
İrtifas
Fiatların yükselmesi, pahalılık.
İrtigab
(Rağbet. den) Heveslendirme, isteklendirme, rağbet ettirme.
İrtiha'
Katılma, karışma.
İrtihal
Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek. * Ölmek.
İrtihal-i dâr-ı bekâ
Dâr-ı bekaya göçme. Ölme.
İrtihan
(Rehn. den) Bir şeyi rehin olarak alma veya alınma.
1207
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İrtihas
Ucuz saymak veya sayılmak.
İrtihaş
Rahatsız olma, huzuru kaçma. Sıkıntı ve ıztırâb içinde bulunma.
İrtihaz
Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA' : Yükselme, yukarı çıkma. * Daha yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma.
İrtikâ'
Güvenme, dayanma.
İrtikab
Bekleme, gözleme. * Ümit etme, umma.
İrtikâb
Bir işe girişmek. * Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak. * Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak.
İrtikak
Söz gücü olan kimsenin, söz söylemekten âciz kalması.
İrtikam
Yığılma, üst üste birikme.
İrtikas
Baş aşağı olmak. * Bir hâdiseye yakalanmak.
İrtikaş
Harpte askerlerin birbirine karışması.
İrtikaz
(Rekz. den) Dikilme. * Bağlanma. * Tıb: Nabız atma.
İrtima'
Birbirine atışma.
İrtimas
Suya dalma, dalıp gitme. Dalgıçlık.
İrtimaz
Yerinden kaldırıp sıçratma. * Birini koruma, himâye etme.
İrtisa'
Dişler sık olma. * İki şey, birbirine bitişik olma. * Taneleri, iki taş arasında döğüp parçalama.
İrtisad
İstif etme. Birbiri üstüne düzgün bir şekilde yerleştirme.
İrtisam
Resmedilmek, resmi çıkmak, resimli ve nişanlı olmak. * Emrolunan şeye imtisâl etmek. * Cenâb-ı Hakkı tekbir ve O'na ilticâ etmek.
İrtisas
Yayılma, meşhur olma, şüyu bulma, şâyi olma.
İrtişa'
Rüşvetçilik. Rüşvet almak.
1208
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İrtişaf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Emerek ve azar azar içme. * Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan suyun, dışarı atılması.
İrtişah
(Reşha. dan) Sızma, terleme.
İrtitac
Konuşurken kekelemeye başlama, dili tutulma.
İrtiva'
Suya içerek kanma. * Tıb: Vücuttaki organ ve eklemlerin kuvvetlenip kalınlaşması.
İrtivah
Nöbetle çalışma.
İrtiya'
Ürkme, korkma.
İrtiyab
Duraklama, şüphelenme, tereddüt.
İrtiyad
Bir kimseden bir şey isteme.
İrtiyah
(Rîh. den) Genişleme, ferahlama, feraha erme. * Rüzgârlanıp rahatlama.
İrtiyaz
Riyâzet yapma, nefsine eziyet etme.
İrtiza'
(Rıza. dan) Razı olma, rıza gösterme, uygun ve münasib bulma. Kabul etme. * Beğenme, seçme.
İrtizah
Biraz bahşiş alma. * Özür dileme.
İrtiza-i sabi
Çocuğun süt emmesi.
İrtizak
(Rızk. dan) Rızık alma, rızıklanma.
İrva ve iska
Sulama, suya kandırma.
İrva
Bolca sulamak. Suya kandırmak. * Birisine hadis veya şiir rivayet ettirmek.
İrza
Çayırlık. Otluk yer.
İrza'
Meme vermek, süt emzirmek veya emzirilmek.
İrzak
Rızıklandırmak, maddi veya mânevi ihtiyacını vermek.
İrza-yi tarafeyn
İki tarafı anlaştırma, râzı etme.
İrziz
Dik ses. * Titreme. * Dolu tânesi.
1209
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İs
Dumandan hasıl olan siyah madde. Kurum.
İsa (a.s.)
"Dört büyük peygamberden birisidir. Hakiki Hristiyanlık dininin peygamberidir. Kur'an-ı Kerim'de meziyet ve senası geçmektedir. İncil, mukaddes kitabıdır. Vahiy ile kendine gönderilmiştir. Ancak kendisinden sonra Havarileri tarafından yazılmıştır.(İncil'in bir yerinde İsa (A.S.) demiş: ""Ben gideceğim; tâ dünyanın reisi gelsin."" Acaba Hz. İsa (A.S.)'dan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hz. İsa'nın (A.S.) yerinde insanları irşad edecek, Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) başka kim gelmiştir? Demek Hz. İsa (A.S.), ümmetine dâima müjde ediyor ve haber veriyor ki: Birisi gelecek; bana ihtiyaç kalmayacak, ben onun bir mukaddemesiyim ve müjdecisiyim. M.)"
İsa'
Zenginleştirme veya zenginleştirilme. * Genişletme.
İsabet
Ecir, mükâfât, karşılık vermek. * Doldurmak.
İsabet-i ayn
Göz değmesi, nazar değmesi.
İsabet-i re'y
Fikir doğruluğu. İsabetli ve yerinde bir düşünce.
İsabetkâr
f. Doğru rastlayan. İsabetli.
İs'ad
Yükseltmek, yukarı çıkarmak. * Mekke-i Mükerremeye gitmek.
İsaet
Bir işte ihmal ile zarar verme.
İsaf
Asr-ı saadetten evvelki câhiliyet devrinde Mekke putlarından birinin adı.
İs'af
Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek.
îsâf
yardıma koşma.
İsaga
Kolaylıkla ve rahatlıkla yutulma.
İsaga-i taam
Yemeğin kolaylıkla yutulması.
İsah
(Vesah. dan) Kirletme veya kirletilme.
1210
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İsaka
Akıtma. * Arkadan sürme. Sevk etme.
İsal
Ulaştırmak, vâsıl etmek. Yetiştirmek.
İsale
Akıtmak, dökmek. * Seyyal kılmak. Cereyan ettirmek.
İsale-i dümu'
Gözyaşları dökme, ağlama.
İsam
(İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık.
İsar
"Zengin, maldâr olmak; gani olmak."
İ'sar
İkindi zamanında bulunmak. * Kızın gelinlik çağına gelmesi. * Kasırga.
îsâr
kendisi muhtaç olduğu hâlde başkasına verme ahlâkı.
İs'ar
Narh koyma, fiat veya pahâ biçme.
İsare
Esir etmek ve gezdirmek. * Bağ, bend.
İsas
Çok sık ve uzun saç veya bitki.
İsase
Zenginlik, servet. * Göz ucuyla bakma. * Cemiyet, topluluk.
İsave
Gammazlık, ağız karalığı.
İsb
Kasık tüyü.
İsbah
(Sebh. den) Yüzdürme, suda yüzdürülme.
İsbal
(Sebl. den) Yollama, gönderme veya gönderilme.
İsbat
Doğruyu delil göstererek meydana koymak. Delil ve şâhitle bir fikrin sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek. * Sabit ve muhkem kılmak. * Bâki ve pâyidar eylemek. * Delil. Bürhan. Şâhit. (Bak: İman-ı bil-âhiret)
İsbat-ı hüner
Maharet ve hüner gösterme.
İsbat-ı vücud
Hazır bulunma. Varlığını gösterme.
İsbatiyecilik
(Fr: Pozitivizm) Fls: Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve
1211
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.(Bir şeyden uzak olan bir kimse yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvali hakkında ihtilâfları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh Avrupa feylesofları maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı imân, İslâm ve Kur'ân'ın hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü yakından hakaik-ı İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm, nefs-ül emir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fenni meseleleri keşfeden feylesoflar Hakk'ın esrarını Kur'ân nurlarını da keşfedebilir diyemezsin. Zira, onun aklı gözündedir. Göz, kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür. M.N.) (Bak: Rasyonalizm) İsbi'
(C.: Esâbi) Parmak. * Ölçü parmağı, arşının yirmidörtte biri. (Türkçede: $ telaffuz edilir.)
İsevî
Hz. İsa'nın (A.S.) dininden olan. Nasrani. Hristiyan.
İseviyyet
Hristiyanlık.
İsfar
Sabah namazının ortalık aydınlanırken kılınışı.
İsfenc
Sünger.
İsfence
(İsfencî) Süngere benzer, sünger biçiminde, süngerimsi.
İsfenciye
Süngerler.
İsfend
Şarap.
İsfendan
f. Beyaz biber tohumu. * Akçaağaç.
İsfid
f. Beyaz, ak.
İsfirar
(Bak: Isfirar)
1212
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İsga
(Bak: Sagat)
İshab
Çok söylemek. * Türlü şeylerden renk değiştirmek. * Bir şeye fazla tama' etmek. * Kuyu kazıp suyu bulamamak. * Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi. * Kuzu, anasını emmek. * Duvarı başı boş salıvermek.
İshak (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. İbrahim (A.S.)ın oğludur. Yakub (A.S.)ın babasıdır.
İshakiyye köşkü
Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle bu adı almıştır. (O.T.D.S.)
İshal
Mülâyim ve düz bir yere varmak. * Tıb: Barsakların iltihabından soğuk algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme.
İshan
"Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle: ""Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldatmaz etti."" mânâsına ""İshanehül maraz evilcerh"" denilir. Harbde düşmanın esaslı kuvvetlerini iyiden iyiye vurarak, ordusunu derin ve geniş bir suretde yaralayıp, kımıldanamıyacak bir hâle koyacak derecede kat'iyyen mağlub etmeğe de ishan tâbir edilir."
İshan-ı ayn
Ağlatma. Göz kızartma.
İshar
Uyundırma. * Gece uyutmayıp, uyanık durdurma.
İshat
Darıltma, gücendirme.
İsik
Çukurluk, engebelik. Çukurlu.
İsimlik
Tar: Saraylılar tarafından gönderilen hediyelik şeylerin kimin tarafından gönderildiğini belirten adres pusulası.
İska
Su vermek, sulamak.
1213
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İskab
Ateş yakma.
İskal
Ağır bir şey yüklemek.
İskalarya
ing. Çarmıkların halat basamakları.
İskân
Yerleştirmek. Bir yeri mesken yapıp oturmak. * Sâkin.
İskandil
ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet. * Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme.
İskân-ı muhacirîn
Göçmenleri yerleştirme.
İskar
(Sekir. den) Sekir verme, sarhoş etme.
İskarlat
"İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri kâtibine her sene bu çuhadan verilir veya bedeli para olarak tahsis olunurdu. Bu paraya da ""İskarlat bedeli"" denirdi. (Ta. L.)"
İskarmoz
Gemilerin kaburgalarını teşkil eden eğri ağaçlar. * Kayıklarda kürek takılıp çekilen ağaç çiviye de bu ad verilir.
İskarpin
Fr. Konçsuz veya yarım konçlu zarif ayakkabı. Alafranga hafif kundura.
İskat
(Bak: Iskat)
İskât
Sükût ettirmek. Cevap veremiyecek hâle getirmek. Susturmak. * Kandırmak, râzı etmek.
İskele
Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal. * Deniz nakil vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer. * Deniz kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına elverişli kasaba. * Bir memleketin deniz yolu ile yapılan ticaretine vasıta olan liman. * Geminin sol yanı.
1214
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İskelet
Fr. Vücudun kemik çatısı.
İskendan
f. Kilit.
İskender
(M. Ö. 356-323) Aristo'dan ders almış bir imparatordu. İskender-i Rumi de denir. Bundan başka ismi geçen bir de İskender-i Zülkarneyn vardır. (Bak: Zülkarneyn)
İskerek
f. Hıçkırık.
İskete
Güzel ve çok öten sarı kanatlı bir cins küçük kuş.
İskiz
(İskize) f. Hayvanın sıçrayıp kıç atması. * Hayvanın ürkerek attığı çifte.
İskolastik
(Bak: Skolastik)
İskona
İtl. Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan iki direkli yelkenli harp gemilerine verilen addı.
İskonto
(Bak: Tenzilât)
İsla'
Teselli verme, avutma.
İslab
Giderme, selbetme. Kapıp götürme.
İslac
Kara tutulma. Karlı olma.
İslaf
Para peşin, mal veresiye olan bir alışveriş. * Tarlayı aktarmak.
İslah
(Bak: Islah)
İslak
(Silk. den) Düzenleme, sıraya koyma. * Yola getirme. * Diziye geçirme. * Mesleğe sokma, sokulma.
İslal
(Sell. den) Kılıcı sıyırıp çıkarma. * Verem etme, verem uğratma.
İslâm
"(Selâm. dan) İtaat, inkıyad, bir şeye teslimiyet. Din. * Ist: Hz. Muhammed'in (A.S.M.), Allah'ın emriyle insanlara bildirdiği din. (İslâmlıkta, Allah'a itaat etmek, Peygambere tâbi' olmak ve din namına ne bildirilmişse, kalb ile dil ile tasdik ve onunla amel etmek şarttır. İslâm'ın beş şartı vardır: Kelime-i şehadet getirmek, namaz
1215
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan-ı şerif orucunu tutmaktır.)(Ulema-i İslâm ortasında, ""İslâm"" ve ""İman""ın farkları çok medâr-ı bahsolmuş. Bir kısmı, ""İkisi birdir"", diğer kısmı, ""İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz"" demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:İslâmiyet, iltizamdır. İman, iz'andır. Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur'aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamiyle İslâmiyete mazhardı; ""dinsiz bir müslüman"" denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur'aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar, ""gayr-ı müslim bir mü'min"" tabirine mazhar oluyorlar.Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?Elcevab: İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. M.)" İslambol
Eskiden İstanbul yerine kullanılan bir tabir idi. Ulema takımı yakın zamana kadar zarfların üzerine İstanbul yerine İslâmbol yazarlardı.
İslamî
İslâm dinine mensub, İslâm ile alâkalı.
İslamiyan
f. İslâmlar.
İslamiyet
"İslâmlık. * İslâm oluş. Teslimiyet, inkıyad, bağlılık, hakka tarafgirlik ve iltizamdır.(İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Münazarat)"
İslas
Üçe bölme. Üç aded yapma.
1216
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İslav
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak isim.
İslim
(Bak: İstim)
İsm
(İsim) Ad, nâm. * Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne getirmek için kullanılan söz veya lâfız. * Man: Tam mânalı ve hem mevzu, hem mahmul olabilen lâfızdır.
İsma'
İşittirmek, sesini duyurmak, bir sözü istenilen yere ulaştırmak.
İsma
Yükseltmek. * İsim koymak.
İsmah
Cömert ve eli açık olma. * İtâatli ve bağlı etme.
İsmail (a.s.)
Peygamberlerdendir. İbrahim'in (A.S.) oğludur. Küçükken İbrahim'e (A.S.), oğlunu Allah için kurban etmesi emredildi. Halilullah olan İbrahim, İsmail'i (A.S.) kurban etmek isterken Cenab-ı Hak koç gönderdi. Mu'cize zâhir oldu. Bıçak İsmail'i kesmedi, yerine koç kurban edildi. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) de ceddi olan İbrahim ve İsmail (A.S.)lar Kâbe'yi yeniden inşâ ettiler. (Bak: Kâbe, İbrahim (A.S.) )
İsmam
Sona erdirme, bitirme, tamamlama.
İsmar
(Semere. den) Meyve ve semere vermek, fayda vermek.
İsmat
"Susturma, sükut ettirme. * Men'etmek. * Tecvidde : Harfi söylerken lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi olanların terkibi men' edilmişti. İsmât sıfatının harfleri; izlâk sıfatının harfleri olan on altı harf ile harf-i meddin maadası olan on dokuz harfdir. (Bak: Musmit)"
İsmen
Sadece isimle, gerçekten olmayan.
1217
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İsmet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk. * Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar."
İsmetlü
Tar: Derece bakımından yüksek kimselere, sultan ve şehzâdelerin hanımlarıyla kızlarına verilen bir ünvan idi.
İsmetmeâb
İsmetlü. Günahsız. Haramdan ve nâmusa dokunur hâllerden çekinen.
İsmetpenah
İsmetlü, ismetmeâb.
İsm-i a'zam
"Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.(İsm-i A'zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmâm-ı Ali (R.A.) hakkında: ""Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddus"" altı isimdir. Ve İmâm-ı A'zamın İsm-i a'zamı, ""Hakem, Adil"" iki isimdir. Ve Gavs-ı A'zamın İsm-i a'zamı, ""Yâ Hayy'dır."" Ve İmâm-ı Rabbâninin İsm-i a'zamı. "" Kayyum"" ve hâkeza.. pek çok zatlar daha başka isimleri ism-i A'zam görmüşlerdir. L.) (Bak: Esma-i Hüsna)"
İsm-i cins
Gr: Cins isim. Bir cinsten, bir nev'den olan şeylerin hepsine verilen bir ad. Vilâyet, karpuz, kedi gibi.
İsm-i fâil
Gr: Kendisinden fiil, iş çıkan kimsenin sıfatı. Fâil, hâdim, kâtib gibi.
İsm-i hâss
Gr: Yalnız bir kimse, bir hayvan veya bir şeye hâs olan isim. Hz. Muhammed (A.S.M.), Medine-i Münevvere gibi.
İsm-i işaret
"Gr: Kendisiyle muayyen bir şeye işaret olunan kelime. ""Bu, şu o"" gibi."
1218
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İsm-i mef'ul
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gr: Fâilin fiili kendi üzerine geçen kelime. Mektub, mazlum, mağdur gibi.
İsm-i mensub
"Gr: Kelimenin sonuna Türkçede ""Li"", Arabça ve Farsçada kelime sessiz harfle bitiyorsa, bir ""î"", sesli harfle bitiyorsa; yerine göre sesli harf atılarak veya atılmayarak ""î"" veya ""vî"" harfi getirilerek yapılan, nereli ve nereye mensub olduğunu ifade eden isimdir. İstanbullu, İstanbulî; Mekkeli, Mekkî; Konyalı, Konevî; Bağdatlı, Bağdadî... gibi.)"
İsm-i merre
Def'a, kerre gibi bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil'den yapılan isim. (Darbe: Bir defa vuruş. Lem'a: Bir parlayış gibi.)
İsm-i mevsule
"O şey ki, o kimse ki, mânâlarının yerine kullanılan, ""Mâ, Men, Ellezi"" gibi kelimelerdir. İki kelimeyi veya mânâyı birbirine birleştiren, mânâsı kendinden sonra gelen bir cümle ile tamamlanın bir kelimedir."
İsm-i tafdil
"Renge, şekil ve vasfa dâir (ef'al) vezninde olan mutlak ve uzuv noksanlığına delâlet etmemek üzere mukâyeseli üstünlük ifâde eden sıfatlardır. Daha büyük, en büyük, daha küçük, en küçük, en güzel, daha güzel gibi mânâlara gelir. (Kebir kelimesinin ism-i tafdili: Ekber; sağir kelimesinin ism-i tafdili: Asgar; sa'b kelimesinin de Es'ab'dır.)"
İsm-i tasgir
Küçültme ismi. Küçüklük veya azlığa delâlet eden isimdir. Arapçada ekseri (Fueyl) veya (Fuayil) vezninde, Türkçede kelime sonuna cik, cık, cağız, ceğiz gibi ekler getirerek yapılır. Abd: Kul, Ubeyd: Kulcağız, kulcuk gibi.
İsmî ve sıfatî
İsme ve sıfata ait.
1219
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İsmî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"(İsmiyye) İsme mensub, isimle alâkalı. İsmen olup aslen olmayan, varlığı isimden ibâret olan. İsim cinsinden. * Arabçadan iki isimden, yani; müsned ile müsned-i ileyhten mürekkep cümle."
İsmid
Sürme taşı. * Cenab-ı Peygamber'in kullandığı ve tavsiye ettiği bir cins kırmızı sürme.
İsmirar
(Semrâ. dan) Esmerleşme, kara olma, kararma.
İsmiyyet
İsim olma hâli, isimlilik.
İsna aşer
Oniki.
İsna
Yukarı kaldırmak, yükseltmek. * Değerini yükseltme. * Ateş alevinin yükselmesi. * Bir sene bir yerde kalmak.
İsnad
Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. * Bir nesneye, bir şeye dayanmak. * Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek.
İsnadat
(İsnad. C.) İsnadlar. Bir kimseye yükletilenler, nisbet edilenler.
İsnad-ı efike
Yalan isnad etme. İftira atma.
İsnadî
İsnad etmekle alâkalı.
İsnadiyyat
İsnad ile ilgili düşünceler. * Aslı esası olmadığı halde birisine isnad edilen sözler.
İsnaf
Yel ve toz savurma.
İsnak
Mal, mülk, servet ve makamın, insanı azdırması.
İsnam
Ateşin alevi büyüme. * Duman ve toz havaya çıkma.
İsnan
İki. * Pazartesi.
İsnevî
İki ile alâkalı. * Pazartesi günü ile alâkalı. * Her pazartesi günleri oruç tutan kimse.
İsneyn
İki. (2) * Pazartesi günü.
1220
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İsneyniyyet
İkilik, ikiden ibaret olma.
İspah
(İspeh) f. Asker, nefer, er.
İspanyol hastalığı
Grip, nezle. Paçavra hastalığı. (İlk önce İspanya'da farkına varıldığı için bu isimle meşhur olmuştur.)
İspanyol
İspanyalı.
İsparçene
İtl. Halatın üzerine sarılan kendir ve ip. * Halatı meydana getiren üç boy bükmenin beheri.
İspehbed
f. Başbuğ, hükümdar, hâkan, kağan.
İspenah
f. Ispanak.
İsper
f. Savaş âletlerinden kalkan.
İspergam
f. Fesleğen çiçeği. * Gül. * Yeşillik.
İsperhem
f. Fesleğen.
İsperlos
f. Saray, konak, kâşâne.
İspid
f. Ak, beyaz.
İspidkâr
f. Kalaycı.
İspir
Arabacı. Arabacının yanında bulunan at uşağı. * Zabıta memuru. * Beyaz doğan kuşu.
İspiralya
İtl. Gemi güvertelerinde kamaraları aydınlatmak için açılan küçük kaporta.
İspirtizma
Fr. Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler.(İşte eski zaman kâhinleri gibi şimde de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. M.)
İsr
Alâmet. Nişane. * Ayak izi. * Yol. Meslek. * Başlamak ve azimet etmek.
İsrâ suresi
Kur'an-ı Kerim'de 17. Suredir. Mekkidir.
1221
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İsra'
Hızlandırmak. Sür'atlendirmek. * Geri döndürmek. Göndermek.
İsrâ
Yürütmek, göndermek. * Gece seferi yapmak. * İrsâl etmek.
İsrac
(Sirac. dan) Yakma, yandırma.
İsraf
"Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak. * En lüzumlu aslî vazifeleri bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak.(Hâlik-ı Rahim, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise; şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisad ise: nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. L.)(Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa... Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zâikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir. M.)"
İsrafat
(İsrâf. C.) İsrâflar, lüzumsuz yere harcamalar.
İsrafil
Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur'u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melâike)
İsrail
Hz. Yakub'un (A.S.) lâkabı olup sonradan bütün o soydan gelenlere Benî İsrail denmiştir. İsrail oğulları, Yahudiler.
İsrailiyat
"Zamanla hurafeye inkılâb etmiş, Yahudilikten kalma haberler, hikâyeler. İsrail oğullarına mahsus hikâyeler, hâdiseler.(İsrailiyyatın bir tâifesi ve hikmet-i Yunaniyyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyete duhul etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki: O necib kavm-i Arab, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiyye idi. Vakta ki içlerinden hak tecelli edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan din-i mübini gördüklerinden umum
1222
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rağabat ve meyilleri, yalnız dinin mârifetine inhisar eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiyye nazarıyla değil, belki istitraden yalnız istidlâl için idi. Onların o hassas zevk-i tabiilerine ilham eden yalnız onların fıtratlarına münasib olan geniş ve ulvi muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri tâlim ve terbiye eden yalnız Kur'an idi. Bundan sonra kavm-i Arab, sair akvamı bel' ettiği gibi milel-i sairenin mâlumatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise: Vehb, Ka'b gibi ulema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalâtına bir mecra ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül ettiklerinden, mâlumat-ı müzahrefe-i sâbıkaları makbule ve müselleme gibi oldular.. reddedilmedi. Çünki İslâmiyetin usulüne musadim olmadığından hikâyat gibi rivayet olunur iken ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ! Sonra hak olarak kabul edildiler. Çok şübeh ve şükukâta sebebiyet verdiler.Hem de vaktaki şu İsrailiyat, kitap ve sünnetin bazı imaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me'haz olabilirler idi. Fakat âyât ve hadisin mânâları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; su'-i ihtiyarlarıyla başka bir me'hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı âyât ve ehâdisi o hikâyatı İsrailiyyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki Kur'anı tefsir edecek yine Kur'an ve hadis-i sahihtir. Yoksa; ahkâmı, mensuh olduğu gibi kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir. Evet, mâsadak ile mânâ ayrıdırlar. Halbuki: Mâsadak olmaya mümkün olan şey,
1223
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mânâ yerine ikame olundu. Çok da imkânât vukuata karıştırıldı... R.N.)" İsrar
(Bak: Israr)
İsrar-ı esrar
Sırların gizlenmesi.
İstade
f. Ayakta durmuş.
İstah
f. Budak, taze filiz.
İstanbul efendisi
İstanbul kadıları (hâkimleri). Bu tabir hicri 1000 tarihinden sonra kullanılmağa başlanmış ve daha sonraları terkolunmuştur.
İstanbul
"Türkiye'nin en büyük şehri ve Osmanlı İmparatorluğu'nun taht şehri (1453-1922). İslâm halifeliğinin son merkezi (1516-1924). Türklerden önce Bizans ""Doğu Roma"" İmparatorluğu'nun taht şehri idi (3951453). * İstanbul ismi, Rumca şehre veya şehirde demek olan (İstin polin) tabirinden galat olup, bu ismin Osmanlılar tarafından fetih esnasında verilmiş olduğu rivayet ediliyorsa da, Osmanlılardan evvel şehrin bu isimle yâd olunmakta bulunmuş olduğu muhakkak olup, hattâ yedinci hicri yüzyılın ortalarında yani fetihten iki asır önce yazılmış olan ""Yakut-u Hamevî'nin Mu'cem-ül Büldan'ında bu isim yazılmıştır. Bununla beraber Osmanlılar yanında dahi Edebiyat lisanında ekseriya ""Kostantiniyye"" ismi kullanılmıştır; hattâ bazan ""İslâmbol"" şeklinde yazılmıştır."
İstar
Yüzletme, astar çekme. * (C.: Esâtir) Altıbuçuk dirhem ağırlığında (19.5 gr.) bir ölçü. * Dört tane. * Dört veya dört buçuk miskal.
İstare
Perde, zar.
İstasyon
Fr. Demiryolu durağı.
1224
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstatistik
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Bir neticeye varmak veya bir hüküm çıkarmak için metodlu olarak mevcud lüzumlu şeyleri toplayıp sayı hâlinde göstermek işi ve bu işle meşgul olan ilim.
İstebrak
İpekten mâmul ve sırma ile işlenmiş bir çeşit kumaş. Kalın ipek kumaş.
İstel
f. Göl.
İstem
Zulüm ve sitem.
İstenbe
f. Cesur, yiğit, bahadır, kahraman. * Çirkin. * Kâbus.
İstıksar
(Kasr. dan) Kısma. Bir şeyin kısaltılmasını isteme.
İstıksas
(Kısas. dan) Kısas isteme. Bir katilin şeriatça öldürülmesini isteme.
İstıktab
(Kutb. dan) Kutuplaşma, bir kutubun etrafında toplanma, bir kutuba bağlanma.
İstıktar
Damla damla akıtma, damlatma.
İstırab
(Bak: Iztırab)
İstıslah
Bir şeyi iyi olarak görmek isteme. Bir şeyin iyi olmasını isteme.
İstısna'
San'atlı olarak yapmak. * Bir şey yapmak için san'atkârla anlaşma yapmak.
İstıtla'
(C.: İstıtlâât) (Tulu'. dan) Anlamağa ve bilmeğe çalışma. Öğrenmeğe gayret etme.
İstıtlak
İç sürgünü olma. Amel olma, ishal olma. * Boşanmayı isteme.
İstıtrab
Neşe arama, eğlence isteme.
İstiab
İçine almak. * Kaplamak. Toplamak. Tamam etmek. * Tutulmak. Zapteylemek.
İstiade
Bir şeyin iade edilip geri gönderilmesini isteme. * Yeniden canlanma. * Âdet edinme.
İstianat
(İstiane. C.) İstianeler, yalvarmalar.
1225
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstiane
Duâ. Yardım istemek. İane istemek.
İstiare
"Ariyet istemek. Ödünç almak. Birinden iğreti bir şey almak. * Edb: Bir kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme san'atına istiare denir.Cesur ve kuvvetli bir insana ""arslan, kurnaz bir kimseye ""tilki"" demekle istiare yapmış oluruz."
İstiare-i mekniye
"(Kapalı istiare) Teşbihin temel unsurlarından yalnız benzetilenle yapılan istiare. Meselâ: Merhum Mehmed Akif'in:Şu karşımızda mahşer kudursa, çıldırsa,Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz.Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz...beyitlerinde düşman kalabalığı evvelâ mahşere benzetilerek açık istiâre yapmış, sonra o mahşer bir köpeğe teşbih edilerek, fakat müşebbehün bih'i (kendisine benzetileni) zikredilmeyerek onun levâzımatından olan ""çıldırsa"" ve ""kudursa"" kelimeleri irad olunarak bir kapalı istiare yapılmıştır."
İstiare-i musarraha
"(Açık istiare) Teşbihin iki temel unsurundan yalnız kendisine benzetilen ile yapılan istiare.Meselâ: Büyük âlimlere; ayaklı kütüphane veya yaşlı kimselere hayatının son baharında denilmesi gibi."
İstiare-i mutlaka
"(Temlihiye veya tehekkümiye) Edb: Şaka, lâtife veya alayı içine alan bir istiaredir. Meselâ: Tilkinin eşeğe ""gelsem olmaz mı huzura, a benim aslanım"" demesi gibi... (Edb.S.)"
İstiaza
Karşılık olarak, ivaz olarak bir şey istemek.
İstiaze
"""Euzü besmele"" okuyarak Allah'a sığınmak."
İstibaa
Bir şeyi kendine sattırmağa uğraşma.
1226
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İsti'bad
Köle edinmek, esir almak.
İstib'ad
Uzaklaşma. Uzak görme, ihtimal vermeyiş, olmayacak sanma, akıldan uzak görme. * Yakıştırmayış.
İstibaha(t)
Mübah ve helâl sayma. * Bir çok kimsenin kanını dökmeğe izin verme.
İstibak
Yarış etme, yarışma.
İstibal
Havanın fenalığı ve sıkıcı olması. * (Kendine) idrar döktürme.
İstib'al
Kadını nikâh ile alma.
İstibane
Açıklama, belli olma. Meydanda ve âşikâr olma.
İsti'bar
İbret alma, ders alma. * Rüya tabir ettirme.
İstibar
Yoklama, muayene etme.
İstibda
(İstibra') Ayırmak. Uzak etmek. * Küçük abdest bozduktan sonra idrardan temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek. * Nikâhla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat getirmek için, kadın bir âdet görünceye kadar beklemek.
İstibda'
Bedi' ve güzel bulma.
İstibdad
Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi. * Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi tanımadan kendi dediğini ve keyfi emirlerini kuvvet ve cebir kullanmak suretiyle yaptırmaya çalışmak. Allah'ı ve adaletini unutarak dinsizdarane bir zulümle hüküm ve idare etmek.
İstibdadkârane
f. İstibdad idaresi gibi. Kendi kendine, kanunları ve kimseyi tanımadan idare eder surette.
1227
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstibdal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek. * Bir vakfı mülk ile mübadele etmek. * Birşey verip yerine başka şey istemek. * Askerliği biten erlere tezkere verip yenilerini almak.
İstibdal-i müseccel
Lüzumuna hükmolunduğundan dolayı nakzı caiz olmayan istibdal.
İstibga'
İş için yardım isteme.
İstibhac
(Behcet. den) Yüzü gülme, sevinme, mesrur olma.
İstibhal
Azad etme. Azad olma, serbest bırakılma.
İstibham
Karışık ve belirsiz olma. * Ses çıkarmama, susma.
İstibhar
Çok geniş bilgiye sahib olma. * Deniz gibi büyük ve geniş olma.
İstibhas
Bir şeyin doğruluk ve hakkâniyetini anlayabilmek için, iyice araştırıp tahkik etme.
İstibkâ
Ağlatmak. Ağlamayı istemek.
İstibka
Devâmını istemek. Bâki ve dâim kılmak.
İstibka-yi teveccühleri Teveccühlerinizin sürüp gitmesi ve devamı... (Eskiden mektubların sonlarında kullanılırdı.) İstibra
(Bak: İstibda)
İstibraz
Meydana çıkarmak, açığa vurmak.
İstibsar
Basiretli olmak. Düşünceli, hesaplı ve dikkatli iş yapmak ve hareket etmek.
İstibsas
Bir haberin doğru olup olmadığını anlamağa çalışma.
İstibşar
Müjde almak. Hayırlı, iyi haber iyi sevinmek.İSTİBTA' : Ağır ağır hareket etme. * Gecikme, geç kalma.
İstibtan
Gizliliğe, bir kimsenin iç işlerine vakıf olmak.
İstibvar
Hırslanma, hiddetlenme, kızma, öfkelenme.
İsti'cab
(Aceb. den) Şaşma, taaccüb etme, hayrette kalma.
İsticab
Vâcib olmak. Hak etmek.
1228
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İsticabe
(İsticâbet) Duânın Allah tarafından kabul olunması.
İsticade
İhsan ve bahşiş isteme.
İsti'cal
Acele olmasını istemek. Acele etmek.
İstical
Sonraya bırakılmasını istemek.
İsticar
Kiralamak. Kiraya vermek.
İsticare
(Cevr. den) Yardım ve korunma isteme. * Sığınak isteme.
İsticaze
(Cevaz. dan) İzin ve cevâz isteme. * Sunulan bir manzume için câize, yani para isteme.
İsticbar
(Cebr. den) Zorlama, cebretme. Baskı yapma. Zoraki yaptırma.
İsticdad
Yenileme. Yeniden yapma.
İstichal
(Cehl. den) Câhil sayma.
İsticlab
(Celb. den) Çekme, celbetme. Çekmeye vaya getirmeğe sebep olma. * Fls: Uyandırma.
İsticnas
(Cins. den) Cinsine benzetme.
İsticvab
Cevab istemek. Sorguya çekmek. * Mahkemede şahidlerin ifadelerini almak. Söyletmek.
İsticvabname
f. Şahidlerin ve maznunun ifadelerinin yazılı olduğu kâğıt.
İstida'
El uzatma.
İsti'da
Medet, yardım istemek.
İstid'a
Rica ile istemek. Davet etmek. * Bir işi için resmî bir daireye verilen ve istek bildiren kâğıt. Dilekçe.
İstidad
Alışma, ünsiyet etme. * Doğrulma.
İsti'dad
Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.
İsti'dadat
(İsti'dad. C.) İstidadlar, kabiliyetler, yetenekler.
1229
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstidad-ı yed
Elin alışması.
İsti'dad-şure
f. Verimsiz istidad. Çorak yerin kabiliyeti.
İstidame
(Devam. dan) Bir halin devamını isteme. Bir şeyin devamını arzu etme.
İstid'a-name
f. Resmî bir makama dilekçe olarak yazılan pullu, damgalı yazı.
İstidane
(Deyn. den) Borç alma, alınma. Ödünç alma.
İstidare
(Devr. den) Dönme, dolaşma. * Daire biçimine girme, yuvarlak olma.
İstidarî
Dönerek ve bir daire meydana getirecek olan.
İstidbar
(İdbar. dan) Yüz çevirmek. Arka dönmek. * Geri geri gitmek. * Bir kimsenin peşinden gitmek.
İstidhak
(Dıhk. den) Alaya alma, eğlenme.
İstidkak
İncelemek, dakik olmak.
İstidlal
"Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.(Ateşin dumana olan delâleti gibi müessirden esere yapılan istidlâle ""bürhan-ı limmî"" denildiği gibi, dumanın ateşe olan delâleti gibi eserden müessire olan istidlale de ""bürhan-ı innî"" denir. Bürhan-ı innî, şüphelerden daha salimdir. İ.İ.)(Kur'anda delâil-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır dedikleri üçüncü şüphelerine cevap: Kur'an-ı Kerim'de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sâni', nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh, Kur'an-ı Kerim'in kâinattan yaptığı bahis tebeidir; kasdi değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir. Yani Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa, kâinatın bizzat keyfiyetini
1230
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
izah etmek için değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim; coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mânâ-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak, kâinat sahifesinde yazılan san'at-ı İlâhiyyenin nakışları ve yaratılan kudretin mu'cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mânâ-yı harfiyle Sâni ve Nazzam-ı Hakikî'ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san'at, kasd, nizam; kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hâsıl olur; teşekkülü nasıl olursa olsun bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinaen alâ zâlik, madem ki Kur'anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel ma'lum olması şarttır ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî ma'lumatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes'elesi o hissiyata kasden delâlet etmek için değildir. Ancak, kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahaza, hakikata ehl-i tahkiki îsal için, karine ve emareler vaz'edilmiştir. Meselâ: Eğer Kur'an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsa idi ki: ""Ey insanlar! Güneşin zâhirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve Arzın zâhirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında câzibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hâsıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk'ın herşeye kadir olduğunu anlayasınız."" deseydi, delil müddeâdan binlerce derece daha hafî, daha müşkül olurdu. Halbuki delilin müddeâdan daha hafî olması, makam-ı istidlale uymaz. İ.İ.)"
1231
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstidlalat
(İstidlal. C.) İstidlaller. Muhakemeler.
İstidlalen
İstidlal suretiyle, delil ile.
İstidrac
Derece derece yükselmeyi isteyiş. * Ist: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azab ve gazab-ı İlâhiyeye yaklaşması.(Neuzü billah, bu öyle bir işdir ki: Hikmet-i İlâhiye ile bazı kâfirlerin muradı zuhur eder, istediği hârika bir surette olur. Ve bunların küfürleri, Allah'a isyanları da böylece ziyadeleşir.)(... Keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi baki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimat etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir. M.)(Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu'cize gibi Allah'ın fiilidir. Ve o keramet sâhibi de kerametin Allah'tan olduğunu bilir ve Allah'ın kendisine hâmi ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin, bazan Allah'ın izniyle kerametilerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat, bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehli istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ulada fark yoktur. Tam mânasiyle fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allahın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı Fenâfillâh olan havaslariyle görürler. Bunun istidracdan farkı pek zâhirdir. Zira,
1232
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zâhire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, mürâilerin zulümatiyle iltibas olmaz. M.N.) İstidracî
İstidraca ait, istidrac cinsinden.
İstidrak
Nâil olmak, ulaşmak, varmak. * Anlamak. * Gr: Bir kelimeyi, evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanmak.
İstif
İtl. Muntazam yığın. Sıralanmış eşya. Yığma. Nizam. Sıra. Dizi.
İsti'fa
Affını, azlini, bağışlanmasını istemek. * Kendisinin memuriyetten affını taleb etmek.
İstifa
Alacağını borçludan tamam olarak almak. * Kabz-ı ruh etmek.
İstifade
Faydalanmak. Faydalanmağa çalışmak. * Anlayıp öğrenmek. * Tahsil etmek.
İsti'faf
Kötü şeylerden çekilmek. * İffetlilik iddia etmek.
İstifaka
Hastalıktan kurtulup iyileşme. * Sarhoşluktan ayılma.
İstifale
"Tecvidde: Bir harfin, okunduğu zaman aşağı çene tarafına düşüp üst damağa yükselmesi. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler: ""Müsta'liye"" harflerinin zıddıdır. Bu harfler: ""Elif, Be, Te, Se, Cim, Ha, Dal, Zel, Rı, Ze, Sin, Şın, Ayın, Fe, Kaf, Kef, Lâm, Mim, Nun, Vav, He, Yâ"" dır."
İstifaname
f. Bir yerden ayrılıp çekilmeyi bildiren yazı.
İstifa-yı kısas
Kısas hakkının bilfiil yerine getirilmesi. Câni hakkında kısas cezasının tatbik edilmiş olması.
İsti'fa-yı kusur
Özür dileme.
İstifaza
Feyz alma, feyz bulma, feyizlenme. İlim, irfan ve mânevi zenginlik kazanma.
İstifham edatları
Gr: Arabçada: E, men, keyfe, ma.
1233
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstifham
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak. * Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, hayret, kin ve nefret gibi duyguların te'siri altında vuku bulur. Meselâ:(Nerde Ertuğrul'u koynunda büyütmüş obalar?Hani Osman gibi Orhan gibi gürbüz babalar?Hani bir şanlı Süleyman Paşa, bir kanlı Selim?Ah bir Yıldırım olsun göremezsin ne elim!Hani cündileri şahin gibi ceylan kovalarKöpürür, dalgalanır, yemyeşil, engin ovalar?Hani tarihi soruldukça, mefahir söyler,Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?Hani orman gibi âfâkı deşen mızraklar?Hani atlar gibi sahrayı deşen kısraklar?Mehmed Akif Ersoy)
İstifhamat
(İstifham. C.) İstifhamlar, sualler, sormalar.
İstifham-ı aninnefy
Nefyi olmayan sual sormak. Meselâ: Cenab-ı Hakk'ın ruhlara: Ben Rabbiniz değil miyim? diye sorması gibi. Buna istifham-ı takrirî de denir. (Bak: Bezm)
İstifham-ı inkârî
"Gr: Menfî cihetle sual sormak. (İnkâr ettiğini bildirir şekilde ""Olmaz"" diyen birisine karşı, ""Olur mu? diye sormak gibi.)"
İstifhamî
İstifhama ait, sormağa dair.
İstifkad
(Fakd. den) Kaybolmuş olan bir şeyi araştırıp soruşturma.
İstiflah
Felah bulma, kurtulma. Maksada ulaşma.
İstifna
Fenaya gitmek. Yokluğa karışmak.
İstifnan
Cins cins ayırma. Mâhirane bölme.
İstifra'
Başlama.
İstifrad
Ayırma, tek tek yapma. * Yalnız tek başına.
İstifrag
(Ferag. dan) Kusma. Kay. * Mümkün olanı sarfetmek.
İstifrak
Farkettirmek, ayırdetmeği istemek.
1234
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstifrar
Firar etme, gizlice kaçma, savuşma.
İstifraş
Yataklık yapma. Odalık alma. Yatağa alıp beraber yatma. * Haremi ile beraber yatma.
İstifraz
Ayırıp tefrik etme.
İstifsad
(Fesâd. dan) Bir şeyin bozulmasını arzulama, fesâdını isteme.
İstifsar
İfade isteme. Sorma. Sorup anlama.
İstifsar-ı hâtır
Hal hatır sorma.
İstifta
Fetva istemek. Şeriata ait bir mes'ele hakkında salâhiyetli zatlardan hakikati öğrenmek. (Bak: Fetva)
İstiftah
Siftah etmek. Başlamak. Açmak.
İstifzal
Artırma, çoğaltma, ziyadeleştirme.
İstigase
Medet isteyiş. Yardım istemek.
İstigbar
(Gubar. dan) Tozlaşma.
İstiglab
Kemâle erme, olgunlaşma, gelişme.
İstiglak
Sözde durma. Kesin olarak pazarlık etme.
İstiglal
(Galle. den) Kirası veya mahsulü borca mukabil verilmek üzere bir mülkün rehine verilmesi.
İstiglaz
Bir şeyi galiz saymak, galiz bilmek. * Satın almaktan vazgeçmek.
İstigmam
Sarmak, sarılmak.
İstigna
Cenab-ı Hak'tan başka kimsenin minneti altına girmemek. * Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak. Zenginlik istememek. Muhtaç olmayıp zengin olmak. * Nazlanmak. * Azamet ve tekebbür etmek.
İstignam
Ganimet araştırmak, ganimet isteklisi olmak.
İstigrab
Şaşırmak, garib bulmak, taaccüb etmek, tahayyür.
İstigrak
"Gark olmak, dalmak. * Dalgınlık. * Ist: Seraba kapılmak. Manevî bir hal ile hayret ve taaccübden bayılmak derecesine gelmek. * Tas:
1235
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dalgınlıkla, zihni bütün bütün meşgul olmak. Aşk-ı İlâhî ile dünyayı unutup kendinden geçmek. * Gr: ""El"" harf-i ta'rifinin, isimleri umumi hale koyması. * Edb: Fazla mübalâğa. (Bak: Lâm-ı istiğrak)" İstigrakkâr
f. Kendinden geçen, dalgın, müstağrak. Dalgın halde olan.
İstigşa'
Bürünme, örtünme.
İstigşaş
Nasihat edip öğüt veren ve doğru söyleyen kimseyi düşman sanmak.
İstigzab
Öfkelendirme, kızdırma, gazaba getirme, hiddet ettirme.
İstiğfar
"(Gufran. dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. "" Estağfirullâh"" demek.(Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennem'in tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa bütün ruhiyle Cehennem'in ademini arzu ettiğinden küçük bir emare ve bir şüphe Cehennem'in inkârına cesaret veriyor. L.)(Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksiratdan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te'vil ile te'vil ettirir. $ sırriyle: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan, $ dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir. Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.
1236
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstahak olur. L.)" İstiğlalen
Gayrimenkulü rehine koymak suretiyle.
İstiha'
Tıraş etme veya ettirme.
İstihab
(Hibe. den) Hibe ve hediye olarak isteme. Bağış olarak arzulama.
İstihal
Müstehak olmak, bir şeye ehil olmak. * Kolaylık elde etmek.
İstihalat
(İstihale. C.) Değişmeler, başkalaşmalar.
İstihale
Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak. * Mümkün olmayış, imkânsızlık.
İstiham
Ok ile fala bakma.
İstihane
Hor ve hakir görme.
İstihar
Geri bırakılma, geri kalma.
İstihare
Tefe'ül. Sual sorup cevap istemek. * Hayırlı olmayı istemek. * Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek. * Bir işin hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle abdest alıp, dua edip rüya görmek üzere uykuya yatma.
İstihase
Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline geçmesi. Fosilleşme.
İstihaza
"Kadın âdet görürken fazla kan gelmesi. (Rahimden değil de hastalıktan dolayı bir damardan gelip, tenâsül cihazı yolu ile akan kokusuz bir kandır. Buna ""istihâza veya özür kanı"" dendiği gibi, böyle bir kadına da ""müstahâza"" denir.)"
İstihbab
Bir şeyi iyi ve güzel addetmek. * Dost edinme. * Müstehab etmek ve olmak.
İstihbaben
Bir şeyi güzel ve iyi kabul ederek, müstehab olarak.
İstihbar
Haber sormak, haber almayı istemek.
İstihbarat
Duyulup öğrenilenler. Alınan haberler. * Haber toplama merkezi.
1237
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstihbarat-ı mevsuka
Sağlam ve inanılır doğru haberler.
İstihcan
(Hücnet. den) Kötü görme, çirkin sayma, ayıplama.
İstihda'
(Hüdâ. dan) İrşad ve hidâyet istemek. Hak, hakikat, imân ve İslâmiyet yolunu istemek.
İstihdaf
Hedef edinmek, hedef saymak. * Hedef gibi karşıda durmak. * Erişilmek istenilen netice ve gaye.
İstihdam
"Bir hizmette kullanmak, hizmete almak, hizmet ettirmek. * Edb: Bir çok mânâsı olan bir kelimenin her mânâsına muvâfık kelime söylemek. Meselâ: ""Avcınızın attığı da, sözleri de saçma idi"" cümlesinde olduğu gibi."
İstihdar
(İstihzar) Hazırlama.
İstihdas
Bir şeyi sonradan ve yeniden elde etmek.
İstihfa'
Gizlenme, saklanma.
İstihfaf
Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek.
İstihfafkâr
f. Ehemmiyet vermeyerek. Küçümsemek suretiyle. Tahfif ve tahkir ederek.
İstihfafkârane
f. Küçümseyerek, küçük görerek, hafifseyerek, ehemmiyet vermeyerek.
İstihfaz
Hıfzetmek. Korumak. Muhafaza etmek. Bir şeyin muhafaza olunmasını birisinden rica etmek.
İstihkak
Kazanılan şey, hak edilen. * Hakkını almak. Hakkını istemek.
İstihkak-ı hars
Huk: Bir yerde ziraatçılık yapma hakkına sahib olma.
İstihkâm
Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak. * Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı. * Kuvvet ve metanet vermek.
1238
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstihkâmat
(İstihkâm. C.) İstihkâmlar. * Siperler.
İstihkâmat-ı dâhiliye
Bir istihkâmın iç tarafında, icab ettiği zaman yapılan müstakil sığınaklar.
İstihkâmat-ı hafife
Harbde kısa zamanda yapılan sığınaklar.
İstihkâmât-ı muttasıla Bir birine bitişik ve bağlı olarak yapılmış olan sığınaklar olup, daha ziyade şehirlerin ve mühim mevkilerin etrafına yapılır. İstihkar
Hakaret etmek. Küçük görmek. * Hakir görülmek. Hor bakılmak.
İstihla
Tatlı olmak. * Tatlılık istemek.
İstihlab
Tırmalama.
İstihlaf
Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek.
İstihlâk
Boş yere harcamak. * Yeyip bitirmek. * Müstahsilin yaptığı istihsali alıp kullanmak.
İstihlâkat
(İstihlâk. C.) Yenilip içilen şeyler. * Harcamalar.
İstihlâkat-ı dâhiliye
Dâhilî sarfiyat. Memleket içi harcamalar.
İstihlal
Helâl saymak. Helâllaşmayı istemek.
İstihlas
(Hulus. dan) Bir şeyi elde etmeğe çalışma. * Kurtarma veya kurtarılma.
İstihma'
Himâye isteme, korunma arzulama.
İstihmak
Ahmaklık gösterme, salaklık yapma.
İstihmal
Havâle etme, havâle edilme. * Yükleme, yükletme.
İstihmam
Hamama girme, yıkanma.
İstihrab
Bir musibet sebebi ile perişan olma, mahrum olma.
İstihrac
Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek. (Bak: Tahric)
1239
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstihracat
(İstihrac. C.) İstihraclar.
İstihsad
Ekinlerin hasad (biçilme) zamanı gelme.
İstihsal
Hasıl etmek. Husule getirmek. Elde etmek. Üretmek.
İstihsalat
(İstihsal. C.) Üretilen şeyler. Bir memleketin veya fabrika gibi faaliyet merkezlerinin çıkardığı, yetiştirdiği şeyler.
İstihsan
"Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak. Beğenilmek. * Fık: Kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin hükümlerine en uygun olanı almak. Şeriatta; zorlaştırmayan hükümle, râcih delil ile amel etmektir.(İşte masnuâtı yaldızlayan mezâyâ ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemâlâta karşı Sübhânallah, Mâşâallah, Allahü Ekber diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur'an'ın nağamâtiyle kâinatı velveleye verdiren istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede O Zâttır. S.)"
İstihsanen
Beğenerek, istihsan ederek.
İstihsar
Usanmak, fütur getirmek, bıkmak.
İstihşaş
Zevklenme, eğlenme.
İstihva
Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek.
İstihvaz
Zafer kazanma, muzaffer ve muvaffak olma, galib gelme.
İstihya
Utanma, haya etme. * Diriltme, yaşatma.
İstihza'
(İstihdâ') Alçak gönüllülük göstermek, kendisini aşağı tutmak.
İstihza
Alay etmek, birisi ile eğlenmek. * Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek.
İstihzar
Huzura gelme, hazır etme, huzura dâvet etme. * Hazırlama, bir şeyi hatıra getirme. * Konferans verecek olan hatiplerin okumak ve araştırmak suretiyle evvelce hazırlanması.
1240
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstihzarat
(İstihzâr. C.) Hazırlıklar.
İstika'
(Saky. den) Su isteme. İçmek için su alma. * Kendini zorlıyarak ve sun'i olarak kusma.
İsti'kab
Birisinin kusurlarını, ayıplarını arraştırmak.
İstikad
Yakma, ateşi tutuşturma.
İstikade
Adam öldürmüş olan katilin kısasını isteme.
İsti'kaf
Bir yere kapanma. Bir yerde kendini hapsetme.
İstikak
Bitkilerin sık ve çok olmalarından dolayı birbirine dolaşık olmaları.
İstikamet
Hatt-ı hareketi doğru olmak. Doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidal üzere bulunmak. Adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde yürümek. * Allah'a kulluk etmek. * Bir şeyin bir tarafa doğru olarak uzanması. * Yön, cihet.
İstikan
Şüphesiz ve zansız olmak.
İstikâne
(İstikânet) Alçaklık etmek. * Zillet ve meskenet göstermek. * Tevazu göstermek.
İstikâre
Hızlı hızlı yürüme. * Yükleri sırtına yükleyip götürme.
İstikaz
Uykudan uyanmak.
İstikbah
(Kabih. den) Çirkin görme, ayıplama, kabih sayma.
İstikbal
Ati, gelecek zaman. * Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak.
İstikbal-bîn
f. Geleceği bilen ve gören.
İstikbalen
Karşılayarak, karşılamak üzere. * Gelecek zamanda, ilerde.
İstikbal-i kıble
Kıbleye, Kâbe istikametine yönelmek.
İstikbalî
Gelecek zamanla alâkalı. İstikbale mensub.
İstikbaliyye
Edb: Yeni gelen bir kimsenin karşılanması sebebiyle yazılan manzume.
1241
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstikbar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Kibr. den) Önemseme, ehemmiyet verme. * Kibir, gurur, enaniyet. Kendini büyük görme, mağrurluk.
İstikdam
Önde bulunma, öne geçme. * Çok ayaklı olma. Ayaklarının adedi fazla olma.
İstikdar
Cenab-ı Allah'dan (C.C.) hayırlı şeylerin olmasını isteme.
İstikfa
Bir kimsenin başına veya ensesine sopa ile vurma.
İstikfaf
(Kifâf. dan) Kanaat etme, az şeyi yeter bulup râzı olma. * Yetişme. * Dilenci gibi el uzatma.
İstikfal
(Kefâlet. den) Kefil olma, kefilliği kabul etme.
İstikla
Te'hir etme. Sonraya bırakma. * Alıkoyma, mâni olma, engel olma. * Veresiye alma, borç olarak alma.
İstiklâl
(Kıllet. den) Kendi başına olmak, kimseye bağlı olmayış, müstakil oluş. * Az bulma, kâfi görmeme. * Rey sahibi olup keyfi iş görme ve başkasının emrine ve fikrine tâbi olmaktan uzak kalma.
İstiklâlcu
f. İstiklâl arayan. Müstakil olmak, hür olmak için çalışan.
İstiklâliyet
İstiklâl üzere bulunma. Hür ve müstakil olma. Başlı başına buyruk olma.
İstikmal
Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam oluş, tam ve kâmil olmak.
İstiknah
(Künh. den) Bir şeyin hakikatını ve künhünü araştırma.
İstiknan
Gizlenme, saklanma.
İstikra'
Kiralamak, kiraya vermek.
İstikrab
Yaklaştırma, yakınlaştırma. * Akraba olma.
İstikrah
Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek.
İstikraî
Man: İstikraya ait ve müteallik. İstikra' yolu ile.
1242
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstikram
Kerem ve lütuf isteme.
İstikrar
(Tekrar. dan) Tekrarlatmak.
İstikraz
Borçlanmak. Ödünç almak. Borç almak.
İstikrazat
(İstikraz. C.) Ödünç para almalar, borçlanmalar.
İstiksa
Bir şeyi inceden inceye araştırma, künhüne varmaya çalışma. * Tıb: Bir dahili hastalığı iyi teşhis edebilmek için âlet kullanma.
İstiksab
Kazanma, kesbetme.
İstiksam
Yemin teklif etme. * Bölüşme, taksim etme, paylaşma.
İstiksar
(Kesret. den) Çok görme, çok görünme. Çoğumsama, çoğumsanma. * Çokluğu isteme.
İstikşaf
(C: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma. * Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma.
İstiktab
Söyleyip yazdırma. Dikte ettirme. * Yazısını kontrol etmek için bir kimseye bir kaç satır yazı yazdırma.
İstiktal
Ölümden korkmayarak kendini tehlikeye atma. Tehlikeli işlere yiğitçe atılma.
İstiktam
Gizlemeğe çalışma. Saklamak için uğraşma.
İstiktar
(Katr. den) Damıtma. Damla damla akıtma.
İstikvas
Kavislenme, kıvrılma, yay gibi eğilme.
İstikya
(Kayy. den) Kusma, istifrağ etme.
İstikzar
Çirkin, pis ve kötü görmek.
İsti'la
(Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib olmak. * Gr: Bir şeyin bir şey üzerine çıkması. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin, üst damağa kalkmasına denir. (Bak: Müsta'liye)
1243
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstila
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Vely. den) Kaplamak, yayılmak. * Ele geçirmek. İşgal etmek. * Meydanın sonuna erişmek. * Basmak. Galebe etmek.
İstilab
(Selb. den) Kapma, kapıp alma, selbetme.
İsti'lac
(İlâc. dan) İlaç isteme.
İstilac
İçilecek şeylerden pek çok içme.
İstilad
Doğurtma. Çocuk isteme.
İstiladî
Doğurtucu.
İstilal
Sıyırıp çıkarma. Sıyrılıp çıkarılma.
İstilal-i seyf
Kılıcı kınından sıyırıp çıkarma.
İsti'lam
(İlm. den) Bilgi edinmek için yüksek bir makamdan alt makama sorulma. * Yazı ile bilgi isteme.
İstilam
Öpmek veya el sürmek. Selâm vermeyi isteme. * Kâbeyi tavaf esnasında Hacer-ül Esvede el sürmek, el süremese el işareti ile öper gibi yapmak, okşamak.
İsti'lan
(İlân. dan) İlânını isteme.
İstilane
Bir şeyi mülâyim görmek, mülâyim bulmak.
İstilbas
Geç kalma, gecikme.
İstilhak
İlhâk olmağa, katışmağa çalışma.
İstilka'
Arka üstü yatarak uyuma.
İstilzam
Lüzumlu olmak. Gerektirmek. Lâzım addetmek. İcâbettirmek.
İstilzaz
Hoşa gitmek, lezzet almak.
İstim
Buharla işleyen makinaların kazanında birikip makinayı işleten buğu, buhar.
İstima'
(Sem'. den) Dinlemek. Kulak vermek. Dinleyip kabul etmek. İşitmek.
İstima
Birisinin ziyaretine gitmek.
İstimaha
Birisinden hayır ummak. İyilik ve şefaat beklemek.
1244
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İsti'mal
(Amel. den) Kullanmak. Faydalanmak.
İsti'malat
(İsti'mal. C.) Kullanışlar. Kullanmalar.
İstimale
Avutmak. Meylettirmek. Cezbettirmek. * Gönül almak. Çok mal sahibi olmak.
İstiman
Aman dilemek, himaye istemek. * Teslim olmak.
İsti'mar
Bir yeri imar etmek. Bir yerin mâmurluğunu istemek. * Müstemleke yapmak, sömürgeleştirmek. İstimlak etmek.
İstimare
ing. Gümrük'e ticarî mallara değer takdiri. * Baha biçme.
İstimaze
Ayrılma, ayrı durma, açıkta bulunma.
İstimbat
(Bak: İstinbat)
İstimbot
ing. Küçük vapur, çatana.
İstimdad
Medet ve yardım istemek.
İstimhal
(Mehl. den) Zaman isteme, mühlet isteme.
İstimla
Bir şey yazılmasını istemek. Birisine birşey yazdırmak.
İstimlak
İcraî karar alma salâhiyetini hâiz bir amme hükmî şahıs (Vilâyet, Belediye v.s.) tarafından bir malın, halkın faydası için karşılığı verilip alınarak umumun istifadesine arzedilmesi. * Mülk satın almak. * Mülk sahibi olmak.
İstimlal
(Melâl. den) Can sıkılıp usanma, melâl getirme.
İstimnan
İhsan isteme.
İstimrar
Devam. Sürüp gitmek. * Kavi ve dâim olmak.
İstimrarî
İstimrara ait ve müteallik. Devamlılık, sürüp gidiş.
İstimsak
(İmsak. dan) Nefsine hâkim olma, kendini tutma.
İstimsal
Misal edinmek. Örnek tutmak.
İstimta'
(Temettü. den) Faydalanma, menfaati olma.
İstimtar
Yağmur dileme.
1245
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstimzac
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uyuşmak. Beraber karışmak. * Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe çalışmak. * Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak.
İstinaa
Yürüyüşte bir kimseyi geçme.
İstinabe
Niyabet istemek. * Huk: Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için, şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği muameleleri yapması için bir mahkeme tarafından başka bir mahkemeye veya kendi âzâsından birisine salâhiyet verilmesi.
İstinad
Dayanma. Güvenme. * Sened veya delil söylemek, göstermek.
İsti'nad
İnatlaşma, inat yapma. Muannidlik.
İstinaden
İstinad ederek. Dayanarak, güvenerek.
İstinadgâh
f. Dayanacak yer. Güvenecek yer veya kimse.
İstinadgerde
İstinad edilmiş. Kendine güvenilmiş veya dayanılmış.
İstinadî
İstinad etmekle alâkalı.
İstinaf
Baştan başlamak. Yeniden başlamak. * Gr: Sözün başlangıcı. * Huk: Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek mahkemeye verilen isim.
İstinafen
İstinaf yolu ile.
İstinahe
Yaygarayı basma. * Ağlamak isteme. * Kurdun uluması.
İstiname
Uyur gibi görünme. Yalandan uyuma.
İstinan
Misvâk kullanma. Dişleri temizleme. (Misvâk kullanmak, sünnet-i seniyyedendir.)
İstinare
Parlatmak. Parlak ve aydınlıklı olmak. * Ateş istemek.
İstinas
Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması.
İstinase
Bir kimseyi beraber götürme. * Depretme.
İstinba
Haber sormak. Haber istemek. * Vâkıf olmak. Bilmek.
1246
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstinbat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak. * Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması. * Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması. * Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.
İstinca
"Birisinden maksadını istihsal etmek. * İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri temizlemek."
İstincad
Yardım isteme.
İstincah
İşinin olmasını isteme.
İstincas
Bulaşma veya bulaştırma.
İstinfad
Bir şeyden bıkkınlık gelme, usanma. * Bir şeyi tüketme, harcama.
İstinfak
Malı harcıyarak tüketme. * Nafaka peydâ etme.
İstinfar
Ürküp dağılma.
İstinfaz
Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma, inceleme.
İstinga
İtl. Yelkenlerin yukarı kaldırılıp toplanması ve bu işin yerine getirilmesi için verilen kumanda.
İstinhac
Bir kimsenin dediğine uyma. Söylediğini yapma. Yoluna gitme.
İstinhas
Haberi iyice inceleme.
İstinhaz
Bir kimseye bir iş için kımıldamamasını emretme.
İstinka
Pâk olmasını istemek. İstincadan sonra hiç bir pislik eseri bırakmamak.
İstinkâf
Kabul etmemek. Çekimser kalmak.(İşte ey insan! Eğer yalnız O'na abd olsan, bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkâf etsen, âciz mahlukata zelil bir abd olursun! S.)
İstinkâh
(Nikâh. dan) Bir kadını nikâhla alma, nikâhlamak isteme.
1247
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstinkâr
Bilmemezlikten gelmek. * İnkâr etmek. * Bilmediği bir şeyi sormak.
İstinkas
Bir şeyin fiatını düşürmeye çalışma, ucuzlatmağa uğraşma.
İstinkaş
Nakşetme, nakşedilmesini isteme.
İstinsa'
Veresiye isteme. * Borcunu ödeyebilmek için mühlet isteme.
İstinsab
(Neseb. den) Soyu bildirme. Soy dâvâsı gütme.
İstinsaf
Alacağını alma. Hakkını tamâmen alma, ödeşme.
İstinsah
(Nush. dan) Nasihat alma. Öğüt isteme.
İstinsar
(Nasr. dan) Yardım isteme.
İstinsaren
Arka çıkarak. * Yardım ümid ederek.
İstinşa
Güzel koku koklama. * Haber, havâdis araştırma.
İstinşad
(Neşd. den) Bir kimseden şiir okumasını isteme. * Birine manzume okutma.
İstinşak
Abdest veyâ gusül esnâsında burun'a (üç defa) su çekmek. * Şiddetle koklamak, koklatmak.
İstintac
Netice almak. Netice çıkarmak.
İstintak
Söyletmek. * Huk: Sorguya çekmek. Maznundan işlediği fiile dâir ifade almak.
İstintaknâme
Huk: Sorguya çekilen kimsenin ifâdesinin yazıldığı kâğıt.
İstinzal
Tenzil etmek. İndirmek. * İnmesini istemek.
İstira'
İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma. * Çakmak taşında ateş çıkartma.
İstir'a
Riâyet isteme.
İsti'rab
Sonradan Araplara dâhil olmak, araplaşmak.
İstirabe
Bir kimsenin hâlinden şüpheye düşme, kuşkulanma.
İstirahat
Dinlenmek. Rahatlamak.
İstirak
Sirkat etmek. Çalmak. Hırsızlık etmek.
1248
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İsti'rak
Terlemek için yatma.
İstirak-ı sem'
Haber çalmak, kulak hırsızlığı.
İstirbah
(Rıbh. den) Fâize para yatırma, fazla faizle verme.
İstirca
(Recâ. dan) Yalvarma, dileme, rica etme.
İstirca'
Geri dönmek. Dönmeği arzulamak. * İlm-i Hâlde: Bir cenaze gördüğü zaman: $ diye söylemek.
İstirda'
Çocuk emzirtme.
İstirdad
Geri almak. Geri almayı istemek.
İstirdaf
Beraber olmayı istemek, beraber gitmeği arzu etmek.
İstirfa'
(Ref'. den) Yapılmasını arzulama. * Yukarı kaldırılmasını isteme.
İstirfad
Yardım isteme.
İstirfah
(Refh. den) Refah, rahatlık ve bolluk isteme. * Rahatlık ve bolluk içinde bulunma.
İstirha'
(Rehavet. den) Gevşeme, uyuşma, tembelleşme, rehavet gelme.
İstirhab
Korkutma veya korkutulma.
İstirham
Merhamet istemek. Yalvarmak. * İzin istemek. Rica etmek.
İstirhamat
(İstirhâm. C.) İstirhâm etmeler, yalvarmalar, ricâ etmeler.
İstirhamname
f. Bir rica veya arzu maksadıyla yazılan mektub.
İstirhan
(Rehn. den) Rehin alma veya rehin alınma.
İstirhas
Bir şeyi ucuz görme, ucuz sayma.
İstirha-yı a'sâb
Sinirlerin gevşemesi.
İstirha-yi adelât
Adalelerin, kasların gevşemesi.
İstirkab
(Rekabet. den) Çekememe, rekabet yapma.
İstirkak
(Rıkk. dan) Harbde düşman tarafından esir alma. * Köle edinme, bir kimseyi kendine köle olarak alma.
İstirşa'
Bir işi yapmak için bir şey isteme. * Rüşvet isteme.
1249
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstirşad
(Reşad. dan) Hak yoluna gitmek isteme.
İstirvah
Rahatlama, istirahat etme. * Şiddetle koklama.
İstirzak
(Rızk. dan) Rızk ve nafaka elde etmek için çalışma.
İstirzal
(Rezalet. den) Rezil sayma. Kepaze, bayağı ve aşağılık görme.
İsti'sa'
(İsyan. dan) İsyan etme. Anarşistlik ve zorbalık yapma.
İstisa'
Bollaşma, bollanma, genişleme.
İsti'sab
İğrenme, tiksinme.
İstis'ab
Zor addetmek. Güç saymak. * Güçlük çekmek.
İstisabe
Sevap kazanmak isteme.
İstis'ad
(Sa'd. dan) Uğurlu sayma. Mes'ud nazarıyla bakma.
İstisak
Bir kimseden itimad edilir bir vesika veya senet alma.
İstisal
(Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak. * Tıb: Bedenden kesilmesi veya koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak.
İstis'al
(Suâl. den) Soruşturma, tahkik etme, araştırma.
İsti'sam
İsmetli olmayı istemek. Temizlik istemek. Günah ve ayıplardan temiz olmak.
İsti'sar
Bir işin güç olmasını arzulama.
İstisar
Kolaylaşmak, kolay olmak.
İstisare
Toz savurma, tozutmak, toz kaldırma. * Fesatçılık ve fitnecilik yapmak.
İstisbat
(Sebt. den) Acele etmeyip tedbirli ve hesaplı davranma.
İstisdad
(Sedad. dan) Doğruluk, dürüstlük.
İstisfa
Madeni eritip tasfiye etmek, hâlisini almak.
İstisgar
Küçümsemek. Küçük görmek. Kerih görmek.
İstishab
(Sohbet. den) Yanına alma. Birlikte götürme, beraber götürme.
İstishaben
Beraber götürerek, yanına alarak.
1250
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İstishal
Kolay saymak. Bir şeyi kolay addetmek.
İstishar
Alay etme, zevklenme, eğlenme.
İstiska'
(Saky. den) Su isteme. Susama. * Yağmur duasına çıkma. * Vücudun bazı yerlerinde su toplanması hastalığı.
İstiskal
Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.
İstislaf
(Selef. den) Birinin yerine geçme. Selef olma.
İstislal
Çekip çıkarma, sıyırma.
İstislam
Uyma, tabi olma. * Müslümanlığı kabul etme. İslâm olma. * Yolun ortasından gitme.
İstismar
Menfaatine âlet etmek. İşletmek. * Kıymetlendirmek. Sömürmek.
İstisna
Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak. * Arapçada istisnâ kelimeleri şunlardır: $
İstisnaat
(İstisna. C.) İstisnalar, müstesna kılmalar, ayırmalar.
İstisnaî
İstisnaya âit. Ayırmayla alâkalı.
İstisnan
İhtiyarlama, yaşı ilerleme, yaşlılanma.
İstisra'
(Sür'at. den) Sür'atlendirme, hızlandırma, çabuklaştırma.
İstisrar
Odalık alma.
İstisvab
(Savab. dan) Doğru bulma, mâkul görme, beğenme.
İstisvaben
Beğenerek, doğru bularak, mâkul görerek.
İstisvabgerde
f. Beğenilmiş. Doğru bulunmuş, tasvib olunmuş, mâkul görülmüş.
İsti'şa
Ateş ışığıyla yol yürüme.
İstiş'ar
Bir mes'elenin yazılıp bildirilmesini istemek. * Kullanmak. * Ürkmek.
İstiş'arat
(İstiş'ar. C.) Yazı ile bildirilmesini istemeler.
İstişarat
(İstişare. C.) İstişareler, danışmalar, meşveret etmeler.
İstişare
Meşveret etmek. Fikir danışmak. Müşâverede bulunmak.
1251
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstişat(a)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Şatt. dan) Çok kızma, öfkelenme, gazaba gelme. * Coşma, taşma. * (Kuş) hızla uçma.
İstişfa'
Birisinin yardımını istemek, şefâat dilemek.
İstişfa
Şifa istemek. Hastalıktan kurtulup iyi olmayı arzulamak.
İstişfaen
Derdine derman aramak gayesiyle. Şifa istemek suretiyle.
İstişfaf
(Şeffaf. dan) Şeffaf ve saydam olma.
İstişhad
Birisinin şâhidliğini istemek. Şâhid göstermek. Delil olarak ileri sürmek. * Şehid olmak.
İstişhadat
(İstişhad. C.) Şâhid göstermeler, delil olarak misâl göstermeler. * Şehid olmalar.
İstişhaden
Şâhid göstererek, şâhid getirerek.
İstişhar
Şöhret sahibi olmak. Şöhret kazanmak.
İstişkal
Zorlaştırma, güçleştirme, müşkülât verme.
İstişmam
Koklamak. Kokusunu almak. * Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak. * Uzaktan haber almak.
İstişra
Satın alma. Satın almak isteme.
İstişrab
İmâ ederek ve kapalı olarak anlatmak isteme. * İçmek isteme.
İstişraf
Ellerini güneş ışığına siper etme.
İsti'ta
(Atâ. dan) Bahşiş istemek. Atiyye istemek.
İstitaat
(Tav'. dan) Tâkat getirmek. Kudreti ve gücü yeter olmak.
İsti'tab
Kendinden razı, hoşnut etme.
İstitabe
Tövbe ettirme. Tövbe teklif etme.
İstitaf
Kaplama, ihtiva etme.
İsti'taf
Yardım taleb etme. * Acımayı isteme.
İsti'tafkârane
f. Şefkat, merhamet isteyene yakışır halde.
1252
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstital
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gözyaşları inci gibi dökülme. * Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin peşinden çıkma.
İstitale
Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek. * Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak. * Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir. * Tıb: Vücutta bazı organların uzaması.
İstit'am
Yemek isteme. Yiyecek şeyler taleb etme.
İstitan
Vatan edinme, bir yerde yerleşme, yurt edinme.
İstitar
Kapanmak, örtünmek.
İstitare
Örtülecek, perdelenecek şey.
İstitba'
Tâbi olmayı istemek. Peşinden sürüklemek.
İstitbab
(Tıbb. dan) Doktora başvurma, kendini hekime gösterme. * İlâç arama. * Çare isteme, derdine devâ arama.
İstitmam
(Tamam. dan) Tamamlama, tamamlamağa çalışma. Tamamlamasını isteme. Bitirmek için uğraşma.
İstitrab
Sevinmeyi, süruru istemek.
İstitrabî
Sürur ve sevinmeyi istemeğe dâir.
İstitrad
Edb: Bir söz söylerken o fıkra içinde başka bir bahis nakletmek.
İstitraden
Edb: Bir bahis anlatırken, söz gelimi, başka bir mes'eleyi de anlatıvermek suretiyle.
İstitradî
İstitrad ile alâkalı. Asıl mevzudan olmayan.
İstitradiyat
(İstitrad. C.) İstitrad şeklinde söylenen sözler.
İstitraf
(Turfe. den) Hiç görülmemiş bir şey sayma. * Şubelendirme, dallandırma.
1253
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstiva
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Müsavi oluş. Temasül. * İ'tidal, istikamet ve karar. * Kemalin sâbit olması. * Kaba kuşluk zamanı. * Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak. * İstila eylemek.
İstiva-yi sinn
Kırk yaşlarına gelme.
İstivfa
Vefa istemek.
İstiya'
Kötü davranma. Fena muamelede bulunma.
İstiyak
Misvâk kullanma.
İstiyas
(Ye's. den) Ye'se düşme, ümitsizlenme.
İstiza'
Işıklanma, aydınlanma.
İsti'zab
Birşeyi tatlı bulmak, tatlı saymak. Tatlı su istemek.
İstizade
(Ziyade. den) Arttırılmasını arzulama, çoğaltılmasını isteme.
İstizae
(Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma.
İstiz'af
(Za'f. dan) Zayıf ve âdi görme, küçümseme.
İstizah
Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek. * Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual.
İstizahen
Bir şeyin açıklanmasını isteyerek.
İstizale
(İzale. den) Yok edilme, izale olma.
İsti'zam
Büyük tutmak ve büyük tanımak. * Gururlanmak. Kibirlenmek.
İstizan
Bir hususta izin istemek. İzin için danışmak.
İsti'zar
Özür ve afv dileme.
İstizare
Ziyaretine gelinmesini isteme veya ziyarete gelmesi istenilme.
İstizhan
Akıl etmek, düşünmek.
İstizhar
Dayanmak. Güvenmek. Arka vermek. * Yardım istemek. Zahîr istemek. * Ezberlemek. * Aşikâr etmek.
1254
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İstizkâr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Zikr. den) Hatıra getirme, hatırlama. Tahattur etme. * Ezberleme, ezber etme.
İstizlal
(Zelle. den) Ayağını kaydırmak istemek.
İstizmam
Zemmetme, yerme, tenkid etme. * Kötü ve beğenilmeyen işler yapma.
İstizmar
(Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini anlamağa çalışma.
İstizraf
(Zerafet. den) Zarif görünme, incelik gösterme. Zerafet gösterme.
İstuh
f. Âciz, güçsüz, kuvvetsiz. Perişan, mahzun, biçare.
İsvidad
Kararma, kara olma, esmerleşme. Siyahlanma.
İsvidad-ı cild
Cildin kararması, esmerleşmesi.
İsyan
İtaatsizlik. Emre karşı gelmek. Ayaklanmak.
Îş u nûş
Yiyip içme. Sefahet. İşret ve eğlence.
İşa
(Ağaç) çiçek açma.
İşa'
(Bak: Işa)
İ'şa'
Akşam yemeği verme.
İş'a'
Güneş, ışığını dağıtma. Şuâlanma.
İşaa
Bir haberi yaymak, duyurmak. Bir şeyin şuyuuna, yayılmasına sebeb olmak.
İşaat
(İşâa. C.) Haber yaymalar.
İşaat-ı kâzibane
Kötü niyetlerle yalan haberler yayma.
İş'ab
Ölme, irtihal etme.
İşabe
Saç ve sakal ağartma, beyazlatma. Genç yaşta saç ve sakal ağarması.
İşade
Çağırmak. Sesini yükseltmek. * Dünyevi matluba yetişmek. * Binayı yükseltmek.
İşaeyn
(Bak: İşâân)
İşaha
Misvâk kullanma.
1255
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İşa'-i eşcar
Ağaçların çiçek açması.
İş'al
Şulelendirmek. Yaymak, alevlendirmek. Tutuşturmak. Parlatmak. Şiddetlendirmek.
İşar
Birlikte geçinmek, muâşeret etmek. Hoş geçinmek.
İş'ar
Yazı ile haber vermek. Anlatmak, bildirmek.
İş'arat
(İş'ar. C.) Tebliğler, bildirmeler.
İşarat
İşaretler.
İşarat-ül i'caz fi mezan-il îcaz
Îcaz zannolunan yerlerdeki i'caza işaretler. * Risale-i Nur
Külliyatından bir kitap ismidir. İşarat-ül i'câz
İ'caza dair işaretler.
İşaret
Bir şeyi bir vasıta ile (el, göz, kaş veya parmakla) göstererek bildirmek. * Nişan, alâmet, belli bir iz. * Ist: Doğrudan doğruya olmadan, hatırlatma suretiyle verilen emir. (Münasebat-ı tevafukiye eğer taaddüt etse ve ayrı ayrı cihetinden bir hâdiseye muvafık gelse, hem bilhassa makama mutabık, hem bilhassa kelâmın mânâsına muvafık ve müeyyid olsa, o muvafakat o vakit işaret derecesine çıkar. Evet muzaaf münasebet, işarettir. M.)
İşaret-i âliye
Tar: Şeyh-ül islâm, defterdar ve yeniçeri ağası gibi maiyyet memurlarından biri tarafından yazılan takrir veya ilam üzerine sadrazamın kabul veya red şeklinde yazdığı yazı. * Sadaret makamından çıkan emirler.
İşba'
Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak. * Fiz: Bir sıvının içinde, belli bir cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması. * Edb: Arap nazmında, kafiye veya vezin zaruretinden dolayı kelimeye bir harf ilâve etme.
İşbaşı
t. Bir işte çalışanların başı, reisi. * İşe başlama saati.
1256
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İşbu
İşte bu. Bu, şu.
İşca'
Yenme, ezme. * Kederlendirme, hüzün verme, üzme.
İşcar
(Şecer. den) Ağaç yetiştirme. Ağaçlandırma.
İşcaz
Kederlendirme, üzme, hüzün ve gam verme.
İşe
f. Orman, sık ağaçlık. * Câsus, hafiye.
İşfa'
(Şifâ. dan) Hastaya şifalı şeyler verme. Hastanın iyileşmesi için çeşitli çarelere başvurma.
İşfaf
Üstün tutma.
İşfak
Acıyarak sakınma. Şefkat ve inayet etme. * Sevme. * Sakınma ve korkma. * Azaltma. * Lütfetme, bağış, ihsan.
İşgal
Zabtetme, istilâ etme. * Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma.
İşgene
f. İhiyarlıktan veya kızgınlıktan dolayı yüzde hâsıl olan buruşukluk.
İşgere
f. Şâhin, atmaca ve doğan gibi av için kullanılan terbiye görmüş kuş.
İşgerf
f. Dayanıklı, sağlam, kalın. * Şan, nam, ün, şeref.
İşguh
f. Yere yıkılış, yüz üstü kapanış.
İşgüç
t. Meşguliyet, vazife, memuriyet.
İşgüfe
f. İstifrağ, kusma. * Çiçek.
İşgüzar
f. Becerikli, çalışkan. * Kendini göstermek için gerekmezken işe karışan.
İşha'
Ağız açma, ağzını açma.
İşhad
Delil getirme, delil olarak gösterme. Şehadet ettirme, şâhid gösterme. * Şehid olma.
İşhar
Ün alma, meşhur olma, şöhret kazanma. * Kadın, doğum yapacağı aya girme.
İşhas
Gitme zamanı gelip çatma. * Tedirgin ve rahatsız etme.
1257
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İşhaz
Keskinleştirme, bileme.
İşhaz-ı seyf
Kılınç bileme.
İşka'
Şaki ve bedbaht eylemek.
İşkâl
Güçleştirme, müşkilleştirme. * Zorlaştırma. * Şüpheli ve karışık olma.
İşkampaviya
İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir filika yedeğinde geminin bordasına götürülerek geminin tulumbasıyla içindeki su nakledilirdi. (O.T.D.S.)
İşkâr
f. Av. * Avlama.
İşkembe
f. Geviş getiren hayvanların midesinin en büyük kısmı. * Karın.
İşkence
F. Eziyet, azab.
İşkeste
f. Kırık, bitik. Kırılmış.
İşkil
f. Şüphe, vesvese. Vehimlenmek. * Hile, tezvir. * Sağ ön ayağı ve sol arka ayağı beyaz olan at.
İşküfe
f. Çiçek.
İşkünc
f. Çimdik.
İşlek
t. Çok işler, fazlaca işlenen. * Tecrübeli, idmanlı, alışık.
İşmam
Hafif olarak duyurmak, koklatmak. Hissettirmek. * Kibirden dolayı başı dik yürümek. * Tecvidde: Bir harfe zamme veya kesre vermek ve bunu hafifçe hissettirmek. Harfin sesini genizden hissettirmek, biraz duyurmak, harfi çıtlatmak.
İşmar
Göz kırpma, işaret.
İşmi'zaz
Can sıkma, üzülme, yüzünü ekşitme. * Titreyip ürperme.
İşnuşe
f. Aksırık.
1258
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İşpihte
f. Su sızıntısı. * Yayılmış, saçılmış.
İşporta
(Arnavutça) Seyyar satıcı tezgahı. * Yayvan yemiş sepeti.
İşrab
(Şürb. den) İçirme veya içirilme. * Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma.
İşraf
Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama. * (Hasta) ölüm döşeğinde olma.
İşrak
Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. * Güneşlik yere dahil olmak. * Mc: Kalbe mânaların doğması.
İşrakî
Bâtıl İşrakiye felsefesine mensub. İşrakiyyunun dalâletten ve şirkten ibaret bâtıl ve hurafe fikirleri.
İşrakiyye
İşrakiyyunların bâtıl ve hurafe mesleği. (Bak: Akl-ı evvel)
İşrakiyyun
İşrakiyye felsefesi ile iştigal eden ve ehl-i şirk olan feylesoflar. (Bak: Akl-ı evvel)
İşret
İçki. Alkollü meşrubat. * İçki içme. Alkollü içki kullanma.
İşretgâh
f. İşret edip içki içilecek yer.
İşrethane
f. İşret yapmaya mahsus yer. Meyhane. * Mc: Bu dünya.
İşretkede
f. İşret yeri. İşrethane.
İşretsaz
f. İşret eden, içki içen.
İşrîn
(İşrûn) Yirmi. (20)
İşrirak
Ağlaya ağlaya boğulma derecesine gelme.
İşsa
(Teşsi') Ayakkabısına tasma takma, kayış geçirme.
İştat
Dağıtma veya dağıtılma.
İştek
f. Çocuk kundağı.
İştial
Tutuşma. Parlama. Alevlenme. * Mc: Şiddetlenme.
İştialât
(İştial. C.) Parlamalar, alevlenmeler, yanmalar, tutuşmalar. * Mc: Şiddetlenmeler.
1259
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İştibah
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şüphelenmek. Şüphe etmek. * Kolay fark olunmaz derecede benzemek.
İştibak
(Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek. * Karşılıklı birbirine geçmek. * Perişanlık. * Zâhir olmak. * Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.
İşticar
Zıdlaşma. * Elini çenesine koyarak, dirseğinin üzerine dayanma.
İştidad
(Şiddet. den) Şiddetlenme. * Sertleşme, katılaşma. * Büyüme. Artma, çoğalma, ziyâdeleşme.
İştifa'
İyi olma, şifa bulma.
İştigal
Bir iş işlemek. Uğraşmak. Çalışmak. Meşgul olmak.
İştigalat
(İştigal. C.) Meşguliyetler, çalışmalar, uğraşmalar.
İştiha
Meyil. Haz. Fazla istek. Arzu. * Açlıktan gelen yemeğe karşı fazla isteklilik.
İştihab
Ağarma, beyazlama, kırlaşma.
İştiha-engiz
f. İştiha açıcı, iştah verici.
İştihar
Meşhur olma. Tanınma. Ün alma.
İştikâ'
(Şekva. dan) Şikâyet etme, şekvada bulunma.
İştikak
Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri. * Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak. * Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. İk.M.)(Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem. Mehmed Akif)
İştimal
İçine almak, kaplamak. Çevirmek, ihata etmek. Şâmil olmak.
İştimam
Gereği gibi koklamak. Koku duymak.
İştin
Toprak kandil.
1260
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İştira
Satın almak. Mübayaa etmek.
İştirak
"Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir işde yer almak. Hissedâr olmak. * Bir lâfızda çok mânalar müşterek olması. Meselâ: ""Ayn"" kelimesi. Hem göz, hem de kaynak mânasına gelir."
İştirak-ı lisan
Lisan ortaklığı. Aynı dili konuşma keyfiyeti.
İştirakî
Ortaklığa ait, ortaklıkla alâkalı. * Komünist.
İştirakiyye
Komünistlerin bir nazariyesi olan sosyalistlik.
İştirakiyyun
Komünist sosyalistler.
İştirat
(Şart. dan) Şarta bağlama, şarttlaşma.
İştitat
Zulmetme. Haksızlık etme. Hükümde ve sair işlerde eziyet etme.
İştiva'
Kızarma, pişip yenecek duruma gelme.
İştiva-yı lahm
Etin kızarması.
İştiyak
Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek.
İşve
Güzellerin gönül çeken naz ve edâsı. Gönül çekici tavır.
İşvebaz
f. Naz edici, edâ yapan, cilveli. * Meşhur bir cins lâle.
İta
Edb: Kafiyenin bir mânada olarak aynen tekrar edilmesi.
îta
verme.
İ'ta
Vermek. Bahşetmek. İhsan etmek.
İtaat
Alınan emre uymak. Söz dinlemek. İnkıyad etmek. Boyun eğmek. Âmirin meşru emirlerini dinleyip ona göre hareket etmek.
İ'tab
Şikâyeti kendisinden def' ile razı ve hoşnud etmek. Hoşlandırmak. * Hışım etmek.
İtab
Tekdir etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak. Rencide etmek. Darılmak.
İt'ab
Yormak. Yorgunluk vermek. Sıkıntı vermek.
1261
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İtabname
f. Azarlama mektubu.
İtad
İnekten süt sağarken, hayvanın ayağına geçirilen ip.
İtaha
Bir şeyi tamamlama, yapıp bitirme, hazır etme.
İ'tak
Esir, köle veya cariyeyi serbest bırakma.
İtale
Uzatmak. Sözü uzun etmek. Tatvil-i kelâm etmek. * Birini zemmetmek, ayıplamak.
İtale-i dest
El uzatma, hıyânet etme.
İtale-i lisân
Dil uzatma, kötü şeyler söyleme.
İtalik
Fr. Üstten sağa doğru yatık matbaa harfi.
İt'am
İkiz doğurma.
İt'amiyye
Bazı vakıf müesseselerinde fakirlerin doyurulması için ayrılan tahsisat.
İtan
Vatan sayma, yurt kabul etme.
İtar(e)
Bir şeyin peşini bırakmayıp tâkib etme. * Dikkat ve hiddetle bakma.
İtare
(Tayerân. dan) Uçurma veya uçurulma. * Hızla gönderme, yollama. * Otomobil tekeri.
İtare-i kebuter
Güvercin kuşu uçurma.
İtare-i name
Sür'atle ve hevesli bir şekilde mektub yollama.
İt'as
Öldürme, katletme.
İtaş
(Atş. dan) Susuz bırakma, susuz olma.
İtat
Düşmanlık, zıtlık, adavet, muhasame.
İtave
(C.: Etâvâ) Rüşvet verme.
İ'ta-yı ma'lumat
Malumat verme. Bilgi verme.
İtba'
Tâbi' kılmak. Ardına katmak. * Gr: Bir kelimenin sonuna ilâve edilen tekerleme nev'inden mânasız söz. (Yazmak mazmak, Okumak mokumak gibi.)
1262
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İtbak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Itbak) Kaplamak. Kapamak. Kapaklamak. * İttifak etmek. * Tecvidde: Harf okunduğunda, dilin üst damağa kapanması. (Bu halde okunan harfler sad, dât, tı, zı harfleridir. (Bak: İdbak)
İtbal
Kederlenme, kederlendirme. Derde, hüzne ve kedere düşürme.
İtdan
Islanma veya ıslatma.
İtfa'
Söndürme. Bastırma. Dindirme. * Bir borcu ödeyerek bitirme. * Fizikte: İntizamlı ve eşit zamanlarla sallanan bir hareketin yavaş yavaş azalarak sıfıra inmesi.
İtfaiyye
Yangın söndürme birliği, teşkilâtı.
İtfal
İnsan vücudunun fenâ bir şekilde kokması.
İtfa-yi harik
Yangının söndürülmesi.
İthaf
Hediye etmek. Armağan vermek. * Edb: Birisinin nâmına eser yazmak.
İthafname
f. Bir eserin bir kimse adına olduğunu gösteren yazı.
İtham
Kabahatli görmek. Suç isnad etmek. Töhmetlendirmek. Kabahatli görünmek. Töhmetli olmak.
İthamî
İthamla ilgili.
İthamname
f. İddianame.
İti
Keskin, kesen. * Mc: Sert, acı.
İ'tibar
(İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek. * Taaccüb etmek. * Şeref, haysiyet. * Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri. * Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
îtibar
saygınlık.
İ'tibarat
(İ'tibar. C.) İ'tibarlar, şeref ve haysiyetler. * Var sayılan şeyler, faraziyeler.
1263
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İ'tibaren
...den beri, ... başlıyarak, ... den başlıyarak, ...den (yerinde kullanılır.)
İ'tibar-ı suret
Surete itibar etme, görünüşe değer verme.
İ'tibarî
(İtibarî) Hakiki kıymeti olmayıp kıymeti var kabul edilme. Farazî ve izafî olan. Varlığı, başka şeylere nisbet edilmesi halinde bilinen.
îtibarî
var sayılan.
İ'tida
Sesini yükseltmek. * Zulmetmek. * Haddinden geçmek.
İ'tidad
Yardım isteme. İmdât isteme. * Bir şeyi kol üzerine alma.
İ'tidal
Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak. * Yumuşaklık. Uygunluk. * Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması. * Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet arasında mutavassıt olmak.
îtidâl
orta hâllilik.
İ'tidal-i dem
Soğukkanlı davranış. Heyecanlanmadan, acele etmeden, düşüne düşüne ve tedbirli hareket.
îtidâlidem
soğukkanlılık.
İ'tifa'
Bağış dileme, afvedilmesini isteme.
İ'tifar
Yere vurma. Kavrayıp yere çarpma. Üzerine atılıp kavrama.
İ'tikab
Veresiye vermeme. Bir malı borç olarak satmama. Parasını almadıkça malı teslim etmeme.
îtikâd
gönülden inanma.
İ'tikad
İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak: İltizam)
İ'tikadât
(İ'tikad. C.) İnanışlar. Bağlanışlar ve inançlar.
îtikâdât
inanmalar.
İ'tikadât-ı bâtıla
Bâtıl, hak olmayan, asılsız şeylere inanışlar.
1264
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
îtikâden
inanma bakımından.
İ'tikad-ı fâsid
Bozuk inanç.
îtikâdî
inanmakla ilgili.
İ'tikadî
İtikad ve inançla alâkalı.
İ'tikadiyat
İtikada ait mes'eleler.
İ'tikâf
"Bir şeye devam etmek. * Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an, evrad ve ezkâr gibi ibadetlerle meşgul olmak. Böyle bir kimseye ""Mu'tekif"" denir."
îtikaf
bir yere çekilip ibadet etmek.
İ'tikâl
(Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme. * Dalgaların, deniz kenarlarındaki karaları döğerek aşındırması. * Tıb: Yaranın, vücudu yemesi. Yaranın büyümesi.
İ'tikal
Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına alma. * Devenin dizini büküp bağlama. * Güreş yaparken rakibini sarmaya getirip yıkma.
İ'tikâl-i sevâhil
Kıyıların aşınması.
İ'tikam
Biriktirme, yığma.
İ'tikar
Birbirine karışıp sayılamama.
İ'tikas
Tersine dönme, akislenme.
İ'tila
(Ulüv. den) Yükselmek. Yukarı çıkmak. * Yüksek rütbelere çıkmak.
îtilâ
yükselme.
îtilâf
anlaşma.
İtilaf
Anlaşmak. Görüşmek. Uyuşmak. Muvafakat. * Cem' olmak, birikmek.
İ'tilaf
Yem yeme.
1265
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İ'tilafat
(İ'tilaf. C.) Uyuşmalar, anlaşmalar.
İ'tilak
Âşık olma, birinin sevgi ve muhabbetine tutulma.
İ'tilal
(İllet. den) Hasta olma. * Hastalanma. * Bahane etme. * Her şeyden vazgeçip tek bir şeyle meşgul olma.
İ'tilam
Öğrenme, bilme.
İ'tilan
Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma. * Doğum esnâsında çocuğun görünmesi.
İ'timad
(İtimad) Güvenerek bağlanmak. Emniyet etmek. Bir şeye kalben güvenip dayanmak.
îtimâd
güvenme.
îtimâden
güvenerek.
İ'timaden
İtimad ederek, dayanarak, güvenerek.
İ'timad-ı kavî
Sağlam itimad, kavi güveniş.
İ'timadname
f. İtimad yazısı, itimad bildiren yazı.
İ'timad-üd devle
Devletin itimadı, güveni. * Tar: Safevî sadrazamlarına verilen ünvan.
İ'timak
Derinine varma, derinliğine inme.
İ'timam
(İtimam) Başına sarık sarmak. * Ortalık yeşillenmek. * Miğfer giymek.
İ'timan
Emniyet etme, emin bulunma.
İ'tina
(İtinâ) Çok dikkat etmek. Özenmek.
îtinâ
özen.
İ'tinak
(Unk. dan) Birbirlerinin boyunlarına sarılma. * Kucaklama. * Sıkıca kavrayıp alma.
İ'tinan
Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma. * İnsanın önüne durma.
İ'tiraf
(İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.
1266
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
îtiraf
saklamayıp söyleme.
İ'tiraf-ı cürm
Maznunun yaptığı suçu söylemesi, itiraf etmesi.
İ'tiraf-ı kusur
Kusurunu söyleme, itiraf etme.
İ'tiraz
(İtiraz) Kabul etmediğini bildirmek. Bir fikir veya işin olmasını kabul etmemek. * Men' eylemek. Men' olmak.
îtiraz
karşı çıkma, karşı söz.
îtirazât
itirazlar.
îtiraziye
cümlede ara söz
İ'tiraziye
İtiraza, kabul etmediğine dair yazı. * Edb: Cümlenin esasından olmayıp yalnız bir husus hakkında söylenen ibare. (Bak: Cümle-i mu'terize)
îtirazkârâne
itiraz edercesine.
îtiraznâme
itiraz yazısı.
İ'tisa
Asâya dayanma, baston kullanma.
İ'tisab
Sinirlenme, asabileşme. * Kanaat etme.
îtisaf
haksızlık.
İ'tisaf
Zulüm ve haksızlık etmek. Doğru yoldan ayrılmak. Haksızlık.
İ'tisam
İstediğini vermek.
İ'tisar
Zorluk, güçlük, meşakkat.
İ'tisas
Gece gezip dolaşma, devriye vazifesini görme.
İ'tişa'
Akşam vakti yola çıkma.
İ'titaf
Bir şeye örtünme, bürünme.
İ'tiva
Bükme veya bükülme.
İ'tiyad
(İtiyat) Alışkanlık. Huy. Âdet. Âdet edinmek.
îtiyad
alışkanlık.
İ'tiyak
Alıkoymak, engel olmak, mani olmak.
1267
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İ'tiyan
Dik dik bakma, gözünü dikme. * Yardım etme.
İ'tiyaş
Geçinme. İdareli yaşama.İ'TİZA' : Bir kavim veya kimseye bağlı bulunma.
İ'tizad
Yardım etme. Muavenette bulunma. * Yardım ve imdat isteme. * Bir şeyi kol üzerine alma.
îtizâl
ayrılma, sapma.
İ'tizal
Ehl-i Sünnet olan hak mezhebden ayrılıp hakka aykırı başka yola sapmak. Mu'tezile olmak. (Bak: Mutezile)
İ'tizam
(İtizam) Büyüklük kazanmak. Azametlenmek. Büyüklenmek.
İ'tizar
Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af dilemek. (Takdire şayan güzel bir haslettir.)
îtizâr
özür bildirme.
İ'tizaz
Kendini aziz, izzetli saymak.
İtkâ'
Koltuk altına yastık veya dayak koyma. Dayanacak bir şey kullanma. * Yaslanma.
İtkan
Pürüzsüz yapmak veya yapılmak. Sağlamlaştırmak. Hakikata yakından vakıf olmak, delileriyle bilmek, inanmak. Bilerek emin olmak. Muhkem kılmak, muhkem yapmak. Sâbit kılmak.
İtkan-ı muhkem
Bütün açıklığıyla bilerek sağlam yapmak.(...Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Mâdem şu biçare, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevilhayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrak ile dolmuştur. Elbette sâdık bir hads ile ve kat'i bir yakîn ile hükmolunur ki: Şu kusûr-u semaviye ve şu bürûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zihayat, zişuur sekeneleri vardır. S.)
İtkan-ı san'at
San'atın sağlam, mükemmel ve pürüzsüzlüğü.
1268
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İtla'
Başkasını geçme. * Te'hir etme.
İtlaf
Ziyan etmek. Telef etmek. Bozmak. * Öldürmek.
İtlal
Hayvanı yedeğinde götürme. * Damlatma.
İtmam
"Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek(...Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmâm ettikten sonra; yine onları gönderen Hâlik-ı Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerimlerine kavuşacaklar!... M.)"
İtminan
Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
İtminan-ı kalb
Kalbden ve gönülden inanma.
İtminankârane
f. İtminan göstermek suretiyle.
İtnab
(Bak: Itnab)
İtnan
(Çocuk) hastalıkdan dolayı gelişememe.
İtra'
Doldurma.
İtrab
Toprak serpme. Topraklama.
İtrak
Bırakma, vazgeçme, terkettirme.
İtraz
Kurutma veya kurutulma.
İttiad
Randevu verme.
İttias
Öldürme, helâk etme.
İttiaz
(Va'z. dan) Nasihat ve öğüt dinleme.
İttiba'
Tabi' olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal etme.(Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzun reçetesi: İttiba-ı Kur'andır! M.)(Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip, bid'alara giriyor! L.)(Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa,
1269
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Habibullah'a ittiba' edilecek. İttiba' edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur! L.) İttibaen
Tâbi olarak, ittiba ederek, uyarak.
İtticah
Bir cihete gitmek, yönelmek. Teveccüh etmek.
İtticar
Ticaret yapma. * İlâç kullanma.İTTİFAK : Beraber hareket için sözleşmek. İttihad ve muvafakat etmek. Söz birliği etmek. Anlaşmak. (Bak: İhtilaf, Ehakk)(İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.)
İttifaka
Rast gelme.
İttifakan
Birleşerek, anlaşarak.
İttifakat
(İttifak. C.) İttifaklar, sözleşmeler, ittihadlar.
İttifakî
(İttifakiyye) Birleşmeye, sözleşmeye, ittifaka veya uyuşmaya ait. Tesadüfle, rastgele.
İttifakiyyat
Tesadüfle olan şeyler.
İttifakpezir
f. İttifak ve ittihad kabul eden.
İttihab
(Hibe. den) Karşılıksız olarak verilen bir bağışı kabul etme.
İttihad ve terakki
1918 tarihine kadar devam eden ve Osmanlı Devletinin son zamanlarında mühim rol oynamış bir siyasî parti. (Bak: Tanzimat)
İttihad
Birleşmek. Birlik üzere âmil olmak. Birlik. Aynı fikirde olmak. (Bak: İhtilaf)
İttihad-ı ârâ
Rey ve fikir birliği.
İttihad-ı islâm
"İslâm birliği. (Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tâli'siz bir devletin, değerli sâhibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır. M.)İttihad-ı İslâmın varlığı ve devamı için:1- İslâm milliyetini esas alıp, menfi unsuriyet fikrini bırakmak.2- İslâm dünyasındaki dini cemaatler, gayede ve dinî esaslarda ittifak edip teferruat meseleleri medar-ı niza
1270
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
etmemek.3- İslâm devletleri arasında meşveret-i şer'iyeyi yapmak.Bunlar en ehemmiyetli sebeplerinden üç tanesidir." İttihad-ı menafi'
Menfaatlerin bir ve ortak oluşu. İş birliği.
İttihad-ı muhammedî cemiyeti
Süheyl Paşa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa, Derviş
Vahdeti ve arkadaşları tarafından İstanbul'da 5 nisan 1909 tarihinde kurulan bir cemiyettir. İttihad-ı umumî
Umumi ittihad. Bütün insanların birleşmesi.
İttiham
Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır)
İttihaz
"Edinmek. Kabullenmek. ""Öyle"" diye bakmak. Kabul etmek."
İttikâ'
Dayanmak. Yaslanmak. * Oturmak.
İttika
Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek. (Bak: Amel-i salih)
İttikâl
Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma.
İttikan
Muhkem yapılmak. Esaslı ve şüphesiz yakından bilmek.
İttikar
Vakar, gurur ve büyüklük gelme.
İttira'
Dolma, nemalanma. * Solma.
İttirad
(Bak: Ittırad)
İttisa
Bollaşmak. Genişlik kazanmak. Genişlemek. Vüs'at.
İttisaf
Vasıflanmak. Muttasıf olmak. Sıfat sahibi olmak. Bir hâl takınmak.
İttisafkârane
f. Vasıfları belli olur surette. Bir hal takınarak.
İttisah
Paslanma, kirlenme.
İttisak
Dizilmek. Bir nizam dahilinde sıralanmak. * Beraber olmak. * Tamam olmak. Toplanmak.
İttisal
Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.
1271
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İttisam
(Vesm. den) Damga ve nişan vurma. * Dağlama, süsleme.
İttitan
Bir memlekette veya bir şehirde yerleşme. Vatan edinme.
İttiza'
Alçak gönüllülük, tevazu, mütevazilik. * Devenin, boynuna basarak üstüne binebilmek için, başını aşağı eğme.
İttizah
Vazıh olmak. Açık olmak. Aşikâr olmak.
İttizah-ı delil
Delilin açık, vazıh ve aşikâr olması.
İttizan
Ölçülü olmak. Vezne girmek.
İtyan
Delil getirmek. * Gelmek. * Vermek. * Vüsul, vasıl. * Vârid olmak. * Zikir ve isbat ve takrir eylemek.
İva'
Barındırma, kondurma. Yerleştirme, oturtma, iskân ettirme.
İvad
İlk işine dönme. * Âdet edinme.
İ'var
Bir gözünü kör etme, tek göz bırakma.
İvar
İkindi vakti, ikindi zamanı.
İvaz
f. Hazırlanmış, düzülmüş.
İvazan
Karşılık olarak, mukabilinde, karşılığında.
İvec
Eğrilik, çarpıklık, yanlışlık. * Hakkı ve hakikatı eğri büğrü heveslerle tahrif etmek, gayr-i müstakim şekle getirmek.
İvedi
Aceleci, savruk. Çabuk.
İvezze
(C.: İvezz) Kaz. Ördek. * Gövdesi bodur olan. Bodur gövdeli olan.
İvgen
Koşan, acele eden.
İ'vicac
Doğru davranmamak, eğri büğrü olmak. Hamlık. * Hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermek.
îvicâc
eğrilik.
îvicâcât
eğrilikler.
İvz
Ördek. Kaz. * Gövdesi bodur olan kimse.
İyab ü zehab
Gidiş - geliş.
1272
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İyab
Avdet eylemek, geri dönmek.
İy'ad
(Bak: İ'âd)
İyad
Kuvvetlendirme, takviye etme. * Takviye eden âlet.
İyadet
(Bak: Iyâdet)
İyal
(Bak: Iyâl)
İyalet
İdare etme, valilik yapma. * Bir valinin idare ettiği belde. * Vadi.
İyan
(Bak: Ayân)
İyanî
Ayân olana ait, âşikâr ve belli olana dair.
îyanî
görünen.
İyas
Yeis hali. Ümidsizlik ve kederli oluş.
İyase
Ye'se düşürme.
İyaz
(Bak: Iyâz)
İyd
(Bak: Îd)
îyd
bayram.
İyn
(Bak: În)
İz (izin)
"""Hem, vakt, yevm, hîn"" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi. * Mâzi fiillerinden evvel ""iz"" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur."
İza
"Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur."
İza'
İyiliğe, iyilikle mukabele etme. * Korkma, havfetme.
İzaa
(Bak : Izaa)
İzaa-i esrar
Gizli sırları açığa vurma, açıklama.
İzaat
İlân etmek, açığa vurmak. Sesle neşriyat yapmak.
1273
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İ'zab
Suyu temizleme. * Vazgeçme. * Azaba düşürme veya düşürülme.
İzabe
Eritmek, eritilmek. Su gibi akıcı hale koymak. Yumuşatmak. Islah etmek.
İzabe-i nühas
Bakırın eritilmesi.
İz'ac
Rahatsız etmek. Bunaltmak. * Yerinden koparıp ayırmak.
İzade
Ailesini koruması için bir kimseye yardım etme.
İzae
(İzâet) (Zû. dan) Işık verme, aydınlatma, ziya verme. (Bak: Izaet)
İz'af
Zayıflatmak, kuvvetsiz hale getirmek. * İki kat etmek. İki misline çıkarmak.
İzafat
(İzâfet. C.) İzafetler, isim takıları, isim tamlamaları. * Gr: Zincirleme isim tamlaması.
İzafe(t)
Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak. * Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak. * Mal etmek. * Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.
İzafeten
İsnad etmek suretiyle, isnad ederek, ona bağlıyarak.
İzafet-i maklub
"Ters çevrilmiş terkib. Muzaf-un ileyh ile muzafın yer değiştirmesi olup, böylece birleşik isim ve sıfatlar yapılır. Bu terkibler semâidir; işitilmekle öğrenilir, bir kaideye bağlı değildir. Her terkib bu şekle sokulmaz. Meselâ: Tâb-ı meh: Meh-tâb: Ay ışığı. Çeşm-i âhu: Ahuçeşm: Ceylân gözlü. Nazar-ı haram: Haram-ı nazar... gibi.)"
İzafet-i maktu'
Kesik tamlama. Terkib-i izafet-i maktu'da denir. Esre'yi kaldırmağa da fekk-i izafet denir. Yani izafetin kaldırılması demektir. Meselâ: Câmehâb $ : Yatak. Câme-i hâb $ : Uyku elbisesi. Ser-rişte $ : İp ucu, vesile, tutamak. Ser-i rişte $ : İpin ucu.
1274
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İzafî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.
İzafiyye
Münasebet. Bağlı oluş. Alâkalılık.
İzafiyyet
Alâka mahiyeti. Bağlılık.
îzâh
açıklama.
İzah
Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak.
İzaha
Bir şeyin çevresini dolaşma.
İzahat
(İzah. C.) İzahlar, açıklamalar.
îzâhât
açıklamalar.
İzahe
Bir şeyi ayırma. * Kurtulma. * Yok etme.
îzâhen
açıklama ile.
İzahen
Açıklayarak, izah ederek.
İzaka
(Zevk. den) Tattırma veya tattırılma. Lezzet ve zevk hissettirme.
İzale
Halsiz bırakma. * Uzun etekli elbise. * Kadın yaşmağını açma. * Sarığın ucunu uzatma.
İzale-i şüyu'
Ortaklığı giderme.
İzam
(Azim. C.) Büyükler. Büyük kimseler. * (Azm. C.) Kemikler.
îzâm
büyütme.
İ'zam
Göndermek. Yollamak.
İza-ma
"Gr: Zaman zarfı olan ""izâ""ya müsavidir. Müzari fiilinden evvel gelirse onu cezm eder."
İzam-ı remime
Çürümüş kemikler.
İz'an
Basiret. Anlayış. * Teslim olup itaat etmek. * Akıl. Zekâ. İnanç. İdrak. Bilmek. (Bak: Dimağ)
İzan
Bildirmek. * Ezan okumak.
1275
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İz'an-rüba
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı alan.
İz'an-rüba-i kâinat
Kâinatın aklı alan vechesi, herkese hayret ve şaşkınlık veren yüzü.
İzar
Peştemal. Futa. Göğüsten aşağı örtülen elbiseler. * İsmet, iffet. * Zevce.
İzare
Bir kimseyi kuşkulandırıp vesveseye düşürme.
îzâz
ağırlama.
İ'zaz
Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek.
İ'zazen
İkram ederek, ağırlayarak.
İzbad
Köpüklenme. * (Ağaç) çiçek açma.
İzbar
Yazma. Yazma ile bildirme.
İzbe
Kuytu. Loş. Pis ve nemli yer.
İzca'
Defetme, kovma.
İzdicar
Nasihatı dinleyip kabul etme. Söylenen sözü dinleyip tutma.
İzdiham
Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.
İzdira'
Ekin ekme, zirâat yapma.
İzdirad
Yutma.
İzdiram
Lokmayı iri iri yutma.İZDİVAC : Çift olmak, birbirine eş olmak. Meşru nikâhla evlenmek.
İzdiyad
Ziyadeleşmek. Çoğalmak. Artmak.
İzdiyal
Kaybetme, yok etme.
İzdiyan
Süslenme, bezenme.
İzdiyar
Ziyâret etme, gidip görme.
İzem
Büyüklük.
İzen
Gr: O halde, o takdirde, öyleyse. (Bak: Huruf-u nasibe)
İzfaf
Gelin gönderme.
1276
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İzhab
Gönderme. * Giydirme veya giydirilme. * Altun kaplama.
İzhac
Oturma, ikamet etme.
İzhaf
Yalan söyleme. * Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama. * Hayrette bırakma, şaşırtma.
İzhak
Yok etme, mahvetme. * Öldürme. * Oku, nişandan ayırma.
İzhal
Hatırdan çıkarma, unutma.
İzhar
Toplayıp biriktirme.
İzhar-ı belâgat
Belâgat gösterme.
İzhar-ı hak
Hakkı izhar etmek. Hakkı açıklama.
İzhar-ı tecellüd
İnad edip kafa tutma, yalandan cesaretlilik gösterme.
İzhar-ı teessür
Teessür gösterme.
İzin
(Bak: İzn)
İzinname
f. Eskiden bir nikâhın kıyılabilmesi için kadı tarafından verilen izin kâğıdı.
İzk
Ağaç dalı. * Hurma salkımı.
İzkâm
Zükâm hastalığına yani nezleye uğratma.
İzkâr
Hatıra getirmek, andırmak, hatırlatmak.
İzlaf
Yakın etmek. Toplamak, cem' etmek.
İzlak
(Bak: Zelâka)
İzlal
(Züll. den) Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek.
İzlam
Karanlık olmak. Zulme giriftar olmak. Zulme tutulmak.
İzmam
Bir kimseden söz alma. * Bir insanı kötülenecek bir halde bulma.
İzmar
(Bak: Izmar)
İzmihlal
Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek.
İzmihrar
Surat asma. * (Yıldız) parıldama. * Kış mevsiminin şiddetli olması.
İzmil
Keskin demir. * Çekiç. * Deri kesmekte kullanılan bıçak.
1277
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İzn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(İzin) Yasağı kaldırmak. Bir şeye ruhsat vermek. Yol vermek. Hizmetten çıkarmak.
İznab
Günah işleme. Günahkâr olma. * Kuyruk takma.
İzn-i âmm
Herkese müsaadeli olan. * Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her müslümana açık olması.
İznillâh
Allah'ın (C.C.) müsaadesi, izni.
İzra'
Arşınlama, ölçme.
İzyan
Süslenme, donatılma.
İzz ü şerefle
Güle güle, uğurlar olsun.
İzz
Kıymet. Değer. Güçlü oluş. Alikadir olmak. Kavi. Şerif. Azim.
İzzet
Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve üstünlük. * Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak. * Bulunmaz derecede az olan şey.
İzzet-i islâmiye
İslâmi izzet. Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha çalışkan, daha izzetli olması hâleti. Diğer dinlerdekilerden ve dinsizlerden izzetli ve şerefli olmaları hâleti.
İzzet-i nefis
Zillete düşmiyerek şeref ve haysiyeti muhafazaya çalışmak. Vakar.(Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sâhibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. M.)
İzzetlû
Şeref ve itibar sahibi. * Eskiden belirli bir mevki ve rütbe sahiblerine verilen ünvan.
İzzî
Tahammüllü, sabırlı kimse.
İzzü-d-devle
Tar: Müslüman hükümdarları tarafından sık sık kullanılan ve devlete değer veren, devletin değeri mânâsına gelen bir ünvan.
1278
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük İzz-üd-din
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Dilimizde ""İzzettin"" şeklinde isim olarak kullanılan bu kelime; ""Dinin kıymeti, ulviyet ve kudreti"" anlamına gelir."
hâb
uyku.
Hâb-ı adem
Ölüm uykusu.
Hâb-ı câvid
Ebedî uyku, ölüm.
Hâb-ı gaflet
Gaflet uykusu.
Hâb-ı giran
Ağır uyku.
Hâb-ı harguş
Tavşan uykusu. Şüpheli ve hafif uyku. * Yalan, hile.
Hâb-ı nuşin
Tatlı uyku.
Hâb-ı rahat
İstirahat için uyku.
hâcât
ihtiyaçlar.
Hâcc
(C.: Hüccac) Hacca gitmiş kimse. Hacı.
Hâcce
(C.: Havâcc) Hacca giden, usulüne uygun olarak Kâbe'yi ziyaret ederek hac vazifesini yerine getiren kadın veya kız. * (C.: Hâcc) Bir cins diken.
Hâcc-ül haremeyn
Usulüne uygun surette, Mekke-i Mükerreme'yi ve Medine-i Münevvere'yi ziyaret eden.
Hâce
f. Hoca, efendi, sâhib, muallim, âile reisi.
hâce
hoca.
Hâcegân
(Hâce. C.) f. Hocalar. * Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe. * Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam.
hâcegân
Nakşîlerin bir ünvanı.
Hâcegân-ı divan-ı hümayun Eskiden devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve bir takım mühim memuriyetlerde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbirdi.
1279
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İkinci Mahmud zamanında yenilikler yapılıp memuriyete mahsus rütbeler ihdas olunurken hâcegânlık da rütbe sayılmış ve bunlara ait nişanla, resmi günlerde giyecekleri elbise de tâyin olunmuştu. Bu suretle hâcegân-ı divân-ı hümâyun tâbiri de tarihe karışmıştı. (O.T.D.S.) Hâce-i âlem
(Hâce-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ünvanı.
Hâce-i evvel
Milletin ilmen ve fikren terakki etmesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir lisan ile yayan kimse.
Hâce-sera
f. Haremağası, hadımağası.
Hâcet
(C.: Hâcât) İhtiyaç, lüzum, muhtaçlık.
hâcet
ihtiyaç, lüzum.
Hâcetaş
f. Eskiden bir efendinin müteaddit kölelerinden her biri.
Hâcetmend
f. İhtiyaç sahibi, muhtaç.
Hâcet-mendâne
f. Muhtaçcasına, ihtiyaçlı olarak.
Hâcet-mendî
f. Muhtaçlık, ihtiyaçlı olma.
Hâcetreva
İhtiyacı gideren, ihtiyaç olan bir şeyi te'min eden.
Hâcib
Perde. * Perdeci. Kapıcı. * Eskiden Osmanlı İmparatorluğu zamanında Devlet Reisinin en yakın me'muru. Vezirler veya âmirler. * Kaş.
Hâcibeyn
İki kaş.
Hâcib-i bâri
Cebrail (A.S.)
Hâcib-i yemin
Sağ kaş.
Hâcib-i yesar
Sol kaş.
Haç
(Ermeniceden) Put. Haç. İstavroz.
hâç
Hıristiyanların sembolü olan şekil.
1280
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haço
Ermeni isimlerinden biri.
hâdî
hidayete ermiş, mürşit.
Hâdî
Hidayete ermiş. Mürşid. Rehber, delil. Hidayet yolunu gösteren. Hidayete, doğruluğa eriştiren. Önde giden.
Hâdife
Halktan bir kısım.
Hâdil
(Hadl. den) Aşağıya sarkıtılmış. * Gözlerinde ve ağzında çıban olan deve yavrusu.
hâdim
hizmet eden.
Hâdim
Yıkıcı olan, yıkan, tahrib eden.
Hâdim-ül fukara
Fakirlere hizmet eden.
Hâdim-ül haremeyn-iş şerifeyn
"Hilâfeti haiz olmaları hasebiyle Osmanlı Padişahlarına
verilen ünvandır. Haremeyn; Mekke ile Medine'ye denilir. İslâm âleminin bu iki şehre hürmet-i mahsusaları sebebiyle ve daha fazla tâzim kasdiyle şerif sıfatını da ilâve ederek ""Haremeyn-iş şerifeyn"" denilmiştir. Haremeyn'in Hâdimi mânasına gelen bu tâbir ise ilk evvel Yavuz Sultan Selim hakkında kullanılmış, daha sonra bütün padişahlar hakkında istimal olunmuştur. Yavuz Sultan Selim Han Halep'i fethettiği haftanın ilk cum'a namazını Melik Zâhir camiinde eda ederken, hatib hutbede ""Malik-ül Haremeyn-iş Şerifeyn"" şeklinde adını anar anmaz, Yavuz Selim derhal yerinden kalkarak: ""Haremeyn'in maliki olmak ne haddimdir. Ben Haremeyn'in hizmetkârı olmakla iftihar ederim."" demek suretiyle tevazu göstermiş ve bu tabir ondan sonra, hutbelerde o suretle söylenmiştir." Hâdim-ül lezzat
Lezzetleri mahveden, yıkan. (Ölüm)
hâdimüllezzât
lezzetleri bozan.
hâdis
sonradan var olan.
1281
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hâdis
Yeni. Sonradan olan şey. Değişen. Hudus eden.
Hâdisat
(Hâdise. C.) Yeni olan şeyler. Hâdiseler.
hâdisât
olaylar.
Hâdise
(C.: Hâdisat, Havadis) Vâkıa, olay. Yeni bir şey, ilk defa olan. Haber.
hâdise
olay.
Hâdis-üs sinn
Yaşı taze. Genç delikanlı.
Hâdişe
Derisi parçalandığı halde kan çıkmayan yara.
Hâdiye
Değnek, asâ, sopa. * Su içinden sivrilerek yükselen kaya.
Hâdiy-üt tarik
Hidayet yoluna sevkeden, mürşid. Doğru yolda giden.
Hâfe
(C.: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı. * İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.
Hâfe-i nehr
Nehir kenarı.
Hâfe-i tarîk
Yol kenarı.
Hâfız
Alçaltıcı. * İnsana haddini bildiren. * Rahatta olan.
hâfız
Kurânı ezberlemiş kimse.
hâfıza
ezberleme yeteneği.
Hâfıza
Muhafaza eden. Ezberleme kuvvesi. Kuvve-i hâfıza.
Hâfıza-pirâ
f. Hafızayı süsleyen. * Uğur sayılarak ezberlenen şey.
Hâfız-ı hakikî
Hakiki ve tam muhafaza eden. (Allah)
Hâfız-ı kütüb
Kitabları hıfzeden, saklayan. Kütüphane me'muru, kütüphaneci.
Hâfız-ı şirazî
(Bak: Sa'd-ı Şirazî)
Hâfil
Dolu, mümteli.
Hâfir
Kazan, kazıcı, hafriyat yapan. Yerde çukur açan.(Esâsen kazıcı mânasına sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim olmuştur. Ve o
1282
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
münasebetle tırnağının kazdığı çukura, yani izine ve o suretle açılan çığıra dahi merdiyye mânasına râdiye ıtlak olunur. E.T.) Hâfir-i bi'r
Kuyu kazan.
Hâfir-i kabr
Mezar kazan, mezarcı.
hâhem
isterim.
Hâhiş
f. Fazla arzu, isteyiş.
hâhiş
fazla arzu.
Hâhişger (hâhişker)
f. Arzulayan. İsteyen. İstekli.
hâhişger
arzulayan.
Hâhişgeran (hâhişkerân)
f. Hâhişgerler, istekliler, tâlibler.
Hâhiş-i vicdanî
Vicdanî isteyiş ve arzu.
hâib
nasipsiz, ümitsiz, utanan.
hâif
korkan, korkak.
hâil
perde.
hâin
emanete hıyanet eden.
hâinâne
haince.
hâiz
sahip, içine alan.
hâize
sahip olan.
Hâk ile yeksan
Yerle bir.
hâk
toprak.
Hâk
Vasat. Vasatî. Orta.
Hâk-i mezar
Mezar toprağı.
Hâk-i pâk
Temiz toprak.
Hâk-i vatan
Vatan toprağı.
hâkî
toprakla ilgili.
1283
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hâkim
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.) * Memleketi idare eden. * Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkimi Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit olan Hâkim sıfatı Kur'ân-ı Kerim'de 86 def'a zikredilir.)
hâkimâne
hükmedercesine.
Hâkimane
Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda.
Hâkime
Kadın hâkim.
hâkimiyet
hâkimlik.
Hâkimiyyet
"Hâkim oluş. Hükmediş. Âmirlik. Üstünlük. Müdahale ve rakibi kabul etmemek hali.(... Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idâresi gayet hikmetli ve hâkimiyyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev'i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur. âyetinin askerlik mânasını ihsas eden temsiline göre; zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, ta yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçük me'murlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyyet-i mutlakanın ve bir âmiriyyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler. Ş.)"
Hâkim-üş şer'
Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.
hâkk
kazma, oyma.
Hâkka suresi
Kur'an-ı Kerim'in 69. suresi olup Mekkîdir.
1284
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hâkka
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kıyamet günü. * Âfet. Devamlı musibet. (Herkesin ve her kavmin amellerini isbat ve izhar eylediğinden kıyamet gününe bu isim verilmiştir) (L.R.)
Hâk-nişin
f. Dilenci, sâil, fakir.
Hâk-nişinî
f. Dilencilik, yoksulluk, fakirlik, sefâlet.HÂK-PA(Y) f. Ayağın tozu, ayağın toprağı. Ayağın batığı toprak.
Hâk-rah
f. Yol toprağı.
Hâk-rub
f. Süpürge.
Hâk-sar
f. Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli.
Hâksarî
Perişanlık, düşkünlük, rezillik.
Hâl
Dayı. * Vücudda hususan yüzde görünen siyah benek, ben.
hâl
durum, görünüş, nitelik, şimdi, tâkat.
Hâlâ
(Hâlen) şimdi. Henüz. şimdiye kadar. Elân.
hâlâ
şimdi, henüz.
hâlât
hâller.
hâle
ay çevresinde görülen parlak daire, ayla.
hâledâr
hâleli.
hâlen
durumca, şimdi de.
hâlet
hâl, durum.
Hâlet
Suret. Hâl. Keyfiyet.
Hâlet-i cehennem-nümun
Cehennem gibi çok azab verici hal.
Hâlet-i gaşy
Kendini bilmeyecek derecede baygınlık.
Hâlet-i nez'
Ölüm hâleti. Can verme zamanı. Sekerat vakti.
Hâlet-i ruhiye
İnsanın ruh hâleti, manevi ve iç durumu.
1285
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hâlet-i şuhud
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şuhud hali, mânen veya misalen seyretme hâleti.(...Fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için kısmen yanlıştır. M.)
hâletinezi
can çekişme.
Hâlık
yaratıcı.
Hâlıkıyet
yaratıcılık.
Hâl-i hâzır
Şimdiki zaman, bu anki durum.
Hâl-i ihtizar
Can çekişme, ölüm ânı.
Hâl-i intizar
Bekleme hâli.
Hâl-i sahv
Arızi veya dâimi sebeplerle, şuurunu kaybetmiş bir kimsenin, muvakkaten şuurunun yerine gelmesi hâli.
Hâl-i siyah
Siyah ben.
hâlî
boş, tenha.
hâlid
sonsuz.
hâlif
yeminli, sözleşen.
hâlihâzır
şimdiki durum.
hâlik
helâk olan, yıkılan, bozulan, silinen.
Hâlis
Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli. * Pek beyaz. * Evvelce karışık iken kusuru zâil olan. * Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Bak: İhlâs) (Müennesi: Hâlise'dir)
hâlis
saf, duru, katışıksız.
Hâlisane
f. Hâlise yakışır bir surette. Hâlis kimselere mahsus bir niyet ve fiil ile.
hâlisâne
halisçe.
hâlisen
halis olarak.
Hâlisen
Halis ve katıksız olduğu halde. Hilesizce, doğru olarak.
1286
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hâliset
Edb: İbarenin düzgün ve akıcı olması.
hâlisiyet
halislik, saflık, duruluk.
Hâlisiyyet
Doğruluk, hâlislik, hilesizlik.
Hâlis-üd dem
Arı kan, safkan.
hâliyet
hâl oluş.
Hâmân
Firavunun veziri.
Hâme vü şemşir
Kalem ve kılıç.
Hâme
f. Yontulmuş kalem.
hâme
kalem.
Hâmegüzar
f. Kalemle yazılmış.
Hâme-i edeb
Edebiyat kalemi.
Hâme-i şekvâ
şikâyet kalemi. şikâyet yazan kalem.
Hâme-i zerrin
Altın kalem, altından yapılmış kalem.
Hâme-rân
f. Kalem yürüten, yazan.
Hâmız
Sirke gibi ekşi olan. Ekşiliği fazla olan, asit.
Hâmızat
(Hâmız. C.) Asitler. Sirke gibi ekşi olan şeyler.
Hâmızat-ı şahmiye
Yağ asitleri.
Hâmız-ı fahim
Kim: Karbonik asit.
Hâmız-ı hall
Kim: Sirke asidi.
Hâmız-ı karbon
Kim: Karbonik asit.
hâmızıkarbon
karbondioksit.
Hâmıziyyet
Ekşilik, kekrelik.
hâmî
himaye edici, koruyucu.
Hâmid
Cenab-ı Hakk'a hamd ü sena eden. Allah'a şükreden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) isimlerindendir.
hâmîd
hamdeden.
1287
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hâmide
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan. * Nebatsız kuru yer. * Yanmış kül olmuş.
Hâmidîn
(Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
Hâmidûn
(Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
hâmie
çamurlu, dumanlı.
Hâmil
(Hâmile) Yüklü yüklenmiş. * Gebe. * Taşıyan, götüren. * Hâiz. * Mâlik, sahib. * Uhdesinde bir poliçe bulunan.
hâmil
yüklenen.
hâmile
yüklü, gebe.
Hâmil-i vahy
Vahyi Peygamberimize (A.S.M.) getiren Cebrail (A.S.)
Hâmisen
Beşinci olarak, beşinci olmak üzere.
hâmisen
beşinci olarak.
Hâmme
(C.: Hevâmm) Haşerât-ı muzırra, zararlı böcekler. * Binek hayvanı.
hân
hükümdar.
Hânçe
f. Küçük tepsi, ufak sini.
Hânçe-i zer
Küçük altın tepsi. * Mc: Güneş.
hâne
ev.
hânedân
asil ve köklü aile.
Hânende
f. Okuyan, şarkı söyleyen.
hânende
şarkıcı.
Hânende-gân
f. (Hânende. C.) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar.
Hânende-gî
f. Şarkıcılık, hânendelik.
Hânmân
f. Ev-bark, ocak.
Hânmân-sûz
f. Ocak yakıcı, ev-bark yakan.
Hâr
f. Diken.
Hâr-ı firkat
Ayrılık acısı.
1288
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hârık
yakıcı, yakan.
Hârık-ı âde
Âdeti yırtan, âdetin dışarısında, hârikulâde.
Hâric
Bir şeyin veya mahallin veya memleketin dışında kalan. * Ecnebi.
hâric
dış, dışarı, dışarıdan.
Hâric-i vatan
Vatanın harici.
Hârika
Ateş, nâr, od.
hârika
normalin üstünde olup hayret uyandıran şey.
Hârika-i sevdâ
Aşk ateşi.
hârikanümâ
harika gösteren.
Hârika-pişe
f. Hârikalı. Hârika işler yapan.
hârikapîşe
harika eserler yapan.
Hârikat
(Hârika. C.) Şaşılacak şeyler, hârikalar. İnsanda hayret uyandıran şeyler.
Hârikavî
Harika cinsinden, harika gibi.
Hârikulâde
Fevkalâde, âdetin hâricinde bulunan şey, eser. Görülmedik derecede. Son derece kıymet ve ehemmiyeti hâiz olan şey.
hârikulâde
olağanüstü.
Hârim
Fakir.
hâris
ekici.
Hâris
Muhafız. Bekçi. * Gözcü. Himaye eden. Bekleyen.
Hâris-i gayur
Çalışkan ve gayretli çiftçi.
Hâris-i vatan
Vatanın koruyucusu, vatanın bekçisi.
hârre
çok sıcak.
Hârûn
Musa aleyhisselâmın kardeşi olan peygamber.
Hârût
sihir belleten iki melekten birinin ismi.
hâs
özel.
1289
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hasâd
hasat, ürün kaldırma.
hasâil
hasletler, huylar, nitelikler.
Hasâis
Bir şeye, birine has olan keyfiyetler.
hasâis
hasseler, nitelikler.
Hasâis-i insâniyye
İnsanlık hassaları.
hasârât
zararlar.
hasâret
zarar, ziyan.
hasâset
yoksulluk, düşkünlük.
Hasât
Küçük taş parçası. Çakıl. * Tıb: Sidik yolunda taş peyda olmak.
Hasât-ı bevliyye
Tıb: Sidik yollarında ve böbreklerde meydana gelen taş.
Hasât-ı mesane
Tıb: Sidik kesesinde meydana gelen taş.
Hasıb
Tipi. Ortalığı toza toprağa boğan şiddetli rüzgâr.
Hasıd
Ekin biçen.
Hasıf
Zayıf.
Hasık
Süngü demiri.
hâsıl
ortaya çıkan, ürün.
Hâsıl
Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
Hâsılat
Gelirler. Kazançlar. Elde edilenler. Kâr. Mahsul. Îrad.
hâsılât
ürün, gelir.
Hâsılat-ı sâfiye
Sâfi kazanç. Net kâr. Bütün masraflar çıktıktan sonra kazanç olarak geri kalan hâsılat.
Hâsılat-ı seneviyye
Senelik kazançlar, yıllık gelirler.
Hâsıl-ı bilmasdar
"Hakiki müessirden hâsıl olan fiildir. Kendi sebeb ve şartlarından meydana gelen şey. Meselâ: Bir şeye vurmak, masdardır; o vurmaktan hâsıl olan ses çıkmak, hâsıl-ı bilmasdır'dır. Tüfek atarak bir adamı
1290
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
öldürmekte tüfek atmak fiili, masdar: adamın ölmesi ve tüfeğin sesi çıkması da hâsıl-ı bilmasdar'dır." Hâsıl-ı cem'
Mat: Toplam. Bir kaç sayının birlikte toplanmasından meydana gelen yekûn.
Hâsıl-ı darb
Mat: Çarpım. Çarpmak işinin neticesi. 5 sayısı 2 sayısıyla çarpılırsa, çıkan 10 sayısı, hâsıl-ı darbdır.
Hâsılı kelâm
(Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası.
hâsılıbilmasdar
masdarla oluşan fiilin uygulanmasından çıkan sonuç.
Hasım
(Bak: Hasm)
hasım
düşman, muhalif.
Hasın(e)
(C.: Hâsınât) İffetli, namuslu ve şerefli kadın.
Hasır
(Hasr. dan) Muhâsara eden, etrafını çeviren, hasreden.
Hasıraltı etmek
Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.
Hasî
(Has'. den) Herkes tarafından kovulan. Sürülüp tardedilen.
Hasîb
Cömert kimse. Hayır sahibi ve eli açık adam. * Bolluk yer, ucuzluk.
Hasîd
(C.: Hasâyıd) Tarlada kalan ekin.
Hâsid
Hased eden, kıskanan.
hâsid
haset eden, kıskanan.
Hâsidane
f. Kıskanarak, kıskançlıkla. Hased edercesine.
Hâsif
(Husuf. dan) Sararmış. Rengi, parlaklığı kalmamış. Husufa uğramış.
Hasîf
Aklı başında, kâmil ve olgun adam.
Hasîfane
Aklı başında ve olgun olan bir adama yakışacak suretde.
Hasîfe
Gizlenen kin, hased ve düşmanlık.
1291
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hasîl
Ot.
Hasîl(e)
Sığır buzağısı.
Hasîle
İyeği arasında olan et.
Hasîm
Hasım olan, husumet eden, düşmanlık eden.
Hâsim
Kat'eden, hasmeden, kesip atan.
hasîn
sağlam.
Hasîn
Sağlam. Metin. Mustahkem. * Sağlam muhafaza eden.
Hâsir
Hasarete uğrayan. Zarara, ziyana uğrayan.
Hasîr
Hüsranda olan. Sapıtan, dalâlete giden. Azgın. * Eli boş. Müdafaasız. Çaresiz.
hasîr
zarara uğrayan.
Hâsiren
Ziyana uğrayarak, zarar gördüğü halde.
Hâsirîn
(Hâsir. C.) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler.
Hâsirun
Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar.
hasîs
basit, ufak, kötü.
hâsiyet
özellik, özel fayda.
Hâss ü âmm
Herkes, bütün herkes.
Hâss
(C.: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu. * Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan. * Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid. * Saf. * Tar: Osmanlı İmparatorluğunun ilk zamanlarında, devletin büyüklerine ayrılan yıllık geliri yüzbin akçadan fazla olan arazi.
hâss
özel.
hâssaten
özellikle.
Hâsse
Duygu uzvu. Bir şeye mahsus kuvvet. Hâl. (Bak: Kuvve)
1292
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hâsse-i lems
Elle dokunma kuvveti. Dokunma duyusu.
Hâsse-i rü'yet
Görme kuvveti.
Hâsse-i sem'
İşitme kuvveti, duyma duygusu.
Hâsse-i şemm
Koklama duygusu.
Hâss-ül hâss
En güzel, en has.
Hâst-gâr
f. İsteyen, talep eden, isteyici.
Hâst-gârî
f. Tâliplik, isteyicilik.
Hasud
Çok hased eden.
hasûd
kıskanan.
Hasudane
f. Kıskançlıkla, hasetçilikle, hasud olan kimseye benzer surette.
hasûdâne
kıskanırcasına.
Hasudî
Kıskançlık, çekememezlik, hasetçilik.
Hasun
Serçe gibi küçük ve alaca renkli bir kuş.
Hasur
Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen. * Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan. * Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez) * Oğlu ve kızı olmayan. * Avrete cimâ edemeyen. * İhlili dar olan deve.
Hasus
Katı, şedid, şiddetli.
Hasv
Men etmek, engel olmak.
Hasva'
Toprak parçası.
Hasve
(C.: Husvât) Yudum yudum, azar azar içme.
Haş
f. Süprüntü, kırıntı, döküntü. * Kızgınlık, hiddet.
Haşâ'
(C.: Ehşâ) Nefes tutukluğu. * Nefesin tutulması. * Nâhiye. * Kalb.
hâşâ
asla.
Hâşâ
Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun...(mânasına söylenir.)
Haşafet
Kin ve düşmanlık, haset ve adavet.
1293
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haşahiş
(Haşhâş. C.) Haşhaşlar.
Haşâ-i batın
Bağırsaklar.
Haşaiş
(Haşiş. C.) Kuru otlar.
Haşak
f. Süprüntü, çöp. Yonga.
Haşan
Kokmuş tuluk.
Haşarı
Yaramaz, rahat durmaz, hırçın.
Haşas
Arz haşereleri.
Haşb
Hayırsızlık. * Haşinlik.
Haşba'
Kuru, yâbis.
Haşeb
Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç.
Haşebe
(C.: Haşebât) Odun, ağaç. Yonga.
Haşebiyet
Odunluk, odun niteliği.
Haşeb-pare
f. Tahta parçası. Yonga.
Haşed
İnsan topluluğu, cemaat.
Haşef
Hurmanın yaramazı. * Eski elbise diken. * Devenin sütünün çok olması.
Haşefe
(C.: Haşef-Haşefât) Sünnet mevziine varana kadar olan zeker başı. * Yaşlanmış kuru kadın. * Kuru hamur. * Yumuşak taş.
Haşel
Bayağılaşma, rezil olma. Bayağılık, rezillik, âdilik. * Her nesnenin kötüsü.
Haşem
Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir. * Genzin tıkanıp burnun koku almaması.* Etin kokması.
Haşeme
(C.: Haşem) Kol. Kollukçu. Hizmetkâr.
Haşem-nişin
f. Göçebe.
Haşene
(Haşin. C.) Sert, katı ve kalb kırıcı olanlar.
1294
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Haşerat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Haşere. C.) Küçük zararlı böcek, akrep ve yılan gibi hayvanlar. * Mc: Zararlı ve kıymetsiz kimseler.
haşerât
böcekler.
haşere
böcek.
Haşere
Yabani arı, böcek, akrep ve yılan gibi zararlı mahluk.
Haşhaş
"Kapsüllerinden uyuşturucu bir madde olan afyon; tohumlarından da yağı çıkarılan bir bitki. * Hazırlıklı. * Silâhlı ve zırhlı topluluk."
haşhaş
bir bitki türü.
Haşhaşa
Silah sesi, yüksek ses. * Silâh. * Kuru ot. * Yeni kaftan.
Haşır
Toplayan, cem'eden, haşreden.
Haşi'
Huşu içinde olan, alçak gönüllülük eden. * Kusurlarını düşünerek, ürpererek Cenâb-ı Hakka niyâz edip yalvaran.
hâşî
huşûlu.
Haşi
Kuru, yâbis.
Hâşian
Tevazu ve mahviyetle. Alçakgönüllülük göstererek.
Hâşiane
f. Hâşi' olarak.
Haşib
Yoğun, kalın. * Tam düzelmemiş olan kılıç. * Süslü, zinetli.
Haşibe
Tabiat, mizaç, huy.
Haşif
Keskin kılıç. * Damdan aşağı asılmış olan karpuz.
Haşife
Adâvet, düşmanlık, kin.
Haşiîn
Huşu' içinde olanlar.
Haşim
Haşmetli, gösterişli, muhteşem.
Haşime
Kemiği kırılmış olan baş yarığı.
Haşimî
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) kabilesinden, O'nun sülâlesinden gelen. * Bir tarikat şubesinde olan.
Hâşimî
Peygamberimizin sülâlesinden.
1295
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haşin
Kırıcı, kalb kırıcı. Sert, katı.
haşîn
kırıcı, katı.
Hâşir
Haşreden, toplayan. Cem'eden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur. (Bak: Haşr)
haşir
ölümden sonra dirilip toplanma.
hâşir
toplayan, haşreden.
Haşiş
"Esrar adı verilen ""Hint keneviri""nin yaprağı. * Kuru ot."
Haşişe
Ot.
Haşiv
(Bak: Haşv)
Haşiye
Sahife kenarına veya altına yazılan izah. Bir kitabın izah ve şerhini yapan yazı. Kenar, pervaz.
hâşiye
sayfanın altındaki açıklama yazısı.
Haşiyy
Kuru, yâbis.
Haşiyye
(C.: Haşâyâ) İçi dolmuş döşek. * Nihalî adı verilen sofra altı.
Haşl
Herşeyin âdisi, bayağısı.
Haşm
İncitmek. * Gadaplandırmak, hiddetlendirmek.
Haşmet
"(Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, ""haşem"" den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme. * Hiddet, kızgınlık. * Alçak gönüllülük."
haşmet
büyüklük, ihtişam, görkem.
haşmetkârâne
haşmetlice.
Haşmetli
(Haşmetlü) Tar: Haşmet sâhibi mânâsına gelir ve ecnebi hükümdarlarına verilen bir ünvandır.
1296
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Haşmetmeab
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.
haşmetnümâ
haşmet gösteren.
Haşna'
Saliha kadın.
Haşr suresi
Kur'an-ı Kerim'in 59. suresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
Haşr u neşr
Toplanıp dağılmak, yayılmak.
Haşr
"(Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet. * Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekirdeğinden diriltilerek bütün insanların Haşir Meydanında toplanmaları. (Bak: Acb-üz Zeneb)(Surenin başında, küffar, Haşri inkâr ettiklerinden Kur'ân onları Haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemât eder; der: ""Ayâ, üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki: Biz ne keyfiyyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki; nasıl yıldızlarla, Ay ve Güneş ile tezyin etmişiz, hiç bir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki; zemini size ne keyfiyyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz o yerde ne kadar güzel, rengâ-renk her bir cinsten çift hadrevâtı, nebâtâtı halkettik. Yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyyette sema cânibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hububatı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halkedip ibâdıma
1297
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o su ile, ölmüş memleketi ihya ediyorum. Binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtatı, kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz da böyledir. Kıyamette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız."" İşte şu âyetin isbat-ı haşirde gösterdiği cezalet-i beyaniye-ki, binden birisine ancak işaret edebildik - nerede, insanların bir dâva için serdettikleri kelimat nerede? S.) (Bak: Hudus)" haşr
ölümden sonra dirilip toplanma.
Haşrece
Ölüm anında can çekişmekte olan bir kimsenin çıkardığı hırıltı.
Haşrem
Kireç taşı. * Alçak dağ. * Arı.
Haşr-i a'zam
Kıyamet koptuktan sonraki en büyük haşir, içtimâ.
Haşr-i cismanî
"Cisimle, cesedle dirilme. Bedenlerin ve vücudların haşri. (Sual: Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismaniyetin ebediyetle ve cennetle ne alâkası var? Madem, ruhun âli lezaizi vardır; ona kâfidir. Lezaiz-i cismaniyye için bir haşr-ı cismanî neden icabediyor?Elcevab: Çünki: Nasıl, toprak; suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır... fakat, masnuat-ı İlâhiyyenin bütün envaına menşe' ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fevkine çıktığı gibi.. hem kesafetli olan nefs-i insaniyye: sırr-ı câmiiyyet itibariyle, tezekki etmek şartiyle bütün letâif-i insaniyyenin fevkine çıktığı gibi.. öyle de, cismaniyyet en câmi', en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı Esmâ-i İlâhiyyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir. Meselâ: Dildeki kuvve-i zâika, rızk zevkinde envâ-i mat'umat adedince mizanlara menşe' olmasaydı; herbirini ayrı ayrı
1298
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem, ekser Esmâ-i İlâhiyyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevkedip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir. Hem, gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar, yine cismaniyettedir. Madem şu kainatın Sânii, şu kâinatta bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyat-ı esmâsını bildirmek ve bütün enva-ı ihsânatını tattırmak istediğini; kâinatın gidişatından ve insanın câmiiyyetinden, Onbirinci Söz'de isbat edildiği gibi kat'i anlaşılıyor. Elbette şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği mahsulâtın bir meşher-ı a'zamı ve şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedisi olan dar-ı saadet, şu kâinata bir derece benziyecektir. Hem cismanî, hem ruhanî bütün esasatını muhafaza edecektir. Ve O Sâni-i Hakîm ve o Âdil-i Rahim; elbette cismanî âletlerin vezaifine ücret olarak ve hidematına mükâfat olarak ve ibadat-ı mahsusalarına sevab olarak, onlara lâyık lezaizi verecektir. Yoksa hikmet ve adalet ve rahmetine zıt bir hâlet olur ki, hiç bir cihetle Onun cemal-i rahmetine ve kemal-i adaletine uygun değildir; kabil-i tevfik olamaz. S.)" Haşr-i emvât
Ölenlerin dirilerek bir araya toplanmaları.
Haşrî
Haşre âit. Öldükten sonraki dirilişe ve toplanmaya dair.
haşruneşr
dirilip toplanma ve yayılma.
Haşş
Kat'etmek, kesmek. * Toplamak, cem'etmek. * Davara ot vermek. * Ateş yakmak.
Haşşab
Ağaçtan anlayan. * Ağaç satan.
Haşşak
Bir nehir ismi.
Haşşaş
Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen.
Haşur
Her malın değerini bilip aldanmayan tâcir.
1299
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haşuş
Abdesthane, helâ, tuvalet.
haşv
fazladan söz, haşiv.
Haşv
Hurmanın kötüsü.
Haşv-i kabih
Edb: Söze çirkinlik veren kelime fazlalığı.
Haşv-i melih
Söz arasında ikinci bir kelime veya cümle ile ikinci derecede bir mâna ifade etmek.
Haşv-i müfsid
Edb: İbarede yalnız kalabalık etmekle kalmayıp mânâyı da anlaşılmaz hale getiren söz.
Haşvî
Mânâsız sözler söyleyen, saçma sapan konuşan. * Haşve benziyen.
Haşviyyat
Söz arasında, lüzumsuz, fazladan olan sözler.
Haşyet
Korku ve dehşet.
haşyet
sevgiyle karışık korku.
Haşyeten lillah
Allah için korku.
Haşyeten
Ürkerek, korku ile.
Haşyetullah
Allah korkusu.
Hat
f. Çaylak kuşu.
hat
yazı, çizgi, sınır.
Hata ender hata
Kusur içinde kusur. Hatâ içinde hata.
Hata savab cetveli
"Basılmış bir kitabın mürettib yanlışlarını göstermek için sonuna ilâve edilen cetvel. (Hatâ: Yanlış; savab: Doğru demektir.)"
Hata'
Saçak bükmek.
hatâ
yanlış, yanlışlık.
Hata
Yanlışlık. Yanılma. * Suç. Günah.
Hatab
"(Hatb) Odun. * Kinaye olarak ""Dedikodu, nemime"" ye de odun denilir."
hatab
odun.
1300
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hatabahş
f. Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan.
Hataen
Hatâ olarak, yanlışlıkla.
hatâender
hata içinde.
Hatai
Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller. * Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.
Hatair
(Hatire. C.) Mühim işler, ehemmiyetli ve önemli ameller.
Hataiyyat
Yanlışlıklar, yanlışlar.
Hatakâr
f. Yanlışlık yapan, hatâ eden, yanılan.
hatâkâr
hatalı.
hatâkârâne
hata edercesine.
Hatal
Boş ve yaramaz söz.
Hata-puş
f. Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen.
Hatar
Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler. * Çadırın eteklerine bağlanan parça.
hatar
tehlike, uçurum.
Hatarat
Tehlikeler. Akla gelen fikirler.
Hat'are
Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek.
Hatare
Hürmetli ve izzetli olmak.
Hatargâh
f. Tehlikeli yer, tehlikeli saha, tehlike yeri.
Hatariş
Deprenmek.
Hatarkâr
f. Hatarlı, korkulu.
Hatarnâk
f. Korkunç, korkulu, tehlikeli.
Hatat
Bağırma, çağırma, feryâd etme.
Hatatif
(Huttâf. C.) Kırlangıçlar.
1301
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hatavat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hatvât - Hatuvât - Hutuvât olarak da yazılır) (Hatve. C.) Adımlar, hatveler. (Bak: Hutuvât)
Hataya
(Hatâ. C.) Hatâlar. Yanılmalar.
hatâyâ
hatalar.
Hata-yı adlî
f. Adalet dairesine âit hata, yanlışlık.
Hatayi
(Bak: Hatâi)
Hatb
Odun toplamak.
Hatba'
Arkasında siyah çizgiler olan dişi eşek. (Müz: Ahtab)
Hatd
Durdurmak. İkâmet.
Hateb
(C.: Ahtâb) Odun. * Koğuculuk.
Hatel
Kahretmek. * Ahdini bozmak. * Aldatmak.
Hatem
Kırılmış olan şey.* Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması.
hatem
mühür, son.
Hâtem
Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük. * Son. En son.(...Sath-ı arzda altı ay zarfında beşerin haşrini temsil eden o sayısız haşir ve neşirlerde görünen rububiyetin o tasarruf-u aziminde pek yüksek, büyük ve ince nakışlı bir hâtemi vardır. Mahlukatın icadında görünen şu intizamlar, suhuletler, sür'atler, imtiyazlar hep o hâtemin parıltısından meydana geliyorlar. Evet her bahar mevsiminde pek hakimane, basirane, kerimane faaliyetler başlar ve hârikulâde san'atlar yapılır. M.N.)
Hatemane
f. Hâtem'e yakışacak şekil ve surette. Cömertçesine.
Hatemat
(Hatme. C.) Hatim etmeler. Sona erdirmeler.
Hateme
"""Allah, sona erdirsin."" meâlinde bir dua."
Hâtem-i mahsus
Hususi mühür. Bir kimseye âit damga, mühür.
1302
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hâtem-i sadaret
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna ""hâtem-i vekâlet"", ""hâtem-i şerif"" veya ""mühr-i hümayun"" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü hamamda bile boyunlarında taşıyan sadrazamlar vardı. (O.T.D.S.)"
Hatem-i taî
(Ebu Adi bin Abdullah bin Said) Arab kabile reislerinin büyüklerinden ve şairlerinden olup, cömertliği ile meşhurdur. Adı, cömertlik ve keremde darb-ı mesel halini almıştır. Bazı şiirleri toplanarak bir divan yapılmış ve Londra'da bastırılmıştır. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zamanına yetişmiş ise, de, bi'setten evvel vefat etmiştir.
Hatemi
Mühür kazıyan, mühür yapan. Mühürle alâkalı.
hatemiyet
hatemlik.
Hatemkârî
"Bir sathın ""yüzeyin"" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât."
Hâtem-ül enbiya
Peygamberlerin en sonuncusu Hz. Muhammed (A.S.M.)
Hâtem-ül hâtem
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Tevrat'taki ismi.
Hâtemülenbiyâ
nebilerin sonuncusu olan Peygamberimiz.
Hâtem-ür rüsül
Peygamberlerin sonuncusu, son resul, Hazret-i Muhammed (A.S.M.)
Haten
(C.: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi) * Araplar, damat mânasına kullanırlar.
Hatenat
(Hatene. C.) Kaynanalar.
Hatene
(C.: Hatenât) Kaynana.
Hat'et
Vurmak, darb. * Düşürmek. * Cima etmek.
1303
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hatf
göz kamaştırma.
Hatf
Kapmak. * Şimşek gibi göz kamaştırmak. * Sür'atli olmak.
Hatıb
(Hatab. dan) Oduncu, odun toplayan. * İyiyi kötüyü ayırd edemeyen kimse.
Hatıb-ı leyl
Geceleyin odun toplayan kimse. * Mc: Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan adam.
hâtıf
göz kamaştıran.
Hatıf
Süratli kapıp götürücü. * Göz kamaştırıcı şimşek.
Hatıl
Taş duvarı takviye etmek için her bir-iki metrede çekilen tuğla veya kereste tabakası.
Hatım
(C.: Havâtim) Yüzük.
hâtır
akıl, zihin, hâl, gönül, değer.
Hatır
Zihin. Fikir. Gönül. Kalb. Hal. Tedbir. Vesvese.
hâtırâ
anı, akılda kalan.
Hatıra
Hatıra gelen. Hatırda kalan şey. * Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.
Hatır-aşüfte
f. Gönlü perişan olan.
Hatırat
"(Hâtıra. C.) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler. * Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.(... Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz'dan başka hangi sebeb var ki; en ince ve en gizli hâtırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak, hâşâ; Zat-ı Vacib-ül Vücud'dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette Onun izni ve iradesi olmadan imdat edemez ve halaskâr olamaz. L.)"
hâtırât
hatıralar.
1304
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hatırat-ı kalb
Kalbe gelen hatıralar ve mânâlar.
Hatır-azar
f. Hatır kıran.
Hatır-azürde
f. Hatırı kırılmış.
Hatır-güşa
f. Gönle ferahlık veren. İç açan.
Hatır-ı nâ-şâd
Tasalı ve kederli gönül.
Hatır-ı nefsanî
Tas: Dünya ve nefis muhabbetinin cismanî kuvvete galebesi.
Hatır-ı rahmanî
Tasavvuf ehlinin kalbinde, Allah'ın cemal-i vahdetinin tecellisiyle tam bir sükûnet olması. Buna muhabbetullah da denir.
Hatır-ı şeytanî
Tas: Nefsin zevklerine muhabbet yüzünden, ma'siyet ve günahlara düşmek.
Hatır-mande
f. Gücenmiş, kalbi incinmiş, hatırı kırılmış.
Hatır-nevaz
f. Gönüle okşayan, hatırnaz.
Hatır-nişan
f. Hatırda kalan, akılda duran.
Hatır-nişin
f. Akılda kalan, hatırda kalan.
Hatır-saz
Hatır yapan, gönül alan.
Hatır-şiken
f. Gönül inciten, kalb kıran, hatır kıran.
Hatır-şinas
f. Gönül alıcı, hatır alıcı.
Hatır-zad
f. Akla gelen, hatıra doğan.
Hatî
Fakir kavutu.
Hatî'
Yaramaz kimse.
hatiâ
hata, yanlış.
Hatîa
Ok atan kimselerin, baş parmaklarına geçirdikleri deri.
hatiat
hatalar, yanlışlar.
Hatib
Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse. * Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.
1305
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hatîb
konuşmacı, hatip.
Hatîb
Odunu çok olan kimse.
Hatibane
f. Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına.
Hatîbe
Ormanlık, ağaçlık yer. * Odunluk.
Hatîce
(Hadîce) Vakitsiz ve erken doğan kız çocuğu. * Fetva metinlerinde kadını temsil eden umumi isimlerden birisi. (Ötekiler: Hind, Fâtıma ve Zeyneb'dir.)
Hatîce-i kübra
Peygamberimizin (A.S.M.) ilk zevcesi ve mü'minlerin annesi. Yirmidört sene bütün varlığıyla ve mülküyle Peygamber Efendimize hizmet etmiş ve Ona ilk olarak iman etmiştir. (Radıyallahu Anha)
Hatîe
Hatâ. Günah. Kabahat. Suç.
Hatif
Gayıptan haber veren cinnî. * Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı.
hâtif
sesi işitilen görünmez varlık.
Hatîfe
Unu süt ile yoğurup pişirerek yapılan yemek.
Hatil
Yorgun. * Devamlı yağan yağmur.
Hatim
Hitâma erdiren. Bitiren. * Mühür basan.
Hatîm
Kâbe-i Muazzama'nın şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur.
hâtime
son, son söz.
Hatime
Son. Nihayet. Son söz.
Hatime-keş
f. Son veren, hâtime çeken, bitiren, sona erdiren.
Hatin
Sünnet eden.
hatip
konuşan, hitap eden.
Hatir
Muhâtaralı, tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse.
Hatît
Hasis kimse.
1306
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hatita
Bir malın değerinden indirilen tenzilât, iskonto.
Hatk (hatkân)
Yürürken adımların birbirine yakın olması. * Yönelmek, teveccüh etmek.
Hatla'
Kulakları sarkık olan kadın. (Müz: Ahtal)
hatm
bitirme.
Hatm
Hitâma erdirmek, bitirmek. Kur'an-ı Kerim'i veya herhangi bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. * Mühürleme. Mühürlenme.
Hatme
Baştan aşağı (bütün Kur'ân-ı Kerimi) okuyup bitirmek. * Bir arada muayyen bir şeyi okuyup bitirmek.
hatme
baştan sona okuyup bitirme.
Hatme-i enfâs
Nefesleri tükenmek. Ölmek.
Hatme-i hâcegân
f. Nakşi tarikatı mensublarının fikri ve nazarı mâsivadan tecerrüd ederek, topluca muayyen dua ve zikirlerini sonuna kadar okumaları.
Hatme-i mahsusa
Hususi hatme. Kur'andan veya hadisten alınan muayyen duaları okuyup bitirmek.
Hatn (hıtn)
Beraberlik, misil, denk olma, eşitlik.
Hatn
Damat. * Sünnet etme.
Hatne
Kaynana.
Hatr
Atâ etmek, hediye vermek. * Sağlamlaştırmak.
Hatra
Nehirlerde işleyen vapurların iskandil direği.
Hatre
Bir kere emmek.
Hatrebe
(Hatribe) Dar gelirli olmak. * Maaş sıkıntısı. * Gevezelik etmek.
Hatreme
Sütlü bulamaç.
Hatreşe
Çekirgenin bir şeyi yerken çıkardığı ses.
Hatrib
Daima beyhude ve mânasız konuşan.
hatt
sınır, çizgi, yazı, yol.
1307
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hatt
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sınır. Çizgi. Hudud. * Yazı. El yazısı. * Nâme. Mektup. * Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal. * Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol. * Deniz yalısı. * Gemilerin hareketteki istikameti. * Parmağın onikide biri olan bir ölçü. * Ferman, buyruk. Padişah emri. * Geo: Sadece uzunluğu olan.
hattâ
bile, hem, üstelik.
Hatta
Harf-i atıftır, gaye bildirir. Ve (fazla olarak, kadar, bile, dahi, hem de...) mânalarına gelir.
hattab
oduncu.
Hattab
Oduncu. Odun satan.
Hattaf
Kırlangıç kuşu. * Kapıp kaçıran, kapıp aşıran.
Hattan
Sünnetçi.
Hattar
Süngü vuran.
Hattat
Çok güzel yazı yazan san'atkâr.
hattat
güzel yazı yazan kimse.
Hatt-aver
Sakalları yeni çıkmaya başlayan genç.
Hatt-ı bâlâ
f. Tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi. Zirvelerden geçen hat.
Hatt-ı butlan
İptal etmek gayesiyle bir kaydın veya künyenin üzerine çekilen çizgi.
Hatt-ı dest
f. El yazısı.
Hatt-ı fâsıl
Ayırıcı çizgi, fasledici çizgi.
Hatt-ı hareket
Davranış. Davranma tarzı. Hareket tarzı.
Hatt-ı hümayun
f. Padişanın el yazısı. Padişahın emri.
Hatt-ı ictima-i miyâh
Suların toplandığı hat. Dere, çay, nehir.
Hatt-ı istivâ
f. Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. *
1308
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ekvator. * Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi. Hatt-ı mevhum
Hayalî çizgi.
Hatt-ı mismarî
Çivi yazısı.
Hatt-ı muvâsala
f. Erişme ve vâsıl olma yolu. Birbirine kavuşup buluşma ve birleşme yeri. Birbirine münasebet kurabilme yolu.
Hatt-ı müdâfaa
Savunma hattı, müdafaa hattı.
Hatt-ı münhanî
f. Eğri çizgi. Eğilen hat.
Hatt-ı münkesir
Geo: Kırık çizgi.
Hatt-ı müstakim
f. Doğru çizgi. * Doğru yol. Doğruluk üzere olan şey.
Hatt-ı nısf-ün nehar
Meridyen. Ekvatora dik olarak geçtiği farzedilen dairelerin her biri.
Hatt-ı şakul
Çekül doğrultusu. Yer çekimi istikametinde, dünyanın merkezine doğru.
Hatt-ı şehriyarî
"Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar ""hatt-ı hümayun"" ""hatt-ı şerif"" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına ""hatt-ı şehriyarî"" denilirdi."
Hatt-ı ufkî
f. Düz hat. Ufki hat.
Hatt-ı vâsıt
Geo: Kenarortay. Üçgenin köşelerinin her birini karşı kenarın orta noktasına birleştiren doğru parçaları.
Hatt-ı zerendud
Altunla yazılmış celi yazılar.
Hattiyye
(C.: Hatyât) Canı, kıymeti yüce olmak. * Küçük ok.
Hatt-şinas
f. Yazı uzmanı, yazıdan anlayan.
Hatun
(C.: Havâtın) Kadın. Hanım. * Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.
1309
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hâtun-u kıyamet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) kızı Hz. Fatıma'ya mecaz yoluyla söylenen bir tabirdir.
Hatut
Tez yürüyüşlü yedek atı.
Hatv
Adım adım yürümek, adım atmak.
Hatve
(Hutve) Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak.
hatve
adım, bölüm.
Hatve-endaz
f. Adım atan.
Hatve-endazî
f. Adım atıcılık.
Hatve-i tekarrüb
Yaklaşma adımı.
Hatve-şümar
f. Adım sayan. * Çekinerek ve ihtiyatla yürüyen.
Hav
Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy. * Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy.
Hava
(Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası. * Hafif yel. * Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı. * Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu. * Müzikte ezgili ses, sadâ.
Hava'
Hâli olmak, boş olmak. * Düşmek, sâkıt olmak.
Havabat
(Bak: Havbâvât)
Havacib
Hicablar, perdeler, örtüler.
Havadis
(Hâdise. C.) Yeni hâdiseler, yeni sözler. * Alâka ile karşılanan haberler.
havâdis
hâdiseler, olaylar, haber.
Havafi
Kuş kanadında ebâhir yeleklerinden sonra olan dört kısacık yelekler.
Havafir
(Hâfir. C.) Kazanlar, yeri kazıcılar. * Hayvan, dâbbe tırnakları.
Havagazı
t. Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz.
Hava-i nesimî
Sabahki hava. Temiz hava.
1310
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Havaî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı. * Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.
havaî
hava ile ilgili.
Havaic
(Havâyic) İhtiyaçlar. Hâcetler. Gerekli ve lüzumlu şeyler.
havâic
ihtiyaçlar.
Havaic-i asliye
"Fık: Mesken ile, eve lüzumlu eşyadan ve kışlık, yazlık elbise ile lüzumlu silâhtan, âletten, kitaptan ve binek (hayvan) ile hizmetçi ve bir aylık - sahih görülen diğer bir kavle göre; bir senelik - nafakaya mahsus erzaktan ibârettir."
Havaic-i zaruriyye
Zaruri ihtiyaçlar. Giderilmesi lüzumlu olan ihtiyaçlar.
Havaiyyat
Havâi şeyler ve sözler.
Havak (havka')
Geniş yer, vâsi.
Havakîn
(Hâkan. C.) Hükümdarlar, hakanlar, padişahlar, başbuğlar.
Havale
Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama. * Görmeyi önleyen duvar gibi perde. * Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık. * Postadan gelen emanet kâğıdı.
havâle
işin görülmesini başka birine bırakma.
Havale-i muaccele
Huk: Havale konusunun, behemehal ödenmesi lâzım geldiği şekilde yapılan havale.
Havale-i mübheme
Huk: Havale konusunun, ta'cil veya te'cili beyan olunmadan yapılan havale.
Havale-i müeccele
Huk: Havale edilen şeyin vadesi geldiğinde ödenmesi şeklinde yapılan havale.
Havalename
f. Posta gibi vasıtalarla para göndermek üzere yazılan havale mektubu.
1311
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Havaleten
Havale suretiyle, havale olarak.
Havali
Çevre, civar, etraf, yöre.
havâlî
yöre, taraf.
Havamis-i süleymaniye
Turuz-Tebriz-2012
"Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden
beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı ""havamis"" kelimesi de ""hamise""ye kalbolunmuştur. Havamis medreseleri sonraları ""Hâmise-i Süleymaniye"" ismini almıştır." Havan
İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap. * Tütün kesmekte kullanılan makine. * Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse. * Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet. * İçine çukur delikler oyulmuş büyük ağaç kütüğü. (XlX. yy.dan önce bu deliklerin içinde, kara barutun bileşimine giren maddeler tokmak vasıtasıyla dövülerek ufalanırdı.) * Ask: Namlusu çapına oranla kısa olan ve aşırma atış yapmak için kullanılan top cinsinden bir ateşli silâh.
Havanık
(Hânkah. C.) Tekkeler.
Havanit
(Hânut. C.) Dükkânlar. * Meyhaneler, işrethâneler.
Havare
f. Yiyecek, azık.
Havarık
(Hârika. C.) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler. * Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.
havârık
harikalar.
Havarık-ı âde
Fevkalâde olaylar, hârika hâdiseler.
havârî
isa aleyhisselâmın yardımcısı.
1312
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Havari
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yardımcı. * Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 zâttan her biri.
Havaric
(Hâric ve Hârice. C.) Asiler, zorbalar, isyankârlar. * Hâricîler. Hâriçte kalanlar. (Bak: Hâricî)
Havâric
sapık bir anlayışın sahibi olan Haricîler.
Havariyyun
Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Yahuda, hain Yahuda İskariyot'tur.
Havas
(C.: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak.
havas
seçkinler.
Havasıb
(Hâsıb. C.) Şiddetli rüzgârlar, fırtınalar.
Havasın
(Hâsına. C.) Namuslu kadınlar.
Havâss u avâm
İleri gelen kimseler ve halk.
Havâss
(Hâss - Hâssa. C.) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar. * Zenginler sınıfı. * Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat ve takva yolunda yükselerek mümtaz olan Evliyâullah. Herkesin hürmet ettiği büyük zevât. * Manevî te'sir için okunan duâlar.
Havass
(Hasse. C.) Hasseler. Duygular.
havâss
duyular, duygular.
1313
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Havass-ı (hamse-i) bâtına
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike
(akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti). Havass-ı (hamse-i) zâhire
Zâhirî beş duygu: Tatmak, görmek, işitmek, koklamak, dokunup
duymak. Havâss-ı hümayun
"Tar: Osmanlı İmparatorluğunun fütuhat devirlerinde (yükselme devri) fethedilen araziden devlet hazinesine ayrılan kısım. Her yer zaptedildikçe, arazi: timar, zeamet ve has namıyla üç sınıfa ayrılırdı. Meselâ 250 köyden müteşekkil bir sancağın 100-150 köyü ikişer üçer köy olarak 40-50 tımara ayrılır, harpte başarı gösteren askerlere dağıtılırdı. Kalanı zeamet ve has itibar edilerek bundan vezirlere, sancak beylerine, beylerbeyilere ve sâir devlet büyüklerine hisse ifraz edildikten sonra geri kalan kısım, ""Hass-ı Hümâyun"" namıyle devlete bırakılırdı. (O.T.D.S.)"
Havâss-ı refia
Tar: Eyüp Kadılığı eskiden Çatalca'ya kadar uzanır ve Çatalca'da kadının bir vekili bulunurdu. İkinci meşrutiyete kadar bütün mahkeme işleri, kadının tayin ettiği bir naib tarafından idare edilirdi. Meşrutiyet devrinde diğer kadılara yapıldığı gibi, Eyüp Kadılığına da maaş bağlandı. Şer'î ve nizamî mahkemeler birleştirilince havâss-ı refia ortadan kaldırıldı.
Havaşi
(Hâşiye. C.) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar. * Maiyet adamları.
Havat
Tavşancıl kanadının fısıltısı. * Ses, sadâ.
havâtıf
göz kamaştıran şeyler.
Havatıf
Göz kamaştırıcı şeyler. (Bak: Hâtıf)
havâtır
hatıralar.
1314
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Havatır
Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
Havatır-ı rabbaniye
Rabbanî telkinler. İlâhî ilhamlar.
Havatır-ı şeytaniye
Şeytanî vesvese ve düşünceler.
Havatim
(Hâtem. C.) Mühürler, hâtemler.
Havatîm
(Hatime. C.) Sonlar, nihayetler.
havâtim
mühürler, sonlar.
Havâtim-i resmiyye
Resmî mühürler.
Havatin
(Hâtun. C.) Şerefli kadınlar, hâtunlar.
Havayic
(Bak: Havâic)
Havaz
Kalbde olan gam ve tasa.
Havaze
(C.: Havâzât) Ziyafet.
Havb
Fakir ve muhtaç olmak.
Havba'
Zât, nefs.
Havbavat
Nefsler. Zâtlar.
Havbet
(Havb) Açlık, hâcet, meskenet. * Çayırı, otlağı olmayan kır yer.
Havc
(Havcâ') Hâcet, ihtiyaç.
Havceb
(C.: Havâcib) Kırmızı gül.
Havcele
Ağzı büyük, kendisi küçük şişe.
Havceme
(C.: Havâcim) Kırmızı gül.
Havd
Güzel ahlâk. * Güzel ve yumuşak vücutlu câriye.
Hav'eb
Basra yakınında bir mevkinin adı. * Çeşme. * Geniş dere. * Pek büyük kova.
Havebe
Zayıf adam.
Havel
Mülk. * Haşmet.
Havelân
Dönme, dolaşma. * Değişme.
Havelan-ül havl
Senenin geçmesi. Senenin değişmesi.
1315
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haveme
Büyük, ulu, yüce.
Havene
(Hâin. C.) Hâinler, hıyânet edenler.
Haver
Zayıf olmak. * Yumuşak, çukur yer. * Denize suyun akıp döküldüğü yer.
Haveran
f. Doğu ile batı. Şark ile garp.
Havernak
Irak'ta bulunan Numân-ı Ekber denen biri tarafından binâ edilmiş olan bir köşk.
Haverver
Şey mânasına gelir bir isim.
Havf ve reca
Korku ve ümid. (Hem yaşama ümidi, hem de ölüm korkusu. Yahut, affedilmesi ümidi veya cehenneme gitmek korkusu.) (Bak: Celâl)
Havf
Kavim, kabile.
havf
korku.
Havfen
Çekinerek, korkarak, havf ederek, korku ile.
Havfezan
Tarhun otu.
Havf-ı âr
Utanma korkusu.
Havf-ı bâri
Allah korkusu.
Havfnak
f. Korkulu, korkutan, korkunç.
havfullah
Allah korkusu.
Havıt
Deve semeri. Devenin hörgücüne takılan küçük semer.
Havî
Çekirge.
Havi
İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi'. * Biriktirici. * Kuşatan.
hâvî
kapsayan.
Havil
(C.: Huvel) Hizmetkâr.
havîriyyûn
havariler.
hâviye
cehennem.
Haviye
Şenliksiz olan yer. Harabe. Issız, boş yer. * Sâkıt. Göçük, çökük.
1316
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haviyye
(C.: Havâyâ) Yağlı bağırsak. * Bağırsak. * Deve palanı.
Havk
"""Halka"" denilen yuvarlak."
Havkale
(C.: Havâkıl) İhtiyar, zayıf, kuvvetsiz ve çelimsiz adam. * Hızlı yürüme.
Havl
Güç. Kuvvet. * Muhit, etraf. * Yıl, sene. * Tahavvül, inkılâb. * Geçmek. * Bir hâlden bir hâle dönmek. * Rücu etmek. * Sıçramak. * Hile.
havl
kuvvet, korku.
Havla'
Gözü şaşı olan kadın. (Müz: Ahvel)
Havle (havâl)
Çok fazla döndürmek veya dönmek.
Havleka
"""La havle velâ kuvvete illâ billah"" demek."
Havl-i havelân
"Zekâtın lüzumu için; bir mal üzerinden, bir sene geçmiş olması."
Havlî
Bir yıllık.
Havm
Deve sürüsü. * Devretmek.
Havmane
(C.: Havâmin) Çok sağlam yer.
Havme
Tasarruf dâiresi.
Havn
Hıyanet etmek, hâinlik yapmak.
Havr
Rücu etmek, dönmek. * Eksiltmek, noksan etmek.
Havra
Yahudi mâbedi, sinagog. * Mc: Pek gürültülü yer.
Havran
Şam diyarından bir yerin adı. * Balıkesir'in bir ilçesi.
Havrem
Ayak ovup kir gidermekte kullanılan, kırmızı renkli delikli taş.
Havreme
Burun ucu.
Havs
Geceleyin istemek.
Havsa
Bağır. * Bağırın yanındakiler.
Havsa'
Karnı sarkık olan kadın. (Müz: Ahves)
Havsal
Havuzun kenarında suyun durulduğu yer.
1317
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
havsala
kavrama kabiliyeti.
Havsala
Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl. * Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf. * Mide.
Havsala-suz
f. Takati kaldıran, tahammülü mahveden.
Havsere
Araptan bir kabile.
Havşeb
Köstek yeri.
Havta'
Tavşan yavrusu. * Bir nevi sinek. * Delil.
Havtek(î)
(C.: Havâtik) Kısa boylu.
Havtel
Büluğa eren oğlan. * Bağırtlak yavrusu.
Havv (huvv)
Bal, asel.
Havva
Hz. Adem'in (A.S.) muhterem zevcesi, eşi. * Rengi esmere mâil kadın. * Yalancı, kezzab.
Havvas
Hurma yaprağı satan kişi. * Hurma yaprağından zenbil yapıp satan kişi.
Havvat
Bahadır, çeri, kahraman, öncü.
Havya
Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.
Havyar
Balık yumurtası. Mersin balığı yumurtasından yapılan siyah, mugaddi ve leziz bir madde.
Havye
Tıb: Yaranın etrafındaki kabarık etler.
Havz
(C.: Hıyâz) Hususi suretle yapılan su havuzu.
havz
havuz.
Havza
Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar. * Memleket. * Taraf. * Sınır için: Bir şeyin çevresi içinde olan.
havza
sınırlı bölge.
1318
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Havzaa
Kumluktan alınmış bir miktar kum.
Havzan
Sarı çiçekli, güzel kokulu bir çiçek. Nilüfer çiçeği. * Tarhun otu.
Havze
Nâhiye. * Cemaat, topluluk.
Havzerî
Birbirinden ayrılmayı istemek.
Havz-ı hayal
Hayal havuzu.
Havz-ı kebir
Fık: Büyüklüğü 45 - 50 metre kare genişliğinde olan akmayan, durgun su bulunan havuzdur. Genişliği bu ölçüden küçük olursa ona havz-ı sagir denilir.
Havz-ı kevser
Kevser havuzu. (Bak: Kevser)
Hay
f. Eyvah! Vay!
hayâ
utanma hissi.
Haya
Yağmur. * Ucuzluk.
Hayadar
f. Utangaç, çekingen, mahcub.
Hayadid
(Haydud. C.) Haydutlar, eşkiyalar.
Haya-huy
f. Çığlık, vâveyla. * Çalıp eğlenmeden çıkan gürültü, ses.
Hayal
(C.: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey. * Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.
hayâl
insanın kafasında tasarladığı şey.
Hay'al
Yakasız gömlek.
hayâlâlûd
hayâlle karışık.
Hayalât
(Hayal. C.) Hayaller, hülyalar.
hayâlât
hayâller.
Hayalât-ı âliyye
Yüksek ve âli hayaller.
hayâlen
hayâl olarak.
Hayalen
Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak.
1319
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hayâlet
gerçek olmayan görüntü.
Hayalet
Göze görünen hayal, karaltı.
Hayal-i beşer
İnsan hayali.
Hayal-i fener
Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet. * Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.
Hayal-i hâil
Korku ve dehşet veren hayal.
Hayal-i sefid
f. Beyaz hayal.
Hayalî
"Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik. * Hayal, yahut halk dili ile ""Karagöz"" oynatanlar."
hayâlî
hayâl ürünü olan.
Hayaliyyun mezhebi
Aslı olmayan ve hayalde tasavvur edilen şeyleri, gerçek olduğunu vehm edenlerin mesleği.
Hayaliyyun
(Hayalî. C.) Romantik şâirler, hayalî yazarlar.
hayâliyyûn
hayâl edilen şeyleri gerçek kabul edenler.
Hayal-perest
f. Hayalî şeylerle çok uğraşan. Çok hayal kuran. Dalgın. Olmayacak şeylerle avunan.
hayâlperest
hayâl peşinde koşan.
Hayal-perestlik
Kelâmda hakikatı rencide edecek şekilde lüzumsuz hayallere yer vermek.
Hayal-perver
f. Hayale düşkün.
Hay'ame
Yaramaz huylu, kötü mizaçlı.
hayat
dirilik, canlılık.
Hayat
Kasaba ve köy evlerinde üstü kapalı, bir, iki veya üç tarafı açık sofa. * Avlu.
hayatâlûd
hayatla karışık.
1320
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hayat-bahş
f. Hayat bağışlayan, hayat veren, zindelik veren.
hayatdâr
hayatlı.
Hayat-engiz
f. Yaşamaya zorlayan, yaşatan.
hayatfeşân
hayat saçan.
Hayat-feza (efza)
f. Hayat artırıcı, hayat bahşedici. (Bak: Fezâ)
Hayat-ı alil
Hasta ömür, hastalıklı hayat.
Hayat-ı askeriyye
Askerlik hayatı.
Hayat-ı hususiyye
Hususi hayat, özel hayat. Şahsa ait hayat.
Hayat-ı insanî
İnsana ait hayat.
Hayat-ı takdiriyye
Huk: Ana rahminde bulunan çocuğun hayatı.
Hayatî
Hayata ve yaşamağa ait. Hayatla alâkalı. Hayat için mecburi olan. * Mc: Çok önemli bir şeyin bağlı bulunduğu başka bir şey. Temel.
hayatî
hayatla ilgili, önemli.
hayatiyet
canlılık.
Hayatiyet
Canlılık. Hayat işaretinin, alâmetinin görünür olması.
Hayatiyyun
Biyoloji âlimleri.
hayatkârâne
hayatlı bir şekilde.
hayatperest
yaşamaya pek düşkün olan.
hayatperverâne
hayatı severcesine.
Hayaviye
Hayatla alâkalı âza. (Hayeviye diye de okunur)
Hayber
"Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efendimiz, Hudeybiyeden döndükten sonra binikiyüz piyâde ve ikiyüz süvari ile Hayberin
1321
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fethine gitmiştir.Hayberin eski ahalisi yahudi olup, fetihten sonra haraca bağlanarak vatanlarında bırakılmışlar ise de, Hz. Ömer (R.A.) Peygamberimizin son hastalıklarında ""Arap Yarımadasında iki din birleşemez."" dediğini işittiğinden, daha sonra halifeliği zamanında bu hadise istinaden bütün yahudileri çıkarıp Şam'a naklettirmiştir." haybet
elde edememe, mahrumluk.
Haybet
Mahrumiyyet. İsteğine erememek. Me'yus ve mahrum olmak.
Haybet-zede
f. Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan.
Hayd
(C.: Hayud-Ahyâd) Uzanmış büyük dağ burnu.
Hayda'
Sıcak günlerde uzaktan görenin su sandığı serap.
haydar
cesur, yiğit, Hazreti Ali.
Haydar
Yiğit, cesur, kahraman. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, * Arslan, gazanfer.
Haydarane
f. Hz. Ali gibi. Kahramanca, yiğitçe, cesurca.
Haydar-ı kerrâr
Hz. Ali. * Kahramanca döne döne düşmana saldıran.
Haydarî
Kahramanlık, cesurluk, yiğitlik. Arslanlık. * Eskiden bazı esnaf ve köylülerin giydikleri kolsuz aba, hırka.
Haydariyye
Hırkanın altına giyilen kısa ve kolsuz elbise.
Hayde
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Hakdan ve doğru yoldan ayrılmak.
Haydeb
Ulu ve yüce yol.
Haydo
(Kürdçede ism-i tasgirdir) Haydar demektir. (Ali'ye Alo denmesi gibi)
Haydud
(Haydut) Yol kesici. Dağ hırsızı. Eşkiya.
haydût
yol kesici.
Haye
f. Yumurta. * Haya, husye.
Hayed
Gölgesinden ürken eşek.
Hayende
f. Ağızda çiğneyen.
1322
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hayesan
Doğru yoldan dönmek, udul etmek. * Nefret etmek.
Hayevan
(Bak: Hayvan)
Hayevî
Canlı. (Bak: Hayaviye)
Hayf
Gözün birisi birine muhalif olmak.
hayfâ
yazık!
Hayfane
(C: Hayfân) Alacalı çekirge. * Ayakları uzun olan at.
Hayfes
Kısa adam.
hayhay
baş üstüne.
Hayhay
t. Baş üstüne, seve seve yaparım, öyle ya!, şüphesiz, elbette (gibi mânâlara gelir.)
Hayıflanmak
Acınmak, üzülmek. Esef etmek.
Hayır
Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran. * Birikmiş su.
hayırhâh
iyilikçi.
Hayırsever
İyilik ve yardım etmesini seven.
hayız
kadınlarda her ayın belirli günlerinde kanama ile kendini gösteren özel bir hâl, âdet hâli, hayz.
Hayia
Şiddetli ses.
Hayic
Âşık, hayran. * Mest olmuş deve.
Hayide
f. Çiğnenmiş. * Ağızdan ağıza dolaşmış, bayat söz.
Hayide-gû
f. Değersiz sözler söyleyen kimse. * Değersiz şiirler yazan kimse.
Hayih
Lâzım olduğu halde mevcud olmayan nesne.
Hayil
Kısır olan hayvan. * Engel, mâni. * Hicâb.
Hayim
Suyu, tahmin ettiği yerlerde arayıp bulamamak. * Susuz, atşân.
Hayir
Mütehayyir kimse. * Toplanmış su.
Hayiş
Sık bitmiş olan hurma ağaçları.
Hayize
Aybaşısı olan kadın. (Bak: Hayz)
1323
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hayk
Sallanmak. * Dokumak. * Tesir etmek, etkilemek.
Haykan
Büyük ve kalın olan. * Kısa boylu bir kimsenin yürümesi. * Omuzunu oynatmak.
Haykatan
Türraç kuşunun erkeği.
Hayl
At. At sürüsü. * Atlı sürüsü. * Zümre, güruh. * Düşünmek, hıfzetmek.
Hayla'
Cin taifesinden bir nesne. * Sırtlan. * Korku.
haylaz
yaramaz, aylak.
Hayle
Zannetmek, sanmak.
Hayl-i adüv
Düşman sürüsü, düşman güruhu.
Hayli
f. Oldukça. Epeyce. Çok. Bir takım. Kesir. Bol.
hayli
oldukça.
haylûlet
araya girip perde olma, kapama.
Haylulet
Yolu kapamak. * Araya girme. İki şey arasına girip hicab olmak.
Haylulet-i arz
Ay tutulması. Dünyanın güneşle ay arasına girerek güneş ışığına perde olması.
Haym
Yaramazlık yapmak.
Haymana
Başıboş hayvanları haylayıp salıverdikleri çayırlık yer. * Ankara'nın bir kazası.
Hayme
Çadır.
hayme
çadır.
Hayme-gâh
(Haymegeh) f. Çadır kurulan yer.
Hayme-i kebud
Mavi çadır. * Mc: Sema, gök.
haymenişîn
çadırda oturan.
Hayme-nişin
Çadırda oturan. Göçebe.
Haymî
Çadır biçiminde olan.
Haymume
Korkaklık, cübün.
1324
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hayn
Helâk olmak.
Haynunet
Yakın olmak, yaklaşmak.
hayr
iyilik.
Hayr
Sakınmak. * Büyük avlu.
hayrân
çok beğenmiş, şaşıp kalmış.
Hayran
Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş.
Hayrat
"(Hayr. C.) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhette kullanılan çok mal gibi.İlmî, imanî, dinî, manevî ve maddî çok hayır ve menfaat verenlere de ehl-i hayır denir."
hayrât
hayırlar, iyilikler.
Hayre
(C.: Hayrât) İyilik, kerem. * Her nesnenin iyisi.
Hayr-endiş
f. İyilik düşünen, hayırlı iş düşünen.
Hayret
Hiçbir cihete teveccüh edemeyip kalmak. Şaşkınlık. Ne yapacağını bilememek.
hayret
şaşma.
hayretâlûd
hayretle karışık.
Hayret-bahş
f. Hayret veren, şaşırtan.
Hayret-bahşâ
f. Hayret veren, şaşkınlık veren, hayrete düşüren.
hayretbahşâ
hayret veren.
hayretefzâ
hayret artıran.
Hayret-engiz
f. Hayret veren. Hayret içinde bırakan.
hayretengiz
hayret veren.
1325
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hayret-fezâ
f. Hayret veren, hayreti artıran.
hayretfezâ
hayret artıran.
Hayret-i sırfe
Tam bir şaşkınlık.
hayretkâr
hayretli.
hayretkârâne
hayret edercesine.
Hayret-nümâ
f. Hayret gösteren, hayret veren.
hayretnümâ
hayret içinde bırakan.
hayretnümûn
hayret veren, şaşırtan.
Hayret-zede
f. Hayrete düşmüş ve şaşırmış olan.
Hayr-hah
f. Hayır sâhibi. Herkesin manevî ve maddî iyiliğini isteyen. Allah rızası için ilm-i Kur'an ve imanla, manen ve maddeten hayırlı hizmetler etmeyi ve hayırlı işler işlemeyi seven.
Hayr-hahî
f. İyilikseverlik, hayırhahlık.
Hayr-i mukayyed
Bir kimseye hayırlı olduğu halde, diğer bir kimseye göre zararlı ve şer olan şey.
Hayri
(Hayriye) Hayra âit. Hayırla alâkadar.
hayriyet
hayırlılık, iyilik.
Hayriyet
Hayırlılık. Hayırlı olmak.
Hayr-ul beriyye
Halkın hayırlısı. Hz. Muhammed (A.S.M.)
Hayr-ul beşer
İnsanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
Hayr-ul enam
(Bak: Hayr-ül Vera)
Hayr-ul fâsilîn
Âdil olanların, hâkimlerin en hayırlısı.
Hayr-ul halef
Hayırlı evlâd. Babasını hayırla andıracak evlâd.
Hayr-ul umur
İşlerin en hayırlısı.
Hayr-ul vera
(Hayr-ül Enam) Halkın hayırlısı. Mahlukatın en hayırlısı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
1326
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hayrülhalef
bırakılan yeri dolduran hayırlı kimse.
Hays
Darlık. * Udûl etmek, doğru yoldan çıkmak.
Haysal
Patlıcan.
Hayse
Hurmayı yağla ve keşle karıştırmak.
Hayse-beyse
İleri gidip geri gelmek, bir halde durmak. * Karışıklık. * Şiddet ve darlık.
haysebeyse
kararsızlık, karışıklık, darlık.
Haysefuce
Gemi dümeni.
haysiyet
değer, saygınlık.
Haysiyet
İtibar. Şeref. Değer. Kıymet. Derece. Câh. Mesned. Mertebe.
haysiyetiyle
bakımından.
Haysiyet-şiken
f. Haysiyet kıran.
Haysü lâyeş'ur
Hissedilmeksizin. Bilinmedik, duyulmadık cihetten.
Haysü
İtibariyle, bakımından. * Hangi yerde? Hangi?
haysülâyeşûr
hissedilmeksizin.
Hayş
Nefret etmek.
Hayşe
(C.: Huyuş) Yaramaz keten ipliğinden dokunmuş bez.
Hayşum
Geniz (burun) kovuğu. Nunlu sesler, gunne buradan çıkar. (Tecvidde bahsedilmiştir.)
Hayşumî
Genizden gelen.
hayt
ip, bağ.
Hayt
İp. Kalın ip. * İplik. Bağ. * İki şeyi birbirine bağlayan. * Dikiş dikmek. * Tanyeri ağarması.
Hayta
"Serseri, serkeş kimse. * Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de
1327
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı ""hayta"" kelimesi haydut ve haylaz anlamında kullanıldı." Hayta'
Deve kuşlarının uzun boyunlu olanı.
Haytel
Kedi.
Hayteur
Bir vaziyette durmayan. * Arslan. * Kurt. * Belâ. * Cin tâifesinden bir nesne. * Bir su böceği.
Hayt-ı nuranî
Nurlu bağlantı. Nurâni râbıta.
Haytî
Tel şeklinde olan.
Hayt-ul ebyaz
Fecir zuhurunda ufukta ip şeklinde görülen beyazlık.
Hayt-ul esved
Güneş battıktan sonra ufakta görülen siyahlık.
Hayu
f. Salya, tükrük.
Hayunet
Vakit yaklaşma.
Hayvan
"Canlı şey, insanla beraber her canlı. * İnsan olmayan idraksiz canlı yaratık. * Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır v.s. * Mc: Akılsız ve idraksız insan, ahmak. (Aslı ""Hayevan""dır)"
hayvân
hayatlı, canlı, diri.
Hayvanat
(Hayvan. C.) Hayvanlar.
hayvânât
hayvanlar, canlılar.
Hayvanat-ı bahriyye
Deniz hayvanları, denizde yaşayan hayvanlar.
Hayvanat-ı berriyye
Kara hayvanları, karada yaşıyan hayvanlar.
Hayvanat-ı ehliyye
İnsanlara alışık olan hayvanlar, evcil hayvanlar.
Hayvanat-ı vahşiyye
Vahşi hayvanlar, yabani hayvanlar.
Hayvan-ı berrî
Karada yaşayan hayvan.
Hayvan-ı nâtık
Konuşan hayvan. (İnsan)
Hayvanî
Hayvana, diriye âit ve ona müteallik.
1328
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hayvânî
hayvanla ilgili.
hayvâniyet
hayvanlık.
Hayvaniyyet
Hayvanlık, canlılık, zihayat olmak. Akıl ve idrakten mahrumiyet.
hayy
diri, canlı.
Hayy
ezelden beri hayat sahibi olan Allah.
Hayyâkallah
Allah seni yaşatsın. Allah ömrünü uzun etsin, meâlinde ve dua makamında söylenen bir tâbirdir.
Hayyal
Dalavereci, hileci, hilekâr.
Hayyale
Fikir sahipleri.
Hayyam
Çadırcı.
Hayyat
Terzi. Dikiş diken sanatkâr.
Hayyat-ı mâhir
Usta terzi. Terzi ustası.
Hayyatîn
(Hayyat. C.) Terziler, dikiciler.
Hayye
(C.: Hayyât) Yılan.
hayye
gel, haydi!
Hayye-alel-felah
Felaha gelin. Toplanın hayır ve ni'metlere, ebedi selâmete... Allah huzuruna gel. Refah ve itmi'nana mucib olacak namaza yetiş. (Bak: Felah)
hayyealelfelâh
tam bir kurtuluşa gelin!
Hayyehele
Acele et (mânasınadır).
Hayyen meyyiten
Ölü ve diri olarak.
Hayyen
Diri olarak. Diri, canlı olarak canlı olduğu halde.
Hayy-ı meyyit
Ölü halinde canlı. * Mc: Hiçbir işe yaramayan, hakiki vazifelerini yapmayan insan.
Hayyir
(C.: Ahyâr) Çok hayırlı. * Her zaman iyilik yapan kimse. Hayırsever, iyiliksever.
1329
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hayyiz
yer, yön, hacim.
Hayyiz
Yer. * Cihet, yön. * Mekân. Vüs'at. (Cismin kapladığı hacim)
Hayyut
Erkek yılan.
Hayy-ül kayyum
Varlığı, diriliği her an için olup, gökleri, yerleri her an için tutan, daimî her şeye her hususta iktidarı yeten Allah (C.C.) (Bak: İsm-i A'zam)
Hayz
"(C.: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir. (Kadını döl yatağı denen rahminden, bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın, muayyen müddetlerde kan gelmesine o kadının ""aybaşısı"" denir. Buna ve kan geldiği müddete de hayız müddeti denir. İslâmiyetçe, bu halde bulunan bir kadın, namaz kılamaz, oruç tutamaz ve cinsî münasebette bulunamaz, haramdır.)"
hayz
hayız.
Hayza
Tıb: Kolera denilen hastalık.
Hayzeran
Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır.
Hayzerane
Gemi durak yeri, iskele, liman.
Hayzerî (hayzelî)
Dura dura yürümek.
Hayzeyun
Yaşlı, acûz, ihtiyar.
Hayzum
(C.: Hayazim) Göğüs tahtası.
Haz'
Muhalefet etmek. * Taksim etmek, bölmek, paylaştırmak.
hâzâ
bu, şu, o.
Haza
Bu. Şu. O. * Gr: İşaret zamiri.
Haza'
Kesme, yarma, ameliyat.
Hazab
Odun. * Yakacak nesne.
1330
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hazabî
(Hizbâ. C.) Arızalı topraklar, engebeli yerler.
Hazad
Yaş ağaçtan kesilmiş budak ve diken.
Hazafir
(Hizfâr - Hazfur. C.) Cânibler. * Bir kavmin meşhurları, ileri gelenleri, şereflileri. * Hepsi. Tümü. Mecmu'u.
Hazain
(Hazine. C.) Hazineler.
hazâin
hazineler.
Hazain-i medfune
Gömülü hazineler.
Hazair
(Hazire. C.) Duvar veya çitle çevrilmiş ağıl. * Etrafı duvarla çevrili olan mezarlıklar.
Hazakat
İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
hazâkat
ustalık, uzmanlık.
Hazal
Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler.
Hazalan
(Bak: Hizlân)
Hazam
Sür'atle yürümek, hızla yürümek.
Hazama'
Kulağı enine yarılmış keçi.
Hazami
Güzel kokulu bir ot.
hâzâminfadlırabbî
bu Rabbimin fazlındandır.
Hazan
Güz. Sonbahar. * Solgun.
hazân
sonbahar, güz.
Hazandide
f. Güz mevsimini görmüş, yaprakları sararmış solmuş.
Hazane
Mc: Gönül, kalb, yürek.
Hazangâh
f. Hazan yeri. * Dünya. Göçecek âlem.
Hazanî
f. Sonbahar ile alâkalı, güz mevsimine ait.
Hazanistan
f. Sonbahar görmüş, sararıp solmuş yer.
Hazanlika
f. Soluk yüzlü, sararmış, solmuş. Hazân yüzlü.
1331
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hazannüma
f. Sonbahar görünüşlü. * Mc: Hüzün ve keder verici.
Hazanreside
f. Sonbahara erişmiş, solup sararmış.
Hazar ve sefer
Barış ve muharebe zamanı. * Evde mukim olma ve yolculuk.
hazar
barış zamanı.
Hazar
Sulh zamanı. Barış zamanı. * Bir kimsenin huzuru, yakını. * Mukim olmak. Yolcu olmamak.
Hazaret
(Bak: Hadâret)
Hazarî
Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli. * Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.
Hazaz
Yosun.
Hazaze
Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.
Hazb
Boyamak.
Hazbaz
Sinek. * Bir ot adı.
Hazd
Ağaçtan diken koparmak. * Ağacın kabuğunu soymak. * Çok hızlı ve şiddetle yemek yemek.
Hazef
Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı.
Hazefe
(C.: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun.
Hazefî
Çanak çömlek ile alâkalı.
Hazefiyye
Çanak çömlek gibi topraktan yapılan şeyler ve bunları yapma san'atı.
Hazef-pare
f. Çanak çömlek parçası, kırığı.
Hazef-rîze
f. Çanak çömlek parçası.
Hazel
Gayret. * Men etmek, engel olmak.
1332
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hazelan
Kızgın kimsenin yürümesi.
Hazelat
(Hazele. C.) Alçaklar, âdiler, kalleşler.
Hazele
(Hâzil. C.) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler.
Hazem
Göğüs kemiği. * Davarın karnının ve böğrünün dolu olması.
Hazeme
(C.: Huzem) Kabuğundan ip ve urgan yapılan bir ağaç cinsi.
Hazen
(C: Hızân) Etin kokması. * Toplamak, cem'edip yığmak. * Gizlemek, saklamak.
hazer
çekinme.
Hazer
Vahşi hayvanların yediği et.
Hazerat
(Hazret. C.) (Bak: Hazret)
hazerat
büyükler.
Hazevan
Eti birbiri üstüne yığılıp cem'olmuş olan etli nesne.
Hazevver
Kısa boylu kimse.
Hazf
Aradan çıkarma, çıkarılma. Yok etme, silme, ortadan kaldırma, giderme, düşürme. * Selâm ve tahiyyatı uzatmayıp kısa kesmek. * Mahvetmek. * Vurmak. * Atmak.
hazf
çıkarma, silme.
Hazhaz
Kavi, sağlam.
Hazhaza
Sallama, el ile harekete getirme.
Hâzı'
(Huzu. dan) Alçak gönüllü, mütevâzi olan.
Hâzıâne
Mütevâzi olarak, alçak gönüllülükle.
Hazık
(C: Havâzik) Mesti dar olan. * Cânip, taraf.
hâzık
işini iyi bilen, uzman.
Hâzık
Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs. (Bak: Hazâkat)
Hazıkane
Mâhirâne, mâhir ve usta olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
1333
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hâzık-ı mütedeyyin
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dindar ve iyi mütehassıs. (Dindar ve iyi mütehassıs doktor için söylenir).
Hazıkıyyet
Mâhirlik, ehillik, ustalık, hâzıklık.
Hâzım
İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan.
Hazım
Kesici, kesen.
hâzım
sindirici.
Hâzımâne
İhtiyatlı davranan adama yakışır şekilde.
Hazımlı
Mc: Tahammüllü, müsamahalı, tolerans sahibi.
Hazına
Emzirici, emziren. Dadı.
Hazır bi-l-meclis
Mecliste hazır olan adam.
Hazır u nazır
Her yerde hazır olup, bilen ve gören, yardım eden veya herkese lâyık cezasını veren Allah (C.C.)
hâzır
hazırda, huzurda olan.
Hazır
Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan. * Müstaid olan.
Hazıra
şehirli, medeni. * Bir yerde mukim olmuş, bir yere yerleşmiş.
hâzırâne
orada gibi.
Hazırbahş
f. Hazırlanmış, hazır olmuş. * Hazır ol! emri.
Hazırcevap
Her söze derhal ve düşünmeden münasib cevap veren kimse.
Hazırlöp
Kabuğu içinde suda pişip katılaşmış yumurta. * Mc: Emek sarfetmeden elde edilen kazanç.
Hazırûn
Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar.
hâzırûn
orada olanlar.
Hazî
Ateş yakmak.
Hazîk
Kesilmiş olan.
Hazil
Yüzsüz, alçak, âdi, dönek, kalleş.
1334
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hazile
Kenarlarında kirpik bulunmayan kırmızımsı gözkapağı.
Hazîm
Sarhoş. İçki içip akli müvazenesini kaybetmiş olan.
Hazim
Sür'atle kesen. * Çok çabuk yeyip bitiren. * Düşmanı hezimete uğratan.
Hazimane
f. Tedbirli ve basiretli hareket eden.
Hazin
(Hızane. den) Hazine nâzırı. Bekçi.
hazîn
hüzünlü, üzüntü verici.
Hazîn
Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran.
hazînâne
hüzünlü bir hâlde.
Hazine kethudası
Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.
hazîne
altın, para ve mücevher gibi kıymetli şeylerin saklandığı yer.
Hazine
Define. * Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer.
Hazinedar
f. Malı muhafazaya me'mur olan.
hazînedâr
hazine görevlisi.
Hazinedarî
f. Hazinedarlık.
Hazine-i âmire
"Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri ""Beytülmal"" denilen ve ""Defterdar"" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet kasası yerinde de kullanılırdı."
Hazine-i devlet
Devlet hazinesi. Maliye idaresi.
Hazine-i emiriye
Maliye dairesi.
Hazine-i evrak
Evrak hazinesi. Arşiv.
1335
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hazine-i hâssa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı malî bir müessese.
Hazine-i hümayun
Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.) (O.T.D.S.)
Hazine-i millet
Millet hazinesi. * Maliye idaresi.
Hazine-i teceddüd
Yenilik hazinesi. Çok yeniliklere sebeb olan.
Hazine-mânde
f. Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para.
Hazîr
Su sesi, su şırıltısı.
Hazir
Takdir eden. * Ekşimiş süt.
Hazîre
"Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca ""aside"" derler.)"
Hazîret-ül kuds
Cennet bahçesi. Peygamber ve evliyanın ruhlarının toplandığı yer.
Hazirîn
(Hâzır. C.) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar.
Haziyy
Mertebeli, değerli kişi. * Yarış atlarının sekizincisi.
Haziz
(Bak: Hadıyd)
Hazîz
Bahtiyar. Mes'ud. Saâdetli. Nasibi olan.
Hazk
Bağlamak.
Hazka
Mahâret, ustalık, mâhirlik.
Hazl
Kat'etmek, kesmek.
hazm
düşünceli hareket, sabır, sindirme.
Hazm
Kat etmek, kesmek. * Yab yab yürümek. * Hızlandırmak.
1336
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hazm-ı nefs
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek.
hazmınefs
kendi adına sabretme, içine sindirme.
Hazn
Sağlam yer. * Kabile ismi. * Arap beldeleri.
Hazne
Hazine. * Depo.
Hazr
Bir şeyi takdir ve tahmin etmek, nazar ile tahmin etmek. * Çehresini ekşitip çirkin olmak.
Hazra'
Küçük ve dar gözlü kadın. (Müz: Ahzer)
hazravât
yeşillikler.
Hazrec
Sert rüzgâr. * Güney rüzgârı.
Hazreka
Darlık.
Hazret
"(Huzur. dan) Ön. Kurb. Pişgâh. * Hürmet maksadı ile büyüklere verilen ünvan; ""Hazret-i Kur'an, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Üstad, Paşa Hazretleri"" gibi."
hazret
saygı ifadesi.
Hazret-i risalet
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
Hazrevat
(Hadravat, Hadrâ) Yeşillik. * Gökyüzü, felek. Asuman.
Hazuf
Sür'atle yürüdüğünden ayağı altından taşlar atılan eşek.
Hazul
Kimsesiz. Yardımsız olarak her şeyden mahrum sürünmek.
Hazume
Sığır, bakar.
Hazun
Yaramaz huylu kimse.
Hazur
(Hazer. den) Çok dikkatli, çok çekingen.
Hazv
Sarkık olmak.
Hazva'
Sarkık kulaklı eşek.
Hazve
(C: Hazavât-Hızâ) Küçük ok.
Hazy
Kat'etmek, kesmek.
1337
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hazz
haz, hoşlanma.
Hazz
Kesme. Kısaltma. * Kazmak. * Yırtmak. * Silmek.
Hazza'
Nâlin yapıcı, nalcı.
Hazzaf
Çanak çömlek yapan veya satan.
Hazzal
Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir.
Hazzetmek
Hoşlanmak, zevk ve lezzet almak.
Heb
(Vehb. den) Bağışla, lutfet (mânasına emir, duâ)
hebâ
boşa gitme.
Heba
İnce toz. * Boş. Beyhude. Nâfile. Faydasız. İsraf. Ziyan. * Aklı az olan.
Hebaen mensura
Boşuna olarak. Faydasız yere dağılmış.
hebâenmensûrâ
boşuboşuna.
Hebal
Avcı, sayyad.
Hebb
Uykudan uyanmak. * Gâib olmak.
Hebbar
Çok fazla kılı olan sırtlan veya maymun.
Hebbe
Vak'a. * Zamandan bir asır.
Hebbihî
Sallana sallana yürüyen kişi.
Hebbur
Ufak inci.
Hebc
Vurmak. * Ağırlık.
Hebec
Devenin memesinde olan verem.
Hebenka
Ayak parmaklarını dikip ökçesi üzerine oturmak.
Hebenneka
ahmaklığı ile tanınmış bir adam.
Hebeta
Çukur yer.
Hebh
Sallanmak.
Hebhab
Serap.
Hebhebe
Dâvet.
1338
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hebhebî
Çoban. * Hizmete koşan yiğit.
Hebîb
Rüzgâr, yel.
Hebid
Hanzal otu tohumu.
Hebiha
Yürürken sallanan kadın.
Hebir
Çukur yer.
Hebit
Zayıf, ince deve.
Hebl
Ölüm, mevt. * Taaccüb makamında kullanılır.
Heb-lenâ
Bize lutfet. Bize ihsan et, bağışla.
Hebr
(C.: Hübur) Çukur yer. * Kesmek. * İki dağ arasında olan düz yer. * Etli, semiz olmak.
Hebra
Şişman kadın.
Hebrakî
Demirci. * Yabani öküz.
Hebre
(C.: Heberât) Et parçası.
Hebreme
Obur. Yemeğe düşkün. * Geveze.
Hebs
Hareket.
Hebş
Cem'etmek, toplamak. * Kazanmak, kesbetmek.
Hebt
Birbiri ardınca vurmak.
Hebul
Yavrusu kalmayan deve.
Hebut
İniş yer.
Hebv
Ateşin sönmesi.
Hebve
Toz. * Tozlu yol.
Heby (hebye)
Küçük câriye.
Hebz
Sür'at yapmak, hız yapmak.
Heca
(Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi. * Elif-bâ sırasına göre dizili
1339
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek. * Şekil. Kıyâfet. * Yemek. * Sükut etmek, susmak. hecâ
ses artıran harfler, harflerin dizilişi.
Hecace
(C.: Hecâcât) Kurbağa.
Hecagû
f. Nazım veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan. Birini zemmeden, bir kimseyi hicveden.
hecâî
heca ile ilgili.
Heccav
Çok hicveden. Hiciv söyleyen. (Bak: Hicv)
heccâv
hicveden, yeren.
Hece vezni
"Türklerin eskiden kullandıkları nazım âhengi ölçüsüdür ki, buna ""parmak hesabı"" da denir. Parmak hesabı, Türk edebiyatının başlangıcından XI. yy. a, yani Türklerin aruz veznini öğrenmelerine kadar Türk nazmının yegâne âhengi idi. Aruz vezni kabul edilmekle beraber, hece vezni terkedilmeyerek yine halk edebiyatında kullanılagelmiştir. Hece vezninin 3 den 16 ya kadar muhtelif heceli ölçüleri vardır. En çok kullanılanları 7, 8, 11 ve 14 lü hecelerdir."
Hece
(Hecâ) Bir defada söylenebilen, bir veya birkaç harfden meydana gelen sözcük. * Harfleri birer birer söyleyerek okuma.
Hecef
Yaşlı devekuşu. * Ağır ve boş kimse.
Hecemat
Hamleler, taarruzlar, hücumlar.
Hecenna'
Uzun ve şişman gövdeli kimse. * Başı dazlak, yaşlı kimse. * Başı dazlak olan devekuşu.
Heces
Gönüle düşen hatıralar.
Hechece
Çağırmak.
Heci'
Yer yarığı. * Derin dere.
Hecil
İki dağ arasındaki çukurca kısım. Vâdi.
1340
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hecime
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tulukta biriktirilip ekşitildikten sonra içilen ve köremez denilen süt. * Yoğurt.
Hecin
Pek hızlı yürüyen bir cins deve. * Arap atı ile diğer cins attan doğmuş melez at.
Hecir
Yaz mevsiminde öğle vaktindeki sıcaklık. * Otun kuruması. * Büyük havuz.
Hecl
İki dağ arasındaki çukur ve düz yer. * Atmak.
Hecm
Hamle etmek. Saldırmak. * Büyük kadeh.
Hecme
şiddet, sertlik.
Hecmec
Koç.
Hecmet-üş-şitâ
Kışın şiddeti. Soğuğun sertliği.
Hecr
Ayrılık, firak. * Tıb: Sayıklamak. Hezeyan. (Bak: Hicr) * Çok sıcak günlerde öğle vakti.
Hecr-i cemil
Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek. (E.T.)
Hecs
Gönüle düşen hâtıralar.
Hecv
(Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume. (Bak: Heccâv)
Heda
Sakin olmak.
Hedad
Yemen'de bir kabile.
Hedahîd
(Hüdhüd. C.) Hüdhüdler, çavuş kuşları, ibibikler.
Hedaya
(Hediye. C.) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar.
hedâyâ
hediyeler.
Hedb
Meyve toplamak. * Davar sağmak.
Hedbe
Ufak tesbih böceği.
1341
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hedcan
Yavaş yürüyüş.
Hedd
Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek. * Zayıf ve korkak.
Heddam
Çok keskin kılıç.
Hedde
Duvarın yıkılmasından çıkan gürültü.
Hedeb
Ensiz, uzun ve ince yaprak. * Servi yaprağı.
hedef
gaye, nişan tahtası.
Hedef
Nişan noktası. * Emel. Varılmak istenen gaye. * Yüksek, bülend. * İri vücudlu adam. * Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan. (L.R.)
Hedef-i âmâl
Gaye-i hayâl. Ulaşmak istenilen hedef.
Hedel
Devenin dudağının sarkık olması. * Bir şeyi aşağı indirmek.
Hedem
Binadan yıkılan taş ve kerpiç.
heder
boşa gitme.
Heder
Boşa gitme. Yok yere faydasız giden. * Ölüme giden.
Hedhed
Suâl etmek, sormak. * Ötmek. * Çocuk sallamak.
Hedhede
Bağırma, ötme. * Devenin bağırması, kuşun ötmesi.
Hedî
(C.: Hevâdî) Mürşid. * Boyun.
Hedîl
Erkek güvercin. Güvercin sesi.
Hedîr
Güvercin kuşlarının ötmesi. * Aygırın kişnemesi.
hediye
armağan.
Hediye
Parasız verilen, bağışlanan şey. Armağan.
Hediye-i dendân
Diş kirası.
Hediyeten
Armağan olarak, hediye olarak.
Hediyy
(Hediye. C.) Atiyyeler, hediyeler.
Hedk
Kırmak.
Hedlak
Dudakları sarkık olan.
1342
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hedm (hidm)
(C.: Ehdâm) Eski elbiseler.
Hedm
Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek. * Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa)
hedm
yıkmak.
Hedmele
(C.: Hedmelât) Ağacı çok olan kumlu yer.
Hedn
Vakar, ciddiyet.
Hedne
Sükun, sessizlik, durgunluk.
Hedr
Galeyan etmek. * Ot büyümek. * Güvercin ötmek.
Heds
Sürmek. * Reddetmek. * Haykırıp bağırmak.
Heduc
Eserken gümleyen rüzgâr.
Hedy
Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen veya kendisi veya parası gönderilen kurban.
Hefaf
Hafif berrak nesne.
Hefafe
Parlamak.
Hefevat
(Hefve. C) Yanlışlıklar, yanılmalar. * Ayak kayması. Sürçmeler, kaymalar.
Heffat
Ahmak.
Hefhaf
Yeynicek, hafif mizaçlı kimse.
Hefhefe
İnce belli olmak.
Hefîf
Sür'atli seyir.
Heft
f. Yedi sayısı.
Heftâd
f. Yetmiş. 70
Heft-ahter
f. Yedi gezegen. Yedi seyyâre.
1343
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Heftan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zırhın altına giyilen pamuklu elbise. * Üstten giyilen kürk biçiminde süslü elbise. Kaftan. (Eskiden ekseriyetle taltif için, büyük kimseler tarafından liyâkat sahiplerine giydirilir veya üstlerine atılırdı.)
Heft-asman
Yedi kat gök.
Heft-dane
Aşure adı verilen bir cins tatlıyı yapmakta kullanılan yedi çeşit tahıl.
Heft-derya
Yedi deniz. Pasifik okyanusu, Atlas okyanusu, Karadeniz, Akdeniz, Taberiye, Aral ve Hazer.
Hefte
Yedi günlük müddet olan hafta.
Heft-elvan
Yedi renk. * Türlü yemeği.
Heft-endam
Vücudumuzda yedi organ.
Heft-gâne
f. Yedi türlü olan. Yedi tane.
Heft-hun
f. Cehennemin yedi tabakası.
Heft-kalem
Yedi çeşit yazı. Tâlik, sülüs, tevki, muhfak, reyhanî, rik'a ve nesih.
Heft-kâr
f. Yedi türlü iplikle dokunmuş kumaş.
Heft-merd
f. Yedi büyükler. (Kutub, gavs, ebdâl, ahyâr, evtâd, nücebâ, nukabâ)
Heft-reng
f. Yedi renk.
Heftüm
f. Yedinci.
Hefv
Açlık.
Hefvan
Yanılma, yanlışlık. * Süratle gitme, hızla gitme. * Ayak kayıp sürçme.
Hefve
(C.: Hefevât) Sürçme, ayak kayması. * Mc: Hata, yanılma. Zelle.
hegemonya
üstünlük ve baskı.
Hegemonya
yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük. * Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı.
Hehca'
Kerim, cömert kimse.
He'he'
Deveyi yulafa çağırmak. * Gülegen adam.
He'hee
Deveyi yulafına çağırıp hey hey demek.
1344
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hejdeh
f. Onsekiz sayısı.
Hek'a
Menazil-i Kamer'den bir yıldız. * Atın göğsü üstündeki dâire.
Hekheka
Az birşey verme. * şiddetli seyir.
Hekim
(Bak: Hakîm)
hekîm
doktor, hikmet sahibi.
Hekir
Taaccüp eden, şaşıran.
Hekk
şiddetli yağmur. * Kılıçla vurmak.
Hekm
Halka şerle taarruz etmek.
Hekr
Taaccüp etmek, şaşırmak.
Hektar
Fr. Yüz ar değerinde ölçü birimi.
Hektometre
Fr. Yüz metrelik uzunluk ölçü birimi.
Hekur
Uzun, tavil.
Hel' (hil')
Oğlak. (Müe: Hel'a)
Hel min mezid
Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.
Hel
"Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır."
Hela'
Korku. * Feryad. * Hırs.
Helahil
(Hülhül. C.) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu.
Helahil-riz
f. Öldürücü zehir saçan.
helâk
mahvolma, yıkılma.
Helak
Yıkılma, bitme, mahvolma. * Harislik ve pek düşkünlük. * Azab. Korku, havf. * Fakr.
helâket
helâk olma, yıkılma.
Helaket
Yıkılma. mahvolma. Felâket.
1345
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Helal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan. * İhramdan çıkan hacı.
helâl
dinin izin verdiği şey.
Helalî
Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez. * Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat. * Helâl ile alâkalı olan.
Helallı
Zevce, karı, menkuha. Nikâhlı kadın.
Helal-zade
Helâl doğmuş, meşru ve nikâhlı ana-babadan dünyaya gelmiş çocuk. * İyi adam, fenalık yapmaktan çekinen. Sâlih, afif, nâmuskâr.
Helc
İtimat etmeyecek söz söylemek.
He'le (hâle)
(C.: Hâlât) Ay ağılı, dâire-i kamer.
Helecan
(Bak: Halecan)
Helek
İki dağın arası.
Heleke
Helâk. * Düşen.
Helel
Örümcek ağı. * Korku. * Yağmur evveli.
Helesaya çıkmak
Eskiden ramazanlarda iftardan sonra para toplamak için çocuklar tarafından teşkil edilen çalgılı heyetlere katılanlar tarafından nakarat makamında söylenen bir tabirdir. Dilenciliğin kibarcalarından sayılır.
helezon
gittikçe daralan iç içe daireler.
Helezon
Saat zenbereği gibi gittikçe daralan daire şekli. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan.
Helezonî
Helezon şeklinde olan. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan, gittikçe darlaşır daire biçiminde olan.
Helhel
Seyrek, ince, dakik şey. * Öldürücü zehir.
1346
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Helhele
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Okuyucunun tesirli nağmeyi tekrar etmesi. * Unu seyrek elekten elemek. * Teenni ile encamını beklemek. * Bir şeye pek yaklaşıp çatmak.
Helîce
Saçaklı seccade.
Helikopter
Fr. Pervanesi tepesinde bulunan ve olduğu yerde durabilen, dikine kalkış ve iniş yapabilen bir uçak.
Helîle
Tıb: Tohumları tıbda müshil olarak kullanılan bir bitki.
Helîme
Buğday ve pirinç gibi bazı hububatın kaynamasıyla hâsıl olan koyu ve yapışkanlı su.
Helkam
Yaşlı kadın, acuze.
Helkes
Alçak adam.
Hellab (hellâbe)
Yağmurlu soğuk rüzgâr.
Helle
(C.: Hilâl) Azıcık sesi yükseltmek.
Hellüm
Beri gel (mânasına gelir.)
helminmezîd
daha yok mu?
Hels
Çok hayır. * Gizlemek, saklamak.
Helsas
Cemaat, topluluk.
Heltat
Cemaat, topluluk.
Heltî
Bir ot cinsi.
Helu'
Sabrı az, hırsı çok olan. Sabırsız olup her halini halka şikâyet eden insan.
Heluk
Helâk olucu, helâk olan. * Fâcire kadın. Kötü hayata alışmış kadın.
Helümm
"""Tez getir"" mânasına gelir."
Helümme cerra
"(Helümme cerren) ""Var kıyas eyle... Çek beri getir."" gibi kinâye için söylenen bir tabirdir."
helümmecerrâ
çek beri getir, var kıyas eyle!
1347
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Helva sohbetleri
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantanalı ve hayli masraflı olurdu. Bu sohbetlere zamanın şairleri, edebiyatçıları, nükte ve sohbetleriyle meşhur olmuş kişiler, sazende ve hanendeler davet edilirdi. Kışın en soğuk kırk günü olan erbain'i sağ ve sağlıklı olarak geçirenler kurbanlar keser ve helva sohbetleri bundan sonra düzenlenirdi. Sohbetin en renkli eğlencesi keten helvası yapımıydı. (O.T.D.S.)
Helva'
Hızlı yürüyüşlü davar.
Helva-ger
f. Helvacı.
Helva-hane
f. İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. * Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü.
Helvayî
Helva satan. Helvacı.
Helyostat
Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.
Helyoterapi
Fr. Güneşle tedavi.
Hem (hemm)
Gaile, müşkül iş. * Tasa, gam, keder, hüzün.
Hem suçlu hem güçlü Suçlu olduğu hâlde suçunu bilmez ve suçsuz olduğunu iddia eder kimse hakkında kullanılan bir tâbirdir. hem
aynı, birlikte.
Hem
f. Birlikte, beraber olmak mânasını ifade eder.
Hem-aheng
f. Uygun, münasib, denk.
1348
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hemahim
(Hemheme. C.) Üzüntüler, kederler, dertler, tasalar.
Hemal
f. şerik, ortak, eş, benzer, nazir.
Hemaluş
Kara balçık.
Heman (humân)
İnce zayıf süngü. * Huysuz ve kötü insan.
Heman
f. Derhâl, hemen, acele olarak, çarçabuk, o anda.
Hemana
f. Sanki, güya. * Aynen, tıpkı, tamamen.
Hem-an-dem
f. Hemen, derakab, derhal, o anda, çarçabuk.
Hemanend
f. Benzer, gibi.
Hem-an-gâh
f. Hemen, o anda.
Hem-aramiş
f. Birlikte dinlenen, beraber istirahat eden.
Hemare
Her zaman, her an, dâima.
Hem-asıl
f. Aynı asıldan.
Hem-asır
Aynı asırda olan. Bir asırda beraber olanlar.
Hem-aşiyan
f. Bir yerde beraber bulunan, bir yuvada birlikte olan.
Hem-aver
f. Efendileri aynı olan köleler. * Arkadaş, refik.
Hem-averd
f. Savaşan iki kişiden herbiri.
Hem-aviz
f. Harpte karşılaşan iki kişiden biri.
Hem-ayar
f. Eşit, denk, müsavi.
Hemazî
Sür'at, hız.
Hem-bar
f. Aynı yükü yüklenmiş olan, aynı yükü taşıyan.
Hem-ber
f. Beraber olan, birlikte oturan.
Hem-bu
f. Kokusu bir, aynı kokuda. * Mc: Âdet ve tarzları aynı.
Hem-ca(y)
f. Aynı yerde oturan. Hemşehri.
Hem-cenah
f. Denk, eşit, müsâvi.
Hem-cenb
f. Akran.
Hem-cins
Aynı cinsten olan.
1349
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hemcins
aynı cinsten.
Hem-civar
Aynı yerde oturan, komşu.
Hem-çü
f. Onun gibi.
Hem-çünan
f. Böylece.
Hem-daman
f. Bacanak.
Hemde
Ölümle haşir arası.
Hem-dem
f. Canciğer arkadaş.
Hem-derd
f. Dert yoldaşı, dert arkadaşı. Aynı dert ve kedere düçar olanların beheri.
Hem-dest
(C.: Hemdestân) f. Birlikte çalışan, müttefik, arkadaş. * Ortak, şerik.
hemdest
el ele, birlikte.
Hem-dest-i vifak
Bir fikir ve mes'elede anlaşarak elele vermek, hep birden aynı sözü söylemek.
Hem-destî
f. Berâberlik, birlik. * Ortaklık, şeriklik.
Hem-dih
f. Köyleri aynı olan. Aynı köyden olan.
Hem-dil
f. Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri.
Hem-duş
f. Omuz omuza gelen, eşit olan, müsavi olan.
Heme ez ost
Herşey ondandır.
Heme ost
Hepsi odur.
Heme
f. Cümle. Hep. Bütün.
hemec
at sineği.
Hemec
Kıymetsiz, değersiz. * Şaşkın. * Övez (denen at sineği).
Hemece
Zayıf koyun.
hemeezost
hepsi ondandır.
Hemegan
f. Cümlesi, tamamı, bütünü, hepsi.
1350
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hemel
Çobanı olmayan deve.
hemeost
hepsi odur.
Hemercel
Yorga at.
Hemeyan
Akmak, seyelân etmek.
Hemezat
(Hemeze. C.) Kuruntular, vesveseler, şüpheler, tereddütler.
Hemeze
Vesvese. Şeytanın desisesi. Kuruntu.
Hem-fikr
f. Aynı düşüncede ve aynı fikirde olan. Kafadar.
Hem-firaş
f. Zevce. Karı.
Hemgâme-i azab
Azab zamanı.
Hemger
f. Çulha dokuyucu.
Hem-ginan
f. Bütün insanlar, bütün nev'-i beşer.
Hem-guşe
f. Komşu.
Hem-hah
f. Arzu ve talebleri aynı olan, aynı istekleri olan.
Hem-hal
f. Aynı halde olan. İkisi beraber.
Hem-hane
f. Bir evde oturanların beheri. Arkadaş, refik.
Hemheme
Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler. * Aslan bağırması. * Deve sesi.
hemheme
rüzgârın tesiriyle çıkan yaprak sesi.
Hem-hudud
f. Hudutları bir olan, sınırları birbirine bitişik olan memleket veya arazi.
Hem-huy
f. Bir ahlâk ve tabiatda bulunan. Huyları bir olan.
Hemî
f. Tıpkı bu, bu bile.
Hemî'
Ölüm, mevt.
Hemicek
Şehre köyden yeni gelip bir şey bilmez şaşkın ve kaba adam.
Hemîm
Ağır ağır gitmek. * Otun tazeliğinden dolayı parlaması.
Hemîme
Yumuşak rüzgâr. * Ufak taneli yağmur.
1351
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hemîsa'
Kuvvetli adam.
Hemîşe
f. Dâima. Her zaman.
Hemk
Bir kimseyi bir işle meşgul etme. Birini bir işe daldırma. * İnat etmek. * Sa'y etmek, çalışmak. * Cür'et etmek.
Hem-kadd
f. Boyları birbirine eşit olan, uzunlukları aynı olan.
Hem-kâr
f. Aynı işi yapan, aynı işte olan.
Hem-kıran
f. Aynı yaşta olan, yaşıt. * Kuvvette müsavi olan.
Hem-kıymet
f. Aynı kıymette olan, kıymetleri eşit olan.
Hem-kitab
f. Aynı dersi gören, talebe, öğrenci. * Aynı dinde olan, din kardeşi.
Hem-kün
f. Aynı cins işte çalışan, işleri ve meslekleri aynı olan. Meslekdâş.
Heml (hemelân)
Gözden yaş akmak.
Hemla'
Seri. * Kurt (canavar.)
Hemlece (himlâc)
Atın yorga olması.
Hemm
Gam, keder, tasa, hüzün.
Hemmame
Zehirli hayvan. Akrep.
Hemmas
Yavuz arslan.
Hem-matla'
Güneş ve ay gibi gök cisimlerinin ufakta doğdukları yerin veya zamanların aynı oluşu. Aynı meridyen üzerinde olup ay ve güneşi aynı saatlerde gören ülkeler.
Hemmaz
Koğucu.
Hem-nam
f. İsimleri aynı olan, adaş.
Hem-neberd
f. Savaş arkadaşı, muharebe arkadaşı. * Rakib.
Hem-nefes
f. Arkadaş, musâhib.
Hem-nesl
f. Aynı sülâle ve soydan, aynı nesilden, soydaş.
Hem-pa
f. Ayakdaş. Arkadaş. Yoldaş.
Hem-paye
(C.: Hempâyegân) f. Bir pâye ve rütbede olanların beheri.
1352
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hemr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Su dökmek. * Göz yaşı akıtmak. * Süt sağmak. * Atâ etmek, hediye vermek.
Hemrace
Karıştırmak.
Hem-rad
f. Kahramanlık ve cömertlikte müsavi olan kimseler.
Hem-rah
(C.: Hem-râhân) f. Yol arkadaşı, yoldaş.
Hem-raz
f. Sırdaş. En yakın arkadaş.
Hem-reng
f. Rengi bir olan, aynı renkte olan. * Mc: Huyları bir olan.
Hem-rev
f. Yol arkadaşı, beraber giden, yoldaş.
Hem-riş
f. Bacanak. İki kızkardeşle evlenen erkekler.
Hems
Gizli ses. Çok gizli. Sesi gizlemek. * Ağzı açmadan lokma çiğnemek. * Fütursuz olarak geceleyin yola gitmek. * Peçe. * Sıkmak. * Kırmak.
Hem-sabak
f. Ders arkadaşı. Aynı dersi okuyanların beheri.
Hem-saz
f. Uyan, uygun, muvafık, münâsib. * Arkadaş, refik, arkadaşlık.
Hemsen
Gizli sesle. Gizli ses. Savt-ı hafi.
Hem-seng
Aynı ölçüde, aynı mizanda, bir tartıda.
Hem-ser
f. Arkadaş, Karı kocadan her biri.
Hem-sıfat
Aynı vasıf ve nitelikte olan.
Hem-sohbet
f. Birbiriyle konuşan, sohbet eden, arkadaş.
Hem-sufre
f. Aynı sofraya oturan, sofra arkadaşı.
Hemş
Ameli seri olan, hızlı, hareketleri çabuk olan.
hemşehri
aynı şehirden.
Hemşehri
f. Aynı şehirden. Aynı memleketli olan.
Hem-şerr
f. Kötülükte beraber olan, kötülüğü birlikte yapan.
Hem-şikem
f. İkiz çocuk.
Hemşime
Kuru odun. Kurumağa yüz tutmuş ağaç. Ağaçları kurumuş yer.
Hemşire
f. Aynı sütü emen kızkardeş. Abla, bacı. * Hastabakıcı kadın veya kız.
1353
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hemşîre
kız kardeş, bacı.
Hemşire-zâde
f. Kızkardeş çocuğu.
Hemt
Karıştırmak. Değerini anlamadan almak.
hemtâ
eş, benzer.
Hemta
f. Eş denk. Benzer.
Hemu'
Göz yaşı akmak.
Hem-vare
f. Her zaman, dâima.
Hem-varî
f. Düzlük, düzolma.
Hemyan
f. Kese, torba, çanta, dağarcık.
Hemz
Dürtme, kakma. * Parmaklarla sıkma. * Yere çalma, vurma. * Isırma, dişleme.
Hem-zanu
f. Diz dize oturup konuşan, yan yana oturan.
Hemze
"( ) Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve ""e"" diye okutan işaret. * Parmakla sıkma, dürtme, sıkıştırma."
hemze
elif harfi.
Hem-zeban
Aynı dili konuşan, lisanları aynı olan.
Hem-zeman
f. Aynı zamanda işleyen. * Çağdaş, muâsır. Aynı çağda yaşayan insan veya geçen hâdiselerin her biri.
Hem-zen
f. Beraber vuran. Birlikte olan.
Hemzend
f. Beraber olanlar. Beraber çalışanlar.
Hen'a
Devenin boynunun altına konan işaret. * Menazil-i Kamer'den bir menzil.
Henabik
Halka nasihat edip, dediğini kendi yapmayan kimse.
Henae
Yemeğin sindirilip hazmolması.
Henazîr
Hınzırlar, domuzlar.
1354
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Henb
Vehamet. * Ağırlık.
Henbele
Topal sırtlanın yürümesi.
Henber
Kısa boylu kimse.
Henberît
Sırf yalan.
Hencam
f. Elinden iş gelmeyen, beceriksiz kimse.
Hencar
f. Kaide, kural, yol, usul.
Hend
İmsak etmek.
Hendek
(Bak: Handek)
hendek
kazılan uzun ve derin çukur.
Hendelîn
Sözü çok olan kimse.
Hendeme
Bir şeyi yerli yerince yapmak.
Hendese
Geo: şekil bilgisi. * Mat: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu.
hendese
geometri, mühendislik.
Hendesehane
f. Eskiden mühendis mektebi, teknik üniversitesi. * Bayındırlık ve belediye gibi dairelerin mühendislere mahsus şubesi.
Hendesehane-i bahrî
"Bahriye Mektebinin ilk adıdır. Abdülhamid zamanında miladi 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa'nın teşebbüsüyle Tersane içinde açılmıştır. Okulun ilk baş muallimi, Türk riyaziyecisi Gelenbevi İsmail Efendi'dir.Şimdiki ismiyle ""Gemi İnşa Mühendisliği"" olan Bahriye Mektebi, 1795 senesinde daha muntazam ve mükemmel halde yeniden açılmıştır."
Hendese-i mülkiye mektebi Osmanlı İmparatorluğu devrinde mühendis yetiştirmek gayesiyle açılan mekteb. XIX. yy. sonlarına kadar memlekette belediye ve mimarî işlerde vazife alacak mühendis bulunmuyordu. Nafia Nezareti bu ihtiyacı nazar-ı itibara alarak bir mühendis mektebi
1355
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kurulmasının lüzumlu olduğunu ileri sürünce, padişahın emriyle 1884 yılında mekteb açıldı. Ve ilk mezunlarını1888 yılında verdi. 1909 tarihinde ise okulun adı, Mühendislik Mektebi olarak değiştirildi. hendesevârî
geometrik.
hendesî
geometri ile ilgili.
Hendesî
Muntazam şekli ile alâkalı ve hendeseye dâir. Geometrik şekle dâir. * Geometri ile alâkalı ve müteallik.
Henene
Bir cins kirpi.
Henf
Sür'at yapmak, hız yapmak.
hengâm
an, sıra, zaman.
Hengâm
f. Zaman, devir, çağ,sıra, vakit, mevsim.
Hengâme
f. Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata.
hengâme
gürültü patırtı.
Hengâme-gir
f. Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. * Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. * Kavgacı, gürültücü.
Hengâm-ı bahar
Bahar mevsimi.
Hengâm-ı sabavet
Çocukluk zamanı.
Hengâm-ı şebab
Gençlik zamanı, delikanlılık çağı.
Hengâm-ı şita
Kış mevsimi.
Henî
Hazmı kolay olan, faydalı ve sıhhate uygun.
Henîe
şiddetli emir.
Henîen leküm
Size âfiyet olsun, şifa olsun. Helâl olsun. * Tebrik ederiz.
Henîen
Sıhhat ve afiyet olsun.
henîenleküm
afiyet olsun, helâl olsun, tebrik ederim.
Henîn
Ağlamak.
1356
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Heniyye
Kolaylık, sühulet.
Henk
Darlık. Güçlük zorluk.
Henme
Gizli ses.
Henn
Ağlamak. * Ayıptan kinayedir.
Henne
Kişinin kendi karısı.
Hent
Bir nevi kirpi. * Göz içinde olan yağ.
Henüz
f. Daha, yeni, şimdiye kadar, ancak.
Hepten
Bütünüyle, tamamıyla.
Her dem taze
Parlaklık ve tazeliğini dâima muhafaza eden. * Mc: Daima genç görülen, gençliğe heveskâr.
Her dem
f. Her zaman, her dakika. Dâimâ.
Her
f. Bütün, hep, tamamen.
Her'
şiddet. * Etin iyi pişmesi.
Her'a
Küçük bir canavar. * Erkeğiyle muhalata ettiğinde şevkinin şiddetinden hemen inzal eden kadın.
Herab
Kaçmak, firar etmek.
Heras
Dikenli ağaç.
Herave (hirave)
Ağır, yoğun asâ (baston).
Her-ayine
f. Mutlaka, elbette. Behemehal, zaruri, herhalde.
Her-bar
f. Her defa, her kere.
Herc ü merc
f. Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak.
Herc
f. Karışıklık.
Her-ca
f. Her yer.
Hercaî
(Hercâyî) Her yerde bulunur, kendine mahsus belirli bir yeri bulunmayan. Serseri, derbeder. * Kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin.
1357
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hercâî
yanar döner, gelgeç.
Hercan
Uzun ve kalın olan şey. * Hayvanın yab yab yürümesi.
Hercâyî menekşe
Bir cins menekşe.
Hercele
Karışık yürümek.
hercümerc
karmakarışık.
Herç
Karışıklık, gürültü. Nizamsızlık.
Her-çend
f. Her ne kadar. Her ne zaman.
Herçi bad abad
f. Her ne olursa olsun. İster istemez.
herçibâdâbâd
her ne olursa olsun.
Herd
Deve kuşunun dişisi. * Yarmak. * Kat'etmek, kesmek.
herdem
her zaman.
Hereb
Kaçma, firar. * şiddetli üzüntü, keder.
Herec
Sıcaklığın fazlalığından devenin gözünün kararması.
Herek
Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.
Herem
Kocamak, yaşlanmak, ihtiyar olmak. * Mısır'da firavunlar zamanından kalmış piramit şeklindeki mezarların beheri. * Geo: Mahrutî şekil, piramit.
Heremdîde
f. Yaşlanmış, kocamış, ihtiyarlamış.
Herf
Acele. Sür'at, hız Hezeyan.
Hergâh
f. Her vakit, her an, her zaman.
Hergele
Binilmek ve yük taşımak için alıştırılmamış at, kısrak, beygir veya merkep sürüsü. * Böyle bir sürüye dahil olan hayvan. * Mc: Terbiye ve görgüden büsbütün mahrum adam. * Bir işe yaramaz işçi kalabalığı.
Hergiz
f. Aslâ, kat'iyyen. Hiçbir suretle.
1358
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Herhere
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Su çağıltısı. * Koyunu çağırmak. * Aktığında sesi ve çağıltısı işitilecek kadar çok olan su.
Herhîr
Bir nevi yılan.
Heri'
Acele, sür'at. * Akıcı kan. * Korkak kimse. * Zayıf kimse.
Herif
(Bak: Harif)
herîf
âdi adam.
Herifçioğlu
Kızılan kimse hakkında zamir gibi kullanılan argo bir tabirdir.
Herim
Çok ihtiyarlamış ve kocamış kimse.
Herime
Dişi arslan.
Herîr
Köpek uluması. * Köpek hırlaması.
Herise
Keşkek yemeği.
Herît
Ağzı büyük kişi. * Ferciyle dübürü bir olan kadın.
Herkele
İncelik, nezafet, hoşluk, letâfet. * İnce, zarif, lâtif, hoş.
Herkül burcu
Gök küresi kuzey cihetinde isim verilen bir takım yıldız kümesi. (Bak: Büruc)(...Hem şemse kendi mihveri üstünde cazibe denilen manevî ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelal'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o manevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratıyla saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şems-üş Şümus cânibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed sultanı olan Zât-ı Zülcelal'in kudretiyle ve emriyledir. S.)
Herkül
yun. Cesaretiyle meşhur olup, efsaneleşmiş bir Yunanlının adı. (Onlarda kuvvet sembolüdür)
Herm
Bir ot cinsi.
Hermele
Yolmak.
1359
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Herna'
Ufak bit.
Herr
Köpek uluması, köpek hırlaması.
Herru
"""Ne olursa olsun. Ya batar ya çıkar."" mânâsındaki ""ya herrû ya merrû tâbirinde geçer."
Hers
Ufak kurt.
Herseme
Arslan, gazanfer, esed, haydar. * Burun.
Herş (herâş)
Yırtmak. * Çekişmek.
Herşebe
Yaşlı kuru kadın.
Herşefe
Bez veya aba parçası. (Su az olduğu zamanda yerden onunla yağmur suyunu alıp bir kabın içine sıkarlar.) * Çok yaşamış, ihtiyar, kuru kadın. * Çok eski olan kova.
Hert
Dokunaklı söyleme, iğneleyici bir şekilde konuşma. * Yırtma. * Dürtme.
Herus
Eski elbise.
Herv
Dövme, sopalama. * Pişirme. * Afganistan'da bir şehrin adı.
Hervele
Yürüyüş. * Koşma.
Herya'
Ağaç hışırtısı.
Herz
Yırtmak.
herze
boş söz.
Herze
f. Boş söz. Saçmasapan söz. Boş lâkırdı.
Herzederay
f. Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan.
Herzegû
f. Saçma sapan konuşan. Lüzumsuz ve mânasız söz söyleyen.
herzegû
saçmasapan konuşan.
Herzehayî
f. Mânâsız konuşma, saçmasapan söyleme.
Herzeka
Çirkin gülmek.
Herzekâr
f. Saçma sapan konuşan, mânasız sözler söyleyen.
1360
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Herzekârane
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Saçma sapan konuşarak. Boş ve lüzumsuzca uydurmalarla, abuk sabukça.
herzekârâne
saçmasapan konuşarak.
Herze-lay
Herze söyleyen, saçmalayan.
Herzevat
(Herze. C.) Herzeler, mânâsız ve boş sözler.
Herzevekil
f. Kendine vazife olmayan şeylere karışan. Fodul, boşboğaz. Her şeye burnunu sokan.
hesâbât
hesaplar.
Hesar (hesur)
Arslan.
Hesb
şeref. * Kifayet.
Heshese
Karışıp görüşme.
Hesis
Gizli ses, gizli kelâm. * Ezilmiş, ufalanmış nesne.
Hesm
Kaba yemek. Bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Toplamak, cem'etmek.
Hesmele
Gizli söz.
Hesr
İki kat edip eğmek. * Kırmak.
Hess
Sıkmak.
Hestî
f. Varlık. Var olma. Mevcudiyet.
Heşaş (heşuş)
Açık yüzlü şen yeynicek kişi. * Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun.
Heşaşe(t)
Şâdlık, hafiflik, irtiyah. * Gevreklik.
Heşeme
(C.: Heşemât) Dağ keçisinin oğlağı.
Heşheşe
Şâdlık etmek, neşeli olmak.
Heşîle
Sahibinin izni olmayarak bir adamın bindiği deve.
Heşîm
Ufalanmak. Kırılmış, ufalanmış olmak. * Kırılmış, ufalanmış kuru ot.
Heşm
Kırmak veya kesmek.
1361
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Heşş
Gevrek, kolayca kırılabilir olan. * Keyifli, şen.
Heşt
f. Sekiz.
Heştad
f. Seksen.
Heştüm
f. Sekizinci.
Het'
Dikkatle bakmak. Acele etmek.
Hetalan
Akmak. * Göz yaşı ve yağmur pespeşe gelmek.
Hetalla'
Uzun ve iri vücutlu erkek.
Hetepete
Kekeleme. Konuşurken şaşırıp tereddüd etme.
Heterojen
yun. Kim: Cinsi ayrı olan. Türlü özellikteki taneciklerden yapılan maddelerdir.
Hetf
Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak.
Hetıl
Akıcı, akan.
Hetît
Birbiri ardınca tez tez gitmek.
Hetk
Yırtma Yarma. Perdeyi yırtmak. Rezil olmak. Rezil etmek.
Hetk-i hicab-ı ismet
Namus perdesini yırtma.
Hetl
Ulaştırmak. * (Yağmur) çok yağmak.
Hetlan
Sürekli yağan hafif yağmur.
Hetm
Ön dişleri kökünden kırmak.
Hetma'
Dişsiz olup kurban edilemeyen hayvan.
Hetme
Çok kelâm, çok söz.
Hetmele
Gizli kelâm, gizli söz.
Hetn (hütun)
Yağmur yağmak.
Hetr
Ağaçla vurmak.
Hett
Yırtmak. * İkiye büküp kırmak. * Dökmek.
Hettak
Yırtıp parçalayan, paramparça eden.
Hettal
Dağ ismi.
1362
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hettan
Hafif kimse.
Hetul
Çok miktar akmak.
Hev'
Kötü hırs.
Heva vü heves
Zevk ve şehvetler. Boş ve geçici şeyler.
Heva
(Bak: Hava)
hevâ
nefsin istekleri, kötü arzular, hava.
Hevaci'
Geyik.
Hevacir
(Hâcire. C.) Günlerin en sıcak olan anları. * Göçenler, göç yapanlar, hicret edenler. * (Hücr. C.) Hezeler, hezeyanlar, boş ve mânasız sözler.
Hevacis
(Hâcise. C.) Vesveseler, kuruntular. Akla gelen kötü düşünceler.
Hevadar
f. Hevalı. Nefsine uymuş. Küstah. * Etrafı açık, havalı yer.
Hevade
Yavaşlık. * Yumuşaklık. * Kavmin içinde salah ve muvâfakata sebep olması mümkün olan kimse.
Hevadî
(Hâdî. C.) Rehberler, deliller, kılavuzlar. * Hidayet edenler, istikametli ve selâmetli yolu gösterenler.
Hevadic
(Hevdec. C.) Kadınların binip oturmaları için devenin üzerine konulan küçük mahfeler.
Hevahah
f. Sevilen, muhib, dost.
Hevahat
Ahmak adam.
Hevahî
Bâtıl nesne.
Heva-i nesim
f. Güzel, lâtif, hoş hava. Lâtif mânevi gıda. * Hava (Atmosfer.)
Hevaî
f. Ciddi şeylerle alâkasız. Nefsine düşkün. Nefsine ve şehvetine mağlub. Hevâ ve hevese âit ve müteallik.
hevâî
uçarı, nefsine düşkün, sorumsuz.
Hevaiye
Hava gibi hafif ve lâtif karakterde olan şeyler.
1363
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hevâiye
hava gibi olan lâtif şeyler.
Hevakâr
f. Günahlı işlere hevesli. Hevâ ve hevesine bağlı.
Hevamm
Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.
hevâmm
böcekler.
Hevan
Hakaret, zillet, alçaklık, zelillik, aşağılık, horluk.
Hevaperest
f. Sadece gayr-ı meşru lezzet ve hevesinin peşinde. Cenab-ı Hakk'ı, dinin emirlerini unutmuş, nefsine şiddetle muhabbet eden. Nefsine tapınır derecede Haktan gafil.
hevâperest
yasak arzuları peşinde koşan.
hevâperestâne
yasak arzuların peşinde koşarcasına.
Hevas
Çok yiyen kişi.
Hevatif
(Hâtif. C.) Hâtifler. Gayıptan işitilen sesler. * Nidâ eden melekler.
hevâtif
seslenen görünmez cinler.
Hevaya
Zayıflık.
Hevb
Yol, tarik. * Ateş alevi. * Karışık sözlü kimse.
Hevber
Kırmızı gül.
Hevc
(C.: Hüvüc) Uzun boylu ve akılsız olmak. * Rüzgârın sert esmesi.
Hevcele
Hiçbir işaret ve alâmet olmayan ev veya sahrâ. * Yürügen deve. * Uzun boylu, ahmak erkek.
Hevd
Tevbe etmek.
Hevda'
Deve kuşunun erkeği.
Hevde
Bağırtlak kuşu.
1364
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hevdec
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Hevâdic) Kadınların binmesi için devenin sırtına konulan ufak mahfel.
Hevek
Ahmaklık.
heves
gelip geçici istek, arzu.
Heves
Gelip geçici istek. Nefsin hoşuna gitmek. Devran edip gezmek. Akıl ile olmayıp nefis ile olan istek.
Hevesat
f. Arzu ve nefsâni emeller. Boş, bâtıl ve günahlı şeylere dâir olan istekler. Hevesler.
hevesât
hevesler, geçici arzular, yasak istekler.
Hevesât-ı nefsâniye
Nefsin hevesleri, arzuları ve kötü istekleri.
Hevesdar
f. Hevesli.
hevesî
hevesle ilgili.
Heveskâr
f. Hevesli istekli, arzulu. Meyli ve arzusu olan, heves eden.
heveskâr
hevesli.
Heveskârân
(Heveskâr. C.) İstekliler, hevesliler.
heveskârâne
heves edercesine.
Heveskârî
f. Heveskârlık, heveslilik.
Hevesnâk
f. Hevesli, heves edici, istekli.
Hevesnâkân
(Hevesnâk. C.) Hevesliler, heves edenler.
Hevesperver
f. Hevesli, heveskâr.
hevesperverâne
hevesine düşkün bir biçimde.
Heveş
(Karın) Göçük olmak.
Hevheve
f. Ağacın yapraklarının rüzgâr esmesi ile çıkardığı sesler.
hevheve
yaprakların sesleri.
1365
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hevl
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Korku. Korku verici. * Ürkmek. Dehşet. Yılgınlık. İhtilâl-ı dimağ (beyindeki bozukluk) sebebi ile bâzı hayâli suretler tevehhüm ederek ondan korkmak.
Hevl-âver
f. Korkunç, korku getiren, korku veren.
Hevl-engiz
f. Korkunç korkulu.
Hevl-nâk
f. Korkulu, korkunç.
Hevlul
Hafif adam.
Hevm
Uyuklayıp başını her tarafa eğmek.
Hevn
Kolaylık, sühulet. * Vakar. Teenni. * Sükunet. Sekine. Rıfk. * Ufak şey. Hor ve zelil olmak.
Hevr
Birisini itham etmek, töhmet. Zan. Takdir ve tahmin etmek. * Binayı yıkmak, yıkılmak. * Sulu, ağaçlı yer. * Koyun sürüsü.
Hevre
Dövmek. * Çok fazla yemek.
Hevs
Bir şeyi vurarak kırmak. * İfsad etmek. * Dolaşmak. * Davarı yavaşça ileri sürmek.
Hevş
Çok miktar.
Hevte
Suya gidecek yol.
Hevzeb
Yaşlı deve.
Hevzele
Depretmek, hareket.
Hey'
Gönül dönmek. * Yaramaz gönüllü olmak. * Korkak olmak.
Hey'a
Yere dökülen birşeyin akması. * Korkutucu ses.
heyâkil
heykeller, putlar.
Heyakil
Heykeller.
Heyâkil-i kadîme
Eski heykeller.
Heyam
Hayranlık hâli. * Çok yumuşak kum.
1366
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Heyamola
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir. * Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut bir amele inşaatta ağır bir şey kaldırırken yahut da şahmerdanı yukarı çekerken kuvvetbirliğini sağlamak için hep bir ağızdan ""hayemola, yelesa, heyamo heyamo"" diye bağırırlardı."
Hey'are
Bir yerde karar etmeyen kadın.
heyât
biçimler, görünüşler, topluluklar.
Hey'at
Hey'etler. Ayrı ayrı mânalar. Kısımlar.
Hey'atın feletâtı
Birini taklit eden kimsenin taklitçiliğini gösterip ilân eden sürçmeleri, falsoları. Kemalât-ı ruhiye veya mükemmelliğin iktizası olan umum ahvaldeki fıtrîlik ve müvazeneyi o seviyede olmayanın sun'î taklitteki gayr-ı fıtrîliği.
Heyatile
Hind taifesinden bir kavim.
Heyban
Korkunç, korku getiren. * Çok utangaç çekingen. * Korkak. * Çoban.
Heybe
Eşya koymaya mahsus iki taraflı küçük torba.
Heybet
Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.
heybet
hürmetle karışık korku uyandıran hâl.
Heybub
Korkak.
Heyc
Heyecan, telaş. * Galeyan, tahrik. * Kavga, harp, savaş, cenk.
Heyca
Cenk, cidal, vuruşma, birbirini öldürme, kıtal.
Heycagâh
f. Muharebe meydanı, savaş yeri.
Heycemane
Büyük inci.
Heyd
Depretmek. * Zahmetli olmak.
Heydeb
Yere yakın olan bulut.
1367
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Heydebî
Atın bir çeşit yürümesi.
Heyecan
Birden bire şiddetle hislenme. Ürperme. * Coşkunluk. Coşmak.
heyecân
coşkunluk, şiddetli hislenme.
heyecânât
heyecanlar.
Heyef
İnce belli olmak.
Heyelan
Toprak kayması.
heyelân
toprak kayması.
Heyeman
(Heym) Şaşkınlık. Tutkun olmak, âşıklık.
heyêt
şekil, duruş, görünüş, topluluk, gök ilmi.
Hey'et
Şekil. Suret. Görünüş. * Birlik teşkil eden şahısların mecmuu. * Gök ve yıldız ilmi. Astronomi. * Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibilliyet. Bir şeyin cibilli vaziyeti.
Hey'et-i asliye
Aslındaki şekil ve suret.
Hey'et-i a'yân
Senato. * Mertebesi yüksek ve itibar edilenlerin heyeti.
Hey'et-i hâkime
Hâkimler hey'eti.
Hey'et-i içtimaiye
İçtimaî heyet. Topluluğa âit heyet. Toplantı heyeti.
Hey'et-i mecmua
Bir şeyin teferruatına ve cüz'lerine bakılmaksızın bütününün gösterdiği hal ve manzara.
Hey'et-i temsiliye
Temsil hey'eti. * Tar: Erzurum Kongresinde Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ismini alan cemiyetin nizamnamesi iktizasınca seçilen şahıslardan teşekkül etmiş olan hey'et. (6 Ağustos 1919)
Hey'et-i umumiye
Umumi hey'et. Bir şeyin teferruatları nazara alınmadan olan umumi durumu.
Hey'et-i vekile
Vekiller hey'eti, icra vekileri hey'eti. Bakanlar Kurulu. Başbakanın riyaset ettiği heyet.
Hey'etşinas
f. Astronomi bilgini. Sema ve ecramın ahvâline vâkıf olan.
1368
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Heyf
Sıcak rüzgâr.
Heyg
Çoğaltmak.
Heyha
Deveyi yulafa çağırmak.
Heyhat
"Teneffür ve tehassür ifâde eder; ""sakın, savul, yazıklar olsun, uzak ol"" mânalarına geldiği gibi, daha ziyade; Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için söylenir."
heyhât
yazık, ne yazık!
Heyî
f. Varlık, madde.
Heykel
Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli. * Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide. * Mc: Soğuk ve duygusuz kimse. * Güzel ve yakışıklı kişi.
heykeltıraş
heykel yapan.
Heykeltraş
Heykel yapan kimse.
Heyl
Dökmek. * Bir şeyi ölçüsüz def'etmek.
Heylele
"""Lâ ilâhe illâllah"" demek."
Heyleman
Çok, kesir.
Heylulet
(Bak: Haylulet)
heylûlet
araya girme, perdeleme, kapama.
Heym
(Heyemân) Şaşkınlık. * Âşık olma, tutkun olma. * Yüzü yere koymak.
Heymere
Koca avret. İhtiyar kadın.
Heyn
(Heyyin) Kolay. Rahat. * Vakar. Sükunet.
Heyne
Tıb: Kolera hastalığı.
Heyneme
(C.: Heynem) Gizli ses.
Heyr
Rüzgâr adı. * Sağlam ve sert taş.
Heyra'
Korkak, ahmak kimse.
1369
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Heyrea
Çoban düdüğü. * Meyyitin kabrine toprak dökmek.
Heyrun
Bir nevi hurma.
Heys
Yürümek.
Heysam
Arslan. * Kısa boylu kişi.
Heysar
Arslan.
Heysem
Toy kuşunun yavrusu. * Tavşancıl yavrusu. * Akbaba yavrusu. * Kurt eniği.
Heyş
Hareket. * Davar sağmak. * Fitne. * Iztırab, acı.
Heyşe
(C.: Heyşât) Husumet, hasımlık. * Çekişmek, nizâ etmek.
Heyşer
Ot. * Ağaç.
Heyşur
Ot. * Ağaç.
Heytal
Tilki.
Heytale
(C.: Heyâtıl) Helva kazanı.
Heytelek
"""Gel"" mânasınadır."
Hey'ua
Kusmak, kay. * Yavaşlık.
Heyub
Azametli, heybetli, gösterişli.
heyûla
korkutucu hayâl, felsefede eşyanın aslı kabul edilen şey.
Heyula
Zihinde tasarlanan korkunç hayal. * Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey. * Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde. (Bak: Esir)
Heyulâniyyun
Maddeciler.
Hey'urur
Meşakkat, zahmet.
Heyyin
Kolay, sühuletli.
Heyz
Kırık kemik sarılıp ovulduktan sonra tekrar kırmak.
Heyza
Fazlaca kusma, istifra etme. * Tıb: Kolera hastalığı.
1370
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Heyzale
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnsan sesleri. * Cemaat, topluluk. * Çok asker. * Büyük deve. * Belinden aşağısı şişman olan kadın.
Heyzam
Bahâdır, kahraman.
Heyzüm
f. Kuru odun.
Heyzüm-pâre
f. Odun parçası.
Hez
Eğlence. Ciddi olmayan söz.
Hez'
Kırmak.
Hezabir
(Hizebr. C.) Arslanlar, esedler. * Yiğitler, kahramanlar.
hezâr
bin.
Hezar
f. Bin. (1000) * Pek çok. * Bülbül.
hezârân
binler.
Hezaran
f. Binler. Binlerce. Pek çok. * Bülbüller.
Hezardasten
(Hezârdestân) f. Bülbül.
Hezaren
"Sıcak memleketlerde yetişen; ve baston, sandalye gibi şeyler yapmakta kullanılan bir cins kamış."
Hezarfenn
f. Çok bilen, bir çok san'atı birden çok yüksek derecede yapabilen. * Minâre ustası.
Hezarmîh
f. Bin yerinden yamalı derviş hırkası. * Çok süslü. * Gök yüzlü.
Hezarpa
f. Çok ayaklı, bin ayaklı. * Kırkayak.
Hezarpare
f. Bin parça, çok ufak.
Hezartabe
f. Güneş, şems.
Hezaryar
f. Bin defa. Bin kerre.
Hezazîk
Süratle kat'etmek, çok çabuk kesmek.
Hezb
(C.: Hizâb-Ehazıb) Yağmur damlası birbiri ardınca damlamak.
Hezbe
(C.: Hüzub-Hizâb Hizabât) İri katreli yağmur. * Otu az olan yüksek tepe.
1371
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hezec
Gök gürültüsü. * Güzel sesle şarkı söylemek.
Hezecat
(Hezec. C.) Yağmur çisiltisi. Yağmur sesi.
hezecât
ezgiler.
Hezeliyat
(Hezl. C.) Ciddi olmayan sözler. Saçma sapan konuşmalar. Deli saçması.
hezeliyât
ciddi olmayan sözler.
Hezeyan
Kötü sözler. Soğuk şakalar. * Sayıklama. Saçma sapan konuşma.
hezeyan
saçmalık, saçmalama.
Hezeyanat
(Hezeyan. C.) Sayıklamalar. * Saçma sapan ve mânâsız konuşmalar.
hezeyanvârî
saçmalarcasına.
Hezf
Yaşlı devekuşu.
Hezhaz
Keskin kılıç.
Hezheze
Cisimlerin, hava yahut başka bir şey dokunmasiyle titremesi.
Hezî
Ahmak. * Vakit, saat.
Hezîc
Ahmak kimse. * Süratle yürüyen kimse.
Hezîl
Zayıf, arık. Bitkin.
Hezîm
Sağanaklı yağmur. * Gök gürültüsü. * Koşarken kişneyen at.
hezîmet
bozgun.
Hezîmet
Bozgunluk, mağlubiyet.
Hezîz
Deprenmek.
Hezk
şiddetli gök gürültüsü. * Uçurmak. * Yuvarlamak.
Hezl
Ciddi olmayan söz. Saçma, uydurma, yalan konuşmak. * Edb: Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım yapmak. Bu tarzda yapılan nazım.
hezl
saçma, uydurma.
Hezlâmiz
Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm.
1372
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hezl-gû
Şakacı. Lâtifeci, mizahlı söz söyleyen.
Hezliyât
(Hezl. C.) Mizah ve şakayla ilgili söz veya şiirler.
Hezm
Çok çabuk kesmek. * Sür'atle yemek.
Hezme
Elle basıldığında veya sıkıldığında oluşan çukur.
Hezmele
Bir cins yürüyüş.
Hezr
Saçmasapan, boş ve mânâsız söz.
Hezra
(C.: Hezrât) Vurmak.
Hezreme
Sür'atle okumak. Sür'atli kelâm.
Hezz
Vurmak, dövmek. * Isırmak.
Hezza
İnsan topluluğu, hayvan sürüsü.
Hezzam
Keskin.
Hezzar
Devamlı saçmalayan adam.
Hezzuz
Keskin.
Hı
Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.
Hıba'
Atâ, bahşiş, hediye.
Hıba
Yağmurdan korunmak için kurulan çadır. Tente.
Hıbab
Sevişmek, muhabbet.
Hıbale
Kement.
Hıbat
Yüzde olan dağ ve nişân. * Davarın ayağında ve uyluğunda yapılan işâret.
Hıbazet
Ekmek yapma mesleği, ekmekçilik.
Hıbb
Bahadırlık, kahramanlık. * Gammazlık.
Hıbbe
Hımhım otunun tohumu.
Hıbher
Galiz, kaba.
Hıbık
Uzun, tavil. * Hızlı yürüyüşlü at.
1373
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hıbk
Yellenmek.
Hıbne
(C.: Hıben) Büyük çıban.
Hıbrak
Yellenme.
Hıbre (habre)
(C.: Hıber-Hıberât) Yemeni, alaca renkli bez.
Hıbre
Tecrübe etmek, denemek, sınamak.
Hıbse
Yaramaz, habis nesne.
Hıbte
Azıcık süt. * Bir içim su.
Hıbve (hubve)
(C.: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut. * Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak. * Bele takılan şey.
Hıcce
(C.: Hıcec) Bir kere haccetmek. * Sünnet.
Hıçkırık
t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması. * Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek ağlama.
Hıda'
Hile.
Hıdac
Eksik, noksan.
Hıdane
(Bak: Hızane)
Hıdare
Oturma, ikamet.
Hıdeb
şişman gövdeli kimse.
Hıdemat
(Bak: Hidemat)
Hıdemm
Bahşişi çok olan kimse.
Hıdîv
f. Vezir, âsaf. * Kral nâibi. * Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine ilk olarak Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu olan İsmail Paşa'ya verdi. (8/6/1867) İsmail Paşadan sonra oğlu Tevfik Paşa, daha sonra da Abbas Hilmi
1374
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Paşa, Mısır Hıdîvi oldular. Mısır hıdîvleri protokol bakımından şeyhülislâm ve sadrazam ile aynı derecede idiler. Hıdîvâne
f. Bir vezire veya Mısır hıdîvine yakışır şekil ve surette.
Hıdk
Kesmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
Hıdn
Koltuk altından yan başına varana kadar, kucak. * Nahiye. * Canip, taraf.
Hıdr
Mâni, engel. * Perde, hâil.
Hıdrellez
(Hıdırellez) Rumi Nisan ayının 23. gününe verilen addır. Bu tarih 6 Mayıs'a tekabül eder. Doğrusu Hızır ve İlyas'tır.
Hıfa'
Her şeyin örtüsü ve perdesi. * Kırba örtüsü.
Hıfaf
Yeyni, hafif.
Hıfaz
Gayret. * Vefalılık.
Hıff
Hafif, zayıf nesne.
Hıffe
Yeynilik.Hafiflik, zayıflık.
Hıfrî
Bir otun adı.
Hıfş
Küçük ev.
Hıfy(e)
Yalın ayak yürümek.
hıfz
saklama, koruma, ezber.
Hıfz
Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza. * Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak.
Hıfze
(C.: Hafâyiz) Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Gayret etmek.
Hıfz-ı bilad u ibad
Şehirlerin ve şehir ahalisinin korunması.
Hıfz-ı emanet
Canı muhafaza etme. * Bırakılan emaneti koruma.
Hıfz-ı hukuk
Hak ve hukukları muhafaza etme.
Hıfz-ı kur'an
Kur'an-ı Kerim'i tamamıyla ezberleme.
1375
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hıfzıssıhha
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi. * Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.
Hıfz-ül lisan
Dili, günah ve lüzumsuz olan sözlerden korumak. Kötü ve fena sözlerden dilini muhafaza etmek. (İhtiyaçtan fazla söz söylememek mendubdur.)
Hıkab
Arap kadınlarına mahsus bir nevi kumaştır, onu bellerine kuşanıp süslerini ve zinetlerini ona takarlar.
Hıkb
(C.: Ahkâb) Uzun zaman, dehr.
Hıkbe
(C.: Hıkeb) Yıl, sene. * Seksen yıl.
Hıkd
Kin, buğz, adâvet. * İntikam almak için fırsat beklemek.
hıkd
kin, intikam arzusu.
Hıkf
Kumun bir yere toplanıp yığılarak tepe gibi olması.
Hıkk(a)
(C.: Hukuk - Hıkâk) Üç yaşını tamamlayıp dördüne girmiş deve.
Hıkmık etmek
t. Bir işten veyahut bir suale cevap vermekten kaçınmak için esassız bahaneler ileri sürmeye çalışmak. Tereddütlü davranmak.
Hıla'
Göze çekilen sürme.
Hılab
Yırtıcı hayvan veya yırtıcı kuş pençesi.
Hılabe
Aldatmak, hud'a.
Hılace
Hallaçlık.
Hılaf
(C.: Ahlâf) Söğüt ağacı. * Muhalefet etmek, karşı gelmek.
Hılal
(C.: Ahılle) Diş arasını ayıklamakta kullanılan nesne. Dostluk.
Hılas
Her nesnenin dibine çöken ağırlığı.
Hılb
Kalble karın arasında olan perde.
1376
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hılbid
Küçük deve.
Hılf
Meme başı.
Hılfe
Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Biri gidip diğeri geriye gelmek. * Biçildikten veya yandıktan sonra biten ot. * Sonra biten yemiş.
Hılk
Hükümdar mührü. * Çok mal.
Hılkıd
Kötü ahlâklı ve ağır ruhlu kimse.
Hılkî
(Bak: Hilkî)
Hıll
Helâl. * Kâbe ile mikat arası.
Hılle
Kılıç gediği.
hıllet
candan arkadaşlık.
Hıllîfî
Bir kimseyi yerine bırakmak.
Hılm
Dost.
Hıls
(C.: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek. * Büyük ve kuvvetli olan dişi deve.
Hılt
Bir şeye karışık, karışmış bulunan. * Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi. * Soyu, nesebi karışık kimse.
Hılta
İşret. * Muaşeret.
Hılt-ı mahmud
Vücudun sağlam ve sağlıklı oluşu.
Hılt-ı redî
Vücudun hastalanmasına sebebiyet veren madde. * Bir şeye karışmış olan şey.
Hılye
Güzel sıfatlar, iyi hasletler. * Süs, zinet. * Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) evsafı ve bundan bahseden kitab.
Hım'
Kurt. * Hırsız.
Hıma
Kimsenin giremediği mahfuz otlak. * Sultan için korunup hıfz edilen çayır.
Hımam
Ölüm, mevt.
1377
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hımar
(C.: Humr-Humur) Kadınların başlarına sardıkları bez.
Hımare
(C.: Hamâyir) Ayak üstü. * Havuzun etrafına koydukları taş. * Avcıların av vurmak için çevrelerine ev gibi dizdikleri taşlar.
Hımas
Karnı aç kimseler.
Hımasa
İnce bellilik.
Hımbıl
Budala ve miskin.
Hımdıd
Havuz dibinde olan döşeme.
Hımhım
Burundan konuşan. Sesleri burnundan çıkararak konuşan kimse. * Burnundan çıkan ses gibi boğuk. * Arap diyarında biten bir ot. * Çok siyah.
Hımlak
(C.: Hamâlik) Gözün etrafı.
Hımre
Bir şeyin bozulup şekil değiştirmesi.
Hıms
Üç gün deveyi susuz bırakıp, dördüncü günü su vermek. * Alaca yemeni bez.
Hımtat
Ot arasında olur bir nakışlı böcek.
Hımve
Hastanın yemek yememesi.
Hımye
Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması.
Hımyet
Yemek yememek. Perhiz yapmak.
Hına (hınnâ)
Kına.
Hınaf
Devenin yulardan burnunu çözmesi. * Deve bileğinde olan yumuşaklık.
Hınaî
Kına satan, kınacı.
Hınak
(Hanak. C.) Kızmalar, darılmalar, kin tutmalar, haset etmeler.
Hınas
(Hünsâ. C.) Kendisinde hem erkeklik ve hem de dişilik özelliği taşıyanlar.
1378
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hınat
(Hınta. C.) Buğdaylar.
Hınata
Buğday satmak.
Hınaye
Burun ucu.
Hınc
Her nesnenin aslı. * Meyl ettirmek, eğmek, yöneltmek.
Hıncahınç
Ağzına kadar ve tıka basa dolu. Dopdolu. (Bu tabir bir yer veya taşıt için kullanılır.)
Hıncer
(C.: Hanâcir) Hançer.
Hındelis
Ağır yürüyüşlü deve.
Hındis
(C.: Hanâdis) Katı karanlık.
Hınezkar
Kısa boylu kişi.
Hınn
Cinden bir tâife.
Hınna
Kına. Saça, sakala veya kadınların, parmaklarının uçlarına sürdükleri sarımtırak pembe boya ve bunun esası olan toz.
Hınnab
Uzun boylu.
Hınnus
(C.: Hanânis) Hınzır eniği.
Hıns
Bâtıldan hakka veya haktan bâtıla meyletmek. Yeminini bozmak. Günah.
Hıns-ı yemin
Yemininde durmayıp bozmak. Nakz-ı ahd da denir.
Hınsır
Küçük parmak. Serçe parmak.
hınsıyemîn
yemin bozma.
Hınsîr
Alçak, soysuz, âdi.
Hınta
Buğday.
Hıntar
Çok acıkmak.
Hınye
Yay.
Hınzab
Kısa boylu. * Yaban havucu.
Hınzıb (hunzeb)
Kokmuş et parçası. Bir lâkap.
1379
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hınzır
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.) * Pis ve katı kalbli kimse.
hınzır
domuz.
Hınziman
Cemaat, topluluk. * Taife.
Hınzîre
(C.: Hınzırât) Hileci ve fitnekâr kadın. * Dişi domuz.
Hınziyan
Faydasız ve mânasız sözler konuşan.
Hınzîz
(C.: Hanâzız) Enenmemiş veya enenmiş erkek davar.
Hır
Hırıltı. * Kavga, dövüş.
Hıra
Mekke-i Mükerreme'nin civarında bulunan ve Hz. Peygamber'e (A.S.M.) ilk vahyin geldiği mağaranın ismidir. Bu mağaranın bulunduğu dağa Hırâ dağı denildiği gibi, Harrâ veya Cebel-i Nur da denilmektedir.
Hırâ
Peygamberimize ilk vahyin geldiği mağara, Hira.
Hırabe
Deve hırsızlığı yapmak.
Hırafe
Acılık. * Tezlik.
Hırak
Hareket.
Hıram
f. Sallanma, salına salına naz ve edâ ile yürüme.
Hıraman
f. Salınarak naz ve edâ yaparak yürüyen.
Hıraset
Koruma. * Bekleme, bekçilik etme, muhafaza etme.
Hıraş
"f. ""Tırmalayan, kazıyan"" anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı."
Hırba
Bukalemun adı verilen keler cinsi. * Güneşin bulutlara aksetmesinden hasıl olan renkler.
Hırbak
"Sahabeden bir kimsenin adı ki, ona ""Zülyedeyn"" de derlerdi. * Def'etmek, kovmak. * Yellenmek."
Hırbaş
Fesâd vermek. * Acı bir ot.
1380
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hırbüre
Kavun.
Hırçın
Pek inatçı, titiz.
Hırdavat
Ehemmiyetsiz şeyler, öteberi. * Demirden mâmul eski âlet. (Bak: Hurdevat)
Hıred
f. Akıl, fikir, zihin. İnsandaki düşünce ve anlayış kuvvesi.
Hıred-âmuz
Öğreten, öğretici, muallim.
Hıred-âşub
f. Akıl dağıtan.
Hıred-fersa
f. Akıl yorucu.
Hıred-mend
(C.: Hıredmendân) f. Akıllı, anlayışlı.
Hıred-mendî
Akıllılık.
Hıred-pesend
Akıllı, zîakıl, düşünen.
Hıred-suz
f. Şaşırtıcı, akıl yakıcı.
Hırfet
Geçinmeğe medar (sebeb) olan iş, san'at. Devamlı meşgul olunan iş.
Hırfu'
Pamuk.
Hırızma
Azgın hayvanların ağzına veya ayının burnuna takılan demir halka.
Hırîd
f. Satın alma.
Hırîdar
f. Alıcı, müşteri, tâlib.
Hırîde
f. Satın alınan, satın alınmış.
Hıristiyanlık
(Bak: İsevî)
Hırk (hırrîk)
Cömert, kerim.
Hırk
Törpülemek. * Kızgınlıktan dolayı dişini gıcırdatmak. * Bir şeyi dürtmek.
Hırka
Bez parçası. Bezden mâmul elbise. * Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir.
hırka
kalınca kumaştan yapılmış elbise.
1381
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hırka-i saadet dairesi "İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda ""mukaddes emanetlerin"" bulunduğu yer. Burada yüzyıllardan beri, başta Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) hırkaları olmak üzere İslâmî nitelikte birçok mukaddes eşya saklanmaktadır. Bu eşya Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından, Mısır'ın fethinden (1517) sonra İstanbul'a getirilmiştir." Hırka-i saadet
Cenab-ı Peygamber'in (A.S.M.) İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda gümüş sandık içinde muhafaza edilen hırkasıdır. Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerifi tarafından diğer emanat-ı mübareke ile beraber Yavuz Sultan Selim Han'a hediye edilmiştir. Hırka-i Şerif de denir. (O.T.D.S.)
Hırka-i şerif
(Bak: Hırka-i Saadet)
Hırkapuş
f. Hırka giyen, derviş.
Hırkapuşane
f. Fakircesine, dervişçesine.
Hırkapuşî
f. Fakirlik, dervişlik.
Hırkat
Hararet, sıcaklık, yanma.
hırkat
yanma.
Hırman
Mahrumluk, mahrumiyet. * Ümitsizlik, ye's.
Hırmele
Akılsız kadın.
Hırnık
(C.: Harânik) Tavşan yavrusu. * Bir şâire kadın.
Hırpadak
Birdenbire, hemencecik. * Uygun bir şekilde, münâsib bir tarzda. Tıpatıp.
Hırpanî
f. Derbeder, perişan kılıklı, pejmürde.
Hırran
Boyun eğen, itaat eden, muti.
Hırre
Susuzluk.
Hırrîc
Bir kimsenin çıkardığı nesne.
Hırrîf
Acılığından dili acıtan nesne.
Hırrik
(C.: Ehrak - Hurrak - Huruk) Cömerd, kerim. Zarif.
1382
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hırrit
(C.: Harârit) Delil. * Hâzık. * Mâhir, maharetli.
Hırs
(Hurs) Takdir, kıyas. * Altın veya gümüşten halka.
hırs
aç gözlülük, aşırı düşkünlük.
Hırs-beçe
Ayı yavrusu.
Hırsek
f. Ayı yavrusu.
Hırseme
Ayakkabının başı.
Hırs-ı cah
Makam ve rütbe hırsı.
Hırsiye
Geceleyin çalınan koyun.
Hırşa'
Yılan derisi. * Yumurtanın üst kabuğu.
Hırt
Erkek keklik. * Hastalıktan dolayı, kesilmiş gibi parça parça olan bulaşık süt.
Hırtit
Kereviz.
Hırtopoz
(Argo) Anlayışsız, kaba, ahmak kimse.
Hırvanî
Tar: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de tebliğ edilmişti.
Hırvat
Hırvatistan halkından veya bu halkın neslinden olan kişi.
Hırvatî
Tar: Sipahilerin başlarına giydikleri külâh tarzındaki başlık.
hırz
koruma, saklama.
Hırz
Melce'. Sığınılacak yer. * Tılsım. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza etmesine dair yazılı duâ. * Fık: Bir malın âdet üzere muhafazasına mahsus yer. * Muhafaza etmek.
Hırz-ı bigayrihî
Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)
1383
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hırz-ı binefsihî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İçerisinde mal ve eşya saklamak için yapılmış, hazırlanmış ve içine izinsiz girilemiyen ev, dükkân, çadır, depo vs. gibi mahaller. (Kasa, sandık, dolap, çuval da bu hükümdedir.)
Hırz-ı can
Bağrına basıp canı gibi korumak. Canı koruyan. Canını teslim ederek sığınmak.
hırzıcân
canı gibi koruma.
Hısa
(C.: Ahsâ) Sığır tersi.
Hısa'
Hayvanın hayalarını çıkarma, eneme, burma. * İnsanı hadım etme.
Hısal
(Haslet. C.) Hasletler, huylar, tabiatlar. Ahlâk.
hısâl
güzel huylar.
Hısal-i hamîde
"Medhe ve övülmeğe lâyık güzel huylar, güzel hasletler.(...Dost ve düşmanın ittifakı ile ahlâk-ı hasenenin, şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelâtının şehadetiyle secâyâ-yı sâmiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede ve din-i İslâmdaki mehasin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âlî hısal-i hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüd etmez. S.)"
Hısam
Düşmanlık, çekişmek, kavga, mücâdele.
Hısan
Mümtaz kimseler, seçkin kişiler.
Hısane
Berklik, sağlamlık, sertlik, muhkemlik.
hısâs
hisseler, paylar.
Hısas
Hisseler. Paylar. Nasipler. * Kıssadan alınan dersler.
Hısase (hısse)
Kabahat. * Alçaklık, denâet.
Hısb
Ucuzluk, bolluk.
Hısım
Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba.
hısn
kale, sığınak.
1384
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hısn
Kale. Hisar. Sığınmağa, korunmağa mahsus sağlam yer.
Hısn-ı hasîn
Çok kuvvetli, en sağlam korunma.
Hısrem
Koruk. * Bahil kimse.
Hısreme
Üst dudağın derisinin sarkık olması.
Hıss
Noksan, eksik.
Hıssa
(Bak: Hisse)
Hıssan
Mümtaz ve belirli kimseler. Tanınmış iyi kimseler. Ekâbirler.
Hısset
(Bak: Hisset)
hısset
düşüklük, adilik, küçüklük.
Hıssîs
Hâslık.
Hıssîsa
Bir kimseye, bir şeye mahsus olan hâl.
Hısve (hısye)
(C.: Haseyât) İki avuç dolusu. * Azeryun otu.
Hış'a
Doğum anında ölen annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk.
Hışaş
Başı küçük adam. * Küçük başlı yılan. * Devenin burnuna geçirdikleri burunduruk. * Kuşlardan, dimağı olmayan. * Çuval. * Cânip, taraf. * Sinir.
Hışf
Geyik yavrusu.
Hışır
Kavun ve karpuzun kabuk kısmı. * Olgunlaşmamış kavun. * Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri. * Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.
Hışm
f. Öfke, hiddet, gazap, kızgınlık.
hışm
öfke, hiddet.
Hışm-âlud
(Hışm-gîn, Hışmîn, Hışm-nâk) Kızgın, öfkeli.
Hışm-gîn
f. Dargın, öfkeli, kızgın, darılmış, gücenmiş.
Hışm-nâk
f. Kızgın, öfkeli, hiddetli, hışımlı.
1385
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hışt
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küçük mızrak şeklinde, ortasında ipten örtülü bir halka olan ve orta parmağa geçirilerek atılan eski bir savaş âleti. * Kerpiç. * Tuğla.
Hıştek
f. Küçük kerpiç.
Hışt-ı ham
Ham kerpiç. Tam pişmemiş kerpiç. Güneşte kurutulan kerpiç.
Hışt-ı puhte
Fırında pişirilmiş tuğla.
Hışt-tabe
f. Tuğla ocağı.
Hışt-zen
f. Kerpiç veya tuğla yapan kimse.
Hışv
Geyik buzağısı.
Hıt'
Suç, günah. Günah işlemek.
Hıtab
Sözü âşikâre ve yüzüne söylemek. * Seninle gayrin arasında olan kelâm.
Hıtabet
Hatiplik etmek.
Hıtabiyye
Rafizî taifesinden bir bölük cemaat.
Hıtam
(C.: Hutum) Dizgin, yular.
Hıtan(e)
Sünnet etmek.
Hıtar
(Hatar. C.) Tehlikeler, hatalar.
Hıtat
(Hıtta. C.) Ülkeler, memleketler, diyarlar.
Hıtban
Ebucehil karpuzu.
Hıtbe
"Huk: Bir kadının nikâhına talib olmaktır. Evlenmeyi taleb eden erkeğe: ""hâtıb"", evlenmesi taleb edilen kadına da ""mahtube"" denir."
Hıtr
(C.: Ahtâr) Boya otu. * Çok miktar deve. * Suyu çok olan süt.
Hıtre
Azıcık vergi.
Hıtta
Günahlardan istiğfar etmek. * Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak. * (C.: Hıtat) Diyar, ülke, memleket.
Hıtta-i cesime
Büyük ülke.
1386
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hıva'
(C.: Ahviye) Suya yakın toplanmış evler. * Kaplayıp, toplayıcı olan.
Hıvan
(C.: Huvn) Sofra.
Hıvar
Cevap vermek.
Hıvel
Zeval. * Bir yerden başka yere intikal, tahavvül etmek.
Hıvkal
Zayıf olmak, zayıflamak.
Hıyaban
f. Cadde. İki tarafı ağaç dikili yol. Bahçe yolu. İki tarafı ağaçlı muntazam yol. * Ortasından su akan ağaçlık yer. * Tahrân'da büyük bir caddenin adı.
hıyâbân
iki tarafı ağaçlık yol.
Hıyabe
Ümitsiz ve mahrum olmak.
Hıyake
Dokumak.
Hıyal
Hayvanın kısır olması.
Hıyam
(Hayme. C.) Çadırlar.
Hıyanat
(Hıyanet. C.) Hıyanetler, hâinlikler, kahpelikler.
hıyânet
hainlik.
Hıyanet
Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek.
Hıyaneten
Kötülükte bulunarak, hıyanet ederek.
Hıyanet-i vatan
Vatan hainliği. Vatana hıyanet etme.
Hıyanetkâr
Hıyanet eden. Hâin.
Hıyar
Hayırlılar. * (C.: Hıyârât) Huk: Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle muhayyerlik bulunan kimse, yaptığı bir akdi diğer tarafın rızasına hâcet kalmaksızın bozabilir.
1387
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hıyarat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hıyâr. C.) İslâm hukukunda alışveriş meselelerine ait muhayyerlik hususları.
Hıyare
Otsuz, otu olmayan yer.
Hıyar-ı ayb
Bir şeyde mevcud olan bir kusurun akitten sonra meydana çıkmasından dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir.
Hıyar-ı rü'yet
Bir şey hakkında görülmeden yapılan bir akitten dolayı, âkitlerden biri için görüldüğü zaman sabit olan muhayyerliktir.
Hıyar-ı şart
Âkitlerden birinin veya herbirinin akdi, muayyen bir müddet içinde fesh veya icazetle infaz edebilmek hususunda muhayyer olmasıdır.
Hıyar-ı tağrir
Âkitlerden birinin diğer taraftan aldatılarak bir malı gabn-ı fâhiş ile satmasından veya satın almasından dolayı satış muamelesini fesh hususunda muhayyer olmasıdır.
Hıyar-ı vasf
Bir akitte vücudu şart kılınan veya örfen meşhud bulunan mergub bir vasfın mevcud olmaması sebebiyle âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. (Sağılır diye satılan bir ineğin, sütten kesilmiş olması gibi.)
Hıyasa
Kulak halkası. * Dar etmek, darlaştırmak. * Dikmek.
Hıyat
(Hâit. C.) Perdeler. Mânialar.
Hıyata (hıyatet)
Terzilik, dikiş dikme işi. * Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi. * Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.
Hıyata
Hıfzetmek, korumak, muhafaza etmek.
Hıyatet-hane
f. Dikimevi, dikişevi, terzihane.
Hıyaz
(El-hıyaz) Havuzlar. * Kadınlarda aybaşları, hayız kanları.
Hıyaz(a)
Suya dalmak.
Hıyazet
İlâve etmek, toplamak.
1388
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hıyere
Küfe yakınında bir şehrin adı.
Hıyere-i nâs
Seçkin kimseler, mümtaz kişiler.
Hıyfet
Korku. Gizlilik ve havf.
Hıyre
f. Fersiz ve donuk göz.
Hıyre-bahş
f. Göz kamaştıran, aklı durduran.
Hıyre-çeşm
f. Kamaşık ve donuk gözlü. * Cesur, atılgan. * İnatçı, muannid. * Utanmaz, hayâsız, arsız.
Hıyre-dest
f. Aldığı işi bozar olan (kimse.). Eli sakar kişi.
Hıyre-gî
f. Kamaşıklık, donukluk (göz hakkında). Şaşkınlık.
Hıyre-küş
f. Sevilen, mahbub, sevgili. * Haksız yere adam öldüren.
Hıyre-re'y
f. Reyi zararlı olan, kötü reyli.
Hıyre-ser
f. Sersem, alık.
Hıyre-serane
f. Alıkçasına, sersemcesine.
Hıyre-serî
f. Alıklık, sersemlik.
Hız
Sür'at, çabukluk.* Gayret, şevk. * Fiz: Alınan yolun zamana oranı.
Hızab
Birşeyi boyamak için hazırlanmış terkib.
Hızac
Büyük tuluk.
Hızad
Dikensiz ağaç.
Hızak
(Hızka. C.) Yığınlar, kalabalıklar.
hızân
hazine.
Hızane
Bir şeyi bir şeye ilâve etmek. * Fık: Hak ve salâhiyeti haiz olan kimsenin belirli müddet zarfında çocuğunu besleyip büyütmek ve terbiye etmek üzere yanında bulundurması. * Bir şeyi kucağına almak.
Hızar
Bahçe çevresine yapılan duvar veya çit.
Hızb
(C. Ehzâb) Erkek yılan. * Ok atarken yaydan çıkan ses.
Hızc
(C.: Ehzâc) Devenin içtiği havuzun dibinde kalan su. * Ateş yakmak.
1389
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hızecr
(C.: Hazâcir) Karnı büyük kişi.
Hızf
(Bak: Hazf)
Hızır (a.s.)
İkinci tabaka-i hayat mertebesine mazhar olan ve Kur'an-ı Kerim tefsirlerinde ismi zikredilen bir zât-ı kerim. (Bak: Meratib-i hayat)
Hızır
Kurânda adı geçen mübarek bir zatın ismi.
Hızk (hizak)
Zeyreklik, akıllılık. * Ustalık, mahâret.
Hızk
Kuşun terslemesi.
Hızka
Yığın, kalabalık.
Hızlan
Müflis olmak. İflas etmek.
hızlân
zarar, rahmetten mahrumiyet.
Hızve
Kadının, kocası yanında hürmetli, izzetli ve mertebeli olması.
Hızy
Hor ve zelil olmak. * Rüsvay olmak.
Hızzet
Mertebe, menzile, derece.
Hiba
Bahşiş. * Kadına kocasından kalan hisse. * Vergi.
Hibab
Neşat, sevinç, sürur.
Hibak
Yarpuz otu. * Yelmek.
Hibal
(Habl. C.) Urganlar. İpler, halatlar.
Hibale
(C.: Habâil) Maddi ve manevi şeylerde tuzak, ağ. * Kement, bağ.
Hibale-i izdivac
Evlilik bağı.
Hibale-i telbisat
Gizli, kamufleli tuzak.
Hibas
Su bendi.
Hibat
(Hibe. C.) Bağışlar, hibeler.
Hibb
Kurnaz, aldatıcı, hileci kimse.
Hibban
(Hibb. C.) Mahbublar, sevgililer.
Hibbe
(C.: Hibeb) Yırtık ve eski kumaş parçası. Paçavra.
Hibe
(C.: Hıbeb-Hıbâb) Yaban otlarının tohumu.
1390
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hibe
bağış.
Hibeb
(Hibbe. C.) Paçavralar. Kesilmiş bez veya kumaş parçaları.
Hibek
"(C.: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan ""habk"" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel bir zemin üzere dokumak mânasına gelir. (E.T.)"
Hibe-name
f. Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt.
Hibl
Yaşlı, ihtiyar. * Uzun boylu kimse. * Büyük deve.
Hibla'
Yeyici, yiyen. * İt, köpek, kelb.
Hibr
(C.: Ahbâr - Hubur) Yahudi âlimi. * Salih âlim. * Sürur. * Ni'met. * Mürekkeb. * Eser, nişâne.
Hibre
(Hibret) Bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek.
Hibrir
(C.: Habârîr) Dağ çiçeği.
Hibriyye
Kepek.
Hibriziyy
Acem askerlerinden şanlı bir süvârinin adı.
Hibs
Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş.
Hibt
(Bak: Hebt)
Hîc
Deveyi azarlama ve zecir sesi.
Hîca
(Bak: Heycâ)
Hica
Akıllı. * Münasib, lâyık.
Hica'
Hicvetme, yerme. Birisi hakkında alay eder tarzda yazılar yazma.
hicâb
perde, utanma.
1391
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hicab
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Perde. Örtü. Hâil. * Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek. * Men'etmek. * Allah ile kul arasındaki perde. * Setretmek. Gizlemek.
Hicabat
(Hicab. C.) Perdeler. * Tılsımlar.
Hicab-aver
f. Hicab verici, utandırıcı.
Hicabet
Kapıcılık. Perdecilik. * Teşrifatçılık, mabeyncilerin mesleği. Saray memurluğu. * Ortaçağ islâm devletlerinde vezirlik. * Kâbe perdeciliği.
Hicab-ı çihre
Yüz örtüsü.
Hicab-ı ebr
Bulut perdesi.
Hicab-ı hâciz
(Hicab-ı sadr) Tıb: Göğüs ile karın uzuvlarını birbirinden ayıran perde, zar. Diyafram.
Hicab-ı kalb
Kalbin boşlukları arasındaki zarların her biri.
Hicab-ı meşimî
Rahim zarı. Ana rahminde cenini saran zar.
Hicab-ı müstabtın
Tıb: Plevra.
Hicabî
Zar ve perde ile alâkalı ve ona müteallik. Perde ve örtüye âit. * Mahcub. Utangaç.
Hicac
Hüccet, delil, senet göstererek muaraza ve mübahase eylemek. * Tıb: Göz çukuru ve kaş kemiği.
Hical
(Hecl. C.) Uçurumlar, derinlikler, yarlar, çukurlar.
Hicam
Hayvanlara takılan ağızlık.
Hicame
Deve ağzına ısırmasın diye takılan ağızlık.
Hican
İyi, kerim kimse. * Güzel ve beyaz deve.
Hicar
Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak. * Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip.
Hicare
(C.: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık. * Taş.
1392
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hicaz demiryolu madalyası "Şam-Hicaz demiryolunun yapımı için para yardımı bulunanlarla, demiryoluna ait işlerde hizmetleri görülenlere verilmek üzere II.Abdülhamid tarafından çıkartılan üç ayrı madalya. 16.9.1902 tarihli nizamname ile çıkarılan bu madalyanın bir tarafında ""Hamidiye Hicaz demiryoluna hizmet eden hamiyyetmendâna mahsus madalyadır."" ibaresi; diğer yüzünde defne dalında bir çelenk içinde Abdülhamid II'in ""El-gazi"" tuğrası, altta ise lokomotif şekli vardı. Bu madalyalar: Altun, gümüş ve nikel olmak üzere üç çeşitti." Hicaz demiryolu
Şam'dan Hayfa'ya kadar uzanan demiryolu. Yapımına 1900'de başlanan bu demiryolunun uzunluğu 1465 km, genişliği ise 1050 m. idi. Başlıca özelliği tamamıyla İslâm dünyasının yardımı ile yapılmış olmasıdır. II.Abdülhamid zamanında yapılan bu demiryolu 1908 yılında tamamlanmıştır.
Hicaz
Arabistan'da Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'nin bulunduğu mıntıka.
Hicazî
(Hicaziyye) Hicaza mensub. Hicazla alâkalı. * Hicazlı Arap.
Hicce
Bir defa hacca gitmek.
Hiccet-ül vedâ'
Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dâr-ı âhirete teşrifinden bir sene evvelki son vedâlaşma haccı.
Hiccîra
Âdet, usul, kaide.
Hiccira'
Şân. * Zât. * Âdet.
Hiccire
Âdet. * Halk.
Hicer
Her nesnenin kenarı.
Hichic
Tatlı su. * Erkek koyun.
Hicir
Başkalarından üstün ve faziletli olan. Bir kimsenin sireti ve mesleği. Huy, âdet, tabiat.
1393
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hiciv
(Bak: Hicv)
Hicr suresi
Kur'an-ı Kerim'in 15. suresidir.
Hicr
Ayrılık. * Başkalarından ayrı fâzıl ve üstün kimse. * Sayıklama.
hicrân
ayrılık, ayrılık acısı.
Hicran
Uzaklaşma. Ayrılık. Ayrılıktan gelen keder, sızı, acı. Dostluğu ve ülfeti kesmek.
Hicran-ı lâ yezalî
Sonsuz ayrılık. Ayrılıktan gelen sonu gelmez üzüntü.
Hicran-meal
Hicran bildiren, hicran anlatan.
Hicran-zede
Ayrılmış, üzüntülü, hicrâna uğramış.
Hicret
"Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memleketini bırakıp başka memlekete taşınmak. * Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesi. İslâmiyetin ilk zuhurunda, şeref ve izzetleri zedelenen Mekke'deki putperest müşrikler daima Hz. Peygamber'e su-i kastlar tertipliyorlardı. Bu yüzden Peygamber Efendimiz (A.S.M.) Mekke'yi bırakıp Medinelilerin dâvetini kabul ederek Hz. Ebu Bekir (R.A.) ile birlikte 622 senesinde hicrete mecbur oldu. Bu seneye Hicret senesi denildi. İslâm takvimlerinde ""tarih"", bu seneden başlar ve buna hicret yılı veya hicrî yıl denir. (Bak: Takvim-i Arabî)"
hicret
göç, Peygamberimizin Medineye göçü.
Hicret-i nebeviye
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekke'den 622 yılında Medine'ye hicret etmesi.
Hicrî tarih
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekkeden Medine'ye hicret ettiği günü başlangıç olarak alan tarih. Milâdi ve Rumi tarihler gibi oniki ay esasına dayanan hicri sene, Muharrem adı verilen ayla başlar, zilhicce ile sona erer. Oniki ayın adları şunlardır: Muharrem,
1394
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
safer, rebiül-evvel, rebiül-âhir, cemaziyel-evvel, cemaziyel-âhir, receb, şaban, ramazan, şevval, zilkade, zilhicce.Kamerî aylar yirmidokuzla otuz günleri arasında değiştiği için hicri tarih ile milâdi tarih arasında on günden biraz fazla fark vardır. Hicri yahut kameri yılı milâdi yıla çevirmek için şöyle bir formül kullanılır. Eldeki hicri yıl sayısının % 3'ü çıkarılır. Bulunan sayıya 622 sayısı ilâve edilir. Böylece meselâ hicri 1000 yılının yüzde üçü 30 eder. Geriye 970 kalır. Bu sayıya 622 daha ilâve edilince karşılığı olarak milâdi 1592 yılı bulunmaktadır. Hicrî
Hicretle başlayan takvime göre.
Hicri'
Uzun boylu ahmak erkek. * Tazı, köpek, kelp.
Hicris
Tilki eniği.
Hicv
(Hiciv) Birini şiir ile zemmetmek, onu gülünç hale koymak. Bu şekilde yazılan şiir veya manzume. * Alay etmek. (Bak: Hecv)
hicv
hiciv, yerme, taşlama.
Hicvî
Hicivle alâkalı. Hiciv denilen tarz-ı zemme ait ve müteallik olan şeyler.
Hicviyyât
(Hicviyye. C.) Edb: Hicivle ilgili manzume ve şiirler.
Hicviyye
(C.: Hicviyyât) Hiciv tarzında yazılmış manzume.
hiç
boş, değersiz.
Hiç
f.Değersiz, kıymetsiz. Yok olan, yok denecek kadar az olan.
hiçâhiç
bomboş.
Hiçahiç
f. Hiç. Yok. Bomboş.
Hiçî
f. Hiçlik. Yokluk.
Hiçkâre
f. İşi rast gitmeyen.
Hiçkes
f. Hiç kimse.
1395
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hid'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Koyunlar ürküp dağıldıklarında, onları durdurmak için söylenen bir kelimedir.
Hida'
Hile. Düzen kurmak. Aldatmak için yapılan oyun.
Hidab
(Hadeb. c.) Kamburluklar, tümsekler, yumruluklar.
Hidac
Yapılan ibadette kusur, noksan, eksiklik.
Hidace
(C.: Hadâic) Devenin sırtına yüklenen yük.
Hidad
Dul olan bir kadının mâtem tutup süsten vazgeçmesi.
Hidadet
Demircilik.
Hidae
(C.: Hıdâ') Dölengeç kuşu. * Sarfetmek, harcamak.
Hidafe
Etlilik, şişmanlık.
Hidak
(Hadeka. C.) Göz bebekleri, hadekalar.
Hidam
(Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. * (Hademe. C.) Devenin ayaklarına bağlanan halkalar, kayışlar. Ayak bilezikleri, ayak köstekleri.
Hidan
Ahmak, salak.
Hidas
Nihayet, son, netice, bitim.
Hidase
Pâk etmek, temizlemek. * Kahramanlık, yiğitlik. * Abdest bozmak.
Hidaş
Tırmalama.
Hidat
(Hâdî. C.) Hidayeti ve doğru yolu gösterenler.
Hidaye
Çaylak kuşu.
Hidayet
Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.
hidâyet
islâm yolu.
hidâyetbahş
hidayet veren.
Hidayet-edâ
f. Hidayete sebeb olan. Hidayet verici.
hidâyetedâ
hidayet verici.
Hidb
Arkası yumru kimse, kambur.
1396
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hidbar (hidbîr)
(C.: Hadâbir) Zayıflığından arkasında eti kurumuş deve.
Hidc
(C.: Ahdac-Huduc) Yük. * Deveye konulan mahfel.
hiddet
öfke.
Hiddet
Öfke. Kızgınlık. Gadab. Dargınlık. Hışım. * Keskinlik.
Hiddet-i basar
Görüş keskinliği.
Hiddet-i havâs
Duyguların keskinliği.
Hiddet-i seyf
Kılıç keskinliği.
Hiddet-i zekâ
Akıl üstünlüğü, zekâ keskinliği.
Hiddîs
Çok sözlü, çok konuşan.
Hidemat
(Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. Hizmetliler.
hidemât
hizmetler.
Hidemat-ı âmme
Umuma ait vazifeler. Kamu görevleri. Millete fayda veren hizmetler.
Hidemat-ı imaniye
"İmâni hizmetler. (Kur'an-ı Kerim'i ve mânâsını öğrenmeğe vesile olmak; imâni şüphelerin giderilmesine çalışmak; İslâmiyetin, hak din olduğunu isbat etmek veya isbâta vesile olmak gibi.) Görülen hizmetler. Eşyanın ve mahlukatın lisan-ı hâl ile esmâ-i İlâhiyeye ait yaptıkları tesbih ve ibadetleri."
Hidemat-ı şakka
Taş taşımak, toprak kazmak gibi, mahkûmlara yaptırılan ağır hizmetler.
Hidfe
İnsan cemaati, insan topluluğu.
Hidmel
Eski kaftan, eski elbise.
Hidmet
(Bak: Hizmet)
Hidroelektrik santralı Su gücünü kullanarak elektrik üreten fabrika veya merkez. Hidroelektrik
Fr. Su gücünü kullanarak elde edilen elektrik.
Hidrofil
Fr. Suyu kolayca emen madde.
Hidrojen
Fr. (Bak: Müvellid-ül ma')
1397
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hidsan
Sonradan olmuş nesne.
Hifaf
Tavaf etmek. * Ziynet vermek. * Yan, taraf.
Hiff
Yağmurunu döküp hafiflemiş bulut. * Biçilmediğinden tanesi dağılmış ekin. * Bir nevi balık.
hiffet
hafiflik.
Hiffet
Hafiflik. * Mc: Onurlu ve vakarlı olmamak. Temkinsizlik. Akılsızlık. Hoppalık.
Hiffet-i mizac
Hafifmeşreblik. Hoppalık.
Hi'ha'
Bir sapı kara ot.
Hîk
Tulum.HİK (Heykal-Heykam) : Devekuşunun erkeği. * İnce uzun.
Hikal
Zayıflık, süstlük.
Hikayat
Hikâyeler.
hikâyât
hikâyeler.
Hikâye
(Hikâyet) Bir hâdiseyi anlatmak. Anlatma. * Olmuş bir hâdise.
hikâye
öykü.
Hikâye-nüvis
f. Hikâye ve roman yazarı. Hikâyeci, romancı.
Hikâye-perdâz
f. Hikâye anlatan, hikâye ve roman söyleyen.
hikâyet
hikâye.
Hîkçe
f. Küçük tulum.
Hikem
(Hikmet. C.) Hikmetler.
hikem
hikmetler.
Hikemî
Hikmet ve düşünceye ait.
hikemiyât
hikmetler, hikmetli sözler.
Hikemiyyat
Hikmet ve felsefeye âit söz ve düşünceler. Yeni yeni bilgiler veren kıssalar, ibret verici hâdiseler bildiren yazılar, sözler.
Hikka
Dört yaşına basan dişi deve.
1398
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hikkab
Uzun boylu, büyük karınlı kişi.
Hikke
(C.: Hikek) Kaşıntı.
hikmet
gaye, felsefe, gizli sebep, faydalı söz, bilgi.
Hikmet
İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor) * Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye. * Ahlâka ve hakikata faydalı kısa söz. * Sır. * Bilinmeyen nokta. İlim, adâlet ve hilimin birleşmesinden doğan değerli sıfat. * Kuvve-i akliyenin vasat mertebesidir. Hakkı hak bilip imtisal etmek, batılı batıl bilip içtinab etmektir. * Allah'a itaat, fıkıh ve sâlih amel. * Akıl, söz ve hareketteki uygunluk. * Hak emre uymak. * Allah'ın yarattıklarında tefekkür. (Bak: Felsefe)
Hikmet-amiz
f. Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan.
Hikmet-amuz
f. Hikmetli. * Hikmet öğreten.
hikmetdârâne
hikmetlice.
Hikmet-eda
f. Hikmetli.
hikmetedâ
hikmetli.
Hikmet-enduz
Hikmet kazanan.
Hikmet-feşan
f. Hikmet neşreden, hikmet yayan.
hikmetfeşân
hikmet saçan.
Hikmet-füruş
f. Hikmet bildiğini iddia eden, hikmet satan.
Hikmet-i ameliye
Pratik bilgi.
Hikmet-i âmme
Her şeyin alakâlı olduğu İlâhî gaye. Her şeyi kanun ve nizamına itaat ettiren umumi faydalar. Yaratılıştaki, kâinattaki umumi ve ilâhi gaye.
Hikmet-i atika
Eski hikmet.
1399
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hikmet-i bedayi'
f. Güzel sanat bilgisi. Güzel san'at sevme (estetik).
Hikmet-i efgan
f. Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi.
Hikmet-i ilâhiye
Allah'ın hikmeti. Mahlûkatın yaratılışında Allah'ın gayeleri.
Hikmet-i kur'aniye
"Kur'an'a mahsus hikmet. (Amma Hikmet-i Kur'âniye ise; nokta-i istinadı, kuvvete bedel hakkı kabul eder. Gâyede menfaate bedel fazilet ve rızâ-yı İlâhîyi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teâvünü esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî, ve vatanî kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsâniyenin tecavüzatına sed çekip ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder... Hakkın şe'ni, ittifaktır. Faziletin şe'ni, tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe'ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni saadet-i dâreyndir. S.)"
Hikmet-i madde
İşin hikmeti.
Hikmet-i samedâniye Samed olan Allah'ın hikmeti. Hikmet-i tabiiye
Fizik bilgisi.
Hikmet-i tecrübiye
Tecrübeye dayanan hikmet ve ilim.
Hikmet-i teşri'
(Hikmet-i teşriiye) Şeriata dayanan kanun yapma ilmi. Şer'î ve Rabbanî kanunların hikmeti.
hikmetmedar
hikmet kaynağı.
Hikmet-nüma
f. Hikmet gösteren.
hikmetnümâ
hikmet gösteren.
hikmetperverâne
hikmetsevercesine.
Hikmet-şinas
f. Hikmet bilen.
1400
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hikmet-ül eşya
Eşyanın hikmetleri. Fizik, kimya, botanik gibi ilimler.
Hila'
(Hil'at. C.) Hükümdar veya vezirler tarafından bir kimseye mükâfat olarak giydirilen kaftanlar, hil'atlar.
Hilab
İçine süt sağılan kab.
hilâf
karşı, zıt, aykırı.
Hilaf
Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.
Hilafen
Zıd olarak. Hilaf olarak.
Hilafet
"Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geçmek. * Din ve dünya işlerinde umumi reislik. İmam-ül Mü'minîn olan zât, şer'î hükümlerin icrasında Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) halef olduğu için hilafet vazifesini alana Halife denmiştir. Buna İmamet-i Kübra da denir.Hilafet, 1517 (Hi: 923) tarihinde Abbasilerden Osmanlılara intikal etmekle, hilafet ve saltanat birleşmiş oldu. Hilafeti Sultan Selim Han'a terkeden Mısır'da son Abbasi Halifesi El-Mütevekkil idi.(İslâmiyetin himayesi ve i'lâsı, şer'î hükümlerin ve cezaların icra ve ikamesi, askerin techizi, öşür ve zekâtın toplanması ve emsâli muâmelât için ümmet üzerine imâm tâyini farzdır. Halife şer'î hükümlerle idare ve hareket etmekle mukayyettir. Bizzat kendi arzusuna göre hareket edemez ve şeriata muhalif bulunamaz. Bu itibarla da halife, hukuk nizamı ile kayıtlıdır ve seçimle başa geldiği için bir ""İslâm Cumhuriyetinin Reisi"" olmuştur. İslâm âlimleri, ilim, adâlet, kifâyet ve rey' ve ilmin sıhhati için a'za ve havassa âit selâmet olmak üzere dört şartın bulunmasını icmâen şart kılmışlardır. İslâm diyaneti ve siyasetinde Hâkim, ancak Cenab-ı Hak'tır. Hilafet makamı İlâhî ahkâmı tatbik ve halkı iyi idare ile muvazzaftır.) (Bak: Halife)(Eğer desen: Hilafet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali'nin
1401
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?Elcevab : O mübârek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, ""Şâh-ı Velâyet"" ünvan-ı mânidarını bihakkın kazanamıyacaktı. Halbuki zâhirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı. M.)" hilâfet
halifelik, Peygamberimizin mânevî mirası.
Hilafet-i seniyye
Büyük, yüce hilafet. Osmanlı Devleti hilafeti.
Hilafetname
Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.
Hilafetpenah
f. Hilafetin dayanak yeri. Halifeliği haiz bulunan, hilafeti koruyan kimse. Halife, padişah.
Hilafgir
(C: Hilâfgirân) f. Zıt düşüncede olan, karşı fikirde bulunan, aleyhinde olan.
Hilaf-girî
f. Muhalif taraftan olma, karşı tarafı tutma. Hilafgirlik.
Hilaf-ı âde
Âdet ve kaidenin aksine. Kaide ve nizama aykırı.
Hilaf-ı hakikat
Hakikata muhalif. Gerçeğe ve hakikata zıt.
Hilafına
Zıddına, tersine, aksine.
Hilafî
Hilafa, ihtilafa sebeb olana dair.
hilâfî
ihtilaf sebebi olan.
hilâfiye
ihtilaf konuları.
Hilaf-ül-âde
Kaide ve usule karşı.
hilâl
ara, aralık.
1402
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hilal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sâfi ve halis. * Sıdk ile dostluk etmek. * Ara. Aralık. * Zaman ve vakit. * İki şey arasına sokulmuş olan. * Buluttan yağmurun çıktığı yer. * Gr: Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri gösteren tertip. * Kulak ve diş karıştırmak gibi şeylerde kullanılan ucu sivri nesne.
Hilâl
Yeni ay şekli. Yeni ay. * Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir. * Cami kubbeleri ve minâre külâhları tepesine konulan alemlerin hilâl şeklinde olan uç kısmı.
Hilâle
Ay ağılı, hâle.
Hilâl-ebru
f. Kaşı ay gibi olan. Hilâl kaşlı. Yeni ay gibi kaşı olan.
Hilalet
Samimi dostluk.
Hilâl-i ahdar
Yeşilay.
Hilâl-i ahmer
Kırmızı ay. Kızılay'ın önceki ismi.
Hilâl-i îd
Bayram hilali. Bayram edileceğinin anlaşılmasına sebeb olan hilâl.
Hilalî saat
Kalıbı gümüş olmayıp bakır veya tombak olan eski saatlere verilen addır.
Hilâl-i savm
Oruç hilâli. Ramazanın geldiği kendisi görünmekle bilinen hilâl.
Hilal-i sütur
Satırların aralığı. Satırlar ortası.
Hilalî
Yeni ay şeklinde olan. * Bir yazı stili.
Hilasî
(Hilâsiyye) Zenci ile beyaz melezi.
Hilaş
f. Gürültü, kavga, patırtı, şamata.
hilât
süslü elbise, kaftan.
Hil'at
Yüksek makamdaki zatların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevata giydirdiği kıymetli, süslü elbise. Kaftan.
Hil'at-duz
f. Kaftan diken, terzi.
1403
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hil'at-ı vedâ
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tar: Osmanlılar zamanında saraya misafir edilen kimselere ayrıldıkları zaman giydirilen hil'at.
Hil'at-ı vücud
Vücud elbisesi. Ruhun,içinde bulunduğu ten elbisesi. Cesed.
Hil'at-i fâhire
Çok kıymetli ve değerli olan kaftan.
Hil'at-i hass-ül has
Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.
Hilb
Asma yaprağı. * Ciğer. * Tırnak. * Tarp bitkisi * Zampara genç.
Hilbace
Ahmak.
Hilbilab
Sarmaşık.
Hilbise
Şey.
Hilbus
Ahmak.
Hilcab
Büyük çömlek.
hîle
düzen, aldatma.
Hile
Sed. Hâil. * Çare. * Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak. * Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara. * Zeval ve intikal. * Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık.
Hilebaz
f. Hileci, yalancı, düzenbaz, oyuncu.
hîlebâz
hile yapan.
Hile-i şer'iye
Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumun ve mes'elenin kanuni ve şer'i hal çaresini bulmak demektir. Buna, mahlâs-ı şer'i (Şer'i kurtuluş) da denir. (O.S.)
Hilekâr
f. Hileci, hilebâz.
1404
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hîlekâr
hileci.
Hilekârane
f. Hilekârcasına, hile yapanlar gibi.
hîlekârâne
hile edercesine.
Hilekârî
f. Hilekârlık.
Hileperdaz
f. Hile yapan, hileci.
Hilesaz
f. Oyuncu, düzenbaz, hileci.
Hilf
(C.: Ahlâf) Sözleşme, söz verme. * Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak.
Hilhal
(C.: Helâhil) Hallacın bezi iyi dokuması. * Seyrek kalbur.
Hilîtec
Hindistan eriği.
Hilkam
Arslan, esed. *İri yapılı, cüsseli, şişman.
Hilkat
Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış.
hilkat
yaradılış.
hilkaten
yaradılışça.
Hilkaten
Yaratılıştan. Doğuştan.
Hilkıyyat
Yaratılışla alâkalı, hilkatte olan evsaf.
Hilkıyyet
Yaratılışta olma, hilkî olma.
Hilkî
Hilkate âit, yaratılıştan. Yaratılışa dâir. Yaratılışta. * Zâti.
hill
helâl.
Hill
Helâl. Yapılması günah olmayan. * Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha.
Hille
İstasyon, durak.
Hillet
(C.: Hillel - Hilâl) Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. En güzel takdir edici ve samimi arkadaşlık. * Kılınç gediği. * Nakışlı deri. * Ağızda bâki kalan dişler. * Dişler arasında kalan yemek artığı.
1405
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hillevf
Kocamış, ihtiyarlamış. * Yalancı, hilekâr.
Hilm
Doğuştan olan huy yumuşaklığı. Şiddete tahammül. Nefsini heyecandan korumak. * Vakar. Sükûn.
hilm
yumuşaklık, kızmama.
Hilman
Çok, kesir.
Hilm-i himarî
İfrat derecede yavaşlık, yumuşak huyluluk.
Hilmî
Hilm'e ait ve hilm'e bağlı.
Hilmiyyet
Yumuşaklık, yavaşlık, yumuşak huyluluk.
Hilv
Boş oluş. Boşluk. (Bak: Hulüv)
Hilya'
Yırtıcı hayvanların küçüğü.
hilye
güzel sıfatlar, Peygamberimizi tasvir eden yazılar.
Hilye
Güzel sıfatlar. Süs. Zinet. Cevher. Güzel yüz. * Kılıcın sapındaki veya kınındaki zinet. * Suret. Hey'et. Görünüş.
Hilye-i şerif
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mübarek vasıflarını anlatan manzum veya nesir halindeki yazı.
Hilyun
Marçopa denilen ot.
Him
Huy, mizac, tabiat.
Himal
Yük getirmek, yük taşımak.
Himale
(C.: Hamayil). Kılıç kayışı.
Himan
Susuz, susamış.
himar
eşek.
Himar
Merkep. Eşek.
Himarî
Himarla alâkalı. * Eşek gibi.
himâye
koruma.
Himaye
Koruma. Korunma. Muzır şeylerden muhafaza etme.
himâyegerde
korunmuş.
1406
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Himaye-i etfal cemiyeti
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çocuk Esirgeme Kurumu.
himâyet
koruma.
himâyetkâr
koruyucu.
himayetkârâne
korurcasına.
Himaze
Katılık, şiddet.
Hîme
f. Kütük, odun, kereste.
Himem
(Himmet. C.) Himmetler.
himem
himmetler.
Himl
Yük. Taşınan ağırlık.
Himlac
Kuyumcular körüğü.
Himl-i cesim
Ağır yük.
Himm
Suyu çok olan kuyu.
Himmet
Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret. * Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi. * Tabiî şevk ve meyil ve heves. * Lütuf, yardım. (Bak: Mahiyet)Himmet kelimesinin çok geçtiği bir ders:(S - Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi nedir?C - Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan ye's rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı kılıcını istimal ediniz. Sonra müzahametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapt eden meylüttefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz hakikatını o düşmana gönderiniz. Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden aculiyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz yu siper ediniz. Sonra da,
1407
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
medeni-i bittab' olduğundan ebnâ-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramağa mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Siz de: olan mücahid-i âli-himmeti mübarezesine çıkarınız. Sonra başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de: olan hısn-ı hasîni himmete melce' ediniz. Sonra da acz ve nefsin itimadsızlığından neş'et eden ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Size de: olan hakikat-ı şâhikayı üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin. Sonra Allah'ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir. Himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de: olan kâr-âşinâ ve vazife-şinas olan hakikatı gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin. Sonra umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de: olan mücahid-i âli-cenabı, o cellâd-ı sehhara gönderiniz. Evet size meşakkatta büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa'y ve cidaldedir.)(Münazarat) (Velilerin himmetleri, imdatları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri, hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdî, Mugîs, Muîn ancak Allah'dır. Fakat insanda öyle bir lâtife, öyle bir hâlet vardır ki, o lâtife lisaniyle her ne sual edilirse velev ki fâsık da olsun Cenab-ı Hak o lâtifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O lâtife pek uzaktan bana göründü ise de teşhis edemedim. M.N.) himmet
kayırma, yardım, emek.
Himyan
Dirhem koydukları kap ve kemer.
Himyata
(Süryanicedir ve Tevrat'ta geçer.) Resul-ü Ekrem Hz. Muhammed'in (A.S.M.) İbranice bir ismidir.
1408
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Himye
Perhiz. Yiyecek ve içecekte sıhhat için gösterilen ihtimam ve dikkat.
Himyevî
Perhiz ile alâkalı.
Hîn
An, zaman, vakit. Sıra. Çağ. * Kıyamet.
hîn
zaman, vakit.
Hîna ki
Vakta ki, ne zaman ki.
hînâ ki
vakta ki, ne zaman ki.
Hîna
f. Şarkı söyleme.
Hina'
Hayvanın kösneyip erkek istemesi.
Hina
Hurma salkımı. * Bir çeşit katran.
Hinâ-ger
f. Şarkıcı, şarkı söyleyen.
Hinas
(Hünsâ. C.) Kendilerinde hem erkeklik, hem de kadınlık alâmetleri bulunan kimseler.
Hinber
(C.: Henâbir) Eşek sıpası.
Hind
Hindistan'ın kısa adı. * Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.) * Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere kullanılan umumi isimlerden birisi. Diğerleri: Fatıma, Hatice, Zeyneb.
Hindeb
(Hindebâ-Hindebâe) Hindibâ, gündöndü çiçeği.
Hindî
Hind'e ait. * Hind ahalisinden olan, Hindli. * Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı. * Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan bir kağıt cinsi.
Hindu
f. Satürn (Zühal) gezegeni. * Benek, ben. * Hind'in Brahman ahalisinden olan. * Hindliler gibi pek esmer adam.
Hindubar
f. Yazı hokkası.
Hinduvane
f. Kavun, karpuz.
Hinduvanî
Hindî kılıç.
1409
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hîne
Bir vakit.
Hine
Onurlu olma hâli, gururluluk.
Hîneizin
(Zaman zarfı) o zaman, o sıra.
Hînen
Zamanca, vakta, vakitçe, zaman olarak.
Hîn-i hâcet
İhtiyaca göre, ihtiyaç vakti.
Hîn-i hacette
Lüzumlu zamanında, ihtiyaç olduğu vakit.
Hîn-i sefer
Yolculuk. * Ölüm zamanı. Sefer zamanı.
Hink
Kır at.
Hinme
Boncuk adı.
Hinna'
Kanat.
Hinne
Cinnet, cünun, delilik.
Hinoğlu
Zamanın adamı, açıkgöz, hilekâr kimse. İblis, şeytan, zamane, cin fikirli.
Hins
(C: Ahnâs) Günah. * Yemin. * Ahdi bozmak. * Ağır yük.
Hinsare
Küçük ve kısa.
Hinv
Eyer ağacı. * İyeği kemiğinin eğrice ucu.
Hipnotizma
(Bak: İpnotizma)
Hipodrom
Fr. At yarışlarının yapıldığı alan.
Hipotenüs
Fr. Mat: Bir dik üçgende dik açının karşısında bulunan kenar. (Diğer kenarların her birerlerinden büyük, toplamlarından küçüktür.)
Hipotez
(Bak: Faraziye)
Hir
Bir çeşit çiçek.
Hirâ
Peygamberimize ilk vahyin geldiği mağara.
Hirabe
Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma.
Hiraka
Su dökmek.
1410
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hirakl
Bir Rum padişahı.
Hiram
(Herem. C.) Piramitler, ehramlar.
Hiramis (hirmis)
İnsanın üstüne sıçrayıp hamle eden arslan ve kaplan eniği.
Hiran
Yavuzluk etmek. * Muti olmamak, itaat etmemek.
Hiras
f. Korku. Şaşırıp bozulmak, ürküp çekinmek.
Hirasan
f. Korkak, ürkek, korkan, çekinen.
Hirase
f. Bostan korkuluğu. Korkutacak şey.
Hiraset
(Bak: Harâset)
Hirave
Değnek, asâ.
Hirba
Bukalemun denen bir hayvan. * Mc: Devamlı fikir değiştiren kimse.
Hirbiz
(C.: Harâbize) Mecusilerin ateşinin hizmetkârı.
Hirc
(C.: Ahrâc) Yılan başı dedikleri ufak beyaz boncuk. * Günah. * Göz kamaşmak.
Hircab
Uzun. * Büyük çömlek.
Hircas
Gövdeli, iri vücutlu, cesim.
Hirdebe
Korkak, ihtiyar, yaşlı kimse.
Hîre
(Bak: Hıyre)
Hired-amuz
f. Öğretmen, muallim.
Hiref
(Hirfet. C.) Meslekler, san'atlar.
Hirek
Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi.
Hirfet
(C.: Hiref) Meslek, san'at.
Hirman
Mahrum olmak, mahrum kalmak. (Aslı, mahrum etmektir)
Hirmas
Arslan, esed.
Hirmen
f. Harman.
Hirmet
Cima şehveti.
1411
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hirr
Kedi.
Hirre
Dişi kedi.
Hirsa
Azıcık derisi yarılan baş yarığı.
Hirsıyan
Karın derisinin içi. * Fil derisinin içi.
Hirşemm
Yumuşak taş.
Hirta
(C.: Hırâ) Zayıf dişi koyun.
Hirtal
Uzun, tavil.
Hirval
(Hervele) Yürümek ile koşmak arasında bir nevi yürüyüştür.
Hirzun
Bir küçük canavar.
Hîs
Ürkmek. * Kaçmak, firar.
Hisa
(C.: Ahsâ) Kumlu yerde olan dibi yakın kuyu.
Hisab
(C.: Hisâbât) Hesap, aritmetik.
Hisaba çekmek
Hesap sormak, hesap aramak.
Hisab-ı amelî
Mat: Pratik hesap, aritmetik.
Hisab-ı nazarî
Mat: Teorik hesap.
Hisabî
Hesabını iyi bilen. * Mc: Tamahkâr, cimri, hasis, eli sıkı.
Hisal
(Bak: Hısal)
Hisan
Aygır, damızlık erkek at.
Hisar eri
Kale muhafızı.
Hisar
(Hasr. dan) Etrafını alma, kuşatma. * Kale. Etrafı istihkâmlı yer.
hisâr
kale.
Hisarlı
"Hisarla çevrili yer. * Hisarda oturan, kalede mukim. * Ask: Sınırlarda bulunan şehir ve kalelerde topçuya ait hizmetlerde kullanılan bir sınıf asker. Bunlara İstanbul'dan gönderilen ""topçuağası"" kumanda ederdi. Hisarlılar, bölük ve ortalara ayrılmamıştı. Sayıları sınırlı ve sabit değildi."
1412
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hisban
Zan. * İtikat.
Hisbe
Ecir, sevap. * İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi. * Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.
Hisîl
Dağ ağaçlarından bir cins. * Kısa boylu adam.
Hiskil
(C.: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.
Hisl
(C.: Husul) Yumurtasından yeni çıkmış olan kertenkele yavrusu.
Hisreme
Üst dudağın ortasında olan daire.
hiss
duygu.
Hiss
Duymak. Farkına varmak. Duygu. * Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek. * Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.
Hisse senedi
Sermayesi paylara bölünebilen ticaret şirketlerinde, ortalıkdan doğan hakları ve sermaye payını temsil eden değerli evrak.
hisse
pay.
Hisse
Pay. Nasip. Kısmete düşen kısım. Vârise intikal eden kısım.
Hisseçin
f. Hisse alma, pay alma.
Hissedar
Hisse sâhibi, hissesi olan.
hissedâr
hisseci, pay alan.
Hisse-i müfreze
Fık: Bir toprağın taksiminde vârislerden her birisinin hissesine isabet eden yer.
Hisse-i şâyia
"Fık: Müşterek bir malın her bir cüz'üne sirayet eden hisse, pay. * Ortaklar arasında taksim edilmemiş olan müşterek mal. Meselâ: Bir kitaba, bir kaç kişi ortak ve taksim de mümkün değil ise; her hissedarın kitabın umumuna sahip olması."
1413
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hissemend
f. Hisseli olan. Pay alan, nasipli. * Ders alan.
hissen
duygu bakımından.
Hissen
His itibariyle, duygulanarak, hislenerek.
Hisset
Cimrilik. Bahillik. Tamahkârlık. * Alçaklık.
hissetmek
sezmek.
Hisseyab
f. Hisselenen. Faydalanan. Hisse alan.
Hiss-i kabl-el vuku'
Bir şeyi vukuundan önce hissetmek.
Hiss-i sâdis
Altıncı hiss, altıncı duygu.(Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-ı iman. Fikr ile dimağ, bekçii iman) (Lemaat. dan)
Hiss-i selim
Selim his. Her çeşit zarar verebilecek olan, müsbet olmayan ve şerre giden şeylerden kendini koruma hissi. * Sağlam ve insanı yanıltmayan his.
Hissî
Duyguya ait, hisse müteallik. Ruhen ve kalben anlaşılan. Aklı muhakeme ile olmayıp his ile olan.
hissî
hisle ilgili, hissedilen.
hissikablelvukû
önsezi.
Hissiyat
"Duygular. Hisler.(İnsanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecâzi, biri hakiki. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızk cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakiki ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir, bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve
1414
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tehlikeli ve riyâya medâr olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakiki câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakiki mal olan a'mâl-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikiye inkılâb eder.Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmiyen bir şey'e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey'e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakiki inada, yâni hakta şiddetli sebata inkılâb eder.İşte şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabiyle istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe,' hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda te'sirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: ""Hased etme! Hırs gösterme! Adavet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!"" Yâni, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki : ""Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz. ""Hem nasihat te'sir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.M.)"
1415
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hissiyât
duygular.
Hissiyat-ı hafiyye
Gizli hisler, duygular.(Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle, cemiyet ve komitecilik mâyesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş. Müslüman âlemindeki vicdanı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor. R.N.)
Hissiyat-ı mütevarise Geçmiş ecdaddan yeni nesle intikal edip gelen hisler. (Hürmet ve hayâ hisleri gibi) Hissiyat-ı ulviye
Yüksek hisler, ulvi duygular.
Hissiyet
Duygululuk, hissîlik.
Hîş
(C.: Hişân) f. Akraba. Aynı soydan olan.
Hişam
Kırmak. * Kesmek.
Hîşan
(Hîş. C.) f. Akrabalar. Aynı sülâleden olanlar.
Hişaş
İçinde ot olan çuval.
Hîşavend
f. Akraba, soysop.
Hîşavendân
(Hîşâvend. C.) f. Akrabalar, soysoplar.
Hişdar
f. Temizlik kurallarına çok sadık olan ve riayet eden adam.
Hişin
Kokmuş tuluk.
Hişmet
Hürmet. Heybet ve utanmak, istihyâ. Bozulup kalmak. * Gadap ve şiddet. Hiddet.
Hişne
Kin tutmak. * Çirkin ve pis kokmak.
Hişt
Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi.
Hîşten
f. Kendi.
1416
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hîştendar
f. Kendine iyi bakan, sağlığını koruyan.
Hişve
Yaramaz kimse. * Çok rezil kimse.
Hît
Devekuşu sürüsü.
hitâb
hitap, konuşma.
Hitab
Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma. (Bak: Fasl-ı hitab)
hitâbât
konuşmalar.
hitâbe
konuşma.
Hitabe(t)
Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek. * Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.
Hitaben
Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek.
hitâben
konuşmakla.
Hitabet beratı
Eskiden vazifeli cami hatiblerine, hatibliğe tayin olduklarına dair verilen vesika. (Osmanlı İmparatorluğu zamanında yan zamanda halife olan padişahı temsil eden, cuma ve bayram hutbelerine çıkan bu hatiblere pek fazla ehemmiyet verilirdi. Hitabet beratı olmayan hatibler, cuma ve bayramlarda hutbe okuyamazlardı.)
hitâbet
konuşma, nutuk.
Hitabiyyat
Hitabolunarak söylenen sözler.
Hitafe
Çağırmak.
Hitam
Son, nihayet. * Bir şeye mühür basmak. Yazının veya istidanın sonunu mühürlemek.
hitam
son.
1417
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hitampezir
f. Biten, hitâm bulun, sona eren, nihayet eren.
Hitamuhu miskün
Onun mühürü (sonu) misktir, meâlinde Mutaffifîn Suresi'nin 26. âyetinden bir kısımdır. Onda Cennet nimetlerinden bahsedildiği gibi, bu kelâm tatbikatta sözün, sohbetin sonunu hoş ve güzel sözle bitirmeğe denilir. dersin veya sohbetin sonunda okunması ile söze nihayet verilmesi gibi.
Hîtan
(Hâit. C.) Duvarlar. Mânialar, hâiller, engeller. * Avlular.
Hitan
Erkek çocuğun sünnet edilmesi. * Tenasül uzvunun sünnet yeri.
Hitanet
Sünnetçilik.
hitap
konuşma.
Hitar
Saçma söz, mânâsız kelâm.
Hitl (hetl)
Yorgun deve. * Yağmurun aralıksız olarak yağması. * Sürekli olarak gözyaşı akmak.
Hitr
Faydasız ve mânâsız söz, boş lâf, yalan.
Hitrafî
Demirci. * Kuyumcu.
Hiyab
(Hiyâbet) Kabahat, suç, günah. * Kötü bir durumun başlangıcı. * Yokluk.
Hiyac
Vuruşma, kıtal. * Müteheyyiç olmak. Muztarib olmak. * Otun kuruması.
Hiyade
Evmek. * Tevbe etmek.
Hiyaket
Dokumacılık.
Hiyal
Taraf, yan, cânib. Hizâ. * Bir hayvanın kısır olma hâli.
Hiyam
(Himân. C.) Susayanlar, suya ihtiyacı olanlar.
Hiyamiyye nezareti
Tar: 1826 senesinde Yeniçeri Ocağı'nın ilgası üzerine kaldırılan Çadır Mehterleri yerine kurulan daire.
Hiyan
Zaman, devre.
1418
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hiyanet
(Bak: Hıyânet)
Hiyaset
Dikmek.
Hiyat
Çağırmak.
Hiyata
(Hiyatet) Terzilik. Dikiş yapmak.
Hiyaz
(Hayz. C.) Kadınlarda meydana gelen aybaşı halleri.
Hiyazet
Toplama, bir araya getirme. * Bir şeyi kendine mal etme.
Hiyel
(Hile. C.) Aldatmacalar, hileler, sahtekârlıklar.
Hiyela
Kibir, gurur, enaniyet, kendini beğenmişlik.
Hiyem
(Hayme. C.) Çadırlar.
Hiyerarşi
Fr. Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. * Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. * Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı veren ve bu suretle astı üste bağlayan alâka.
Hiyeroglif
Fr. Eski Mısırlılar'ın yazısı.
Hiyman
Susuz.
Hiyne
Vakar, ciddiyet.
Hîz
f. Atılan, kalkan, sıçrayan.
Hiza
Bir şeyin karşısı, mukabili. Bir doğru çizginin devamı ile hâsıl olan cihet, düzlük, sıra. * Devenin ve atın ayakları altında yere bastığı yerler. * Nalin. * Taraf.
hizâ
sıra, düzlük.
Hizab
f. Rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket, dalga.
Hizab(î)
Kısa boylu bodur kimse.
Hîzab-engiz
f. Dalga kaldıran.
Hizam
Kolan ve bağırdak denilen nesne. (Beşikte çocuklara bağlarlar.)
Hizame
(C.: Hazâyim) Yular burunluğu.
1419
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hîzan
f. Kalkan, sıçrayan. * Bitlis vilâyetine bağlı bir kaza ismi.
Hizane
(Hizânet) Hazine, kıymetli mücevheratın saklandığı yer. * Hazinedarlık. * Mc: Kalb, gönül, hatır.
Hizaya gelmek
Yola gelmek, düzelmek.
Hizb
Cemaat. * Takın, kısım, fırka. Parti. * Âlim ve sâlih bir zâtın re'yine tâbi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar.
hizb
parti, topluluk, gurup.
Hizba
(C.: Hazâbî) Engebeli arazi, ârızalı toprak.
Hizber
(Hizebr) (C.: Hezâbir) f. Aslan, gazanfer. * Mc: Cesur, yiğit, kahraman, yürekli adam.
Hizbullah
"Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. ""Hizb-ül Kur'an"" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)"
hizbullah
Allaha îman eden topluluk.
Hizb-ül kur'an
Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı. * Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri. * Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.
Hizb-üş şeytan
Şeytana ve nefislerine tâbi olanların grubu. Allah'ın kanun ve nizamına tâbi olmadan kafalarına güvenerek ve nefsanî arzularına uyarak gitmek isteyenler. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.
hizbüşşeytan
şeytana uyan topluluk.
Hizebr
(Bak: Hizber)
1420
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hizebran
(Hizebr. C.) f. Aslanlar.
Hîzem
f. Yakacak odun. Yakıt olarak kullanılan odun.
Hîzemkeş
f. Odun yaran veya taşıyan köylü.
Hîzende
f. Sıçrayıcı, fırlayıcı.
Hizfer (hizfâr)
(C.: Hazâfır) Taraf. Nâhiye.
Hizip gülü
Tezhib ıstılahlarındandır. Yazma mushaflarda hizblerin başına konulan işaretlere verilen addır.
Hizlan
(Hezlan) Yalnız başına kalıp zelil olmak, yardımcısız kalmak. * Muhafaza ve rahmet-i İlâhiyeden mahrumiyet.
hizlân
ilâhî rahmetten mahrum kalmak.
Hizmet
Birinin işini görme. Bir kimsenin hesabına veya menfaatına iş görme, bu suretle yapılan iş, vazife. Memuriyet. * Bir insan, hayvan veya nebatın muhtaç olduğu işler ve takayyüdat.
hizmet
emir dinleyip iş görme.
Hizmetgüzar
f. Komisyoncu. * Şunun bunun işini görüveren.
Hizmet-i askeriye
Askerlik hizmeti. Askerlik vazifesi.
Hizmet-i imaniye
"İmana ait hizmet. İman ve Kur'an hakikatlarının mukni ve ilmi delillerle anlaşılmasına hizmet etmek; neşrinde, tebliğinde çalışmak."
hizmetkâr
hizmet eden.
Hizmetkâr
Hizmet yapan kimse. Hizmetçi.
Hizriyye
(C.: Hızari) Sağlam, sert yer.
Hizve
Ganimet malını vermek. * Yan.
Hizy
Horluk, hakirlik. Züll. Sırrı fâş olmuş, rüsvay olmuş kimse.
Hizye
Uzun kesilmiş et parçası.
Hizze
Sürur, sevinç, neşe, neşat.
Hizzeb
Soylu at.
1421
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hobi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ing. Her zamanki çalışmaların haricinde yer alan dinlendirici bir merak veya işlem. Severek yapılan iş, vakit geçirme yolu.
Hoca tahsin efendi (filâtî)
(Vefatı: Mi. 1880) Yanya civarından (Filâtlı) olup Osmanlı
Alimlerinin sonuncularındandır. Tarih-i Tekvin ve Esas-ı İlm-i Hayat gibi eserleri vardır. Hoca
f. Muallim. Efendi. Muteber ve büyük zât.
hoca
ilim öğreten kimse.
Hoca-i dânâ
Âlimlerin hocası, çok büyük âlim kimse.
Hoca-i kâinat
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir nâmı.
hocavârî
hoca gibi.
Hoca-vâri
Hocaya benzer surette.
Hod
f. Kendi. * Miğfer, baş zırhı.
hod
kendi.
Hodara
(Hod-ârâ) f. Kendini süsleyen, kendini medheden, öven.
Hod-be-hod
f. Kendi başına, kendi kendine.
hodbîn
bencil, kendini gören.
Hodbin
f. Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatını tâkib eden. Bencil. Enaniyetli. Kibirli.
hodbînâne
hodbince, bencilce.
Hodbinî
f. Hodbinlik. Kendi menfaat ve lezzetini düşünmek.
Hodendiş
(Hod-endiş) f. Kendini düşünen. Kendi için endişe eden. Başkasının işine yaramayan.
hodendiş
kendini düşünen.
hodfikir
kendi fikrini beğenen.
Hodfuruş
f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
hodfurûş
kendini öven.
1422
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hodfurûşâne
kendini övüp beğendirmeye çalışarak.
Hodgâm
(Hodkâm) f. Kendi keyfini düşünen. Kendini beğenmiş.
hodgâm
kendini beğenmiş, bencil.
Hodgeşte
f. Kendine dikkat etmeyen.
Hodküş
f. Kendini öldüren, intihar eden.
Hodnüma
f. Gösteriş meraklısı. Gösterişe meraklı olan kimse.
Hodperest
f. Mağrur. Kendini çok beğenen. Kibirli.
hodperest
kendine düşkün.
Hodpesend
f. Kendini beğenen. Mağrur.
hodpesend
kendini beğenen.
hodpesendâne
kendini beğenmişcesine.
Hodrey
f. Kendi bildiğine giden. Kendi rey ve fikriyle iş gören.
Hodri meydan
"""Kendine güvenen meydana çıksın!"" mânâsında meydan okuma, kafa tutma."
Hodru
f. Kendiliğinden.
Hodser
f. Dikbaşlı, âsi, serkeş. * Kendi kendine giden, müstakil.
Hodserâne
f. Dik başlılıkla, serkeşcesine. Kimseyi dinlemeden.
Hodsita(y)
f. Kendini öven, medheden.
Hokeç
Burulmuş erkek kuzu.
Hokka
Cam, seramik veya metalden yapılmış küçük kutu biçimindeki kap. (Bilhassa içine mürekkep konulur.)
hokka
mürekkep kabı.
Hokkabaz
Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi. * Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.
Hokka-i bîmağz
Akılsız ahmak kimse.
1423
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hokka-i mina
Sema, gök yüzü.
Hol
ing. Sofa.
Holding
ing. Bir şirketin diğer bir şirkete, onun idaresine hâkim olacak oranda iştirak etmesini ifade eden hukuki alâka.
Homogen
Fr. Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. * Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri gösteren maddelerdir.
Hona
Erkek geyik.
Hoppa
Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık.
hor
değersiz, adi.
Hor
f. Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. * Güneş, ışık, aydınlık. * Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor : Miras yiyen.
Horanta
f. Aynı çatı altında yaşayan kişiler, ev halkı.
Horasan
f. İran'ın doğusunda bir memleket adı. * Erzurum vilâyetine bağlı bir kasaba adı. * Tuğla tozu ile kireçten yapılan bir nevi sağlam harç ismi. * Kelime mânası: Doğan güneş.
Horasanî
f. Horasana ait. Horasanlı. * Sarıktan daha büyük görünen hoca kavuğu.
Horata
(Rumca) Şaka, eğlence, lâtife, mizah.
Horda
Fr. Göçebe ve ilkel olarak yaşayan, yağmacılık eden insan topluluğu.
Horhor
Bediüzzaman Hazretlerinin medreselerinden biri.
Horluk
Hakaret, zillet.
Hormon
yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı.
1424
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hornito
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İsp. Küçük fırın. * Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.
Horos
Tar: Eskiden İstanbul'da ekmekçi, francalacı ve uncu değirmenlerinde mevcut üst ve alt taşlarının bulunduğu ve etrafından hayvanın döndüğü yere, esnaf arasında verilen addır.
Horst
Alm. Jeo: Bir çukur veya hendeğin, tersine, faylar arasında yükselmiş kesimi.
Hortlak
Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.
Hospodar
Osmanlı İmparatorluğunca XV. yy.dan 1866-1881'e kadar Boğdan ve Eflak'ı yönetmekle vazifelendirilen Romen prenslerinin ünvanı.
Hostes
ing. Umumi taşıtlarda, daha ziyade uçaklarda yolcuları ağırlayan kız veya kadın.
Hoş
f. İyi, güzel. * Tatlı. * Tuhaf, garip.
hoş
gönül okşayan.
Hoşa
f. Ne güzel, ne iyi, ne hoş.
Hoşab
f. Suyu, havası iyi olan yer. Parlak, berrak. Elmas, inci gibi şeylerin parlaklığı. * Hoşaf.
Hoşafın yağı kesilmek Ist: Bozulmak, bir cevap bulamamak, mahcup olmak. Hoş-alef
f. Çok fazla yiyen hayvan. * Mc: Helâl haram demeden her şeyi yiyen kimse.
Hoşâmed gû
f. Hoş geldin, diye söyleyen.
Hoşâmed
f. Hoş geldi.
Hoşâmedî
Hoş geldin demek, hoş geldine gitmek.
hoşâmedî
hoşgeldin.
1425
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hoşane
f. Güzel, iyi, lâtif.
Hoşavaz
f. Sesi güzel olan. Güzel sesli.
Hoşayende
(C.: Hoşâyendegân) f. Hoşa giden, hoşlanılan, beğenilen.
Hoşbeş
Selâmsabah, hatır sorma, birbirine rastlayan iki ahbab arasında söylenilen ilk sözler.
Hoşbu
f. Güzel kokulu, hoş kokan.
Hoşbude
f. İyi oldu, iyi olurdu.
Hoşbuyî
f. İyi kokulu olmak, güzel kokmak.
Hoşdil
f. Memnun, neşeli. Gönlü hoş.
Hoşe-çin
(Bak: Huşeçin)
Hoşeda
f. Hareket ve davranışı hoş ve güzel olan.
Hoşelhan
f. Güzel ve hoş makale okuyan.
Hoşendam
f. Boyu bosu güzel ve düzgün olan.
Hoşgû
f. Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan.
Hoşgüvar
f. Hazmı kolay, tatlı, hoş, sindirici.
Hoşgüzeşte
f. Hoş geçmiş tatlı zaman.
Hoşhal
f. Hali vakti iyi, bahtiyar, mes'ud.
Hoşhan
f. Okuyuşu güzel
Hoşhıram
f. Güzel yürüyüşlü, güzel gidişli.
Hoşkadem
f. Uğurlu ayağı olan, ayağı uğurlu.
Hoşkalem
f. Kâtip. İyi yazı yazan. * Hilekâr, hileci.
Hoşkâm
f. Memnun, rahat, arzu ve isteklerine ulaşmış.
Hoşmanzar
f. Manzarası güzel. Güzel görünen. * Mc: Güzel yüzlü. Siması güzel olan.
Hoşmeniş
f. Huyu, tabiatı iyi. Güzel huyları olan.
Hoşmeşreb
f. Sevimli, güzel huylu.
1426
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hoşneva
f. Sesi güzel olan. Güzel sesli.
Hoşnigâh
f. Güzel bakışlı.
Hoşnihad
f. İyi yaradılışlı, güzel huylu.
Hoşnişin
(C.: Hoş-nişinân) f. Göçebe. * Rahat yerleşmiş.
Hoşnud
f. Memnun, râzı, gönlü hoş edilmiş.
hoşnud
memnun.
Hoşnudluk
Memnuniyet, râzılık.
Hoşnüma
f. Güzel görünen.
Hoşreftar
f. Gidişi, yürüyüşü güzel. Güzel gidişli.
Hoşru(y)
f. Tatlı yüzlü, sevimli.
Hoşsohbet
f. Konuşması tatlı, sohbeti güzel.
hoşsohbet
sohbeti tatlı.
Hoşter
f. Daha lâtif, daha hoş.
Hotoz
Eski zamanda kadınların başlarına giydikleri süslü serpuş. * Hayvan, kuş ve tavuk tepesi. * Yapıların ve eşyaların üzerine konulan tepelik.
Hov
Av kuşuyla yapılan av. * Av kuşunu, yanına celbetmeye mahsus bir kelime-i beynelmileldir.
Hovarda
Sefih, çapkın. Malını mülkünü zevk u safa yolunda harcayan, sefâhette sarfeden.
Hödük
Kaba, nezaketsiz. Gabi, acemi, vurdumduymaz.
Höl
Yaşlık, nem, rutubet.
Hörgüç
Devenin sırtındaki tümsek.
Höyük
Kazıldığında içinden eski eserler çıkan alçakça toprak tepe.
Hu
"""O"" mânasına zamir olup, Kur'an-ı Kerim'de, bir Allah'tan başka ilâh olmadığını ifade eden ve kelime-i tevhid olan bu lâfzında şeklinde
1427
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
26 defa zikredilmiştir. Müstakil olarak ""hüve"" diye okunur. (Bak: Hüve)" hû
o, Allah.
Hub
f. Hoş, güzel, iyi.
hubâb
daneler, tohumlar.
Hubab
Muhabbet. * Mahbub, sevgili olan. * Su üzerinde olan kabarcık ki, habab-ül mâ' derler.
Hubahib
Yıldız böceği. * Bahil bir kimsenin adı.
Hubak
(C.: Hubek) Suya ve kuma rüzgârın etkisiyle yol yol görünen yerler.
Huban
f. Güzeller, iyiler.
Hubanname
"Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise ""zenanname"" denilir.)"
Hubar
Taşlı, yumuşak yer.
Hubara
(C.: Hubârât) Toy kuşu.
Hubas
Değirmen unluğu.
Hubase
Selin derede kazıp yıktığı yerler.
Huba'sen
(C.: Huba'senât) Yoğun ve katı nesne.
Hubat
Cinnete benzer bir sefahet.
Hub-avaz
f. Güzel sesli, sesi güzel olan.
Hubb
(Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek. * Hulus, lüzum ve sübut. * Muhafaza ve imsâk.
hubb
sevgi.
Hubban
Habbeler, tâneler, tohumlar. (Hibeb de aynı meâldedir).
Hubbazî
Ebegümeci.
Hubbe
Dostluk.
1428
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hubb-u cah
Makam ve mansıb sevgisi.
Hubb-u ehl-i beyt
f. Ehl-i Beyt'e olan sevgi ve bağlılık. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) neslinden gelenleri, onun izinden gidenleri ve onun yolunda sâdık olup sebat edenleri sevmek.
hubbucâh
makam sevgisi.
Hubb-ul vatan
Vatan sevgisi.
Hubeb
(Habbe. C.) Buğday, mısır, arpa gibi ufak ve yuvarlak nebatatın taneleri.
Hubesa
(Habis. C.) Habisler, pis şeyler. * Abdestsiz, gusülsüz gezen pis kâfirler.
Hubeyb
(Hubeybe) (C.: Hubeybât) Küçük tane, ufak tane, tanecik.
Hubeybat
(Hubeybe. C.) Küçük tanecikler.
Hubî
f. Güzellik.
Hubla
Gebe, hâmile.
Huble
Boyuna takılan süs eşyası.
Hubne
Koltuk altına koyup getirilen şey. * Kaftan eteği. * Don.
Hubr
Bilme, ilim. * Sınamak, tecrübe.
Hubre
Etten ve balıktan aldıkları hisse.
Hubru(y)
(C.: Hubruyân) Yüzü güzel olan. Güzel yüz.
Hubs
Kötülük, fenalık, yaramazlık.
Hubse
Tutuk mânâsına bir isim.
Hubş
Sesi güzel olan bir kuş.
Hubter
(Hub-terin) f. En güzel, pek güzel.
Hubu'
Çocuğun ağlamaktan dolayı sesinin kesilmesi.
Hubub
(Hubüb) (Habâb. C.) Su üzerinde kabarcıklar.
hubûb
tohumlar.
1429
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hububât
Habbeler, tâneli nebatlar, taneler.
hubûbât
tohumlar, tahıl.
Hubul
(Habl. C.) Urganlar, ipler, halatlar.
Hubur
Sevinç, sürur, gönül ferahlığı. Şadüman olmak. * Âlimler.
Hubut
Aşağıya inme, düşme.
Hubük
(Habîke ve Hibak. C.) Habîkeler ve hibaklar. (Bak: Habîke)
Hubüs
Necaset, çirkinlik.
Hubz
Ekmek.
Hubze
Ekmek parçası. Bir parça ekmek. * Kül pidesi.
Hubz-ı şaîr
Arpa ekmeği.
Hubz-i hınta
Buğday ekmeği.
Huc
f. Horoz ibiği. * Kuş tacı, ibik. * Koç. * Horoz ibiği adlı bir çiçek.
Hucee
Çok nikâh ve çok cima eden erkek. * Şişman ve ağır kimse.
Huceste
f. Saâdetli, mutlu. Hayırlı, uğurlu, meymenetli.
Huceste-hisal
f. Güzel huylu, tabiatı uğurlu.
Huceste-re'y
Reyi, fikri ve düşüncesi isabetli ve uğurlu.
Huc-i hurus
Horoz ibiği.
Huc-i hüdhüd
İbibik ibiği, hüdhüd kuşunun ibiği.
Hucne
Kuşak.
Hucre
(Bak: Hücre)
Hucub
(Hicab. C.) Perdeler, hicablar, hâiller.
Hucurat suresi
Kur'an-ı Kerim'de 49. suredir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
Hucurat
(Hücre. C.) Hücreler, odacıklar.
Hucze
(C.: Hucez) Kuşak yeri. * Ateşli odun parçası.
Hud suresi
Kur'an-ı Kerim'de 11. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
1430
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hûd
Ad kavminin peygamberi.
Hud
f. Miğfer, baş zırhı.
Huda
f. Rabb. Sâhib. Cenab-ı Hak. Hâlık.
hudâ
hile, düzen.
Hud'a
Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. * Bir kere aldanmak. * Herkese aldanan. Safdil.
Hudâ
Rab, Allah.
Hudâbîn
hakkı gören, Allahı tanıyan.
Hudabin
Hakkı ve hakikatı gören. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan.
Hudadad
f. Allah vergisi. Mevhibe-i İlâhî.
Hudahan
f. Şehâdet parmağı.
Hud'akâr
f. Oyuncu, düzenbaz, hilekâr.
Hud'akârî
f. Düzenbazlık, hilekârlık, oyunculuk.
Hudanegerde
f. Allah göstermesin.
Hudaperest
Allah'a ibadet eden. Dindar.
Hudâperest
Allaha tapan.
Hudapesend
f. Allah'ın beğeneceği şey.
Hudara
f. Allah için, Allah aşkına.
Hudare
Deniz.
Hudaret
Yeşillik. Sebze.
Hudarî
Arı kuşu.
Hudari'
Bahil kimse.
Hudariyye
Tavşancıl kuşu. * Karanlık gece.
Hudaşinas
f. Allah'ı tanıyan, Allah'a iman eden.
Hudavend
f. Allah, Hâlık, Rabb. * Sâhib, malik, efendi. * Hükümdar, hâkim.
Hudavendî
f. Hudavendilik, sâhiplik, hükümdarlık.
1431
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hudavendigâr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Hükümdar, âmir, efendi, sahib. * Osmanlı padişahlarından 1. Murad Han Gazi'nin (1362 - 1389) lâkabıdır ve bu sebeple, şehzadeliğinde valilik yaptığı Bursa vilâyetine de Cumhuriyete kadar bu nam verilmişti.
Hudaver
Sahip, mâlik. * Bey, hâkim, efendi.
Huday
f. Allah, Rabb.
Hudaygân
f. Büyük hükümdar, yüce sultan, ulu pâdişah.
Hudayî
f. Hudâlık, uluhiyyet. Allah'lık. * Allah'a mensub.
Hudayinabit
Ekilmeden biten ot veya ağaç. * Hiç bir talim ve terbiye görmemiş adam.
huddam
hizmetçi, hizmet eden cin.
Huddam
Hizmette bulunanlar. Hizmetçiler. * Cin taifesinden olan hizmetçi.
Hudde
Çukur.
Hudena
(Hadîn. C.) Sâdık dostlar, vefakâr arkadaşlar.
Huder
Kökü derin olan ot.
Hudeybiye
"Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye giden yolun üzerinde ve Mekke'den bir merhale uzaklıkta küçük bir köy olup, yakınında bir kuyu ve bir ağaç vardır ki, bu ağacın altında Hz. Fahr-i Kâinat Efendimize (A.S.M.) beşinci hicri senede eshabı tarafından biat olunmuştur. Hicretten beş sene on ay geçtiğinde Hz. Peygamber, maiyetindeki Muhacirîn ve Ensar'dan 1400 kişi bulunduğu halde umre niyetiyle Kâbe-i Şerife'yi ziyaret maksadıyla gidip bu yere vardıklarında Kureyş'in harp için karşı çıktıklarını haber alması üzerine, harp niyetiyle gelmeyip ancak sıla-i rahm ve Beytullah'ı ziyaret niyetiyle geldiklerini beyan buyurmuşlarsa da, Kureyş o sene Hz. Peygamber'le müslümanların Mekke'ye girmelerine razı olmayıp
1432
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ertesi sene kabul edecekleri şartıyla ve diğer bazı şartlarla muahede akd etmişlerdir. Bunun üzerine mezkur sahabeler Hudeybiye'nin yakınında bulunan ağacın altında Hz. Peygamber Efendimize biat ettikten sonra Medine-i Münevvere'ye dönmüşlerdir.( ifade ediyor ki: Sulh-u Hudeybiye, çendan zahiri İslâm aleyhinde görülmüş ve Kureyşliler bir derece galip görünmüş olduğu halde mânen Sulh-u Hudeybiye, manevî büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın da anahtarı olacak diye ihbar ediyor. Filhakika, Sulh-u Hudeybiye ile çendan maddi kılınç, kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in bârika-âsa elmas kılıncı çıktı, kalbleri akılları fethetti. Musâlaha münasebetiyle birbiriyle ihtilât etiler. Mehâsin-i İslâmiyet, envâr-ı Kur'aniye, inad ve taassubat-ı kavmiye perdelerini yırtarak, hükmünü icra ettiler. Meselâ: Bir dâhiye-i harp olan Halid Bin Velid ve bir dâhiye-i siyaset olan Amr İbn-ül As gibi, mağlubiyeti kabul etmiyen zatlar, Sulh-u Hudeybiyye ile cilvesini gösteren seyf-i Kur'anî, onları mağlup edip, Medine-i Münevvere'ye kemal-i inkıyad ile İslâmiyete gerdendade-i teslim olduktan sonra, Hazret-i Halid bir ""Seyfulah"" şekline girdi ve fütuhat-ı İslâmiyenin bir kılıncı oldu.Mühim bir sual: Fahr-ül Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?Elcevab: Müşrikler içinde o zamanda saff-ı sahabede bulunan ekâbir-i sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Halid gibi çok zatlar bulunduğundan şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlahiyye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâfat-ı muaccelesi
1433
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlup olmuşlar. Tâ o müstakbel sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârikai hakikat sevkiyle İslâmiyet'e girsin ve o şehamet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin. L.)" Hudıy
Dağ eteğinde olan taş.
Hudir
Yumuşak taze ot.
Hudm
Her nesnenin kökü.
Hudme
Çabuk kaynayan çömlek.
Hudr
Sıçramak. Seğirtmek.
hudr
yeşillik.
Hudra
(Bak: Hadrâ)
Hudre
Göz kapağının içinde çıkan çıban.
Hudret
Yeşillik. * Yeşil renklilik.
Hudrî
Kara eşek.
Hudu'
Alçaklık etmek.
Hudud
(Hadd. C.) Sınırlar, hudutlar. * Uçlar. Bucaklar. * Şeriatın cezâ hükümlerinin tatbiki.
hudûd
sınır.
Hududname
f. Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. * Memleket dahilindeki bir çiftlik veya arazinin sınırlarını göstermek üzere yapılmış olan vesika.
Hudud-u memalik
Memleket hudutları. Ülkenin sınırları.
Hudud-u şer'iyye
Şer'i hadler. Muayyen suçlara karşılık tatbik edilen şer'i cezâlar.
Hudumme
Kolları kalın olan. * Büyük emir.
1434
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hudur
Aşağı indirmek. * Bir yeri şişmek.
Hudus ve imkân
"Usul-üd din ve İlm-i kelâmın dâhi ulemâsının ve Hükemâ-i İslâmiyyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlar ile isbat ettikleri hudus ve imkân hakikatları.(Onlar demişler ki: Mâdem âlemde ve her şeyde tegayyür ve tebeddül var, elbette fânidir, hâdistir, kadim olmaz. Mâdem hâdistir elbette onu ihdâs eden bir Sâni' var. Ve mâdem her şeyin zâtında vücudu ve ademi, bir sebep bulunmazsa müsâvidir. Elbette vâcib ve ezeli olamaz. Ve mâdem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icâdetmek mümkün olmadığı kat'i bürhanlarla isbat edilmiş. Elbette öyle bir Vâcib-ül Vücudun mevcudiyeti lâzımdır ki, naziri mümteni, misli muhal ve bütün mâadâsı mümkin ve mâsivâsı mahluku olacak. Evet hudus hakikatı, kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor. Diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü; gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefât eder ki, her birisinin hadsiz efradı bulunan ve her biri zihayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi nebatât ve küçücük hayvanat o âlem ile beraber vefât ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki; haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu'cizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a'mâllerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek, Hafiz-i Zülcelâlin himayesi altında hikmetine emânet eder. Sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde haşr-i a'zamın yüzbin misâli ve nümune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya
1435
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olunuyor ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip âyetinin bir misalini gösteriyorlar. Hem hey'et-i mecmua cihetinde her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve tâze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudusda gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudusları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhânedir ki, zihayat kâinatlar ona misâfir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyâlar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler. İşte bu dünyada böyle hayatdar dünyâları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim ve hikmet ve mizanla ve müvâzene ve intizam ve nizamla ihdâs ve icad edip, Rabbanî maksadlarda ve İlâhî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadirâne istimal ve rahimane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti bilbedahe, güneş gibi akıllara görünüyor. Ş.)(Gelelim imkân bahsine: Mütekellimîn demişler ki:İmkân mütesâviyy-üt-tarafeyn'dir. Yâni, adem ve vücud ikisi de müsâvi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünkü, mümkinat birbirini icâd edip teselsül edemez. Yâhut, o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise, bir Vâcib-ül Vücud vardır ki, bunları icad ediyor. S.)(İmkân ciheti ise; o da kâinatı istilâ ve ihâta etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, külli ve cüz'i bulunsun, büyük ve küçük olsun, arştan ferşe, zerratdan seyyârâta kadar her mevcud, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mâhiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek, hem suretler adedince
1436
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
imkânlar ve ihtimâller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münâsib o muayyen sureti giydirmek; hem hemcinsinden olan eşhâsın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem sıfatların nev'leri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek, hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasından, hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inâyetli cihazları takmak ve techiz etmek, elbette külli ve cüz'i bütün mümkinat adedince ve her mümkinin mezkur mâhiyet ve hüviyet, hey'et ve suret, sıfât ve vaziyetinin imkânatı adedince, tahsis edici, tercih edici, tâyin edici, ihdas edici bir Vacib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihâyetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n O'ndan gizlenmediğine ve hiçbir şey O'na ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi O'na kolay geldiğine; ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar sühuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp, kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler. Ş.)" hudûs
sonradan var olma.
Hudus
Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
Huduş
Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara.
Hufal
Çok.
1437
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hufale
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan. * Her kabuklunun arınıp pâk olanı. * Her nesnenin kemi ve yaramazı. * Yağ tortusu. * Şıra sıkıntısı ve kepeği.
Hufare
Ahd. * Ücret. * Hayâ şiddeti.
Hufas
Isırdığı yer acımayıp zarar vermeyen yılan.
Hufdud
Bir kuş ismi.
Huff
Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı. * Deve tabanı isimli bir nebat.
huffaş
yarasa.
Huffaş
Yarasa. Gece kuşu.
Huffaz
(Hâfız. C.) Hâfızlar.
huffâz
hafızlar.
Hufne
(C.: Hufün) Çukur.
hufre
çukur.
Hufre
Kazılmış çukur. Oyuk.
Hufreteyn
İki çukur. İki delik.
Hufreteyn-i enf
Burun delikleri.
Hufte
(C.: Huftegân) Yatmış, uyumuş.
Hufte-gân
(Hufte. C.) f. Yatmış olanlar, yatıp uyumuş olan kişiler.
Hufte-gî
f. Yatıp uyuma.
Hufuf
Maişet şiddeti, geçim zorluğu. * Darlık.
Hufuk
Dolanmak.
Hufut
Sâkin olmak. Ateşin sönmesi. * Sesin kesilmesi.
Hufve
Yalın ayak olmak.
Hufye
Saklanma, gizlenme. * Etrafı herhangi bir şeyle ihata edilen şey.
Huh
(C.: Huvhât) Şeftali. * Duvardaki ışık girecek delik.
1438
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huk
f. Domuz, hınzır.
Hukb
(C.: Ahkâb) Seksen yıl.
Huk-ban
f. Domuz çobanı.
Hukerde
f. Terlemiş.
Hukeşan
"f. Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffakiyetine dua etmekti. Bunun haricinde merasim esnasında bunlardan sekiz tanesi, yeniçeri ağasının atının önünde yeşil çuha üst elbiseleriyle iki yumruğunu mideleri üstüne bastırarak yürürlerdi. Bu sekiz bektaşiden en kıdemlisi yüksek sesle ""Kerim Allah"" der, diğerleri de ""Hu"" diye mukabele ederlerdi. Bundan dolayı bunlara Hukeşan denilmiştir. (O.T.D.S.)"
Hukk
(C.: Hukuk-Hıkâk) Hokka.
Hukka
(C.: Hukuk) Küçük kutu. Hokka.
Hukne
Tıb: Şırınga. * Şırınga edilen ilâç.
Hukuk
"(Hakk. C.) Haklar. * İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler. * Şeriat kitablarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler. * Üniversitenin hukuk tahsili yaptıran kısmı. * Hukuk Fakültesi."
hukuk
haklar, haklarla ilgili ilim.
Hukukçu
"Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi ""savcı"" ve hâkim."
Hukukî
(Hukukiyye) Hukuka ait, hukuk işleriyle alâkalı.
1439
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hukukî
hukukla ilgili.
Hukukiyyat
Hukuk bilgisi.
hukukiyyûn
hukukçular.
Hukukperver
f. Geçmişi unutmayan, haklara hürmetkâr kimse. Vefalı ve sâdık dost.
Hukukşinas
Hukukçu, hukuk ilmini bilen. * Vefâlı kimse. Sâdık dost.
Hukuk-u cezaiyye
Ceza hukuku.
Hukuk-u gayr-i mektube
Kanunlarda mevcud olmayan örf ü âdet ve teâmül kabilinden
olan haklar. Hukuk-u ibad
Fık: Akidler ve muamelelerle alâkalı hukuk. İnsanlarla olan muamelelerimizdeki haklar. Ferde ait olan hususi haklar. (Bak: Musibet-i amme)
Hukuk-u islâmiye
"İslâm hukuku.(1937 senesinde ""Lâhey""de ikinci defa olarak toplanan bir hukuk konferansına vaki olan dâvete mebni Mısır Camiül Ezher'i heyet-i ilmiyesi nâmına, iki İslâm âlimi de iştirak etmiş idi. Ezher mümessilleri, bu konferansta iki esaslı mevzu hakkında mütalaada bulunmuştur. Bu mevzulardan biri: ""Şeriat-ı İslâmiye: İslâm hukuku nazarında medenî ve cinaî mes'uliyetler""; diğeri de ""İslâm hukukuyla Roma kanunları arasında bir alâka olup olmaması ve İslâm hukukunun Roma kanunlarından müteessir olduğuna dair bazı müsteşriklerin zuumlarını red mes'elesi"" idi.Ezher mümessillerinin mütalaaları, İslâm hukukunun yüksekliği ve içtimaî hayatı en mükemmel bir surette mütekeffil bulunması hususunda konferanstaki Avrupa'lı âzanın takdirlerini celb etmiş, bunun neticesinde konferansın bütün âzası, rey birliğiyle aşağıdaki maddeleri karar altına almışlardır:1- Şeriat-ı İslâmiye (İslâm Hukuku), umumi hukukun (mukayeseli hukukun) kaynaklarından biridir.2- İslâm
1440
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hukuku canlıdır, tekâmüle salihtir.3- İslâm hukuku, bizatihâ kaimdir, başkalarından alınmış değildir.4- Birinci mevzu (Yani: İslâm hukukundaki mes'uliyet bahsi) Konferansın siciline Arapça ile tescil edilecektir. Bu, kendisine müracaat edilmek için hazırlanan mecmua-i ilmiyede de nazara alınacaktır.5- Arapça, konferansta istimâl edilecek ve müstakbel devrelerde de buna devam edilmesi tavsiye olunacaktır.Velhasıl: İslâm hukukunun bu müstakil, yüksek mahiyeti; onu güzelce tetkik eden zatlar tarafından her zaman itiraf edilmektedir. Ancak şunu da ilâve edelim ki: İslâm hukuku, kudsi ve istisnai bir mahiyeti haizdir; bunun başka hukuk müesseselerinden istifade etmiş olması düşünülemez. Fakat Avrupa hukuku, ale-l-ıtlak İslâm fıkhından ve bilhassa Endülüsde ve Afrikada ziyade intişarı cihetiyle Maliki fıkhından pek çok müstefid olmuştur. (Ist. Fık. K.)" Hukuk-u medenî
Umumi mânada: Temel hak ve hürriyetler ve medeni haklar. Avrupaî mânada ise: Lâik hukuk sistemi, medeni hukuk.
Hukuk-u mektube
Kanunlarda yazılı olan haklar.
Hukuk-u mevzua
Konulmuş kanunların meydana getirdiği hukuk.
Hukuk-u milel
Beynelmilel hukuk. Milletlerarası hukuk.
Hukuk-u siyâsiyye
Siyasi haklar. Memleket idâresini ve halkın hakkını tanıyan hükümlerin tamamı.
Hukuk-u tabiiyye
İnsanın fıtratında bilkuvve mevcut olup, hak ile bâtılı, iyi ve fenayı bildiren ve insanların toplu bir şeklide yaşamalarını mümkün kılan hükümler.
Hukuk-u teamüliyye
Memleketin ahlâkını ve âdatını bildiren örf mânasında kullanılır.
Hukuk-u umumiyye
Cemiyetin bütün fertlerine şâmil olan haklar. (Mülkiyet hakkı, iştirak hakkı vs. gibi.)
1441
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hukuk-u zevciye
Karı ile kocanın birbirlerine karşı hâiz olduğu haklar. Aile hukuku.
Hukukullah
"Fık: İbadetler ve İlâhî cezalar, ukubetlerle alâkalı haklar. * Hukukullah umuma taalluk edip, yalnız bir şahsa âid olmayan ahkâm demektir. Bunlar hukuk-u umumiyeden ibarettir. Cenab-ı Hakk'a izafesi, tazim ve ehemmiyetine işaret içindir (T.H.L.)(Nasıl ""Hukuku Şahsiye"" ve bir nevi ""Hukukullah"" sayılan ""Hukuk-u Umumiye"" namiyle iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesail-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara ""Şeâir-i İslâmiye"" tabir edilir. Bu şeâirin umuma taalluku cihetiyle umum onda, hissedardır. Umumun rızası olmazsa; onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz'isi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi, Asr-ı Saâdetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâm'ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmağa, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hatâya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!... M.)"
hukukullah
Allahın hakları.
Hul
(Hâyil. C.) Bela. Zahmet. * Mukabele etmek, karşılık vermek.
Hula'
Büyük emir (iş).
Hulabis
İnce ses.
Hulak
Boğaz ağrısı.
Hulalet
Samimi dostluk arkadaşlık.
Hulam (hullân)
Kurban olmayan küçük oğlak.
Hulasa
Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.
1442
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hulâsa
özet.
Hulasa-i kelâm
Sözün hülâsası. Sözün özü.
Hulasaten
Kısaca, özet olarak, hülâsa olarak, muhtasaran.
hulâsaten
özetle.
Hulasat-ül hulasa
Hulâsanın hulâsası. Özünün özü. * Ayet-ül Kübrâ Risâlesinin hülâsası.
hulâsatülhulâsa
özetin özeti.
Hulave
(C.: Halâvi) Kafanın ortası.
Hulb
Domuz kılı. Kalın kıl. Yele kılı. * Kıldan yapılmış kalem, kıl fırça.
Hulbe
Hububattan olan böy.
Hulc
Küçük gemi.
Huld
Ebedilik. Sonu olmayan. Sonu olmamak.
Hulde
Köstebek.
Huldzar
f. Cennet.
Huleb
"Bozrak bir ot ki, yer üzerine yayılır, sapı olmaz; yaprağını koparsalar sütü akar ve ekseriyâ geyik yer."
Hulefâ
(Halife. C.) Halifeler. (Bak: Halife)
hulefâ
halifeler.
Hulefâ-i aklâm
Kalem memurları.
Hulefâ-i erbaa
(Hulefa-i Râşidîn) (Bak: Çâr-yâr)
Hulefâ-i mehdiyyîn
Mehdi olan halifeler. Yani âhir zamanda gelen büyük mehdinin bazı vâsıflarına sahib olan halifeler. (Bak: Mehdi)(Hz. Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilat ve tasvirat başka başkadır... Resul-i Ekrem (A.S.M.) vahye istinaden herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehli imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i islâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Al-
1443
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
i Beytine ehl-i imanı manevi rabt etmek için Mehdi'yi haber vermiş. Ahirzamanda gelen Mehdi gibi her bir asır, Âl-i Beyt'ten bir nevi mehdi belki mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beyt'ten ma'dud olan Abbasiye hulefasından Büyük Mehdi'nin çok evsafına cami' bir Mehdi bulmuş. İşte Büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl mehdinin evsafına karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş. M.) Hulefâ-i selâse
Üç halife: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman (R.Anhüm)
Huleke
Kum içinde olan küçük bir hayvan.
Hulel
(Hulle. C.) Elbiseler.
hulel
hulleler, güzel elbiseler.
Hulel-i fâhire
Kıymetli, şaşaalı, parlak elbiseler.
Huleyfe
Medine ehlinin ihramlandığı yer.
Huleyka'
At burnu.
Huleyme
(C.: Huleymât) Memecik. * Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.
Hulf
Ahdinde durmamak. Ahdini bozmak. Sözde durmamak. * Nakz.
hulf
dönme, aykırılık.
Hulfetmek
Sözünde durmamak.HULİYY : (C.: Huliyyât) Altun, gümüş, elmas, zümrüt, vs. gibi süs eşyası. Mücevher.
Hulf-ül va'd
Ahdinden dönmek. Verdiği sözü yerine getirmemek.
Hulf-ül vaîd
Va'dedilmiş azabı yapmamak, cezâyı yerine getirmemek. (Cenâb-ı Hak kendine isyan edenlerin, günahta devam edenlerin cehenneme gideceklerini beyan ediyor, tehdid ediyor, vaid ile beyanda bulunuyor. Affetmediği takdirde bu vaidinden dönmesi, aslâ adâletine yakışmaz, muhâldir.)
1444
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hulfülvaad
sözden dönme.
hulk
huy, tabiat.
Hulk
Huy. Ahlâk. Tabiat. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibilliyet. * İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâller.
Hulkan
Huy ve tabiatça. Ahlâk cihetiyle.
Hulkî
Huy ile, hulk ile alâkalı ve hulka müteallik.
hulkî
yaradılışla ilgili, yaradılıştan gelen.
Hulkum
İnsan veya hayvan boğazı. Ağızdan mideye giden yol.
Hull (hill)
Dost.
Hullan
(Halil. C.) Sâdık dostlar, arkadaşlar.
Hulle
(C.: Hılâl) Dostluk.
hulle
değerli elbise.
Hulleb
Yağmursuz bulut.
Hullebaf
f. Terzi.
Hulledallah
Allah dâim ve bâki etsin.
Hullet
(C.: Hulel) İçten, samimi sevgi. Dostluk. Muhabbet. Haslet.
Hulliyyat
(Hulliyy. C.) Pırlanta, altun, gümüş gibi süs eşyaları.
Hulm
Rüya, hülya. * İhtilâm olmak. Açık saçık rüya. * Akıl.
Hulse
Kapmak. * Karışmak. * Fırsat.
Hulta
Ortaklık, şirket.
Hulu
Hali olmak.
Huluc
Ayrılmak. * Çekilmek. * Yavrusu ayrıldığında sütü az olan deve.
hulûd
ebedîlik, ölmezlik.
Hulud
Ebedilik. Devam üzere olmak. Bir şey aslî hâleti üzere dâim olmak.
hulûk
ahlâklar, ahlakî özellikler.
Huluk
Huy. Tabiat. Ahlâk.
1445
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huluka
(C.: Ahlâk-Halkân) Eski olmak.
Huluk-i azîm
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mübarek huyları.
hulûl
girme, geçme.
Hulul
Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş. * Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek. * Halletmek. * Vuku' bulmak. Zuhur etmek. * Gelip çatmak. * Bir menzile inmek. * Kim: Bazı akıcı cisimlerin vücud mesâmâtından kolaylıkla geçebilmesi ve bu esâsa dayanan kimya tahlil usulü. * Fiz: Mesamatı olan bir perde ile ayrılan iki akıcı cisimde mevcut bazı maddelerin birinden diğerine geçmesi hâdisesi ki, barsaklarda olan imtisas bu tarzdadır.
Hulule
Dostluk.
Hulul-i ramazan
Ramazan ayının gelmesi.
Hulul-i şita
Kış mevsiminin gelmesi.
hulûs
halislik, saflık, arılık.
Hulus
Hâlislik. Saflık. * Samimiyet. Hâlis dostluk. İçden davranmak. Her hayırlı işi ve ameli Allah rızâsını niyet ederek yapmak.
Hulus-i kalb
Kalbden, gönülden, içten samimiyet.
Hulus-i niyet
Niyetin hâlis olması.
Hulusi
Samimi, candan. Hâlis ve içi temiz olan.
hulûsiyet
halislik, samimilik, temizlik.
Hulusiyyet
Hâlislik. Samimi dostluk.
Huluskâr
f. Bir insana karşı samimi muhabbeti olan. * Dalkavuk. Menfaati için sevgi ve iyi muamele gösteren.
Huluskârâne
f. Samimi muhabbet ve sevgi ile. * İkiyüzlülükle, dalkavuklukla.
1446
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hulusname
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Yalnız muhabbet, alâka ve bağlılığı göstermek üzere sunulan mektub.
Huluvv
Boş olmak, hâlî oluş. Boşluk. Boşta olmak. * Huk: Tarafların anlaşarak evlilik hayatlarına son vermeleri. * Huk: Bir gayr-i menkulün, muayyen bir bedel ile kiralanmış olmasından doğan kiracılık hakkı ve menfaati. * Hava parası adıyla verilen meblağ.
Hulüc
Çok yeyici, fazla yiyen.
Hulüm
"(C.: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.) * İhtilam olmak. * Akıl."
Hulv
Tatlı. * Hoş ve güzel. İyi.
Hulvan
Bir kimsenin hizmeti karşılığında, ücretinin haricinde verilen şey. * Kızın mihrinden, kişinin kendisi için aldığı miktar. * Vermek, bahşetmek. * Bir belde ismi.
Hulviyyat
Tatlı yemekler. Şekerlemeler. Tatlı şeyler.
Hulya
f. Kuruntu. Hayal. Vehim. Olmıyan bir şeyi düşünerek yaşamak. Akıldan geçen ve matmah-ı nazar olan husus.
hulyâ
hülya, kuruntu, hayâl.
Hulya-yi hazin
Hazin hülya.
Hum
f. Küp. * Şarap küpü. İçine şarap doldurulan küp.
Humahin
Yüzük yapılan bir cins siyah taş.
Humak
Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur.
Humaka
Akıl azlığı, ahmaklık.
Humakî
(Ahmak. C.) Ahmaklar, salaklar.
Humal
Aksaklık.
Humame
Süprüntü.
Humanizm
(Bak: Hümanizm)
1447
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Humar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sarhoşluk veren ve haram olan içkiden sonra gelen baş ağrısı. * Sersemlik. * Bir şeyin acısı burnundan gelmesi.
Humar-âlud
f. Süzgün ve baygın göz. * Kendinden geçmiş, şaşkın.
humarî
sarhoşluktan gelen sersemlik hâli.
Humaris
Sağlam, şiddetli, katı.
Humasî
Arabçada: Aslî harfleri, yani kök harfleri beş adet olan kelime. * Beşe mensub. * Beşli.
Humaşe
Diyeti bilinmeyen cinayet.
Humat
(Hâmî. C.) Himaye edenler, koruyanlar.
Humayun
(Bak: Hümâyun)
Humaz
Kırmızı çiçeği olan bir bitki çeşidi. * Kuzu kulağı.
Humbara
f. Küçük küp. * Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. * Para biriktirmek için kullanılan toprak veya madenden yapılan, bir tarafında para sığacak kadar yarığı bulunan kap. Kumbara.
Humbaracı
Ask: Yeniçeri teşkilâtı zamanındaki topçu eri. Bu teşkilâtın mensubları havan toplarıyla humbara attıkları için bu adı almışlardı.
Humbarahane
Humbara yapılan beylik fabrika. * Tar: Humbaracılar kışlası.
Humçe
f. Küçük küp.
Humeka
(Hamik. C.) Ahmak, sersem.
Humeme
(C.: Humem) Kömür. * Kara kül. * Her ateşte yanan nesne.
Humevî
Tıb : Sıtmaya ait.
Humeyya
şiddet.
Humhane
f. Meyhane. * Şarap küplerinin konulduğu yer. * Tas: Âşığın kalbi.
1448
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
humk
ahmaklık.
Humk
Ahmaklık. Bön olmak. Aklı az olmak.
Huml
Kaçmak. * Korkmak.
Humma
Ateşli hastalık. Sıtma.
humma
bir ateşli hastalık.
Hummalı
Ateşli, kızgın. * Çok faaliyetli. Hararetli.
Hummaz
Kuzu kulağı.
Humme
Tamam oldu (meâlinde fiil).
Hummere
(C.: Hummer) Kaya kuşu denilen başı kızılca serçe gibi bir kuş.
Hummisa
(C.: Hummis) Nohut.
Hummus
Nohut.
Humran
(Ahmer. C.) Kırmızılar.
Humre
(C.: Humur) Küçük seccade. * Namaz kılacak yer. * Küçük hasır parçası. * Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.
humret
kırmızılık.
Humret
Kırmızılık. Kızıllık. Masumane şefkat.
Humret-i hicâb
Hayâdan, utanmaktan hâsıl olan kırmızılık.
Humret-i şafak
Şafak kırmızılığı, şafak kızıllığı.
Hums
Beş bölükten birisi. Beşte bir.
hums
beşte bir.
Humsa
Boş böğürlü ve ince karınlı olmak.
Humse
Hürmet.
Hums-i öşr
Onda birin beşte biri. Yani, bir şeyin ellide biri.
Humtane
Kadının kaynanası.
1449
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Humud
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Düşme. Zayıflama. * Sâkin olmak. Soğumak. Ateş sönmiyerek alevi azalmak. * Bayılmak ve kendini kaybetmek. * Ne helâle, ne de harama iştihası olmamak.
humûd
şehvet yokluğu, soğukluk, isteksizlik.
Humul
Bir kimsenin adı sanı batma, ünü ünvanı kaybolma.
Humuza
Ekşilik.
Humuzat
Ekşi şeyler.
Humuzet
Ekşilik. Kekrelik.
Humuziyet
Ekşilik. Kekrelik.
Humve
şiddet. * Suret.
Hun
f. Kan, dem. * Öç, intikam, öldürme.
Hun'a
şekk, şüphe, zan. * Töhmet.
Hun-ab(e)
f. Sulu kan, kanlı su, su ile karışık kan. * Mc: Kanlı gözyaşı.
Hunabis(e)
Arslan. * Zâlim ve kötü kimse.
Hunak
(C.: Havânik) Boğazda olan şiş.
Hun-alud(e)
f. Kana bulanmış.
Hunan
Kuşların boğazında olan bir hastalık.
Hun-aşam
f. Kan içici, kan içen.
Hunat'e
Kalın, yassı nesne.
Hunayis
Çirkin.
Hunbaha
f. Kan bahası, diyet.
Hunbar
f. Kan yağdıran, kan yağdırıcı.
Huncur
(C.: Hanâcir) Sütlü deve.
Hunçegân
f. Kendisinden kan akan.
Hundure
Göz bebeği.
Hunefa
(Hanîf. C.) Allahın birliğine inananlar. (Bak: Hanîf.)
1450
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hunefşan
f. Kan saçan, kan serpen.
Huneyn vak'ası
"Hicretin sekizinci senesinde şirkten kurtulmamış bazı Arap kabileleri Mekkeyi geri almak maksadıyla hücum ettikleri zaman burada müslüman askerlere karşı gelerek başlangıçta galip gibi görünmüşlerse de daha sonra galebe ve zafer, İslâm askerlerine nasib olmuştur. Bu muhârebede Sahabe-i kiramdan birçok zatlar şehid olmuşlardır. (Bak: Uhud)(Eğer denilirse: Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem Habib-ü Rabb-il-Âlemin'dir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattır. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melâikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir avuç topraktan her küffârın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mu'cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbâni, nasıl oluyor Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlup oluyor?Elcevab: Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakim-i Zülkemâlin kavânin-i meşietine itaate alışsınlar ve desâtir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima harikulâdelere ve mu'cizelere istinad etseydi, o vakit İmam-ı Mutlak ve Rehber-i Ekber olamazdı.İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indel-hâce, münkirlerin inkârını kırmak için mu'cizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasılki herkesten ziyade evâmir-i İlâhiyyeye itaat etmiştir. Öyle de: Hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye
1451
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ile te'sis edilen Âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, ""Sipere giriniz!"" emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ tamamiyle hikmet-i İlâhiyye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübrâya müraat ve itaati göstersin. L.)" Huneyn
Mekke-i Mükerremeye üç mil mesafede ve Mekke ile Taif arasında bir vâdinin adı.
Hunfeşan
f. Kan saçan, kan serpen.
Hunhah
f. İntikam alıcı, öç alıcı, kan isteyen.
Hunhar
f. Kan içici. Zâlim. Kan akıtan. Öldüren, öldürücü.
hunhâr
kan dökücü.
Hunharane
f. Kan içercesine. Çok zâlimce. Öldürerek.
Hun-i cân
şarap.
Huni
"yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet."
Hunî
f. Kanlı, kan dökmeye meyilli.
Hunîn
f. Kana bulanmış, kanlı.
Hunkâr
f. (Bak: Hünkâr)
Hunke
Tecrübe etmek, denemek, sınamak.
Hunnak
Tıb: Boğaz hastalıkları.
Hunne
Sözü burun içinden söylemek.
Hunnes-künnes
"Hunnes, Hânis'in; Künnes de Kânis'in çoğuludur. Kânis, süpüren mânasınadır. Umumiyetle, akıp akıp yuvalarına giden veya aynı yollarında gidip gelen yıldızlar demektir. Bazılarınca gündüz gaib, gece zâhir olan yıldızlara denir. Ekseriyetle yedi seyyar yıldızlara denmiştir. (Zuhal, Müşteri, Merih, Zühre, Utarid, Uranüs, Neptün)"
hunnes-künnes
bir kısım yıldızlar.
1452
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hunpaş
f. Kan döken, kan saçan.
Hunrîz
f. Kan dökücü, kan döken, kan akıtan.
Hunsa
Hem erkek, hem de dişi olan. * Erkeklik ve dişilik alâmetlerini birlikte taşıyan bitki.
Huntuf
Sakalını yolan.
Hunu'
Horluk, zelillik, alçaklık.
Hunus
Rücu etmek, vazgeçmek, geri dönmek. * Örtülü olmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
Hunut
Mumyalama. * Bir ölünün uzun zaman çürüyüp kokmaması için kullanılan eczalar.
Hunuz
Kokup fenâ olmak.
Hunük
f. Ne güzel! Ne hoş! Ne mutlu!
Hunyâ
f. Şarkı söyleme.
Hunyâger
f. Şarkı söyleyen, şarkıcı.
Hunzub
Şişman gövdeli, boş konuşan kadın.
Hunzul
Uzun boynuz. * Uzun zeker.
Hunzuvane
Kin tutmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek.
Hunzüb
(C.: Hanâzıb) Erkek çekirge.
Hunzüba'
Kuru. * Yellengen böceği.
Hur'
(C.: Hurü') Kuş tersi, necis.
Hur
f. Güneş, şems.
Hura'
Devenin delirmesi.
Hurac
Tıb: Bedenin çeşitli yerlerinde çıkan çıbanlar.
Hurace
Çıban. * İrinlenme.
Hurafat
(Hurafe. C.) Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Bâtıl inanışlar. Hurafeler.
1453
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hurâfât
hurafeler.
Hurafe
Uydurma, bâtıl inanış. Masal. Efsane. Yalan hikâye.
hurâfe
uydurma.
hurâfetkârâne
hurafeli gibi.
Hurafe-varî
f. Hurafeye benzer. Hurafe gibi uydurulmuş.
hurâfevârî
hurafe gibi.
Hurak(a)
Kav dedikleri nesne. * Tuzluk.
Huran
(Hur. C.) f. İri gözlü. * Cennet kızları.
Huraşe
Ufak parça, küçük şey.
Hurbe
(C.: Hureb) Kalça kemiğinin deliği. * Her yuvarlak delik.
Hurc
Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında en lüzumlu eşyayı içlerine doldurup pencereden atmak suretiyle kurtarma işlerinde kullanılmak üzere konaklarda da bulundurulurdu. (O.T.D.S.)
Hurcül
Uzun.
Hurd u hâb
Yiyecek ve uyku.
Hurd ü mürd
f. Parça parça. Ufak tefek kimse.
Hurd
f. Küçük. Ufak. İnce. * Kırık. * Ehemmiyetsiz, önemsiz.
Hurda
(Bak: Hurde)
Hurde tezyinat
Tezhibde küçük süsleme motiflerine verilen genel isim.
Hurde
f. Yenilmiş.
Hurdebîn
(Hurde-bîn) Mikroskop. Çok küçük, ufak şeyleri, mikropları gösteren âlet.
1454
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hurdebîn
mikroskop.
Hurde-bînane
İnceden inceye. Kılı kırk yararak.
Hurde-bînî
"Gözle görülmeyecek derecede küçük. Mikroskopik.(Gözle görülmeyen hurdebinî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hâl gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsar-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki; bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın ziruh ve zişuurlarla dolu olmasın...S.)"
hurdebînî
mikroskobik.
Hurdedan
f. Nükteleri ve incelikleri anlayan, bilen.
Hurdedanî
f. Nükte ve inceliği anlıyan, dikkatli kimse.
Hurdefuruş
f. Ufak tefek şeyler satan kimse.
Hurdegir
f. Sözün içinde tenkid edilecek noksan arayan.
Hurde-hâş
f. Param parça, kırık dökük.
Hurdengâh
f. Yemek odası.
Hurdenî
f. Yiyecek şey.
Hurdeşinas
f. Dikkatli. İncelikleri ve nükteleri anlayan.
Hurdevat
f. Kırık dökük, eski püskü şeyler, öteberi. Hırdavat.
Hurdsal
f. Genç. Yaşı küçük.
Hurf
Üzerlik tohumu.
Hurfe
Bir yere toplanmış yemiş. * Baklet-ül hamkâ otu.
hurfe
mahrumluk.
1455
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hurfet-ül cennet
Cennet bahçesi.
Hur-i în
Cennet'te âhu gözlü çok güzel kızlar. (Bak: Huri)
Huri
"(Ahver ve Havrâ kelimelerinin C.) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemiyecek derecede güzel olan Cennet kızları. (Bak: Hur - Hur-i în) (Sual: Ehadiste denilmiş: ""Huriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor."" Bu ne demektir? Ne mânası var? Nasıl güzelliktir?Elcevab: Mânası pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki: Şu çirkin, ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyada; hüsün ve cemal, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mâni olmazsa, yeter. Halbuki: Güzel, hayatdar, revnakdar, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan cennette; göz gibi bütün insanın duyguları, lâtifeleri cins-i lâtif olan hurilerden ve huriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme, Cennet'teki nisâ-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler. Demek, en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin birer lâtifenin medar-ı zevki olduğunu hadis işaret ediyor. Evet, ""Hurilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi"" tâbiriyle hadis-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın her ne kadar hüsün perver ve zevk-perest ve zinete meftun ve cemale müştak duyguları ve hassaları ve kuvaları ve lâtifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes'ud edecek, maddi ve mânevi her nevi zinet ve hüsn-ü cemale huriler câmidirler. Demek, huriler Cennet'in aksam-ı zinetinden yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadığından birbirini setretmiyecek surette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve nefis ve cisimlerinden,
1456
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemalin aksamını gösteriyorlar. S.)" hûrî
cennet kızı.
hûrilîyn
tarifsiz güzellikte cennet kızı.
Huriye
Huri gibi.
Hurk
Akılsız, bilmezlik. * Dehşet, şiddet.
Hurka
Yanmak. * Hararet. * Yanık çıban.
Hurkat
Yangın. Yanma. Yanıklık. * Bir nevi çıban.
Hurkuf
Zayıf davar.
Hurkus
Pire gibi bir böcek (Az olarak kanatlanır uçar).
Hurlika
f. Çok güzel, huri yüzlü.
Hurma
f. Bir sıcak iklim meyvesi. * Hurma şeklinde yapılan hamur tatlısı.
Hurmat
(Huremât - Hurumât) Haramlar. Dinin, yapılmasını menettiği şeyler. İşlenmesi günah olan işler.
Hurmet
(Bak: Hürmet)
hurmet
haramlık, yasaklık.
hurmetiribâ
faizin haram olması.
Hurnub
Keçiboynuzu dedikleri yemiş.
Hurpeyker
f. Huri yüzlü.
Hurras
(Hâris. C.) Muhafızlar, bekçiler, nöbetçiler.
Hurre
(C.: Harâyir) İyi. * Câriye olmayan kadın.
Hurrem
f. Sevinçli. Mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güler yüzlü.
Hurremgâh
f. Kalbi ferahlandıran yer.
Hurremî
f. Mesruriyet, sevinç, sürurlu ve sevinçli olma.
Hurs (hırs)
(C.: Hursân) Altından ve gümüşten olan halka. * Kulağa taktıkları küçük halka.
1457
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hurs(a)
Hurma budağı. * Şey.
Hurs(e)
Çocuk doğuşunda yapılan yemek.
Hursend
f. Kısmetine râzı olan, kanaatkâr, tokgözlü.
Hursendane
f. Kanaatkârâne, tokgözlülükle.
Hursendî
f. Tokgözlülük, kanaat edicilik. Göz tokluğu.
Hursî
Ev eşyası. * Her nesnenin fenâsı.
Hursîs
Metâ, mal. Kumaş.
Hurşîd
f. Güneş. Afitab. Hur. Mihr. şems.
hûrşîd
güneş.
Hurşun
(C.: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.)
Hurt
(C.: Hurut-Ahrât) Balta. İğne deliği, balta deliği, kulak deliği.
Hurtum
(C.: Harâtim) Burun. * şarap.
Huru'
Tanelerinden hintyağı çıkartılan ağaç. * Sütleğen otu. * Yumuşak ot.
Hurub
Keçiboynuzu adı verilen yemiş.
Huruc alessultan
Meşru hükümete karşı kıyam ve isyan etme.
hurûc
çıkma, çıkış.
Huruc
Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış. * Ayaklanma, isyan etmek.
Huruc-i bisun'ihi
Namazdan kendi isteği ile çıkmak.
Huruc-i fâhiş
Haddini aşmak. * Büyük isyan hareketinde bulunmak.
Huruf
(Harf. C.) Harfler. İsim ve fiil olmayan kelimeler. (Bak: Harf)
hurûf
harfler.
Hurufat
(Harf. C.) Harfler. Matbaada kullanılan dökme harfler.
hurûfât
harfler.
Hurufiye
Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.
1458
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huruf-u âliyat
Tas: Gayb ve gaybîlikte olan Cenab-ı Hakka mahsus şuunat.
Huruf-u asliye
(Bak: Harf-i aslî)
Huruf-u câzime
Cezmeden harfler: lem, lemmâ, lâm-ül-emir, lâ-ün-nâhiye (nehyeden lâ edatı). Şart edatları da câzimdir. (Bak: Câzim)
Huruf-u cerre
(Bak: Harf-i Cer)
Huruf-u halk
Sesi boğazdan çıkan harfler. (Hâ, hı, ayn, gayn, he, hemze gibi)
Huruf-u hecâ
Alfabe sırasına göre dizili harfler. * Kelimelerdeki harflere ayrıca ses katan elif, vav, he, yâ harfleri.
Huruf-u imlâ
Gr: Sesli harfler. (A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü, harfleri.)
Huruf-u itbak
Gr: İtbak harfleri. (Bak: İtbak)
Huruf-u kameriye
"Gr: Arapçada kelimenin başında harf-i tarif olduğu vakit, harf-i tarifin lâmı okunan harfler. Meselâ: El-Kamer, El-İnsân, El-Bedi' kelimelerinde olduğu gibi. Burada kelime başında ""kaf, elif, bâ"" harfleri kameriyeden olduğu için aynen okunuyor. (Bunlar: Elif, bâ, cim, hı, hâ, ayın, gayn, fe, kaf, kef, mim, vav, he, yâ harfleridir.)"
Huruf-u leyyin
"""Vav, ayn ve elif"" harfleri. (Bak: Lîn)"
Huruf-u mechure
Cehr ile okunan harfler. (Zı, lâm, kaf, vav, ra, bâ, dad, hemze, zel, gayın, ze, elif, cim, nun, dal, mim, tı, yâ, ayın.)
Huruf-u mu'ceme (menkuta) Gr: Kur'an-ı Kerim harflerindeki noktalı harfler. Huruf-u munfasıla
Gr: Kendisinden sonra gelen harflere bitişmeyen (vav, rı, dal, hemze, ze, zel) gibi harfler.
Huruf-u muttasıla
Gr: Kendisinden sonra gelen harflerle bitişip yazılan harfler.
Huruf-u müsta'liye
"Tecvidde: Harf ağızdan çıkarken dilin üst damağa yapışması halinde veya üst damağa doğru gitmesiyle çıkan harfler: Kaf, tı, zı, dat, hı, sad, ayın, gayın, Bu harflerin mukabili ""istifâle"" harfleridir."
1459
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Huruf-u nâsibe
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gr: Muzari (geniş zaman) fiilinin başına getirildiğinde o fiili nasbeden harfler. (En), (Len), (İzen), (Key) harfleri gibi.
Huruf-u şartiye
(Bak: Şart edatları)
Huruf-u şedide
(Bak: şiddet)
Huruf-u şefe
"Dudaktan çıkan harfler. ""Be, Fe, Mim"" gibi."
Huruf-u şemsiye
"Gr: ""El"" harf-i tarifinin ""lâm"" harfi ile yan yana geldiğinde, kendisi okunmayıp ""Lâm"" harfine kalboluyorsa, o harflere ""huruf-u şemsiye"" harfleri denir. (Te, se, dal, zel, rı, ze, sin, şın, sad, dat, tı, zı, lem, nun harfleri) Meselâ: El-turab yazılıyor, etturab okunuyor. Elşems yazılıyor, eşşems okunuyor. El-Duâ, Edduâ okunuyor."
Huruf-ul mukattaa
Gr: Kur'an-ı Kerim'de sure başlarında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı hafler. Elif Lâm Mim, Yâ Sin, Elif Lâm Râ... gibi. Bunlar İlahî birer şifre olup, mânalarını anlayanlar Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ve O'nun vârisleridir.
hurûfumukattaa
sûre başlarındaki şifreli harfler.
Hurum
İhram.
Hurur
Düşmek, sukut.
Hurus
f. Horoz.
hurûş
coşma, bağırma.
Huruş
f. Coşma. Gürültü. şamata. Telâş.
hurûşân
coşmalar, şamatalar.
Huruşan
f. Çağlıyarak, coşarak, * Coşan, çağlayan.
Hury
Değirmen deliği.
Hurz
Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek.
Hurze
(C.: Hurez) Dikiş.
Hus
Dikmek. * Darlık vermek. * İki şeyi bir araya getirmek.
1460
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Husa
Hurma yaprağı.
Husaf
Hasad, hasad mevsimi. * Ekin biçme.
Husafe
Düşmanlık, adavet. Gizli kin, hased.
Husake
Düşmanlık, adavet. Hased, gizli kin.
Husale
Harman yerinde arta kalan tane.
Husam
Keskin kılıç.
Husame
Keskinlik.
Husare
Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar. * Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi. * Şirâ sıkıntısı. * Her nesnenin fenâsı.
Husas
Sür'atle gitmek, seğirtmek, koşmak.
Husban
Hesab. * Azab. * Sıkıntı. * Şer. * Koltuk yastığı.
Husema'
(Hasım. C.) Muhalifler, karşı taraflar, hasımlar. * Adüvler, düşmanlar.
Husf
Her bir şeyin içi.
Hushus
Mübâlağa ile kandırmak.
Huslet
Kıldan bükülmüş nesne.
Husm
(C.: Ahsam) Çuval ve heybe bucağı.
Husn
Perhizkârlık, iffet.
Husr
Tıb: Peklik, kabızlık, inkıbaz. * İdrar tutulması.
Husran
Mahrumiyet. Kayıp. Çok büyük ziyan.
Husrev
f. Hükümdar, şah.
Huss
Za'feran. * Hurma yaprağı. * Eğrelti otu.
Hussad
Hased edenler. Kıskananlar.
Husser
Cübbesi ve zırhı olmayanlar. Çıplak kimseler.
Husuf
Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi. * Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi.
1461
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
husûf
perdelenme, ay tutulması.
husûfât
perdelenmeler, ay tutulmaları.
Husuf-i cüz'î
Ayın bir kısmının tutulması.
Husuf-i küllî
Ayın tamamen tutulması.
husul
olma, oluş.
Husul
Peydâ olma. Hasıl olma. Meydana gelmek. Üremek, türemek.
Husul-pezir
Hâsıl olmuş, meydana gelmiş.
husulpezîr
meydana gelen.
Husul-yâfte
f. Husule gelmiş, meydana çıkmış, hâsıl olmuş.
Husum
(Hasim. C.) Uğursuzluk. * İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak. * Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar. * Fırtına.
husûmet
düşmanlık.
Husumet
Düşmanlık. Hasımlık. Kincilik. Zıddiyet. Çekişmek. Dâvacı olmak.
husûmetefzâ
düşmanlık saçan.
husûmetkârâne
düşmanca.
Husun
(Hısn. C.) Kaleler. Korunacak sağlam yerler.
Husun-i refîa
Yüksek kaleler.
Husur
Yorulmak. * İncinmek.
Husure
Yoğunluk, kalınlık. Sütün yoğurt olması.
husûs
iş, konu, özellik.
Husus
İş. Mevzu. Yol. Usul. Keyfiyet. Madde. Şey. Bir şeyin sairlerinden ayrıldığını ve temyizini bildiren cihet ve keyfiyet.
Hususa
Ayrıca, hususen, başkaca.
hususan
hususca, özellikle.
Hususat
(Husus. C.) Hususlar, bakımlar, işler. Tarzlar, şekiller. Mes'eleler. Maddeler.
1462
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hususât
hususlar, konular.
Hususen
Bilhassa. Ayrıca. Başkaca. Buna mahsus olarak.
hususen
özellikle.
Hususî
Bir şeye aid olan. Herkese âid olmayan.
hususî
özel.
Hususiyat
Hususi olan şeyler. Hususiyyetler.
Hususiyet
Ahbaplık, tanışıklık, yakınlık. * Hususilik.
hususiyet
özellik.
Husve
Topraklı yer.
Husye
Erkeklik bezi. Haya. Erkeğin yumurtalığı.
Husyetan
f. Hayalar, çift haya. Erkeklik bezlerinin her ikisi.
Husyet-üs semek
Balık yumurtası.
Huş
f. Akıl, fikir, zekâ, iyi ile kötüyü ayırma hissi. * Ruh, can. * Ölüm, * Zehir.
Huş'a
Alçak küçük tepe.
Huşam
Kalın burunlu. * Uzun dağ burnu.
Huşar
Avaz, ses.
Huşare
Bir yere giderken bırakılan faydasız şeyler. * Her şeyin kötüsü.
Huşdar
f. Akıllı, uslu.
Huşe çîn
f. Başak toplayan. Salkım toplayan.
Huşe
f. Salkım. * Başak, sümbül.
Huşe-çin
Başak toplayan.
Huşef
Yeşil sinek.
Huşe-i engur
Üzüm salkımı.
Huşe-i hurma
Hurma salkımı.
Huşenk
f. İdrak, akıl, iz'an.
1463
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huşk u ter
Kuru ve yaş.
Huşk
f. Kuru, yâbis. * Kaba, soğuk.
Huşkar
İri öğütülmüş un. O undan olan ekmek.
Huşkcan
f. Kalın kafalı, câhil kimse.
Huşkî
f. Kuruluk, yubuset.
Huşkleb
f. Dudağı kurumuş, susamış.
Huşkmağz
f. Boşkafalı, câhil.
Huşksal
f. Kuraklık ve kıtlık yılı.
Huşkser
f. Ahmak, salak.
Huşmend
(C: Huşmendân) f. Akıllı, aklı başında.
Huşmendân
(Huş-mend. C.) Aklı başında olanlar, akıl sâhipleri.
Huşmendâne
f. Akıllıca, aklı başında olarak.
Huşne
Haşinlik.
Huşrüba
f. Akıl kapan, aklı baştan alan.
Huşrübude
f. Aklı kapılmış, aklı başından gitmiş.
Huşş
"(C.: Huşuş) Hâcet mevzii; helâ, tuvâlet. * Necâset mahreci."
Huşşa'
Kulak ardındaki yumruca kemik.
Huşşaf
Yarasa kuşu.
Huşu'
Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
huşû
sevgiyle karışık korku.
Huşuf
(C.: Huşef) Seri, eli çabuk, hızlı. * Geceleyin yola giden deve.
huşûnet
kabalık, kırıcılık.
Huşunet
Kabalık, sertlik, inatçılık.
Huşunet-i mizâc
Mizâc sertliği, huy ve tabiat sertliği.
1464
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huşunet-i tab'
Tabiat ve huy kabalığı.
Huşyar
(Bak: Hüşyar)
hût
balık.
Hut
Balık. Büyük balık. * Şubat ayı içinde güneşin girdiği ve semanın cenub yarısındaki burcun ismi.
Hutab
(Hutbe. C.) Hutbeler.HUTAE : (C.: Hatâit) Kısa boylu kimse.
Hutaf
(C.: Hatâtif) Demir çengel. * Makaranın iki tarafında olan eğri demir.
Hutâm
Kuru cisim kırıntısı. * Yumurta kabuğu. * Çerçöp.
hutame
cehennem.
Hutame
Cehennemin beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım.
Hutâm-ı dünya
Bu fani dünyanın muvakkat ve boş malı mülkü.
Hutat
Dökülmüş ve saçılmış olan şey.
hutbe
dinî konuşma.
Hutbe
İlâhi emir ve nehiyleri cemaate beyan ve ihtar etmek. Cuma veya bayram namazlarında müslümanlara hatibin İlâhi ve şer'i emirleri hatırlatan sözleri. (Hatib, bu hutbeyi söylemeye Halife veya İslâm Devlet Reisinden vazife ve salâhiyet almıştır.)
Hutbehan
f. Hutbe okuyan, hatib.
Hutebâ
Hutbe okuyanlar. Hatibler.
hutebâ
konuşmacılar.
Hutebâ-i umumî
f. Herkese hitâbeden, umuma ders verenler.
Hutm
Her kuşun gagasına, her davarın burnunun ucuna ve ağızının önüne derler.
Hutre
Bina için verilen yemek. * Tatmak.
Hutruş
Kısa.
1465
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hutt
Emir. * Kıssa.
Hutta
Darp, vurmak. * Zor iş. * Başın önünde olan saç örgüsü.
Huttaf
(C.: Hatâtîf) Kırlangıç kuşu.
Hutu'
Gitmek.
Hutub
Erkek çekirge.
Hutuf
(Hatf. C.) Ölümler, vefatlar.
Hutun
(Hutunet) Evlenme, tezevvüc, teehhül. * Damatlık, damat olma.
Hutur etmek
Hatıra gelmek.
Hutur
Akla gelmek. Hatırlamak.
hutûr
hatırlama.
Hutut
(Hatt. C.) Yazılar. Çizgiler * Yollar.
hutut
çizgiler, yazılar.
Hutut-u şemsiye
Işıklı güneş yolu.
Hutuvat
(Hutvât-Hutevat) (Hutve. C.) Adımlar. İzler. Yollar. Eserler. * Şeytanın aldatmaları.
hutuvât
adımlar.
Hutuvat-ı sitte
"Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki ""Hutuvat-üş şeytan"" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak ""bir mühim eser""e verilen isim) Şeytanın altı desisesi."
Hutve
Adım atıldığı zaman iki ayak arasındaki mesafe. * İz. (Bak: Hatve)
Huule
Dayılık.
Huva
Tembel olmak.
Huvaka
Süprüntü.
Huvar
Bağırış, çığlık, sayha, avaz.
1466
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huvase
(C.: Huvâsât) Karışık cemaat.
Huvela'
Çocuk anasından doğduğunda beraber çıkan ince nâzik deri. (Onda yeşil ve kızıl hatlar olur.)
Huveyn
Hayvancık. Çok küçük canlı.
Huveynat
Çok küçük hayvancıklar. Mikroplar.
huveynât
hayvancıklar, mikroplar.
huveyne
hayvancık, mikrop.
Huveysal
(C.: Huveysalat) Tıb: Ciltte peyda olan bir takım kabarcık.
Huveyza
İshal, iç sürgünü.
Huvta
Arpa, buğday gibi hububat için yapılan avlu veya anbar.
Huvvan
(Hâin. C.) Hıyanet edenler, hâinler.
Huvvara
Ağartılmış yemek.
Huvve
Karalık. Siyahlık.
Huy
f. Mizac, tabiat, ahlâk, âdet. * Ter.
huy
insandaki yerleşmiş özellik.
Huyela'
Kibir, ucub.
Huygerde
f. Terlemiş. * Adet edinmiş, huy hâline getirmiş, alışmış.
Huy-i bed
Fenâ huy.
Huyul
(Hayl. C.) Atlı alaylar. * Atlar. * Kötülerin meydana getirdiği kalabalık.
Huyut
(Hayt. C.) İpler. İplikler. Lifler. Teller.
Huyut-i rakîka
İnce iplikler.
Huz bi-yedî
Elimi al, elimden tut, bana yardım et (mânasında).
Huz mâ safâ, da'mâ keder
"""Safâ olanı al, keder vereni bırak"", ""Allahın müsaadesi olan
ve neticesi safâ veren şeyi al, sonu keder vereni bırak"", ""İyisini al, kötüsünü bırak"" meâlindedir."
1467
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
huz
al, tut.
Huz
Al. (Ahz: Almak mastarından) Al emri.
Huz'
Alçaklık yapmak.
Huza'bîl
(C.: Huz'a) Batıl şeyler. Halkı güldürecek boş şeyler, nesneler.
Huzafe
Sahtiyan kırpıntısı. * Bez kırpıntıları.
Huzahız
Suyu ve ağacı çok olan yer. * Şişman kimse.
Huzaka
Kıymetsiz ve rağbetsiz olan şey.
Huzakiyy
Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse. * Eşek sıpası.
Huzale
Saman ufağı.
Huzamî
Lavanta çiçeği.
Huzane
Kendileri sebebinden gam ve tasa çekilen çoluk çocuk.
Huze
Miğfer.
Huzem
(Huzme. C.) Demetler, desteler, huzmeler.
Huzene
Kulak.
huzmâsafâdâmâkeder safa vereni al keder vereni bırak. Huzme
Demet. Deste. Bir kucak şey. * Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua.
huzme
ışık demeti.
Huzne
(C.: Huzen) Sağlam ve sert olan.
Huzre
Arka zahmeti.
Huzret
Yeşillik. Ter ü tazelik.
Huzruf
(C.: Hazârif) Fırıldak. * Değirmen çarkının birisi. * Pervâne.
Huzu'
Mahviyet ve tevazu hali, alçak gönüllü olmak. Allah'ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden hâsıl olan, insandaki huzur ve huşu' hâli.
huzû
tevazu hâli.
1468
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huzub(e)
Semiz olmak, besili olmak.
Huzuk
Adımları birbirine yakın olan kısa boylu kimse.
Huzuka
Ekşilik.
Huzunet
(C.: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik.
Huzur ü hab
Rahat ve uyku.
Huzur ü sükun
Rahatlık ve eminlik.
huzûr
birinin yanında bulunma, rahatlık.
Huzur
Hazır olmak. Mevcud bulunmak. * Hürmet edilmesi lâzım gelen kimsenin yanında olmak. * İbadet neticesi hâsıl olan rahatlık, gönül ferahlığı.
Huzur-aver
f. Huzur ve rahatlık verici, sükunet veren.
huzûrî
huzurda olarak.
huzûrkârâne
huzurda gibi, huzur duyarak.
Huzur-u kalb
Kalb huzuru, gönül rahatlığı.
Huzuz
(C.: Hızzân) Erkek tavşan.
huzûz
hazlar.
Huzuzât
(Huzuz. C.) İnsanın hoşuna giden şeyler.
huzûzât
hazlar, hoşa giden şeyler.
Huzuzât-ı nefsâniye
Nefse hoş gelen şeyler.
Huzva
Bir yere toplanıp tepe gibi olan kum yığını.
Huzvane
Büyüklenmek, kibirlenmek.
Huzve
Parça.
Huzya
Ganimet malından vermek.
Huzye
(C.: Huzâyât) Küçük ok.
Huzzâk
(Hâzık. C.) İşinin ehli olanlar, ustalar, mütehassıslar. Hazâkatli kimseler.
1469
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Huzzâk-ı etibbâ
Doktorlar içinde en ehil olanları.
Huzzân
(Hâzin. C.) Hazine muhafızları, hazinedarlar.
Huzzâr
(Hâzır. C.) Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve gözönünde olanlar.
Huzzâr-ı meclis
Mecliste hazır bulunanlar.
Hübaşe
(C.: Hübâşât) Kesbetmek, kazanmak, çalışmak.
Hübel
Cahiliyet devrinde Kureyşlilerin en büyük putu.
Hübu'
(C.: Hebât) Doğum vaktinin sonunda doğmuş deve yavrusu. * Devenin boynunu uzatarak yürümesi.
Hübub
Esme. Üfürme. Rüzgârın hafif hafif esmesi.
Hübub-i riyâh
Rüzgârların esmesi.
Hübur
Çukur. * Büyük tas.
Hübut
Aşağı inme. İnmek. (Suudun zıddı) * Uyuşma, anlaşma.
Hübut-u âdem
Hz. Âdem'in (A.S.) Cennet'ten dünyaya inmesi.
Hübük
(Habike. C.) Samanyolları. * Çizgiler.
Hübüvv
Ateşin sönmesi.
Hüccab
(Hâcib. C.) Perdeciler. * Kapıcılar.
hüccet
senet, belge, delil.
Hüccet
Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. * Şâhid.
Hüccet-i dâfia
Bir şeyi isbata değil, ancak taleb ve iddiayı defetmeğe yarıyan hüccet.
Hüccet-i kasıra
Şahsa mahsus olup başkasına taâlluk etmeyen hüccet.
Hüccet-i katıa
f. Kat'i delil. Bir şeyin doğruluğunu şeksiz, şüphesiz isbata vesile olan.
Hüccet-i müsbite
Bir şeyin isbatında delil olan hüccet.
Hüccet-i müteaddiye
Taraflara münhasır olmayıp başkalarını da alâkalandıran delil.
1470
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hüccet-i zahriye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kenarında sebebi yazılı bulunan hükmün tasdikli suretini ihtiva eden hüccet.
Hüccet-ül islâm
İslâmın delili, hücceti. (Bak: İmâm-ı Gazâli)
Hüccetülislam
" ""islâmın delili"" mânâsında Gazalînin namı."
hücciyet
hüccetlik.
Hücciyet
İhticaca salih olma. Delil sayılabilme, sağlam delil kabul edilir olma.
Hücec
(Hüccet. C.) Deliller, senedler, vesikalar.
Hücec-i hattiye
Huk: Yazılı deliller. Bunlar tezvir ve tasni şüphesinden sâlim olduğundan onunla amel edilebilir, yani hükme medar olur, başka vech ile sübuta ihtiyaç kalmaz. (Beraetler, mahkeme kararları, tescil edilen vakriye gibi.)
Hücerat
(Hücürat-Hücrât) Hücreler. Hüceyreler. Gözler, odacıklar.
Hüceste
f. Uğurlu, mübârek, mes'ud.
Hüceyrat
Hüceyreler. Hücrecikler. Küçük odacıklar.
hüceyrât
hücreler.
hüceyre
hücre.
Hüceyre
Hücrecik. Canlı varlıkların veya nebâtatın vücudunu teşkil eden küçük küçük odacık halinde ve içi vücuda lüzumlu madde ile dolu hücrecik. En küçük canlı parça. * Küçük delik ve oyuk.
Hücnet
Kusur, noksan, ayıp. * Bayağılık, karışıklık, soysuzluk. * Sözdeki ayıp.
Hücr
(C.: Hevacir) Fuhş, hezeyan, kötü sözler.
Hücrat
(Hücre. C.) Hücreler, gözler, odacıklar.
Hücre
Medine-i Münevvere'nin ismi.
hücre
odacık, canlıların en küçük yapısı.
Hücre-i saâdet
Saâdetli oda. Fahr-i Kâinat Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) odası.
1471
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hücrevî
Hücre gibi, hücre ile alâkalı, hücreye dâir.
Hücu'
Az uyku. Gece uykusu.
Hücu
Zemmetmek, çekiştirmek, kötülemek.
Hücud
Uykusuz kalma. Geceleyin az uyuma.
Hücul
(Hecl. C.) Uçurumlar, çukurlar, derinlikler, yaralar.
hücûm
saldırı.
Hücum
Saldırma. Hamle ile ileri atılmak. * Sert sözle birine çatmak, karşı çıkmak.
hücumât
saldırılar.
Hücumât-ı sitte
Altı Hücum. Altı maddelik bir müdafaa (olan bir eser ismi).
Hücüb
(Hicâb. C.) Perdeler, hicablar.
Hücürat
(Hücre. C.) Hücreler, odacıklar, gözler.
Hüd'
Sâkin olmak.
Hüda
Doğru yol göstermek. * Doğruluk. Hidâyet. * Kur'ân-ı Kerimin bir ismi.
Hüdafet
Semizlik, besililik, etlilik.
Hüdam
Deniz tutması.
Hüdat
(Hâdi. C.) Hidâyet edenler.
Hüdb
(C.: Ehdâb) Kirpik. * Mendil. * Testere çevresinde olan saçak.
Hüdbe
(C.: Hüdeb) Hamle yapmak.
Hüdbüd
Sütün koyu ve yoğurt olması.
Hüddab
Ensiz, ince, uzun yaprak.
hüddam
hizmet edenler, hizmet eden cin.
Hüdhüd
Süleyman aleyhisselâmın haberci kuşu.
Hüdlul
Kurt. (Canavar)
Hüdn
Barış, sulh, musalaha.
1472
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hüdu'
Kamburluk.
Hüdüb
(C.: Ehdâb) Sarık. * Kirpik, müjgân. * Havlu, el silmeye mahsus pamuklu bez. * Minder kenarında olan püskül.
Hüdüd
Çok yaşlı ihtiyar. İhtiyar ve zayıf olmak. * Bir binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. (Bak: Tehdid)
Hüfat
Nazar etmek, bakmak.
Hüffel
Memesi süt ile dolu olan koyun.
Hükâ'
Öksürük.
Hükake
Kazılan şeyin kazıntısı, talaşı veya yongası.
Hükea
Ahmak kimse.
Hükemâ
"(Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler. (Bak: Feylesof)(Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki; şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebâen gider veya muvakkat, sathî kalır. M.N.)"
hükemâ
hakîmler, düşünürler.
Hükemâ-i işrakiyyun İşrakiyye mesleğindeki feylesoflar. (Bak: İşrâkiyyun) Hükemâ-i kadime
Eski filozoflar.
Hükemâ-i meşaiyyun Aristo felsefesi yolunda olan ve derslerini gezerek veren meşaiyyun filozofları. (Bak: Meşşâiyyun) Hükkâm
(Hâkim. C.) Hâkimler.
hükkâm
hâkimler, söz sahipleri, devlet adamları.
Hükkâm-ı adliyye
Adliye hâkimleri.
Hükl
Karınca gibi sesi işitilmeyen hayvan.
Hükle
Dil tutukluğu, kekemelik.
1473
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hükm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hüküm) Karar. Emir. Kuvvet. Hâkimlik. Amirlik. * İrade. Kumanda. Nüfuz. * Kadılık etmek. * Tesir. Cari olmak. * Makam. * Bir dâvanın veya bir meselenin tedkik edilmesinden sonra varılan karar. * Man: Fikirler ve tasavvurlar arasındaki râbıtayı tasdik veya inkâr etmek.
hükm
hüküm, yargı.
Hükmberdar
f. Hükme muti olan, itaat eden, boyun eğen.
Hükmen
Hüküm yoluyla, hükmünde ve değerinde olarak.
Hükm-i âdil
Huk: Adalet üzere verilmiş olan hüküm.
Hükm-i gıyabî
Huk: Taraflardan biri hazır olmadığı halde verilen hüküm.
Hükm-i karakuşî
Karakuş hükmü. * Mc: Hesaba kitaba gelmiyen, mantığa uymayan hüküm.
Hükm-i kaza
Allah tarafından evvelce verilmiş olan hüküm.
Hükmî şahıs
Şahıs gibi muamele gören cemiyet, şirket gibi birlik teşkil eden müessese.
Hükm-i şer'î
Kur'an-ı Kerim'e ve Din-i İslâm'a uygun kanun ile verilen karar. Şeriatın hükmü.
Hükm-i tecrübî
Tecrübe ile elde edilen hüküm. * Tecrübe neticesi hâsıl olan karar.
Hükm-i vicahî
Huk: Tarafların her ikisinin de veya vekillerinin hazır bulundukları hâlde verilen hüküm.
Hükm-i vicdanî
Vicdana ait hüküm. Vicdanî kanaatla verilen hüküm.
Hükm-i yezdanî
Cenab-ı Hakk'ın hükmü. Allah'a mahsus kanun.
Hükm-i zımnî
"Fık: Zımnen vaki olan hüküm. (Bir kimse diğer bir kimse aleyhine; ""Benim filân şahıs zimmetinde sâbit olacak şu kadar lira alacağıma onun emriyle kefil olmuş idin"" diye dâva ve o kimse kefâleti ikrar ve borcu inkâr etmekle müddei, borcu isbat ederek hâkim dahi hükmetse
1474
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bu hüküm kefil aleyhine sarâheten ve asıl gaib aleyhine zımnen hükmolunur)." Hükmî
Hükme dair. Hükme âit ve müteallik. Bir karara dayanan, itibâri olan.
Hükmkeş
Emre itaat eden, hükme boyun eğen.
Hükre
Cem'olmak, toplanmak, birikmek. * Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak. * Azlığından bir yerde toplanan su.
Hüku'
Sâkin olmak.
Hükûmat
(Hükûmet. C.) Hükûmetler.
Hükûmet konağı
"Devlet memurlarının bulunduğu bina. Bunun yerine: ""Bab-ı hükûmet, daire-i hükûmet"" tabirleri de kullanılırdı."
Hükûmet
Bir memleketi idare edenler. Vekiller hey'eti. Devlet.
Hükûmet-i âdile
Âdil hükümet.
Hükûmet-i adl
Huk: Miktarı şer'an muayyen olmayıp ehl-i vukufun (bilirkişinin) usulü dairesinde takdir ve tayin edeceği diyettir. Buna hükm-ü adl de denir.
Hükûmet-i cumhuriye Cumhuriyet hükûmeti. Hükûmet-i gayr-i müstakille İstiklâliyet ve hâkimiyet haklarını tamamen haiz olmayıp, diğer bir devletin boyunduruğu altında bulunan hükûmet. Hükûmet-i meşruta
Meşrutiyetle idare olunan hükûmet.
Hükûmet-i müstakille İstiklâliyet ve hâkimiyet ve haklarını tamâmen hâiz olan hükümet. Hükûmet-i müstebidde İstibdatla idare olunan hükûmet. hüküm
yargı, egemenlik.
Hükümdar
f. Padişah, hüküm sâhibi. En yüksek reis. İmparator.
hükümdâr
hüküm sahibi, devlet başkanı.
Hükümdaran
(Hükümdâr. C.) Hükümdarlar, Padişahlar.
Hükümdarane
Hükümdar gibi, hükümdara yakışır bir surette.
1475
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hükümdarî
f. Hükümdarlık, padişahlık, şahlık.
hükümet
hükmetme, ülkeyi idare eden kimseler topluluğu.
Hükümferma
f. Hükümrân, hüküm süren. Hâkimiyetle idâre eden.
hükümfermâ
hüküm süren.
Hükümlü
Bir hüküm ve emri bildiren. * Mahkemece hüküm giymiş kimse.
Hükümname
f. Bir mahkeme veya hey'etin hüküm ve kararını hâvi vesika. Hükmü ihtiva eden kâğıt.
Hükümran
Hâkim, hükümdar. Hüküm ve saltanat süren. Hükümfermâ.
hükümrân
hükmeden, sözü geçen.
Hülagû
kan dökücü bir hükümdar.
Hülâgu
Mi: 1258' de Bağdadı zaptederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta'sımı ve bütün âile efradını öldürtmüştür. Cengiz Hanın torunu, Tülay Hanın oğludur. Tarihde en çok kan döken hükümdar olarak bilinir. Abbasi Devletini yıkan Moğol Başkumandanıdır.
Hülam
Sirke ile pişen sığır eti.
Hülas
Zayıf davar.
Hülasa
(Bak: Hulâsa)
Hülb
Kıl fırça, kıl kalem. * Kalın kıl kuyruk, yele kılı.
Hülbe
şiddet.
Hülefâ
(Halife. C.) Halifeler.
Hülefâ-yı raşidîn
En ileri sahabeden ilk dört halife. (Bak: Çâryâr)
Hülhal
Saf su.
Hülhül
(C.: Helâhil) Öldürücü zehir.
Hülk (hülke)
Yok olmak. Fâsid olmak. * Düşmek.
Hüllas
İnsana ârız olan gevşeklik.
Hülya
(Bak: Hulya)
1476
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hülyâ
hayâl, kuruntu.
Hüm
Onlar. (Bak: Şahıs zamiri)
Hümâ kuşu
Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.)
Hüma
(İki kişiye işaret olan zamir) O ikisi.
hümâ
devlet kuşu, saadet.
Hümâ
f. Devlet kuşu. * Saadet. Mutluluk.
Hümam
Himmetli. Bir işe sıkı sıkıya sarılıp o işi bitiren. Sahi ve civanmerd. * Aslan. * Büyük ve sağlam.
hümanizm
insancılık iddiasıyla insanı tanrılaştıran sapık bir felsefe.
Hümanizm
Lât. Edb: İslâmiyete mugayir ve aykırı eski Yunan ve Lâtin edebiyatı ve felsefesi taraftarlığı hareketi. * Fls: İnsan menfaatını hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tâbi olmayan, insana aşırı hâkimiyet tanımak isteyen ve maddeperest, dinsiz, imansız bir cereyan, bir fikir ve bâtıl bir nazariye.
Hümapaye
f. Çok yüksek dereceli.
Hümapervaz
f. Hümâ gibi yükseklerde uçan. * Mc: Yüksek himmetli.
Hümat
(Bak: Humat)
Hümâ-yi ikbal
Devlet kuşu. * Mc: Yüksek talih, iyi uğur.
Hümayun
f. Padişaha ait. * Mübarek. Kutlu. Uğurlu. Âlî. * Kuvvetli. (Bak: Hümâ kuşu)
hümâyun
kutlu, mutlu.
Hümayunname
f. Padişah tarafından bir hükümdara gönderilen mektub.
Hümeyra
Pembecik.
Hümeze suresi
Kur'an-ı Kerim'in 104. suresi olup Mekkîdir.
1477
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hümeze
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı. * El ve kaş işâretleri ile ayıplama. * Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz.
Hümluc
Demirciler körüğü.
Hümma
(C.: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret. * Nöbetli hastalık. * Sıtma.
Hümme
Kara. * Diş eti kararmak.
Hümmeyat
(Hümmâ. C.) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler. * Sıtmalar. * Nöbetli hastalıklar.
Hümud
(Bak: Humud)
Hümum
Tasalar, kaygılar, kederler, gamlar, gussalar.
Hümumet
Pek fazla ihtiyarlık, çok yaşlılık.
Hünane
İç yağı.
Hünba'
Ağır ve çirkin kadın.
Hünbül
Kısa boylu. Kürk.
Hüner
f. Mârifet. Bilgililik. Ustalık, mahâret.
hüner
ustalık, beceri.
Hünermend
f. Hüner sahibi, hünerli, marifetli.
Hünermendî
f. Hünerlilik, mârifetlilik.
Hünerpişe
f. Mahâretli, mârifetli, hünerli.
Hünerver
f. Çok ustalıklı. Becerikli. Usta. Mahâret sahibi.
hünerver
hünerli.
Hünerverân
(Hünerver. C.) Mârifetli, hünerli kimseler.
Hüneyhe
Saat. * Kıyâmet.
Hünkâr mahfili
Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını
1478
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu. Hünkâr
f. Hükümdar. Padişah. Sultan.
hünkâr
padişah.
hünsâ
cinsiyeti belli olmayan.
Hünsa
Erkek veya kadın olduğu belirsiz olan. * Aynı çiçekte dişi veya erkeklik uzvunun bulunması.
Hünsaiyyet
Aynı kimsede ve aynı zamanda hem erkeklik hem dişilik.
Hünu'
Sindirip hazmetmek.
Hünud
Hindliler.
Hür'
Fâsid kelâm, çirkin söz.
Hürar
Devede olan bir zahmet.
Hürer
(Hirre. C.) Dişi kediler.
Hüreyre
Kedi yavrusu.
Hüri'
Bit.
Hürman
Akıl.
Hürmet
"Riâyet. İhtiram. * Haysiyet. Şeref. * Haram olma. Haramlık. * Irz, nâmus gibi başkasına helâl olmayan husus. (İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler. Halbuki: Cenab-ı Hak haşirde adâlet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefini tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazen bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlâhiyye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın
1479
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
iyilikleri fenâlıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki: İnsan, fıtratındaki zulüm damariyle, şeytanın telkiniyle, bir zatın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl, bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de; insan garaz damariyle, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü'min kardeşine adavet eder. İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur. L.)" hürmet
saygı, haramlık.
Hürmeten
"Hürmet olsun diye; hürmet, saygı ve ikram maksadıyla."
hürmeten
saygı duyarak.
Hürmet-i müsahere
"Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun ""hürmet-i müsahere"" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendisiyle gayr-i meşru' suretle mukarenette bulunmuş veya bir uzvunu hâilsiz şehvetle tutmuş veya öpmüş veya tenasül cihazına şehvetle bakmış olduğu bir kadının neseb veya süt itibarı ile onun anasını, ninesini, kızını, torunu aslâ nikâhlayamaz ve onlarla hiçbir surette evlilik teessüs edemez. Bunlar arasında ebedî bir haramiyet mevcuttur. Buna hürmet-i müsahere deniyor."
Hürmet-i riba
Ribanın yani faizin haram oluşu. (Bak: Riba)
Hürmetkâr
f. Hürmet eden, saygılı.
hürmetkâr
saygılı.
1480
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hürmetkârâne
hürmet edercesine.
Hürmüz
(Hürmüzd) Eski İran takviminde, güneş yılının ilk günü. * Zerdüştlerin bâtıl bir inanışları olan hayır tanrısı. * Jüpiter (Müşteri) yıldızı.
Hürnu'
Küçük canavar.
hürr
hür, serbest.
Hürr
Kimsenin baskısı, zorlaması olmadan meşru' dairede istediği gibi yaşayabilen. * Esir veya köle olmayan. Serbest.
Hürre
Esir veya câriye olmayan hür kadın.
Hürre-i mükellefe
Fık: Akıl ve bâliğ olan hürre kadın. Sevap ve günahtan mes'ul olan kadın.
Hürriyet
"Serbestlik, hür oluş. * Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' hareketlerinde tam serbest olması.(İnsana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder.Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat'a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmesi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir pâdişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek, iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet!... ) (Münazarat)"
hürriyet
hürlük.
1481
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hürriyet-i diniye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Din hürriyeti. Herhangi bir kimsenin mensub olduğu dinin emirlerini ve icablarını yapmakta asayişe ve başkasının haklarına dokunmamak şartiyle serbest olması.
Hürriyet-i hayvanî
Hayvancasına serbestlik. Hayvanlara yakışan bir serbestiyet.
Hürriyet-i vicdan
"Amme hukuku ile ferdî hukuka tecavüz etmemek şartıyla herhangi bir kimsenin her hangi bir fikir veya dini kabul etmekte veya kabul etmemekte serbest olması. Ancak, İslâmiyeti kabul etmiş olan bir kimse, İslâmın esaslarını kısmen de olsa, inkâr ve reddetmekte serbest değildir; İslâm hukukunda mürted muamelesini görür. (Bak: Mürted)Dinî vazifeleri, dinin emirlerini yapmakta ve neşrinde serbestlik ise, din hürriyetidir.(Mâlumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olmaz. Bu, hukukî bir mütearifedir.Hz. Ömer, hilafeti zamanında, âdi bir hristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o hristiyan, İslâm hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hâli nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmayan şarkta, garbda, bütün dünya adalet müesseselerinde câri ve hâkimdir. R.N.)"
hürriyetperver
hürriyetsever.
hürriyetşiken
hürriyet kırıcı.
Hürriyet-şiken
Hürriyeti bozan, hürriyeti kıran.
Hüsam
Keskin kılıç.
Hüsameddin
Dinin keskin kılıcı.
1482
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hüsban
Azap. * Yıldırım. * Çekirge. * Saymak.
Hüsbane
Küçük ok. * Küçük yastık.
Hüseyin
Peygamberimizin torunu.
Hüseyin-i cisrî
"(Hi: 1261- 1327) Suriye ulemasındandır. Baba ve annesi Ehl-i Beyt'tendir. Câmi-ül Ezher'de tahsil görmüş ve zamanının dinî, edebî ve felsefî ilimleriyle iştigal etmiştir. En meşhur eseri ""Risale-i Hamidiye""sidir. Türkçeye ve Orducaya tercüme edilmiştir. 1307 senesinde Tercüman-ı Hakikat gazetesi, kitap olarak neşretmiştir."
Hüseyn
(Bak: Hüseyin)
Hüsn ü aşk
Güzellik ve muhabbet: * şeyh Galib'in manzum hikâyesi.
Hüsn ü kubh
Güzellik ve çirkinlik.
Hüsn
"(Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal. (Bak: Celal, Cemal)(Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, Bâki-i Hakiki'nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zaif gölgeleridir; belki cilve-i esmâ-i hüsnânın gölgelerinin gölgeleridir. S.)"
hüsn
güzellik.
Hüsna
(Ahsen'in müennesidir) İyi zan. En güzel. Amel-i sâlih. Pek güzel. * Cennet. * İyi amel ve haslet. Cenab-ı Hakk'ı görmek ve Ona iman ve ubudiyetle şereflenmek. * Düşman üzerine fevz ve zafer bulmak, şehidlik.
Hüsn-aver
f. Güzelliği çoğaltan. Güzellik veren.
Hüsn-i ta'bir
Müstehcen veya soğuk bir şeyin güzel ve edebe uygun bir tarzda ifade edilmesi.
Hüsnî
Güzelliğe dâir. Güzelliğe âit ve müteallik.
Hüsniyyat
Güzel olan hususlar.
1483
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hüsn-ü âdâb
(Hüsn-i âdâb) Güzel ve iyi edeblilik. Güzel terbiye. İslâmi terbiye.
Hüsn-ü ahlâk
Ahlâk güzelliği.
Hüsn-ü âkibet
İyi netice.
Hüsn-ü beyan
Akıcı ve güzel anlatış.
Hüsn-ü bi-bahane
Kusursuz güzellik. Günahsız mâsum güzellik.
Hüsn-ü bilgayr
Dolayısı ile, neticeleri ciheti ile güzel olan.
Hüsn-ü bizzat
Kendisi bizzat güzel olan.
Hüsn-ü delâlet
Hayırlı. İyi bir başlangıca delâlet.
Hüsn-ü endam
Vücut güzelliği.
Hüsn-ü hal
İyi hal. Güzel ahlâk.
Hüsn-ü hareket
Güzel muamele yapma, iyi muamelede bulunma.
Hüsn-ü hâtime
Neticeyi iyi bir halde bitirme. * İman ile âhirete gitmek. Kelime-i şehadet söyleyerek ölmek.
Hüsn-ü hayr
Hayrın güzelliği
Hüsn-ü hulk
(Hüsn-i hulk) Ahlâk güzelliği. Güzel ahlâk.
Hüsn-ü ibtida
Mevzuya münasib bir ifade ile söze başlama.
Hüsn-ü idare
İyi idare etme.
Hüsn-ü imtizac
İyi geçinme.
Hüsn-ü isti'mal
İyi ve güzel kullanma.
Hüsn-ü kabul
İyi karşılamak. Güzellikle kabul etmek.
Hüsn-ü mahfî
(Hüsn-i mahfî) Gizli güzellik. * Kalbî ve ruhî güzellik.
Hüsn-ü makta'
"Edb: Bir manzumenin, bilhassa gazellerin son beyti demek olan ""makta"" dan evvelki beyit."
Hüsn-ü ma'nevî
(Hüsn-i ma'nevî) Manevî güzellik. İç güzelliği.
Hüsn-ü matla'
Edb: Bir gazelin ikinci beyti.
Hüsn-ü muamele
(Hüsn-i muâmele) İyi muâmele. Güzel hatt-ı hareket.
1484
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hüsn-ü mücerred
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gayr olsun olmasın bizzat güzel olan şey. Bazı âza veya çizgilerin mütenasib terkib ve tertibiyle hâsıl olan hüsün, hüsn-ü mücerred değildir. Şartları zâil olsa, hüsün de zâil olur. Fakat, vücud, hayat, iman gibi varlıklar hüsn-ü mücerreddir ve bizzat güzeldirler. Güzellikleri başka şeylere bağlı değildir. * Hariçte maddi vücudu olmayan, ancak aklen mevsufsuz düşünülebilen hüsün ve zihnen anlaşılan güzellik.
Hüsn-ü niyet
(Hüsn-i niyet) İyi niyet. Temiz kalblilik.
Hüsn-ü ta'lil
Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah.(Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahçesini daldan dala gezmesinin sebebi, âlem bağında sevgilinin yüzüne benzer bir gül aramasıdır.
Hüsn-ü tedbir
İyi düşünülerek tutulan yol. Tefekkür ile tasmim etmek, ihtiyar olunacak meslek ve harekete karar vermek. * Bir kimseden bir haberi nakil ve rivâyet eylemek. * Bir şeye iyi muvaffak olmak için o işe muvafık ve hesaplı hareket etmek.
Hüsn-ü telakki
(Hüsn-i telakki) İyi anlayış. İyi kabul ediş. Güzel telâkki etmek. Anlayış gösterip iyi niyetle kabul etmek.
Hüsn-ü teveccüh
Sevgi ile karışık medih ve takdir. İyi karşılanmak ve alâka görmek.
Hüsn-ü zann
(Hüsn-i Zan) Bir kimsenin veya bir hâdisenin iyiliği hakkındaki vicdâni ve iyi kanaat. İyi fikirde bulunup, iyi olacağını düşünmek.
hüsnüniyet
güzel niyet.
hüsnüzân
güzel sanma.
Hüsr
Ziyan, kayıp, zarar.
1485
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Hüsran
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ümit edilenin elde edilememesinden duyulan elem. Mahrumiyet acısı. * Zarar, ziyan, kayıp.
hüsrân
zarar, umduğunu bulamama acısı.
Hüsrev
(Bak: Husrev)
hüsûf
ay tutulması, sönme.
hüsün
güzellik.
hüsünperest
güzellik düşkünü.
hüsünşiken
güzellik bozucu.
Hüşad
Suyu emmeyen sert arâzi.
Hüşdar
(Bak: Huşdar)
Hüşyar
Uyanık, akıllı, zeki. Ayık. Uslu.(...İstikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyyeye giden nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti istemek.. hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, hüşyar yıldızlar, birer nefer misillü emrine müsahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zât-ı Zülcelal'in kibriyasını düşünüp Allahü Ekber deyip rükua varmak... S.)
hüşyâr
uyanık.
Hüşyarane
f. Akıllıcasına.
Hüşyarî
f. Hüşyarlık, akıllılık.
Hütaf
Çağırma, seslenme.
Hütame
Kesinti, kırpıntı. Parça.
Hütke
Perde yırtılıp rezil olmak.
Hütr
Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
Hüttak
(Hâtik. C.) Bozanlar. * Yırtanlar.
Hütu'
Boyun uzatmak. * Çok nazar etmek, çok bakmak.
Hütul
Sürekli yağmur yağma.
1486
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hütun
Sürekli yağmur yağma.
Hüv'
Kusmak.
Hüval
Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.
hüvallah
o Allahtır.
Hüvam
Hayranlık hâli.
Hüve ahsen
O daha güzeldir, en güzeldir.
Hüve hakk(un)
O da haktır. O da bir haktır. (Bak: Ehakk)
Hüve hasen(ün)
O bir güzeldir, hasendir.
Hüve hüvesine
(Türkçe bir tabirdir) Noktası noktasına, hiç değişiklik yapmadan, aynen.
Hüve
Arabçada: O (mânasına işâret zamiri)
hüve
o, Allah.
hüvehüvesine
aynen.
Hüve-l ahsen
Sadece ve yalnız en güzel O'dur.
Hüve-l bakî
Bâkî ancak O'dur. Allah (C.C.)
Hüve-l ehad
O Allah birdir. (Bak: Ehad)
Hüve-l hakku
Hak sadece O'dur.
Hüve-l hasen
Sadece, yalnız o güzeldir.
hüvelbâkî
baki olan Allahtır.
Hüveyda
f. Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık.
Hüveyna
Kolaylık, sühulet.
Hüvf
Soğuk rüzgâr.
hüviyet
öz, kimlik.
Hüviyyet
Asıl. Mâhiyyet. Birisinin kimliği, kim olduğu, kökü, esası ve ne olduğu. * Cenab-ı Hakkın varlık sıfatı. * Hamiyyet ve istikametten, ulüvv-ü cenâbdan ibâret olan sıfât-ı hamide.
1487
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hüvve
(C.: Hevvât) Derinliği genişliğinden çok olan çukur yer.
Hüyam
Azgınlık.
Hüyu'
Korkaklık.
Hüyyam
(Hâim. C.) Sevgiden dolayı şaşırmış olanlar.
Hüzahiz
Bağırgan deve. * Keskin kılıç. * Çok su. * Fitne.
Hüzal
Zayıflık, bitkinlik.
Hüzeyfe
Ensar-ı Kiramdandır. Hüzeyfe-i Yemanî de denir. Hz. Muhammmed (A.S.M.) ona münafıkları bildirdiğinden dolayı, Hz. Ömer (R.A.) onunla istişare eder ve Onun, namazını kılmadığı kimselerin namazında bulunmazdı. Çok takvalı ve istiğna sâhibi bir zat idi. İran'ın fethinde bulundu. (Hi: 35) de Dâr-ı Beka'ya göç etmiştir (R.A.)
Hüzhüz
Hafif ve zarif kimse.
Hüzî
Kedi yavrusu.
Hüzlul
(C.: Hezâlil) Küçük dağ veya tepe. * Hafif adam.
Hüzn
(Hüzün) Gamlı olmak. Keder Sıkıntı.
hüzn
üzüntü.
Hüzn-alud
f. Kederli. Hüzünlü. Gamlı.
Hüzn-amiz
f. Gam, keder ve hüzünle karışık.
Hüzn-aver
f. Keder veren. Gam veren. Hüzün verici.
Hüzn-efza
f. Keder ve hüzün arttıran.
Hüzn-engiz
f. Hüzün veren. Keder verici.
hüznengiz
hüzün veren, üzen.
hüznengizâne
üzüntü veren bir hâlde.
Hüzn-gâh
Hüzün ve keder vakti.
Hüzul
Arıklık, bitkinlik, zayıflık.
hüzün
üzüntü.
1488
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hüzüngâh
hüzün yeri.
Hüzüv
Maskaralık.
Hüzzam
Müzikte bir makam ismidir.
Hüzzet
Boyun.
Hüzzü' (hüzâe)
Maskaralığa almak.
Hz. Hasan
"Hz. Ali'nin (R.A.) oğludur. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sevgili torunudur. Cennet'le tebşir olunmuştur. Hz. Peygamber (A.S.M.) kendisi için cennet gençlerinin seyyidi buyurmuştur. (Hi: 349)(Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevilere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yâni, Emeviler, Devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip râbıta-i İslâmiyeti, râbıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler:Birisi: Milel-i sâireyi rencide ederek tevhiş ettiler. Diğeri : Unsuriyet ve milliyet esasları, adâleti ve hakkı tâkip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki: Unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez. ferman-ı kat'isiyle: Râbıta-i diniye yerine râbıta-i milliye ikame edilmez; edilse, adalet edilmez; hakkaniyet gider.İşte Hazret-i Hüseyin, râbıta-i diniyeyi esas tutup muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş. M.)"
Ibare
Beyan etmek, açıklamak.
Ibb
(C.: E'bâ) Yük dengi, ağır yük.
Iblık
Erkek.
Ibt
(Ibıt) Koltuk. Omuzun alt ve iç tarafı.
Ican
Kubl ile dübür arası. * Ahmak kimse.
Icaz
İnat etmek.
Icre
Başına tülbent sarmak. * Besili ve semiz olmak.
1489
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Icrim
Kısa boylu bodur adam.
Ida'
Bir şeyi birbiri ardınca yapmak.
Idaa
(Bak: İdaa)
Idad
Isırmak. * Geçinmekte darlık, maişet zorluğu.
Idae
Parlamak veya parlatmak. Ruşen etmek veya ruşen olmak.
Id'af
Zayıf etmek, zayıflamak. * Muzaaf etmek, fazlalaştırmak. İki kat yapmak.
Idafe
Misafir edinmek. * Ulaştırmak. * Tâbi olmak, uymak.
Idaka
Darlık vermek.
Idat
(Bak: Izat)
Idbab
Yaş olmak, ıslanmak. * Kin tutmak.
Idca'
Yatırmak.
Idcac
Çağırmak, çağırtmak.
Idcar
Gönül kırmak. Iztırab vermek. Darıltmak.
Idd
(C.: Adât) Pınar ve kuyu suları gibi aktıkça kesilmeyen, devamı gelen su. * Çokluk, kesret.
Idfe
Ondan elliye varana kadar olan erkekler. * Kıt'a. * Akşam vakti.
Idgan
Kalbinde bir kimseye kin ve adavet olmak.
Idgas
Karıştırmak. * Otu eliyle tutamlamak.
Idha'
Kuşluk vaktine girmek.
Idhak
Güldürmek. Güldürülmek.
Idhiyan
Nurlu, ruşen, parlak.
Idin
Dağılmış, perâkende olmuş.
Idk
(C.: Adâk-Uduk) Hurma salkımı.
Idl
Yük dengi, misil, eşit.
Idla'
Çok yemekten dolayı midenin dolması ve hasta olmak.
1490
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Idlal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(İdlâl) Hak dinden, imân ve islâmiyetten saptırmak. Doğrudan, Hak ve hakikat caddesinden ayırmak. Azdırmak.
Idmame
(C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk.
Idna'
Hastalığın hastayı zayıflatması.
Idrar
Zarar vermek. * Avret üstüne avret almak, evli iken bir daha evlenmek.
Idric
İbrişim kilim.
Idtıba'
Hacıların ihramlarını sağ koltukları altından çıkarıp sol omuzlarına örtmeleri.
Idtıca'
Yan yatmak.
Idtıgan
Ayağıyla kendi kendine vurmak.
Idtıhad
Zulmetmek, cefâ vermek.
Idtıla'
Kuvvetlendirmek.
Idtımar
İnce belli, karınsız olmak.
Idtırab
Deprettirmek, hareket ettirmek. Izdırap.
Idtıram
Ateş yakılmak. * Şule vermek, ışıklandırmak.
Idva'
Azık yapmak.
Idve
(C.: Udât) Yüksek yer. * Dere kenarı.
Ifa'
Devekuşunun yeleği. * Devenin yükünün çok olması.
Ifas
Şişe ve divit ağzını kapatmakta kullanılan deri.
Ifdac
(C.: Ufâzic) Semiz, besili hayvan. * Yumuşak nesne.
Iflık
Eski çalgılardan birinin adıdır.
Ifrat
Davarın alın saçı. * İnsanın ense saçı.
Iğlak
(Bak: İğlâk)
Iğraz
(Bak: İğraz)
Iğva
(Bak: İğva)
1491
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ih
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Deveyi çökertmek için kullanılır sestir. * Yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermeği tasvir eder.
Ihafe
Korkutmak.
Ihaze
(C.: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer. * Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer.
Ihbas
İfsad etmek. Bozmak. * Yaramazlık öğretmek.
Ihbat
Huşu ve tevazu' etmek, alçak gönüllülük yapmak.
Ihdac
Doğan çocuğun bir yerinin eksik olması.
Ihdar
Kendini gözlemek. * Bir yerde durmak, ikâmet.
Ihdı
Deve çöktü.
Ihdılal
Yaş olmak, ıslanmak. * Ağacın budak ve yapraklarının çok olması.
Ihdırar
Yeşillik.
Ihfak
Gazâda ganimet malından pay almamak. * Avcıların av yakalayamaması.
Ihfas
Çirkin olmak.
Ihla'
Çıkarmak.
Ihlad
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Sonsuzlaştırmak, ebedi kılmak. * Geç ihtiyarlamak.
Ihlaf
Su aramak. Yerine halef etmek. * Kılıç çıkarmak için elini uzatmak.
Ihlak
Elbise eskimek veya eskitmek.
Ihlal
Terketmek.
Ihlamak
Ih diyerek deveyi çökertmek. * Ih diyerek yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermek.
Ihlamur
Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi içilen ağaç. * Ihlamur ağacından yapılmış.
Ihlivlak
Eskimek. * Bulutun gökyüzünü kaplaması.
1492
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ihmad
Ateşi söndürmek.
Ihmal
Saçak yapmak.
Ihmar
Gizli etmek, saklamak.
Ihn
Boyalı sof kumaş. * Renkli yün.
Ihna'
İfsad etmek, bozmak. * Yaramaz söz söylemek.
Ihn-i menfuş
Didilmiş kumaş. Hallac edilip atılmış renkli yün.
Ihrab
Viran etmek, harabe haline getirmek.
Ihrıvvat
Uzamak.
Ihrinmas
Sükut etmek, susmak.
Ihrit
İsmi işitilmeyen bitki.
Ihsa'
Haya çıkarmak.
Ihsar
Noksanlaştırmak, eksiltmek.
Ihsas
Yaramaz iş yapmak.
Ihşîşan
Kabalığı, inatçılığı ve katılığı fazla olmak.
Ihta'
Hatâ etmek, yanılmak.
Ihtiba'
Gizlenmek, örtünmek.
Ihtibar
İmtihan ve tecrübe etmek.
Ihtidab
Boyamak.
Ihtidad
Otu köküyle birlikte biçmek.
Ihtidam
Hizmet etmek.
Ihtila'
Ot biçmek.
Ihtilab
Aldatmak.
Ihtilac
Seğirtmek, koşmak. * Hareket etmek.
Ihtilak
Yalan olmak. * Muhtaç olmak.
Ihtilal
(İhtilal) Halel vermek, zarar vermek. * Muhtaç olmak.
Ihtilas
Hırsızlık için gelip bir şey alıp kaçmak.
1493
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ihtimam
Ev süpürmek.
Ihtimar
Mütegayyer olmak, bozulmak, değişmek.
Ihtinas
Kırılmak. * İkiye bükülmek, iki kat olmak.
Ihtira'
Vücud vermek, icad.
Ihtiraf
Cem'etmek, toplamak.
Ihtirak
Kat'etmek, kesmek.
Ihtiram
Eksilmek, noksanlaşmak. * Kesilmek.
Ihtirat
Kılıç çekme.
Ihtisam
Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
Ihtisar
Elini böğrüne koymak. * Muhtasar yapmak.
Ihtitaf
Sür'atle ahzetmek, çok hızlı almak.
Ihtitan
Sünnet olmak.
Ihtitat
Sakal bitmek. Yer tutmak. * Hatla işaret koymak.
Ihtiva'
Kendini aç bırakmak.
Ihtiza'
Parça parça edip taksim etmek. * Kat'etmek, kesmek.
Ihtizal
Kesilmek. * Ayrılmak.
Ihtizan
Sırrı gizlemek.
Ihve-i müteferrikîn
"Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: ""Ahavat-ı müteferrikat'tır)"
Ikab
Azap, mihnet.
Ik'ad
Yüksek bir yere çıkarmak. * Oturtmak.
Ikak
Tırnaklı hayvanların gebeleri.
Ikal
İkl, bağ, bend. * Daha ziyade Arabların başlarına koyup sardıkları bağ, agel. (Bak: Sâhib-üt tac)
Ikam
şiddetli harpler. * Yaramaz huylu.
Ik'ar
Derinletmek, derinleştirmek.
1494
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ikd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnci. Gerdanlık. Mücevher, boyuna takılan dizilmiş kıymetli şey. * İnci dizecek iplik. * Hurma salkımı.
Ikfal
Kilitlemek.
Ikhâr
Kahr etme, kahr edilme, kahr edilmiş olma.
Ikhâr-ı düşmen
Düşmanın kahrolması.
Ikka
Çocukların doğduklarında mevcut olan saçı.
Iklab
Aksine döndürmek. Tersine çevirmek veya çevrilmek.
Iklal
Azaltılma, azaltma.
Iklîd
(C.: Akalîd) Anahtar, miftah.
Iklim
Bir yerin hava şartları. Memleket. Küre-i arzın kıt'a ve her bir memleketi.
Ikma'
Gelen bir kimseyi geri döndürme. * Birisini aşağılama.
Ikmah
Enaniyet ve azametle kafa tutma.
Ikmar
Ayın doğmasını bekleme.
Ikmas
Suya daldırıp çıkarma.
Iknas
Adi ve rezil bir kimse iken asaletlilik iddiasında bulunma.
Iknat
Allah'a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah'a yalvarma. * Namazda kıyamı uzatma. * İnkisar etmek.
Iksâ
Uzaklaştırılma. Uzaklaştırma.
Iksam
Kasem etme, and içme, yemin etme.
Iksar
Yapabileceği ve elinden geldiği halde ihmâl etme.
Iksat
Hakkâniyet, doğruluk gösterme.
Iksâ-yı âmâl
Emel ve isteklerinden uzaklaştırma.
Ikta'
(Kat.'dan) Delil göstererek susturma. * Mülkiyeti devlete ait olan bir arazinin menfaatinin hazinede istihkakı bulunan kimseye padişah tarafından verilmesi. * Maktuan ihâle.
1495
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Iktaat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Iktâ. C.) Sahibi olmayan ve üzerinde imaret eseri olmıyan yerlerden olup, ulülemr tarafından istihkak sahibine imar ve inşa etmesi için tahsis olunan arazi.
Iktar
Damlatma, damlatılma.
Iktıda
Tâbi olma. Uyma.
Iktıdaen
Uyarak, ıktıda ederek, tâbi olarak.
Iktifa'
(Kafa. dan) Arkasından gitme, izinden gitme.
Iktifaen
İzinden giderek, örnek tutarak, misal kabul ederek.
Ikva'
Ev boşalmak. * Azık tamam olmak. Şâirin şiirin kafiyesini çeşitli yapması.
Ikval
Bir kimsenin söylemediği bir sözü, söyledi diye iddia etmek.
Ikvâliyyât
Söylenmediği hâlde söylendi diye iddiâ edilen sözler. Lüzumsuz iddialar.
Iky
Yemek yemezden evvel çocuğun karnından çıkan necisi.
Ikyan
Halis iyi altın. * İnci parçası.
Ilab
Boyunda olan uzun nişan.
Ilac
Bir şeyi yerinden alıp gidermek.
Ilakıye
Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş.
Ilat
(C.: Alât) Devenin boynuna takılan ip.
Ilba'
(C.: Alâbâ) Boyun siniri.
Ilc
(C.: Uluc-Aluc-Ilce) Kervan. * Yabani eşek. * Acem küffarından bir erkeğin adı.
Ilgam
Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi göüren yer. Serap, pusarık.
Ilgamak
At başıboş olarak dörtnala koşması.
1496
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ilgar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Düşman topraklarına ansızın yapılan hücum, akın. * Başıboş hayvanın dörtnala koşması.
Ilgarcı
Akıncı.
Ilgıdır
Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir.
Ilgımsalgım
Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda, buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi görünen yer. Serap, pusarık.
Ilhiz
Büyük kene.
Ilıca
"Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir."
Ilık
Ne sıcak ne soğuk. Az ısınmış veya sıcaklığı kırılmış.
Ilk
Sakız. * Ağızda çiğnenen şey.
Ilka
Kişinin göbeğine dek olan gömlek.
Ilkid
Şişman, kısa boylu, hakir ve hayrı az olan kadın. * Katı yoğurt.
Imya (ımiyyâ)
Görmeyerek, düşünmeyerek.
Inak
Kucaklaşıp sarılma, muânaka.
Inan
(C.: Aınne) Atın dizgini.
Inas
Kızın büluğ çağına vardıktan sonra evlerinde evlenmeden çok durması.
Iniz
Cimâa kadir olmayan erkek. * Cimâdan safâlı olmayan avret.
Innîn
İktidarsız, güçsüz, âciz.
Intıfa
Sönme. Yanarken sönme. Ortadan kalkma.
Intıfa-yı harik
Yangının sönmesi.
Intiyan
Yiğitlik evveli.
Ir
t. Nağme, ezgi, basit türkü. * Ahenk, terâne.
Ira
Karakter, seciye.
1497
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ira'
Mıknatıs.
Irab
Tazı. * Yükrek at.
Irabet
Yaramaz sözler söylemek, fuhşiyyat.
Irafet
Kethüdâlık, reislik. Ululuk, şereflilik.
Irâk
Dicle nehrinden aşağı Basra'ya kadar Şat Suyu'nun iki tarafı olan memleket. * Su kenarı. * Kökler, asıllar, bünyadlar. * Uzak.
Iraka
(Bak: İrâka)
Irâk-ı acem
(Acem Irakı) Tar: Irak'ın Dicle nehrinden başlayarak İran sınırındaki yüksek dağlık mıntıkaya kadar uzanan bölgesine Osmanlılarca verilen ad.
Irâk-ı arab
Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat'ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim.
Irakî
(Irâkiyye) Irak halkından, Iraklı. * Irak'a ait.
Iran
Evin uzak olması. * Mıh, çivi. * Mızrak. Süngü.
Iras
Devenin başını ayağına bağladıkları ip.
Irda'
(Bak: Irzâ')
Irdam
Üzüm veya hurma salkımı olan budak.
Irem
"Irmak kenarı. ""* Su bendi. * Dere, vâdi. * Sert yağan ve taneleri iri olan yağmur. * Gözsüz köstebek. * Kemikten etin suyunu almak."
Irgaf
Hızla yürüme, hırsla bakma.
Irgat
(Rumca) Rençber, işçi. * Yapı işçisi. Amele. * Gemilerde demir zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle çevrilmiş, ufki bucurgat.
Irıp
Balık tutmak için atılan büyük ağ.
Irk
Nesil. Zürriyet. Sülâle. * Soy. Kök. Damar.
1498
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Irk-ı ahmer
Kızıl derili.
Irk-ı esved
Siyah derili, zenci.
Irkıy
(Irkıyye) Irkla ilgili, ırka âit.
Irkîl
Belâ. Zahmet, meşakkât. * Çok güç nesne.
Irk-üz-zeheb
Altınkökü denilen bir nebat.
Irmak
Büyük akarsu, doğrudan doğruya denize dökülen nehir.
Irmis
Büyük taş. * Kuvvetli ve dayanıklı deve.
Irnîn
Kaş tarafında burun ucu. * Her nesnenin evveli.
Irris
Arslan yatağı.
Irs
Koca ile karıdan her biri. * Nâmus.
Irsî
Gelincik dedikleri hayvanın rengine benzer bir renk.
Irtır
Yerinden ayrılmak.
Irv
(C.: Arâ) Cemaat, topluluk.
Irz
Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet. * Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek durumları.
Irza
Çayırlık, çimenlik. Otu bol olan yer.
Irzâ'
Emzirmek veya emzirilmek.
Irzâ-i etfal
Çocukların emzirilmesi.
Irzâ-i gayr-i mâderî
Çocuğu hayvan sütüyle besleme.
Irzâ-i mâderî
Çocuğu ana sütüyle besleme.
Irzal
Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları yatak. * Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot.
Irzim
Sağlam, sert ve dayanıklı. * Şiddetli toplayıcı.
Is
(Iss) t. Bayındırlık, mâmuriyet. Şenlik. * Ses. * Sâhib. Mâlik. * Efendi.
1499
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Is'ab
Güç. Çetin bulmak. Güçleştirmek. Zorlaştırmak.
Isabe
(C.: Asâib) Cemaat, topluluk. * Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan bağ, yara bantı. * Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık.
Is'ad
Yukarı çıkarmak. Yükseltmek. * Mekke-i Mükerreme'ye gitmek. * İnbikten geçirmek.
Isadet
Avlatmak.
Isaga
Kuyumculuk yapma. * Eritilmiş maddeleri kalıba dökme.
Isaha
Kulak verip dinleme.
Isalet
Hamle yapmak. * Ulaşmak.
Isam
Göze çekilen sürme. * Kırba bağı. * Kırba örtüsü.
I'sar
Ayağını kaydırıp yere yıkmak.
Is'ar
Enaniyet ve kibirle surat asma.
Isare
Çadır kazığı. * Çadır ipi.
Isaret
Meylettirmek, eğmek.
Is'as
Gece karanlığı başlamak, karanlık basmak. * Karanlığın açılması. * Bulutun yere yakın olması. * Peşinden gitmek.
Isata
Seslenme, ses çıkarma.
Isba'
Tulu etmek, meyletmek.
Isbah
Seher vakti. Sabah vakti. * Gafil olmamak. Uyanıklık.
Isbar
Sabrettirmek.
Isbı'
(Usbu'-Asba'-Asbi') Parmak.
Isda'
(Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle duyulan ikinci ses.
Isdad
Men'etmek, engel olmak, geri döndürmek.
Isdak
Verilecek parayı kadının nikâhında tesbit edip kararlaştırma.
1500
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Isdar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Sudur. dan) Çıkarma, çıkarılma, sudur ettirme. * Deveyi sudan geri döndürmek. * Rücu ettirmek, geri döndürmek, vazgeçirmek.
Isfa'
Arındırılmak. Hâli olmak.
Isfak
Kapıyı örtmek. * El ile bir nesneye erişmek.
Isfirar
Sararmak. Sarı olmak.
Isfirar-ı ayn
Gözün sararması.
Isfirar-ı evrak
Yaprakların sararması.
Isfirar-ı şems
Güneşin sararmış gibi görünüşü.
Isga'
Söylenilen bir sözü dinleyip kabul etme ve yapma. * Söylenilen bir sözü kulak verip dinleme. * Meyl etmek. * Eksiltmek.
Isgar
(Sagir. den) Hakir ve hor görme. * Küçültme.
Isha'
Gökyüzünün açık ve bulutsuz olması.
Ishab
Yoldaşlık yapmak.
Isham
Biçim vakti yetişmek, hasat zamanının gelmesi.
Ishar
(Sıhriyyet. den) Akrabalık, yakınlık, kurbiyet, sıhriyet. Damat olma. Damat edinme. * Ulaşmak. * Erimek.
Ishîrar
Ot kurumak.
Iska
(Bak: İska)
Iskaça
Gemi direğinin ayaklığı.
Iskalara
Gemi arması merdiveni. * Harp gemilerinin sol taraflarındaki merasim merdiveni.
Iskalariya
Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.
Iskaparma
İtl. Bir gemiyi toptan kiralama.
Iskarça
İtl. Geminin yükünün pek sıkı olarak istif edilmesi.
1501
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Iskarmoz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara dikine sokulmuş tahta çiviler. * Bir cins küçük balık.
Iskarso
İtl. Yelkenleri doldurur dik rüzgâr. * Geminin götürü olarak kiralanması.
Iskarta
Herhangi bir sebepten dolayı değerini kaybetmiş mal.
Iskat
Düşürmek. Düşürülmek. Aşağı atmak. Hükümsüz bırakmak. * Silmek. * Ölünün azaptan kurtulması ümidi ile ölen kimse nâmına dağıtılan sadaka.
Iskat-ı cenin
Kadının çocuk düşürmesi.
Iskat-ı salât
Ölmüş bir kimsenin kılmadığı namazlar yüzünden hâsıl olan günahını giderir ümidi ile verilen sadaka.
Iskota
İtl. Büyük yelkenleri kullanmaya yarayan ip.
Iskuna
ing. İki direkli bir nevi yelkenli gemi.
Isla'
Ateşte kızdırmak. Ateşte yakmak.
Islah
İyileştirmek. Düzeltmek. Kusurları gidermek. (Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. S.)
Islahat
Kusurları ve eksiklikleri gidermek için yapılan işler ve düzeltmeler.
Islahat-ı adliye
Adli ıslahat.
Islahat-ı askeriye
Askerlikte yapılan ıslahatlar. Askerî ıslahat.
Islahat-ı mülkiye
İdarede yapılan düzeltmeler, yenilikler.
Islahatperver
Islahat taraftarı, ıslahatı seven.
Islahen
Islah ederek, düzelterek.
Islahhane
Tar: San'at mekteblerine önceleri verilen isim. * Islah evi.
Islah-ı hâl
Kendi halini ıslah etme, düzeltme.
Islah-ı zât-ül beyn
Aralarındaki kırgınlığı kaldırarak iki kişiyi barıştırma.
Islahî
(Islahiyye) Islah etmeye ve düzeltmeğe dair. Düzeltme ile alâkalı.
1502
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Islahpezir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Islah edilebilir olan. Düzeltme ve tâmir kabul eden, ıslaha kabiliyeti olan.
Islî'
Boynu ince ve başı fındık gibi yumruca olan yılan.
Islihmam
Ayak üstüne durmak.
Islît
Zinetli kılıç, üzeri süslenmiş kılıç.
Ismam
Şişenin ağzını tıkama. * Sağırlaştırma, duymaz hâle getirme.
Ismarlama
Sipariş verme, emanet etme. Hususi siparişle yaptırılmış, hazır alınmayan.
Ismat
Susturma, susturulma, sükut ettirme.
Ismi'lal
Muhkem olmak, sağlam olmak. * Otların birbirine dolaşmaları.
Isna'
Yardım etme, yardımda bulunma.
Isnakat
El darlığı. * Men'etmek, engel olmak.
Isnan
Israr etme, inat etme, ayak direme. * Gücenme, darılma. * Gururlanma, kibirlenme.
Isparçana
Halatın üzerine sarılmış olan ip. * Halatın yapıldığı bükmelerin herbiri.
Isparmaca
Deniz içinde birkaç zincirin birbirine karışması.
Ispavli
Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim.
Ispazmoz
Sinirlerde beliren gerginlik ve titreme.
Isr
Ahd. Sözleşme. Yemin. * Kulakta küpe deliği. * Şiddetli ahkâm ve teklifler. * Altındakini yerinde tutan ağırlık, bağ.
Israh
Medet yetişmek, yardım gelmek.
Isram
Derviş olmak.
Israr
Bir fikir veya meşru dâvadan dönmemek. Direnmek, sebat etmek. Hayırlı bir hâl üzere sadakatla kalmayı istemek.
Istabl
Ahır.
1503
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Istabl-ı âmire
Saray ahırı.
Istabl-ı hâs
Padişahın atlarına mahsus ahır.
Istaflîn
Havuç.
Istahar
Havuz, küçük göl. Su birikintisi.
Istam
Kepçe.
Istıad
Yükseğe çıkma, terfi etme.
Istıbab
Dökülme. * Damardan kan fışkırması.
Istıbag
Boyanma.
Istıbar
Sabretmek. * Kısas almak.
Istıdam
İki şeyin birbirine şiddetli çarpması.
Istıfa
Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak. * Bir şeyi ıslâh edip sâfileştirmek. * Seçmek. Ayıklamak.
Istıfaf
Dizilme. Sıralanma. Saf bağlama.
Istıfa-gerde
f. Seçilen. Seçilmiş bulunan.
Istıhab
Saklama, gizleme. * Dostluk kurma. * Konuşma, musâhabe etme.
Istıham
Ayak üstüne dikili durmak.
Istıkak
Tokuşmak.
Istıla
Ateşte ısınma.
Istılah
Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları. * Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime. * Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.
Istılahat
Istılahlar. İlmî tabirler.
Istılahî
Istılaha dair. Istılaha âid ve müteallik.
Istılam
Kesme, koparma.
Istına'
Seçme, intihab, ayırma. * Adam seçme. * İyilik etmek. * İş işletmek.
1504
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Istına-i sıddık
Sâdık dost seçme.
Istırah
Yardım isteme, istimdat.
Istıram
Hürmet etme, saygı gösterme.
Istıyad
Avlamak. Vahşi hayvanı ele geçirmek.
Istıyaf
Yaz mevsimini geçirmek, bir yerde yazlamak.
Isva'
Kuruma, yaşlığı ve rutubeti kaybolma.
Isvede
Küçük bir böcek adı. * Kuvvetli.
Işâ'
Yatsı zamanı. Akşam ile yatsı namazı arasındaki vakit. * Güneş batmasından ertesi günü fecre kadar olan zaman.
Işâân
Akşam ile yatsı.
Işaeyn
Akşam ile yatsı zamanı.
Işar
(Aşerâ. C.) On aylık hamile develer.
Işaya
(Işâ. C.) Akşam ezanından yatsı ezanına kadar geçen zamanlar.
Işir
(C.: Aşâr) Çanak çömlek parçaları.
Işk
(Bak: Aşk)
Işka
Sarmaşık adı verilen bir bitki.
Işkî
İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır.
Iştın
Toprak kandili.
Itabe
İyi etmek. * Hoş kokulu etmek.
Itaf
Kaftan.
Itak
Hürriyet. * Kuvvet. * şiddet.
Itaka
Güç etmek, zorlaştırmak.
Itak-üt tayr
Yırtıcı kuşlar.
It'am
(Bak: İt'âm)
Itam
İdrar zorluğu, idrar tutukluğu.
1505
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Itar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Utur) Dudak kenarı. * Elin kasnağı. * Diğerlerini ihâta eden nesne.
Itare
Uçurma, uçurulma.
Itaş
(Atşân. C.) Susamış olanlar.
Itbak
Örtünmek. * Yürümek. * Değiştirmek. * (Bak: İtbak)
Iteh
Ahmaklık, bunaklık.
Iter
(Itret. C.) Nesiller, akrabalar, zürriyetler, aynı soydan gelenler.
Itf
Omuzbaşı.
Itfa'
Söndürmek.
Itfak
Maksadına eriştirme, gayesine vardırma.
Itfal
Kadının oğlanını getirmesi.
Itfet
şefkat, merhamet. * Boncuk.
Itga
Azdırma, azdırılma.
Itk alâ mal
"Bir köle veya cariyenin kitabet suretiyle olmaksızın cins ve miktarı malum bir mal veya muayyen bir hizmet mukabilinde azad edilmesidir. Buna ""Itk alâ cu'l"" da denir. (Ist. Fık. K.)"
Itk
Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad olmak. * Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem. Kuvvet.
Itkan
(Bak: İtkan)
Itk-ı muallak
"Bir şarta talik suretiyle vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin kölesine ""şu işi yaparsan hürsün"" demesi gibi ki, köle o işi yapınca azad olur. (Ist. Fık. K.)"
Itk-ı muzaf
"Bir zamana, bir vaktin girmesine veya çıkmasına izafe edilen ıtkdır. ""Sen gelecek ayın başında hürsün."" denilmesi gibi ki, o ayın başında ıtk hadisesi vücuda gelir. (Ist. Fık. K.)"
1506
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Itk-ı müneccez
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmaksızın derhal vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin memluküne hitaben ""seni azad ettim."" demesi gibi ki, onunla köle derhal hürriyetine kavuşur. (Ist. Fık. K.)"
Itk-ı müşterek
İki veya daha fazla kimsenin, mâlik oldukları bir köleyi azad etmeleridir.
Itkname
Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek üzere verilen vesika.
Itl
(C.: Atâl) Böğür.
Itla'
Tulu ettirmek, zuhur ettirmek, doğdurmak.
Itlak
Salıvermek. Bırakmak. Koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta bulunmak. Cezadan kurtarmak. * Boşama. Boşanma. Afvetmek.(...Elbette mutlak ve muhit olan o ef'âlde iştirak muhaldir. İmkânı yoktur. Evet, ıtlakın mahiyeti iştirake zıddır. Çünkü, ıtlakın mânası, hatta mütenahi ve maddi ve mahdut bir şeyde dahi olsa, yine istilâkârane ve istiklâldarane etrafa, her yere yayılır, intişar eder. Meselâ: Hava ve ziya ve nur ve hararet, hatta su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar. Ş.)
Itlak-ı inan
Dizginini salıverme. Başıboş bırakma.
Itlak-ı lisan
Ağzına geleni söylemek. Çok serbest ve kolay konuşmak.
Itlak-ı yed
Hayır işleme.
Itlal
Havâle olma, birşey üzerine yüklenme. * Boşu boşuna zaman geçirme, vakit öldürme.
Itlıhah
Gözden yaş akma, ağlama.
Itlınsa
Çok fazla terleme.
Itmah
Yukarı bakma, gözü yukarı dikme.
Itmal
Mahvetme, perişan etme.
1507
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Itmas
Bir şeye geriden uzaktan bakmak. Helâk etmek.
Itna'
Sâlim olmak, sağlam ve sıhhatli olmak.
Itnab
Edb: Konuşurken, fazla tafsilât vermek. Lüzumundan fazla sözü uzatmak. (Îcazın zıddı)
Itnabe
Gölgelik, sâyeban. * Keman teli, keman kirişi.
Itnab-ı makbul
Bahsi iyice anlatmak için lüzumlu olan sözün uzatılması.
Itnab-ı mümille
Lüzumsuz olarak sözü uzatmak, usanç verecek şekilde uzatmak.
Itnan
Çınlatma. Madeni bir ses çıkartma.
Itr
Hoş ve güzel koku. Güzel kokulu şey. * Yaprakları güzel kokulu bir bitki.
Itra'
Bir kimseyi mübalağa ile medhetmek. En güzel şekilde sena etmek.
Itrab
(Tarab. dan) şevke getirme, keyiflendirme.
Itrad
Bir kimseyle birlikte bahse girişme.
Itrah
(Tarh. dan) Çıkarma, tarhetme, dışarı atma.
Itrak
Sükût etmek, susmak. Gözünü yere dikip bakıp durmak.
Itrar
Kandırmak, igra.
Itret
Zürriyet. Nesil. Ehl-i beyt. * Gerdanlık. * Güzel kokulu şey.
Itrî
Itra mensub, ıtır gibi kokan. * Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı padişahı IV. Mehmed'in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştur. Vefatı Mi: 1711'dir. İstanbul'ludur. * Tezhib ıstılahlarındandır. Bir cins yaprak şekli. Bu şekil ıtr yaprağına benzediği için bu ismi almıştır.
Itrif
Habis, hilekâr, kötü, pis.
Itrîh
Devenin hörgücü.
1508
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Itrîs
Hiddetli, cebbar kimse. * Kuvvetli, dayanıklı deve.
Itriyyat
(Itr. C.) Güzel kokulu yağ, esans gibi maddeler.
Itriyye
Erişte aşı.
Itrnak
f. Güzel ve hoş kokulu.
Ittıla'
(Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma. * Yukarıdan aşağı bakmak.
Ittıla
Kokulu şeyler sürünme.
Ittılaat
(Ittılâ'. C.) Bilmeler, ıttılâlar, öğrenmeler, haberli olmalar.
Ittılak
İnşirahlı olma, ferahlı ve sevinçli olma.
Ittırad
İntizamlı, uygun şekilde. Saat gibi intizamlı hareket. Sıra ile birbirini takib eden. Ritmik.
Itval
Uzatmak. Uzatılmak.
Itya'
Avdet etmek, dönmek.
Ivaz
(Bak: İvaz)
Ivec
(Bak: İvec)
Iyadet
Hastayı ziyaret edip hatırını sormak, gidip görmek.
Iyadeten
Hastaya hatır sorarak.
Iyaf
Gönül dönmek. * Mütereddit olmak, kararsızlık, tereddüt etmek. * Tiksinmek, iğrenmek.
Iyal
Fık : Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler.
Iyalullah
Halk, insanlar.
Iyan
(Bak: Ayân)
Iyaz
Sığınma. İltica.
Iyazen
Sığınarak.
Iyd
(Bak: Îd)
1509
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Iyş
(Bak: Îş)
Iz
(C.: Uzuz-A'zâz) Çok zekâlı kötü adam. * Dikenli ağaçların küçüğü.
Iza
Nasihat, öğüt, vaaz.
Izaa
Bir şeyi zâyi etmek. Zâyi olmak. Kaybetmek. Mahvetmek, mahvedilmek.
Izaet
Parlatmak. Işıtmak. Işıklı olmak. Aydınlık etmek.
Iz'af
Bir şeyin üstüne bir misli koyma. * Zayıflama.
Izahet
(C.: Izât) Dikenli büyük ağaç. * Yalan, sihir, bühtan.
Izam
(Bak: İzâm)
Izat
Yalan. Sihir. Bühtan. * Dikenli büyük ağaç.
Izaz
Berk muhkem yer.
Izazat
Noksanlık.
Izbandut
Eskiden Rum korsanlarına verilen addır. * Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya. * İri vücutlu, korkunç.
Izca'
Yırtma. * Yatarken vücudun yan tarafı üzerine yatma.
Izfar
Biri tarafından tırnaklanma. Bir kimseyi tırnaklama.
Izîn
(İze. C.) Her biri bir fırkaya mensub. Parça parça, fırka fırka. Müteferrik hâlde.
Izk
(C. Azâk) Hurma salkımı.
Izlak
Süçtürüp kaydırma.
Izlak-ı akdâm
Ayakların sürçüp kayması.
Izlal
(Bak: Idlâl)
Izlam
Karanlık, zulmet. * Zulmetme, karanlıkta bırakma.
Izmame
(C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk.
Izmar
(İzmâr) Kalbde gizlemek, saklamak. Belli etmemek.
Izmar-ı gayz
Kin saklama.
1510
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Izmar-ı kabl-ez zikr
Edb: Bir kelimenin zikrinden önce ona âit zamiri kullanmak.
Iznan
Bir kimseyi kabahatlı çıkarma.
Izra'
Zelil etmek, hor hakir etmek, alçaltmak.
Izraf
Zarflamak. Zarfa koymak.
Izram
Ateşi tutuşturma, ateşi alevlendirme.
Izrar
Zarar vermek. Zarara uğratmak.
Izrat
Yellendirmek.
Iztıca'
Namaz kılarken secdede koltukları sıkarak göğsü yere değdirme. * Yan üstüne yatma.
Iztılam
Koparmak. Kat'etmek, kesmek.
Iztımar
Atı, idman yaptırarak yola dayanabilecek şekilde kuvvetlendirme. * İnce belli olma.
Iztına'
Sıkılma, utanma, kızarma.
Iztırab
Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azab.
Iztırabat
(Iztırâb. C.) Elemler, acılar, sıkıntılar, azablar. Vesveseler.
Iztırab-âver
f. Iztırab veren, elem çektiren.
Iztıram
Saç ve sakala kır düşme. * Alevlenme.
Iztırar
Çâresiz olmak. Mecburiyet. İhtiyaç.
Iztırarî
"Çaresizlik içinde oluş. Mecburiyet.(Lisan-ı ıztırariyle bir duâdır ki; muztar kalan her bir ziruh kat'i bir iltica ile duâ eder, bir hâmi-i mechulüne iltica eder. Belki Rabb-i Rahimine teveccüh eder. S.)"
Iztırariyat
(Iztırarî. C.) Mecburi olarak yapılan şeyler, mecburiyetler.İA' $ Bir nesneyi kab içine koyup saklamak.
iâde
geri verme.
iâdeten
geri vererek.
iânât
yardımlar.
1511
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
iâne
yardım.
iâşe
geçindirme, besleme.
ibâ
çekinme.
ibâd
kullar.
ibâdât
ibadetler.
ibâdet
Allahın emirlerini yerine getirmek.
ibâdetgâh
ibadet yeri.
ibâdethâne
ibadet evi.
ibâdetkâr
ibadetli, ibadet eden.
ibâdullah
Allahın kulları.
ibâhât
haram olmayanlar.
ibâhe
helâl kılma.
ibâhiyye
haramı helâl sayan sapkınlar.
ibârât
ibareler, metinler, yazılar.
ibâre
metin, yazı.
ibâret
meydana gelmiş, kadar.
ibdâ
yoktan örneksiz yaratma.
ibhâm
kapalı bırakma, açıklamama.
ibkâ
sürekli kılma, bakileştirme.
iblâğ
ulaştırma.
iblis
şeytan.
iblisâne
şeytanca.
ibn
oğul, oğlu.
ibnullah
" ""Allahın oğlu"" mânâsında sapkınlık ifade eden bir tabir."
ibnüzzaman
zamanın oğlu, devrin adamı.
ibrâ
temize çıkarma.
1512
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
ibrâhimvârî
ibrahim aleyhisselâm gibi.
ibrânî
Yahudi sülalesi, o sülaleden olan kimse.
ibrâz
gösterme.
ibre
ölçü aletlerindeki iğne.
ibret
bir hâdiseden alınan ders.
ibretâmiz
ibret öğreten.
ibretfeşân
ibret saçan.
ibretnümâ
ibret gösteren.
ibrik
bir su kabı.
ibrişim
ipekten yapılmış iplik.
ibtâl
bozma, boşa çıkarma, uyuşturma.
ibtâlihis
duyguları uyuşturma, anestezi.
ibtidâ
başlangıç.
ibtidâî
ilkel.
ibtilâ
tiryakilik, düşkünlük.
ibtizâl
çokluktan dolayı değer kaybı.
icâbet
cevap verme.
icâbî
icapla ilgili, gerekli.
icâz
az sözle çok mânâ anlatma.
icâzât
izinler, diplomalar.
icâzdârâne
az sözle çok mânâ anlatırcasına.
icâzet
izin.
icâzetnâme
diploma.
icâzkâr
icazlı, sözü az mânâsı çok.
icbâr
zorlama.
icl
dana.
1513
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
iclâ
cilalama.
iclâl
saygı göstermek, büyüklük.
iclâs
oturtma, tahta çıkarma.
icmâ
toplama, büyük âlimlerin bir mesele üzerinde birleşmeleri.
icmâen
topluca, birleşerek.
icmâkârâne
topluca.
icmâl
özetleme.
icmâlen
kısaca, özetle.
icmâlî
kısa, özlü.
icrâ
uygulama, yapma.
icrâât
uygulamalar, yapmalar.
ictihâd
âyet ve hadîslerden hüküm çıkarma, içtihat.
ictihâdât
hüküm çıkarmalar.
ictihâdî
içtihatla ilgili.
ictihâdîye
içtihatla ilgili olan.
ictimâ
toplanma, içtima.
ictimâât
toplanmalar.
ictimâî
toplumla ilgili.
ictimâiyyât
sosyoloji, toplumbilim.
ictimâiyyûn
toplumbilimciler.
ictinâ
meyve toplama.
ictinâb
içtinap, sakınma, kaçınma.
idâme
devam ettirme.
idâre
yönetme, yönetim.
idbâr
düşkünlük.
iddet
kocası ölen kadının bekleme süresi.
1514
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
iddia
tez, direnme.
iddiaen
iddia ederek.
iddianâme
iddiaların toplandığı yazı, metin.
iddihâr
biriktirme.
iddihârât
biriktirmeler.
ideâl
gaye, ülkü.
ideoloji
fikir sistemi.
idgam
gizleme.
idhâl
içeri alma, ithal.
idhâlât
dışarıdan alımlar, ithalat.
idlal
saptırma, sapma.
idman
alıştırma.
idrâk
kavrayış.
idrâr
sidik.
idris
ilk elbiseyi diken peygamber.
ifâdât
anlatımlar.
ifâde
anlatım.
ifâkat
iyileşme.
ifâza
feyizlendirme.
iffet
namusluluk.
ifhâm
anlatma.
ifk
iftira.
iflâh
kurtulma.
iflâs
fakirleşme.
ifnâ
yok etme.
ifrağ
dönüştürme.
1515
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
ifrat
aşırılık.
ifratâlûd
aşırılıkla karışık.
ifratkâr
aşırı giden.
ifratkârane
aşırı gidercesine.
ifratperver
aşırılığı seven.
ifratperverâne
aşırılığı severcesine.
ifrâz
ayrılma, akma, salgı.
ifrâzât
akıntılar, salgılar.
ifrit
tehlikeli cin.
ifsâd
bozma.
ifsâdât
bozmalar.
ifşâ
gizli olanı açıklama.
ifşâât
ifşalar.
iftihar
övünme, kıvanma.
iftiharkârane
övünürcesine.
iftikar
fakirliğini bilip gösterme.
iftikarat
fakirliğini bilip göstermeler.
iftira
birine aslı olmayan bir suç yükleme.
iftirak
ayrılma.
iftiraname
iftira yazısı.
iftiras
parçalama.
iftitah
namaza başlarken alınan tekbir.
iğbirar
kırılma, gücenme.
iğdab
öfkelendirme.
iğdiş
burulmuş.
iğfal
aldatma, ayartma.
1516
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
iğfalât
iğfaller, aldatmalar.
iğlak
kapalılık, anlaşılmazlık.
iğtinam
yağmalama.
iğtişaş
karışıklık.
iğva
azdırma, baştan çıkarma.
ihafe
korkutma.
ihâle
işi uygun olana verme.
ihânet
hainlik.
ihânetkâr
ihanetçi, hain.
ihânetkârâne
ihanet edercesine.
ihâta
çevirme, kuşatma, kavrayış.
ihâtât
ihatalar, kuşatmalar, kavrayışlar.
ihbar
haber verme.
ihbarât
haber vermeler.
ihdâ
îman yolunu gösterme, hediye etme.
ihdâs
yeni bir şey ortaya çıkarma.
ihfa
gizleme.
ihkak
hakkı yerine getirme.
ihkakıhak
hakkı sahibine vermek.
ihkâm
sağlamlaştırma.
ihlâf
yemin ettirme.
ihlâk
helâk etme, yok etme.
ihlâl
bozma, sakatlama.
ihlâs
her işi Allah için yapmak.
ihmâl
boşlama, savsaklama.
ihrâc
ihraç, çıkarma, dışarı atma.
1517
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
ihrâcât
dışarıya mal satma.
ihrak
yakma.
ihram
hacıların elbisesi.
ihrâz
kazanma, erişme.
ihsâ
sayma.
ihsan
güzelce verme, iyilik.
ihsanât
ihsanlar.
ihsanperver
ihsan etmeyi seven.
ihsâs
hissetme, hissettirme.
ihtar
hatırlatma.
ihtarât
hatırlatmalar.
ihticâc
delil gösterme.
ihtidâ
îman yoluna girme.
ihtifâ
gizlenme.
ihtifâl
tören.
ihtifâlât
törenler.
ihtikâr
malı kıymetlensin diye saklama.
ihtilâc
çırpınma, seğirme.
ihtilâf
anlaşmazlık, uyuşmazlık, ayrılık.
ihtilâfat
anlaşmazlıklar, ayrılıklar.
ihtilâfî
anlaşmazlık konusu.
ihtilâl
ayaklanma, kargaşalık.
ihtilâlât
ihtilâller, ayaklanmalar.
ihtilâlkârâne
ihtilâl yaparcasına.
ihtilâm
uyurken cenabet olma.
ihtilât
karışma, görüşme.
1518
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
ihtilâtat
karışmalar, görüşmeler.
ihtimal
olabilirlik.
ihtimalat
ihtimaller.
ihtimam
özen, özenme.
ihtimamât
ihtimamlar, özenmeler.
ihtimamkâr
ihtimamcı, özen gösteren.
ihtimamkârâne
ihtimam gösterircesine, özenerek.
ihtirâ
yepyeni bir şey ortaya çıkarma.
ihtiram
hürmet etme.
ihtiras
aşırı istek.
ihtirasât
ihtiraslar, aşırı istekler.
ihtiraz
çekinme.
ihtisar
kısaltma.
ihtisaren
kısaltarak.
ihtisas
uzmanlık.
ihtisasat
uzmanlıklar.
ihtişam
görkem, etkileyici görünüş.
ihtiva
içine alma, kapsama.
ihtiyac
gerek duyma, gerek duyulan şey.
ihtiyacât
ihtiyaçlar.
ihtiyar
seçme, isteme, yaşlı kimse.
ihtiyare
ihtiyar hanım.
ihtiyarem
ihtiyarım, yaşlıyım.
ihtiyaren
seçerek, isteyerek.
ihtiyarî
isteğe bağlı, istemekle.
ihtiyarsız
istek dışı, istemeden.
1519
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
ihtiyat
ilerisini düşünerek davranma.
ihtiyaten
ilerisini düşünerek.
ihtiyatî
ihtiyatla ilgili.
ihtiyatkâr
ihtiyatlı.
ihtiyatkârane
ihtiyatlı bir biçimde.
ihtizâr
çekinme, sakınma.
ihtizaz
titreme, hoşlanma.
ihtizazât
titremeler, hoşlanmalar.
ihvân
kardeşler.
ihvânî
kardeşlikle ilgili.
ihvetî
kardeşim.
ihyâ
canlandırma.
ihzâr
hazırlama.
ihzârât
hazırlamalar.
ihzâriye
hazırlama.
ikab
azap, eziyet, ceza.
ikame
yerine koyma.
ikamet
oturma, yerleşme.
ikametgâh
oturulan yer, adres.
ikbâl
yönelme, talihlilik, saadet.
iklim
bir yerin hava durumu.
ikmâl
tamamlama.
iknâ
inandırma.
ikra
oku!
ikrâh
zorlama, tiksinme.
ikrâm
ağırlama.
1520
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
ikrâmât
ikramlar.
ikrâmiye
armağan olarak verilen para.
ikrâr
söyleme, dile getirme.
ikrâz
borç verme.
iksir
çok tesirli ilaç.
iktibas
alıntı, söz nakletme.
iktibasen
alıntı yaparak.
iktidâ
uyma.
iktidâen
uyarak.
iktidar
güçlülük.
iktifa
yetinme.
iktifaen
yetinerek.
iktiham
dayanma, katlanma.
iktiran
iki şeyin bir arada gelmesi, yakınlık.
iktisa
giyinme.
iktisâb
kazanma, edinme.
iktisâd
tutum, harcamada aşırıya kaçmama, ekonomi.
iktisar
kısaltma.
iktiza
gerekme, gereklik.
ilâ
" ""kadar"" mânâsında ön ek."
ilââhir
sonuna kadar.
ilââhirilâyet
âyetin sonuna kadar.
ilâh
tanrı.
ilâhe
tanrıça.
ilâhî
Allaha dair.
ilâhiyat
Allahtan bahseden ilim.
1521
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
ilân
duyurma, duyuru.
ilânât
ilanlar, duyurular.
ilânihaye
sona kadar.
ilânnâme
duyurma yazısı.
ilâve
ek.
ilâveten
ek olarak.
ilbâs
giydirme.
ilca
gereklilik, zorlama.
ilcaât
gereklilikler, zorlamalar.
ilel
sebepler, hastalıklar.
ilelebed
sonsuza kadar.
ileyh
ona.
ilga
kaldırma.
ilhâd
dinsizlik.
ilhâh
zorlama.
ilhak
katma, ekleme.
ilhâm
Allah tarafından kalbe gelen mânâ.
ilhâmât
ilhamlar, kalbe gelen mânâlar.
ilhâmen
ilham olarak.
ilhâmî
ilhamla ilgili.
ilka
ekme, bırakma.
ilkaât
ilkalar, ekmeler.
ilkah
dölleme, aşılama.
illâ
ille, ne olursa olsun, özellikle.
illallah
Allahdan başka.
ille
sebep, illa.
1522
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
illet
hastalık.
illiyet
sebeplik.
illiyyîn
cennetin en yüksek yeri.
illüzyon
cisimleri yanlış idrak etmek.
ilm
ilim.
ilmelyakîn
ilim yoluyla kesin biliş.
ilmî
ilimle ilgili, ilme uygun.
ilmihâl
" ""hâl ilmi"" mânâsında herkese gerekli olan dinî hükümleri bildirmek maksadıyla yazılan kitaplara verilen isim."
ilmiye
âlimler yolu.
ilsâk
yapışma, bitişme.
iltibas
karıştırma, ayıramama.
ilticâ
sığınma.
ilticâgâh
sığınak.
ilticâkârâne
sığınırcasına.
iltifât
lütfetme, gönül alma, güzel sözle okşama.
iltifâtât
iltifatlar, gönül almalar, lütfetmeler.
iltifâtkârâne
iltifat edercesine.
iltihâb
yanma, kızışma.
iltihak
katılma.
iltihâm
kaynaşma.
iltika
kavuşma.
iltimas
kayırma.
iltisak
kavuşma.
iltiyâm
kaynaşma.
iltizam
kayırma, taraf tutma, gerekli bulma.
1523
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
iltizamkârâne
taraf tutarcasına.
iltizamperverâne
taraf tutmayı severcesine.
ilyâs
Kuranda adı geçen bir peygamber.
ilzâm
susturma, sözle üstün gelme, yenme.
imâd
direk.
imâle
meylettirme, uzun okuma.
imam
namaz kıldıran kimse, büyük âlim, önder.
imame
sarık, tesbih başı.
imamet
imamlık, önderlik.
imamımübîn
bir nevi kader defteri.
imân
çok dikkatli olma.
imâret
bayındırlık, fakirlere yemek verilen yer.
imâte
öldürme.
imbik
süzme aleti.
imdâd
imdat, yardım.
imdâdât
yardımlar.
imdi
şimdi.
imha
bozma, yıkma, yok etme.
imhâl
erteleme.
imkân
olabilirlik.
imkânât
imkânlar, olabilmeler.
imkânî
olabilen.
imlâ
doldurma, yazma bilgisi.
imrân
Hazreti Meryemin babası.
imrâr
geçirme.
imsâk
el çekme, oruca başlama zamanı.
1524
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
imtidâd
uzama.
imtihan
sınama.
imtihanât
sınamalar.
imtinâ
çekinme, yanaşmama, imkânsız olma.
imtinân
minnet etme.
imtisâl
misal edinme, benzemeye çalışma.
imtisâlen
misal edinerek, uyarak.
imtiyaz
ayrıcalık.
imtiyazât
ayrıcalıklar.
imtizâc
uyuşma, kaynaşma.
imtizâcât
kaynaşmalar, uyuşmalar.
imtizâckâr
uyuşan, kaynaşan.
imtizâckârâne
kaynaşarak, uyuşarak.
inâbe
günahı terkedip hakka yönelme.
inâd
ayak direme, inat.
inâdî
inada dayanan.
inâm
nimetlendirme.
inâmât
nimetlendirmeler.
inâmperver
nimetlendirmeyi seven.
inâs
kadınlar.
inaş
hareketlendirme.
inâyât
yardımlar.
inâyet
yardım.
inâyethâh
yardım isteyen.
inâyetkâr
yardım eden.
inâyetkârâne
yardım edercesine.
1525
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
inâyetnâme
yardım yazısı.
inâyetperver
yardımsever.
inbât
otun bitmesini sağlama.
inbik
imbik, süzme âleti.
inbisât
genişleme.
incil
dört büyük ilâhî kitaptan biri.
incilâ
cilâlanma, parlama.
incilâb
celbedilme, çekilme.
incimad
donma, katılaşma.
incirar
çekilme, sona erme.
incizâb
cezbedilme, çekilme.
incizâbât
cezbedilmeler, çekilmeler.
incizâr
çekilme.
ind
yan, kat.
indallah
Allah katında.
indelbüleğa
adamına göre güzel söz söyleyenler yanında.
indelhâce
gerek duyulduğunda.
indî
kendince, keyfî.
indifâ
def olma, püskürme.
indimaç
kenetlenme.
indiras
bozulma, silinme.
ineb
üzüm.
infâk
nafaka verme.
infâz
yerine getirme.
infiâl
hareketlenme, kızma.
infiâlât
infialler.
1526
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
inficâr
tan yerinin ağarması, tohumun çatlaması.
infikâk
ayrılma, ayrışma.
infilâk
patlama.
infirad
teklik, benzersizlik.
infisah
bozulma, dağılma.
infisal
ayrılma.
infitar
yarılma.
inhidam
yıkılma.
inhilâl
ayrışma, dağılma.
inhimak
kapılma, düşkünlük.
inhinâ
bükülme, eğrilme.
inhirâf
sapma.
inhisaf
tutulma.
inhisar
bir şeyin sadece bir kişiye verilmesi, tekel.
inhitat
düşme, çökme.
inhizam
bozulma, dağılma, yenilme.
inîdam
yok olma.
inîkad
kurulma, gerçekleşme, bağlanma.
inîkas
yansıma.
inkâr
inanmama.
inkârî
inkârla ilgili.
inkıbâz
tutukluk.
inkılâb
inkılâp, değişme, dönüşme.
inkılâbât
değişmeler.
inkılâbvârî
inkılâp gibi.
inkıraz
sönme, tükenme.
1527
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
inkısam
bölünme.
inkısar
kısalma.
inkısarât
inkısarlar.
inkıtâ
kesilme, tükenme, tıkanma.
inkıyâd
boyun eğme, bağlanma.
inkıza
olup bitme.
inkisar
kırılma.
inkisarat
kırılmalar.
inkişâ
açılma.
inkişaf
açılma, gelişme.
inkişafat
açılmalar, gelişmeler.
innî
eserlerden eser sahibine götüren delil.
ins
insan.
insâ
unutma.
insâf
merhamete dayalı adalet.
insâfkârâne
insaflıca.
insaniyet
insanlık.
insaniyeten
insanlık bakımından.
insaniyetkârâne
insanlığa yakışırcasına, insanca.
insaniyetperver
insanlıksever.
insî
insanla ilgili, insan cinsinden.
insibab
dökülme, katılma.
insibağ
boyanma.
insicâm
düzgünlük.
insilâh
soyulma, sıyırılma.
insiyak
sevkedilme.
1528
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
inşâ
yapma, kurma.
inşâallah
Allah dilerse.
inşâd
şiir okuma.
inşât
ferahlandırma.
inşiâb
bölümlenme.
inşikak
yarılma.
inşirâh
ferahlanma, açılma.
intâc
netice verme.
intâk
konuşturma.
intâkıbilhak
Allahın konuşturması.
intâniye
mikrobik.
intiaş
dinlenip canlanma.
intibâ
izlenim.
intibâh
uyanma.
intibâhkârâne
uyanmışçasına.
intibak
uyma.
intifâ
faydalanma.
intihâ
son, sona erme.
intihâb
seçme.
intihal
çalma.
intikal
geçme, anlama.
intikamkârâne
intikam alırcasına.
intisab
bağlanma, kapılanma.
intişâr
yayılma.
intişârât
yayılmalar.
intizam
düzgünlük, düzen, yerli yerindelik.
1529
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
intizamât
intizamlar.
intizamkârâne
düzgünce.
intizamperver
düzensever.
intizamperverâne
düzensevercesine.
intizar
bekleme, gözleme.
intizaren
bekleyerek.
inzâl
indirme, inme.
inzâr
korkutma.
inzibât
sıkı düzen.
inzimâm
eklenme.
inzivâ
bir köşeye çekilme.
inzivâgâh
inziva yeri
ipnotizma
telkinle uyutma.
irâd
gelir, kazanç.
irâde
seçme ve isteme kabiliyeti.
irâdet
irade.
irâdî
iradeyle ilgili, istemekle.
irâe
gösterme.
irâs
verme, miras bırakma.
ircâ
indirme, döndürme.
irfân
bilme, anlama, zihni olgunluk.
irhâsât
Efendimizin peygamberlikten önceki harika hâlleri.
irs
miras, kalıtım.
irsâ
sağlamlaştırma.
irsâl
gönderilme.
irsâlât
göndermeler.
1530
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
irsiyet
kalıtım.
irşâd
hak yolu gösterme.
irşâdât
irşatlar.
irşâdgâh
irşat yeri.
irşâdî
irşatla ilgili.
irşâdkâr
irşatçı.
irşâdkârâne
irşat edercesine.
irtibât
bağlılık, ilgi.
irticâ
geri dönücülük.
irticâc
çalkalanma.
irticâkârâne
geri dönercesine.
irticâlen
hazırlıksız söyleme.
irticâlî
hazırlıksız konuşma.
irtidâd
dinden dönme.
irtidâdkâr
dininden dönen.
irtifâ
yükseklik.
irtihâl
göçme, ölme.
irtikâb
işleme.
irtisam
resmedilme.
irtişâ
rüşvetçilik.
irzâ
razı etme.
irzâk
rızık verme.
isa
dört büyük peygamberden biri.
isâbet
yerini bulma, rast gelme.
isâbetiayn
göz değmesi.
isâd
yükseltme, mesut etme.
1531
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
isâet
kötü iş işleme.
isâle
akıtma.
isbât
delil göstererek hakikatı ortaya koyma.
isevî
isa aleyhisselâmın dininden olan kimse.
isevîlik
isa aleyhisselâmın dini.
iska
sulama.
iskân
yerleştirme.
iskât
susturma.
iskender
sayısız beldeler fethetmiş bir hükümdar.
islâm
Hazreti Muhammed aleyhisalâtü vesselâmın getirdiği din.
islâmiyet
islâmlık.
ism
günah, suç.
ismar
meyve verme.
ismet
masumluk, temizlik.
ismiâzam
en büyük ilâhî isim.
ismifâil
kimin iş yaptığını bildiren isim, özne.
ismullah
Allah adı.
isnâaşer
on iki.
isnâd
dayandırma.
isnâdât
dayandırmalar.
ispirtizma
cinlerle konuşup da ruhlarla konuştuklarını sananların fikri.
isrâ
geceleyin götürme.
isrâf
gereksiz yere harcama.
isrâfât
gereksiz harcamalar.
isrâfil
sur borusunu üflemekle görevli büyük bir melek.
isrâfilmisâl
israfil gibi.
1532
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
isrâfilvârî
israfil aleyhisselâm gibi.
isrâil
Hazreti Yakubun lâkabı.
isrâiliyyat
Yahudilikten kalma bilgiler.
istahrabat
ateşe tapanların ünlü ateşlerinin bulunduğu yer.
istasyon
demiryollarında durak.
istatistik
hüküm çıkarmak için bilgi toplama ve sınıflandırma ilmi.
istiâb
içine alma, kaplama.
istiânât
yardım istemeler.
istiâne
yardım isteme.
istiâre
bir kelimeyi başka anlamda kullanma.
istiâze
sığınma.
istibâd
akıldan uzak görme.
istibdad
baskıcı yönetim.
istibdadât
baskılar.
istibka
kalıcı kılma.
istibrâ
küçük abdestten sonra idrarın iyice kesilmesini beklemek.
istibşâr
müjdeleme.
istibşârkârâne
müjdelercesine.
istîcâl
acele etme.
isticvâb
sorup cevap isteme.
istîdâ
dilekçe.
istidad
istidat, yetenek.
istidadat
yetenekler.
istidadî
yetenekle ilgili.
istidlâl
delil getirme, delile dayanarak hüküm çıkarma.
istidrâc
derece derece yükselme, hayırsız başarı.
1533
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
istidrâcî
istidracla ilgili.
istidrâdî
başka konu anlatılırken arada söylenen söz.
istif
yığma.
istifâ
işten ayrılma.
istifâde
faydalanma.
istifâdeten
faydalanma bakımında.
istifâza
feyizlenme, manen gıdalanma.
istifâzaten
feyizlenme bakımından.
istifhâm
soru, sorma.
istifra
kusma.
istifsâr
anlamak için soru sorma.
istifta
bir meselede dinin hükmünü sorma.
istigase
yardım isteme.
istiğfar
Allahtan af dileme.
istiğna
gönül tokluğu, nazlanma, uzak durma.
istiğrâb
yadırgama, garipseme.
istiğrâbkârâne
yadırgarcasına.
istiğrâk
ilâhî aşka dalıp coşarak kendinden geçme, esrime.
istiğrâkî
istiğrakla ilgili.
istiğrâkkârâne
kendinden geçercesine.
istihâl
temizleme.
istihâle
başkalaşma.
istihâre
bir işin iyi olup olmadığını anlamak için rüya görmek niyetiyle uykuya yatma.
istihâza
âdet kanı.
istihbâb
güzel sayma.
1534
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
istihbâr
haber alma.
istihbârât
haber almalar.
istihdâf
hedef edinme.
istihdâm
hizmet ettirme.
istihfâf
hafife alma.
istihkak
hak etme.
istihkâm
sağlamlık, siper.
istihkâr
hor görme.
istihlâk
tüketim.
istihrâc
çıkarma, çıkarım.
istihrâcât
çıkarmalar, çıkarımlar.
istihsâl
üretim.
istihsân
güzel sayma.
istihsan
korunma.
istihsânât
güzel saymalar.
istihsânkârane
beğenircesine.
istihyâ
haya etme, utanma.
istihzâ
ince alay.
istihzâkârâne
alay edercesine.
istihzar
hazırlama.
istihzarât
hazırlamalar.
istikamet
doğrultu, yön.
istikbâl
gelecek zaman, yönelme.
istikbâlbîn
geleceği gören.
istikbâlî
gelecekle ilgili.
istikbâliyât
gelecek zamanda olacaklar.
1535
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
istiklâl
bağımsızlık.
istiklâldârâne
bağımsızca.
istiklâliyet
bağımsızlık.
istikmâl
tamamlama.
istikrâ
ayrı ayrı olaylardan genel bir hüküm çıkarma.
istikrâen
istikra bakımından.
istikrah
tiksinme.
istikrâr
karar kılma, yerleşme.
istikrâz
borçlanma.
istikzâr
pis görme.
istilâ
kaplama.
istilâkârâne
kaplarcasına.
istilhak
kendine alma.
istilzâm
gerektirme.
istilzâz
lezzet alma.
istimâ
dinleme.
istimâl
kullanma.
istimdâd
yardım isteme.
istimdâdgâh
yardım isteme yeri.
istimdâdkârâne
yardım istercesine.
istimlâk
kamulaştırma.
istimrâr
devamlılık.
istimsâl
örnek alma.
istimzâc
kaynaşma, karışma.
istinâbe
başka yerde bulunan şahidin ifadesinin alınması.
istinad
dayanma.
1536
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
istinaden
dayanarak.
istinadgâh
dayanak.
istinaf
başlangıç, mahkeme.
istinâs
alışma, ısınma.
istinbât
bir sözden gizli bir mânâ çıkarma.
istincâ
helada temizlenme.
istinkâf
çekinme, katılmama.
istinkâr
inkâr etme.
istinsâh
sayfaları yazarak çoğaltma.
istintak
konuşturma.
istirâhât
dinlenme.
istirâhâtgâh
dinlenme yeri.
istirâhâthâne
dinlenme evi.
istirâk
hırsızlık.
istirdâd
geri alma.
istirhâm
merhamet dilenme.
istirhâmnâme
merhamet dilenme yazısı.
istîsâb
güç sayma.
istîsal
kökünü kazıma.
istiskal
yüz vermeyerek kovma.
istismâr
menfaatine alet etme.
istisnâ
ayrılık, kural dışı.
istişâre
danışma, konuşma.
istişfâ
şifa isteme.
istişhâd
şahit gösterme.
istişmâm
koklama.
1537
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
istitafkârane
merhamet isteyen gibi.
istitar
örtünme.
istitrad
ara söz.
istivâ
düzelme, güneşin tepeye gelmesi.
istizâh
açıklama istemek.
istizâm
büyütme.
istizân
izin isteme.
istizhâr
birinden yardımcı olmasını isteme.
isyân
ayaklanma, başkaldırma.
isyânkârâne
başkaldırırcasına.
işâa
haber yayma.
işâl
alevlendirme.
işâr
sezdirme.
işârât
işaretler.
işârâtülîcâz
mûcizelik işaretleri.
işâret
anlamlı davranış, belirti.
işâreten
işaret ederek.
işârî
işaretle ilgili.
işbâ
doyurma.
işgal
oyalama, alma.
işgüzar
çalışkan.
işhâd
şahit gösterme.
işkâl
güçleştirme, çetinleştirme.
işkembe
hayvan midesi.
işkil
vesvese, kuşku.
işmâm
koklatma.
1538
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
işmar
anlamlı işaret.
işrak
Allaha ortak koşma.
işrâk
ışıklandırma, parlatma.
işrâkiyye
batıl bir felsefe.
işrâkiyyûn
işrâkiyyeciler.
işret
içkili toplantı.
iştiâl
alevlenme.
iştibâh
şüphelenme, benzerlik.
iştibâk
şebekelenme, örgülenme.
iştigal
uğraşma.
iştihâ
iştah.
iştihar
ünlenme.
iştikak
türeme.
iştira
satın alma.
iştirak
ortaklık, katılma.
iştiyak
şiddetli istek.
iştiyakât
şiddetli istekler.
iştiyakâver
pek istekli.
iştiyakengiz
istek veren.
itâat
söz dinleme.
itâatkârâne
söz dinleyerek.
itâb
azarlama.
itâm
yemek yedirme.
itfa
söndürme.
ithaf
yazılan kitapta birinin adını anma.
ithâm
suçlama.
1539
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
ithâmnâme
suçlama yazısı.
itkan
sağlam yapma.
itlâf
öldürme.
itlak
bağlama, asma.
itmâm
tamamlama.
itminân
tatmin olma.
itminânbahş
tatmin eden.
itminânkârâne
tatmin olurcasına.
ittibâ
tabi olma, uyma.
ittibâen
tabi olarak, uyarak.
ittifâk
birleşme.
ittifâken
birleşerek.
ittifâkî
birleşmeye dair, üstünde birleşilen.
ittifâkkârâne
birleşircesine.
ittihâd
birlik.
ittihâdıislâm
Müslümanların birlik olması.
ittihâm
suçlanma.
ittihâmkârâne
suçlanarak.
ittihâmnâme
suçlanma yazısı.
ittihâz
alma, sayma.
ittika
sakınma.
ittikan
sağlamlık.
ittisâf
sıfatlanma.
ittisâfkârâne
sıfatlanırcasına.
ittisâk
düzenli diziliş.
ittisâl
bitişme.
1540
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
ittizâh
açıklık.
ittizân
ölçülülük.
ityân
belirleme.
ivaz
karşılık.
izâ
birdenbire.
izâbe
eritmek.
izâc
taciz etme, rahatsız etme.
izâcât
taciz etmeler.
izâe
aydınlatma.
izâfe
bağlama, yükleme.
izâfî
göreli, göreceli.
izâle
giderme.
izâm
büyükler.
izân
anlayış.
izânî
anlayışla ilgili.
izâr
elbise.
izbe
kuytu.
izdihâm
yığışma.
izdivâc
evlenme.
izdiyad
artma.
izhâr
gösterme.
izinnâme
izin belgesi.
izmihlâl
bozulma.
izn
izin.
izzet
üstünlük, galibiyet.
izzetâlûd
izzetle karışık.
1541
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
izzetinefis
insanın kendine saygısı.
J
"Osmanlı alfabesinin ondördüncü harfi olup, ebced hesabında """" harfi gibi, 7 sayısına tekabül eder."
Jaje
f. Bâtıl, edebsizce olan söz.
Jajha
f. Saçma sapan söyliyen. Mânâsız ve boş konuşan.
Jajhayan
f. Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar.
Jajhayî
f. Mânâsız söyleyicilik.
Jajhor
f. Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan.
Jajî
f. Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli.
Jaketatay
Fr. Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket.
jâle
çiy, şebnem, kırağı.
Jale
f. Çiğ. Kırağı. (Bak: Şebnem)
Jaledar
f. Üzerine çiğ düşmüş, kırağılanmış.
Jale-i eşk
Gözyaşı jâlesi. Kırağı tânesine benziyen gözyaşı.
Jaleriz
f. Çiğ saçan, kırağı saçan.
jandarma
asayişle görevli asker.
Jandarma
Fr. Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker.
Jar
Zaif, takatsiz, bitkin.
Jardiniyer
Fr. Salonlara süs için konulan ve içine çiçek ekilmek üzere bir sandığı bulunan bir mobilya.
Jartiyer
Fr. Çorap bağı.
Jean
Dev. Gayet büyük. Dev cüsseli.
Jegale
f. Çığlık, nâra. * Darı ekmeği.
Jegand
f. Sağlamlık, metanet. * Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi.
1542
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Jegar
f. Küf, kir, pas. * Yüksek ses, nâra.
Jeh
f. Siğil, sivilce.
Jelatin
Fr. Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. * Bir cins kâğıt.
jelatin
kokusuz bir madde, bir cins kağıt.
Jende
f. Yamalı, eski. * Eski-püskü. Pejmürde.
Jendepuş
f. Yamalı hırka giyen kimse. Fakir.
Jeng
f. Pas, küf, kir.
Jeng-âlud
Paslı.
Jengar
f. Kir, küf, pas. * Bakır pası.
Jengarî
f. Bakır yeşili. Bakır pası renginde olan boya.
Jeng-bar
f. Pas saçan.
Jeng-beste
f. Paslı, kirli, küflü, pas tutmuş.
Jengdan
f. Çan. Çıngırak.
Jeng-dar
f. Küflü, paslı, kirli.
Jengele
f. Çatal tırnaklı hayvan. * Hayvanda bulunan çatal tırnak.
Jeng-pezir
Paslı, küflü, kirli.
Jeng-yab
f. Paslı, küflü, kirli.
Jenk
Yüzde hâsıl olan buruşukluk.
jeolog
yeryüzü ilmi ile uğraşan kimse.
Jeoloğ
yun. Yer (Arz) ilmi ile uğraşan.
jeoloji
yeryüzünün yapısını inceleyen ilim.
Jeoloji
yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu.
Jerd
f. Çok yiyen, obur.
Jerf (jerfa)
f. Derin. Suyun derin yeri.
1543
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Jerfbîn
f. Dikkat sâhibi, dikkatli.
Jerfî
f. Derinlik.
Jerfin
f. Kapı sürmesi. Kapının ardına konulan dayak.
jest
anlamlı beden hareketleri.
Jest
Fr. Çalım. Mânâlı ve gösterişli hareket.
Jeton
Fr. Para yerine kullanılan marka. * Telefonlarda veya garsonların kasa ile hasaplaşmasında kullanılır.
Jey
f. Göl. * Irmak.
Jıyan
f. Kükremiş, kızgın. (Ey yâreli şir-i jiyan, bu hâb-ı gafletten uyan.)
Jik
f. Yağmur damlası. * Kirpi.
Jikase
f. Kirpi.
Jile
Yelek.
Jimnastik
(Bak: Cimnastik)
Jimnaz
Bazı memleketlerde orta tahsil müesseselerine verilen isim. İdadî mektebi.
Jir
f. Göl. Havuz.
Jirnet
Fırıldak. Rüzgârın istikametini gösteren âlet.
Jive
f. Civa.
Jiyan
f. Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.)
jiyân
kükremiş.
Jön türk
Fr. Genç Türk. 1868'den sonra, Avrupa'daki gibi, güya yenilik ve terakki isteyen Genç Osmanlılara Avrupalılarca takılan isim.
Jöntürk
Osmanlıların son döneminde yaşayan yenilik sevdalısı gençler.
Jun
f. Sanem, put.
1544
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Jurnal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Fr. İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan ""hükümete ihbar"" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor."
jurnal
günlük, ispiyon.
Jügal
f. Kömür. Maden kömürü.
Jülide
f. Dağınık, perişan, karma karışık.
jülîde
perişan, dağınık.
jüri
bir mesele hakkında hüküm vermek için toplanan heyet.
Jüri
ing. Herhangi bir mes'ele için hüküm vermek üzere toplanan hey'et, cemaat.
K
Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar.
Ka'
(C.: Akva') Düz yer.
Kaa'
Acı su.
Kaa
Ev avlusu.
Kaakı'
Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.
Kaan
Hükümdar, hâkan.
Kaaret
Derinlik.
Kaaret-i deryâ
Denizin derinliği.
Kaas
Boynu göğüse girmek.
Kaat
Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti.
Kab
"Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her ""yay"" da ""iki kab"" olan miktar."
Ka'b
(Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur.
1545
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan çok rivayetlerde bulunmuşlardır. Kab'
Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı.
Kaba'
(C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe.
Kabaçe
f. Entari. Hafif giyecek.
Kabadayı
Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı.
Kabahât
(Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler.
Kabahat
Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket.
kabahat
kusur, suç.
Kabaih
(Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller.
kabaih
kabahatlar.
Kabail
(Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler.
kabâil
kabileler.
Kabail-i arab
Arap kabileleri.
Kabakulak
Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.
Kabale
Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi.
Kabas
Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç.
Kaba'ser
(C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar.
Kabatî
(Kıbtî. C.) Çingeneler.
Kaba-yı âhenin
Demirden yapılmış elbise. Zırh.
1546
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kabaza
Hız. Sür'at.
Kabb
İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç.
Kabba
İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb)
Kabban
Büyük terazi, baskül.
Kâbbe
Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.
Kabbe
Yağmur damlası. * Gök gürlemesi.
Kabce
(C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu.
Kâ'be
"(Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beytül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescidül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhisselâm'ın Kâbe'yi bina ederken, yahut insanları hacca davet ederken, üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Tavaf namazı burada kılınır. Kâbe'nin ilk inşası Hz. Âdem (A.S.) tarafından olduğuna dair rivayetler vardır. Bedahetle malûm olan ise; Sahih-i Buharî Tercümesine ve çok kıymetli delillere binaen İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar inşa etmişlerdir. Bu husus âyet-i kerime ile de sâbittir.(Beyt-ül Muazzam'ın âmir-i inşası: Allah-ü Zülcelil; mübelliği ve mühendisi: Cibril; ilk bânisi: İbrahim Halil, muavini de İsmail olduğu en sahih rivayet olarak kabul edilmek icabeder... diye Sahih-i Buharî Tercümesinde Hâfız İbn-u Kesir'den nakledilmiştir.) Kâbe kıblegâhtır. Üzerine farz olan müslümanların, hacc zamanında gidip ziyaret etmeleri icabeden en mühim ve en büyük mabedimiz."
Kâbe
namaz için yöneldiğimiz mukaddes mabet.
1547
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kabe
Usanmak, bıkmak. * Kırılmak.
Kâ'be-i kemalât
Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi.
Kabele
(C.: Kıbel) Göz boncuğu.
Ka'berî
Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.
Kabes
Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek.
Kabet
Kederli ve ıztırablı olma.
Kâ'beteyn
İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ.
Kâ'bet-ül âmâl
İsteklerin ve emellerin yönelmiş olduğu yer.
Kâ'bet-ül ulyâ
şerefi ve kudsiyyeti pek yüksek Kâbe.
Kab-ı kavseyn
"İmkân ve vücub ortasında bir makam. * İki yay uzaklığı mesafesi.(... İşte mevcudatın en eşrefi olan zihayat; ve zihayat içinde en eşref olan zişuur; ve zişuur içinde en eşref olan hakiki insan; ve hakiki insan içinde geçmiş vezaifi en azamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o mi'rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn'e çıkacak, Saadet-i Ebediye kapısını çalacak, hazine-i Rahmetini açacak, imanın hakaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır. S.)"
Kabıkavseyn
Peygamberimizin mîraçta ulaştığı son nokta.
Kabına sığmamak
t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak.
Kabız
Kabzeden, tutan.
kâbız
tutan, sıkan, kavrayan.
Kabız-ı ervah
Ruhları kabzeden Hz. Azrail.
Kabız-ı mâl
Tahsildar.
Kâbi'
Dolu kap.
1548
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kabia
Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir.
Kabih
(Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp.
kabîh
çirkin.
Kabiha
(C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.
Kabih-ül vech
Çirkin yüzlü. Suratı, siması güzel olmayan.
Kabil
Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi.
kabil
olabilir, gibi, türlü.
kabîle
aynı soydan olup beraber yaşayan insanlar.
Kabile
Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses alıcı.
Kabil-i emânet
İnsan.
Kabil-i gayr-i telakkuh Gebeliği mümkün olmayan. Kabil-i hitab
Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse.
Kabil-i inkisar
Kolaylıkla kırılabilir şeyler, kırılması kolay olan nesneler.
Kabil-i kıyas
Düşünülebilen, ölçülebilen, kabul edilebilir olan.
Kabil-i nesh
Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan.
Kabil-i temyiz
Huk: Temyiz mahkemesinde görülebilecek olan dâvalar.
Kabiliyet
Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.
kabilîyet
yetenek, etkilenebilirlik.
Kabin
f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para.
kabine
bakanlar kurulu.
Kabine
Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri.
Kabir
(Bak: Kabr)
kabir
mezar.
1549
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kabis
Hızlı giden at. Süratli at.
Kabisa
Parmak ucuyla yenen şey.
Kâbise
Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun.
Kabise
Üveyik kuşu.
Kabkab
Karın, batn.
Kabkaba
Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.)
Kabkaba-i ibil
Devenin bağırması.
Kabkaba-i şir
Arslanın kükremesi.
kabl
önce.
Kabl
Önce. Evvel. İleride. Evvelki.
Kabl-el büluğ
Büluğdan evvel.
Kabl-el milâd
İsa'dan (A.S.) önce, milâddan evvel.
Kabl-el vuku'
Vuku'dan evvel. Olmadan evvel.
Kabl-el vücud
Gelmeden önce.
kablelbülûğ
ergenlikten önce.
kablelvukû
olmadan önce.
kablelvücûd
var olmadan önce.
Kabl-et taam
Yemekten önce.
Kabl-et telaki
Buluşmazdan önce.
Kabl-ez zeval
Öğleden önce.
Kabl-ez zuhr
Öğleden evvel.
Kabl-ez zuhur
Zuhurundan ve meydana çıkmadan evvel.
Kablî
İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile.
Kablo
Fr. : Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü.
Kabotaj
Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi.
1550
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kabr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah)
kabr
kabir, mezar.
Kabr-i hâmuş
Sessiz mezar.
Kabristan
f. Mezarlık.
kabristân
mezarlık.
Kabs
Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek.
Kabsa
Başı büyük ve sivri olan kadın.
Kabt
El ile bir şey toplamak.
Kabtarî
Yünden dokunan bir elbise.
Kabuk
Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları.
Kâbuk
f. Yuva. Kuş yuvası.
Kâbul
Avcıların kemendi.
Kabul
Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab)
Kabulgâh
f. Kabul yeri.
Kabul-i adem
Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir.
kabûlüadem
yokluk kabulü.
Kaburga
Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.
kâbus
korkulu rüya.
1551
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kabus
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan.
Kabz u bast
Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.
kabz
tutma, alma, tutukluk.
Kabz
Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk.
Kabza
Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey.
kabza
sap, el, avuç.
Kabza-i tîg
Kılıncın kabzası, sapı.
Kabz-ı ruh
Ruhun alınması. Ölmek.
kabzıervah
ruhların alınması.
Kabzımal
Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı.
kabzıruh
ruhun alınması.
Kâc
f. Küçük bir çeşit çam.
Ka'd
Çuval.
Kâd
f. Hırs, tamahkârlık.
Kad
Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir.
Kad'
Men etmek, engel olmak.
1552
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kadah
Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu.
Kadana
Forsaların ayağına vurulan zincir.
Kadastro
Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi.
Kadd ü kamet
Boy bos.
Kadd
Boy, bos.
Kadda'
şiddetli.
Kaddah
Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren.
Kaddahe
Çakmak taşı.
Kaddesallah
Allah mübarek ve mukaddes eylesin.
kaddesallahüesrarehümAllah onların sırlarını mukaddes kılsın. Kaddese
Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.)
Kadd-i bâlâ
f. Yüksek, uzun boy.
Kadd-i bülend
f. Uzun, yüksek boy.
Kadd-i mevzun
Mevzun boy, biçimli boy.
Kadd-i müstesna
Müstesna boy. Güzellikte emsalsiz ve benzeri olmayan endam.
Ka'de
Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire denir.
Kade
Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur.
1553
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kade
namazda oturuş.
Ka'del
Yağhane sepeti.
kadem
ayak, adım.
Kadem
Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur.
Kadem-bus
f. Ayak öpen.
Kademe kademe
Basamak basamak, derece derece.
kademe
derece, sıra.
Kademe
Derece, sıra. * Merdiven basamağı.
Kademe-i ulâda
İlk basamakta. Başlangıçta.
Kademî
Ayakla alâkalı. Ayağa mensub.
Kademiyye
Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret.
Kademkeş
f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen.
Kademnih
f. Ayak basıcı.
Kademnihade
f. Gelmiş, ayak basmış olan.
Kademran
f. Adım atan, ilerliyen.
Kademrence
f. Lütfen kabul, tenezzül.
Kader
"Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî kısmet. * Tali'. Baht. Şans.(Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni, mü'min her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten
1554
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kurtulmamak için ""cüz-i ihtiyarî"" önüne çıkıyor. Ona: ""Mes'ul ve mükellefsin"" der. Sonra ondan sudur eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için ""kader"" karşısına geliyor. Der: ""Haddini bil, yapan sen değilsin."" S.)(... Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise; kâinatı ve nefsini Cenabı Hakk'a verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü, madem nefsini ve her şeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder, seyyiata merciiyyeti kabul edip, Rabbini takdis eder, daire-i ubudiyyette kalıp teklif-i İlâhiyyeyi zimmetine alır. S.)(İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi; çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat, Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaif, cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni, mânen der: ""Ey abdim; ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!"" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan. O'nu muhayyer bırakıp ""Nereyi istersen seni oraya götüreceğim"" desen. O Çocuk, yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette ""Sen istedin"" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini, bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder. S.)" kader
Allahın herşeyi ezelden bilip takdir etmesi.
Kader-i ilâhî
Allah'ın takdiri.
Kaderî
Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan.
Kaderiye
" ""kul fiilin yaratıcısıdır"" diyen sapık mezhep."
1555
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kadh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek.
Kadım(a)
Kemirici hayvan.
Kadırga
Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.)
Kadız
Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı.
Kadî iyaz
Lâkabı: Ebu-l Fadl bin Musa el Yahsabî'dir. Muhaddislerin meşhurlarından ve edebiyatçılardan olup, 476 hicrî tarihinde Site kasabasında doğmuş, sonra Endülüse geçerek Kurtuba'da ve diğer ilim merkezlerinde ilim tahsili yapmıştır. Daha sonra Site kasabasında uzun bir zaman durmuş, bir ara Garnata şehrinde kadılık yapıp, son ömrünü geçirdiği Merakiş şehrine gidip hicri 544 tarihinde vefat etmiştir. Te'lifatı pek çoktur. Kitab-ül İkmâl, Envâr-ül Meşârik, Ettenbihat kitapları hadis ilminde meşhurdur.
Kadî naibi
Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller.
Kadî
Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden.
kadî
kadı, hâkim.
Kadîb
(C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti.
kadîb
kılıç.
Kadîd
Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.
Kadîh
Tencere dibinde arta kalan.
1556
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kadih(a)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici.
Kadi-l kudat
Kadıların kadısı. En büyük kadı. Kazasker veya şeyhül islâm makamında bulunan kimse.
Kadim
(A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı.
kadîm
eski zaman.
Kadîm
Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet.
Kadime
Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri.
Kadîmen
Eskiden beri. Kadim olarak.
Kadîmî
Eskiden beri var olan. Eski.
Kadir alayı
Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.
Kadir gecesi
(Bak: Leyle-i Kadir)
Kadir
Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)
Kadîr
güçlü.
kadîrâne
güçlü olarak.
Kadir-aşina
Değer ve kadir bilen.
Kadirdan
f. Kadirbilir. Değerbilir.
kadirdanlık
değerbilirlik.
Kadir-danlık
Kadirbilirlik. Herkesin mertebesini bilip ona göre muamele yapan. Kadir ve kıymet bilen.
Kadir-endaz
f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse.
1557
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kadirî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî)
kadîriyet
güçlülük.
kadirşinâs
değerbilir.
Kadir-şinas
f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen.
Kadî-ül hâcât
Bütün ihtiyaçları yerine getiren Hâkim. Allah (C.C.)
Kadîülhâcât
ihtiyaçları veren, Allah.
Kadiye
Azlık. Az cemaat.
Kâdiye
Soğuk. * Afet, belâ.
Kadkeşide
f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış.
Kadr suresi
Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir.
Kadr
İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına.
kadr
kadir, kıymet, değer.
Kadro
ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.
Kadr-şinas
(Bak: Kadir-şinas)
Kadum
(C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı.
Kadv
Yemeğin kokusu iyi olmak.
Kady
Yemeğin kokusu güzel olmak.
Kaf suresi
Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir.
Ka'f
(C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak.
Kaf
hayâlî bir dağ.
Kafa
(C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış.
1558
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kaf'a
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne.
Kafadar
f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş.
Kafar
Katıksız ekmek.
Kafave
Sütten yapılan azık.
Kafavî
Kafa ile alâkalı.
Kafd
Bileğin eğri olması.
Kafder
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
Kafedan
Attarların eczâ koydukları kese veya torba.
Kafender
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
Kafer
Zayıf ve etsiz olmak.
Kafes
Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.
Kaff
Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak.
Kaffaf
Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse.
Kaffal
Çilingir. Anahtarcı.
Kaffan
Büyük terazi.
kâffe
bütün.
Kâffe
Hep. Bütün. Cümle.
Kâffe-i ef'al
Bütün işler.
Kâffe-i efrâd
Bütün fertler.
Kâffeten
Bütünü. Hepsi birden.
Kafh (kıfâh)
Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak.
1559
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kafî
Birine uyup peşinden giden.
Kâfi
Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.
kâfi
yeter.
Kâfil
Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan.
kâfil
kefil olan.
Kafîl
Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı.
Kafile
(A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.
kafile
yolculuk eden topluluk.
Kafile-sâlâr
f. Kafile reisi. Kafile başı.
Kafîne
Kafasından kesilen koyun.
Kâfir
"Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. Mülhid.(Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını te'sis eder.Küfür ise, bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü'minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmaniyle bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını (filcümle) görür. Mü'min ise, seyyiatının cezasını görür.Bunun için dünya kâfire Cennet (yani âhirete nisbeten), mü'mine Cehennemdir. (Yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü'min yüz derece ziyade mes'uttur, denilmiştir.Ve keza iman, insanı ebediyyete, Cennet'e lâyık bir cevhere kalbeder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür. Zulmetler içinde
1560
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki ""lübb""ü gösterir. Küfür ise, lübb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen ""lübb"" bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir. M.N.)" Kafîr
Hayvan tersi.
kâfir
îmansız.
Kâfirane
f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi.
kâfirâne
kâfirce.
Kâfir-i ni'met
Nankör. Nimeti inkâr eden.
Kâfirûn suresi
Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir.
Kâfirûn
Kâfirler.
kafiye
mısra sonralarında ses bezerlikleri.
Kafiye
Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.)
Kafiyeperdâz
f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım.
kafiyeperest
aşırı kafiye düşkünü.
Kafiyeperestlik
Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.
Kafiyesenc
f. Kafiye dizen. Nâzım, şair.
Kafiz
(C: Kufzân-Akfize) Ölçek.
Kafkaf
şahtere otu.
Kafkafe
Titremek, titretmek.
Kafn
Kafa.
Kâf-nun tezgâhı
"(Risale-i Nur Külliyatında geçen bir tabirdir) Allah'ın Kün emriyle her işin olması. (Kün ) ""Ol"" emri olan bu kelime ""Kâf"" ve ""Nun"" harfleri ile yazıldığından böyle denilmiştir."
1561
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kafr
Arz. Çöl. Beyâban.
Kafs
Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak.
Kafsal
Arslan.
Kafş
Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak.
Kafşelil
Kepçe.
Kafta
Cima etmek.
Kaftan
Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab.
Kafur (kufur)
Hurma çiçeğinin kılıfı.
Kâfur
Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi.
kâfûr
bir madde ismi, cennette bir kaynak.
Kafv
Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY : Uymak. * Kafasına vurmak.
Kafz (kafazân)
Sıçramak.
Kafzea
(C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı.
Kâgaz
f. Kâğıt.
Kagşar
Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.
Kağıthane
Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire.
Kağnı
(Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası.
kağnı
öküz arabası.
kâh
bazen.
Kâh
f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ.
1562
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Kah
Sultan.
Kaha
Ev ortası, saha.
Kahal
Koyunların derisini kurutan bir hastalık.
Kahame
İlerlemiş yaşlılık.
Kahb
Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ.
Turuz-Tebriz-2012
Kahba (kahbe-kuhbe) Kırmızısı çok olan beyaz nesne. Kâhban
f. Harman bekçisi.
Kahbe
Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam.
Kahd
Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis.
Kâhdan
f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda.
Kahde
(C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi.
Kahf
Kap içindeki suyun tamamını içme.
Kâhgil
f. Samanlı sıva çamuru.
Kahhar
Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır.
Kahhâr
kahreden.
Kahharane
Kahharcasına. Kahredercesine.
kahhârâne
kahredercesine.
kahır
derin üzüntü.
Kahif
Şiddetli yağmur.
kâhil
erişkin.
Kâhil
Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel.
Kâhilane
f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette.
Kâhin
"Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim.(Kâhinlere gaybi haberleri getirmek için
1563
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki; semavat memleketinin pâyitahtına kadar gidip o cüz'i haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şumulü bulunan semavat memleketinin (teşbihte hata yok) karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor, cüz'i hadiseler için, o cüz'i makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insani dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytân-ı hususi, o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-ı imaniye ve Kur'aniye ve hadisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz'i de olsa, en büyük, en külli bir hadise-i mühimme hükmünde en külli bir daire olan Arş-ı Azamda ve daire-i semavatta (temsilde hata olmasın) mukadderat-ı kâinatın mânevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medâr-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammediden (A.S.M.) tâ daire-i Arşa varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, Vahy-i Kur'ani ve Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiç bir cihetle hilâf ve yanlış vahy ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane, belki mu'cizane ilân etmek ve göstermektir... L.)" kâhin
falcı.
Kâhinane
f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi.
Kâhine
Kadın kâhin.
1564
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kahir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden.
kahir
üstün gelen.
Kahir-ül eşrâr
Şerleri ve kötülükleri ortadan kaldırıp yok eden. Haydutları kahreden.
Kahir-üs sümum
Panzehir.
Kahit
Şiddetli kıtlık olan sene.
Kahiz
Müşkil, zor nesne.
Kahkaha'
Öldürücü bir yılan.
Kahkaha
Yüksek sesle ve çokça gülme.
Kahkahazen
f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen.
Kahkar
Katı, sert, sağlam taş.
Kahkara
Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme.
Kahkarî
Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili.
Kahkariye
Geri dönme. Rücu'.
Kahl (kuhul)
Kurumak.
Kahl
Göze sürme çekmek.
Kahlese
Yuvarlak baş.
Kahm
(Kuhum) : Düşünmeden kendini bir iş içine atmak.
Kahpe
(Bak: Kahbe)
Kahr
Yaşlı, ihtiyar kişi. * Yaşlı at. * Yaşlı deve.
kahr
zorlama, mahvetme, ezme.
Kahraman
(C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi.
kahraman
büyük işler başarmış kişi.
Kahramanan
(Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler.
1565
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kahramanane
f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane.
kahramanâne
kahramanca.
Kahramanî
f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk.
Kahreban
Kehribar.
Kahrenî
Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren.
Kahr-ı dehr
Dünyânın ve zamanın kahrı.
Kahr-ı hiddet
Hiddetin ve kızgınlığın yıkıcı galebesi.
Kaht ü galâ
Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık.
kaht
kıtlık.
Kaht
Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi.
Kaht-ı recul
(Kaht-ı rical) Adam kıtlığı. Değerli devlet ve siyaset adamlarının yokluğu.
kahtıricâl
adam kıtlığı.
kahtügalâ
yokluk ve kıtlık.
Kahus
Uzun boylu erkek.
Kahvaltı
t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek.
Kahve
şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane.
Kâhya
Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır.
Kahz (kıhz)
İbrişim karışıklı beyaz bez.
Kahz
(Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak.
Kaıf
Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur.
Kaıle
(C.: Kavâil) Dağ başı.
Kaib
(C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız.
1566
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kaibe
Hüzün ve gamdan perişan olmak.
Kaîd
(C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi.
Kaid
(Kuud. dan) Oturan, oturucu, oturmuş.
kaid
lider, kumandan.
Kaidan
(Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler.
Kaide
Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.
kaide
kural.
Kaide-i külliye
Açık ve sarih olan kaide ve hüküm. Herşey hakkında tatbik edilebilen, umumi kaide.
Kaide-i rabt
Bağlama kaidesi, bağlama cümlesi.
Kaiden
Oturarak, oturduğu hâlde.
Kaideşiken
f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek.
Kaideşikenâne
f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak.
Kaideten
Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak.
kaideten
kural olarak.
Kaidevî
Kaide ve kural ile alâkalı. * Mat: Tabana ait.
Kaid-ül cebel
Dağın çıkıntısı, burnu.
Kaid-ül ceyş
Orduyu, askeri idare ve sevkeden. Kumandan. Serasker.
kail
inanmış.
Kail
Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.
kaim
ayakta duran.
Kaim
Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren.
1567
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kaime
para.
Kaime
Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para.
Kaimen
Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak.
Kaim-makam
Birinin yerine geçen. Kaymakam. Bir kazayı (İlçe) idâre eden memur. Osmanlılarda, binbaşı ile miralay arasındaki askeri rütbe. Yarbay.
kâin
olan.
Kâin
Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut.
kâinat
evren.
Kâinat
Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler.
Kâinat-efruz
f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan.
Kâinat-ı nâime
Uyuyan kâinat.
Kaîr
Daha derin, çok derin.
Kaîs
Çok yağmur.
Kâj
f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı.
Ka'k
Kuru ekmek. Peksimet.
Kak
Uzun, tavil. * Alaca karga.
Ka'ka'
Korkak, zayıf kişi.
Ka'ka
Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol.
Ka'kaa
Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.
Ka'kea
Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek.
Kakum
Kürkü makbul bir cins kedi.
Kakunc
Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.)
Kakuze
(C.: Kavâkiz) Boş maşrapa.
Kakül
(Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç.
Kal u kîl
"""Dedi denildi"" şeklindeki nakiller."
1568
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kal
(A, uzun okunur) Söz.
Kal'
Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak.(... İşte bak: şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadcı muhtelif akvamı ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-yi vahşiyanelerini def'aten kal' u ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi... M.N.)
kal
konuşma.
kal'
koparma.
Kala
Buğz, adâvet.
Kâla
f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal.
kalâ
kale.
Kal'a
Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan.
Kal'a-bend
f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış.
Kal'a-dâr
f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar.
kalade
gerdanlık.
Kalafat
Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık.
Kal'a-gir
f. Kale tutan.
Kalah
Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu.
Kalaid
(Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular.
Kalail
(Kalil. C.) Az şeyler, kaliller.
Kalak
Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat.
kalâk
gönül sıkıntısı.
1569
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kal'a-küşa
f. Kale zapteden.
Kalalib
(Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler.
Kalânis
Takkeler, külâhlar.
Kalânisî
Takkeci.
Kal'a-nişin
f. Kalede oturan.
Kalansuve (kulensiye) (C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve) Kalantor
Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam.
Kalar
f. Büyük sel yarıntısı.
Kalavra
Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı.
Kalaye
Kilise odası.
Kalb
"Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. *İmanın mahalli. * Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb ismi verilmiştir.) Bir şeyi geri döndürmek ve çevirmek. * Yüreğe vurmak veya dokunmak. Gönüle dokunmak. * Bir şeyin içini dışına ve dışını içine çevirmek. * Aks ve tahvil.(Ehl-i tahkik indinde; çam kozalağı şeklindeki cismanî et parçasına taalluk eden letaif-i Rabbaniyedir. Bütün kuvvetin mebdeidir. Dimağ ise; bütün hislerin mebdeidir.)(Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni'i arayan ve isteyen ve Sâni'in vücudunu delâili ile ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze mâruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemâlandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramağa başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir.
1570
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Demek, kalbin sem' ve basara hakk-ı takaddümü vardır.Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir. Sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezalik o latife-i Rabbaniye a'mâl ve ahvâl ve mâneviyatın hey'et-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesi ile mâhiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır. İ.İ.) (Bak: Hiss-i sâdis)" kalb
duyguların sultanı, gönül.
kalben
gönülle.
Kalben
İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine.
kalbetme
dönüştürme.
Kalbgâh
f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi.
Kalb-i âhenin
Demir gibi metin ve sağlam olan kalb.
Kalb-i habide
Uyumuş kalb.
Kalb-i harâb
Harab olmuş gönül.
Kalb-i mecruh
Yaralı kalb.
Kalb-i metruk
Terkedilmiş kalb, bırakılmış gönül.
Kalb-i muntazam
"Edb: Harfleri ters okunduğu zamanda da bir mâna çıkan kelimedir. Meselâ: ""Reşat, taşer"" gibi."
Kalb-i muztarib
Iztırab çeken kalb.
1571
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kalb-i nâ-şâd
Hüzünlü gönül, kederli kalb.
Kalb-i selim
Temiz gönül.
kalbî
gönülden.
Kalbî
İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca.
kalbolma
dönüşme.
Kalbolma
t. Başka hâle gelme. Değişme.
Kâlbüd
f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi.
Kalbzen
f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı.
Kald
Gümüş bilezik.
kale kîle
dedi denildi.
Kale
(A, uzun okunur) Dedi. O söyledi.
kale
dedi.
Kaleb
Dudak dışarıya sarkmak.
Kalebe
Hastalık. İllet.
Kalehzem
Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz.
Kale-kîle
Dedi-denildi şeklindeki nakiller.
Kalem suresi
Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir.
Kalem
(C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet. * İnce boya, fırçası. * Yazı enva'ı. * Resim. Nakış. * Resmi dâirelerde kâtiplerin çalıştıkları oda. * Ağacı aşılamak için kullanılan ucu kalem gibi yontulmuş ince çöp. * Çiçek ve sâir hastalıklara karşı kullanılan aşıyı hâvi ufak şişe. * Ok.
Kalemdan
f. Kalem kutusu, kalemlik.
Kalemen
Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından.
1572
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kalemgir
f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması.
Kalemî
(Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan.
Kalemiyye
Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para.
Kalemkâr
f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş.
Kalemkârî
f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış.
Kalemkeş
f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan.
Kalemrev
f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer.
Kalemzede
f. Yazılmış, kaleme alınmış.
Kalemzen
f. Yazan, yazıcı, kâtib.
Kalen
(A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek.
kalen
konuşarak.
Kalender
f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof.
Kalenderâne
f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette.
Kalenderî
"f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri ""mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün"" vezninde tanzim ettikleri gazele bu adı verirler."
Kalensüve
Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası.
Kales
Kusuntu.
Kalet
(C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur.
Kalfa
"Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında
1573
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kullanılırdı. Gençlerine ""kız"" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı. * Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı. * Bir san'atta usta ile çırak arasındaki işçi." Kalgay
Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan.
Kalh
Ferc.
Kalheban
Uzun, tavil.
Kalhebe
Beyaz bulut.
Kalıb
(Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * Beden, vücut, gövde. * Şekil ve suret nümunesi, örnek. * Bir kalıba dökülmüş veya kalıptan çıkmış şey.
Kal'-i eşcar
Ağaçların sökülmesi.
Kali'
(Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran.
Kalî
Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.
Kali
f. Halı.
kalî
konuşmakla.
Kâlî
Veresiye satmak.
Kâlib (kelib)
İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse.
Kalîb
Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu.
Kaliçe
f. Küçük halı.
Kalîf
Hurma kabuğu.
Kalif
Sünnet olmamış kimse.
Kalifiye
Fr. Yetişmiş usta, işçi vs.
Kâlih
Katı, şiddetli, şedid.
1574
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kalîl
az.
Kalil
Az. * Bodur kimse.
Kalilen
Az olarak.
Kalil-ül bidâa
Sermayesi az.
Kalita
ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi.
Kalite
Fr. Vasıf.
Kaliyye
Tava kebabı. * Kavrulmuş.
Kalizem
Kuyu. * Suyu çok olan deniz.
Kalkadis
Siyah boya.
Kalkal
Deprenmiş, hareket etmiş.
Kalkale
Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi)
kalkale
okurken harfi iki kere seslendirme.
Kalla'
Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.
Kallab
(Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse.
Kallas
Takke dikici, takke diken.
Kallaş
Kalleş. Hileci, dönek.
Kallavî
Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk.
Kalle
Az olmak.
Kalleys
San'a şehrinde bir kilise.
Kalli
t. Sözlü. Dil ile.
Kallidnâ
Boynumuza geçir, tak (manâsındadır).
Kalm
Kesmek.
1575
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kalmes
Ulu kişi, seyyid.
kalori
gıdaların vücuda ısı vermesi bakımından değeri.
Kalori
Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.
kalp
sahte.
Kalp
t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.
Kaltaban
f. Namussuz. Pezevenk.
Kalû belâ
"Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: ""Elestü Bi-Rabbiküm"" buyurduğunda, ruhlar: ""Evet Rabbimizsin"" meâlindeki Kalu Belâ diye cevap verdiklerini bildiren Kur'andaki bir tâbirdir. (Bak: Bezm-i elest)"
Kalû
(A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil).
Kalûbelâ
" Allahın ""Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"" diye sorması ve ruhların ""evet"" demeleri olayı."
Kâluc
f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu.
Kalus
(C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.
Kâlus
f. Ahmak, ebleh, akılsız.
Kâlusane
f. Akılsızcasına, ahmakçasına.
Kaluşe
f. Çömlek. * Tencere.
Kaly
Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık.
Kalyan
f. Nargile.
Kalyon
Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri.
1576
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kâm na kâm
f. İster istemez.
Kâm u nâkâm
Elbette, ister istemez.
Ka'm
(C.: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey. * İçinde silah saklanan kap. * Bağlamak. * Öpmek.
kâm
dilek, arzu.
Kâm
f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit.
Kam'
Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni.
Kama
İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak. * Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi. * Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.
Kamakım
(Kumkuma. C.) İçlerine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testiler.
Kamame
Süprüntülük.
Kamara
Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar. * Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar. * Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme. * Avrupa devletlerinde millet meclisi.
Kamarî
(Kumriye. C.) Dişi kumrular.
Kamarot
Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam.
Kamatır (kamtarir)
Katı, sağlam.
Kâmbahş
f. Herkesin isteğini yerine getiren. * Bağışçı, ihsan edici.
Kamber
(Bak: Kanber)
Kâmbin
f. Merâmına erdiren. İsteğine kavuşturan.
Kâm-binan
(Kâm-bin. C.) f. Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler.
1577
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kâm-binî
f. Bahtiyarlık, saadet, mutluluk.
Kamcere
Islah etmek.
Kâmcu
f. İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen.
Kame
(C.: Kumme) Başını sudan kaldıran davar.
Kâme
f. Arzu, istek, meram, gaye, maksad.KAM'E $ (Kumu') : Hakaret.
Kamea
(C.: Kamâ) Büyük gök sinek. * Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.
Kamed
Binanın temeli.
Kamel
Bitli kişi. * Karnın büyük olması.
Kamen
Lâyık.
Kamencer
Yaycı, kavvas.
Kamer suresi
Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir.
kamer
ay.
Kamer
Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak.
Kamerî sene
Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl. (Bak: Hicret)
Kamerî
Ay ile alâkalı.
Kameriyye
Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk.
kamervârî
ay gibi.
Kamervari
f. Ay gibi, kamere benzercesine.
Kames
Suya daldırmak ve batırmak. * Hareket edip acı çekmek.
Kamet almak
Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak.
Kamet
(A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan. * Boy. Boy-bos. Endam.
1578
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kamet
boy.
Kamet-i bâlâ
Uzun boy.
Kamet-i kıymet
Kıymet ve değerinin mertebesi. Manevî büyüklük.
Kamet-i mevzun
Düzgün ve yakışıklı boy.
Kamet-i nâmiye
Gelişme ve büyüme kabiliyetinde olan endam, boy.
Kamet-i ömr
Ömür boyu. Bütün hayat müddetince.
Kamez
Menfaatsiz, hor hakir nesne.
Kâmgüzar
f. İsteğini elde edebilen. Arzusuna kavuşabilen.
Kamh
Yemeğe iştihâsı az olmak. * Suya dalmak. * Davarın başını sudan kaldırması.
Kamha
Kasap merhemi adı verilen ilaç.
Kamıh
Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden.
Kâmil
(Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi. * Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır. * Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse. * Âlim, bilgin kişi. * Bir aruz kalıbı ismi.(Büyük görünme küçülürsün...Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük, Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük. S.)
kâmil
yetkin, erişkin, olgun, tam.
kâmilâne
kâmilce.
Kâmilen
Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen.
kâmilen
tamamen.
Kâmil-i ukalâ
Kemalde olan mükemmel akıl sâhibleri. Akılların kâmili.
kâmilîn
kâmiller.
1579
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kamim
Tere otunun kurusu.
Kâmin(e)
Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran.
Kâminun
(Kâmin. C.) Saklı ve gizli olanlar.
Kamis
Gömlek. * Döl yatağını kaplayan ince deri. * Bâzı nebatlardaki ince zar.
Kamit
Bağlanmış. * Tam olgun, kâmil.
Kamkam
(C.: Kumâkım) Ulu, şerif kimse. *İyi, keskin kılıç. * Büyük deniz. * Çok adet. * Saç dibine düşen yavşak. * Küçük kene.
Kamkame
(C.: Kamkâm) Büyük, derin deniz.
Kâmkâr
f. İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. * Mutlu, bahtiyar, mes'ud.
Kâmkârane
f. Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla.
Kâmkârî
f. Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik.
Kaml(e)
Bit, kehle.
Kamlul
Yabâni hıyar.
Kamm
Evi süpürmek.
Kammas
Suya dalan.
Kammaş
Külhancı.
Kamme
Süpürmek.
Kamp
Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh. * Esirler karargâhı.
Kampanya
Sıkı bir iş ve çalışma devresi. * Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme.
Kâm-perver
(C.: Kâmperverân) Emel besleyici.
Kamr
Göz kamaşmak.
Kamra
Ay ışığı olan gece.
1580
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kâmran
f. Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud.
Kâmranî
f. Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma.
Kâmreva
f. İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan.
Kams (kımâs)
Hareket ettirmek. * Davar önüne sıçramak.
Kamş
Bir şeyi şundan bundan toplamak.
Kamt
Kuş, dişisine cima etmek. * Doğan çocuğu beze sarmak.
kamtarir
çatık kaşlı.
Kamtarir
Çatık suratlı.
Kamu
(Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen.
kamu
halkın hepsi.
Kamuflaj
Fr. Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri.
Kâmuran
(Bak: Kâmran)
kamûs
büyük sözlük.
Kamus
Deniz. Derya. * Denizin ortası, derin yeri. * Büyük Lügat Kitabı.
Kamus-i arabî
Arapça lügat kitabı, Arapça sözlük.
Kamus-i osmanî
Osmanlıca sözlük.
Kamus-i türkî
Türkçe lügat kitabı, Türkçe sözlük. * Şemseddin Sâmi'nin yayınladığı Türkçe lügat.
Kâmver
f. İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar.
Kâmverân
(Kâmver. C.) f. Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar.
Kâmyab
İsteğine kavuşmuş. Murâdına ermiş olan.
Kân
f. Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz.
Kana
Süngüler.
1581
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kanaat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir. M.) (Bak: Himmet)
kanaât
kısmetine razı olma, kabullenme.
Kanaatbahş
f. Kanaat verici, inandırıcı.
kanaâtbahş
kanaat veren.
Kanaatkâr
f. Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden.
Kanaatkârane
f. Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda.
kanaâtkârâne
kanaat edercesine.
Kanadil
(Kandil. C.) Kandiller.
kanâdil
kandiller.
Kanafiz
(Kunfuz. C.) Kirpiler. * Dağ fareleri.
Kanah
(C.: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu. * Kendir ağacı.
Kan'ar
Büyük, kaba budaklı ağaç.
Kanas
Av yeri.
Kanat
(C.: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu. * Sopa, mızrak.
Kanata
ing. Bol ağızlı su testisi. * Sıvı koymaya mahsus kap. * Bazan ölçü gibi de kullanılır.
Kanatir
(Kantara. C.) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar.
Kanavat
(Kanât. C.) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları. * Mızraklar, sopalar.
Kanazı'
(Kunzua. C.) Uzamış saç. * Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç.
1582
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kanber
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı. * Mc: Bir evin gediklisi. * Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.
Kand
Şeker, şeker kamışının donmuş suyu.
Kandal
Büyük başlı.
Kandave
Yaramaz huylu. * Gıdası olmayan taam. * Büyük iri.
Kandefir
Yaşlı kimse, acuz.
Kandî
şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden.
kandil
idare lâmbası.
Kâne
(Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı.
kâne
oldu.
Kanef
Kulağın küçük ve kalın olması.
Kaneme
Kir. * Yağdan gelen pis koku.
Kaneşvere
Hayız görmez kadın.
Kanfa
Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef)
Kanfaş
Yaşlı, ihtiyar.
Kanfese
Tesbih böceği.
kangren
hücrelerin ölmesiyle oluşan bir hastalık.
Kangren
Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.
Kanh
Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak.
Kân-ı kerem
Kerem, lütuf ve ihsan menbaı.
Kân-ı merhamet
Merhamet kaynağı.
Kanıs
Avcı.
Kanıt
Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü.
1583
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kani'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. * Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.
Kâni
(Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan.
kanî
kanaat eden, inanmış.
Kanib
İnsan topluluğu.
Kanif
İnsan cemaati. * Çok yağmur ve bulut. * Geceden bir parça.
Kânif
Udul eden, dönen, yoldan çıkan.
Kanisa
(C.: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ.
Kanit
(A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden. * İtaatlı. * Sükût eden.
Kanitîn
Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler.
Kâniz
Defneden, gömen.
Kankal
Büyük kile.
Kankane
Yol göstermek.
Kankaris
Börek.
Kânken
f. Madenci. Maden kazıcısı.
Kannad
şeker yapan, şekerci.
Kannas
Avcı, seyyad.
Kannis
Avcı, av.
Kannur
Başı büyük kişi.
Kans
Av. Av avlama.
Kansa
(Kuşlarda) Kursak.
Kantar
Ağırlık ölçüsü âleti. * Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir. * Kırk okka.
kantar
tartı aleti.
1584
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kantara
köprü.
Kantara
Taştan yapılan, kemerli büyük köprü.
Kantariyye
Kantar ücreti. Tartma parası.
Kantin
Fr. Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı.
Kanu'
Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan.
Kanun
(C.: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar. * Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam.
Kânun
Ocak. Ateş yanan yer. Zaman. * Kış mevsimi. * Sakil, ağır adam. * Kış mevsiminin ilk iki ayı. * Mangal. Soba.
kanun
uyulması gereken kesin kural.
Kanunen
Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile.
kanunen
kanunca.
Kanuni
Kanuna dâir. Kanuna ait. * Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı. (Bak: Sultan Süleyman Han)
kanunî
kanuna göre, uygun.
kanuniyet
kanunluk.
Kanuniyet
Kanunluluk. Kanun haline gelmek.
Kanunname
f. Kanun kitabı. Anayasa.
kanunnâme
kanun yazısı.
kanunperest
kanun düşkünü.
Kanunşinas
f. Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen.
Kanun-u askerî
Askerlik kanunu.
Kânun-u deha
Dehâ kaynağı. Dehâ ocağı, akıl, zekâ kaynağı.
Kanun-u esasî
Temel kanun. Temel ve esasa ait kanun. Bir bünyenin aslını ve mahiyetini teşkil eden kanun. (Bak: Teşkilât-ı esasiye)
1585
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kânun-u evvel, kânun-u sâni Aralık, Ocak. Kanun-u kadim
Eski âdet.
Kanva'
Büyük burunlu kadın.
Kanzaa
İbik.
Kapasite
Fr. İçine alma, ihtiva etme kabiliyeti. * Kabiliyet, bilgi.
Kapçak
Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel.
Kapıkulu
Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır.
Kaplıca
Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca.
Kapora
(Kaparo) Pey olarak verilen para.
Kapris
Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham.
Kaptan-ı derya
Vaktiyle bahriye nâzırı. Deniz kuvvetleri komutanı.
Kaput
Fr. Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. * Otomobillerin motor kısmını örten kapak.
Kar' (kur')
(C.: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak. * Okumak, kıraat.
Kar
(C.: Kur-Kirân) Zift, kara boya. * Deve. Dağ keçisi. * Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek. * Küçük tepe. * Kara taşlı yer. * Kara büyük taş.
Ka'r
Derinlik. Dip. Her şeyin dibi. Nihâyet. * Yemeği dipten yemek. * Çalmak. koparmak.
Kâr
f. İş. Güç. Amel. Fiil. Temettü'. * Kazanç.
kâr
para kazancı.
Kar'
Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak. * Savt. Avâz. Ses. * Kabak. * Gülsuyu kabı. * Eti soyulmuş kemik.
1586
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kara
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı. * Su ile karışmış süt.
Kara'
(Kar'. C.) Su kabakları. * Gülsuyu kapları.
Karabasan
t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya. * Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu.
Karabe
Kırba. Büyük testi.
Kara'belane
Karnı büyük, yassı bir böcek.
Karabet
Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık.
karâbet
yakınlık.
Karabet-i kalb
Kalb yakınlığı, gönül yakınlığı.
Karabet-i nesebiyye
Aynı soydan gelmek suretiyle olan asli hısım ve akrabalık.
Karabet-i sıhriyye
Kız alıp vermekle meydana gelen akrabalık, yakınlık, hısımlık.
Karabin
(Kurban. C.) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar.
Karaborsa
Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar.
Karafi
(Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir.
Kâr-âgâh
f. İşbilir, uyanık.
Kâr-âgâhî
f. Uyanıklık, iş bilirlik.
Karah
(C.: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi.
Karaib
(Karib. C.) Yakınlar, hısımlar. Akraba.
Karain
(Karine. C.) Karineler, ip uçları.
karakter
temel özellik.
Karakter
yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet.
Karamil
Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı.
1587
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Karan
Mekke arzı.
Karanful (karanfül)
Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil.
Karanitıs
Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu.
Karantina
İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir. * Hastahanede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer. * Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hasta olup olmadığı bilinmeyen insan ve hayvanlarla temasın menedilmesi.
Karar
Değişmez hâle gelmek. * Sabit ve sakin olmak. * Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük. * Gitmeyip kalmak. * Oturaklı yer. Sâkin olacak yer. * Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü. * Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama. * Dolanmak. * Ayakları kısa ve çirkin yüzlü bir cins koyun.
karar
hüküm, çare, düzenlilik, ölçülülük, tahmin.
karardâde
düzelmiş.
Karardâde
f. Durgun hâle gelmiş. * İstikrar bulmuş. Kararlaşmış. Karar verilmiş.
Kararet
Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun. * Düz yuvarlak yer.
Karargâh
f. Karar verilen yer. Karar yeri. * Askerî birlikte kurmay heyetinin toplandığı yer. Merkez.
karargâh
karar yeri, askeriyede kurmayların yeri.
Karargir
f. Karara bağlanmış. Kararı verilmiş.
Karar-ı kat'î
Dâvâyı neticelendiren kesin karar.
Karar-ı seri
Acele karar, seri karar.
Kararit
(Kırat. C.) Kuyumcu tartıları. Kıratlar.
1588
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kararname
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. * Verilen karârı bildiren yazı.
kararnâme
kararların yazısı.
Kararyab
f. Karar bulan. * Bir yerde oturup dinlenen.
Karaşime
Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç.
karaşina
iş bilir.
Kâr-aşina
İş bilir. İşten anlar.
Karatis
(Kırtâs. C.) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları.
Karavana
Bakırdan yayvan yemek kabı. * Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap. * İnce ve yassı elmas. * Atışta hedefe vuramama.
karavana
büyük yemek kabı.
Karavol
f. Karakol.
Kârazma
f. Görgülü, tecrübeli.
Kâr-âzmayî
f. Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş.
Kâr-azmude
f. Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş.
Kârban
f. Kervan.
Kârban-saray
f. Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han.
karbon
bir element, kömür.
Karbon
Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim.
Karbonik
Fr. Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz.
Karbus
(C.: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı. * Saç.
Kârd
f. Bıçak.
Kârdan
f. İşten anlar, iş bilir.
1589
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kâr-danî
f. Uyanıklık, iş bilirlik.
Kârdar
f. İşi elinde tutan.
Kâr-daran
(Kârdar. C.) İşi elinde tutanlar, iş tutanlar.
Karded
Kaba mekan. Düz arz.
kardeşane
kardeşce.
Kârdide
(C.: Kâr-didegân) f. Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü.
Kardinal
Fr. Katolik mezhebinde en büyük pâye.
Kare
(C.: Kâr-Kur) Dişi ayı. * Meşe. * Yüksek yer. * Kabile ismi.
Kâre
Arka yükü.
Karef
Hastalara yakın olmak.
Kareh
Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği.
Karem
Et arzu etmek. * Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç.
Karen
"(C.: Akrân) Ok mahfazası. * Kılıç. * Ok. * İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve. * Çatık kaşlı olmak. * ""Yakınlık"" mânâsına mastar. * Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi."
Karenba
Ayakları uzun bir böcek.
Karf
Töhmet etmek, ayıplamak. * Ayıp isnad etmek. * Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap.
Kârferma
f. Amir, iş buyuran.
Kârgâh
f. Fabrika, iş yeri. Atölye.
Kârger
f. İş yapan, işleyen. * Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu.
Kârgil
f. Kerpiçten yapılmış bina.
Kârgir
f. Taş veya harçla yapılmış olan. * İş tutan, iş yapan.
kârgir
taş yapı.
Kargüzar
f. Becerikli. İş yapabilen. Elinden iş gelen.
1590
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Karh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yaralama. * Hasta olmak. * Bedende çıkan yara. * Su olmayan yerde kuyu kazmak. * Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.
Karha
(C.: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser.
Karha-i âkile
Tıb: Etrâfını yiyip, genişleyerek büyüyen yara.
Kârhane
f. İş yeri, iş yapılan yer. * Süt satılan yer. Süt fabrikası.
Karheb
Yaşlı, ihtiyar. * Yaşlı öküz. * Çok kıllı keçi. * Ulu ve şerefli kişi.
Kâr-ı akıl
Aklın kabul edeceği iş. Akıllıca iş.
Kâr-ı kadim
Eski zaman işi.
Ka'r-ı nâ-yâb
Dibi bulunmayacak derecede derin olan.
Kâr-ı revâ
İşe yarar, kullanılabilir.
kârıakıl
akla uygun.
Karık
Düz yer.
karındaş
kardeş.
Karıs
Ekşi yoğurt.
Karısa
(C. Kavâris) İncitici söz.
Kari
(A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü.
Kari'
(Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan. * Âbid ve zâhid olan. * Kur'anı tecvide göre okuyan.
karî
okuyucu.
Karia suresi
Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir.
Karia
(A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet. * Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu. * Pek şiddetli rüzgâr.
Kariat
(Karie. C.) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar.
Karib (kareb)
(C.: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı.
Karib
Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * Yakın hısım.
1591
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
karîb
yakın.
Kâriban
f. Kervan.
Kariben
Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan.
karîben
yakında.
Karib-ül ahd
Yakın zamanda.
Karie
(C.: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın.
Karih
Yaralı, cerihalı. * Çıbanlı.
karîha
düşünme melekesi.
Kariha
Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. * Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli. * Kuyudan çıkarılan ilk su.
Kariha-zâd
f. Karihadan doğan, karihadan meydana gelen.
Karikatür
Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi. * Kaba, âdi ve mizahi resim.
Karin
Kılıcı ve oku olan. * Hacla umreyi birlikte yapan.
karîn
yan yana, yakın.
karîne
belirti.
Karine
Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
Karine-i mânia
(Bak: Karine-i mecaz)
Karine-i mecaz
Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir.
Karine-i taayyün
Belli edici ve tâyine yardım eden iz, işâret, delil.
Karin-i evvel
Baş mâbeynci.
Karir
Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz.
Karir-ül ayn
Memnun, mesrur, gözü aydın.
1592
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Karis
Donmuş, câmid. * Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık.
Kariye
(C: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş. * Süngü demirinin keskin yeri. * Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.
Kariyer
Fr. Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. * Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü.
Kark
Tavuk gıdaklaması.
Karkaf
şarap, hamr.
Karkal
(C: Karâkıl) Kadın gömleği. * Yeleksiz elbise.
Karkar
(C: Karâkır) Düz açık yer.
Karkara
Karın gurultusu. * Kumru kuşunun ötmesi. * Kahkaha ile gülmek. * Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi.
Karkisyun (karkisya) Kebâbe dedikleri devâ. Karlayl
ünlü bir tarihçi.
Karm
(C.: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan.
Karmele
Yapraksız küçük ağaç.
Karmeşe
Cem'etmek, toplamak.
Karn
"Zaman, devre. * Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. * Yüz yıllık zaman. Asır. * Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç.(Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki, ""hayrul kuruni karni"" hadis-i şerifi bu mânayadır. Bunda sivrilmek veya mukarenet etmek manası vardır. Bu mukarenet veya efradın yekdiğerine mukareneti veya bir peygamber, bir âlim, bir reis gibi büyük bir şahsiyete mukareneti mülâhaza olunur.Diğeri de müddet-i zamanın kendisine denir ki, asır gibi ekseriyetle yüz sene takdir edilmiştir.) (E.T.)"
1593
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
karn
devre, asır.
Karnabit
Karnıbahar.
Kârname
f. Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği.
Kârnedaşte
f. İş bilmez, acemi, işten anlamaz.
Karnesa
Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi.
Karneyn
İki boynuz.
Karn-ı evvel
Hicretin birinci asrı.
Karn-ı zaby
Geyiğin başındaki çatal boynuz.
Kâr-nüma
f. Menfaat gösteren. * Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş.
Kârperdaz
f. İş düzenliyen. * Konsolos, şehbender.
Kârperverd
f. Becerikli, iş yapan, elinden bir iş gelen.
Karr
Durma. * Karar verme. * Su dökmek. * Kulağına söylemek. * Mahfe.
Karra'
(C.: Karrâun) Güzel okuyan.
Karra
Bir kimsenin kulağına söylemek. * Soğuk su dökmek.
Karraun
(Karrâ. C.) Güzel okuyanlar.
Karre
Soğukluk, soğuk.
Kars
Küçük ibrik.
Karsa (karisâ)
Bir hurma cinsi.
Karsa'
Deve kuşunun erkeği.
Karsaa
Buruşup büzülmek. * Yazıyı sık yazmak.
Kârsaz
f. Becerikli, elinden iş gelen.
Karsel
Kısa boylu adam. (Müe: Karsele)
Karş
Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek.
Karşame
Atmaca kuşu.
1594
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kârşinas
f. İşten anlar, iş bilir.
Kart
Tazeliği geçmiş, katılaşmış. * Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük.
Karta'
Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın.
Kartaban
Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen.
Kartabus
Zahmet, meşakkat.
Kartak
(C: Karâtit) Kadife. * Terlik. * Etekli kaftan.
Kartale
Eşek yükünün dengi.
Kar'-ul asâ
Doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi. * Mc: Hatayı hatırlatmak için işaret vermek ve ikaz etmek.
karulâsâ
doktorun bedene vurarak muayene etmesi.
Karun
(A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden dolayı bu fena sıfatı ile meşhur olmuştur.
Karûn
azaba uğramış ünlü bir zengin.
Karur
Duş yapılacak soğuk su.
Karure
(C.: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı. * Şişe.
Kar'uş
İki hörgüçlü deve. * Arslan eniği.
Karv
Ağaç kadeh. * Köpek yalağı. * Hurma ağacının kökü. * Uzun havuz. * Hayanın derisi inip büyümek. * Kast. * Etraflıca araştırmak, tetebbu. * Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek.
Karva
Uzun hörgüçlü deve.
Karvah
Uzun ağaç. * Uzun deve.
1595
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kârvan
f. (Bak: Kervan)
Karya
Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı.
karye
belde.
Karye
Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer.
Karyeteyn
Mekke ile Taif şehirleri.
Karyet-ül ensâr
Medine-i Münevvere şehri.
Karyet-ün nahl
Kovan. Arı yuvası.
Karz
Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek. * şiir söylemek.
karz
ödünç.
Kâr-zâr
(Kâr ü zâr) f. Kavga, cenk, savaş, harp, muharebe.
Kâr-zârgâh
f. Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası.
Karzen
Borç, ödünç olarak.
karzen
ödünç olarak.
Karz-ı hasen
Sadece Allah rızâsı için verilen ödünç. Faizsiz verilen borç.
karzıhasen
Allah için verilen borç.
Kas'
Bir şeye el ayası ile vurmak. * Gidermek. * Tahkir etmek, küçümsemek.
Ka's
Çirkin kokulu toprak.
Kas'a
(C.: Kısâ') Çanak, kâse. * Yemek kabı.
Ka'sa
Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın. * Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın.
Kasa
Kabalık. * Şiddet. * Katılık.
Kasab
Saz, kamış. * Parmak kemikleri. * Nefes borusu, bronş. * İnce keten bezi.
1596
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kasaba
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş. * Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy. * Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.
Kasabat
(Kasaba. C.) Bronşlar. * Kasabalar.
Kasabe
Kötü hurma.
Kasab-ı mısrî
Mısırda dokunmuş keten bezi.
Kasab-ül enf
Burun kemiği.
Kasab-ül fâris
Kalem kamışı.
Kasab-ül habib
Şeker kamışı.
Kasah
Sırtlan.
Kasaid
(Kaside. C.) Kasideler.
kasâid
kasideler, övgü için yazılan şiirler.
Kasal
Buğday içinde olan siyah taneler.
Kas'a-lis
Dalkavuk. Çanak yalayıcı.
Kasam
Şiddetli sıcaklık. * Güzellik.
Kasame
(Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme.
Kasa'nine
Katı olmak. * Büyük olmak.
Kasar
Üşenme, tembellik etme. * Güç ve kuvvetin son sınırı. * Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet.
Kasara
(C: Kasr-Kasarât) Boyun kökü. * Yoğun ağaç. * Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte.
Kasaret
Kısalık. Kısa olma.
Kasas suresi
Kur'an-ı Kerim'in 28. Suresidir. Mekkîdir. (Kısas da denir.)
Kasas
Arslan.
kasas
kıssalar, hikâyeler.
1597
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kâsat
(Ke's. C.) Kadehler, ke'sler.
Kasat
Davarın arka ayaklarının dik ve doğru olması.
Kasatura
Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.
Kasavet
Kalb katılığı, gaflet. * Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet)
kasâvet
katılık.
Kasavise
(Kıssis. C.) Papazlar, ruhbânlar, keşişler.
Kasb
Kat'etmek, kesmek.
Kasba
Kamış. Kamışlık.
Kasd
Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak.
kasd
niyet, istek.
Kasden
Bile bile, isteyerek.
kasden
niyet ederek.
Kasdî
İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan.
kasdî
kasıtlı olarak, kasıtla ilgili.
Kâse
f. Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. * Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik.
kâse
tas, çanak.
Ka'seb
Büyük karınlı, kalın.
Kâse-bend
f. Çatlamış, kırılmış. * Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse.
Kased
şahyar dedikleri nesne.
Kâse-ger
f. Kâseci, kâse yapan.
Kâseha
(Kâse. C.) Kâseler.
Kâse-i çeşm
Göz çukuru.
Kâse-i fağfur
f. Çin porseleni. Çin porseleninden yapılan kâse.
1598
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kâse-i ser
Kafatası.
Ka'sele
Yürürken bir ayağını yere sürüyüp tozutmak.
Kâse-lis
(Kâselis) f. Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. * Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. * Dilenci.
kâselîs
çanak yalayıcı.
Kâse-lisan
(Kâselis. C.) Dalkavuklar, çanak yalayıcılar.
kasem
yemin.
Kasem
Yemin. Ahdetme.
Kasemât
Ahdler, yeminler.
kasemât
yeminler.
Kasemât-ı kur'aniye
Kur'andaki ahitler, yeminler.
Ka'sere (ka'serâ)
Yoğun, sağlam, kalın, katı.
Kases
Hidayet edici delil.
Kasf
Kırmak. * Oyun, eğlence. * Devenin diş gıcırdatması.
Kasfe
(C.: Kasf-Kasefât) Deve sesi. * Merdiven ayağı. * Bir parça kum yığını.
Kash
Kuruluk, katılık.
Kashab
Kalın, yoğun, büyük.
Kası'a
Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir. (Bak: Nâfıka)
Kasıb
Düdük çalan.
Kasıd
Kasd eden, niyet eden, isteyen.
kasıd
kasteden, niyetli.
Kasıf
Deve avazı. * Ağacın ince ve kuru olması. * Kırılması kolay olan şey.
Kasık
t. Karnın alt tarafı.
Kasım
(A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen.
1599
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kasır
(A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran.
kasır
kısa.
Kasırane
Âcizane, beceriksizcesine.
Kasırat-üt tarf
Kocasından başkasına aslâ bakmayan. (Cennet kadınlarının bir vasfı) Huriler.
Kasırga
Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr.
Kasır-ul akl
Düşüncesi noksan, kısa akıllı.
Kasır-ül basar
Görüşü kısa. * Kısa görüşlü, dar düşünceli.
Kasır-ül fehm
Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız.
Kasır-ül yed
Eli kısa. Âciz, işten anlamaz, beceriksiz.
Kasıtîn
(A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar. * Haklı olanlar. * Kısımlara bölenler.
Kasî
(Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı.
kasî
katı.
Kasi'
Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse.
Kasib
(C.: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül.
Kâsib
Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan.
kâsib
kazanmaya çalışan.
Kasid
Kaside.
Kâsid
Kesat olan, eksik olan, verimsiz olan.
kasid
kesat olan, sürümü olmayan.
Kaside
(C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden,
1600
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı Hakk'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzume. kasîde
övgü şiiri.
Kaside-gû
f. Kaside yazan, kaside söyliyen.
kasîdehân
kaside okuyan.
Kaside-i bürde
Hazret-i Peygamber (A.S.M.) önünde meşhur Arab Şâiri Ka'b bin Züheyr'in okuduğu kasidenin adı olup, bu kasideyi Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirdiğinden bu isimle meşhur olmuştur.
Kaside-i ercuze
"(Ürcuze) Hz. İmam-ı Ali (R.A.) tarafından bahr-ı recez vezni üzere yazılan ve istikbalden haber veren meşhur kasidenin adı.(Mecmuat-ül Ahzab'ın 582. sahifesinden 597. sahifesine kadar o Ercuzedir. O Ercuzenin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslî; İsmi A'zamı tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyan etmek, hem o münâsebetle istikbaldeki bir kısım umur-u gaybiyeye ve te'sis-i İslâmiyette bir kısım mücâhedâtını işâret etmektir. Evet, Hz. İmâm Üstâdı olan Habibullah'dan (A.S.M.) aldığı dersin bir kısmını işarî bir surette zikrediyor... L.)"
Kaside-perdaz
f. Kaside yazan, kaside düzenliyen.
Kaside-serâ
f. Kaside söyliyen, kaside yazan.
Kasîf
Kuru ince ağaç. * Gök gürültüsü. * Deniz sesi, dalga sesi.
Kasîl
Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot. * Kesilmiş nesne.
Kasîm
Güzel kimse. * Taksim eden, bölen.
Kasîme
(C.: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer.
Kasîr
(Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu.
1601
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kâsir
Çok olan, kesir, bol olan.
kasir
kısa.
Kasire
Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın.
Kasîr-ül akl
Aklı kısa, aklı ermez.
Kasîr-ül bâ'
Kısa boylu, beceriksiz, zavallı.
Kasîr-ül basar
Dar görüşlü, basireti kısa. * Miyop.
Kâsir-ül esnam
Putları kıran. (Hz. İbrahim'in A.S. lâkabıdır)
Kasîr-ül himme
Himmeti az veya kısa olan.
Kasîr-ül kame
Kısa boylu. Boyu kısa olan.
kasirünnazar
nazarı kısa.
Kasis
Fr. Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı.
Kasisa
(C.: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve. * Bir ot.
Kasiyy (kısiyy)
Soğuk gece. * Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise.
Kasiyy
Uzak, baid. Irak.
kasîyye
katılık.
Kaskas
Açlık. * Sür'at yapan, hızla giden. * Yol gösterici. * Devenin yediği bir ot.
Kaskase
"Yol göstermek. * Köpeği ""kuçu kuçu"" diye çağırmak."
Kasl
Kesmek.
Kasm
Bölmek. * Ayırmak. * Bahsetmek. * Kesmek.
Kasma
Ufak boynuzlu dişi koyun.
Kasme
Yüz, çehre, vech.
Kasmel
Arslan, esed.
1602
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kasr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kısa olmak. Kısa kesmek. * Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. * Bir işte tembellik etmek. * Akşamlamak. * Hapseylemek. * Yekpâre taş. * Beyazlatmak. * Gevşetmek. * Noksanlaştırmak.
kasr
kısalık, saray.
Kasr-ı cennet
Cennet köşkü.
Kasr-ı müşeyyed
Tahkim edilmiş, sağlam yapılmış büyük bina. Büyük apartman.
Kasr-ı salât
Seferde olan bir kimsenin, dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât kılması. Namazı kısaltmak.
Kasr-ı yed
El çekmek, ferâgat etme, vazgeçme.
Kasrî
Zorla, cebren.
Kasriyyet
Zorlama hâli.
Kasr-ül kelâm
Sözü az etmek. Kısa konuşmak.
Kass
Talep etmek, istemek. * Nemime, söz götürmek, lâf taşımak.
Kassa
Kireç.
Kassab
Düdükçü. * Kesici. * Parçalayıcı.
Kassabiyye
Hayvan kesme ücreti, kasaplık ücreti.
Kassam
Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. * Taksim eden.
Kassar
Leke çıkaran. * Çırpıcı, yıkayıcı.
Kassî
Göğüsle alâkalı. Sadrî.
Kast
f. Noksan, eksik, kusur.
Kasta'
Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve.
Kastal
şeker tozu.
Kastalanî
(Hi: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir.
1603
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kastar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse. * Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse.
Kâstar
f. Yalancı, hilekâr.
Kâste
f. Eksik, noksan, eksilmiş, azalmış.KASUB : Mestler.KASUS : Yalnız otlayan deve.KASV : Deve kulağının kenarı.
Kasva
Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve.
Kasvere
Yaşça büyük olmak. * şecaatli, kuvvetli. * Aslan. * Bir nebat ismi.
Kasvet
Katılık. * Sıkıntı. İç sıkıntısı. * Kalb katılığı. (Bak: Kasavet)
kasvet
sıkıntı, katılık.
Kasvet-bahş
f. Kasvet ve sıkıntı veren.
Kasvet-efza
f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
Kasvet-engiz
f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
Kasvet-nâk
f. İç sıkan, sıkıntı veren.
Ka'ş
(C.: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek. * Cem etmek, toplamak. * Kadınların bindiği merkep.
Kaş'
(Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam. * Açmak. * Gidermek. Dağıtmak. * Kuru deri. Deriden olan çadır. * Hamam pisliği. * Deriden yapılmış döşek. * Balgam.
Kâş
f. Çok istek, arzu, özleme.
Kaşağı
Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet. * İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.
Kâşâne
f. Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda.
kâşâne
gösterişli ev.
Kâşâne-i mürgân
Kuş yuvası.
1604
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kaş'arire
Ürpermek, titremek.
Kaşb
Karıştırmak. * Zehir içirmek. * Yaramazlıkla hatırlamak. * İncitmek.
Kaşbe
Hasis kişi. * Maymunun dişisi.
Kaşe
Mühür, imza. * Bir nevi kumaş.
Kaşem
Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu.
Kaşer
Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık.
Kaşî
f. İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini.
Kaşi'
Kararı ve sebâtı olmayan kişi. * Dağılmış, müteferrik.
Kaşib
(C.: Kuşbâ) Yeni veya eski.
kâşif
keşfeden.
Kâşif
Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan. * Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.
Kâşiger
f. Çinici, çini yapan san'atkâr.
Kâşih
Düşmanlığını gizleyip izhar etmeyen. * Dağılıp uzaklaşan kimse.
Kaşire
Derisi yarılmış olan baş yarığı. * Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur.
Kaşkaşa
Bir şeyin kabuğunu soymak. * Hasta iyi olmak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uyandırmak.
Kaşki
"f. ""Keşke, ne olurdu"" gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder."
Kaşm
Yemek. * Açlık. * Cem'etmek, toplamak.
Kaşmeş
Kuş üzümü.
Kaşr
Bir şeyin kabuğunu soyma.
Kaşş
Yaranın iyileşmesi. * Hasta iyi olmak. * Evmek.
Kaşt
Deri yüzmek. * Açmak. * Koparmak.
Kaşur
(C.: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni.
Kaşv
Kabuğu soyulmuş olan.
1605
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kaşvan
Zayıf erkek.
Kat'
"Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek.""İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa...""Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberlik eden haydudu artık koğunuz.Bunu benden duyunuz, ben ki, evet Arnavud'um!..Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!...Mehmed Akif"
kat
kesme, geçme.
Ka't
Kısa boylu kimse.
Kat'a
Aslâ, hiçbir zaman.
katâ
asla.
Katade
(C.: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni.
Kataif
"(Katife. C.) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar. * Kadayıf tatlısı."
Katalog
Fr. Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi.
Katam
Cimâ arzulamak. * Et arzulamak.
Kat'an
Hiçbir zaman, aslâ, katiyyen.
Katan
Kuşların kuyruğu dibi. * Dağ ismi.
Katane
Az yemeklik.
Katar
Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır.
Katarat
(Katre. C.) Katreler, su damlaları.
katarât
damlalar.
Katarat-ı bârân
Yağmur damlaları. Yağmur katreleri.
1606
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Katarat-ı semine
Kıymetli damlalar.
Katarat-ı şadî
Sevinç damlaları. Sevinçten dolayı akan gözyaşları.
Katarat-ı uyun
Göz yaşları.
Katare
Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su.
Katat
Kısa, kıvırcık saç.
Katb
(Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz. * Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek. * Birikmek, biriktirmek, doldurmak. * Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak. * Arslan.
Katea
(C.: Kutâ) Güve. *Ağaç kurdu.
Kateb
(C.: Aktâb) Deve palanı.
Kated
(C.: Aktâd-Kutud) Semer ağacı.
Katedral
Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi.
Kategori
Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. * Zümre, grup.
Katel
Nefs. Cismin bakiyyesi.
Katele
(Katil. C.) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler.
Kater
(Katre. C.) Katreler, damlalar.
Katere
Bir şey üzerine çökmüş toz. * İs gibi bir karanlık. * Toz. * Kebap yapmak. * Pişmiş şeyin kokması.
Katf
Atın veya diğer davarın adımını geç atması. * Tırmalamak. * Üzüm kesmek. * Ağaçtan meyve devşirme. * Devşirme mevsimi.
Kat'-ı alâka
Alâkayı kesme.
Kat'-ı da'vâ
Dâvâyı halletme.
Kat'-ı hayât
Hayatın kesilmesi. Ölüm, mevt.
Kat'-ı merâhil
Merhaleleri, durak yerlerini geçme. Yol alma, ilerleme.
Kat'-ı meratib
Mertebeleri aşıp geçme.
1607
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kat'-ı münâsebet
Münasebeti ve ahbaplığı kesme.
Kat'-ı nazar
Bakmamak. İtibar etmemek. * Alâkayı kesmek.
Kat'-ı tarik
Yol kesicilik.
Katı'
(Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan. * Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç.
Katı'a
Kesen, kesici.
katıa
kesin olan.
Katıbe
(A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten. * Bütün hâllerde.
Katıbeten
Tamamıyla, bütünüyle, cümleten, hepsi. * Hiçbir zaman, aslâ.
Katın
(C.: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı.
Katı-ut tarik
Yol kesen, eşkiya.
katıüttarîk
yol kesen.
Kat'î delalet
şüphesiz, kat'i delil.
Kati'
(C.: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı. * Deve ve koyun sürüleri.
katî
kesin.
Kat'î
Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz.
Katia
(C.: Katâi') Kesme, kat etme. * Kırılma. * Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme. * Vergi. * Arazi.
Kâtib
Yazan, yazıcı, kitâbet eden. Usta yazıcı.
kâtib
yazıcı.
Kâtibane
Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine.
kâtibâne
yazıcı gibi.
kâtibe
yazıcı kadın.
Kâtib-i adl
Noter.
Kâtib-i ezelî
Her şeyin hayatının mukadderatını ezelden bilip yazan Cenab-ı Hak (C.C.)
1608
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kâtib-i hususî
Büyük bir kimsenin kullandığı özel kâtip, hususi kâtib.
Kâtib-i sırr
Gizli şeyler yazdırılan kâtip, sır kâtibi.
Kâtib-i vahy
Kur'an-ı Kerim âyetlerini yazan. Vahy kâtibi.
kâtibîn
insanın amelini yazan melekler.
Katife
(C.: Katâif) Kadife.
katil
öldüren.
Katil
Öldürülmüş, vurulmuş. Maktul.
Katile
Su silmede kullanılan bez parçası.
Katil-i ma'fuv
Can ve ırzını korumak için, tecavüze kalkanı öldüren kimse.
Katil-i müteammid
Her ne sebeple olursa olsun, birini öldürmeyi evvelce zihninde tasavvur ederek öldüren kimse.
Kâtim
(Ketm. den) Ketmeden, saklıyan, tutan. Sır saklayan.
Katim
Toz çokluğundan karanlık olan.
Kâtim-i esrar
Sır saklıyan.
Katin
Kene. * Az yiyen kimse. * Testi.
Katir
İhtiyarlık, saç ağarmak. * Perçin yapılan çivi uçları.
katîye
kesin.
katîyet
kesinlik.
Kat'iyyen
Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman.
katîyyen
kesinlikle.
Kat'iyyet
Kesinlik, kat'ilik.
Kat'iyy-üd delale
Bir ibârenin ifâde ettiği mânaya veya hükme delâletinin kat'i ve şeksiz olması. Delilin kat'i, şüphesiz oluşu.
Kat'iyy-ül metin
Metnin, ibârenin kat'i ve şüphesiz oluşu. (Ayet gibi)
Katl
(C.: Mekâtıl) Kesmek.
katl
öldürme.
1609
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Katlâ
(Katîl. C.) Öldürülmüş kimseler.
Katlgâh
f. Öldürme yeri. Cinayet mahalli.
Katl-i âm
Bir yerde çoklarının öldürülmesi. Herkesi kılıçtan geçirme. Toptan imha.
Katl-i amd
Huk: Kasden ve bile bile öldürme.
Katl-i nefs
İntihar. Kendi kendini öldürme.
Katl-i nüfus
Adam öldürme.
katliâm
herkesi öldürme.
Katm
Kesmek. Isırmak. * Tatmak, zevk. * Devenin kükremesi.
katmer
kat kat oluş.
Katmer
t. Bir şeyin kat kat olması. * Çok yapraklı oluşu. (Gülün, çiçeğin, böreğin, elbisenin kat kat olduğu gibi.)
Katne
Kırkbayır. * Boş.
Katolik
Hıristiyanlıkta bir mezhep.
Katr
Darlık.
Katran
(Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde.
katran
siyah bir madde.
katre
damla.
Katre
Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey.
Katrecu
f. Bir damla arıyan.
Katred (katârid)
Koyunu ve kuzusu çok olan kişi.
Katrefeşan
f. Damla saçan.
Katre-i bârân
Yağmur damlası.
Katre-i gevher
Cevher damlası. İnci tanesi. * Pek kıymetli şey.
1610
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Katt
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuru yonca. * Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak. * Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak.
Katta'
Çok kat'eden, adah çok kesen.
Kattal
(Katl. den) Çok öldüren, çok katleden.
Kattan
Pamuk satan.
Kattat
Hokkalar yapan, çıkrıkçı.
Katub
(Bak: Katb)
Katube
Arkasında semeri olan deve.
katuf
tembel hayvan.
Katuf
Tenbel. * Yavaş yürüyüşlü davar, yavaş olan hayvan.
Katv
Hizmet.
Kaud
Yavaş giden at.
Kaur
Çok derin. * Çöllerde, rüzgârların esmeleri sebebiyle yığılan kum tepeleri. Kumullar.
Kaus
Yaşlı, koca, ihtiyar.
Kav'
(C.: Akvâ) Erkek dişiye aşmak. * Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer.
Ka'va'
İncikleri ince olan kadın.
Kava'
Kimse olmalan ıssız yer. * İki tarafına yağmur yağıp ona yağmayan yer.
Kavabil
(Kabile. C.) Ebeler. * (Kabiliyet. C.) Kabiliyetler veya kabiliyetliler.
Kavad
Katili maktul yerine kısas etmek.
Kavadih
(Kadiha. C.) Çekiştirenler, zemmediciler, kötüleyiciler. * Çekiştirilecek ve zemmedilecek şeyler.
Kavadim
(Kadime. C.) Kuyruklar. * Kuşların kanatlarının ön tüyleri.
Kavaf
Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan.
1611
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kavafî
(Kafiye. C.) Kafiyeler.
Kavafil
(Kafile. C.) Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar. * Sıra sıra ve takım takım gönderilen şeyler.
Kavaid
(Kaide. C.) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı.
kavâid
kurallar.
Kavaid-i esasiye
Esası teşkil eden temel kaideler.
Kavaim
(Kaime. C.) Kaimeler.
Kavakiz
(Kakuze. C.) Boş maşrapalar.
Kavalib
(Kalıb. C.) Kalıplar.
Kavam
Adâlet. * Güzel ve uzun boy.
Kavanin
(Kanun. C.) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi.
kavânin
kanunlar.
Kavanin-i askeriye
Askeri kanunlar.
Kavanin-i cezaiye
Ceza kanunları.
Kavanin-i hadsiye
Hadse âit düstur ve kanunlar. (Bak: Desâtir)
Kavanin-i ilâhiye
İlâhî kanunlar. Şeriat. (Bak: Şeriat)
Kavari'
(Karia. C.) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime. * Şiddetli esen rüzgârlar. * Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler.
Kavarir
(Karure. C.) Gözbebekleri. * Şişeler.KAVAS : Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar.
Kavasıf
(Kasıf. C.) Şiddetli esen rüzgârlar. Fırtınalar.
Kavasım
(Kasım. C.) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler.
Kavayim
Davarın ayakları. * Evin direkleri.
1612
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kavb
Kesmek. * Çukur kazmak.
Kavd
Boy uzunluğu. * At sürüsü.
Kavda
(C.: Kud) Uzun boyunlu kadın.* Alt dişlerin uzun başlısı.
Ka've
Evin ortası.
Kaveme
"(Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere ""Sübhâne Rabbiyel Azim"" diyecek kadar durmak."
Kavf
Bir kimsenin peşinden gitmek. * Ense saçı.
Kâvî
(Key. den) f. Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci.
kavî
kuvvetli.
Kavi
Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü. * Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed.
kavil
söz, sözleşme.
Kavim
(Bak: Kavm)
kavim
aynı ırka mensub olanların oluşturduğu topluluk.
kavis
yay, eğri.
Kavisname
f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser.
Kâviş
f. Eşme, kazma.
Kâvişger
f. Kazıcı, eşici, kazan.
Kaviyyen me'mul
Çok kuvvetle ümid edilen.
Kaviyyen
Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak.
kaviyyen
kuvvetle.
Kâviyyet
Yakıcılık, dağlayıcılık.
Kaviyy-ül bünye
Bünyesi sağlam olan. Sağlam vücutlu.
Kaviyy-ül iktidar
İktidarı kuvvetli.
Kavkaa
Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu.
Kavkah
Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi.
1613
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kavkal
Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu.
Kavl
Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham.
kavl
söz.
Kavlen
Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak.
kavlen
sözle.
Kavl-i leyyin
Yumuşak söz. Sert olmayan söz. Enâniyetli olmayan söz.
Kavl-i mücerred
Delilsiz söz.
Kavl-i râcih
Daha makbul ve daha önde olan söz, kanaat, fikir.
Kavl-i resul
Hadis.
Kavl-i şârih
Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü.
Kavlî
Sözle alâkalı. Söz niteliğinde.
kavlirâcih
üstün bulunan söz.
Kavliyyat
Kaviller, kuru lâflar, boş sözler.
Kavm
(Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak.
kavm
kavim, aynı ırka mensub olanların oluşturduğu topluluk.
Kavm-i mahsur
Nüfusu yüz kişiden az olan köy halkı.
Kavmî
Kavme âit, kavimle alâkalı.
Kavmiyet
Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri.
kavmiyet
kavimlik.
kavmiyetçilik
ırkçılık, olumsuz milliyetçilik.
Kavmiyetçilik
İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye)
1614
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kavmiyeten
kavim olma bakımından.
Kavnes
(C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi.
Kavra
Geniş yer.
kavs
yay, eğri.
Kavs
Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı.
Kavsaf
Kadife.
Kavsarra
Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü.
Kavseyn
İki yay.
kavseyn
iki yay.
Kavs-ı kuzah
(Kavs-i kuzeh) Gök kuşağı. Alâim-i semâ. Ebem kuşağı.
kavsıkuzeh
gökkuşağı.
Kavsî
Yay biçiminde olan, yay gibi olan.
Kavs-pare
f. Küçük yay, küçük kavs.
Kavt
İhtiyaç miktarı yemek vermek.
Kavvad
Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz.
kavvâd
günaha vasıta olan.
Kavval
(Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi.
Kavvam
Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden.
Kavvas
(Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu.
Kavz
Bozmak. Yıkmak.
Kay'
Kedi, sinnevr.
kay
kusuntu.
Kay
Yağmurlu hava.
Kay'am
(C.: Kayâım) Kedi.
1615
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kayane
Demircilik.
Kayasire
(Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları.
Kayd
Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart.
kayd
yazma, bağ.
Kaydahr
Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve.
Kaydehur
Yaramaz huylu.
Kaydetmek
Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak.
Kayd-ı hayat
Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe.
Kaydiyye
Deftere kaydetme ücreti.
Kaydum
Her nesnenin önü.
Kayh
(C.: Kuyuh) İrin.
Kayıd
"(C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen ""kösem"" dedikleri koyun."
Kayıf
Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi.
Kayım
Durucu, duran. * Kılıç kabzası.
Kayın
Kadının veya kocanın erkek kardeşi.
Kayınço
Kayın. Kayınbirader.
Kayısa
(C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer.
kayıt
yazma, bağ.
Kayile
(Bak: Kaylule)
Kayka'
Tavuk avazı, tavuk sesi.
Kaykaban
İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç.
Kayl
(C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek.
1616
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kaylule
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu.(Re'fet, $ âyet-i celilesindeki $ kelimesinin mânasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete uğratmamak için yazılmıştır. Uyku üç nevidir:Birincisi: Gayluledir ki, ""fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır."" Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine Hadisçe sebebiyet verdiği için, hilâfı Sünnettir. Çünkü; Rızk için sa'yetmenin mukaddematını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa'ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.İkincisi : Feyluledir ki, ""İkindi namazından sonra mağribe kadardır."" Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlud, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevi cihetiyle de o gün hayatının maddi ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku Sünnet-i Seniyyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için Sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül-Arabta vakt-üz-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tâtil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku, hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü: Yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızk için çalışmak müddetine, yine bir
1617
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor. L.)" kaylûle
öğle uykusu.
Kayn
(C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle.
Kaynan
At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.
Kaynata
Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder.
Kays
Düşmek, sukut.
kayser
Bizans imparatorunun lâkabı.
Kayser
Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı.
Kayserî
f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik.
Kaysum
Marsama denilen ot.
Kaytas
Balina balığı. * Kadırga balığı.
Kaytun
(C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne.
Kaytus
Bir yıldız kümesi.
Kayy
Fakirlik.
Kayyım
"İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim."
Kayyime
Müstakim, âdil. Çok değerli.
Kayyum
"Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.(... Sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada $ sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor.
1618
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelâl'e dayanıyorlar; kıyamları onunladır... Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette $ sırriyle, uçları bağlıdır. Eğer o nurani nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhâl ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır; bu da ötekine; o da ona... gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.İşte bütün böyle silsilelerin müntehâları; elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar. L.)" kayyum
toplayıp ihsan eden.
Kayyûm
yarattıklarını varlık âleminde tutan Allah.
Kayyumiyet
Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum)
Kayyûmiyet
Kayyumluk.
Kayz
Yaz mevsiminin en sıcak zamanları.
Kâz
(Gâz) f. Makas.
Ka'z
Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi.
Kaz'
Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek.
1619
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kaza
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. * Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak. * Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi. * Hâkimlik, hâkimin hükmü. * İstemeden yapılan zarar. * Hükmeylemek, hüküm. * Bir şeyi birbirine lâzım kılmak. * Beyan eylemek. * Ahdini yerine getirmek. * Ödemek, edâ etmek. * İcab. * Ölüm. (L.R.) * Şeriat hâkimi olan Kadı'nın hükümetinin hududu olan memleket. (Yâni, eskiden bir hâkimin şeriat şeriat namına da'valara baktığı memlekete ""kaza merkezi"" denirdi.)Fık: İnsanlar arasında vuku bulan dâva ve muhasamayı şer'î hükümler dairesinde fasletmek, halletmek.(Fetvanın kazadan farkı, mevzuu âmdır; gayr-i muayyendir, hem mülzim değil. Kaza ise; muayyen ve mülzimdir.)"
Kaza'
Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak.
kazâ
zarar veren olay.
Kazaa
Bulut parçası.
Kazab
Katılık, şiddet.
Kazabe
Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar.
Kazaen
Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde.
Kazaet
Ayıp, âr. * Fesad.
Kazaha
(Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri.
Kaza-i hâcet
İhtiyacını gidermek. * Büyük abdest bozmak.
Kaza-i şehvet
Şehvet ihtiyacını gidermek. Cinsî münasebet (ki, insanlar arasında nikâh olmadıkça haramdır.)
Kazaî
Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait.
Kazak
Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri.
1620
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kazal
(C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı.
Kazam
şey.
Kazan (kevzân)
Semiz şişman kimse.
Kazan kaldırmak
t. Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (O.T.D.S.)
Kazanfer
(Bak: Gazanfer)
Kazar
Kirlenme, pislenme.
Kazara
f. Kazâ olarak. Rastlayarak.
kazârâ
kaza olarak.
Kazaret
Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli.
Kazasker
"İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de ""Çandarlı Kara Halil""dir."
kazasker
ilimde bir rütbe.
Kazaya
(Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler.
kazâyâ
kaziyeler, hükümler.
Kazaya-yı makbule
(Bak: Kaziye-i makbule)
Kazaz
Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne.
kazâzede
kazaya uğramış
Kaza-zede
Kazaya uğramış, başına felâket gelmiş.
Kazb
Çok nikâh.
Kazbe
(C: Kuzub) Yonca otu.
Kâze
Uyluk dibi.
1621
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kazef
Irak, baid, uzak.
Kazein
Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler.
Kazel
Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân)
Kazem
Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık.
Kazer
Nezafetsizlik, temiz olmamak.
Kazez
Pire.
Kazf (kazâfe)
(C.: Kızâf) İncelik, zayıflık.
Kazf
"Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna ""kazf-ı muhsenat"" da denir. (Bak: Kebair)"
kazf
namuslu kadına iftira.
Kazh
Atmak, saçmak.
Kazıb
(C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen.
Kâzım
Öfkesini yenen, meydana vurmayan.
kâzım
öfkesini yenen.
Kazım(a)
Kemirici hayvan.
Kâzıme
(C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir.
Kâzımîn-el gayz
Öfkesini yenenler.
Kâzımûn (kâzımîn)
Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler.
Kazıye
Ölüm.
Kazi
(A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren.
Kazib
Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse.
kâzib
yalancı.
Kâzib(e)
Yalancı. Yalan söyleyen.
Kazife
Sövdükleri söz. * Attıkları nesne.
1622
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kazim
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa.
Kazime
(Bak: Kâzıme)
Kaziye (kaziyye)
Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet.
kaziye
hüküm.
Kaziye-i bedihiyye
"Man: Delil ile isbata muhtaç olmaksızın, aklın cezmen hüküm ve tasdik eylediği hüküm. Bu iki kısma ayrılır:1- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye: Aklın hârice danışmayarak ve havassın (hislerin) tavassut ve yardımına muhtaç olmayarak tasdik eylediği kaziyeye denilir ki; akıl mücerret mevzu ve mahmulünü tasavvur edince beyinlerindeki nisbeti hükmiyeyi cezmen tasdik ediverir ve bunlara Ulum-u müteârife denir. Bu da ya evveliye veya fıtriyye olur.2- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye-i evveliye: Aklın mücerret tarafeyni tasavvur ile beynindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ettiği kaziyyeye denir. (L.R.)"
Kaziye-i bedihiyye-i fıtriyye Man: Aklın tarafeyni tasavvur ederken zihinde hâzır olan bir hadd-ı vasat vâsıtası ile nisbet-i hükmiyyeyi cezmen tasdik eylemesinden ibaret olan kaziyyeye denir. Kaziye-i cehliyye
Man: Esası cehl üzere mebni olan bâtıl kaziyyedir. (L.R.)
Kaziye-i cüziyye
"Man: Hükmü, mevzuun bazı efradına şamil olan kaziye. ""Bazı şeyler serttir."" gibi."
Kaziye-i hamliyye
"Man : Mahmulün (yâni, haberin), mevzua (yani mübtedaya) sübut veya nef'i ile hükmü hâvi olan kaziyye. Tabir-i diğerle: Mahmulün mevzua kayıtsız ve şartsız olarak isnad olunduğu kaziyyeye denir. ""Dünya fânidir"" gibi."
1623
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kaziye-i ihtimaliyye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Man: Bir şeyin olması veya olmaması mümkün olmak ihtimâli üzerine bina olunan kaziyye.
Kaziye-i külliye
"Man: Hüküm mevzuunun cemi efradına şâmil olan kaziyye. ""İnsanların cümlesi nâtıktır"" gibi."
Kaziye-i ma'dule
"Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. ""Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir"" gibi."
Kaziye-i mahkûmun bihâ Kaziye-i mahsusa
(Bak: Kaziye-i muhkeme)
"Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. ""İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir"" gibi."
Kaziye-i makbule
Kabule mazhar olmuş hüküm ve iddia. İtimad edilir zâtların söyledikleri ve bu itimada binâen kabul edilen kaziyye.
Kaziye-i meşhure
Man: Herkesce sâbit olduğu hasebiyle hükmolunan kaziyye.
Kaziye-i mevhume
Man: Mâkul işler üzerine kuvve-i vâhimenin hükmeylediği kâzib kaziyyedir.
Kaziye-i muhayyele
Man: Kizb olduğu mâlum iken nefsin ya münbasit ya münkabız olduğu kaziyye. Hayali olan hüküm.
Kaziye-i muhkeme
"Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna ""Kaziye-i mahkumun bihâ"" da denir. (Bak: Muhkem kaziyye)"
Kaziye-i mutlaka
Man: Hiçbir ihtimâl gösterilmeyip, bir şeyin şöyle olduğuna veya olmadığına açıktan açığa hükmolunan kaziyye'dir.
1624
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kaziye-i mümkine
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mümkün olan hüküm, kaziyye.(Meselâ: Kim iki rekât namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır. İşte iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rekât namazda bu mâna külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler vukuu bilfiil dâimi ve külli değil, zira kabulün madem şartları vardır. Külliyet ve daimilikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır, veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet ise, imkân itibariyledir... S.)
Kaziye-i nazariyye
Man: Aklın bir delil ile tasdik eylediği kaziyye. Delilinin mukaddematı yakiniyyattan ise, yakiniyye'dir ve illâ zanniye olur.
Kaziye-i sâlibe
"Man: Mevzuun mahmulünden selbiyle hükmolunan, yâni; bir şeye nefi ile hükmeyleyen kaziyye'dir. ""Kamerin ziyası kendinden değildir"" gibi."
Kaziye-i şartiyye
"Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir."
Kaziye-i şartiyye-i muttasıla Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.) Kaziye-i şartiyye-i münfasıla Man: Mahmulü birden fazla olmakla bu mahmulllerin biri elbette mevzua isnad olunmak lâzım geldiğine hükmolunan kaziyyedir. (Adet ya tektir, ya çifttir) gibi. Kaziye-i taklidiyye
Man: Mücerred. Başkasından duymakla hükmolunan kaziyye.
Kaziye-i yakîniyye
Man: Yakîni ifade eden kaziyyeye denir. Ya bedihiyye veya nazariyye olur.
1625
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kaziye-i zanniye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Man: Karineler ve emârelerden alınmış olan kaziyyeye denir ki; akıl galip zan ile hüküm eylerse de, onun nakzını dahi tecviz eder, bu cihetle zanniyatın cümlesi nazaridir."
Kaziye-i zaruriyye
Man: Tasdikat-ı akliyyeden olmakla zıddı mümkün olamıyacak surette kat'i olan bir nevi kaziyyedir.
Kazi-yül hâcât
Bütün ihtiyaçları yerine getiren Allah (C.C.)
Kaziz
Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat.
Kazkaz
Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan.
Kazkaza
Kemiği parçalamak.
Kazm
Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek.
Kazr
Bir kimsenin peşinden gitmek.
Kazuf (kazif)
Irak, uzak, baid.
Kazulet
Kocaman.
Kazur
Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse.
Kazurat
Pislikler, süprüntüler, insan pisliği.
kazurât
pislikler.
Kazure
(C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük.
Kazuze
Maşrapa.
Kazz
Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat.
Kazzabe
Çok keskin.
Kazzafe
Sapan.
Kazzan
Pire.
Kazzaz
İpekçi. İpek yapan veya satan kimse.
Kazze
(C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı.
Ke
"f. Farsçada küçültme edatıdır. Kelimelerin sonlarına gelir. (Meselâ: ""Merdüm: Adam; merdümek: Adamcağız"" gibi.)"
1626
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Keb'
Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem.
Kebab
Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.
Kebabe
Bir ot ismi.
Kebad
İri limon.
Kebade
f. Tâlim yayı.
Kebade-keş
f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken.
Kebade-keşî
f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme.
Kebair
"(Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir günahı devamlı işleyip durmak.Namazı, orucu terketmek. Allah yolunda cihaddan kaçmak.-Anaya, babaya âsi olmak. Yalan yere şehadet veya yemin etmek.-Bir kimseyi haksız yere öldürmek. Bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya muattal bir hale koymak.-İffetli kadınlara fuhuş isnad etmek. Nemmamlık etmek.-Ribâda (fâizde) ve hırsızlıkta bulunmak. Rüşvet almak.-Yetim malı yemek.-Zina ve livata denilen günahları işlemek. Bu sayılan günahlar hülâsa edilse, ""yedi kebair""i ifade eder. Başta üçü el-iyâzü billah küfürdür. Sonrakiler ise, üzerine İlâhî ceza terettüb edip, hadd-i şer'îyi icab ettiren, açıkça ve kat'i olarak nehyedilmiş bulunan büyük günahlardır. (Bak: Mubikat-ı seb'a)"
kebâir
büyük günahlar.
Kebas (kebes)
Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması.
1627
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kebb
Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek.
Kebbah
Gönden bardak ve matara diken kimse.
Kebban
Büyük terâzi. Kantar.
Kebbe
İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek.
Kebc
Davarı durdurmak için dizginini çekmek.
Kebe
Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.
Kebed
Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi.
Kebel
Kısa.
Kebg
f. Keklik.
Kebib
Darı.
Kebicek
Kış otu.
Kebir
Büyük, âli, yüce.
kebîr
büyük.
Kebire
(Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair)
kebîre
büyük günahlar.
Kebise
Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene.
Kebit
Deve avazı. Sığır avazı.
Kebkeb(e)
f. Ayak patırtısı.
Kebkebe
Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme.
Kebl
Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.
Kebn
Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek.
Kebs
Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası.
1628
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kebse
Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu.
Kebş
(C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç.
Kebt
Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak.
Kebud
f. Mavi. Gök rengi.
Kebudfâm
f. Gök renginde olan. Mavi renkli.
Kebudî
f. Mâvilik.
Kebuter
f. Güvercin.
Kebuterân
(Kebuter. C.) Güvercinler.
Kebuter-bâz
f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse.
Kebuter-i name-ber
Posta güvercini. Mektup götüren güvercin.
Kebv (kebve)
Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek.
Kec
f. Eğri, çarpık.
Kecabe
f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan.
Kecave
f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan.
Kecbaz
f. Oyunda hile yapan.
Kecbin
f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren.
Kecçeşm
f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan.
Kecfehm
f. Yanlış anlıyan.
Kechulk
Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi.
Keckülah
f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa.
Kecmizac
f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz.
Kecnazar
f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı.
Kecnigâh
f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse.
Kecnihad
f. Aksi ve ters huylu olan.
1629
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kecreftar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Ters yürüyen. Gidişi eğri.KECREV : f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan.
Kecre'y
f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan.
Kectab'
f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi.
Keçel
f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse.
Keçeli
Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler.
Ked
f. Ev, hâne, mesken.
Keda'
Defetmek, kovmak.
Keda
Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı.
Kedad
"Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip ""benat-ul kedad"" derler.)"
Kedb
Tâze kan.
Ked-banu
f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın.
Kedd
Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama.
Keddere
Bulandırdı (meâlinde fiil).
Kedd-i yemin
El emeği.
Kede
"f. ""Mahal, ev, yer"" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi."
Kedeme
Hareket.
Keden
Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak.
Keder
Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.
keder
üzüntü.
Kederefzâ
f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici.
Kederengiz
f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren.
Kedernâk
Keder verici, kederli.
Kedeven
Palan atı.
1630
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kedh
Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz.
Kedhüda
f. Kâhya.
Kedid
Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer.
Kedin
Etli ve yağlı kişi.
Kedir (kedirâ)
İçinde hurma ıslanmış süt.
Kedkede
Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses.
Kedm
Isırma.
Kedme
Yara izi, bere.
Keds
Tez tez yürütmek.
Kedş
şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak.
Kedu
f. Kabak. * Mc: Kafatası.
Keduh
Amel ve sa'yedici, çalışan.
Kedum
Adam ısıran eşek.
Keduret
Bulanıklık. * Gam, tasa, keder.
Ke-en lem yekün
Güyâ olmadı. Sanki olmadı.
Ke-enne
(Ke-ennehu) (Teşbih edatıdır) Sanki, güyâ, öyle gibi. (Bak: İnne)
keennehu
sanki o.
Kef
Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu.
Kefa
f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet.
Kefa'
Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek.
kefâet
denklik.
Kefaet
Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş. * Fık: Evlenen erkeğin, alacağı kadına neseb, diyanet, hürriyet ve mal hususlarında müsâvi ve daha üstün olması hususu. (Bunun en mühimmi de diyânet noktasındadır.)
Kefaf
Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik.
1631
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kefaf-ı nefs
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir kimsenin ölmeyecek kadar olan nafakası.KEFALET : Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek. * Birine kefil olmak. İşini üzerine almak.
kefâlet
kefillik.
Kefalet-bit-teslim
Bir malın teslimine kefil olma.
Kefaleten
Kefil olarak. Kefillik suretiyle.
Kefalet-i bil-mal
Fık: Bir mal için kefil olma.
Kefalet-i binnefs
Birinin şahsına kefil olma.
Kefalet-i mutlaka
Huk: Bir kayıt ile bağlı olmıyan kefalet.
Kefalet-i muvakkata
Geçici bir zaman için kefil olma.
Kefalet-i nakdiye
Bir hususu te'min için depozite yatırmak suretiyle kefil olma.
Kefaletname
f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi.
Kefaret
(Bak: Keffaret)
Kefc
f. Ağızdan gelen köpük.
Kefçe
f. Kepçe.
Kefe
(Keffe) Terazinin bir gözü.
kefe
terazinin bir gözü.
Kefef
(Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları.
Kefel
Dip, ard, kıç.
Kefenbeduş
(Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış.
Kefenpuş
f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş.
Kefere
(Kâfir. C.) Kâfirler.
kefere
kâfirler.
Kefeş
(Bak: Kafş)
Kefeteyn
Terâzinin iki tarafı.
1632
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Keff
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet.
Keffaret
"(Masdar gibi kullanılıyorsa da ""keffâr"" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç. * Günahtan arınma."
keffâret
dini suçun affı ümidiyle dünyada çekilen ceza.
keffâreten
kefaret olarak.
Keffaret-i halk
Hac için ihrama girip de bir özre mebni saçlarını vaktinden evvel traş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibârettir.
Keffaret-i katl
"Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir."
Keffaret-i savm
"Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir."
Keffaret-i yemin
"Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir olamayana da üç gün muttasıl oruç tutmaktan ibârettir."
1633
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Keffaret-i zıhar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Zıhar keffareti.Keffâret-i zıharın vâcib olmasının şartı kudrettir. Muktedir olan, köle azad eder; değilse iki ay oruç tutar, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek verir. (Bak: Zıhâr)"
Keffaret-üz zünub
Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.)
keffâretüzzünûb
günahların kefareti.
Keffe
(C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası.
Keff-i yed
El çekme. Karışmama.
Kefgir
f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap.
Kefh
Karşı karşıya savaşma.
Kefi
Nazir, misil, benzer, denk, eş.
Kefil bi-t-teslim
Bir malın teslimine kefil olan kimse.
kefîl
" ""borcunu ödemezse ben ödeyeceğim"" diyen."
Kefil
(Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.
Kefit
Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet.
Kefiye
Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş.
Kefkefe
Men'etmek, engel olmak.
Kefl
Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan.
Kefn
Yün eğirmek.
kef-nûn
" Allahın ""ol"" yani ""kün"" emrindeki harfler."
Kefr
(C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye.
Kefş
(Bak: Kafş)
1634
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Keft
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek.
Keftar
f. Sırtlan.
Kefter
f. Güvercin, kebuter.
Kefur
Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen.
Keh
f. Saman. Saman çöpü.
Keha
f. Mahcub, utangaç.
Kehail
(Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler.
Keham (kihâm)
"Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca ""seyf-i kihâm""; peltek lisana ""lisan-ı kihâm""; ağır yürüyüşlü ata ""feres-i kihâm"" derler.)"
Kehanet
Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek. (İlâhi ihbârât-ı gaybiyyeye istinad etmeden, gaybdan haber vermek ve falcılık ve kâhinlik etmek dinen kat'iyyetle haramdır.)
kehânet
gelecekten haber verme.
kehânetfurûş
geleceği bilirim diyen sahtekâr.
Kehat
Büyük, semiz dişi deve.
Kehb
Koruk.
Kehd
Ayağı yere vurmak.
Kehdel
Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır)
Kehene
(Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
Kehf suresi
Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
Kehf
Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk.
kehf
mağara.
kehfmisâl
mağara gibi.
1635
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kehf-misal
Mağaraya benzer şekilde, mağara gibi sesi aksettiren.
Kehhal
Gözlere sürme süren. * Göz doktoru.
Kehib
Patlıcan.
Kehil
(Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz.
Kehila
Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın.
Kehire
Kısa boylu kadın.
Kehkah
Zayıf erkek.
kehkeş
samanyolu.
Kehkeşan
f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.)
kehkeşan
samanyolu.
Kehl
Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl)
Kehl(e)
Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit.
Kehlâ'
Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot.
Kehm
Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak.
Kehmel
Ağır ve kaba.
Kehmes
Boyu kısa olan.
Kehr (kührüre)
Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak.
Kehreba
Bir şeffaf zamk ismi.
Kehribar
Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen.
kehribar
çekme özelliği olan bir madde.
Kehrüba
"f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek ""Kehribâr"" denilir.)"
kehrübâ
kehribar.
Kehrübaî
Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan.
1636
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kehs
Bir şeyi eliyle almak.
Kehulet
(Bak: Kühulet)
Kehvare
f. Beşik.
Keib
Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)
Kej
f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi.
Kejçeşm
f. Şaşı, eğri bakışlı.
Kejdüm
f. Akrep.
Kejdümî
f. Akrep gibi, akreple ilgili.
Ke'kee
Zorla reddetmek, def'etmek.
Kekeme
t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan.
Kekre
t. Ekşi, acımtırak.
Kela
Yeşil ot.
Kelab
Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı.
Kelacu
f. Kadeh.
Ke-l-adem
Yok. Yokmuş gibi.
Kelaet
(Bak: Kilaet)
Kelah
Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı.
kelâl
bitkinlik.
Kelâl
Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak.
Kelâl-âver
f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu.
Kelâl-bahş
f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren.
Kelâlet
Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan.
Kelâl-i dil
Gönül yorgunluğu.
Kelâlib
(Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler.
1637
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kelâm
söz, ilâhî sıfatlardan biri.
Kelâm
Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir. * Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İslâmiyetin doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim. (Bak: İlm-i kelâm ve Kelâmullâh)
Kelâm-ı ahsar
En kısa ve veciz söz.
Kelâm-ı kadim
Kur'an-ı Kerim, Kadim kelâm.
Kelâm-ı kibâr
Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı.
Kelâm-ı mahrem
Gizli kelâm. Mahrem söz.
Kelâm-ı mensur
Nesir söz.
Kelâm-ı mudarî
Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
Kelâm-ı nefsî
Cenab-ı Hakk'ın lâfz, harf ve ses olmayan zâtî kelâmı. İçten konuşma.
Kelâm-ı resul
Hadis. Peygamberimizin sözü.
Kelâm-ı tünd
f. Sert söz.
Kelâmın kuyudat ve keyfiyatı
Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi
parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi. Kelâmî
Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı.
Kelâmiyyun
Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn)
Kelâmullah
"Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim. (Bak: Kur'ân)(Kur'ân başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve
1638
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhâtab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde ""Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?"" ise bak. Yalnız söze bakıp durma.Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menba'dan alır. Kur'ânın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelâm mütekellime bakıyor; eğer o kelâm emir ve nehiy ise; mütekellimin derecesine göre irâde ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddi elektrik gibi te'sir eder. Kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezâyüd eder. S.)" kelâmullah
Allah sözü.
Kelan
f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş.
Kelânî
(Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde).
Kelanter
f. Çok iri. Daha büyük.
Kelaseng
f. Sapan.
Kelave
İpek veya iplik saracak çark.
Kelb
(C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs.
kelb
köpek.
Kelbetan
f. Kerpeten.
Kelb-i akur
Azgın, saldırgan köpek.
Kelbî
Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik.
kelbiyet
köpeklik.
1639
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kelbiyyûn
dünyadan el çekmeyi ilke edinen felsefeciler.
Kelbiyyun
Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.
Kelb-ül mâ'
f. Köpek balığı. * Kunduz.
Kelce
Kile, mikyâl.
Kelde
(C.: Külud) Bir parça kaba yer.
Kele'
Ayakta olan yarıklar. * Kir.
Kele
f. Yanak.
Keleb
(C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek.
Kelebçe
Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik.
Kelef
Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi.
Kelendi
Bir para. * Sağlam ve sert yer.
Kelepçe
(Bak: Kelebçe)
Kelepir
Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık.
keler
kertenkele.
Kelfa
Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef)
Kelh
Katı yüzlülük.
Kelif
Haris kimse.
Kelil(e)
Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse.
kelîle
az gören, çakal.
Kelim
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, lâkırdılar.
kelîm
kendisine söz söylenen.
1640
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kelimat
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
kelimât
kelimeler.
Kelimat-ı nahviye
Nahv ilmine âit kelimeler. Cümle teşkilinde mânâya tesir eden harfler ve kelimeler.
Kelimat-ı takdiriyye
Takdir edici sözler.
Kelim-dest
f. Olgun kimse.
Kelime
"Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. ""Bir tek söze"" kelime denir."
kelime
sözcük.
Kelime-i hamka
Ahmakça söz.
Kelime-i menhute
"Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: ""El Hamdüllilâh"" yerine ""Hamdele"" söylenmesi gibi. ""Bismillâh"" yerine ""Besmele"" denmesi gibi."
Kelime-i şehâdet
şehâdet ifâdesini hülâsa eden (Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh) cümlesi.
Kelime-i tayyibe
Allah ve Resulullah kelâmı. Dua, niyaz ve salâvatlar gibi kelâmlar. Meselâ (Sübhânallah velhamdülillah ve Lâilâhe illâllah vallahü Ekber) kelime-i tayyibedir.
Kelime-i tevhid
"Tevhid-i İlahîyi ifade eden ""Lâilahe illallah Muhammedür Resulullah"" cümle-i kudsiyesidir. (Bak: Tevhid)(Bütün esmâ-i hüsnânın ifâde ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemaliyeye, Lâfza-i Celâl olan ""Allah"" bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri
1641
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bil'mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, Uluhiyet ünvanı sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmesi ism-i has olan ""Allah""ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve keza, ""Allah"" kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binaenaleyh ""Lâilâhe illâllah"" kelâmı, esmâ-i hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bin kelâm iken bir kelâm oluyor. ""Lâ Hâlika İllallah"", ""Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyume İllâllah"" gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor. M.N.)" kelimetullah
Allah sözü.
Kelimullah
"""Cenab-ı Hakk'ın hitab eylediği zat"" (meâlindedir). Hazret-i Musa'nın (A.S.) bir ünvanıdır. Çünkü O, Tur-u Sina'da Cenab-ı Hakk'ın kelâmını, hitabını duymak mazhariyetine erişmiştir. * Resul-i Ekrem (A.S.M.) mi'rac-ı şerifinde Cenab-ı Hak ile tekellüme mazhar olduğundan bir ismi de Kelimullah'tır."
Keling
f. Şaşı.
Kelk
f. Koltuk (insanda).
Kelkâhya
Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.
Kelkel (kelkâl)
(C.: Kelâkil) Göğüs, sadr.
Kell
(C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü.
Kella
Geminin durup demirlediği yer.
kellâ
hayır, asla!
1642
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kellâ
Öyle değil. Aslâ.
Kellab
İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse.
Kelle
f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne.
Kellepuş
f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü.
Kellit (killit)
Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş.
Kellub
(C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel.
Kelm
(C.: Külum-Kilâm) Cerâhat.
Kels
Hamle etmek. Cür'et etmek.
Kelseme
Cem'olmak, toplanmak.
Kelt
Ahmaklık. * Toplamak.
Kelul (kelâl-kelâle)
Kütelip kesmez olmak. * Göz nuru zayıf olmak. * Çocuğu ve anası olmayan şahıs.
Kelz
Cem'etmek, toplamak.
Kem göz
Kötü niyetle bakan göz.
Kem
f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir.
kem
kötü.
Kemâ biş
f. Aşağı yukarı. Takriben.
Kemâ fi-l-evvel
Evvelki gibi.
Kemâ fi-s-sâbık
Eskisi gibi.
Kemâ hiye hakkuhâ
Gereği gibi.
Kemâ hiye
(Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi.
Kemâ hüve-l-mutad
Mutad olduğu ve alışıldığı üzere.
Kemâ kâne fi-s-sâbık Eskisi gibi, eskisindeki gibi. Kemâ kâne
Eskiden olduğu gibi, eski tarzda.
Kema yenbagî
İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi.
Kemâ
"(Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) ""Gibi"" mânâsına gelir."
1643
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kemafissâbık
daha önce geçtiği gibi.
Kemâ-hüve
(Bak: Kemâ hiye)
Kemain
(Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar.
Kemakl
(Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh.
Kemal
Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş.
kemâl
olgunluk, erginlik, tamlık.
Kemalât
"(Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.(Mâdem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemalâtın lem'alariyle parlar geçer; o nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudât dahi, hüsün ve cemal ve kemalin lem'alarıyla muvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır... S.)"
kemâlât
kemâller, olgunluklar.
Kemalât-perver
f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi.
Kemal-i dirayet
Dirayetin son derecesi.
Kemal-i ihtimam
Son derece dikkat ve ihtimâm.
Kemal-i metanet
Tam sağlamlıkla, sarsılmadan.
Kemal-i rahmet
Rahmet ve merhametin nihayet kemalde olması.
Kemal-i vüsuk
Tam bir itimad ve inanç.
1644
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kemâlî
kemâlle ilgili.
Keman
f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman.
Keman-dâr
f. Yay tutan, yay tutucu.
Kemane
f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun.
Keman-ebru
Kaşları yay gibi olan. Keman kaşlı.
Keman-ger
f. Yay yapan san'atkâr.
Kemanî
f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı.
Keman-keş
f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken.
Kem-asl
f. Aslı ve nesli bozuk.
Kem-ayar
f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp.
Kem-baha
f. Kıymetsiz, değersiz, âdi.
Kem-baht
f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız.
Kem-bidaa
f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş.
Kemc (kemh)
Atı dizgini ile durdurmak.
Kem'e
Yer mantarı.
Kemed
Gam, tasa.
Kemenan
(Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular.
Kemençe
f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti.
Kemend
f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * Güzelin saçı.
Kemer
f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı.
kemer
kavisli yapı, kuşak.
1645
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kemerbend
f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş.
Kemerbeste
f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan.
kemerbeste
kuşak bağlamış, hazırlanmış.
Kemerbeste-i ubudiyet Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi) Kemerdece
Yab yab yürümek.
Kemergâh
f. Kemer takılan yer. Bel.
Kem-fehm
Anlayışı kıt. İdrâki az.
Kemgû
f. Az konuşan. Az söyleyen.
Kem-güftar
f. Az konuşan. Az söyliyen.
Kemh
Gözsüzlük.
Kemha
f. Bir cins ipek kumaş.
Kem-harf
f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi.
Kem-havsala
f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse.
Kemî
(C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver.
Kemi'
Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer.
Kemin
f. Pek küçük, çok ufak. Çok az.
Kemine
Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik.
Kemingâh
f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer.
Kemingüşa
Pusu kuran. Tuzak kuran.
Keminsaz
f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan.
Kemiş
Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun.
Kemişe
Küçük emzikli deve.
Kem-iyar
f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş.
Kemiyet
(Bak: Kemmiyet)
1646
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kemiyet
nicelik.
kemiyeten
nicelik bakımından.
Kemiyy
Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ.
Kemkadr
f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı.
Kemkaim
f. Anlayışsız. İdrakten âciz.
Kemkâm
Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu.
Kemkıymet
f. Değersiz, kıymetsiz.
Kemlul
Yabâni hıyar.
Kemmen
Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca.
Kemmî
Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.
Kemmiyat
(Kemmiyet. C.) Kemiyetler.
Kemmiyet
(Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş.
Kemmun
Kimyon.
Kemn
Gizlemek, gizlenmek.
Kemnam
f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz.
Kemne
Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı.
Kempaye
f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan.
Kemra
f. Mandıra, ağıl.
Kemre
Gübre. * Pul pul kalkmış deri.
Kemsal
f. Genç. Yaşı küçük.
Kemsere
Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek.
Kemsuhan
f. Az konuşan. Az söyleyen.
Kemş
Kesmek.
kemter
âciz, fakir, hakir.
1647
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kemter
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik.
kemterâne
acizce, aşağıca.
Kemterane
f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette.
Kemterîn
f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik.
Kemy
Gizlemek, ketmetmek.
Kemyab
Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan.
Kemzeban
f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi.
Kemzede
f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
Kemzen
f. Tâlihsiz, şanssız.
Ken
"f. ""Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken."" anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi."
Ken'
(C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak.
Kena'
Parmakların sinirleri çekilip yumulmak.
Ken'ad
(C.: Kenâıd) Balık kılçığı.
Kenain
(Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar.
Kenais
Keniseler, kiliseler.
Kenak
f. Karın ağrısı. Buruntu.
Ken'an
Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi.
Kenane (kinâne)
(C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap.
Kenar
f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma.
Kenare
f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel.
Kenar-gir
f. Fıçı çemberi.
1648
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kenar-ı âsmân
Ufuk.
Ken'at
Bir balık cinsi.
Kenaz
Zahire vakti.
Kenb
İş yapmaktan ellerin iri iri olması.
Kenbur
(Kenbure) f. Yalan, hile.
Kend
Kesmek, kat'etmek. * Bir kimsenin nimetini ve iyiliğini bilmeyip inkâr etmek.
Kende
f. Hendek, çukur. * Biçilmiş, kesilmiş. * Kokmuş, ağır kokulu.
Kende-hâye
"f. ""Hayası kesilmiş: Hadım ağası."
Kendeş
Bir nevi devâ.
Kendide
f. Kokmuş.
Kendu
f. Epey genişçe toprak.
Kenduc
Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda.
Kendure
f. Peşkir. * Deriden yapılmış büyük sofra.
Kendüm
f. Buğday.
Kene
Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek.
Kenef
(C.: Eknâf) Yön, taraf. * Sığınılacak yer. Korunulacak mekân. * Tuvâlet, helâ, ayakyolu.
Kenehbül
Bir cins ağaç.
Kenehver
Büyük beyaz bulut.
Kenet
(Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.
Kenf
Hıfzetmek. * Örtmek, setretmek.
Kenfile (kenfelik)
Kaba ve uzun sakal.
Kenif
(C.: Künüf) Hıfzedici, koruyan. * Örtücü. * Kalkan. * Deve ağılı. * Ayakyolu, tuvalet.
1649
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kenin
Örtülü, gizli, mahfuz.
Kenisa
(Kenise) (C.: Kenâis) Kilise.
Keniz
f. Esir kadın. Hayalık, câriye.
Kenizek
f. Küçük cariye.
Kenker
Enginar.
Kenn
Örtülüp gizlenme.
Kennas
Süpürgeci.
Kenne
(C.: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı.
Kennî
(C.: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan.
Kens
Süpürge ile süpürme.
Kenta
Bir ot cinsi.
Kental
Fr. Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi.
Kenud
Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud. * Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi. * Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın. * Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri. * Kölesini, uşağını çok döven kimse. (E.T.)
Kenz suresi
Fâtiha Suresi.
Kenz
Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler.
kenz
hazine, define.
Kenz-i mahfî
Gizli hazine.
Kenzülarş
önemli bir bir dua.
Kepade-keş
f. Okçuluğa yeni başlıyan.
Kepan
f. Büyük terazi.
1650
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kepaze
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan. * Tâlim için kullanılır yay.
Kepenek
f. Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek.
Ker'
(C.: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek. * Yağmur suyu. * (Kız) erkek istemek.
Ker
f. Sağır, işitmez. * Kudret, kuvvet. * Maksad ve meram.KERA' : Baldırları ince olmak. * Yağmur suyu.
Ker'a
Çocuk seven kadın.
Kera
Uyku, nevm.
Kerabis
(Kirbâs. C.) Kumaşlar. Bezler.
Kerad(e)
f. Yırtık ve eski elbise.
Kerahe
(Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet.
Kerahet vakti
Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti.
kerâhet
çirkinlik.
Kerahet
İğrenme, iğrençlik, mekruh oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. * İstenmiyerek, zorla. *Fık: Şer'an yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. (Bak: Mekruh)
Keraheten
Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek.
Kerahiyyet
Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli.
Keraih
(Kerihe. C.) Nefret edilecek ve iğrenç şeyler.
Keraker
f. Kuzgun. * Karga.
Keramat
(Keramet. C.) Kerametler.
kerâmât
kerametler.
Kerame
İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak.
Keramend
f. Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste.
1651
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Keramet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama.
kerâmet
Allahın izniyle velîlerin gösterdikleri harikalar.
Keramet-i aleviye (r.a.)Hz. Ali Efendimize âid keramet. (Bak: Kaside-i Ercuze) Keramet-i ilmiye
İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet. *İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübelerle ve harika eserleri ile sâbit ve müsellem olarak bir ferd-i ferid-i zaman hâlinde zuhur ve iştihar eden ender evliyâullahtan vücuda gelen ve zuhur eden, nur-efşân, hikmetfeşan ilmi kerâmet, ilmî harika. (Z. Gündüzalp)(Velilerde zuhur eden kerametler de Peygamber'in (A.S.M.) Hak olduğuna bir delildir. Çünkü bu veliler ona tabi' olmakla böyle harika hâllere mazhar olurlar. Ş.)
Keramet-i kevniye
"Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerinden kilitli muhkem bir hücresinde hapis olan bir zatın, orada ibadet ve taatla meşgul olduğu bir zamanda görüldüğü halde, aynı zat aynı zamanda çarşıda halk arasında veya câmide görülmesi ve bir zâta şiddetli ve kesretli zehirlemelerle su-i kasdlar yapıldığı halde, ona zehir tesir etmemesi ve ona düşmanları tarafından kurşun isâbet ettirilememesi ve tayy-ı
1652
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mekân ve bast-ı zaman gibi hârika hallere mazhar olması gibi hadiselere o zatın ""keramet-i kevniyesi"" denilmektedir. Bu gibi hârika haller Cenab-ı Hak indinde ve Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanında makbul ve mahbub olan ender velilerde zuhur eder. (Z. Gündüzalp)" kerâmetkârâne
kerametli bir şekilde.
kerâmetvârî
keramet gibi.
Keran tâ keran
Bir uçtan bir uca.
Keran
f. Kenar, uç, âhir, son, nihayet.
Kerar
Arap kadınlarının takındıkları boncuk.
Keraris
(Kürrâse. C.) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları.
Keras
Hilyon ve marulca dedikleri ot.
Keraste
f. Kereste.
Kerb
(C.: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak. * Dar etmek. * Yakın olmak. * Gam, tasa, keder, endişe.
Kerbe (kürbe)
Gam, tasa, endişe.
Kerbelâ
Hazreti Hüseyinin şehit edildiği yer.
Kerbela
Irakta Seyyid-üş şühedâ Hz. İmam-ı Hüseyin Efendimizin (R.A.) meşhed-i mübârekleri olan yer.(Cibril var haber ver Sultân-ı Enbiyâya.Düşdü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâya) (Kâzım)
Kerbele
Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek. * Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması.
Kerd
Sürmek. * Def'etmek, kovmak. * Boyun.
Kerdem
Şişman ve kısa boylu olan adam.
Kerdeme
Kısa düşman.
Kerdese
Bağ, kayd. * Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü.
1653
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kereb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kova bağladıkları ip. * Suyu yatıp ağızla içmek. * Hurma ağacının kökü.
Kerebbe
Yaz günlerinde kumlu yerlerde biten bir ağaç adı.
Kerebe
(C.: Kirâb) Suyun aktığı yer.
Kerefs
Kereviz otu.
Kerem etmek
Müsâade etmek, lutfetmek. Razı olmak.
Kerem
"Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenab-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî kasdedilmiş olur. * İnsan hakkında vasıf sureti ile zikrolunursa; mehasin-i ahlâk ve ef'âl kasdolunur."
kerem
iyilik, lütuf, ikram, değer.
Keremgüster
f. Cömert, mükrim, kerem sâhibi.
Keremkâr
f. Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan.
keremkâr
keremli.
keremkârâne
keremlice.
keremnâmdâr
keremiyle tanınan.
Kerempe burnu
Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.
Kerempe
Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı. * Dağın en yüksek yeri, tepesi. * Geminin baş tarafı.
Keremperver
f. Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim.
Kerev
f. Örümcek, ankebut.
Kerevet
Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer.
Kerf
Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması.
Kerh
Bağdat şehrinde bir mevziin adı.
1654
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kerhen
istemeyerek.
Kerhen
İstemiyerek, tiksinerek, zoraki.
Kerî
f. Örümcek ağı. * Sağırlık, duymazlık, işitmezlik.
Keribe
(C.: Kerâyib) Katı, sert.
Kerih
İğrenç, tiksindirici. * Muharebe ve cenkte olan şiddet. * Pis, çirkin, fena şey. * Nefse kerahetlik vercek kabahat.
kerîh
tiksindirici.
Kerihe
(C.: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey.
Kerihet
Harpte şiddet. * Zahmetli ve meşakkatli olan.
Kerih-ül manzar
Görünüşü ve manzarası çirkin ve iğrenç.
Kerih-ün nefes
Nefesi ve ağzı pis kokan.
Kerim
"Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)"
kerîm
kerem sahibi.
Kerimane
f. Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde.
kerîmâne
kerimce.
Kerime
Kız evlâd. * Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli. * Güzide, seçkin, kıymetli şey. * Vücudun kıymettar yerlerinden her biri.
kerime
kız evlat.
kerîmiyet
kerîmlik.
Kerir
Boğulmuş ses gibi bir ses.
Keriş
(C.: Küruş) İşkembe.
Keriyy
Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.)
1655
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Keriz
Yoğurtan yapılan keş.
Kerkeç
Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.
Kerker
Karındaş sığır.
Kerkere
Tavuğa çağırmak. * Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması.
Kerkes
f. Akbaba (kuş).
Kerkese
Tereddüt etmek, karar verememek.
Kerküz
f. Delil, işâret, alâmet.
Kerm
(C.: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu.
Kermarik
Ilgın ağacının koruğu.
Kerme
Etli ve yuvarlak olan uyluk başı.
Kernaf
(C.: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.)
Kernafe
(C.: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları.
Kernebe
Zengin kadın.KERR : Çekilerek yeniden hücum etmek. * Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek. * Devlet. * Gemi halatı. * Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.
Kerr u ferr
Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek.
Kerram
Bağcı.
Kerrar
Harpte, çekilip tekrar saldırmak. Döne döne saldırmak.
kerrât
defalar.
Kerrat
Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli.
Kerraz
Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç.
Kerre
Bir defa. Bir adet. Bir.
kerre
defa.
kerremallahuveche
Allah yüzünü ak etsin.
1656
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kerremallahu-vechehu Allah vechini mükerrem kılsın, meâlinde dua olup Hz. Ali (R.A.) hiç putlara secde ve ibadet etmediği ve çocukluktan beri Allah'a secde ettiğinden, onun ismi anıldığında hürmeten söylenir. (Bak: Aliyy-ül Murtaza) Kerretan
Sabah ve akşam.
kerrûbî
büyük melek.
Kerrubî
Meleklerin büyüğü.
Kerrubiyyun
(Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyun'dur.
kerrûbiyyûn
büyük melekler.
Kerrus
Büyük başlı.
kerrüfer
çekilip yeniden saldırma.
Kers
Kadının hayız görmesi. * Cebretmek, zorlamak.
Kerş
Karın. * İşkembe. * Topluluk, cemaat. * Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı.
Kerşa
Karnı büyük kadın. * Parmakları kısa düz taban.
Kerşeb
Yaşlı, ihtiyar. * Hali kötü olan kimse. * Kalın ve uzun nesne. * Arslan. * Çok yiyen, obur.
Kerub
Allah'a en yakın olan melekler.
Kerubiyyun
(Bak: Kerrubiyyun)
Kerv
Top oynamak. * Kapı içini taş ile örmek.
Kervan
(C: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu.
kervân
topluca yolculuk edenler kafilesi.
1657
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kervansaray
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Büyük yollarda kervanların konaklamalarına mahsus büyük hanlar. (Selçuklular ve Osmanlılar devrinde hayır eseri olarak yaptırılmışlardı.)
Kery
Kazmak.
Keryan
Uyuyan kişi, nâim.
Kerye
Tam olmak, tamam olmak.
Ke's
Çanak. * Kadeh. Dolu kadeh.
Kes
f. İnsan. Kişi.
kes
kimse.
Kes'
Uzun olmak. * Çok olmak.
Kesad
Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik.
kesâd
durgunluk.
Kesafet
Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
kesâfet
yoğunluk.
Kesafet-i nüfus
Nüfus çokluğu, nüfus yoğunluğu, nüfus kalabalığı.
kesâlet
tembellik, uyuşukluk.
Kesalet
Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet.
Kes'am
Pars (canavar).
Kesan
f. Adamlar. İnsanlar. Kişiler.
kesân
kimseler.
Kesane
f. İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette.
Kesb
Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. * Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi.
kesb
kazanma, edinme, işleme.
1658
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kesb-i kudret
Kudret ve kuvvet kazanma.
Kesb-i muârefe
Bir mevzuda çalışarak ihtisas sahibi olmak. Birbinini tanımak ve alışmak.
Kesb-i servet
Para kazanma.
Kesb-i şer
şerli bir işi işlemek veya o işe âlet olmak yahut da tarafdar olmak.
Kesb-i vukuf
Haberi olma. Vukuf sahibi olma. Bilgi edinme.
Kesbî
Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan.
kesbî
kesble ilgili.
Kesd
Davarı üç parmakla sağmak. * Bir şeyi dişiyle kesmek.
Kes'e
Bitmek. * Yüksek olmak.
Kese
Kısa yol, kestirme yol. * Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise)
kese
kısa yol, para torbacığı.
Keseb
Yakınlık, kurbiyet.
kesel
tembel.
Kesel
Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık.
Keselan
Tembellik. Yorgunluk. Uyuşukluk.
Ke'sen dihak
(Kulpsuz) dolu kadehler.
Keser
Hurma çiçeği.
Keses
Alt dişleri çenesiyle çıkmak. * Dişleri kısa olmak.
Kesf
(Güneş veya Ay) ışığını kesme. * Görünmez olma. * Kesmek. * Yaramaz olmak.
Kesh
Aksaklık.
Kes-i bîkesan
Kimsesizlerin yardımcısı.
Kesî
f. Bir kimse.
1659
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kesib
Kum tepesi.
Kesid
Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı.
kesîf
katı, yoğun, mat.
Kesif
Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan.
Kesil (keslân)
(C.: Küsâlâ) Tenbel kimse.
Kesir
(C: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış.
kesîr
çok, bol.
kesir
kırılmış.
Kesir-ül ahbâb
Tanıdıkları, bildikleri çok olan.
Kesir-ül evlâd
Çocukları çok olan. Evlâdı kesir olan.
Kesir-ül mâl
Malı mülkü çok olan. Serveti fazla olan. Zengin.
Kesir-ül vuku'
Sık sık olan, çok vuku bulan.
Kesis
Titremek. Deprenmek. * Eğrilik.
Kesisa
Avcıların tuzağı.
Keskese
Söylerken sin'i kef'e tebdil edip sin yerine kef okumak. * Çabuk kesmek.
Keslan
Uyuşuk, tembel, gevşek. Yorgun.
Kesm
(C: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak. * Çok miktar atlar.
kesr
kırma.
Kesr
Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak. * Mat: Bir bütünün parçalarından her biri.
Kesra
(C: Ekâsire) Acem meliklerinin lâkabı.
Kesre
"Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi ""İ"" veya ""I"" diye okutan ve bir adı da ""esre"" olan işâret."
Kesre-i hafife
"""İ"" diye okunan kesre."
Kesre-i sakile
"""I"" diye okunan kesre."
1660
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kesret
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)(Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik eder. M.)(...Hem bütün âlemlerin Rabbi kesret tabakatında vahdaniyeti ilân etmek istemesine mukabil; en azamî bir derecede bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure O Zâttır. S.) (Bak: Tefekkür)"
kesret
çokluk, bolluk.
Kesret-i etba'
Tâbi olanların çokluğu. Tarafdarların kesretli oluşu.
Kesret-i nukud
Para çokluğu.
Kesr-i âdi
Ondalık olmayan kesir. Bayağı kesir. Meselâ: 3/8, 7/20 gibi.
Kesr-i âşâri
Ondalık kesir. Mahreci (paydası) 10 veya 10'un her hangi bir kuvvetinden ibaret olan kesir. Meselâ: 0,15 - 0,007 gibi.
Kesr-i hâtır
Hatır kırma.
Kess
Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması.
Kessare
Çoğaltan. Artıran.
Kestel
itl. Küçük kale. Hisarcık.
Kesub
Çok kazanan ve kesbeden.
keş
" ""çeken"" mânâsında son ek."
Keş
f. (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş $ : Cefâ çeken. Esrar-keş $ : Esrar çeken, esrar içen serseri.
Keş'
Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak.
Keşah
Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.)
Keşakeş
f. Münâkaşa, çekişme. * Keder, hüzün, tasa, gam.* Sıkıntı, felâket, ıztırab. * Tereddüt, kararsızlık. * Pehlivanların birbirleriyle
1661
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mücâdeleleri. * İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. Keşan ber keşan
Çeke çeke, zorla sürükleye sürükleye götürerek.
Keşan keşan
f. Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek.
Keşan
(Keş. C.) f. Çekenler, çekiciler. * Çeken, çekerek. Çeke çeke.
Keşaverz
f. Ekinci, çiftçi. Ekinlik.
Keşe'
Kebap yapmak. * Yemek. * Çok dolu olmak.
Keşef
Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması.
Keşende
"f. ""Çeken, çekici"" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) * Dayanan, tahammül eden, mütehammil."
keşf
açma, bulma.
Keşf
Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
keşfelkubûr
ölünün kabirdeki durumunu bilme.
Keşf-i râz
f. Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. * Sır toplamak, casusluk etmek.
Keşfî
Keşifle alâkalı.
keşfirâz
sırrı ortaya çıkarma.
Keşfiyat
"(Keşf. C.) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler. * Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin dersi ile ferd-i ferid-i a'zam makamının zirve-i âlisine yükselen büyük hâdinin vâkıf oldukları mâziye, hâle, istikbale
1662
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müteallik, kevni, mânevi sırlar, keşifler. (Z. Gündüzalp)(S ""Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hâzıra eski insanlara meçhul ve gayr-i me'luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır."" diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-i me'lufdurlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?C - Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle hiss-i zâhiri taalluk etmemiştir ki, o hissin hilâfını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, dâire-i imkândadırlar. Öyle ise, onlara itikad ve onlar ile itmi'nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilâfı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi mes'elelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur'ân-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emareleri vaz'iyle, hakikatlara işaretler yapmıştır.Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere $ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlariyle muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telâhuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki; Kur'an-ı Kerim'in o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i'cazını da isbata âşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin. İ.İ.)"
1663
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
keşfiyât
keşifler.
Keşfiyat-ı fenniye
Fen ve ilmin keşifleri. (Telefon, radyo, uçak gibi.)
Keşf-ül kubur
Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi.
Keşhan (kişhân)
Deyyus.
keşide
çekilmiş.
Keşide
f. Çekilen, çekilmiş. Çekmek. * Tartılmış. Dizilmiş. Tertibedilmiş. Yazılmış.
Keşide-kamet
f. Uzun boylu.
keşif
açma, bulma.
Keşih
(C: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak. * Böğür. * Cânip, taraf.
Keşiş
f. Papaz. Manastır rahibi. (Arabçası: Kıssis)
keşiş
papaz.
Keşişân
(Keşiş. C.) Papazlar, manastır rahibleri.
Keşişâne
f. Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette.
Keşişhâne
f. Kilise, manastır.
Keşk
Kavi, kuvvetli, sağlam. * Kabuğu çıkmış arpa. * Arpa suyu. * Yoğurt keşi.
Keşkek
Haşlandıktan sonra kurutulmuş buğday.
Keşkeşe
Şin harfini kef gibi okumak. * Yılan ötüşü.
Keşmekeş
f. Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme.
keşmekeş
karışıklık.
Keşni
f. Koruluk, orman.
Keşr
Gülünce dişlerin görünmesi.
keşşaf
keşfeden, açan, bulan.
1664
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Keşşaf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran. * Meşhur bir tefsir ismi. * İzci.
Keşt
Seyir ve temâşâ etmek. Gezmek. * Hanzale.
Keştî
f. Gemi, sefine.
Keştîban
f. Gemici, kaptan.
Keştîgâh
f. Liman. Gemilerin barındığı yer.
Keştîger
f. Gemi yapan veya tamir eden kimse.
Keştî-i gam
Gam gemisi. * Mc: Bu dünya.
Keştînişin
f. Gemide oturan. Gemide bulunan kimse.
Keştite
Yuvarlak karpuz.
Ketaib
(Ketibe. C.) Askerler, neferler, erler. Alaylar, birlikler.
Ketb
Yazma. * Toplama, cem'etme. * Dikme.
Ketd (kitd)
Bir yıldız adı. * Omuzlar ile sırt arası.
Ketebe
"Kâtibler. Yazıcılar. * Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde ""Ketebehu; Onu yazdı"" mânasında kulllanılır."
ketebe
yazıcılar.
Keter
(C: Ektâr) Kadr, mertebe, derece.
ketf
omuz.
Ketf
Omuz. Omuz kemiği. * Parça parça kesmek ve bağlamak.
Keth
Kesbetmek. Çalışmak, kazanmak. Amel ve sa'yetmek.
Ketib
Dikici, diken.
Ketibe
Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.
Ketibeperver
f. Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren.
Ketif
(Kitf-Ketef) (C.: Ektâf) Omuz. * Kürek kemiği, omuz küreği.
Ketife
Hased. * Kapıya çakılan yassı büyük demir kilit.
1665
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ketit
Deve avazı. * Sığır avazı.
Ketite
Sinir.
Ketiz
Yemeği çok yeyip karnını iyice dolduran kişi.
Ketkat
Kelâmı çok olan, sözü çok olan, fazla konuşan.
Ketkete
Kahkaha derecesinden azca gülmek. * Toy kuşunun sesi.
ketm
gizleme.
Ketm
Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.
ketmetmek
gizlemek.
Ketm-i esrâr
Sırları saklama.
Ketm-i nüfus
Kendini göstermeme. Saklama.
Ketn
Kir, pas.
Kett
Zayıf vücutlu kimse. * Mal kazanıp yığan.
Kettan
Keten.
ketûm
sır saklayabilen.
Ketum
Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen. * Her şeyi gizleyen.
Ketumane
f. Ketum olup ağzı sıkı olan, herşeyi söylemiyen kimseye yakışır surette.
Ketumiyyet
Ketumluk. Ağız sıkılığı. Sır vermemeklik.
Keu'
Korkak olmak.
Keûd
Meşakkatli sarp yokuş.
Kev'
Vurmak. * Korkmak.
Keva'
Bileğin çıkması. * Bilek kemiği.
Kev'a
Eli bileğinden eğri olan kadın. (Müz: Ekvâ)
Kevahil
(Kâhil. C.) Sırtlar, arkalar. * Gayretsizler, uyuşuklar, tembeller.
Kevahin
(Kâhin. C.) Kâhinler. Falcılar. Gaibten haber verenler. * Alimler.
1666
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kevahin
kâhinler, falcılar.
Kevaib
(Kâib. C.) Yeni yetişmiş turunç memeli kızlar.
Kevakib
(Kevkeb. C.) Yıldızlar.
kevakib
yıldızlar.
Kevakib-şinâs
f. Müneccim.
Kevalik
Kısa boylu.
Kevar(e)
f. Meyve veya üzüm küfesi. * Bal arısı gömeci, petek. * Geceleri havada peyda olan bulut. Sis.
Kevd
Yakın olmak.
Kevden
(C.: Kevâdân) Semerli at. * Akılsız, ahmak, düşüncesiz.
Kevh
Gâlip olmak.
kevkeb
yıldız.
Kevkeb
Yıldız. * Parıldamak.
Kevkebe
f. Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret.
Kevkeb-i derrî
Parlak yıldız.
Kevkebî
Yıldıza ait, yıldızla ilgili.
Kevlan
Kandıra adı verilen ot.
Kevlem
Fülfül denilen karabiber cinsi.
Kevma
Büyük ökçeli dişi deve.
Kevmah
Dübürü büyük kimse.
Kevme
Küme.
Kevn ü fesâd
Var olup sonra bozulmak.
Kevn ü mekân
Kâinat, âlem, dünya.
Kevn
Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet.
kevn
yaratılan, âlem.
kevneyn
iki âlem.
1667
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kevneyn
İki âlem. Dünya ve Ahiret.
Kevnî
Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
kevnî
yaratılanlarla ilgili.
kevniye
yaratılanlarla ilgili olan.
Kevniyyat
Kâinat ilmi, kozmoloji. * Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler.
Kevr
Devretmek, dönmek. * Sarık sarmak. Tülbend sarmak. * Bir yerde toplanmış olan develer. * Çokluk, bolluk, ziyadelik. * Mukül dedikleri darı cinsi.
Kevs
(C.: Ekvâs) Pabuç.
Kevsec
Köse kişi. * Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi.
Kevsel
Geminin kıç tarafı.
Kevser suresi
Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi.
kevser
cennette bir havuz.
Kevser
Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları. * Bereket. * Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. * Pek çok hayır. Hikmet, ilim. Kur'an, İslâm, tevhid. İlm-i Ledün. Ma'rifetullah. * Cennet ırmaklarının kaynakları. * Cennet'te bir havuz veya nehir.
Kevter
Fülfül dedikleri karabiber cinsi.
Key
"Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve ""İçin, tâ ki, hangi, nasıl?"" yerinde kullanılan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe)"
Key'
Yaramaz gönüllü olmak.
Keyan
(Key. C.) f. şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar.
Keyanî
f. Şaha ait. Hükümdarla alâkalı.
keyd
hile, düzen.
1668
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Keyd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tuzak. Kötülük, hile. * Men'etmek. * Kusmak. * Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek. * Cenk etmek, dövüşmek. * Karganın ötmesi.
Keyf
Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı.
Keyfe hâlük
Hâlin nasıl? Nasılsın?
Keyfe mettefak
Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse.
Keyfe
"Arabçada sual cümlesinin başına gelir. ""Nasıl? Nice?"" mânalarınadır."
keyfe
nasıl?
Keyfemâ yeşâ'
Nasıl isterse, istediği gibi.
Keyfemâ
Her nasıl?
keyfemâyeşâ
canı nasıl isterse.
keyfen
nitelikçe.
Keyfer
f. Karşılık, mukabil. * Mükâfat veya ceza.
Keyfî (keyfiyye)
Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.
keyfî
keyfince.
keyfiyât
özellikler, nitelikler, durumlar.
keyfiyet
nitelik, özellik, durum.
keyfiyeten
nitelik bakımından.
Keyfiyyet
Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Keyhan
f. Dünya, arz.
keyif
hoş hâl.
Keyl
Ölçme. * Kile. Hububat ölçüsü. Ölçek.
Keylekan
Bir pırasa cinsi.
Keylî
Kile ile ölçülen şeyler.
1669
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Keylus
Hazmı kolay olan gıda.
Keymus
yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.
Keynunet
Varlık, var olma.
Keys
Yaramaz huylu kişi.
Keysan
Ayakla bir kimsenin dübürüne vurmak. * Özür, mâzeret.
Keysaniyye
Revâfiz tâifesinden bir sınıf.
Keysum
Çok miktar olan kuru ot.
Keyt
(Keyte) şöyle, şöylece, kezâ.
Keyul
Muharebe gününde dizilen safların son safı.
Keyvan
f. Satürn (Zuhal) gezegeni.
Keyy (keyye)
Adama veya davara yapılan nişan. * Yarayı dağlama.
Keyyal
Kile ile ölçen kimse. Kileci.
Keyyefe
(Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.
Keyyis
(Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki. * Zarif.
Keza
Böyle, böylece. Bu dahi öyle.
kezâ
bunun gibi.
kezâlik
bu da öyle.
Kezalik
Bunun gibi. Böylece. Bu da böyle.
Kezame
(C.: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar). * Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka.
Kezan
Küfeki taşı.
Kezaz
(Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak. * Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu.
Kezaze
Kuruluk, münkabız olmak, kabızlık.
1670
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kezb
Tırnakta görünen beyazca yer.
Kezbere
Kanbel otu. * Baldırıkara otu.
Kezeb
(Kezub. C.) Yalancılar.
Kezîm
Öfke ve kızgınlığını yenen.
Kezkaz
Tez tez yürümek, hızlı hızlı gitmek.
Kezkez
Kenger otu zamkı.
Kezkeza
Kırbanın dolu olması.
Kezkeze
Çok fazla kırmızılık.
Kezm
Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak. * Burnun kısa ve yüksek olması. * Parmakları kısacık olmak. * Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.
Kezma
Parmakları kısacık olan kadın.
Kezmazic (kezmâzil) İlgın ağacının koruğu. Kezub
Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen.
Kezum
Sükut etmek. Susmak.
Kezv
Çok olmak.
Kezz
Boğazına çıkana kadar yemek. * Çok yemekten dolayı ağırlaşmak.
kezzâb
yalancı.
Kezzab
Yalancı. Çok yalan söyleyen.
Kezzab-ı bî-hicab
Utanmaz ve hayâ etmez yalancı.
Kezze
Katı sesli. * Kısa.
Kıbab
(Kubbe. C.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları.
Kıbah
(Kabih. C.) Çirkinler, kabihler.
Kıbal
(Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme. * Pabucun ayak üstüne gelen yeri.
Kıbal(e)
Ebelik bilgisi ve işi.
1671
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kıbb
Kişinin arkasında yumrulanan kemik.
Kıbbe
(C.: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın.
Kıbel
Yan, taraf, yön, cihet, cânib.
Kıble
Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr.
kıble
Kâbenin bulunduğu taraf.
Kıblegâh
f. Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer.
kıblegâh
kıble yeri.
kıblename
kıbleyi gösteren yazı.
Kıblenüma
(Kıblenâme) f. Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet.
kıblenümâ
kıbleyi gösteren.
Kıbs
Çok adet, çok miktar.
Kıbt
Mısır'ın eski yerli halkı.
Kıbtî
(C.: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene. * Çingene ile alâkalı.
Kıbtiyan
(Kıbti. C.) Kıbtiler, çingeneler.
Kıdad
Perâkende olup dağılmak.
Kıdah
Temrensiz ok.
Kıdd
Kayış.
Kıdde
Tarikat. * Bölük.
Kı'de
Halı. * Bir oturma tarzı.
Kıdem
"Öncelik ve eskilik. * Evveli bulunmamak. Ezeli olmak. * Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak. * Cenab-ı Hakkın ""Kıdem"" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu."
kıdem
öncelik, öncesizlik.
1672
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kıdemen
Kıdemce, kıdem yoluyla.
Kıdn
Havan. * Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası.
Kıdr
(C.: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar.
Kıdve
İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan.
Kıfar
Çöller. Susuz, otsuz yerler.
Kıfve
Kuyruk. * Fuhuş sözle iftira etmek.
Kıhf
(C.: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği.
Kıl ü kal
(I ve A, uzun okunur) Dedikodu.
Kıl'
(C.: Kılâ) Gemi kanadı. * Eyerde oturmayan kimse.
Kıla'
(Kal'a. C.) Surlar, kaleler, hisarlar.
Kılaa
Yelken.
Kılade
Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey. * Akarsu.
Kılafet
Gemi ziftleme san'atı. Kalafatlık.
Kılâ-i rasine
Sağlam kaleler. Muhkem surlar.
Kılavuz
Yol gösteren, rehber. * Vapurlara yol gösteren. * Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan. * Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar. * Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler. * Okçuluk müsabakalarında ilk atılan ok.
Kılde
Yağ tortusu.
Kılevb
Kurt, zi'b.
Kılhım
Yaşlı hayvan.
1673
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kılıbık
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.
Kılkal
Hareket ettirmek.
Kılkıl
Siyah tohumlu bir ot.
Kılle(t)
Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur. * Azlık. Nâdirlik. Kıtlık.
kıllet
azlık.
Kıllet-i nukud
Para darlığı. Para sıkıntısı.
Kıllîb
Eski kuyu. * Kurt.
Kıls
(C.: Kulus) İftira etmek. * Atmak. * Liften yapılmış kalın ip. * Kusmak. * Kap dolup dökülmek.
Kılv
Yeyni eşek. * Çelik oyunu oynamak.
Kılyan
Beyaz nohut.
Kımah
Sudan başını kaldırmak.
Kımar
Kumâr.
Kımat
Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı. * Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.
Kımatr
Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık.
Kımcar
Bıçak kını.
Kımız
Ekşimiş kısrak sütü.
Kımkım
İyi cins olmıyan kuru hurma.
Kımme
(C.: Kumem) Boy, kamet. * Beden. * Başın tepesi. * Dağ tepesi. * Her şeyin yükseği. * İnsan cemaati, topluluk.
Kımt
Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip.
Kına'
Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb. * İçinde hediye gönderilen tabak.
1674
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kına
Râzı olmak, kabul etmek.
Kınaf
Büyük burunlu kişi.
Kın'ar
Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı.
Kın'as
Büyük deve.
Kındîd
şarap, hamr.
Kınkın
Yol gösterici, kılavuz. * Bir cins çekirge. * Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse.
Kınn
(C.: Aknân-Akınne) Köle.
Kınnare
Mezbaha.
Kınne
(C.: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması. * Dâne çadırı dedikleri ot. * Bir nevi devâ.
Kınneb
Kendir otu. * Kınnap. İnce sicim.
Kınnesrin
Şam diyârında bir mekân adı.
Kınnîne
Büyük şişe. * Şarap kabı.
Kıns
Her nesnenin aslı ve bitecek yeri.
Kıntar
Belâ, meşakkat, zahmet.
Kınve (kunve)
Koyunu döl için saklamak.
Kıpti
Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.
Kıra'
Cimâ etmek. * Sağlam, muhkem. * Şiddetli.
Kıra
Konaklık etmek. * İhsan etmek.
Kıraat (kıraet)
Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. * Okuma kitabı. * Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilecek bâzı noktaları vardır.Bir eser mensur ise
1675
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
onu okumağa Kırâet, manzum ise inşâd denir. Gerek kırâet, gerek inşâd: Mihânikî, mantıkî, bediî diye üçe ayrılır. (Bak: Bediî kıraet, İnşad, Mantıkî kıraet, Mihanikî kıraet) kıraat
okuma.
kıraaten
okumakla.
Kıraathane
Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane.
Kıraat-ı seb'a
"Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle ""sırat, mâlik, cibril"" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir. * Yedi türlü okuma."
Kırab
Kılıç veya bıçak kını.
Kıraf
Cima etmek. * Karışmak.
Kırağı
(Bak: Şebnem)
Kıram
Nakışlı perde. * Duvara tutulan örtü. * Çarşaf.
Kıran
(C.: Kırânât) Yakınlık, mukarenet. * Ayrı iki şeyin birleşmesi. * İki gezegenin bir burçta bulunması.
Kırar
Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak.
Kırat
Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü.
kırav
çorak tarla.
Kır'av
Çorak tarla.
Kırba
(C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı. * Tıb: Çocuklarda karın şişmesi. * Süt tulumuna da kırba denir. * 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.
kırba
deri su kabı.
Kırban
Yakınlık. * Cimadan kinâye olur.
1676
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kırd
Atılmış yünü andıran bulut. * Maymun.
Kırf
Kabuk.
Kırfe
Töhmet. * Ağaç kabuğu. * Darçın.
Kırgız
Türkî kavimlerden biri.
Kıritik
(Bak: Kritik)
Kırkanbar
İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap. * Çok şeyler bilen kişi.
Kırkbayır
Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü.
Kırkıs
Küçük üvez.* Köpeği çağırmak. * Yüzük yapılan özlü balçık.
Kırla
"Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur."
Kırm
(C.: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi.
Kırmaz
Beyaz ekmek.
Kırmeta
Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı.
Kırmîd
(C.: Karâmid) Pişmiş kiremit.
Kırmil
(C.: Karâmil) Azgın devenin yavrusu. * İki hörgüçlü deve.
Kırn
Korkak.
Kırnak
Halayık, cariye, esir kadın.
Kırnas
Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi.
Kırra
Soğuk, berd. * Çok fazla susuzluk. * Akıllılık.
Kırrîs
Sazan balığı.
Kırşib
Yaşlı davar. * Arslan. Çok yiyen, obur. * Uzun boylu kimse. * Kötü ahlâklı.
Kırtab
Kafası üstüne yıkmak.
Kırta'be
Bez parçası.
Kırtale
(C.: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.
1677
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kırtas
(C.: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife. * Kâğıtçı.
Kırtasiye
Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler.
Kırtıbiyy
Bir nevi oyun.
Kırtît
Zahmet meşakkat.
Kırvan
Kafile, kervan. * Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı.
Kırzab
(C.: Karâzıbe) Keskin kılıç. * Hırsız.
Kırzam
Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse.
Kırzîn (kirzin)
(C.: Kerâzin) Büyük balta.
Kıs
"""Kıyas et, buna benzet, bununla ölç!"" mânalarına gelir ve bazı tâbirlerde geçer. Meselâ: (Ve kıs ala hâzâ: Bunun üzerine kıyas et.)"
Kısa'
(Kas'a. C.) Tabaklar, çanaklar, çömlekler.
Kısabe
Kesicilik, kasaplık.
Kısar
(Kasir. C.) Kısalar. Kasr olanlar.
Kısar-ı mufassal
Kur'an-ı Kerim'de 99. sure olan Zilzal suresinden 114. olan Nas suresine kadar olan surelerdir.
kısas
kıssalar, hikâyeler.
Kısas
Kıssalar. Fıkralar. Hikâyeler.
kısâs
öldüreni öldürme cezası.
kısâsen
kısas olarak.
Kısasen
Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.
Kısde
(C.: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.
Kısım
(Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim. * Kapalı avucunun alabildiği miktar.
kısım
bölüm.
Kısır
Çocuğu olmaz, doğurmaz. * Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak.
1678
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kısl
Zayıf kişi.
Kıslam
Isırıcı hayvan.
kısm
bölüm.
Kısmal
Kesmek.
Kısme
Kırık parçası. * Misvak parçası.
kısmen
bir bölümü.
Kısmen
Bir kısım olarak. Bir parça olarak.
Kısmet
Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.
kısmet
nasip.
Kısm-ı sâni
İkinci kısım.
Kısmî
Bir kısmı, bir parça, bir bölüm.
Kısra (kusâre)
Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.
Kıss
Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi. * Bir yerin adı.
Kıssa
Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet.
kıssa
ibretli hikâye.
Kıssagû
f. Hikâye ve kıssa anlatan.
Kıssagüzâr
f. Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi.
Kıssahân
f. Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan.
Kıssaperdâz
f. Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı.
Kıssât
(Kıssa. C.) Kıssalar. Hikâyeler.
kıssât
kıssalar, hikâyeler.
kıssîs
keşiş, papaz.
Kıssis
Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı.
1679
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kıst
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek.
Kıstas
Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi. * Mânevi değer ve kıymet ölçüsü. * En doğru tartan. * Taksit. Taksit ile ödenen şey.
kıstas
ölçü.
Kıst-el yevm
Bir aylık maaşın bir güne isâbet eden miktârı. * Çalışılmayan günler için kesilen para.
Kısteyn
İki hisse, iki pay. İki ölçü, iki parça.
Kısved
Kuvvetli, boynu kalın olan kişi.
Kış'
(Bak: Kaş')
Kışa'
(C.: Kuşu) Hamam süprüntüsü. * Kuru deri. * Deriden olan ev.
Kış'a
Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça.
Kış'ame
Fak dedikleri nesne. * Küçük arı. * Kene.
Kışbar
Ağaç parçası.
Kışde
Yağın tortusu. * Maymunun dişisi.
kışır
kabuk.
Kışla
Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer.
Kışlak
Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi.
Kışm
Et. * İç yağı.
Kışr (kışır)
Kabuk. Dış taraf. * Libâs.
kışr
kabuk.
Kışr-ı arz
Yer kabuğu.
Kışr-ı şecer
Ağaç kabuğu.
1680
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kışrî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.
Kışşebe
Dişi maymun eniği. * Cüssesi küçük olan kız.
Kıt'
(C.: Aktâ-Aktu) Deve palası. * Yük üstüne örttükleri palas. * Gecenin bir miktarı. * Yassı ve büyük olan ok temreni.
Kıt'a
(C.: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri. * Memleket. Ülke. * Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım. * Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası. * Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet. * Edb: En az iki beyitten yapılmış manzume parçası. * Bir dönüm araziden az olan yer. * Parça, cüz. Bölük, kısım. * Taraf.
kıtâ
kara parçası, şiir parçası.
Kıta'
Kesme, parçalama, kat etme. * Haram olan şey.
Kıtaat
(Kıt'a. C.) Bölümler, cüzler, parçalar. * Büyük kara parçaları. * Askeri birlikler. * Ülkeler, memleketler.
Kıtab (kutub)
Karıştırmak. * Yüzünü pörtürmek. * Kaşlarını bir yere toplayan.
Kıtade
Geven, dikenli ot.
Kıtaf
Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit.
Kıt'a-i cesime
Büyük parça.
kıtal
birbirini öldürme.
Kıtal
Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.
Kıtar
(C.: Kutur-Kuturât) Deve katarı.
Kıtb (kıtbe)
(C.: Aktâb) Bağırsak.
Kıtf
Üzüm salkımı. Salkım. * Toplanmış yemiş.
Kıtfir
Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi.
Kıtkıt
Ufak taneli yağmur.
Kıtl
(C.: Aktâl) Düşman, adüvv. * Misil, benzer, eş.
1681
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kıtlık
Kahtlık. (Bak: Kaht)
Kıtmir
Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı. * Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz. * Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur.
Kıtmîr
Ashabıkehfin köpeği.
Kıtr
Erimiş bakır.
kıtr
erimiş bakır.
Kıtt
(C.: Kutut) Nasib, hisse. * Kitab ve kâğıt. * Erkek kedi.
Kıtta
Dişi kedi.
Kıttavş
Kedi.
Kıvam
Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali. * Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali. * Tav. * Durma. * Çağ. * Bir şeyin nizamı. * Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler.
kıvâm
olgunluk, tav, dik, direk.
Kıvam-ı din
Dinin direği.
Kıvra'
Horozların birbiriyle döğüşmesi.
Kıy'a
Düz yer, arz-ı müstevi.
Kıya'
Erkek dişiye aşmak. * Hurma ve buğday döktükleri düz yer.
Kıyad (kıyâde)
Çekmek.
Kıyadet
Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda.
Kıyafet
Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri. * Bir kimsenin giydiklerinin bütünü. * Heyet, şekil, suret. * Feraset. * Bir kimsenin ardınca olmak.
kıyâm
ayakta durma, ayaklanma.
Kıyam
Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. * Ayaklanmak. İsyan. * Ölümden sonra tekrar dirilmek. * Bir işe başlamak, devam etmek. * Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. * Canlanmak. * Kıyâmet
1682
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
günü (mânâsına da gelir). * Namazın iftitah tekbiriyle rüku arasındaki ayakta durma kısmı. Kıyamet suresi
"Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup ""Lâ Uksimu"" Suresi de denir. Mekkidir."
Kıyamet
"Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı. (Bak: Haşr)(Yevm ve sene vesâire gibi her nevde bir kıyamet-i mükerrere vardır. Ve keza beşerdeki istidad kıyamete bir remizdir. İ.İ.)(Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes'eleye delil: Bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tagayyürâtının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zihayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur'aniyyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak, şu kâinatın eczaları, dakik, ulvi bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafi, nâzik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyyeden tek bir cirm, ""Kün"" emrine veya ""Mihverinden çık"" hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerat ile Kadir-i Ezeli, kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, cehennem ve cehennemin maddeleri bir tarafa, cennet ve cennetin mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i
1683
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âhiret tezâhür eder. S.)(Kıyametin hâdisatından ervâh-ı bâkiye müteesir olacaklar mı?Elcevab: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melâikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasılki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titriyenleri görse akıl ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de; zişuur olan ervâh-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azâb ise, elemkârâne, ehl-i saadet ise, hayretkârane, istiğrabkârane belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur'aniye gösteriyor. Zira Kur'an-ı Hakim, her zaman kıyametin acâibini tehdit suretinde zikrediyor. ""Göreceksiniz..."" diyor. Halbuki cism-i insani ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur'aniyeden hisseleri var. M.)" kıyâmet
dünyanın yıkılıp son bulması.
Kıyam-ı binefsihî
"(Kıyâm-ı bizâtihî) : Fık: Varlığı, durması kendi zâtı ile olmak mânasında bir sıfat-ı İlâhîdir. Şöyle ki: Hak Teâlâ'nın ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zâtı ile kaimdir. Kendi varlığı, kendi hüviyetinin, kendi mukaddes zâtının muktezasıdır. Aslâ başkasının değildir. Bunun için, Allah Teâlâ'ya ""Vâcib-ül Vücud"" denir. (Bak: Vücud)"
Kıyas
Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek. * Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak. * Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid illetten dolayı, diğerinde de ictihad ile izhâr etmektir.
1684
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kıyâs
karşılaştırma.
kıyâsât
karşılaştırmalar.
Kıyasen
Kıyas yoluyla, benzeterek, kaideye tatbik ederek.
kıyâsen
kıyasla.
Kıyas-ı akîm
Man: Neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas.
Kıyas-ı binnefs
Nefsini misal alarak, nefsine kıyaslayarak. Bir şeyin bizzat kendini kıyas ederek yapılan kıyas.
Kıyas-ı fukaha
"Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm."
Kıyas-ı hâdi'
Man: Aldatıcı kıyas.
Kıyas-ı hafiyye
Man: Sebebi gizli olan,zihne birden gelmeyen kıyas. * Fık: Te'siri kavi olan kıyastır. Veyahut sıhhati zâhir, fesadı gizli olan kıyastır.
Kıyas-ı istisnaî
"Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. ""Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar"" gibi. Veya ""Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur"" gibi."
Kıyas-ı maalfârık
Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese.
Kıyas-ı mukassim
"Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. ""Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç."")"
1685
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kıyas-ı mürekkeb
Man: İkiden fazla mukaddemeden mürekkeb kıyas.
Kıyas-ı temsilî
"Temsil tarzında yapılan mukayese.(Diyorsunuz ki: ""Sen sözlerde kıyâs-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsili, yakini ifade etmiyor. Mesâil-i yakiniyede bürhan-ı mantıki lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, usul-i fıkıh ulemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz. Vâkıa muhalif olur?""Elcevab: İlm-i Mantıkça, çendan ""Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat'i ifade etmiyor."" denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev'i var ki, mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir. Ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakındır. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz'î maddeler, ona irca' edilsin. Meselâ: ""Güneş, nuraniyyet vasıtasıyla, birtek zât iken; her parlak şey'in yanında bulunuyor temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zaptedemez.Hem meselâ: ""Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri"" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat'i bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı Ehadiyyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyyeler bu çeşittirler ki bürhan-ı kat'i-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler. S.)"
1686
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kıyâsımaâlfârık
birbirine benzemeyenlerin karşılaştırılması.
Kıyasî
(Kıyâsiyye) Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan.
Kıyasiyyat
(Kıyâsi. C.) Benzetme veya tatbik ile olanlar. * Umumi kurallara uygun olanlar.
Kıyate
Azık vermek.
Kıyem
(Kıymet. C.) Kıymetler, değerler.
Kıyemî
(C.: Kıyemiyyât) Az bulunan pahalı şey.
Kıyemiyyat
(Kıyemî. C.) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler.
Kıyfal
Baş damarı.
Kıymet
Değer, baha, semen, bedel.
kıymet
değer.
Kıymet-agâh
f. Kıymetten anlar, değer bilir.
Kıymet-dâr
f. Değerli, kıymetli, pahalı.
kıymetdâr
kıymetli, değerli.
Kıymet-i hakikiye
Hakiki ve gerçek değer.
Kıymet-nâ-şinâs
f. Değer takdir edemiyen, kıymet bilemiyen.
kıymetşinâs
değerbilir.
Kıymet-şinas
f. Kıymet bilir. İnsaniyetli, değer bilir.
Kıytas
Balina balığı, kadırga balığı.
kıyye
okka,1282 gram ağırlık.
Kıyye
Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (Bak: Okıyye)
Kıyye-i âşâri
Kilo. Bin gram olan ağırlık ölçüsü.
Kıyye-i atika
Okka.
Kıza
Yumuşak yerlerde biten bir ot cinsi.
1687
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kızaf
Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
Kızan
Oğlan, erkek çocuk. * Delikanlı, cesur ve silâhlı köylü genç.
Kızban
(Kadib. C.) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar.
Kızıl tehlike
Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi.
kızıl
kırmızı.
Kızıl
t. Kırmızı, alrenk. * Kıldan yapılan ip. * Aşırı, müfrit.
kızılbaş
Alevilere verilen bir isim.
Kızılbaş
Râfizîlere verilen bir isim.
kızılelma
eski Roma.
Kızılelma
Tar: Osmanlı Türkleri tarafından Roma'ya verilen addır. (O.T.D.S.)
Kızılhaç
Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı.
Kızm
Katı, şiddetli, şedit.
Kızr
Pak olmayan nesne. * Temiz olmayan şey.
Kızze
Ufak taş. * Taşlı çukur yer. * Kızlık dedikleri hâlet.
Kiba
Süprüntü.
Kibar
(Kebir. C.) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas. * Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler.
kibâr
büyükler.
kibar
ince, nazik.
Kibarane
f. Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette.
Kibare
Ululuk, büyüklük.
Kibase
Bütün olan hurma salkımı.
Kibaş
(Kebş. C.) Erkek koyunlar, koçlar.
Kiber
Ululuk. Büyüklük. Yaşlılık.
Kiber-i sinn
Yaşlılık, ihtiyar olmak, yaş büyüklüğü.
1688
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kibir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı. * Şeref ve şan. * Bir şeyin muazzamı. Büyük.
kibir
büyüklük, büyüklenme, büyüklük taslama.
Kibrit
Kükürt. * Kırmızı, yakut, altun. * Ucu kibritlenmiş yakacak madde.
Kibrit-i ahmer
Kırmızı kibrit. * Cisimleri altun hâline koyacak derecede te'sirli olduğu söylenen şey. İksir. * Tas: Mürşid. Kıymeti çok yüksek olan.
Kibritî
Kükürtle alâkalı. * Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi.
Kibritiyet
Kükürt niteliği.
Kibriya
Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü.
kibriyâ
büyüklük.
Kibs
Menzil, mekân.
Kibt
f. Bal arısı, nahl.
Kic
Dağın yüksek ve yüce yeri.
Kidne
Et. * Yağ.
Kifa
Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.) * Eşitlik, beraberlik, müsâvât.
Kifaf
(Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık. * Bir şeyin güzide ve hayırlısı. * (Keffe. C.) Terazi kefeleri.
Kifaf-ı nefs
(Aslı: kefaf-ı nefs) Yalnız kendisi için yetecek kadar. * Ölmeyecek kadar olan rızık, gıda.
Kifah
Din için muharebe.
Kifat
Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş. * İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer. * Hızlı uçmak, gitmek. * (Küfv. C.) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.
1689
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kifayet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lüzumlu kadar olmak. Yetişmek. Bir işe yetecek kadar olmak. İktidar. Liyâkat. Yararlık.
kifâyet
yeterlik.
Kiffe
(C.: Kifef) Ağ. Tuzak. * Terazi kefesi. * Her yuvarlak nesne.
Kifl
Nazir, benzer. * Nasib, ecir. * Oturma yeri.
Kifr
Büyük dağ.
Kift
(C.: Kifât) Küçük çömlek. * Çuval ve buna benzer kap.
Kig
f. Göz çapağı.
Kih
İrin, cerahat.
Kihal
(Kehl. C.) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar.
Kihalet
Göz için sürme yapma. Sürmecilik. * Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi.
Kihan ü mihan
Küçükler ve büyükler.
Kihan
(Kih. C.) Küçükler.
Kihanet
(Bak: Kehânet)
Kihin
f. Küçük, sagir.
Kihter
f. Yaşça en küçük olan.
Kihterî
f. Yaşça küçüklük.
Kik
Uzun ve dar sandal.
Kîl u kal
Dedikodu.
Kîl
Söz, kelâm, denilen.
Kilâ
Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur).
Kilâ'
Saklamak, korumak.
Kilâb
(Kelb. C.) Köpekler.
Kilâb-ı ehliye
Ehlî köpekler. Ev, çoban ve av köpekleri.
1690
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kilaet
Korumak. Gözlemek. Muhafaza.
Kilar
f. Kiler.
Kilaz
Bodur, tıknaz kimse.
Kile
(C.: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik.
kile
40 litrelik tahıl ölçüsü.
kîle
denildi.
Kilece
(C.: Kilecât-Keyalic) Arpa. * Kile, mikyal.
Kilem
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
Kiler
Erzak koymağa mahsus dolap. Yiyecek, içecek şeyler koyulan mahzen, anbar veya oda. (Bak: Kilar)
Kilisa
f. Kilise.
Kilise
Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi.
Kilk
f. Kalem. Kamış kalem. * Kamıştan ok.
kilk
kalem.
Kille
Kesmez olmak. * Yorulmak. Müsterâh.
Kils
Kireç, kireçtaşı.
Kilsî
Kireçtaşı yapısında olan.
Kilte
Deste, demet.
kîlükal
dedikodu.
Kilvaz
Tevrat'ın mukaddes sandığı.
Kilye
Böbrek.
Kilyeteyn
İki böbrek.
Kilyevî
Böbrek şeklinde olan. Böbrekle ilgili.
Kimad
Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak.
Kimam
(Kimm. C.) Tomurcuklar. * Hayvan ağızlığı. Boyunduruk.
Kimn
Saman.
1691
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kimya
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu. * Edb: Aşk. * İlâç. * Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzuyu terk etmek.
kimyâ
bir ilim kolu, ilaç.
Kimyager
Kimyacı.
kimyâger
kimyacı.
kimyâhâne
deneyevi.
Kimya-yı avam
Dünyanın kıymetsiz ve fâni olan şeylerini âhiret metalarına feda etmek.
Kimya-yı havas
Kendinden geçip Allaha tam teslim olmak ve dönmek.
Kimya-yı saadet
Rezaletlerden sakınıp nefsi tehzib ve tezkiye ve faziletleri kazanmak sureti ile nefsi tahliye etmek, süslemek, tezyin etmek. * İmâm-ı Gazalinin bir eserinin ismi.
Kimyevî
Kimyâ ile alâkalı
Kin
f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet.
kin
gizli düşmanlık.
Kinaiyyat
"(Kinâye. C.) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.(Mâlumdur ki, fenn-i belagatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-yı hakikisi, başka bir maksud mânaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona ""lâfz-ı kinâi"" denilir. Ve ""kinâi"" tabir edilen bir kelâmın mânâ-yı aslisi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. belki kinâi mânasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâi mâna doğru ise; o kelâm, sadıktır. Mâna-yı asli kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mâna-yı kinâi, doğru değilse, mâna-yı aslisi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ:
1692
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kinâi misâllerinden: (filânun tavil-ün-necad) denilir. Yâni: ""Kılıcının kayışı, bendi uzundur."" Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da,yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki, mâna-yı aslisi maksud değil. S.)" kinâiyyât
kinayeler.
Kinan
(C.: Eknan-Ekinne) Perde, örtü.
Kinane
(C.: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu.
Kinas
(C.: Künüs) Geyik yatağı.
Kinaye
Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
kinâye
mânâyı dolayısıyla anlatan söz, üstü örtülü dokunaklı söz.
kinâyeten
kinaye bakımından.
Kincer
f. Büyük fil.
Kindar
f. Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün.
kindâr
kinci.
Kindarane
f. Kinci olarak, kindarcasına.
Kindare
Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık.
Kindir
Kaba eşek.
Kine
f. Kin, garaz. Kalbde beslenen düşmanlık.
Kinecu
f. Öc almağa uğraşan, intikam almak için çalışan.
Kinedâr
f. Kindâr, kin güden, düşmanlık besliyen.
1693
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kinedâr
gizli düşmanlık besleyen.
Kinegâh
f. Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası.
Kinehâh
f. İntikam ve öc almak istiyen. Müntakim, kinci.
Kine-i peleng
"""Kaplan kini"" : Kolay kolay sükunet bulmayan kin."
Kinekeş
f. Düşmandan öc ve intikam alan.
Kinemeşhun
f. Kinle, intikamla dolu.
Kinetik
Fr. Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli.
Kinever
f. Kin besleyen, hased eden, kinci.
Kinf
Zenbil. * Çoban dağarcığı.
Kinfire
Burun ucu.
Kin-i muzmer
Gizli kin.
Kinn
(C.: Eknân) Perde, örtü.
Kinnar
Bez ve keten parçası.
Kinnarat
Bir nevi elbise. * Çalgılar, defler.
Kinne
Erkek görmüş kadın.
Kîr
Katran, zift.
Kira'
Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi. * Böyle bir şey karşılığı alınan para.
Kirab
(Kerübe. C.) Yeri sürüp aktarmak. * Yeri süpürmek. * Suyun aktığı yerler.
Kirabe
Yeri sürüp aktarmak.
Kiram
Benzetmeli, kinâyeli. * (Kerim. C.) Kerimler, şerefliler. * Eli açık cömert kimseler.
kirâm
ulular, cömertler, kerimler.
Kiramen kâtibîn
İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı.
1694
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kirâmenkâtibîn
günahları ve sevapları yazan melekler.
Kirar
Bir daha, tekrar. Tekerrür.
Kiraren
Tekrar tekrar, çok sefer, tekrar suretiyle.
Kiraz
Rahmin, kabul ettikten sonra yine dışarı döktüğü meni.
Kirbal
(C.: Kerâbil) Hallaç yayı. * Kalbur.
Kirban
Dolu kap.
Kirbas
(C.: Kerâbis) Bez. Kumaş, keten veya pamuk bez.
Kirbasî
Bez satıcı kimse.
Kirdar
Bir kimse, tasarruf ettiği yerin bir zirâ veya iki zirâ toprağını almak için başkasına satmak. * Bina. * Ağaç.
Kirdide
(C.: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma. * Sepet dibinde geri kalan hurma.
Kirdikâr
f. Sâni. Yapan Allah (C.C.).
Kîrfam
f. Simsiyah, katran renginde.
Kirfî
Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar. * Yumurtanın dış kabuğu.
Kiris
f. Yaltaklanma. * Aldatma, kandırma, hile yapma.
Kirişek
f. Savaşçı, cengâver, muharib.
Kirişte
f. Çerçöp.
Kirkire
(C.: Kerâkir) Şecaat. * Deve göğsü.
Kirm
f. Böcek kurdu.
Kirm-i ebrişim
İpekböceği.
Kirpas
f. Padişah veya vezir konaklarındaki divanhâne.
Kirpik
Göz kapağının kenarındaki kıllar. * Bir nevi taş. * Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.
1695
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kirpik-i akıl
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Mc: Akıl gözünün kirpiği. Aklın, hakikatleri anlamasına engel olan şey.(Meşhurdur ki: Îdin hilâline bakardı cemaat-i kesire. Kimse bir şey görmedi.Zevâli bir ihtiyar yemin etti ki; ""Gördüm"". Hâlbuki gördüğü kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi:Zerrattaki harekât, kirpik-i aklın olmuş birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddi gözü.Teşkil-i cümle envâ fâilini göremez, düşer başına dalâl.O hareket nerede? Nazzam-ı kevn nerede? Onu ona vehm etmek muhal-ender muhal. S.)"
Kirs
(C.: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı. * Bir araya getirilmiş beytler. * Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi.
Kirş
İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi. * Karın, mide.
Kirzim
(C.: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse. * Büyük balta.
Kis
(C.: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi. * Rahimde döl yatağı. * Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar.
Kisa
Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise.
Kisal
Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden.
Kisb ü kâr
Kazanç, iş güç.
Kisb
(Bak: Kesb)
kisb
işleme, edinme, kazanma.
kisbî
edinmeyle ilgili.
Kisbî
Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı.
Kise
(Kis-Kese) f. Küçük-büyük torba kab. * Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. * Yoğurt kesesi. * Para. Para hesabı. Öz para. * Kestirme yol.
kîse
kese.
1696
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kisebür
f.Yankesici, hırsız.
Kisedar
f. Parayı toplıyan, para hesabını tutan kimse. Vekilharç.
Kisef
(Kisf. C.) Kıt'alar, parçalar, kısımlar.
Kisfe
(C.: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm.
Kiskis
Taşın ve toprağın ufağı.
Kisr
Üstünde eti çok olmayan kemik. * Çadır eteği.
kisrâ
eski iran hükümdarı.
Kisra
Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi.
Kisre
(C: Kiser) Ekmek parçası. * Parçalanmış olan şeyin bir parçası.
Kist
f. Kimdir? (mânâsına soru edâtı)
Kisve
Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet.
kisve
kılık, elbise.
Kisve-i ilmiye
İlim adamlarına, hocalara âit elbise.
Kisvet
Elbise. * Özel kıyâfet. * Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet.
Kiş
f. Din, mezheb. * Keten kumaş. * Ok kuburu, sadak. * şimşir.
Kişaf (küşâf)
Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu. * Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi.
Kişah
Davarın böğrüne yapılan işaret.
Kişmiş
f. Çekirdeksiz çok küçük tâneli üzüm.
Kişniş
Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon.
Kişre
Yüzüne gülmek.
Kişt
f. Ekin. * Tarla.
1697
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kiştkâr
f. Çiftçi, ekinci.
Kiştzar
f. Ekinlik, ekin tarlası, tarla.
Kişver
f. Memleket, ülke. * İklim.
Kişvergir
f. Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar.
Kişvergüşa
f. Ülke açan, cihangir.
Kişverhüda
f. Hükümdar, pâdişah.
Kişverküşa
Memleket fetheden.
Kitab
Kitab. * Levh-i mahfuz. * Kur'ân.
kitâb
kitap.
Kitabe
Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi. * Mezartaşı yazısı.
kitâbe
yazılı levha.
Kitabe-i seng-i mezar Mezar taşı yazısı. kitâbet
yazma işi.
Kitabet
Yazmak. Kâtiblik. Usulüne göre bir şeyi yazmak.
kitâbeten
yazmakla.
Kitabet-i fıtriye
Fıtri olan yazılmış şeyler. * Kâinat sahifelerinin kitab gibi oluşu.
Kitab-hane
f. Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer.
Kitab-ı mübin
(Bak: İmam-ı Mübin)
Kitâbımübîn
apaçık kitap, kaderin bir türü, Kurân.
Kitabî
Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.
kitâbî
kitaba uygun, kitapla ilgili, ilâhî kitaplardan birine inanan.
kitâbullah
Allahın kitabı, Kurân.
Kitaf
İp.
1698
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kitbe
Kitabe yazmak. Zam ve cem'etmek. Artırmak ve biriktirmek.
Kîte
Bir gün veya bir gece yenecek yemek.
Kitfeyn
İki omuz küreği.
Kiti
(Giti) f. Dünya. Yer. Cihan. Âlem.
kitle
kütle, yığın, öbek.
Kitle
Kütle. Yığın. Küme. * Mâden, taş gibi şeylerden toplu şey.
Kitman
Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli.
Kitr
Nişan oku. * İblisin ismi.
Kivare
Petek.
Kiyae
Zayıflık. * Korkaklık.
Kiyah
f. Ot.
Kiyahbeste
f. Ot bitmiş, ot yetişmiş.
Kiyan
f. Merkez. * Yıldız, seyyâre.
Kiyane
Kefâlet, kefil olma.
kiyâset
akıllılık.
Kiyaset
Zeki. * Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik.
Kiyfe (kife)
Bez parçası.
Kiyr
Demirciler körüğü. * Dağ, cebel.
Kiyya
Sakız.
Kiyye
Sakız.
Kîz
Küçük kap.
Kiza
Yemeği çok yemekten dolayı basan ağırlık.
Kizb
"Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı)(Kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, Kudret-i İlâhiyyeye bir iftiradır. Kizb, Hikmet-i Rabbaniyyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden kizbtir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbtir. Âlem-i beşerin ahvalini
1699
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fesada veren, kizbtir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbtir. Müseylime-i kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsva eden, kizbdir. İşte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinayetler içinde tel'ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir...Sual: Bir maslahata binaen kizbin câiz olduğu söylenilmektedir...Öyle midir?Cevab : Evet, kat'i ve zaruri bir maslahat için bir mesağ-ı şer'i vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usul-ü şeriatta tekarrur ettiği vechile, mazbut ve miktarı muayyen olmıyan bir şey hükümlere illet ve medar olamaz; çünki, mikdarı bir had altına alınmadığından su-i istimale uğrar. Maahâza, bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-i muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâblar ve karışıklıklar, zararın özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şâhiddir. Fakat kinaye veya ta'riz suretiyle yani gayr-i sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz. İ.İ.)" kizb
yalan.
Kizbere
Baldırıkara adı verilen ot.
Kizir
Köy muhtarının yamağı hükmünde olan adam. Köy kâhyası.
Kizyun
Toprak parçası.
Klasik
Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul.
klâsik
zamanın değerini yitirmeyen, sanatta kuralcı, alışılmış.
Klasör
Fr. Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. * Geniş mukavva dosya.
klinik
hastaya bakılan yer.
Klinik
yun. Hastaya bakılan yer. * Ders gösterilen hastahane koğuşu.
1700
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Klişe
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha.
Klüp
ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri.
Koalisyon
ing. Bir maksad için birleşen kuvvetler yahut partiler topluluğu.
Koç yiğit
Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver.
Koçkar
Dövüş için terbiye olunmuş iri koç.
Kodaman
İleri gelen. Servet veya mevki sahibi kimseler hakkında alay yollu söylenir.
Kodes
Tavuk yeri, kümes. * Hapishane.
kof
içi boş.
Kof
İçi boş. Kovuk. * Aklı ve ilmi olmayan. Câhil.
Kokona
Yaşlı rum kadını.
Kolağası
t. Eskiden mevcud olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe.
Kolon
Fr. Sütun. * Matbaacılıkta, dizilen yazı sütunu.
Koloni
Fr. Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. * Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. * Bir memlekette bulunan yabancılar topluluğu.
kolordu
ordunun bir bölümü.
Kolordu
t. Ekseriyetle üç tümen ve diğer tamamlayıcı birliklerden kurulan askeri birlik.
Komando
(Portekizce) Ask: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete.
Kombinezon
Fr. Tertib, düzenlemek. * Çare. * Kadın iç gömleği.
kombinezon
tertip, düzenleme.
1701
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Komedi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri. * Uydurma, yapmacık hareket veya söz. * Gülünecek hareketler.
Komediyen
İki yüzlü, riyakârlık gösteren. * Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara.
Komiser
Fr. Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur.
Komisyon
Fr. Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. * Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti.
komisyon
özel bir maksad için kurulan heyet.
Komita
(Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.
komita
siyasi bir maksat için bir araya gelenlerin gizli cemiyeti.
Komitacı
Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse.
komite
bir iş için toplanan heyet.
Komite
Fr. Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et.
Kompartıman
Fr. Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri.
Kompetan
Fr. Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse.
Kompleks
Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü.
kompleks
karmaşık, şuur dışı meyillerin tümü.
1702
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
komplo
bir kimse aleyhine alınan gizli karar.
Komplo
Fr. Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast.
Komprime
Fr. Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç.
komprime
hap.
Komünizm
Fr. Cemiyet içinde fertlerin her türlü mülkiyet haklarını ve aile hayatını ve dini kaldırıp materyalizmi esas alan ve bütün mülkiyeti devlete mal eden bâtıl bir nazariye.(Şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünki: Akibeti görmiyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmeleri ve izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki: Bütün beşer, bu musibete karşı titriyor. S.)(Evet hariçte iki cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak, İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mâzideki şerefini İslâmiyette bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür...Şimâldeki dehşetli anarşilik tohumunu saçan ve nesil ve milleti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmağa yol açan kızıl tehlike... R.N.) (Bak: Anarşizm)
Konak
Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer. * Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol. * Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh. * Resmi dâire.
1703
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kondüktör
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Kılavuz, memur, müdür. * Trenlerde vagon ve bilet işlerine bakan vazifeli kimse.
Konferans
Fr. Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma.
Kongre
Fr. Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı.
Konsey
Fr. İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. * Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. * Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer.
Konsolit
(Konsolide) Fr. Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili.
Konsolos
İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru.
Konstantiniyye
istanbul.
Kontenjan
Fr. Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı.
kontenjan
ilgililerin her birine düşen pay ölçüsü.
Konvoy
ing. Aynı yere giden nakil vasıtaları topluluğu. * Aynı yere nakledilen insan grubu. * Harb gemilerinin himayesinde sefer yapan yük gemileri katarı.
Kopil
Küçük Rum çocuğu. * Çapkın, külhani.
Kor
t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası. * Askeriyede kolordu.
kordon
zincir.
1704
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Korsan gemisi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi.
Korsan
itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. * Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. * Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.
Kostantıniyye
İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri.
Kotra
ing. Tek direkli, yelkenli, narin küçük gemi.
Koy
Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.
kozmoğrafya
uzay ilmi.
Kozmoğrafya
yun. Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim. Felekiyyat. İlm-i hey'et.
Kozmopolit
Fr. Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. * Çeşitli milletlerden insanları içine alan.
Kozmoz
(Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler.
kozmoz
âlem, kâinat.
Köftehor
(Bak: Kuftehar)
Köhne
f. Eski, eskimiş. * Zamanı geçmiş. Demode olmuş.
Köhnebahar
Sonbahar.
köle
esir, alınıp satılan insan.
Köle
t. Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (İslâmiyet köleliği en âdil usullerle kaldırmağa çalışmış ve Resul-i Ekrem (A.S.M.), insanları kölelikten kurtarmayı ibadet olarak ilân etmiştir.)
1705
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Körük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet. * Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı.
Köşe
(Bak: Kuşe)
Köşeli parantez
"t. Cümleden tamamıyla ayrı ""haşiye"" gibi bir sözü içine alır."
Kramp
Fr. Adalenin kasılması.
Krater
(Bak: Atmiye)
kritik
tenkit, sıkışık durum.
Kritik
yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı. * Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.KRUVAZÖR : Fr. Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla vazifeli süratli harp gemisi.
Kual
Üzüm çiçeği.
Kuas
Bir hastalık (ki göğüsü tutar.)
Kub
"f. ""Vuran, vurucu, döven"" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran)"
Kuba'
Hınzır avazı. * Büyük ölçek.
Kubaa
Serçe gibi küçük bir alaca kuşun adı. * Avcıların giydiği hırka.
Kubakıb
Acele eden kimse, aceleci.* Bir yıldan sonra olan yıl.
Kubale
Mukabele. * Kapı önü.
Kuban
(Kub. C.) f. Vurucular, dövücüler. * Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
Kubb
Kürk.
Kubbe altı
Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.
kubbe
yarım küre şeklinde bina damı.
Kubbe
Yarım küre şeklinde yapılan bina damı.
1706
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kubbe-i âliye
Yüksek kubbe.
Kubbe-i hadrâ
Yeşil kubbe.
Kubbe-i kanek
Ağzın tavanı. Damak.
Kubbe-i mina
Gökyüzü. Gök kubbesi.
Kubbe-i ulyâ
Sema, gökyüzü.
Kubbe-i zerrin
Güneş, şems.
Kubbe-nişin
f. İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri.
Kubbere
(C: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş. * Bacaksız, kısa boylu kimse.
Kubbet-ül islâm
İslâmın kubbesi. * Belh şehrinin başka bir adı.
Kubbitî
Beyaz helva satan kimse.
Kubeb
(Kubbe. C.) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları.
Ku'bere
Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü.
kubh
çirkinlik.
Kubh
Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. * Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey.
Kubhiyyat
(Kubh. C.) Çirkin hareketler ve işler. Günah ve çirkin şeyler.
Kubkuba
Acele etmek.
Kuble
Öpme.
Kubtiyye (kıbtıyye)
(C: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi.
Kubu'
Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi. * Bir kimsenin başını yakasına çekmesi.
Kubub
Kuruluk.
1707
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kubul
Erlerin ve kadınların önü. * Evvel, önce, ilk.
Kubun
Gitmek.
Kubur
(Kabr. C.) Kabirler, mezarlar, türbeler.
kubûr
kabirler, mezarlar.
Kubus
Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at.
Kubza (kabza)
(C: Kubzât) Bir tutam nesne.
Kuçe
f. Dar sokak, küçük sokak. * Pazar, çarşı.
Kudahis
Bahâdır, kahraman, şucâ.
Kudam
f. Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur)
Kudar
Büyük yılan. * Aşçı, tabbah. Deve boğazlayıcı, deve kasabı.
Kudas
Gümüş boncuk.
Kudat
(Kadı. C.) Kadılar. Şeriat kanunlarıyla hâkimlik edenler.
Kuddam
Ön taraf. İleri taraf.
Kuddamî
Ön.
Kuddise sırruhu
"""Sırrı ve hakikatı muazzez ve müşerref olsun"" meâlinde bir hürmet ifadesidir.(S- Sahabe-i Kiram Hazeratına Radıyallahu Anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânada söylemek muvafık mıdır?Elcevap: Evet, denilir. Çünkü Resul-i Ekrem'in bir şiarı olan Aleyhissalâtü Vesselâm kelâmı gibi Radıyallahu Anh terkibi, sahabeye mahsus bir şiar değil, belki sahabe gibi Veraset-i Nübüvvet denilen Velâyet-i Kübrada bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şâh-ı Geylâni, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemada Sahabeye, Radıyallahu Anh; Tâbiin ve Tebe-i Tâbiine, Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah; ve Evliyaya, Kuddise Sırruhu denilir. M.)"
1708
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kuddise
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"""Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun."" anlamına gelen bir kelimedir."
kuddîsesırruhu
sırrı mukaddes olsun!
Kuddûs
" ""temiz olan ve temizlikleri yaratan"" mânâsında ilâhî isim."
Kuddus
"Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır. * Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. ""En mukaddes"" gibi."
Kuddusî
Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait. * Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik.
Kudegî
f. Çocukluk.
Kudek
(C.: Kudegân) f. Çocuk, sabi.
Kudek-meniş
f. Çocuk tabiatlı. Çocuk mizaclı.
Kudema
(Kadim. C.) Kadimler. Eski büyükler. Eski adamlar. İleri gelen büyükler. Eski zamanda gelmiş olanlar.
kudemâ
kadimler, eskiler, büyükler.
Kudeyh
Küçük kadeh, kadehcik.
Kudmus
Kadim nesne, eski.
Kudret
"Güç. Takat. * Her yeri kaplayan kudretullah. * Varlık. Ehliyet. Becerebilme. * Zenginlik. * Kabiliyet. * İlm-i kelâmda: Allah Teâlâ'ya mahsus ezelî ve ebedî ve bütün kâinatta tasarruf eden sıfattır.(Arkadaş bir kelime-i vâhidenin işitilmesinde; bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da Kudret-i Ezeliyeye nisbeten bir şey, bin şey birdir. Nev ile fert arasında fark yoktur. M.N.)"
kudret
güç.
Kudret-i ilâhiye
"Allah'ın kudreti.(Cenab-ı Hakk'ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyâsı gibi bütün mevcudata âmm ve şâmil olup, hiçbir şeyle müvazene
1709
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
edilemez; Arş-ı Azama taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak, şems ve kameri halkettiği gibi, sineğin gözünü de O halketmiştir. Cenab-ı Hak; kâinatta vaz'ettiği yüksek mizan gibi, hurdebinî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve lâtif bir nizam vaz'etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden câzibe-i umumî kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir. Hülâsa, aczin müdahalesi ile, kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni' olan kudretçe; büyük, küçük birdir.Kudret-i Ezeliye, en evvel eşyanın melekût, yani içyüzüne taalluk eder. bu yüz ise, alelumum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç yüzleri ziyadardır. İ.İ.)" Kudret-i külliye
Cenab-ı Hakk'ın küllî ve mutlak olan kudreti.
Kudretyâb
f. Gücü yetebilen, yapabilen, kuvvet ve kudreti olan.
Kuds
Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak.
Kudsî
(Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez.
kudsî
kutsal, temiz, arınmış, yüce.
Kudsiyan
Kudsiler. * Melekler. Melâike taifesi.
kudsiye
kutsal.
Kudsiyet
Kudsilik, mukaddeslik, azizlik. * Temizlik, paklık.
kudsiyet
kutsallık, yücelik, temizlik.
Kudsüman
Erkek örümcek.
Kudum
Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik.
kudûm
uzaktan gelme, ayak basma.
1710
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kudumiyye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye. * Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside.
Kudur
(Kıdr. C.) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.
Kudurî
(Hi: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir.
Kudve
Halkın uyup tâbi oldukları kimse.
Kuf
f. Baykuş denen bir kuş cinsi.
Kufahir (kufâhirî)
Büyük ve iri cüsseli kimse.
Kufaî
Burnu sıcaktan kavlar kızıl kimse.
Kufan
Zahmet, meşakkat. * Kufe dedikleri beldenin adı.
Kufar
(Kafr. C.) Issız ve susuz yerler. Çöller, sahralar.
Kûfe
"Kızıl kum. * Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten ""Kûfe"" diye isim verilmiştir."
Kuff
Yüksek yer.
Kuffaz
Kadınların ellerine ve ayaklarına taktıkları bir süs eşyası. * Eldiven.
Kuffe
(C: Kıfâf) Pamuk sepeti. * İçine kumaş konan nesne. * Yüksek yer. * Kurumuş. * Çürük ağaç.
Kufî
Kûfe şehrine mensub. Bu şehirle alâkalı.
Kufl
(C.: Akfâl) Kilit, sürgü.
Kûfte
f. Kıyılıp ezilmiş veya dövülmüş et, köfte.
Kuftehar
f. Köfte yiyen. * Geveze, çenesi düşük. * Şarlatan. Kendini beğenmiş. * Çapkın.
Kufuf
Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak.
Kuful
(Kufl. C.) Kilitler. * Seferden veya yolculuktan dönme.
Kûh
f. Dağ.
1711
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuhab
At ve deve öksürüğü.
Kuhamun
f. Tepesi düz olan dağ.
Kuhan
f. Kambur. * Eyer, at eyeri. * Sığır veya deve hörgücü.
Kuhariye
Yaşlı kadın. * Yaşlı hayvan.
Kuhaz
Koyunlara ârız olan bir hastalık.
Kuhbeden
f. Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi.
Kuhciğer
f. Dağ yürekli, kahraman, bahâdır, yiğit.
Kuhe
f. Dağ. * Hücum, saldırma. * Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. * Deve hörgücü. * At eyeri.
Kuhh
Halis, saf, katıksız.
Kuhî
f. Dağa mensub. * Dağla alâkalı. * Dağlı.
Kuhistan
f. Dağlık bölge, dağlık yer.
Kuhken
f. Dağ kazan, dağ deviren.
Kuhkub
f. Dağ vurucu. Dağı yerinden oynatan. * Kuvvetli at veya katır. * Kale veya sur döven top.
Kuhl
Göz ilâcı. * Göze çekilen sürme.
Kuhlî
Sürme gibi siyah olan.
Kuhme
Düşünmeden bir işe girişme. * Şiddet. * Kıtlık senesi. * Zor iş.
Kuhnümun
f. Heybetli, azametli. Dağ gibi görünen.
Kuhpare
f. Kuvvetli at. * Dağ parçası.
Kuhpaye
f. Dağlık arazi.
Kuhpüşt
f. Kanbur.
Kuhsar
f. Dağ tepesi. * Dağlık yer.
Kûh-u kaf
Efsânelerde geçen Kafdağı.
Kûh-u tur
Tur dağı, Sina dağı.
Kuhut
Kıtlıktan sıkıntı ve eziyet çekme.
1712
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuknas
Hindistan'da olan bir cins beyaz kuş.
Ku'ku'
Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş.
Kul
"De, söyle, bildir (meâlinde emirdir)(""Kul"" kelimesi Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. ""Kul"" emri risalet ve nübüvvete işarettir. İ.İ.)Türkçede ""Kul"", emir dinleyen hizmetkâr, Allah'ın mahlûku, Allah'a itaat ve ibadet eden veya köle mânasındadır."
kul
insan.
Kula'
Ağız ağrısı.
Kul'a(t)
(C: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer.
Kulaa
Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık. * Büyük taş.
Kulab
f. Büyük dalga. * Göl, büyük havuz.
Kulafe
Kılıf, kın, kabuk. Zarf.
Kulakıl
İhlâs ve Muavvezeteyn sureleri.
Kulal
Az, kalil.
Kulame
Tırnak kesintisi. Kesinti.
Kulameteyn
İki tırnak kesintisi. Parantez. ( )
Kulb
Bilezik. * Bir yılan cinsi.
Kule
(C: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun.
Kulel
(Kulle. C.) Kuleler. * Dağ tepeleri.
Kulel-i seb'a
İstanbul'daki yedi tepe.
Kulfe
Zeker ucundaki sünnet edilecek deri.
Kulis faaliyeti
Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma.
Kulkalan
Bir nevi ot.
1713
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kulkul
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şen, çevik, atik. * Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses. * Büyük, derin deniz. * Hızlı giden at.
Kulkulani
Üveyik kuşuna benzer bir kuş.
Kullab
(C.: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne.
Kullam
Çöğene benzer bir otun adı.
Kulle
(C.: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve. * Kule. * Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.
Kulmuh
Bir ot.
Kulub
(Kalb. C.) Kalbler, gönüller.
kulûb
kalbler.
Kuluce
Ekin ekmek için yeri ıslah etmek.
kulunç
acı veren bir hastalık.
Kulunç
Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.
Kulzüm
Deniz, bahr. * Kızıldeniz.
Kum (kumi)
(Kavm. den) Kalk (mânasına emir).
Kumame
(C: Kumâm) Cemaat, topluluk. * Süprüntü.
kumandan
komutan.
Kumanya
ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi. * Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık. * Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.
Kumar
"Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir. Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır. Bir müslüman kendi menfaatini isteyip zararını istemediği gibi; diğer bir müslümanın da çıkarını
1714
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gözetip kötülüğünü isteyemez. Halbuki kumara katılan herkes, karşı tarafın zarariyle kendi çıkarlarını düşünmektedir.Eğer böyle bir menfaat ve zarar oyunda konulmamışsa ve dince yasaklanan maksadlar da yoksa, yine de her insan için en kıymetli mal olan zamanını boş yere harcamak olur ki bu da zarardır.Maksatsız, fikirsiz ve dünyaya ne için geldiğini bilmeyen basit bir insan böyle yollara düşer ve gittikçe perişan olur. Halbuki insan, sonsuz ve yüksek gâye sahibi, yüksek şahsiyetli ve nizamlı bir hayat yaşamalıdır. (Bak: Meysir)" Kumarbaz
Kumar oynayan. Kumarcı.
Kumar-hane
f. Devamlı olarak kumar oynanan yer.
kumbiiznillah
Allahın izniyle kalk!
Kume
Bir yere toplanmış olan şeyler. * Yüksek, yüce yer.
Kumistan
f. Kumluk çöl veya arâzi.
kumistân
kumluk yer, çöl.
Kumkuma
(C: Kamâkım) İçine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testi. * Bakır şişe, bakır ibrik.
Kumme
Arslanın, ağzı ile aldığı şey.
Kummehan
Za'ferân. * Şarap köpüğü.
Kummele
(C: Kummel) Kene cinsinden bir böcek.
Kumpanya
Fr. şirket. * Mc: Cemaat, zümre.
Kumrî
"(C: Kamâri) Kumru. Dişisine ""kumriye"", erkeğine ""sakhar"" derler."
Kumudd
Sağlamak, sert, katı. * Uzun, tavil.
Kumus
Suya batıp kaybolmak.
Kumze
Toplanmış hurma.
1715
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kûn
Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç.
Kunabe
Toplu yapraklar (Buğdayın başı onun içinde olur.)
Kunah
Çomak.
Kunais
(C: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.
Kunan
Koltuk kokusu. * Gömlek yeni.
Kunbua
(C: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi)
Kunbul(e)
(C.: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan. * 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse. * At. * Bomba.
Kunbura
(C: Kanâbir) Çökük kuşu.
Kunbuza
(C: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz)
Kundak sokmak
Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak. * Yangın çıkarmak.
kundak
bebek sargısı, yangın çıkaran ateş parçası.
Kundak
Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı. * Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.
Kunefhar
Büyük cüsseli, iri vücutlu.
Kunfuz(e)
(C: Kanâfiz) Kirpi. * Fare. * Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri. * Otları dolaşık yer.
Kunn
Gömlek yeni.
Kunne(t)
(C.: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı.
Kunneb
Kendir. Kenevir.
Kunnebit
(C.: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki.
Kunta
Karalık.
Kunu'
Kanaat etme, kâfi bulma. * Suâl ve tezellül.
Kunut
Ümidsizlik. Ye'se kapılma.
1716
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kunv
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü.
Kunyan (kınyân)
Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
Kunye (kınye)
Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
Kunzua
(C: Kanâzı') Çakıl taşı. * Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç.
Kûpal
f. Gürz. Demir topuz.
Kûr
(C.: Kûrân) f. Kör, âmâ.
Kura
(Karye. C.) Karyeler, köyler, kasabalar.
kurâ
ad çekme.
Kura'
İbâdet eden.
Kur'a
Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma.
Kuraa
Kalem kesintisi. Kalem yongası.
Kurab
(Kurbet. C.) Yakınlar, akrabalar.
Kûrabe
f. Kubbeli mezar, türbe.
Kurad
(C: Kırdân-Ekride) Kene adı verilen böcek.
Kurakır
Güzel sesli kimse.
Kurân
" ""okunan"" mânâsında ilâhî kitabımızın adı."
Kûrân
(Kur. C.) f. Körler. âmâlar.
Kur'an
Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son kitâb-ı semâvidir. Din ve dünyanın nizâmını en iyi şekilde bildirir, kâinatın neden ve niçin yaratıldığını ve hikmetlerini beyan eder. Başıboşluk ve serserilikten kurtarıp ibâdet ve taata, emniyet ve nizâma ve saadete sevkeder ve insanın ebedi selametine vesile olur. * Lugat
1717
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mânasına göre Kur'ân: Tilâvet, okumak, cem' ve zammolunmuş, okunmuş mânâlarına gelir. Fürkan, Zikir, Hüdâ, Hitab, Kitab, Mushaf, Nur, Necm, Hüdâ, Mev'iza, Aziz, Besâir, Bürhan...gibi elli beş kadar isimle de anılır. (Bak: Kelâmullah) Kûrâne
f. Körcesine.
Kur'an-ı hakîm
Hakim olan Kur'an-ı Kerim. Hakim: Hikmetli, hikmet sâhibi, yahut çok hâkim ve muhkem mânalarına gelir.
Kur'an-ı mu'ciz-ül beyan
"Beyan ve ifadesi mu'cize olan Kur'an.(Kur'an: Şu kitâb-ı kebir-i
kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri... ve zeminde ve gökde gizli Esmâ-i İlâhiyenin mânevi hazinelerinin keşşâfı.. ve sutur-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisanı... S.)(Kur'an-ı Kerim-, bütün mebâhis-i esasiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyâyı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe; ve semâ, misbahlariyle süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş, ittisal peyda etmiş bir surette, bir zaman-ı hâzır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyandır.Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, proğramını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur'an dahi, şu kâinatı yapan ve idâre eden ve işlerinin listesini ve fihristesini tabir câiz ise, proğramını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiç bir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf görünmüyor. Hiç
1718
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bir şâibe-i taklid veyâ başkasının hesâbına ve onun yerinde kendini farzedip konuşmuş gibi bir hud'anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusiyle sâfi, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı, ""Güneşten geldim"" der. Kur'ân dahi,"" Ben Hâlık-ı Âlem'in beyanıyım ve kelâmıyım"" der. Evet şu dünyâyı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverâne ve nimetperverane şu derece san'atının acibeleriyle şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravâri tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'imden başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyâyı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir temaşagâh-ı san'at-ı İlâhiyeye çeviren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sâhib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur'an, Şems-i Ezelî'den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin? Onun taklidini yapsın?Elhak, bu dünyayı san'atlarıyla zinetlendiren bir san'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldır. Mâdem ki, yapar ve bilir, elbette konuşur. Mâdem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur'andır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi? S.)(Kur'an-ı Hakim yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu ve der idi ki: ""Şu Kur'anın Muhammed-ül Emin gibi bir ümmiden nazirini yapınız ve gösteriniz.
1719
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haydi bunu yapamıyorsunuz, o zât ümmi olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; bir tek zât olmasın, bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin, hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin. Haydi bununla da yapamıyacaksınız, eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur'anın nazirini gösteriniz, yapınız. Haydi bunu da yapamıyorsunuz; Kur'anın mecmuuna olmasın da, yalnız on Suresinin nazirini getiriniz. Haydi on Suresine mukabil hakiki doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden asılsız kıssalardan terkib ediniz. Yalnız nazmına ve belâgatına nazire olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamıyorsunuz, bir tek suresinin nazirini getiriniz. Haydi Sure uzun olmasın, kısa bir Sure olsun, nazirini getiriniz. Yoksa, din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da âhirette de tehlikeye düşecektir..."" M.)(Amerikalı Filozof Karlayl (Carlyle) şöyle diyor: Kur'anı bir kerre dikkatle okursanız, O'nun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyyetlerinden biri, (O'nun asliyyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur'an serâpa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği dâvet, hak ve hakikattır. İ.İ.)" Kurânî
Kurânla ilgili, ait.
Kurare
Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su.
Kurat
Fitil ucundan yanmış yer.
Kurâ-yı mütecâvire
Komşu köyler.
1720
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuraz (kariza)
Isırgan otu.
Kuraze
Altun ve gümüş kırıntısı. * Kumaş parçaları.
kurb
yakınlık.
Kurb
Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.) * Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer.
Kurban
Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey. * Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan. * Bir maksad uğrunda feda olma. * Beylerin ve meliklerin yakınlarından olan kimse.
Kurbet
Yakınlık. * Fık: Allah'a manevî yakınlığa sebeb olan amel-i sâlih.
Kurb-i derece
Ölen bir kimseye yakınlık derecesi.
Kurb-i hüdâ
Allah'a manevî yakınlık.
Kurb-i mesâfe
Yer, mekân yakınlığı.
kurbiyet
yakınlık.
Kurbiyyet
"Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak. (Bak: Akrebiyyet)(Sahabelerin kurbiyet-i İlâhiyye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünki: Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. O'nun kurbiyetini kazanmak iki surette olur.Birisi: Akrebiyetin inkişafiyledir ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar.İkinci Suret: Bu'diyetimiz noktasında kat-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr-i sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte, birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır, cezb-i Rahmânidir ve mahbubiyettir.
1721
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tâbi olmıyarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkaz-zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat'-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikatı, ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok merâtibden seyr-i süluk suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki, sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesire ile, ubudiyetin envâına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder. S.)" Kûr-boğaz
f. Obur, körboğaz.
Kurbuk
Mevzi ismi. * Yardım. * Dükkân.
Kurdah
Maymun.
Kûrdil
f. Câhil. Gönlü kör.
Kurduh
Maymun. * Küçük karınca.
Kûre
f. Demirci ocağı. Kuyumcu ocağı. * Küre.
Kurena
Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar.
Kureng
f. Al at.
Kurevî
(Kurâ. dan) Köylü. Köye âit, köye dâir.
1722
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kureyş suresi
Kur'an-ı Kerim'in 106. Suresidir. Liilâfi Suresi de denir. Mekkîdir.
Kureyş
Peygamberimizin kabilesi.
Kureyşî
Kureyş kabilesinden olan. Kureyş'e mensub.
Kureyza
Medine-i Münevvere yakınında Yahudi taifesinden bir kavim.
Kurfusa (karfesa)
Mak'adı üstüne oturup dizlerini karnına yapıştırıp iki kolunu baldırları üstüne kavuşturmak.
Kurha
(C: Kuruh) Silâh yarası. * Çıban.
Kurhane
(C: Kurhân) Bir cins mantar.
Kûrî
f. Körlük, âmâlık.
Kurkube
Et, lahm.
Kurkul
Çekirge.
Kurkur
Büyük gemi.
Kurkus
Geniş, bol, vâsi.
Kurmay
Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay. * Mc: Becerikli.
Kurme
İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak.
Kurmud
Dağ keçisinin erkeği.
Kurmus
(C: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.
Kurnas
Dağın burnu.
Kurne
Sivri veya tümsek şey. * Hamam kurnası. Kurna.
Kurneve
Boya otu.
Kurnuk
Yumuşak bedenli delikanlı.
Kurr
Karar. * Soğukluk.
1723
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kurra
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Kari'. C.) Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.
kurrâ
Kurân okuyucuları.
Kurrasa
(C: Kırâs) Papatya çiçeği.
Kurre
Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması. * Ağlamaktan sonraki serinlik. * Dilşâd olmak. * Bir atımlık şey. * Kurbağa.
Kurret-ül a'yun
Gözlerin nuru. * Çok sevilen ve göz aydınlığına sebeb olanlar.
Kurs (kursa)
Kelepçe. * Çevrik nesne. * Yuvarlak. Tekerlek şeklinde olan.
Kurs-u şems
Güneş yuvarlağı.
Kurşum (kırşâm)
Büyük kene.
Kurt(a)
(C.: Kırta-Kırat) Küpe.
Kurtan
At'ın arkasına vurdukları keçe.
Kurtat
Eyer altına konan bir nesne. * Boyun.
Kurtubî
Kılıç. Halid bin Velid'in kılıcı.
Kurtum
Mestin burnu.
Kuruh
(Kurha. C.) Yaralar.
Kurultay
(Bak: Meclis)
Kurum
(Karm. C.) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler.
Kurun
(Karn. C.) Asırlar. Devirler. Çağlar.
kurûn
çağlar, asırlar, devreler.
Kurune
Nefis.
Kurun-u âhire
Son asırlar. İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed tarafından zaptedildiğinden sonraki zaman. Hicri 857, Mi. 1453 yılından sonraki devir.
Kurun-u sâlife
Geçmiş asırlar.
1724
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kurun-u ulâ
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılması zamanına kadar olan eski devir. İlk çağ.
Kurun-u vustâ
Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılmasından, İstanbul'un Müslümanlar tarafından zabtedildiği tarihe kadar olan zamandır. Orta asırlar.
Kurur
Gözün parlak olması.
Kurut
Kuruluk.
Kuruz
(Karz. C.) Borçlar. Ödünç olarak verilen paralar.
Kurzub
Fakir kimse.
Kurzum
Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar.
Kurzül
Kadınların başına örttükleri nesne. * Kayıt. * Kötü kimse. * At ismi. * Bel, sulb.
Kûs
f. Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul.
Kusa
Zayıflık. * Nâhiye.
Kusakıs
Çok acı olan sarmısak.
Kusale
Buğday ve arpa kesmiği.
Kusame
Kassamlara verilen taksim ücreti.
Kusara
İsteğin ve arzunun son derecesi.
Kusare
Hususi hücre. * Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte.
Kusas
Saçın önünde ve ardında nihayeti.
Kusasa
Tırnak kırpıntısı. * Az miktar, az şey.
Kusb
(C: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak.
Kusbe
(C: Kuseb) Göden bağırsak.
Kuse
f. Köse.
Kusec
f. Köse.
1725
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuseybe
Bronşcuk.
Kuseyra
İyeği kemiklerinin altındaki kemik.
Kusfend
f. Koyun.
Kûs-i gaza
Savaş davulu. Muharebe kös'ü.
Kuskus (kuskusa)
(C: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.
Kuslub
Kuvvetli, dayanıklı, sağlam.
Kusre
Yakın, karib.
Kuss ibn-i saide
İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir din üzere olacağını müjdelemiştir. (K. En. Sh. 61)
Kussa
Alın saçı.
Kussabe
(C: Kısâb) Kamış boğumu. * Düdük.
Kussas
Bir demir madeninin adı.
Kust
Topalak dedikleri ot.
Kustar (kıstâr)
Kesedar. Sarraf. * Tüccar, tâcir. * Mizan, ölçü. * Bir şehre veya bir beldeye vâli olan kimse.
Kustas
Büyük terazi.
Kusu
Uzaklık, ırak olmaklık. * Son olmaklık.
Kus'ul
Yaramaz, leim, lânet edilen kimse. * Kurt eniği.
Kusur
"Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik. * Cem' olmalar. * Pahalanmak. *Eksilmek. * Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması. * Bereketlenmek. * İmtina', âciz olmak. * Bir hesabın üstü. Artan kısım. * (Kasr. C.) Kasırlar. Saraylar. Köşkler.(Şeytanın
1726
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mühim bir desisesi : İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksiratdan takdis etsin. Evet şeytanı dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te'vil ile te'vil ettirir. $ sırriyle, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan , $ dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir. Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstahak olur. L.)" kusûr
eksiklik, pürüz, özür, kabahat.
kusûrât
kusurlar.
Kusure
Acizlik, güçsüzlük.
Kusur-i cinan
Cennet'teki köşkler.
kusûriyet
kusurluluk.
Kusut
Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek. * Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek.
Kusva
Son derecede bulunan. * Son, nihayet. * Son sınır. Erişilecek olan en son nokta.
Kuşam (kuşâme)
Sofrada artan yemekler.
Kuş'am
(C: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse. * Belâ. * Arslan. * Sırtlan. * Örümcek. * Karınca yuvası.
1727
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuş'aman
Büyük erkek akbaba.
Kuş'ar
Hıyar.
Kuşa'rire
Titreme. * Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri.
Kuşe
Köşe.
kûşe
köşe.
Kuşe-i ferag
İnsanın, herşeyden feragat edip çekildiği köşe.
Kuşe-i nisyan
Unutma köşesi, nisyan köşesi.
Kuşiş
f. Çalışma, çabalama, gayret sarfetme, uğraşma.
Kuşur
(Kışr. C.) Kabuklar, kışırlar.
Kuşur-i eşcar
Ağaç kabukları.
Kuşuta
Burnun çökük ve yassı olması.
kut
gıda, azık.
Kut
Yaşatacak gıda, rızık. * Kuvvetlendirmek.
Kuta' (kutu')
Düş yormak, rüya tâbir etme. * Su kesilmek.* Başka yere gitmek.
Kuta'
(C: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri. * Bağırtlak kuşu.
Kut'a
Bir hurma cinsi.
Kutaa
Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı.
Kutafe
Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü.
Kûtah
(Kuteh) Kısa, boysuz.
Kûtah-âstin
f. Aslında kötü olduğu hâlde iyi gibi görünen kimse.
Kûtah-bîn
f. Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü.
Kûtahter
f. Pek kısa, çok ufak.
Kûtah-terin
f. En çok kısa.
Kutar
Kebap kokusu. Ot kokusu.
Kutb
(Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.) * Elektrik cereyânını meydana getiren veya
1728
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mıknatısın uçlarından her biri. * Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın en büyük mürşidi. kutb
büyük evliya.
Kutbe
Nişan okunun temreni. * Erkek ismi. * Nişanlara atılan ufak ok.
Kutbeyn
İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları.
Kutbî
(Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı.
Kutbiye
Deve ve koyun sütünün birbirine karışması.
Kutbiyet
(Bak: Kutb-ul aktab)
kutbiyet
büyük evliyalık.
Kutb-u cenubî
Güney kutbu.
Kutb-u devran
Halife ve bu sıfatı alan Osmanlı padişahı.
Kutb-u risalet
Risaletin başı. * Hz. Muhammed (A.S.M.)
Kutb-u şimalî
Kuzey kutbu.
kutbuâzam
en büyük kutub, zamanın en büyük velîsi.
Kutb-ud din
Dinin kutbu.
Kutb-ul aktab
Kutubların başı. Hilafet-i mâneviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velâyet-i mâneviye makamlarının en yükseği, nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenâb-ı Hakkın bir atiyyesi olarak nâil olunur. Bu makamda bulunan zât, Hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mazharı ve Esmâ-i İlâhiyenin câmi'idir. Her asırda bir tane bulunan bu zatların sonuncusu mezkur sıfatların en ekmeline mazhardır. Bu makam hakkında Gavs ve Kutbiyyet-i Kübrâ tâbirleri de kullanılır.
Kutb-ul ârifîn
Ariflerin en ileri geleni, en büyüğü. Maddi, mânevi ve İlâhi ilim sahiblerinin başı. Ariflerin kutbu. (Bak: Aktâb)
1729
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kutb-uz zaman
Zamanın en ileri gelen ve en büyük ârif ve mürşidi. (Bak: Aktâb)
Kûteh
(Kutâh) f. Kısa, boysuz.
Kûtehbâl
f. Kısa boylu.
Kûtehbîn
f. Kısa görüşlü. İleriyi göremez.
Kûtehdest
f. Kısa elli. Elli kısa olan. * Mc: Hasis, cimri, tamahkâr, keremsiz.
Kûtehendiş
f. Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü.
Kutela'
(Katil. C.) Öldürülmüş kimseler, maktuller.
Kut-ı lâ-yemut
Ölmeyecek kadar olan rızık, yiyecek.
Kut-ı mesih
Hurma. * Şarap.
Kûtî
Kısa boylu adam.
Kutile
(Katil. den) Katledildi, kahroldu veya kahrolası meâlindedir.
Kutme
"Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana ""aktem"" derler.) (Müe: Katmâ)"
Kutn
(C: Aktân) Pamuk.
Kutne
Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden.
Kutniye
Aşure tatlısı.
Kutr (kutur)
Taraf. Canib. * Nahiye. Mahal. Arzın veya semânın bir ciheti. * Çap. * Bölük. Bölge. * Geo: Dairenin merkezinden geçip onu iki müsavi kısma bölen doğru parçası, çap.
kutr
çap.
Kutre
Avcılar kümesi.
Kutrenî
Kutur itibariyle, çap olarak.
Kutr-u dâire
Geo: Dairenin kutru. Çap.
Kutrub
Bir kuş.
Kutrutî
Kısa boylu küçük adam.
Kutta'
(Katı'. C.) Kesiciler, kat' ediciler, kesenler.
1730
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kutta-i tarik
Yol kesenler, eşkiyalar, haydutlar.
Kuttal
(Katil. C.) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler.
Kuttan
(Katın. C.) Yerliler, oturanlar, sâkinler.
Kutu'
Zelil olmak. Hakarete uğramak.
Kutub
(Kutb. C.) Kutublar.
kutub
büyük evliya.
kutulâyemût
ölmeyecek kadar yiyecek.
Kutur
Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam.
Kûtval
f. Kale muhafızı. Dizdar. * Belediye reisi. Şehir ağası.
Kuud
Cülus. Oturmak. * Namazın oturarak kılınan kısmı. Secdede iken kalkıp oturmak.
Kuule
Ayağının arkasıyla yerden toprak saçmak.
Kuur
(Ka'r. C.) Dipler, derinlikler. Nihâyetler.
Kuvâ
(Kuvvet. C.) Güçler. Kuvvetler. * Hisler. Hasseler. Takatler. * Şeriatın birer hükmü.
Kuva'
Erkek tavşan.
kuvâ
kuvveler.
Kuvâ-i diniye
Dinî kuvvetler.
Kuvâ-i hamse
Beş duygu.
Kuvam
Koyunun ayaklarını tutan bir hastalık.
Kuvare
Yuvarlak parça (ki gömlek yakasından veya kavun, karpuz başından keserler.)
Kuvâ-yı milliye
Milli kuvvetler. Bir milletin sahib olduğu kuvvetleri. * İstiklâl harbinde Anadoluda kurulan hükümet ve bu hükümetin askeri kuvvetleri.
Kuvâ-yı selâse
Üç kuvvet. (Kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye.)
1731
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuvâ-yı umumiye
Umumi kuvvetler.
Kuvb
Yavru.
Kuvvad
Kumandanlar, seraskerler, komutanlar.
kuvve
kuvvet, düşünce, duygu, yetenek.
Kuvve
Kuvvet. Güç. * Salâhiyyet. İktidar. * Fikir. Niyet. * Hasse. His. Duygu. Meleke. * Kabiliyyet. (Za'fiyyetin zıddı)
Kuvve-i an-il-merkeziye
Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi
zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır. Kuvve-i azm
f. Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti.
Kuvve-i bâsıra
f. Görme duygusu, görme kuvveti.
Kuvve-i câzibe
Kendine çekici kuvvet. Dünyanın câzibe, yani çekme kuvveti.
Kuvve-i dâfia
Zararlı şeyleri men'etme ve onlardan korunma hissi. İtme kuvveti.
Kuvve-i galibe
Üstün ve ezici kuvvet.
Kuvve-i hâfıza
f. Zihinde hıfzetme, belleme kuvveti.
Kuvve-i hamse-i bâtınaİçteki beş his, beş duygu. (Bak: Havâs) Kuvve-i ile-l merkeziye
Muhitten (etraftan) merkeze doğru gelen çekme kuvveti.
(Kuvve-i anil-merkeziyenin zıddıdır.) Kuvve-i istinad
Dayanma ve istinad etme kuvveti.
Kuvve-i kudsiye
Evliyâ kuvveti. Cenab-ı Hakk'ın yardımına mazhar olan kuvvet. Hakaik-ı imâniye ve Kur'aniyeyi gayet ince ve derin bir firaset ve dirayetle anlayabilme kuvveti.
Kuvve-i lâmise
Dokunma ve hissetme duygusu. Sertliği ve yumuşaklığı anlama duygusu.
1732
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuvve-i muhassala
Muhtelif kuvvetlerin ağırlık merkezi.
Kuvve-i musavvire
Cenâb-ı Hakkın izni ve kanunu ile maddiyatın şekil ve suretini alma kabiliyeti (Bak: Madde-i musavvire)
Kuvve-i mutasarrıfa
Mütehayyile vasıtasıyla zihinde hazırlanan şeyleri tertib kuvveti.
Kuvve-i müdrike
İdrak kuvveti. Beş duygunun, hissin zihinde duyulması, anlaşılması.
Kuvve-i mümeyyize
İnsanın iç âleminde hissedilenleri birbirinden ayırdetme kudreti. * Hayır ve şerri anlayıp ayıran bir duygu ve kuvvet.
Kuvve-i mütehayyile Hissolunan şeyin gıyabında resim ve tasvir kuvveti. Hayâl kuvveti. Kuvve-i müvellide
Tevlid edici kuvve, meydana getirci kuvvet.
Kuvve-i nâtıka
Konuşma, güzel ifade etmek kudreti.
Kuvve-i sebuiye
İnsanda başkalarına hücum ve zararları defetmek kuvvesi.
Kuvve-i sebuiye-i gadabiye Zararlı şeyleri def'e sevkeden his ve kuvvet. Kuvve-i şâmme
Koku alma, koklama duygusu. Burun.
Kuvve-i şeheviye
Cinsi istek kudreti. Yemek, içmek, konuşmak, uyumak gibi kabiliyetler.
Kuvve-i teşriiye
Kanun vaz'etme kuvveti. şeriata uyan düsturlar yapma kuvveti. * Büyük Millet Meclisi.
Kuvve-i vâhime
Vehim ve hayâl duygusu. Kuruntu hâssesi.
Kuvve-i zahriye
Yardımcı ve imdatçı kuvvet.
Kuvve-i zâika
"Dildeki tad alma duygusu. (Bak: Dil)(Ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idâresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur.. fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın. İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir
1733
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir, daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, ""hâkim benim"" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse; onu içeriye sokacak. İhtilâl verecek, yangın çıkaracak, ""Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün."" dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisad ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'i bir iştihayı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder. L.)" Kuvve-i zâkire
Hafıza. Ezberleme kuvveti. Ezber edici kuvvet.
kuvvet
güç.
Kuvvet
Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. (Kuvvet, te'sir ettiği cisimlerin hâricindedir.)
Kuvvet-i devlet
Devletin kuvveti.
Kuvvet-üz zahr
Arka veren kuvvet. Yardımcı, imdadcı kuvvet. Geriden gelen yardımcı. * İcabında arkadan yardımcı olacak asker kuvveti. İmdâda hazır asker.
1734
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kuvvetüzzahr
yardım kuvveti.
Kuy
f. Karye, mahalle, sokak. * Yol. Semt.
Kuya
Çok kusmak.
Kuydaş
f. Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler.
Kuyud
(Kayd. C.) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları.
kuyûd
kayıtlar, bağlar.
Kuyudat
Kayıtlar.
Kuyudat-ı atika
Eski kayıtlar.
Kuyud-u ihtiraziyye
Korunmak için ilerisine âid tedbir kayıtları. Bazı hakları kullanabilme şartı.
Kuz
Bardak, kadeh. * Tas, çanak.
Kuza'
Ağız ağrısı.
Kuzah
Mevzi ismi. * şeytan ismi. (Bak: Kuzeh)
Kuzakız
Yırtıcı ve paralayıcı yavuz arslan.
Kuza'mel
Büyük şişman deve.
Kuza'mele
Kötü huylu, kısa boylu kadın. * Şey.
Kuzat
Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar. (Bak: Kudât)
Kuzazat
Ok yeleği kırpıntısı. * Altın parçaları.
Kuze
f. Su testisi.
Kuze-ger
f. Çömlekçi, bardakçı.
kuzeh
renk renk çizgiler.
Kuzeh
Renk renk çizgiler. * Bulutları idâreye me'mur bir melek ismi.
Kuzehiye
Gözün renkli olan tabakası. İris.
Kuzfe
(C.: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer.
Kuzha
(C: Kuzeh) Yol, tarik.
1735
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuzu'
Evmek, acele.
Kuzz
Yeleksiz oklar.
Kuzze
(C: Kuzze) Ok yeleği. * Pire, bürgus.
Küayt
(C: Ki'tân) Bülbül.
Kübab
Bir yere toplanmış kum.
Kübad
Tıb: Karaciğer iltihabı.
Kübas
Başı büyük olan erkek.
Kübbe
(C: Kübb) At sürüsü. * İplik yumağı.
Kübbene
Bahil kişi.
Kübera
(Kebir. C.) Büyükler. Ulular.
Kübera-yı ümmet
Ümmetin uluları, büyükleri.
Kübkübe
İnsan topluluğu. * At sürüsü.
Kübr
Yakınlık.
Kübra
(Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük. * Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle (Bak: Hadd-i ekber).
kübra
en büyük.
Kübud
(Kebed. C.) Karaciğerler.
Küca
f. Nereye? Nasıl?
Küda
Mekke-i Mükerreme'de Bâb-ı Umre'nin yolu.
Küdade
Çömlek dibinde kalan yemek.
Küdame
Her nesnenin bakiyyesi.
Küdas
Hayvan aksırığı.
Küds
Dövülmemiş harman.
Küdu'
Soğuğun bitkilere zarar vermesi.KÜDUR : (Keder. C.) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.
1736
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küdû
Yerin otu geç bitmek.
Küduret
(Keder. den) Bulanıklık. * Koyuluk, kesiflik. * Kaygı. Tasa. Kederlilik.
küdûret
koyuluk, kederlilik.
Küdürr
Azâsı çok şişmiş olan yiğit.
Küdye
Kazılması güç olan sert yer.
Küf
Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad. * Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.
Küfae
Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı.
Küfale
Zammetmek, artırmak. * Boynuna almak.
Küfat
(Küfv. C.) Eşitler. * Denkler, müsaviler.
Küfe
f. Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet.
Küffar
(Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.
küffâr
kâfirler.
Küffe
(C: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi.
Küfiyyun
Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi. (O.L.)
Küfne
Ağaç, şecer.
Küfr ü dalal
Kafirlik ve sapıklık. Dinsizlik.
Küfr
"Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene ""kâfir"" denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. İmansızlık. * Allaha (C.C.) yakışmıyan sıfatlar uydurmak. Müslümanlığa uymayan şeylere
1737
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
inanmak. * Nankörlük, dinsizlik, günah, kaba ve ayıp söz. (Bak: Kebâir - Kâfir)" küfr
îmansızlık.
küfrân
îmansızlık, nankörlük.
Küfran
Nankörlük etmek. Allah'ın ihsan ve inayetine mukabil teşekkür etmeyip fiilen veya kavlen inkâr etmek.
Küfran-ı ni'met
"Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği ni'metleri bilmemek ve hürmetsizlikte bulunmak. (Bak: Tahdis-i ni'met)(Bazan tevâzu, küfrân-ı ni'meti istilzâm ediyor; belki küfrân-ı ni'met olur. Bazan da tahdis-i ni'met iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki, ne küfrân-ı ni'met çıksın ne de iftihar olsun. Meziyyet ve kemalâtları ikrâr edip, fakat temellük etmiyerek, Mün'im-i Hakikinin eser-i in'âmı olarak göstermektir. M.)"
Küfr-i cuhudî
Kalb ve dil ile ikrar etmemektir. (şeytan gibi)
Küfr-i inadî
İnadî dinsizlik, inadî küfür. Hakikat isbat edildiği halde yine imana gelmemek. Bilip de kabul etmez olmak.
Küfr-i inkârî
"Aslâ Cenab-ı Hakk'ı tanımayıp, İslâmiyet hakikatlarını ikrar ve tasdik etmemektir. (Evet küfr, mevcudatın kıymetini ıskat ve mânasızlıkla ittiham ettiğinden; bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan; bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden; bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insâniyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem, bir zulm-ü azimdir ki: Umum mahlukatın ve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktiza eder.
1738
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
S.)(Deniliyor : Deve kuşuna demişler : ""Kanatların var, uç!"" O da kanatlarını kısıp, ""Ben deveyim"" demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler; ""Mâdem deveyim diyorsun, yük götür!"" O zaman kanatlarını açıvermiş. ""Ben kuşum"" demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş... Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş. Aynen onun gibi; kâfir, Kur'anın semâvi ilânatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkuk bir küfre inmiş. Ona denilse: ""Madem mevt ve zevali, bir idam-ı ebedi biliyorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde... Ona her vakit bakan, nasıl yaşar? Nasıl lezzet alır?"" O adam, Kur'anın umumi vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: ""Mevt idam değil, ihtimal beka var."" Veyahud, deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!.Elhasıl : O meşkuk küfür vasıtasiyle deve kuşu gibi mevt ve zevali, idam mânâsında gördüğü vakit, Kur'an ve semâvi kitabların iman-ı bil'âhiret'e dair kat'i ihbaratı ona bir ihtimal verir. O kâfir, o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse: ""Mâdem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniyye meşakkatini çekmek gerektir!"" O adam şekk-i küfri cihetiyle der: ""Belki yoktur; yok için neden çalışayım."" Yâni: Vaktâ ki o hükm-ü Kur'anın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedi âlâmından kurtulur ve meşkuk küfrün verdiği ihtimâl-i adem cihetiyle tekâlif-i diniyye meşakkati ona müteveccih olur; ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek bu nokta-i nazarda, mü'minden ziyade bu hayatta
1739
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
lezzet alır, zannediyor. Çünki; tekâlif-i diniyyenin zahmetinden ihtimâl-i küfri ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimâl-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü, gayet sathi ve faidesiz ve muvakkattır. L.)" Küfr-i meşkuk
Küfürde ve itikatsızlıkta şüpheli olma.
Küfr-i mutlak
"Hiç bir imâni hükmü olmamak, dine âit hiç bir hakikatı, Allah'ın varlığına âit hiç bir delili kabul etmemek. İhsan ve inayet-i İlâhiyyeye karşı şükür etmiyerek fiilen ve kavlen inkâr etmek. (""Neuzü billâh"" dine söğmek gibi) Küfr-ü icabettiren bazı çirkin sözlere de ""küfür"" denilmiştir.(Bir müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünkü başka dinlerin icmallerine mukabil İslâmiyette tam izahat verilmiş. Rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan, tasdik etmeyen bir müslüman, Allahı da (sıfatıyla) daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor. Adeta akıl, kabulde mecbur oluyor. S.)"
Küfr-i nifakî
Dil ile imanı ikrar edip kalb ile itikad etmemektir.
küfrî
küfürle ilgili.
küfriyât
küfürle ilgili şeyler.
Küfriyyat
Küfre sebep olan işler ve sözler.
Küfuf
(Keff. C.) Avuçlar, el ayaları.
küfür
îmansızlık.
Küfürbaz
f. Küfür sözü söyleyen. Ahlâksız. Küfrü âdet edinmiş olan.
küfürbaz
küfredici.
Küfüv (küfv)
şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ. (Bak: Kefâet)
küfüv
denk, eş.
1740
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küfye
Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek.
Küh
(Bak: Kûh)
Kühbe
Kırmızılığa yakın olan beyaz renk.
Kühen
f. Eski, zamanı geçmiş. Demode olmuş. Yıpranmış.
Kühenpir
f. Yaşı ilerlemiş. Çok yaşlı, ihtiyar.
Kühensâl
f. Yaşlanmış, ihtiyarlamış, kocamış. Eskimiş.
Küheylan
Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.)
Kühhan
(Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
Kühistan
f. Dağlık yer, dağı çok olan mevki.
Kühküm
Oturak yeri kemiği.
Kühl
Sürme. Göz için sürme boyası.
Kühle
Sığırdili denilen ot.
Küh-sar
f. Dağ tepesi. Dağlık.
Kühuf
(Kehf. C.) Mağaralar.
Kühul
(Kehl. C.) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler.
kühûlet
erginlik.
Kühulet
Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası.
Kühure
Yüzünü pörtürmek.
Kül'a
Devenin arkasında olur bir hastalık. * Koyun sürüsü.
Küla
Kuş kanadının sonunda olan dört telek.
Külae
Tehir etmek, sonraya bırakmak.
Külah
Takke. Kalpak. Baş örtüsü. * Kazıkların toprağa girmesini kolaylaştırmak için uçlarına geçirilen huni şeklindeki demir gömlek.
külâh
tepesi sivri başlık.
1741
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Külale
f. Çiçek demeti. * Kıvrım kıvrım olan saç. Kıvırcık saç. Bukle.
Külam
Kaba, muhkem ve sağlam yer.
Külbe
f. Kulübe.
Külbe(t)
Sıkıntı, zorluk, ıztırab. Şiddet. * İki sahtiyan arasına konup dikilen kırmızı kayış.
Külçe
Eritilip tasfiye olunmamış veya topraktan çıkartıldığı gibi bulunan maden. * Büyük parça şeklinde dökülmüş maden.
Külef
(Külfet. C.) Külfetler, zahmetler, sıkıntılar, zorluklar. * Merâsimler.
Küleng
f. Turna kuşu.
külfet
yük, zahmet, zorluk.
Külfet
Zahmet. Sıkıntı. Yorgunluk. Zahmetli iş. Adetten ve lüzumundan çok yorularak çalışmakla iş yapmak. * Merâsim.
Külhan
f. Hamam ocağı. Hamamda su ısıtmak için ateş yakılan yer.
külhân
hamam ocağı.
Külhani
f. Serseri, çapkın, âvâre.
Küliçe
f. Külçe.
Küliçe-i nühas
Bakır külçesi.
Külkül (külkâl)
Kısa boylu bodur adam.
küll
bütün.
Küll
Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri. (L.R.)
Küllab
(C.: Kelâlib) Çengel, kanca. Ucu eğri demir.
Külle yevm
Her gün.
Külle
f. Topuk. * Kâhkül.
Küll-i a'zam
En büyük bütün. En büyük küll.
1742
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Küllî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. * Çok, ziyade, fazla. * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kıt'aları veyahut denizleri dediğimiz zaman küll'ün eczasını ifade etmiş oluyoruz. Küll, cüz'lerden meydana geliyor."
küllî
bütün fertleri ihtiva eden genel kavram, genel, kapsamlı.
Külliyat
(Külliyet. C.) Bütün. Hepsi. Hepsi birden. * Bir müellifin bütün eserleri.
külliyat
hepsi, bir yazarın bütün eserleri.
Külliye
(Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik. * Bolluk, çokluk, ziyadelik. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.
külliye
bütünlük, ilgili bütün kısımların bir arada bulunduğu yapı.
külliyen
bütünüyle.
Külliyen
Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi.
külliyet
bütünlük, genellik, kapsamlılık.
Küllü amm
Her sene, bütün sene.
Küllü dain
Bütün hastalıklar. Bütün dertler.
Küls
Kireç.
Külse
(C.: Ekles) Kireç renginde olmak.
Külsum
Yuvarlak yüzlü. * Yanağı ve yüzü etli olan.KÜLTÜR : Fr. Her türlü fikir, san'at ve âdet varlıklarının hepsi. * Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi. * Terbiye. * Ziraat. * Tıb: Tecrübe veya ilâç yapmak için mikrop besleme ve çoğaltma.
1743
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük kültür
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bir milletin maddî ve mânevî varlıkları, yaşayış ve davranış şekli, kazanılan genel bilgi.
Küluh
Katı yüzlülük.
Külüng
f. Taşçı kazması.
Külve
(C: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri. * Tirşe dedikleri kayış.
Küm'
Ev, beyt.
Kümahe
f. Nazarlık.
Küman
f. (Bak: Gümân)
Kümaşe
Sürat, hız.
Kümat
(Kemi. C.) Yiğitler, kahramanlar, savaşçılar.
Kümdet
Renk değiştirme.
Kümeyt
Koyu doru at. * Kırmızı şarap.
Kümm
(C: Ekmâm-Ekmime) Gömlek yeni.
Kümme
Kavuk.
Kümmel
(Kâmil. C.) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar.
Kümmelîn
(Kâmil ve kümmel. C.) Kâmiller.
Kümmî
Konik. Koni biçiminde olan.
Kümserat
(C.: Kümsereyât) Armut.
Kümte
Kızıllık, kırmızılık, humret.
Kümter
(C: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam. * Yabani eşek. Vahşi hımar.
Kümun
"Pusulanıp gizlenmek. * Tıb: Gözde ""gümne"" denilen bir dumanlı hastalık görünmesi."
Kümze
Bir yere toplanmış hurma.
Kün feyekûn
(Bak: Emr-i kün)
1744
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kün
" ""ol"" emri."
Kün
"""Ol"" mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur."
Küna
f. Arâzi. Tarla. Etrafı çevrilerek ekilen yer.
Künam
f. Kuş yuvası. * Hayvan ini. * İnsanın rahat edip dinleneceği yer.
Künan
"f. ""Ederek, yaparak, eden, yapan"" manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek)"
Künasat
(Künâse. C.) Künâseler, süprüntüler.
Künase
Süprüntü, zibil, çöp.
Künat
(Kâni. C.) Kinâyeciler. Kinâye söyliyenler.
Künbed
f. Kubbe.
Künbül
Sağlam, dayanıklı, sert, katı.
Künc
(Günc) f. Köşe. Bucak. Bodrum.
Künc-i kanaat
Kanaat köşesi.
Künc-i mihen
Mihnet, sıkıntı ve ıztırab köşesi.
Küncüd
f. Susam.
Künd
Biçimsiz, yakışıksız, kısa. * Kesmez, kör. * Yiğit, cesaretli, cesur. * Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.
Künde
f. Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. * Kalın ve yüksek ağaç.
Kündekâr
f. Sedefçi. Kıymetli ağaçları işleyen. Marangoz.
Kündgûş
f. Sağır, işitmez.
Kündür
"(C: Kenadir) ""Günlük"" denilen nesne. * Şişman ve kısa boylu kimse. * Vahşi hımar, yabani eşek. * Büyük çuval."
Kündüs
Saksağan kuşu.
Künende
"f. ""Edici, yapıcı"" mânâlarına gelerek kelimelere eklenir."
1745
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küngân
f. Toprak ve çimento gibi şeylerle yapılan su borusu, su yolu.
küngân
su borusu.
Küngüre
f. Kubbenin en yüksek yeri, tepesi.
künh
asıl, öz, kök.
Künh
Bir şeyin aslı, cevheri, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihâyeti, vechi. * Vakit, zaman.
Küniş(t)
f. Mecusi tapınağı. * Yahudi havrası.
Künnaşe
(C.: Künnâşât) Kök.
Künne
Ev kapısı üstüne yapılan sundurma.
Künnes
(Kânis. C.) Yuvasında ve yatağında olan geyikler. * Gündüzün gizlenen, gece görünen seyyar yıldızlar. (Bak: Hunnes künnes)
künnes
gece görünen yıldızlar.
Küntan
Kısa boylu.
Künu'
Yakın olmak.
Künud
Nankörlük. Nimeti inkâr etmeklik.
Künun
Birşeyi gizleme, saklı tutma.
Künuz
(Kenz. C.) Hazineler. Defineler.
künûz
hazineler.
Künuzât
Kenzler. Hazineler.
Künübdür
Kaba nesne.
Künye
Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı olan kâğıt.
künye
kimlik.
Küpeşte
Geminin kenarlarındaki tahta siper. * Parmaklığın üzerindeki düz ve kalın tahta.
1746
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Küra'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"(C: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı. * Koyun ve sığır baldırı."
Kürabe
Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak.
Küraıyy
Paça satan.
Küran
f. Al renkli at.
Kürat
(Küre. C.) Küreler. Yuvarlak olan nesneler.
Küraz
Ağzı dar bardak.
Kürbak
Dükkân.
Kürbe
f. Dükkân.
Kürbet
(Kerb. den) Sıkıntı. Tasa. Keder. * Belâ. Musibet.
Kürbet-i gurbet
Gurbetten dolayı olan keder.
Kürdabe
Büyük su içinde olan çürüntü.
Kürde
(C: Kürüd) Sürülmüş tarla.
Kürdevs
(C: Kerâdis) Kemik başı. * At sürüsü.
Kürdî
Kürdistânlı.
Kürdistan
Kürdlerin oturdukları bölge. * İran'ın Ardelân eyaletinin eski adı.
Küre
f. Toprak ocak. Mâdenci ocağı.
küre
yuvarlak.
Küre-i arz
"Dünya. (Yuvarlak olduğundan dolayı bu isim verilmiştir.)(Küre-i arz, küçüklüğüyle beraber semâvata karşı gelebilir. Çünki nasılki ""Dâimi bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük"" denilebilir. Hem, bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zâhiren binler def'a ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvâzeneye çıkabilir. Aynen öyle de: Küre-i arz, Cenâb-ı Hak onu san'atına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medar ve kudretine mazhar ve
1747
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlukat âlemlerine ölçek ve mâzi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli yüzbin tarzda, masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok def'a dolup mâziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddit gömleklerini nazara al; yani bütün mazisini hazır farzet; sonra yeknesak ve bir derece basit semavata karşı muvazene et. Göreceksin ki: Arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz. İşte $ sırrını anla. S.)" Küre-i ayn
Tıb: Göz yuvarlağı.
Küre-i hâk
Yeryüzü. * Zemin yüzü.
Küre-i hava
Dünyayı kaplayan hava tabakası. Atmosfer.
Küre-i kamer
Ay.
Küre-i zemin
Dünya, küre-i arz.
küreiarz
yer yuvarlağı, dünya.
Kürek cezası
Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu tâbir meydana gelmiştir.
Kürema
(Kerim. C.) Kerimler.
Kürend
(Küreng) f. Al at.
kürevî
yuvarlak.
Kürevî
Yuvarlak. Küre şeklinde.
Küreviyat
(Küreviyet. C.) Küre gibi oluşlar. Küreler. Yuvarlaklıklar.
küreviyet
yuvarlaklık.
Küreviyet
Yuvarlaklık. Küre gibi oluş.
1748
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küreyc
Dükkân.
Küreyvat
Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler.
küreyvât
kürecikler.
Küreyvat-ı beyza
Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atlı bir vaziyet-i acibe alırlar.
Küreyvat-ı hamra
Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)
küreyvâtıbeyzâ
akyuvarlar.
küreyvâtıhamrâ
alyuvarlar.
Küreyve
(C.: Küreyvât) Küçük yuvarlak.
Kürh
Sıkıntı, meşakkat, zahmet.
Küriz
f. Hizmetkâr, hâdim, hademe.
Kürizî
f. Beli bükük ve sefil ihtiyar.
Kürk
Kızıl, kırmızı, ahmer.
Kürkî
(C: Kürâki) Turna kuşu.
Kürmih
f. Çivi, mıh.
Kürnüb
Kelem dedikleri lahana.
Kürr
(C: Ekrâr) Yediyüz bin kırksekiz dirhem. * Ölçek.
Kürras
Pırasa.
Kürrase
(C: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması.
1749
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kürre
(Bak: Küre)
Kürrec
Top.
Kürre-i har
Eşek yavrusu. Sıpa.
Kürrez
İki yaşına girmiş doğan kuşu. * Kötü ve hâzık kimse.
Kürsî
arşı azamın altındaki makam.
Kürsi
Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. * Taht, serir. Erike. Koltuk. * Kaide. * Merkez. * Vazife. * Saltanat, kudret ve mülk. * Başkent, hükümet merkezi. * Mânevi makam. * Arş'ın altına bir semâ tabakası. (Bak: Arş)
Kürsi-nişin
f. Tahtta oturan hükümdar, pâdişah. * Vâli. * Câmide vaaz eden.
Kürsu'
Bilek kemiğinin ucunun serçe parmak tarafında olan yumruca kısmı.
Kürsüb
Kesbetmek, kazanmak, çalışmak. * Sert ve sağlam ağaç.
Kürsüf
(C: Kerâsif) Pamuk.
Kürt
Müslüman bir kavim, o kavimden olan kişi.
Kürtaj
Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.
Kürub
(Kerb. C.) Kederler, tasalar, kaygılar, gamlar.
Kürum
(Kerm. C.) Üzüm kütükleri. Bağ kütükleri.
Kürur
Bir şeyin tekrarlanması. * Geri çekmek. * Menetmek, engel olmak.
Kürur-u a'vam
Senelerin birbirini takib etmesi. Yılların ard arda geçmesi.
Küruş
(Keriş. C.) İşkembeler.
Küruz
Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * Bir kimseye ilticâ etmek, sığınmak.
Kürük
f. Deve yavrusu.
Kürz
(C: Karaze) Çan. * Dağarcık, torba.
1750
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küs'
Tâbi olmak, ittiba etmek, uymak.
Küsaha
Süprüntü.
Küsbe
Bir parça süt ve hurma. * Taamdan veya başka şeyden az iken çoğalıp toplanan nesne.
Küsbüre
Kanbel otu.
Küseyra
Bir dikenli ağacın zamkı.
Küseyre
Hurma koruğu.
Küsfüre
Kanbel otunun tohumu.
Küsiste
(Güsiste) f. Gevşek, uyuşuk, tembel. * Kopuk, kopmuş.
Küsr
Çok mal.
Küssab
Küçük ok.
Küssar(e)
Kırılan şeyin parçaları.
Küsse
Kaba sakal.
Küsterde
f. Döşenmiş, yayılmış.
Küstic
(C.: Kesticât) Mecusiler kuşağı.
Küsud
Az nesne.
Küsuf
"Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması. * Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.(Güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yâni gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak ibâdını o vakitte bir nevi ibâdete davet eder. Yoksa o namaz, (Açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabiyle muayyen olan) ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır
1751
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile, niyaz ile Kadir-i Mutlakın dergâhına iltica eder... Eğer dua, çok edildiği halde, beliyyeler def olunmazsa; denilmiyecek ki: ""Dua kabul olmadı."" Belki denilecek ki: ""Duanın vakti, kaza olmadı."" Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse; nurun alâ nur.. o vakit dua vakti biter, kazâ olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. S.)" küsûf
kararma, güneş tutulması.
küsûfât
kararmalar, güneş tutulmaları.
Küsuf-u cüz'î
Güneşin bir kısmının tutulması.
Küsuf-u küllî
Güneşin tamamının tutulması.
Küsul
Tembel, uyuşuk, gevşek.
Küsur
(Kesir. C.) Artan parçalar, geri kalan adetler. Artık.
küsûr
artık.
Küsurât
(Küsur. C.) Artan kısımlar, küsurlar, artıklar.
küsûrât
küsurlar, artıklar.
Küsv
Bir yere yığılmış ve toplanmış nesne. * Az, kalil.
Küsve
Az, kalil.
Küş
"f. ""Öldüren, öldürücü"" mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren."
Küşa
"f. ""Açan, açıcı"" mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ : Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren."
küşâ
açan.
Küşad
(Küşât) f. Açış. İlk açılış merasimi. * Açma, fethetme. * Yeni yapılan resmi bir yapının ilk defa olarak açılması.
küşâd
açma.
1752
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küşade
(Küşude) Açık. Açılmış. Ferahlı.
küşâde
açılmış.
Küşadetmek
Açmak. Açış merâsimi.
küşâyiş
açıklık.
Küşayiş
f. Açıklık. Ferahlık.
Küşende
f. Öldüren, katil, öldürücü.
Küşiş
f. Öldürme, öldürüş. Katletme.
Küşle
Hind vilâyetinde yetişen zehirli bir ot kökü.
Küştar
f. Kesilmiş veya kurban edilmiş koyun. * Et.
Küşte
(C.: Küştegân) f. Öldürülmüş, maktul.
Küştegân
(Küşte. C.) Öldürülmüşler, öldürülmüş olanlar.
Küştegân-ı zinde
Şehitler. Şehid olmuş kimseler.
Küşten
f. Öldürmek.
Küştere
f. Uzun dülger rendesi.
Küştî
f. Pehlivanlık, güreşme.
Küştîgir
f. Pehlivan, güreşçi.
Küştîgirî
f. Pehlivanlık.
Küşud
Memesi küçük davar.
küşûf
keşifler, açmalar, bulmalar.
Küta'
(C.: Küt'ân) Tilki eniği. * Kötü adam. * Tamamlanmak, toplanmak.
Kütale
Ağırlık, sıklet.
Kütar
Kereviz.
Kütbe
Dikiş.
Küteh
(Kutah) f. Kısa.
Kütfane
(C.: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı.
1753
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kütle
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe.
kütle
yığın, öbek.
Kütt
Malı kazanıp yığan kimse.
Küttab
(Kâtib. C.) Kâtipler. * Mektep, okul. * Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.)
küttâb
kâtipler.
Kütüb
(Kitâb. C.) Kitablar.
kütüb
kitaplar.
Kütübhane
Kitapların bulunduğu salon veya bina. * Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün. * Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.
Kütübhane-i umumiye Umumi kütübhâne. Kütüb-ü mensuha-i semaviyye
İslâma ve bütün beşeriyyete gönderilen Kur'an-ı
Kerim'den evvel eski peygamberlere gelen -Tevrat, İncil, Zeburnamlarındaki şimdi hükmü kalkmış olan mukaddes kitablar. Kütüb-ü mukaddese
Mukaddes kitablar.
Kütüb-ü münzele
"Vahiy ile Cenâb-ı Hak tarafından indirilmiş, ihsan edilmiş mukaddes kitaplar.(... Kur'anı nâzil eden Zât-ı Zülcelâl, Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) ile, Kur'an vahiy olduğunu gösterir; isbat eder. Ve nâzil olan Kur'ân dahi üstündeki i'caz ile gösterir ki; Arştan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bidayet-i vahiydeki telaşı ve nüzul-i vahy vaktindeki vaziyet-i bihuşu ve herkesten ziyade Kur'ana karşı ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki; vahiy olup ezelden geliyor, O'na misafir oluyor. M.)"
Kütüb-ü sâlife
Geçmişteki eski mukaddes kitaplar.
1754
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Kütüb-ü semâviyye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mukaddes kitaplar. Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an.
Kütüb-ü sitte-i hadisiyye
"Hadise dair altı Kitab. Bu eserler en çok tetkik edilmiş, en
sahih, en doğru ve mu'teber hadis kitablarıdır.1- Sahih-i Buhâri. Müellifi: Hâfız Ebu Abdullah Muhammed İbn-i Câfii-i Buharî'dir. Sahih hadisleri tesbit için İslâm ilim merkezlerini dolaşmış, hadis âlimlerinden istifade etmiştir. Cumhurun telâkkisine göre Kur'an-ı Kerim'den sonra en sahih kitab ve ilim menbaıdır. Hicri 256'da vefat etmiş olup bu mezkur kitabında 7395 adet hadis nakletmiştir.2- Sahihi Müslim. Müellifi: İmam-ı Müslim bin El-Haccac. (Hi: 204-261) Kitab-üs-sahihini yüzbin hadisten seçmiş ve onbeş senede vücuda getirmiştir. Mezkûr eserinde 2775 hadis nakletmiştir.3- İbn-u Mâce (Sünen-i İbn-i Mâce). Müellifi: Ebu Abdullah Muhammed Yezidi Kazvinî'dir. Vefatı: Hicri 273 senesidir.4- Ebu Dâvud (Sünen-i Ebu Dâvud 4800 hadisi muhtevidir) Müellifi : Ebu Davud Süleyman EsSicistânî'dir. Hicri 275'e kadar yaşamıştır. Câmi-üs-Sünen isimli kitabı meşhurdur. 500 bin hadis hıfzetmiştir. İslâm hukukçuları arasında çok mühim yeri vardır.5- Tirmizî: (Sünen-i Tirmizî). Müellifi: Hâfız Ebu İsa et-Tirmizî olup, hicri 275 de vefat etmiştir.6- Nesaî: (Sünen-i Nesaî) Müctebâ da denir. Müellifi Hâfız Ebu Nesaî olup Hicri 303 tarihine kadar yaşamıştır.Buharî ile Müslim Hadis Kitablarına: ""Sahihân""; diğer dört Hadis kitabına da: ""Sünen"" tabir edilir." Kütüb-ü tevarih
Tarih kitabları.
Kütübüsitte
güvenilir olan altı hadîs kitabı.
kütük
bütün adların yazıldığı büyük defter.
Kütüm
"Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.)"
1755
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küub
(Küubet) Kızın memesinin büyümesi.
Küul
İspirto. Alkol.
Küus
(Ke's. C.) Kaplar, çanaklar, çömlekler. * kadehler. Bardaklar.
Küv'
Bileğin başparmak tarafı.
Küvar
(Kivar) f. Petek, bal peteği, kiler. (Bak: Kevare)
küvar
petek, kovan.
Küvb
(C.: Ekvâb) Kulpsuz bardak. Küp.
Küvbe
Tavla oyunu. * Dümbelek.
Küvet
Fr. Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı.
Küvh
(C.: Ekvâh) Penceresiz ev.
Küvm
Bir yere toplanmış olan bir miktar deve. * Yükseklik, yücelik.
Küvr
(C.: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı. * İz. * Ateş yakacak yer. * Arı kovanı.
Küvre
(C.: Küvr-Kirân) Ateş yakacak yer. * Düz nâhiye. * şehir.
Küvs
Göç vakitlerinde çalınan meşhur bir büyük sazın adı.
Küvsiyy
Küçük yürügen at.
Küvvare
(C: Küvvârât) Arı kovanı.
Küvve (kivve)
(C.: Kivâ) Evin duvarına açılan delik. Pencere.
Küvviret suresi
Kur'an-ı Kerim'de 81. Suredir. İzeşşemsü Küvviret veya Tekvir Suresi de denir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
Küvviret
(Tekvir. den) Toplandı, dürüldü.
Küvz
(C: Ekvâz-Kizân-Kize) Bardak.
Küyy
Pencere.
Küzaz
Tıb: Tetanos. Sinir gerilmesi.
Küzaze
Soğuğun şiddetinden olan bir hastalık.
Küzb
Küsbe.
1756
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küzebzib
Çok yalancı.
Küzinyak
Bez yıkayanların tokmağı.
Küzr
Yay gezi.
Küzum
Ağzında dişi olmayan yaşlı deve.
Lâ ve neam
Hayır ve evet. (Daha çok, hiçbir fikir beyan edilmediği zamanlar kullanılır.)
Lâ yezalî
Zevalsiz olana ait, sonu olmayanla ilgili.
Lâ
"Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. ""Yoktur, değildir"" gibi. Mâzi fiilinin evvelinde bulunan Lâ, duâiye olur. Lâ zâle sıhhatehu: ""Sıhhati zâil olmasın"" sözündeki gibi. * Harf-i atıf da olur. Ve mâba'dını makabline nefyen rabt eder ve irabı da ona tâbi kılar. $ ""Şeref edeb iledir, neseb ile değildir"" sözündeki gibi. * Vav edatıyla beraber olursa, atıf edatı vav olur, lâ da nefyi te'kid eder."
La'
Korkak.
lâ
yoktur, hayır.
Laahlâkî
Ahlâk dışı. Terbiye hârici.
lâakal
en azından.
Laakall
"En az. Hiç olmazsa.(Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı, yarın ise; senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise; hakiki ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakall günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi hakiki istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviyye olan bir mescide veya bir seccadeye at. S.) Yani beş vakit namazı kıl."
lâalettâyin
gelişigüzel.
Laalettayin
Gelişigüzel. Ayırd etmeksizin. Rastgele.
Laalgun
f. Kırmızı renkte. Al renkte.
1757
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Laalik
Doğrulukla kalkıp durmak.
Laalle
Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder. (Bak: İnne)
Laanallah
Allah lânet etsin.
Laane
Lânet etti. (mânâsına fiil.)
Laas
Dudağın rengi açık siyâha yakın olmak.
La'b
Ağızdan salya akmak.
La'be
Bir kere oynamak.
Labe
f. Yalvarma, yaltaklanma, dalkavukluk etme. Acz gösterme. * Bu yolda söylenen söz.
Labe's
Beis yok, zararsız.
Labirent
Fr. Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina. * Çok karışık ve birbirini kesen yol.
lâbis
giyinmiş.
Labis
Giyinmiş. Giyen.
Labişartın
(Lâ bişartın) Kayıtsız şartsız. Bir şarta dayanmaksızın.LABORATUVAR : Fr. İlmî ve sınaî çalışma ve araştırmalar yapmak için çeşitli cihaz ve malzemelerin bulunduğu yer.
lâbüd
şüphesiz, kesin.
Labüdd
Çok lâzım. Elzem. Gerekli. * Her halde. Mutlaka. Muhakkak. * Ayrılık yok.
La'c
(C.: Levâıc) Halecan etmek. * Acı vermek, elem vermek. * Yakmak. * Muhabbet ve aşktan dolayı yürekte hâsıl olan hararet.
Lac
f. Çıplak.
Lacerem
şüphesiz, elbette, besbelli. * Nâçar, zaruri.
1758
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lacevab
Cevapsız. Cevapdışı.
Laceverd
Lacivert. * Koyu mavi renkte değerli bir süs taşı.
Laceverdî
f. Lacivert renkte.
Lacî
Muslih, ıslah eden, terbiye eden.
Lacin
Ağaçtan dökülen yaprak. * Ağaçtan yaprak indirme.
Laç
f. Oyun etme, aldatma, hile yapma.
Lad
f. Duvar.
Lade
f. Ahmak, akılsız, ebleh.
Laden
f. Çamdan çıkarılan zift gibi siyah ve kokulu zamk.
Ladine
f. Kendir.
lâdinî
din dışı, dinsiz.
Ladinî
Dinle alâkası olmayan. Dinsiz. Din dışı. (Bak: Lâik)
Laedrî
Bilmiyorum. (Eski zamanda şüpheci olup hiç bir şeye inanamıyan sofestailere Lâ edriye denirdi. Septisizm. (Bak: Sofizm)
lâedrî
kendi varlığından bile şüphe eden felsefeci.
Laf
f. Konuşma, tekellüm. * Söz, lâkırdı.
Lafahr
Fahirsiz. İftiharsız. İftihar etmeksizin. * Fahrolmasın.
Laf-ı güzaf
f. Boş yere söz. Boş lâkırdı.
lâfıgüzâf
boş söz.
lâfız
söz.
Lafiyun
Sütleğen cinsinden bir ot.
Lafk
İki şeyi birbirine çarpma.
Lafz (lafız)
Ağızdan çıkan söz, kelime. * Bir şeyi atmak.
lâfz
söz.
Lafza
Bir tek söz veya kelime.
Lafza-i celâl
İsm-i Celâl, Allah lâfzı.
1759
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lâfzaicelâl
" ""Allah"" lafzı."
Lafzan
Lafız itibariyle. Söz olarak. Söyleyerek. Yazılı olmıyarak.
Lafzen
f. Geveze, çok konuşan. * Övünen, kendini medheden.
lâfzen
sözle.
Lafz-ı allah (lafzullah) Allah isminin lâfzı. Lafz-ı âm
Gayr-ı mahsur, yani sayısız müsemmaları ihata ve aynı cinsten bir çok fertlere birden delâlet eyliyen lâfızdır. Kavim, cemaat, nisa.. gibi.
Lafz-ı has
Bir mânâya münferiden başlı başına vaz' olunan lâfızdır. Hasan, Hüseyin, insan, erkek, kadın lâfızları gibi.
Lafz-ı küllî
"Man: Mânâsı umumi ve herkesçe müşterek olan lâfız. ""İnsan"" gibi."
Lafz-ı muhtemel
"Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur."
Lafz-ı murad
Mânâsı için olmayıp lafzı için söylenen kelime, söz.
Lafz-ı müfesser
Huk: Tahsis ve te'vile ihtimâl bırakmıyacak derecede açık olan sözdür ki, onunla amel vâcib olur.
Lafz-ı mürekkeb
Man: Mürekkeb lafız. Cüzlerden biri, mânâsının cüzlerinden birine delâlet eden lafız.
Lafz-ı müşebbi'
Doyurucu, tatmin edici söz.
Lafz-ı müşterek
Huk: Birçok müsemması bulunan lafızdır ki, hangi mânâ kasdolunduğu taayyün etmediği surette mânasız addolunur, onunla amel olunmaz.
Lafz-ı vâhid
Tek söz.
1760
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lafz-ı zâhir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.
Lafzî
Lafza ait ve müteallik. * Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı.
lâfzî
sözle ilgili.
Lafziye
Sözde ve yazıda görülen ve çok defa tasannua kaçan kelime süsleri.
lâfziye
sözle ilgili olan.
Lafz-perdazane
f. Çeşitli ve çok söyleyerek.
lâfzullah
" ""Allah"" lafzı."
Lafzullah
"Allah lâfzı. (Bu kelime Kur'ân-ı Kerimde 2806 defa zikredilmiştir. Bu lâfız bütün ""sıfat-ı kemâliyeyi"" tazammun eden bir sadeftir.)"
Lag
f. Lâtife, şaka. * Oyun.
Lagar
f. Cılız ve zayıf hayvan.
Lagarî
f. Cılızlık, zayıflık.
Lagb (lügâb)
Zahmet, meşakkat. * Güve yemiş kuş kanadı. * Zayıf adam.
Lagıb
Acıkmış ve yorulmuş kişi.
Lagiye
Edebe aykırı ve fena söz.
Laglaga
(C.: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.
Lagm
İnanmayacak söz söylemek. * Bulaşmak.
Lagt
Hafif hafif ses çıkarma. Mırıldanma.
Lagv
Faydasız çirkin söz. * Köpeğin ürkmesi. * Deve avazı. * Rağbet olunmayan nesne. * Hükümsüz. * Kaldırmak. * Hata etmek. * İbtâl etmek.
1761
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lagviyyat
(Lagv. C.) Lağvlar. Boş sözler.
Lagy
Avaz, ses, savt. * Yaramaz fuhuş sözler.
Lagz
Kayma, sürçme.
Lagzan
f. Kayan, sürçen.
Lagzide
f. Kaymış, sürçmüş.
Lagzide-pâ(y)
f. Ayağı kaymış. Ayağı sürçmüş.
Lagziş
"f. Sürçme, kayma. * Kayış, sürçüş.-LAH : f. Kelimenin sonuna ilâve olunarak ""yer"" mânâsını verir. Meselâ: (Senglâh: Taşlık yer.)"
Lağım
"Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara ""lâğımcı"" denilirdi. Sonradan bu türlü işlere ""İstihkâm"" denilmiş ve o ad altında askeri teşkilât yapılmıştır. * Kazurat ve çirkef sularının akmasına mahsus örtülü yol."
lağv
geçersiz, boş.
Lah'
(Gövde) sülpük ve sarkık olmak.
Laha
Boş ve faydasız sözler konuşmak. * Ekmeği ıslatıp yemek. * Gıda. * Aldatıp kandırmak. * Karnın sarkık ve sülpük olması.
Lahamet
Semizlik, etlilik, şişmanlık.
Lahan
Bozulup kokmak.
Lâhavle
"(Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim"" cümlesinin kısaltılmışı ki, ""Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır."" meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir."
Lâhayr
Uğursuz, hayırsız.
Lâhayre fih
Bu işte hayır ve uğur yok.
Lahb
Sür'atle gitmek. * Eti kemikten ayırıp soymak.
1762
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lahc
Dar olmak. * Bir nesne, kabında paslanıp çıkmamak.
Lahd (luhd)
(C.: Lühud) Mezar. Üstü yükseltilerek yapılan mezar. * Eğilmek. * Bir tarafına meyilli olan çukur.
lahd
mezar.
Lahe
f. Yama.
Lahf
Örtmek, setr etmek.
Lahh
Göz yaşının çok olması.
Lahham
Kaz gibi büyük, başı kızıl, kanadı kara bir kuş. Vezega dedikleri keler.
lâhık
ulaşan, eklenen.
Lâhık
Yetişen, ulaşan, erişen. Eklenen, katılan. * Fık: Namaz başlangıcında imama uymuşken ayrılarak tekrar namaz bitmeden imama uyan.
Lâhıka
Ek, ilâve, katılan şey. Zeyl. Sonradan ilâve edilen, eklenen.
Lahi
(Bak: Lahâ')
Lahî
Oyuncu. * Boşuna ve mânasız eğlenen. Oyalayan.
Lahib
Açık yol.
Lahif
Zulüm görmüş, ıztırab ve sıkıntı çekmiş.
Lahik
Yetişen, vâsıl olan, ulaşan. * İlâve olan, eklenen. * Sonradan tâyin edilen, yenisi. (Bak: Lâhık)
lâhika
eklenen, katılan.
Lahike
(C.: Levâhik) Gr: Ek, ilâve. (Bak: Lâhıka)
Lahim
Et yediren. * Devamlı olarak et yiyen.
Lahîm
Semiz, etli, şişman.
Lahime
Et yiyen hayvan.
Lahin
Telâffuz esnasında hususan Kur'ân okurken yanlışlık yapan.
Lahîs
Dar nesne.
Lahis
Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek.
1763
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lahiyane ta'zib
f. Oyun olsun diye zahmet vermek. Oynarcasına azab vermek.
Lahîz
Benzer, misil, nazir.
Lahiz
f. Sel suyu.
Lahk
(Lehak) Geriden yetişmek, ardından yetiştirilmek. * Alüvyon. Liğ. Akarsuların taşımasıyla gelen maddeler.
Lahlaha
Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku. * Güzel kokularla yapılan bir nevi macun.
Lahlahaniye
Pelteklik, kekemelik.
Lahm ü şahm
Et ve yağ.
lahm
et.
Lahm
Et. Her şeyin içi ve üzeri. * Bir işi sağlam kılmak. * Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek. * Bir yerde ilişip kalmak.
Lahme
Et parçası.
lahn
güzel ses, kuralsız okuyuş.
Lahn
Güzel ve kaideli ses. * Nağme. * Kaideye uymayan yanlış okuyuş. * Usulüne uygun okumak. * Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek. * Meyl. * Fehmeylemek. * Lisan. * Lügat. Fetva. Mânâ. Mefhum.
Lahs (lihâs)
Darlık. * Şiddet. * Meşakkat, zahmet.
Lahs
Gözün üst kapağının etli olması.
Laht
İri cüsseli kimse.
Laht-ı ciğer
Ciğerden kopma.
Lahus
Uğursuz, meş'um.
lâhut
ilâhî âlem.
Lahut
İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî alem.
lâhutî
ilâhî âlemle ilgili.
1764
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lahutî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.
Lahutiyan
Uluhiyet âlemine girebilen melekler.
Lahv
Kabuğunu soymak.
Lahva
Abes, bâtıl sözleri çok söyleyen, boş konuşan kadın. (Müz: Elhâ)
Lahy
Sakalın bittiği yer.
Lahz
Ahlâkı yaramaz kimse.
lahza
an, en kısa zaman.
Lahza
Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman.
Laic(e)
(C.: Levaic) Kalbini aşk ateşi saran kimse.
Laiha
(Bak: Lâyıha)
Laik
"Fr. Dine istinad etmeyen. Ruhanî olmayan kimse. Dini olmayan şey. Dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensip. Devleti dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esasların ve kanunların menşeini ve teşri'de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etmeyip insanın ve cemiyetin sadece dünyevi menfaat ve anlayış ölçüsüne terkeden; diğer tâbirle: İlâhi kanunu terkeden, beşeri nizamla cemiyeti idareye çalışan sistem. (...Bîtaraf kalmak, yâni: Hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet... Ş.)"
lâik
dini olmayan, din dışı.
Lâilaç
Çâresiz, dermansız, imkânsız.
Lâim
(Lâime) Çekiştiren. Levmeden. Başkasını kötüleyen.
Lâime
(C.: Levâim) Çekiştirme, levmetme, kınama.
1765
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
lâin
lânet eden.
Lâin
Lânet eden. Lânetleyen. * Herkesin kınadığı.
Laîn
Lânetlenmiş, kovulmuş, merdud. Allahın rahmetinden mahrum.
laîn
lânetli.
Lajverd
f. Lâciverd.
Lak'
Atmak.
Lak
f. Hakir, zelil, aşağı. * Tahta kadeh.
La'k
Yalamak.
Laka'
(C.: Elkâ) Kıymetsiz hakir nesne.
Lakab
Asıl isminden başka sonradan takılan ad. Meşhur olan birinin sonradanki adı.
lâkab
lâkap, takma ad.
Lakaf
Duvar yıkılmak.
Lakane
Zeki ve seri anlayışlı olmak.
Lakanık
Sucuk gibi içi doldurulmuş olan şey.
Lakat
Yabandan toplanan nesne. * Mâdende bulunan gümüş ve altın parçaları.
lâkayd
kayıtsız, ilgisiz.
Lâkayd
Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen.
Lâkaydane
Kayıtsız ve alâkasızca. Mühimsemiyerek.
lâkaydane
kayıtsızca, ilgisizce.
Lâkaydî
Kayıtsızlık, ilgisizlik, alâkasızlık.
Lâkelâm
Hiçbir diyecek yok.
Lakf
Yutmak, bel etmek.
Lakh (lakâh)
Davar yüklü olmak.
1766
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lâkıh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Levâkıh) Ağaca su yürüten rüzgâr. * Yağmur yağdıran rüzgâr. * Karnında yavrusu olan hamile deve.
Lâkıs
Kötüleyici ve ayıplayıcı kimse.
Lakî
(Lâkıy) İtibarsız ve değersiz, zelil kimse. * Önemsiz ve kıymetsiz şey.
Lakîm
Yontulmuş veya yonulmuş.
lâkin
ama, fakat.
Lâkin
Amma. Fakat. Ancak. şu kadar var ki.
Lâkinne
İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanılır. (Bak: İnne)
Lâkişe
Tutmaç aşı.
Lakît(a)
Yerden kaldırıp alınmış ve sahipsiz kalmış bir şey. Sokakta bulunan mal, para. * Sokağa atılmış yeni doğmuş çocuk. (Bak: Lukata) * Üzerine ansızın gelinen kuyu.
lâkita
buluntu.
Lakk
Vurmak.
Laklak
(C.: Lekâlik) Leylek.
Laklaka
Leylek sesi. * Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses. * Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak. * Boş ve mânasız söz.
Laklakıyyat
"(Laklaka. C.) Faydasız, boş lâkırdılar; mânâsız sözler."
Lakm
Çabuk çabuk yemek yemek. Yutmak. * Seddetmek.
Lakn
Anlamak. Fehmetmek. Çabuk kavramak.
Lakpüşte
f. Kaplumbağa.
Laks
Lâkab takmak. * Ayıplamak. * Yaramaz olmak.
Lakt
Dermek, toplamak, cem'etmek. * Ansızdan bir nesneye yetişmek.
1767
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lakve
Ağız çarpılması.
Lâl ü ebkem
Şaşa kalmış. Sükuta mecbur olmuş. Susmuş.
lâl
dilsiz.
Lâl
f. Dilsiz. Söz söyleyemiyen.
La'l
Kırmızı. Al renk. * Dudak. Kırmızı ve kıymetli bir süs taşı.
Lala
"f. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında ""Atabek"" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. * Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. * Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine bakmak üzere ""lâla"" istihdam ederlerdi. Lâla, görünüşte hizmetkâr vaziyetde idiyse de, terbiyesi kendisine havale olunan çocuğa karşı âmir yerinde bulunur; esasen yaşlı ve kâmil insanlardan seçildikleri için çocuklar da kendisine bir mürebbi, bir hoca gibi tâzim ve hürmet ederlerdi."
La'laa
Kırmak.
Lale
Lâle denen meşhur çiçek. * Vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka. * İncir koparmak için ucu çatallı değnek.
Lalefam
f. Lâle renginde. Rengi lâlenin rengine benzeyen.
Lalegun
f. Lâle renkli. Pembe.
Lalehadd
f. Lâle yanaklı. Yanakları pembe renkte olan.
Lalek
(Lâlekâ) f. Taç. * Papuç, ayakkabı. * Horoz ibiği.
Lalerenk
f. Lâle renginde olan. Lâle renkli. Pembe.
Laleruh
f. Lâle yanaklı. Yanağı lâle gibi pembe olan.
Laleruhsar
f. Lâle yanaklı, al yanaklı.
Lalesar
f. Lâlelik. Lâlebahçesi. * Sığırcık kuşu.
Laleveş
f. Lâleye benziyen. Lâle gibi.
1768
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lalezar
f. Lâle bahçesi. Lâlelik.
lâlezâr
lâle bahçesi.
La'l-fam
f. Kırmızı renkli, al.
La'l-gun
f. Al renkli. Kırmızı renkli.
La'l-reng
f. Kırmızı renkli. Al renkte.
La'lus
Kurt, zi'b.
Lâm
Kur'ân alfabesinde yirmialtıncı harf olup, ebcedi değeri otuzdur.
Lâmehale
Hilesiz. * Çaresiz, imkânsız, ister istemez.
Lâmeşru
Meşru olmayan, şeriata uymayan, umumi nizam harici.
lâmeşrû
yasak.
Lâm-ı cer
"Kelimeyi cerreden lâm harfi. Kelimenin sonunu ""i"" diye okutur. Lillâhi, Lieclillâhi'de olduğu gibi. İstihkak ve ihtisas, has ve müstehak ve zarfiyyet, illet mânâsını verir."
Lâm-ı ta'rif veya lâm-ı istiğrak
"Kelimenin mânâsını umuma teşmil ettiği için, istiğrak
mânâsı verilir. El-i istiğrak veya harf-i ta'rif de denir. Meselâ: Hamd kelimesi herhangi bir hamdi ifâde ettiği halde; El-Hamd dediğimiz zaman her ne kadar hamd varsa, bütün hamd ve senâlar mânâsına gelir. Bu, harf-i ta'rif ile olur. Harf-i ta'rif bir kelimeyi belirsiz halden belirli hâle koyar. Muayyeniyyet mânâsını verir. Bunlar elif ve lâm harflerinden teşekkül eder. El-Mekteb'de olduğu gibi. Mekteb herhangi bir mektebdir. El-Mekteb dendiğinde bizce muayyen, belli olan bir mekteb mânâsını ifade eder. Başına harf-i ta'rif gelen kelimeden tenvin kalkar. Nekre iken ma'rife olur." Lâmi'
Parlak. Parlayan.
Lâmia
Parlak. Parlayan. Parıldayan.
Lâmih
(Lâmiha) (Lemh. den) Parlıyan, parıldıyan. Parlak.
1769
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lâmis
El ile tutup yoklayan. Dokunan. Temas eden.
lâmise
dokunma duyusu.
Lâmise
Dokunma hissi, duygusu. El ile olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu.
Lâmi-ün nur
Nur saçarak parlıyan.
Lamme
Cin çarpması. Çarpıklık. * Yaramaz nesne.
Lâm-ul âkıbet
Neticeyi, âkibeti bildiren lâm.
Lâm-ut-takviye
Takviye lam'ı. Bu harf Arabçada ve yerine ve mânâsına da kullanılır.
Lâm-ut-ta'lil
İllet ve sebeb bildiren lâm'dır.
Lâm-uz-zarfiye
Zaman bildiren lâm.
Lâmüdrik
Anlamayan. İdraksiz. İdrak etmeyen.
Lâmüsellim
Hayır! Hiç teslim etmem!
Lâm-üt-tahsis ve temellük
Ait olma ve sâhib bulunmayı bildirir. (Bak: Li)
Lân
f. Hakikatsızlık, vefasızlık.
La'n
Lânet etme. Lânetleme.
Lânazîr
Eşsiz, nazirsiz, benzersiz. Eşi ve benzeri olmıyan.
Lando
"Fr. Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında ""Landon"" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi."
Lâne
f. Yuva, ev.
Lânegir
f. Yuva tutan.
Lâne-i harab
Bozulmuş yuva.
Lâne-i nermin
Sıcak ve yumuşak yuva.
Lâne-i peder
Baba yuvası. Peder evi.
La'net
"Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet.(Ehl-i Sünnet'in ve İlm-i Kelâm'ın azîm imamlarından meşhur ""Sa'deddin-i
1770
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teftezanî"", Yezid ve Velid hakkında tel'in ve tadlile cevaz vermesine mukabil ""Seyyid-i Şerif-i Cürcanî"" gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat'in allâmeleri demişler: ""Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybidir. Ve kat'i bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat'i ve delil-i kat'i bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimâli olduğundan, öyle hususi şahsa lânet edilmez. Belki $ gibi umumi bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur."" diye ""Sa'deddin-i Teftezanî""ye mukabele etmişler. R.N.)" lânet
nefret, öfke.
La'netullah
"""Allah lânet eylesin"" mânâsında beddua."
La'netullahi aleyh
Allah'ın lâneti onun üzerine olsun.
Lârayb
şüphesiz, şeksiz, tereddütsüz.
Lâraybe fih
Onda hiçbir şüphe yoktur.
Larkî
Keçiboynuzu.
Las
f. Köpek, kelb. * Adi ipek. * Dişi hayvan.
La'sa
Dudağının rengi az siyâha yakın olan kadın. (Müz: El'as)
Lasaf
Bir cins hurma. * Gübre otunun diplerinde biter hıyar gibi bir nesne. * Yapışmak. * Kurumak. * Parlamak.
Lasaga
Hindibâ denilen ot.
Lâsani
Tek, vâhid. İkincisi olmayan.
Lasb
Yapışmak. * Dar olmak.
Lasg (lüsug)
Kemik üstündeki derinin zayıflıktan kuruması.
Lasıb
(C.: Levâsıb) Yapışkan. * Dar ve derin kuyu.
Lasık
Yapışık, yapışmış olan. Yapışıcı, yapışkan.
Lasîf
Parlayan, parıldayan. Parlayıcı.
1771
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lasiyyema
Bâhusus. Hususan. Buna gelince. Herşeyden ziyade. Ençok.
lâsiyyema
özellikle.
Lask
Yapışmak. Yapışık olmak. Ulaşmak.
Lass
(C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.
Lasta
ing. Bir geminin alabildiği yük.
Lasv (lasy)
Sövmek, şetm etmek.
Laş
f. Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. * Çapul, yağma.
Laşe
Cife. Kokmuş et parçası. * Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri. * Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan. * Zayıf ve cılız hayvan. * Mc: Kıyıda kalmış kayık veya gemi teknesi.
lâşe
leş.
Lâşehâr
f. Leş yiyen.
Lâşek
şek ve şüphe yok. şüphesiz. Elbette.
lâşek
şüphesiz.
lâşey
bir şey değil.
Lâşey
Bir şey değil. Değersiz.
Lat' (lutû')
Yapışmak. * Ulaşmak, varmak.
Lât
İslâmdan önce Arapların Kâbe'de bulunan putlarından biri.
La't
Sakınmak, sakındırmak.
Lat'
Yalamak. * Ayağıyla bir kimsenin belinden aşağısına vurmak.
Lata'
Dudak içinde olan beyazlık.
Lat'a
Dudaklarının içi beyaz olan kadın. * Çok yaşamış, ihtiyar kadın.
Latafe
Hediye, armağan.
1772
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lâtail
Boş, faydasız, abes, mânâsız.
Lâtaknetu
Ayet-i Kerimeden bir kısım olup: Ümidinizi kesmeyiniz (meâlindedir.)
lâtaknetû
kesmeyiniz.
Lat'e
Alın, cebhe.
Latenahi
Nihayetsiz. Sonsuz. Bitip tükenmeyen.
lâtenâhî
sonsuz.
lâteşbih
benzetmek gibi olmasın!
Lateşbih
Benzetmeksizin. Benzetmek olmasın.
Lath
Her şeyin azı. * Bulaşmak ve karışmak. * Birine iftira atmak.
Latha
Leke.
Lâtif
lütfedici.
Latif
Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip. * Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden. * Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen. * Çok lutf edici. * Derin, gizli.
lâtif
yumuşak, güzel, şirin, ince.
lâtifane
lâtifçe.
Latife
Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir) (Bak: Letâif)
lâtife
ince duygu, hoş söz, nazik şaka.
Latifegu
f. Lâtifeci, şakacı. Lâtife söyliyen.
Latife-i rabbaniye
İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir.
Latifeperdaz
f. Şakacı, lâtifeci. Lâtife yapan.
Latifeperdazan
(Lâtifeperdâz. C.) f. Şakacılar, lâtifeciler.
1773
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Latîm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Babası ve annesi olmayan kişi. * Yüzünün bir tarafı beyaz olan at. * Yarış atlarının dokuzuncusu.
Latîme
(C: Letâyim) Misk. * Güzel kokular konulan kap. *Attarlar pazarı. * Güzel kokulu nesneleri götüren deve.
Latin
Eski Roma civarında iken sonradan genişleyen ve devlet kuran eski bir kavim ismidir. * Eski Roma. * Şarkta Katolik mezhebinden olanın ismi.
Latince
Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır.
Latm
Karıştırmak. Yapıştırmak. * Tokat vurmak.
Latma
şamar, tokat.
Latmahâr
f. Tokat yiyen. Şamar atılan kimse.
Lats
Dövmek. * şiddetle basmak.
Latt
(C: Litât) Gerdanlık. * Lâzım olmak. * İnkâr etmek. * Sarkıtmak. * Örtmek.
Lâtuhsa
Sayısız. Sayıya gelmez. Hesaplanmaz.
Lâubali
"Alâkasız, kayıtsız, hürmetsiz, dikkatsiz. Senli benli. (""Lâ"" harfi ile"" Ubâli"" muzari fiilinden müteşekkildir.)"
lâubâlî
senli benli, saygısız, ilgisiz, umursamaz.
Lâubaliyane
f. Lâubalilikle. Kayıtsız, alâkasız, saygısız ve dikkatsiz bir şekilde. Senli benli olarak.
lâubâlîyâne
saygısızca, ilgisizce.
Lauk
Yalanmış nesne. * Az, kalil.
La'v
Ahlâkı yaramaz kişi. * Haris adam.
1774
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lav
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde.
Lâvallah
Vallahi hayır.
Lavanta
Çeşitli çiçek ve bitkilerden alınan esanslarla yapılan güzel kokulu sıvı.
Lay
f. Söyleyen, söyleyici.
Lâya'kıl
Aklı başında olmıyan, dalgın, bîhoş. Yaptığını bilmez.
Lâ-ya'ni
Mânasız, boş.
Lâyebgıyan
Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.)
Lâyecuz
Câiz değil, olamaz, müsaade verilmez.
Lâyefhem
Anlayışsız, idrakten âciz.
Lâyefna
Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz.
Lâyemut
Ölmez. Mahvolmaz. Hayatı sona ermez.
lâyemût
ölümsüz.
lâyemûtâne
ölümsüz gibi.
Lâyenbagî
Lâyık olmaz. Yakışmaz. Uymaz.
Lâyenfekk
Bölünemez, ayrılamaz. Parçalanamaz.
Lâyenkatı'
Aralıksız. Kesilmeksizin.
lâyenkatı
kesilmeksizin, aralıksız.
lâyetecezzâ
bölünmez.
Lâyetecezza
Bölünmez. Parçalanmaz. Ayrılmaz. Tecezzi kabul etmez.
lâyetefellel
kırılmaz, körelmez.
Lâyetegayyer
Değişmez, bozulmaz.
lâyetenahî
sonsuz.
Lâyetenahî
Sonsuz. Nihayetsiz.
Lâyetenahiyet
Lâyetenahilik, sonsuzluk, nihayetsizlik.
1775
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
lâyetezelzel
sarsılmaz.
Layetezelzel
Sarsılmaz. Tezelzül etmez.(Tahkikî iman sâhibleri, lâyetezelzel bir itikada sâhibdirler.)
lâyezâl
yok olmaz.
Lâyezal
Zeval bulmaz. Yok olmaz.
lâyezâlî
yok olmayan.
Lâyıh (lâyih)
Parlak. Meydanda. Aşikâr. Hatıra gelen.
Lâyıha
Düşünülen veya tasavvur edilen bir şeyin yazılması. Tasarı.
lâyıha
tasarı.
Lâyıha-i kanuniye
Huk: Henüz tasdik edilmemiş kanun tasarısı.
Lâyık
(Liyakat. den) Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık.
lâyık
uygun, yaraşır.
Lâyim
Azarlayan.
Lâyuad
Adedi belli olmayan. Sayısız. Pek çok.
lâyuad
sayısız.
Lâ-yugleb
Yenilmez, mağlup olmaz.
Lâyuhsa
Hesaba gelmez. Hesabsız. Pek çok.
lâyuhsâ
hesapsız.
Lâyuhtî
Hatâsız, hatâ işlemez. Yanılmaz.
lâyuhtî
hatasız.
Lâyu'kal
Anlaşılmaz, akıl ermez. Akıl ile idrak olunmaz.
Lâyu'la
Üstüne çıkılmaz, çok yüksek. * Galip ve üstün gelinemez.
Lâyu'ref
Bilinmez. Tarif edilmez.
lâyutak
güç yetmez.
Lâyutak
Güç yetmez. Dayanılmaz. Takat yetmez. Çekilmez.
Lâyuzal
İzale edilmez, tükenmez, zeval bulmaz.
1776
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lâyüfhem
Anlaşılmaz. Fehmedilmez.
Lâyüfna
Tüketilmez, yok edilmez.
Lâyülhîhi
(İlhâ. dan) Ona gaflet vermez. Onu boş şeyler meşgul etmez. Boşuna iş yapmaz.
Lâyüs'el
Mes'uliyetsiz. Mes'ul tutulamaz. Sorumsuz.
lâyüsel
sorumsuz.
Laz
Doğu Karadeniz bölgesinde, bilhassa Rize dolaylarında yaşayan bir kavim. * Bu kavimden olan kimse.
Laza
Ateş. Alev. * Cehennem'in altıncı katı.
Lâzâle âliyen
Yüce ve âli olsun.
Lâzâle
(Lâzâlet) Zeval bulmasın, zâil ve eksik olmasın. * Olsun!
Lâzeval
Zevalsiz. Sonu gelmez. Zeval bulmaz.
Lâzık
Yapışkan, yapışıcı. Yapışmış olan.
Lâzım fiil (fiil-i lâzım) Fâilin zâtında kalan fiil. (Geldi, gitti, güldü gibi) lâzım
gerekli.
Lâzım
Lüzumlu, gerekli. * Bir şeyden aslâ ayrılmayan. Bir işte beraber bulunmasına ve vücuduna ihtiyaç olan şey. * Gr: Müteaddi olmayan.
Lâzım-âmed çâr-çiz
Dört şey lâzım geldi.
Lâzım-amed
f. Lâzım gelir, lüzum eder. Lâzım geldi.
lâzımâmed
lâzım gelir.
lâzıme
gerekli olan.
Lâzım-ı beyyin
"Bu tabirin masdariyet şekli ""Lüzum-u beyyin"" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi..."
1777
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lâzım-ı gayr-ı müfarık Ayrılması mümkün olmayan, terki câiz olmayan, ziyade gerekli, çok lüzumlu. Lâzım-ı melzum
Biri birisinden aslâ ayrılmaz, birisi olunca diğerinin de olması şart olan.
Lâzım-ı zatî
Kendisine ait icab eden hal. Kendisine has vaziyet.
Lazî
(Bak: Lazâ)
Lazib
Sâbit olan, yapışan.
Lazistan
Lazlar'ın oturduğu bölge olan Rize dolayları. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Rize sancağına verilen ad.
Lazlaz
Yol gösterici, kılavuz.
Lazlaza
Yılanın deprenmesi.
Lazuk
Yapışkan nesne. * Yapışkan balçık.
Lazz
Devamlı yağan yağmur. * Men'etmek, engel olmak.
Leal
İnci.
Leali
(Leâl. C.) İnciler. Lü'lüler.
Leali-feşan
f. İnciler saçan.
Lealle
(Bak: Laalle-İnne)
Leamet
Alçaklık, âdilik, zillet, denaet, aşağılık.
leb
dudak.
Leb
f. Dudak. Şefe. * Kenar. * Sahil. Kıyı.
Lebab
Sahralarda ve çayırlarda az miktar olan yaş ot.
Lebabe(t)
Akıllılık, zeyreklik. Akıl sahibi olma.
Lebaçe
f. Önü açık elbise. Hırka.
Lebad(e)
f. Yağmurluk.
Lebaleb
Ağzına kadar dopdolu. * Ağızdan ağıza.
lebâleb
dopdolu.
1778
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Leban
Göğüs.
Lebb
Lâzım olmak. * Akıllı olmak.
Lebban
Sütçü.
Lebbe
Göğsün gerdanlık takılan yeri. * Devenin ve sığırın, göğsünden boğazladıkları yeri. * Evlâdını ve erkeğini seven kadın.
Lebbeleb
(Leb-beleb) f. Dudak dudağa.
Lebbeste
(Leb-beste) f. Ağzı bağlı. Susan, konuşmayan.
lebbeyk
buyurunuz.
Lebbeyk
Buyurunuz. Emredersiniz. * Benim muhabbet ve incizâbım dâim sanadır, başkasına değildir, sıdk ve ubudiyyetim dâim sanadır (gibi mânâlar ifâde eder.)
lebbeykzen
" ""buyurunuz"" diyen."
Lebbeyk-zen
f. Lebbeyk diye söyleyen. Emre hâzır olan. Râzı olan.
Lebc
Güreşmek. * Sar'a tutup düşmek.
Lebcünban
f. Dudak oynatan. Söz söyliyen, konuşan.
Lebdeğmez
"t. Dudak değmez. * Edb: Dudaktan çıkan harflerden olan ""B-F-M-PV"" sessizlerinin içinde bulunmadığı manzumeler."
Lebeb
(C: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer. * Atın göğsüne yapılan sinebend. * Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne. * Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum.
Lebed
Yünden yapılan keçe. * Bir yerde mukim olmak. * Bir şeye yapışmak.
Lebeke
Şerit parçası.
Leben
Süt. * Boyun ağrısı. (Bak: Libâ')
Lebenî
(Lebeniyye) Sütle alâkalı. Sütlü.
Lebeniyyât
(Lebeniyye. C.) Sütlü nesneler.
Lebgüşa
f. Dudağı açık. Söyleyen, konuşan.
1779
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lebh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl su içinde dursa ikisi bir olup yekpâre olur, Mısır'da yetişir. Ahter-i Kebir'den)"
Leb-i âftâb
Gölge.
Leb-i cuy-bâr
Su kenarı.
Leb-i derya
Denizin dudağı. Deniz kenarı, kıyı, sâhil.
Leb-i hadra
Ufuk.
Lebî
f. Dilim. Ekmek, kavun, karpuz vs. dilimi.
Lebid
Küçük çuval.
Lebîd
ünlü bir şair.
Lebik
Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan. * Zeki, anlayışlı, akıllı.
Lebine (libne)
(C.: Lebin) Kerpiç.
Lebk (lebâka)
Akıllı olmak. * Islah etmek, terbiye etmek. * Karıştırmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak.
Lebkus
Mürr denilen acı Yemen zamkının adı.
Lebküşa
f. Dudağı açık. Konuşan, söyleyen.
Leblab
Sarmaşık denen bir bitki.
Leblebe
Esirgemek. * Oğula ve kıza çok fazla düşkün olmak.
Lebn
Vurmak.
Lebriz
f. Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın.
Lebs
Bir yerde eğlenip durma. Vakit geçirme.
Lebsan
Hardala benzer bir ot. * Yabani hardal.
Lebt
Güreşmek.
Lebteşne
(C.: Lebteşnegân) f. Susamış.
Lebun
Sütlü hayvan. Sütü bol olan hayvan.
1780
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lebus
Her giyecek ve örtünecek nesne.
Lebve
Dişi arslan.
Lebz
Vurmak. * Yemek.
Lec
f. Tepme.
Leca'
Sığınmak. * Saklanmak, gizlenmek. * Zaruret.
Leca
Su boğası.
Lecac
(Lecâcet) Çekişme, inad etme, ayak direme (düşmanlıkta). Taannüd.
Lecc
Dar şey. * Düşmanlıkta ve husumette inad edip ayak direme.
Leccac
İnatçılık. Muannidlik. * İnatçı, inad edip ayak direten. Muannid.
Lecce
Avaz, ses, savt.
Leceb
Avaz, ses, savt.
Lecebe
(C.: Elcâb-Licâb-Lecebât) Doğurduktan dört ay sonra sütü çekilmiş davar.
Lecem
Cemaat, topluluk.
Lecen
Bir şeye musallat olmak, ilişmek.
Lecin
Ağaçtan yaprak dökmek.
Leclac
Sözü tutuk söyliyen. * Satranç oyununun icatçısı. * Bir harfi iki kere söyliyen.
Leclec
Tereddüt olunan.
Leclece
(Sözde) karasızlık, tereddüt. * Lokmayı ağızda döndürmek ve çiğnemek.
Lecm
Şahmed-ül arzdan büyük bir tepenin adı.
Lecn
Yalamak. * Deve için yem yapmak.
Lecne
Bir mes'ele için toplanan cemaat.
Lecun
Halsiz, yaşlı davar.
Lecüc
Pek inadçı ve hasım olan. * Suyu çok olan yer.
1781
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lecz
Ulaşmak, varmak. * Yapışmak.
Leç
f. Yanak. * Yüz.
Leda (lede)
Sırasında, yapıldığında (mânâsına kullanılır). * Yan, nezd. (Bak: Ledün)
Leda
Beden.
Ledd
Düşmana galip olmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
Leddam
Eski elbiseleri yamalıyan.
Leded
Katı husumet, şiddetli düşmanlık.
Lede-l havale
Havale olunduğu zaman.
Lede-l-hâce
İhtiyaç görüldüğü zaman. Hacet ânında.
Lede-l-ihtiyaç
İhtiyaç halinde. Hacet ânında.
Lede-l-iktiza
İktiza edip gerektiği zaman.
Lede-l-mütalaa
Mütâlaa edilip okunduktan sonra.
Lede-l-müzakere
Müzakere anında, konuşma sırasında.
Ledem
Akrabadan nikâhı haram olan.
Lede-s-suâl
Soruldukta, sorulduğu anda.
Lede-t-tahkik
Tahkik olundukta.
Ledeyk
Senin yanında. Senin indinde.
Ledg
(Teldag) Yılan veya akrep sokması. * Mc: Sözle birini incitmek. * Ekşilik.
Ledîd
Derenin iki tarafı.
Ledîg
Yılan veya akrep gibi hayvanlar tarafından sokulmuş kimse.
Ledîm
Yamanmış eski elbise.
Ledîs
Tenbel kimse.
Ledm
Taşı taşla vurmak. * Yere düşen taştan çıkan ses. * Kaftana yama vurmak. * Defetmek, kovmak.
1782
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ledn
(C.: Lidân-Ledun) Taze ve yumuşak olan ağaç budağı.
Leds
Yalamak. * Davarın ayağına nal vurmak. * Yırtık dikmek.
Ledüd
(C.: Elidde) Hastanın ağzına dökülen ilâç. * Çok husumet, şiddetli düşmanlık.
Ledün
"İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânasına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan ""min"" kelimesine mukarin olur. ""Ledâ"" kelimesinde ise, ibtidâ mânası lâzım değildir. Ve ""inde"" kelimesinin ""min"" yerinde tasarrufu daha umumidir. ""Ledün"" kelimesi mâba'dını izâfetle cerr eder. (L.R.)"
ledün
gizli ilim, marifetullah.
Ledünn
(İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı izâm (A.S.) ve Ehlullâh-i Kiram Efendilerimiz Hazretleridir.
Ledünnî
Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait.
Ledünniyat
(Ledünn. C.) Allah Teâlâ Hazretleri tarafından hususi vecih üzere bâtınan ihsan olunanlar. (L.R.)
ledünniyât
Allah vergisi olan gizli ilimler.
Lef'
Örtmek, setr etmek. * şâmil olmak.
Lefa
Vurmak. * Soymak.
Lefaif
(Lifafe. C.) Sargılar, örtüler. Zarflar.
1783
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lefaz
Dinleyenin anlayamadığı belirsiz sesler.
Lefc
(Lefce) Kalın dudak.
Lef'e
Kemiksiz et.
Lefef
Pelteklik, kekemelik. * Yorgunluk. * Besililik, semizlik.LEFEHAN : Vurmak.
Leff ü neşr
"Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı takib etmesidir. Misâl:(Bu karışık mevcudat, dâr-ı fâniden dâr-ı bekâya akıp gidiyor. Elbette nasıl ki; hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennet'e akar. Öyle de: Şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehennem'e yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur)2Leff ü Neşr-i gayr-i Müretteb (Düzensiz leff ü neşir) : Birinci cümlede söylenen şeylerle, ikinci cümlede söylenen şeylerin ters olarak sıralanmasıdır. Misâl:(Cevr-i dilber, ta'n-ı düşman, suz-i firkat, za'f-dil Dürlü dürlü dert için halketmiş Allah'ım beni.)Avni (Fatih)"
Leff
Sarma. Dürme. İçine toplama. İliştirme. Rabtetme.
Leffaf
Çok konuşan, çok lâf eden. Pek fazla söyliyen. Can sıkan.
Leffat
Yaramaz huylu, ahmak adam.
Leffen
Beraber sararak. İliştirilmiş olarak. Rabtedilmiş olarak.
leffen
ekli, bitişik.
Lefh
Yakmak. * Vurmak. * Fakirlik, fakir. * İflas. * Tavşancıl kuşu. * Karga.
1784
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lefif
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Sarılmış, dürülmüş. * Gr: Kökü üç harfli olduğunda iki harfi ""elif"" veya ""yâ"" nın yan yana olduğu kelime."
Lefif-i makrun
"Kökündeki ""elif"" veya ""ya"" nın yan yana olduğu kelime."
Lefif-i mefruk
Harf-i illetin aralarında başka bir harfin bulunduğu kelime.
Lefk
Giymek. * Örtünmek. * İki parçayı birbiri üstüne koyup dikmek.
Left
Yüz döndürmek.
Leftiye
Şalgam.
Lefüt
Evvelki kocasından çocuğu olan ve daima çocuğuna iltifat eden evli kadın.
Lefz
(C.: Elfâz) Atmak. * Söz.
Legabe
Hamâkat, ahmaklık. * Zayıflık, zaaf.
Legat
Sesler kelâmla karışık olmak.
Legorn
ing. Çok yumurtlayan bir tavuk cinsi.
Legub
Fikri, re'yi zayıf olan. Ahmak.
Leh (lehu)
Hakkında, onun için, onun faydasına veya zararına.
Leha
(Lehu. nun müennesidir) Hakkında. O kadın için.
Lehaa
Zayıflıktan dolayı âzâların sülpük ve sarkık olması.
Lehak
Çok beyaz olan.
Lehame
Etlilik, semizlik.
Lehan
Akıllılık.
Lehas
Susuz kişi.
Lehat
(C.: Lehâ ve Lehevat) Küçük dil.
Lehaz
Gözucu.
Lehaza
Gözucu ile bir şeye dikkatlice bakmak.
Lehban
Susuz kişi. (Müe: Lehbâ)
Lehbet
Susuzluk.
1785
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lehc
Haris olmak.
Lehce
Bir beldenin konuşma şekli, dil. Konuşma tarzı.
lehce
bir beldenin konuşma tarzı.
Lehcem
Geniş yol. * Büyük kadeh.
Lehd
Def'etmek, kovmak. * Ağır etmek, ağırlaştırmak.
Leheb suresi
"Kur'an-ı Kerim'in 111. suresi olup ""Tebbet, Mesed"" Suresi de denir. Mekkîdir."
leheb
ateş alevi.
Leheb
Ateşin alevlenmesi. Ateş alevi. Havaya yükselen toz.
Leheban
Ateşin alevlenmesi.
Leheb-ün nâr
Ateşin alevi.
Lehef
Kaybolan bir şeyden dolayı müteessir olup üzülme.
Lehesan
Susuzluk.
Lehevat
(Lehât. C.) Küçük diller.
Lehf
Yok olan şey için hasret çekip üzülmek.
Lehfan
Kalbi yanık, hasret çeken. Özleyen.
Lehhan
Okurken çok yanlışlık yapan kimse.
Lehib
Açık yol.
Lehîb
Eti az deve, zayıf deve.
Lehîd
Götürdüğü yük ağır olduğundan eziyet çeken deve.
Lehîde
Koyu olan bulamaç.
Lehîf
(Lehfân) Mahzun, hüzünlü, üzüntülü, kederli.
Lehinde
t. Onun faydasına, aleyhinde olmadan. Onun için, iyiliğine.
lehine
onun faydasına.
Lehîre
Kısa boylu kötü huylu kadın.
1786
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lehiv
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Lehv) Günahlı, şehevi, nefsâni meşguliyet. Kadınla yabancı erkeğin oynaması. * Eğlence, oyun.
lehiv
günahlı eğlence.
Lehk
şiddet. * Meşakkat, zahmet. * Birbiri içine girmek.
Lehle
Süst ve zayıf nesne. * Seyrek dokunmuş bez. * Fusaha indinde makbul olmayan şiir ve söz.
Lehm
Bir şeyi hemen yutma.
Lehs
Nefesi kesilip dili dışarı çıkarma.
Lehsan
Susuz.
Leht
Bir nevi yürüyüş.
Leht-i ciğer
Ciğerden kopma parça.
Lehu
(Bak: Leh)
Lehum
Obur, çok yiyici.
lehülhamd
Allaha hamdolsun.
Lehüm
Onlar için. Onlara.
Lehüma
(Tesniye) O ikisi için. İkisi hakkında.LEHV : (Bak: Lehiv)
lehviyât
günahlı eğlenceler.
Lehviyyat
f. (Lehv. C.) Lehivler, kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar. Nefsanî gayr-i meşru oyun ve eğlenceler.
Lehz
Vurmak. * Dürtmek. * Karıştırmak.
Leim
Alçak, deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. * Mayası bozuk ve kötü.
leim
alçak, kötü.
Leiman
(Leim. C.) Alçak, zelil ve aşağılık kimseler. Pinti ve cimri insanlar.
Leimane
Alçakça. Zelilane bir tarzda.
Lein
Vallahi eğer.
Lek (leke)
Sana, senin için, senin hakkında.
1787
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lek
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Ahmak, ebleh, sersem. * Yüzbin. * Kırmızı boya çıkarmaya yarayan bir maden.
Lek'
Isırmak. * Yapışmak. * Kir.
Leka'
(Lek'â) : Yaramaz, hakire kadın.
Lekalik
(Laklak. C.) Leylekler.
Lekanet
Zeki ve anlayışlı olma.
Leke
t. Benek. Kir izi. * Kusur.
Leked
f. Çifte, tepme.
Lekedar
f. Lekeli, ayıplanmış. * Pislenmiş. * İttiham edilmiş.
lekedâr
lekeli.
Lekedhar
f. Çifte yiyen.
Lekedkub
f. Çifte yiyen. Hayvanların ayakları altında ezilen.
Lekedzede
f. Çifte yiyen.
Lekedzen
f. Tepme veya çifte vuran. Çifte atan.
Leken
(C.: Elkân) Leğen.
Leki'
Hor ve hakir kimse.
Lekîf
Dolu havuz.
Lekîk
(C.: Likâk) Zayıf ağaç. * Kemik aralarında olan et.
Lekîta
(Bak: Lakita)
Lekleke
Yoğun gövdeli ve şişman olmak, etli olmak.
Lekm
Yumrukla vurmak.
Lekz
Vurmak.
Lem
"(Arabçada cezm harfidir) Muzari fiilinin başına getirilirse, nefyeder, cezmeder, sâkin okutur. ""Gelir"" fiilini ""gelmedi"" yaptığı gibi. (Bak: Lem-yezel)"
Lem'
Parıldama, parlama. Parlayış.
1788
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lem'a
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak. * El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek.
lema
parıltı.
Lem'a-nisar
Parlaklık saçan.
Lem'a-paş
f. Parıldayan, parlayan.
Lem'a-riz
f. Parlayan, parıldayan.
lemeân
parıldama.
Lemean
Parlama, parıldama.
Lemeat
(Lem'a. C.) Parlayışlar, parıltılar.
lemeât
parıltılar.
Lemeat-ı i'caziye
İ'caza dair lem'alar. İ'caz, insanları âciz bırakma, hayrete düşürme parıltıları.
Lemeat-ı müteferrika Muhtelif, parça parça olan parlayışlar. Lemeat-ı şems
Güneşin parıltıları.
Lemehat
(Lemha. C.) Bir defa göz atmalar. * Parıltılar, çakmalar.
Lemem
Günaha yakın olmak. * Küçük günahlar. * Delilik, cünun. * Musibete yakın olmak.
Lemh
Göz atma, bir defa bakış. * Parlama, parıltı.
Lemha
Bir göz atmak. * Şimşeğin bir defa çakışı.
lemha
göz atma.
Lemha-i basar
Pek az bir zaman. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zaman.
Lemh-i basar
(Lemhat-ül basar) Göz atma. Bakma. Çabuk bir bakış. * Çok az bir zaman.
Lemîs
Câriye ismi.
Lemk
Yazmak. * Bozmak, mahvetmek. * Vurmak.
Lemleme
Bir şeyi evvel yapmak.
1789
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lemm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Parça parça şeyleri toplamak, cem' etmek. * Islâh etmek. * Bulduğu şeyi, haram helâl demeyip yemek. * Şiddet ve meşakkat. * Az şey. * Konmak. Nâzil olmak.
Lemma
"(Harf-i cerdendir) Vaktâki, o zaman (mânâsındadır.) İstisna için: ""İllâ"" yerinde de olur."
Lemme
(C.: Lemmât) şiddet. Meşakkat, zorluk. * Az şey.
Lems
Yalamak.
Lemsa
Pürüzsüz, düz.
Lemsî
Hissedilmeğe, dokunma ile duymağa ait ve müteallik.
Lemsiyet
Bir cisme veya bir mâdene parmakla dokunmaktan gelen his.
Lemy
Dudak içinde olan siyahlık.
lemyezel
yok olmaz, devamlı.
Lem-yezel
Zâil olmaz, bâki, zeval bulmaz. Daimî olan.
Lem-yezelî
Devamlılık, bâkilik, zeval bulmazlık.
Lemz
Ağızda olan yemek artığını dil ile araştırmak.
Lemze
Göz veya kaşla işaret etmek.
Len
"Gr: (Muzâri fiilini nasbeden edatlardan birisi). Bir işin aslâ olamıyacağını ifade eder: $ cümlesinde; kâfirler aslâ Cennete giremezler, derken olduğu gibi. (Bak: Huruf-u nâsibe)"
Lenc
f. Edâ, naz ve cilve ile salınma.
Lenf
"(Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı. * Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi. (Bak: Hılt)"
lenf
beyaz kan.
lenfisâm
asla kırılmaz ve kopmaz.
Lenfisam
Aslâ kırılmaz, kopmaz.
1790
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Leng
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Topal, aksak. Yolcuların bir yerde iki gün kalması. * Tenasül organı.
Lengâne
f. Topalcasına. Topallıyarak.
lenger
demir çapa.
Lenger
f. Gemiyi yerinde sâbit kılmak için denize atılan zincir ucundaki büyük demir çapa. * Bakırdan yayvan ve kenarları genişçe sahan veya tepsi.
lengerendâz
demir atan gemi.
Lenger-endaz
f. Lenger atan, demir atan. Demir atmış olan gemi.
Lenger-hane
f. Lenger yapılan yer. Lenger imal edilen yer.
Lengerî
f. Büyük bakır sahan, lenger.
Leng-fahte
f. Topal güvercin.
Lengî
f. Aksaklık, topallık.
Len-teranî
Beni aslâ göremezsin (meâlinde).
lenterânî
beni asla göremezsin!
Lerzan
f. Titrek, titreyerek.
lerzân
titrek.
Lerze
f. Titreme, titreyiş. Sallantı.
lerze
titreme.
Lerzebahş
f. Titreme veren, titreten.
Lerzedâr
f. Titrek, titreyici.
Lerzenâk
f. Titrek, titreyici. Titremeğe tutulmuş.
Lerzende
f. Titreyen, titrek.
Lerzeresan
f. Titreme veren, titreten.
Lerziş
f. Titreme, titreyiş.
Les'
Yılan ve akrep gibi hayvanların sokması.
1791
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lesa
Islak ayakla bir şeye basmak. * Yaş olmak, ıslanmak.
Lesa'
Kolayca çocuk doğurmak.
Lesak
Yaşlık, ıslaklık.
Lesas
Hırsızlık yapma. Sirkat.
Lesaset
Hırsızlık.
Lesb
Vurmak. * Yalamak. * Yapışmak. Cem'etmek, toplamak.
Lesd
Yalamak. Emmek.
Lesen
Fesâhat. Düzgün, güzel ve akıcı konuşma.
Lesin
Ülfet, alışkanlık.
Lesk
Yapışmak.
Leslese
Men'etmek, engel olmak.
Lesm
Ağzını örtmek. * Öpmek. * Kırmak.
Lesme
Yüzörtüsü, peçe.
Less
Yemek. * Yalamak.
Lest
f. Güzel, hoş, iyi. Kuvvetli, kavi.
Lesu'
(Akrep veya yılan gibi hayvanlar) sokmuş.
Lesus
(Lesusiyet) Hırsızlık, sirkat. Hırsızlık yapmak.
leşker
asker.
Leşker
f. Asker.
Leşkergâh
f. Ordu yeri.
Leşker-i aramrem
Çok asker.
Leşkerî
f. Askere ait. Askerle alâkalı.
Leşkeriyan
(Leşker. C.) f. Askerler, leşkerler.
Leşkerkeş
f. Asker çeken. Askerleri idare eden. Kumandan.
Leşkerşikâf
f. Düşman askerini kıran.
Leşkerşiken
f. Düşman askerini kıran.
1792
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Leşkerşükûf
f. Düşman askerini kıran.
Let'
Atmak. * Doğurmak. * Cima etmek.
Let
f. Dayak, kötek. * Dövme, vurma. * şiddetle çarpma.
Letac
Vahşi sığır, yabani sığır.
letâfet
hoşluk, güzellik, incelik, yumuşaklık.
Letafet
Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
Letaif
"Lâtif duygular. (İman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki; bir yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkisam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza.. letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. M.)"
letâif
ince duygular, incelikler, güzellikler.
Letaif-i aşere
"On lâtif duygu. On adet lâtifeler.(Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbani, kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir lâtife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülukta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiş. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i camlasında ve istidadı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hatta hükema ve ulema-i zahiri dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahire, havass-ı hamse-i batına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hatta avam ve havas beyninde taarüf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letaif-i aşeresi ile münasebettardır. Meselâ vicdan, a'sab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi kalb, ruh ve
1793
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaifden başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku gibi çok letaif var. R.N.)" Letb
Gitmek. * Devretmek. * Bir şeyden ayrılmayıp, ona bağlanmak.
Leteyya
Büyük emir.
Letf
Sık olmak. * Bahçede ağaçların sık bitmesi. * Yaraşıklı olmak.
Lethan
Karnı aç olan kişi.
Lethurde
f. Dayak yemiş, dövülmüş, kötek yemiş.
Letm
Davarın boğazlanacak yerine bıçak çalmak.
Letre
f. Parça parça. Paramparça. * Eski, yırtık.
Lett
Bağlama. * Karıştırma. * Vurma, dövme, dayak atma. * Yanaşma, yaklaşma.
Letta
Büyük emir.
Leus
Çok yeyici kişi, obur.
Leüm (leim)
(C.: Liâm) Aslı alçak yaramaz kişi.
Lev
"Gr: (Şart edâtı) Dahâ ziyade, olsa bile (manâsına gelir.) ""İnne"" gibi mâzi mânâsını muzariye çevirmeyip aksine muzâriyi de mâziye çevirir. Temenni edâtı ve vasıl edâtı olur. Meselâ : Lev-câe Aliyyun leraeytühu: Ali gelse idi, elbette görürdüm."
Lev'
Yanma. * Yakma.
Lev'a
(C.: Leveât) Gönül acısı, kalb acısı. Yürek yanıklığı.
Leva
Bulgar parası.
Le'va
Şiddet. * Maişet darlığı, geçim zorluğu.
Levahık
(Lâhık. Lâhıka. C.) İlâveler, ekler. Lâhıkalar.
Lev'a-i kalb
İç yanıklığı, gönül acısı.
Levaic
(Lâice. C.) Kalbleri aşk ateşiyle yananlar.
1794
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Levaih
(Levâyih) (Lâyiha. C.) Lâyihalar.
Levaim
(Lâime. C.) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar.
Levami'
(Lâmia. C.) Parıldayan şeyler, nurlar, parıldamalar.
levâzım
gerekli olanlar.
Levazım
İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde. * Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.
Levazımat
(Levazım. C.) Lüzumlu maddeler.
levâzımât
gerekli şeyler.
Levban
Siyah taşlı yer.
Levc
Ağız içinde lokma veya başka bir şeyi döndürüp çevirme.
Levca'
Hâcet, ihtiyaç.
Leveat
(Lev'a. C.) Sevgiden ve mecazî aşktan gelen iç yanıklıkları. Yürekten gelen acılar.
Levend
(Levent) f. Yeniçeri devrinde deniz erlerine verilen bir isim. Asker. * Mc: Boylu boslu, yakışıklı, çevik kimse.
Levendân
(Levend. C.) f. Leventler, askerler.
Levendâne
f. Leventçesine, hızla, süratle.
levent
denizci asker, yakışıklı.
Levg
Ağızda bir cismi çiğneyip sonra dışarı tükürmek. * Yalamak.
Levh
Görünen ibretli manzara. * Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük. * Seyredilen yerin çizili sureti. * Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey. * Şimşek çakmak. * Susamak. * Zâhir olmak. * Çalıp almak.
levh
levha, yazı, resim, manzara.
1795
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
levha
manzara, yazı, resim.
Levha
Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt. * Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı.
Levh-i hâtır
Hâfıza.
Levh-i kazâ ve kader
"Kader ve kazanın levhası, yani: Olmuş ve olacak her bir şeyin ilm-i İlâhîdeki vücudları; yani, ilmen mevcudiyyetleri.(Alem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mevcudatın dahi mânen hayatdar bir vücudu mânevileri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, levh-i kaza ve kader vasıtası ile o mânevi hayatın eseri, mukadderât nâmı ile görünür, tezahür eder. L.)"
Levh-i mahfuz
Her şeyin hayatının ind-i İlâhîde yazılması. İlm-i İlâhînin bir ünvanı.
Levh-i mahv ve isbat "Bir tabirdir. Levh: Görünen ve ibret verici bir vaziyeti ifade eder. Mahv ise; o vaziyetin birden ortadan kalkması, mahvolmasını ifade eder. Gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir levha halinde iken birden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş hâlde görürüz. Bu hale mahv diyoruz. Kudret-i İlâhî ile tekrar aynı eski hale gelmesi, havanın yağmurlu, bulutlu, şimşekli manzarasına dönmesi keyfiyyetine de İsbât diyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın tekrar mahlukatı dirilteceğine bir işâret olarak bu vaziyete de İsbat deniyor, Cenab-ı Hak levhayı yazıyor, bozuyor.(...Hem zihayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi, âdetâ bir hikmete binâen ""levh-i mahv ve isbat"" ve yazar, ifâde eder, sonra bozar tahtası"" suretine çevirmekle, Senin faaliyyet-i kudretine işâret ve Senin vücuduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zihayatlara
1796
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri, kelimeleriyle, Senin vüs'at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder!... Ş.)" Levh-i mahv
Mahvolma levhası, bir şeyin harab oluşu ve yıkılışını gösteren manzara.
Levhimahfûz
olmuş ve olacaklarla ilgili bütün bilgilerin yazılı bulunduğu kader levhası.
Levhimahv
varlıkların yazılıp silindiği levha.
Lev'-i garâm
Aşk ile, sevgi ile yanma.
Levid
f. Çok büyük tencere. Kazan.
Levîse
Çeşitli topluluklardan bir yere toplanmış olan kimseler.
Leviyye
Bir kimse için ayrılıp saklanan yiyecek.
Levk
Çiğnemek.
Levka
Ceviz ağacı.
Levlake
"Eğer sen olmasaydın (meâlindedir).( $ beyanında ""Bu hitab zâhiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata râcidir."" fıkrası, ta'dile muhtaçtır. Çünkü: Küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem ism-i âzamın tecelli-i âzamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder. R.N.)"
Levleb
Makara deliğine soktukları ip.
Levm
Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak.
levm
kınama.
Levma
(C.: Levâyim) Azarlama.
1797
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Levme
Kınanmaya ve çekiştirilmeğe sebep olacak şey.
Levn
Renk, boya. Sıfat, nev', çeşit, tür. Bir şeyi diğerinden ayıran alâmet.
levn
renk.
Levs
Pislik, murdarlık. Kir. * Zor. Kuvvet. * Tam olmayan, zayıf beyyine. * Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek. * Deprenmek. * Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık. * Cerâhet, yara.
levs
pislik.
Levs-i fâni
Gelip geçici murdarlık, pislik. Dünyanın fâni, faydasız eğlenceleri.
Levsiyyât
Kirli ve pis şeyler.
Levs-ül katl
Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.
Levşeb
Kurt, zi'b.
Levt
Gizlemek, saklamak. * Sorduklarını değil de başkasını haber vermek.
Levv (lüvv)
"""Mürr"" dedikleri acı Yemen zamkı."
Levvah
Yakıcı ve bozucu.
Levvam
(Levvâme) Levm ve itâbedici. Zemmeden, çekiştiren, dedikodu yapan. Serzenişte bulunan. Başa kakan, paylayan.
levvâme
kınayan.
Levy
Bükmek. * Eğmek, meylettirmek. * Karın ağrısı. * Mide fesadı.
Levz
Sığınma, himâyesine girme.LEVZ : Bâdem.
Levzaî
Akıllı, zarif kimse.
Levze
Bir tek bâdem. * Tıb: Bâdemcik.
Levzetân
İki bâdemcik, bâdemcikler.
Levzeteyn
Bâdemcikler, iki bâdemcik.
Levzîne
f. Bâdemli helva. * Bâdem helvası.
1798
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Levzînec
Bâdemli helva.
Levziyyat
Bademle yapılmış tatlılar.
Ley
f. Kab, zarf, mahfaza. * Çamur.
Leyail
(Leyl. C.) Geceler.
Leyal
(Leyâli-Leyâil) (Leyl. C.) Geceler.
leyâl
geceler.
Leyal-i aşr
Arabi aylardan Zilhiccenin ilk on gecesi. On geceler.
Leyal-i hasret
Hasret geceleri.
Leyan
f. Parlıyan, parıldıyan. Parlayıcı.
Leyg
İyi huylu olmak. * Sözü açık ve fasih söyleyememek.
Leyh
Örtünmek, bürünmek.
Leyk
f. Ammâ, lâkin, fakat.
Leykin
f. Lâkin, ammâ, fakat.
Leyl suresi
Kur'an-ı Kerim'in 92. Suresinin ismidir.
Leyl ü nehar
Gece ve gündüz.
leyl
gece.
Leyl
Gece. (Bak: Leyle)
Leyla
Çok karanlık gece. * Arabi ayların son gecesi. * Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramânı.
Leylak
Salkım şeklinde mor ve beyaz renkli çiçekleri olan bir nebat adı.
Leylakî
f. Leylak renginde olan. Mor renk.
Leyle
Bir tek gece, bir gece. * Gece. (Bak: Leyl)
Leyle-i bedr
Ayın ondördüncü gecesi.
Leyle-i berat
(Bak: Berat gecesi)
Leyle-i erbaa
Haftanın dördüncü gecesi olan çarşamba gecesi.
1799
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Leyle-i kadr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ramazân-ı mübârekin ve senenin en kudsi ve kıymetli gecesi. Kur'ân âyetlerinin ilk defa vahiy ile gelmeye başladığı gece. (Bak: Ramazan)
Leyle-i mi'rac
Mirac gecesi. (Bak: Mi'rac)
Leyle-i regaib
(Bak: Regaib gecesi)
Leyle-i süveyda
Gece karanlığı. Geceye benzeyen siyahlık.
Leylen
Geceleyin, gece vakti.
Leyl-i dimağ
Dimağın bozukluğu. Zihnin iyi çalışmaması.
Leyl-i münevver
Gündüze benzeyen gece. Nurlanmış gece.
Leyl-i serd
Soğuk gece.
Leyl-i târık
Karanlık gece.
leylî
gececi.
Leylî
Gececi. Geceleyin kalan. Yatılı. Geceye âit. Geceye mensub.
Leym
İnsanlar arasında sulh etmek, barış yapmak. * Salâh. * Bir nârenciye meyvesi.
Leymun
(Leymon) Limon.
Leynet
Yumuşak koltuk yastığı.
Leys (lâyis)
(C.: Lüyus) Arslan. * Sinek avlayan örümcek. * Arasında yaş ot bitmiş olan kuru ot. * Birbirine girmiş ot. * Semiz ve şişman kimse.
Leys
"Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı ""lâyese"" idi. Yâ'yı tahfif için ""leyse"" oldu.) Hükemâlar arasında ""eys"" vücud, ""leys"" adem mânâsında kullanılmıştır. (L.R.) * Gaflet. * Bahâdırlık, kahramanlık. * Yük çekici olmak."
leys
yokluk.
Leyse kemislihi şey'ün Ne zâtında, ne sıfâtında, ne de ef'âlinde naziri yoktur, şebihi olamaz!. Leyse
Olmadı (meâlinde fiil-i müşebbehtir)
leyse
olmadı.
1800
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Leyt
Sarfetmek, harcamak. * Hapsetmek.
Leytan
şeytan.
Leyte
"""Keşke olsa idi. Ne olaydı"" meâlinde olan huruf-u müşebbeh bir fiildir. İsimlerini nasbeder, (yâni, üstün okutur), haberini ref'eder (yâni ötre okutur). (Bak: İnne)"
leyte
keşke.
Leyy
Def'etmek, kovmak. * Harcamak, sarfetmek. * İlaç yapmak. * Aciz olmak. * Bir nesneyi dürüp boğazına tıkmak.
Leyya
Sudan uzak olan yer.
Leyyan
Def'etmek, kovmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek.
leyyin
yumuşak.
Leyyin
Yumuşak. Mülâyim. Hafif. Yavaş olan.
Leyyin-ül cânib
Görüşülmesi kolay, mütevâzi, kibirsiz kimse. Kanı sıcak insan.
Lez'
Davarı iyi gütmek.
Leza
(Bak: Lazâ)
Lezaiz
"Lezzetler. Zevk duyulan, eğlendirici, hoşa giden şeyler.(Lezaiz çağırdıkça, ""Sanki yedim"" demeli, ""Sanki yedim""i düstur yapan sanki yedim namındaki bir mescidi yiyebilirdi; yemedi. M.)"
lezâiz
lezzetler.
Lezaiz-i dünyeviye
Dünyâ lezzetleri ve zevkleri.
Lezam
Lâzım ve gerekli olma. * Hiç ayrılmama.
Lezbe
(C: Lezbât) Şiddet. * Kıtlık.
Lezc (lüzuce)
Kaypak olmak. * Çekilip uzamak.
Lezc
Yapıştırma. Yapışmak. Sıvanıp yapışmak.
Lezen
Şiddet. * Darlık. * Halkın kuyu veya ırmak kenarında kalabalık meydana getirmesi.
1801
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lezez
Yapışmak.
Lezim
(Bak: Lizâm)
Lezîr
f. Akıllı, zeki.
Leziz
(Lezize) Lezzetli. Tatlı, hoş. Tadı hoş ve güzel. (Lezzet umumidir, hâlavet ise hususidir.)
lezîz
lezzetli.
lezîzâne
lezzetlice.
Lezk
Bir şeyin diğer bir şeye vasıl olması.
Lezlaz
Kurt. (Canavar)
Lezn
Darlık. Şiddet. Sıkıntı.
Lezz
Uyku, nevm. * Sözü güzel olan, tatlı konuşan kişi. * Tatlı, leziz, lezzetli.
Lezzat
(Lezzet. C.) Tatlılıklar. Lezzetler. Tadı hoş ve güzel olan şeyler.
lezzât
lezzetler.
Lezzaz(e)
Lezzetli, tatlı, leziz.
Lezzet
(C.: Lezzât) Tad, çeşni. Hoş ve güzel olan şey.(Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evlâdır. Çünki, âkıbetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasiyle adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezaiz evlâdır. Çünki, o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez. M.N.)
lezzet
tad.
Lezzet-i ilm
İlmin lezzeti.
1802
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lezzet-şinas
f. Tad alan, lezzet alan.
Lezzet-yâb
f. Lezzet bulan, tad bulan, lezzetlenen.
Lıkf
Kuyu ve havuz kenarları.
Lıks
Boğazına düşkün, obur. * Lokma sezdiği yere can atan kimse.
Lıkve
Cimanın evvelinde gebe olan kadın. * Tez yüklü olan deve. * Kova.
Lısb
Küçük kaya yarığı. * Derenin dar yeri. Dar olan her cins madde. * İçi zorla çıkan ceviz.
Lıss
(C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız.
Lıst
Hırsız.
Li
"Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, ""için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden"" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi."
Liab
(Bak: Lüâb)
Liam
(Leim. C.) Alçak, aşağılık ve zelil kimseler. Pinti ve cimri insanlar.
Liame
(C.: Liem-Lüum) Kadın gömleği.
liân
lânetleşme.
Lian
Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi. * Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab okumak suretiyle olan yeminleri. Buna: Mülâene, telâun, iltiân da denir.
Li-aynihî haram
Fık: Aslında herkes için haram olan şey.
Li-aynihî
Kendisi ile bir. Aynı ile. * Allah tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya li-aynihi bir hüsündür veya li-gayrihi bir hüsündür. Ya kendi zatındaki bir güzellikten dolayı hasendir veya başkasında sabit bir güzellikten dolayı bir hasendir. Meselâ: Biz iman ile me'muruz.
1803
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İmandaki hüsn, bir hüsn-ü zâtidir. Bu hüsün başkasından alınmış değildir. Öyle ise iman bizâtihi hasen olan bir durumdur. Biz cihad ile de me'muruz. Cihad hadd-i zatında insanları tazib, beldeleri tahribe sebeb olacağı için li-zatihi güzel değildir. Belki dini ihyaya, İslâm yurdunu muhafazaya vesile olduğu için güzeldir. Binaenaleyh cihad li-aynihi değil, li-gayrihi güzeldir, hasen'dir. (Ist.Fık.K.) liaynihî
kendisiyle.
Liba'
Hayvan doğurduktan sonra gelen süt. Avuz (Ağuz)
Libab
(Lebib. C.) Akıllılar, zeki kimseler.
Libaçe
f. Elbise, libâs.
Liban
Kadın sütü, insan sütü. * Süt emzirme.
libas
elbise.
Libas
Giyilecek şey. Elbise. * Karı ve koca. * Mc: İctima'. * Şübhe kabul eden söz.
Libas-ı fersude
Eskimiş elbise.
Libas-ı takva
Takva elbisesi. Sâlih ameller.
Libd
(C.: Lübud) Yün. * Keçe.
Lib'e
(C: Libâ) Ağuz denilen koyu süt. (Her dişi davar doğurduğunda önce olur.)
Liberal
Fr. Ferdî hürriyet lehinde, hürriyete elverişli. Ferdî teşebbüs ve hürriyet haklarını korumak için en iyi vasıta, devletin salâhiyyetlerini mümkün olduğu kadar tahdid etmek fikri. Rusya'daki dinsiz sosyalistliğin zıddı. (Bak: Sosyalizm)
liberal
kişi hürriyetine önem veren.
Libs
Kâbe-i Muazzama'ya örtülen örtü.
Libse
Elbise giyme. Giyiş.
1804
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Licac
İnat ve düşmanlığı devam ettirme. Hasımlığı sürdürme.
Licaf
Kapının üst eşiği.
Licam
(Ligâm) f. Dizgin. Gem.
Lidad
Husumet etme. Dâvacı olma.
Lidam
Eski elbiseye yapılan yama.
Lider
Şef. Başkan. Siyasi bir topluluğun başı.
Li-eb
Baba bir (kardeşler).
Li-ebeveyn
Ana ve babaları bir olan kardeşler.
Li-ecli
...için, meram ve maksadı ile.
Li-eclillah
Allah için, Allah rızası için. Allah rızası dairesinde.
lieclillah
yalnız Allah için.
Li-ecl-il-maslaha
İş icabı, maslahat için.
Li-ecl-it-tahsil
Okumak için, tahsil yapmak için.
Lif
Hurma çöpü.
Lifa'
Örtünecek nesne. Yorgan.
Lifafe
(C.: Lefâif) Sargı. * Kefen. Ölünün sarıldığı bez katlarının herbiri. * Bazı çiçeklerin etrafını çeviren değişik yapraklar.
Lifam
Eskiden kadınların burun örtüsü.
Liff
(C: Elfâf) Sıklığından yanındaki ağaca girmiş ve dolaşmış olan ağaç.
Lift
Şalgam. * Parça, bölük.
Ligam
f. Dizgin, gem.
Ligat
Ses, sedâ.
Ligayrihî haram
Aslında helâl olup, başkasının hakkı olduğu için veya neticeleri itibarı ile haram olan şey. Meselâ cuma namazı esnasında ticaret yapmak gibi.
ligayrihi
başkalarıyla.
1805
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Liha'
(Lehât. C.) Küçük diller.
Liha
(Lihye. C.) Lihyeler, sakallar.
Lihaf
(C.: Lühuf) Örtünecek ve sarınılacak şey. * Yorgan. Sargı. * Kabuk, zar.
Lihak
Yetişip ulaşma. Erişme. Vâsıl olma.
Liham
Lehimleme. * Lehim. * (Lahm. C.) Etler.
Lihat (lehât)
(C: Lehâ-Lehevât-Leheyât-Lihâ') Boğaz ağzında olan dilcik.
Lihaz
Düşünme, mülâhaza etme. * Riâyet etme, uyma. Söylenen sözü kabul edip yerine getirme.
Lihaza
Bundan dolayı, buna binaen, bunun için.
Lihevî
Lihye ile alâkalı. Sakala ait, sakalla alâkalı.
Lihikmetin
Bir hikmete mebni olarak. Bir hikmetten dolayı.
Lihyanî
Uzun ve kaba sakallı olan.
Lihye
Sakal.
lihye
sakal.
Lihyedâr
f. Sakallı.
Lihye-i şerif
"Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) âit sakaldan bazıları. Sakal-ı Şerif.(Lihye-i Şerife hakkındaki suali münasebetiyle diyorum ki: Hadisçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduttur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki: Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerif'in saçlarından ibaret değil, belki re's-i mübarekinin traş oldukça hiçbir şeyini kaybetmiyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi
1806
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gelebilirler. Yine o vakit hâtırıma geldi ki: Acaba her câmide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet'in saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret mâkul olabilsin? Birden hâtıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karşı salâvat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakiki olarak Lihye-i Saadet'ten olmazsa, madem zâhir hale göre öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat'i sened ile o saçın zâtını teşhis ve tâyin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat'i delil olmasın, yeter. Çünki: Telâkkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususi ilişirler. Bid'a da deseler, bid'a-i hasene nev'inde dâhildir. Çünki: Vesile-i salâvattır. L.)" Liîn
Bostanlarda dikilen ve höyük denilen suret.
Lîk
f. Lâkin, amma, ancak, fakat.
Lîka
Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham ipek.
lika
kavuşma.
Lika
Kavuşmak. Rast gelip buluşmak. Görüşmek. Yalnız görüşmek. * Yüz, sima, çehre.
Likaf
Semer, palan.
Likah
(Lükuh. C.) Süt veren dişi develer.
Li-kailihî
Söz söyleyenin.
Likam
f. Hayvanın ağzına takılan gem. Dizgin.
Likat
Tarlada kalan başakları toplama. * Hizada olma.
Likaullah
Allah'a kavuşmak. * Kıyamet günü, Cennet'te Allah'ı görmek.
1807
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lika-yı âfâk
Sema. Gökyüzü.
Likha
Yeni doğurmuş ve sağılır deve.
Lîkin
f. Lâkin, eğer, amma, fakat.
Li-külli
Hepsi. Tamamı. Hepsi için.
lillah
Allah için.
lillâhî
Allah için.
Lillahi
Allah için. Allah yoluna. Allah aşkına.
Lillâhi-l hamd
Ne kadar hamd ve şükürler varsa ve olmuşsa, cümlesi Allaha mahsustur, ona gider, ona âittir. (Bak: Hamd)
lillâhilhamd
hamd Allaha mahsustur.
Lil-müttekîn
Müttekiler için.
Li-maslahatin
Maslahat için. İş icâbı.
Lima-yürid
(Bak: Fa'al)
Lime lime
Parça parça.
Lime
Niçin?
lime
parça.
Limited
Mes'uliyetleri, koydukları sermayeye göre hudutlu olan ortaklık.
Limmî
"(limmiye - lümmi) (Niçin mânâsındaki ""lime"" den) Aleni. Açık. * Nazari. Akla dayanan. (Bak: Bürhan)"
limmî
açıklık.
limmîyet
açıklık.
Lîmu
f. Limon.
Li-müellifihî
Müellifi tarafından, yazarı tarafından.
Lîn
Yumuşaklık ve mülayim olmak. * Tecvidde: Bu sıfata sahib olan vav, ye harfleridir.
Linç
Halk tarafından öldürülme. Halkın bir suçluyu tutup derhal öldürmesi.
1808
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lîne
(C.: Lun-Elvan) Hurma ağacı.
Lînet
(Liynet) Mülâyimlik, yumuşaklık.
Lirik
Heyecan ve ahenge fazla ehemmiyet verilen şiir. * Bu tarzda şiir yazan şair.
Lis
f. Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis $ : Çanak yalayıcı. Dalkavuk.
Lisam
Yüz örtüsü, yaşmak. Nikab.
lisan
dil.
Lisan
Dil. Konuşma dili. Lehçe. (Bak: Dil)
Lisan-âşnâ
f. Lisan bilir. Yabancı dil bilen.
lisanen
dil ile.
Lisanen
Konuşarak. Dil ile. Söz söyleyerek.
Lisan-ı edeb
Edeb ve edebiyât dili, lisânı.
Lisan-ı gayb
"Gaybın haberlerini bildiren dil. Ahiret ahvalini veya bizce bilinmeyen gayb hükmündeki haberleri söyleyen. ""Kur'an-ı Kerim"""
Lisan-ı hal
"Hal dili. Bir şeyin görünüşü ile bir mânâ ifade etmesi (Bak: Hal)(Akılları gözlerinde olan avama ders veren fiildir, lisan-ı haldir.)(Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibadet, birer hâs secde ettikleri gibi, bütün kâinattan Dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duâdır. Ya, istidad lisaniyledir: Bütün nebatat ve hayvanatın duâları gibi ki; her biri lisan-ı istidadı ile Feyyaz-ı Mutlak'tan bir suret taleb ediyorlar. Ve Esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. S.)"
Lisan-ı kal
Söz ile anlatılan mâna. Konuşma dili.
Lisan-ı mâder-zâd
Ana dili.
1809
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lisan-ı nahvî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Arapçanın bir vasfı; intizam ve kaidelere, düsturlara bağlı belâgatlı dil.(...Amma nazariyat-ı diniyelerin mahfazaları olan elfazlar ise değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va'z ile o ihtiyaç mündefi' olur. Lisan-ı nahvi olan lisan-ı Arabînin camiiyyeti ve elfaz-ı Kur'aniyenin i'cazı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir. Belki muhaldir diyebilirim. Kimin şüphesi varsa i'câza dair Yirmibeşinci Söz'e müracaat etsin. M.)"
lisanıhâl
hâl dili, meramını durum ve görünümüyle anlatma.
Lisanî
Lisanla ilgili, dile ait.
Lisans
Fr. Herhangi bir mevzuda verilen izin. Müsaade belgesi. * Üniversite tahsili tamamlanınca alınan diploma. * Bir sporcunun resmi yarışmalara katılabilmesi için spor federasyonu tarafından kendisine verilen kayıt fişi veya kimlik kartı. * İthal veya ihracı serbest bırakılmayarak muayyen bir nizama bağlanmış malların ithal veya ihracı için idare tarafından verilen müsaade.
Lisanullah
Allahın lisânı. Kur'an-ı Kerim.
Lisan-ün-nâr
Ateşin alevi, ateşin parıltısı.
Lisat
(Lise. C.) Tıb: Diş etleri.
Lise
(C.: Lisât) Diş eti.
Li-sebebin
Bir sebebe mebni olarak. Bir sebepten dolayı.
Lisevî
Diş etleriyle ilgili, diş etlerine ait.
Lisme
Azarlamak, paylamak.
Lisse
(C.: Lisâ-Lisât) Diş diplerinin eti.
Lît
Boyunun bir tarafı. * Boyun. * Baş.
Lîta
(C.: Lit) Kamış kabuğu. * Karnın dışarısındaki derisi.
Litaf
(Latif. C.) Yumuşaklıklar.
1810
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Litam
Tokat atma. Elin ayası ile vurma.
Litat
Dağın sivri ve yüksek olan yeri.
Litlit
Kokar çürük diş. * Yaşlı kadın.
Litosfer
yun. Yeryüzünün katı kısmına verilen ad. Taşküre.
Litre
İtl. Akıcı maddelerin, sıvıların ölçü birimi.
Li-üm
Ana bir (kardeşler).
Li-ümmin
Ana cihetinden.
Liv
f. Güneş, şems.
Liva
Bayrak. Sancak. * Eskiden kazadan büyük, vilâyetten küçük yerleşme merkezlerine denirdi. Tugay. * Hz. Peygambere (A.S.M.) âit sancak.
livâ
sancak.
Livae
Sancak, âlem.
Livata
Lutilik. * Erkekler arasındaki cinsi sapıklık. (Bak: Kebair)
Liva-ül hamd
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bayrağı. Ona inananlar kıyâmetten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.
Livaz
Sığınma, iltica etme. * Birbirinin arkasına gizlenme.
Lîve
f. Aldatıcı, dolandırıcı. * Şakacı, lâtifeci. * Çevik, atılgan.
Li-vechillah
Allah için. Allah nâmına, Allah aşkına.(Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız, Lillâh, Livechillâh, Lieclillâh rızâsı dâiresinde hareket ediniz, o zaman sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer. L.)
livechillah
Allah namına.
Liyakat
İktidar. Ehliyet. Hüner. Lâyık olmak. Fazilet. Kıymetlilik.
liyâkat
layıklık, uygunluk.
Liyakatmend
(C.: Liyâkatmendân) f. Değerli, liyâkatli. * Faziletli.
Liyakatmendân
(Liyâkatmend. C.) f. Değerli, liyâkatli kimseler, faziletli kişiler.
1811
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Liyan
(Mülâyene) Mülayemetle, yumuşaklıkla muamele etmek.
Li-zalik
Bundan dolayı. Bundan ötürü.
Lizam
(Lezm) Lazım olmak. İcâbetmek. Lüzumluluk. * Ölüm. * Kıyamet günü hesabı.
Li-zatihî
Kendisi. Bizzat. Kendiliğinden.
lizatihî
kendisiyle.
Lizaz
Kapı ardına konulan ağaç sürgü.
Loca
İtl. Bazı toplantı yerlerinde bir veya birkaç seyirciye mahsus hususi odacıklar. * Hücre, küçük bölme. * Masonların toplandıkları yeri.
Loça
Geminin baş tarafında ve iki yanda demir zincirin geçmesine mahsus delikler.
Lodos
Güneyden esen ılık yel, rüzgâr.
Lohusa
(Bak: Lühusa)
lohusa
yeni doum yapan kadın.
Lojistik
Ask: Askerlik san'atının ve seferi orduların iaşe, muhabere ve sevkiyat şartları, hareket ve harb kabiliyeti bakımından en etkili durumda bulundurulması için lâzım gelen çalışmalara aid kısım.
Lokavt
ing. Bir işverenin, isteklerini kabul ettirmek gayesiyle işyerini kapaması.
Lokman hekîm
Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük zatlardan olup öğütleri ve ahlâkî, tıbbî sözleri ile tanınmıştır. Peygamber Davud (A.S.) zamanında yaşadığı rivayet edilmektedir. Peygamber veya veli olduğu hususunda ihtilaf vardır.
Lokman suresi
Kur'an-ı Kerim'in 31. Suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
Lokman
Kurânda adı geçen tıp bilgisiyle ünlü bir zat.
1812
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lombar
ing. Harp gemisinin topun ağzı önündeki deliği.
Luaa
Yumuşak yaş ot.
lûb
oyun eğlence.
Lu'b
Oyun. Eğlence. (Bak: Sefâhet)
Lu'bbazân
f. Oyuncular.
Lu'be
Oyuncu.
Lu'bet
Oynayan veya oynatılan şey. Oyuncak. * Herkesi hayrette bırakıp şaşırtacak şey.
Lu'betbâz
f. Hayâl oyunu veya kukla oynatan. Oyuncu.
Lu'betgâh
f. Oyun yeri. Sefih kimselerin eğlence yeri.
Lu'bî
Oyun ile ilgili olan.
Lu'biyyât
Oyunlar, eğlenceler.
Luç
f. Şaşı.
Lugat
(A, uzun okunur) (Lügat. C.) Lügatlar, kelimeler. * Lügat kitapları.
lûgat
lügat, sözlük, kelimelerin anlamlarını kısaca bildiren kitap.
Lugatnüvis
f. Lügat yazan.
Lugatşinas
f. İyi lügat bilen.
Lugavî
Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan.
Lugaviyyun
Lügatçılar, kelimelerden anlayan âlimler.
Luhud
(Bak: Lühud)
Luk
f. Kısa tüylü yük devesi.
Luka
Meşhur olmuş dört İncil kitabından birisidir. Hz. İsa Aleyhisselâm'dan sonra mühim Hristiyan doktorlarından birisi olan Luka adındaki zatın yazdığı İncil'dir. Bu Zâtın (Mi: 70) yılında vefât ettiği yazılıdır.
Lukme
Yutmak. * Bir yudum taam, lokma.
1813
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lukme-şümar
f. Herkesin lokmasını sayan. * Mc: Pinti, hasis, cimri.
Lukta
Yerden toplanan şey.
Lul
(Luli) f. Utanmaz, hayasız ve namussuz kadın. * Nâzik ve zarif. * Şarkı söyleyip oynayan fahişe kadın.
Lule
f. Çeşme, musluk gibi şeylere takılan küçük boru. * Lüle. Halka gibi dürülmüş şey.
Lu'lu'
Serap. * Bir mevzi ismi. * Kurt.
Lu'muz
Çok yiyen kişi, obur.
Lurî
f. Cüzzâm veya miskinlik denilen hastalık. * Fare avlıyan bir kuş.
Luss
(C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.
Lut (a.s.)
Hz. İbrahim'in kardeşi Harran oğlu Lut (A.S.) onunla beraber Bâbil diyarında Şam yakasına geçmişti. Sodom nahiyesine peygamber oldu. Bu nâhiyenin ahalisi ehl-i küfr ve fücur idi. Yolsuz giderlerdi ve hiçbir kavmin yapmadığı fuhşiyatı yapalardı. Hz. Lut, onları doğru yola dâvet etti, dinlemediler ve çok nasihat etti, kabul etmediler. Cenab-ı Hak da onların başına taş yağdırdı ve zelzele ile köylerinin altını üstüne getirdi. Cümlesi helâk oldu. Yalnız Lut (A.S.) ehl-i beytiyle geceleyin içlerinden çıkıp kurtuldu. (Kısas-ı Enbiya'dan)
Lut
f. Tatlı yemekler. Lezzetli yiyecekler. * Çıplak.
Lût
Sodom halkına gönderilen bir peygamber.
Lu'ta
Koyunun boynunda olan karalık. * Siyah hat.
Lut'e
Tutmaç aşı.
Lutf
(Bak: Lütuf)
Lüab
(Liâb) Salya. Tükrük. Hazmolmamış, ağızdan geri gelen gıda.
Lüab-âlud
Salya, tükrük karışık.
Lüab-ı ankebut
Örümcek ağı.
1814
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lüab-ı sürur
Sevinç tükrüğü.
Lüabî
Tükrük ve salya ile alâkalı. * Salya gibi yapışkan.
Lüane
Halka çok lânet eden kişi.
lüb
iç, öz.
Lübab
Her nesnenin iyisi, güzidesi, seçkini.
Lübade
Yağmur için giydikleri kepenk.
Lübahıye
Mükemmel hilkatli kadın.
Lüban
Kendir.
Lübane
(C.: Lübânât) Hâcet, ihtiyaç. * Önemli ve ehemmiyetli iş.
Lübata
Kepenk.
Lübb
İç. Öz. Her şeyin iyisi, hülâsası. * Akıl, içli şeyin içi.
Lübbî
Öz ile alâkalı. Lübbe ait.
Lübce
Çatal demir.
Lübde (libde)
Çokluk. * Karıştırmak. * Yıkamak.
Lübed
Çok mal mânasınadır ki sanki birbiri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine geçmiştir.
Lübna
Bal gibi yapışkanlı sütü olan bir ağaç.
Lübs
Giyme.
Lübse
Sözün karışıklığı.
Lübub
(Lübb. C.) Her şeyin hâlisleri. Özler.
Lübud
Kuşun göğsü üstüne çöküp yatması. * Yapışmak.
Lübus
(Libâs. C.) Esvaplar, elbiseler. * Savaş elbisesi.
Lücc(e)
Engin sular. * Gümüş. * Ayna. * Kalabalık cemaat.
Lüccî
Büyük deniz.
Lücec
(Lücce. C.) Engin denizler. * Kalabalık topluluklar, cemaatler.
Lüceyn
Gümüş.
1815
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lücme
Irmak ağzı.
Lücube
Davarın sütünün çekilip azalması.
Lücüm
(Licâm. C.) Gemler, at dizginleri.
Lüç
f. Çıplak.
Lüdane
Yumuşaklık.
Lüdd
Çuval.
Lüdune
Yumuşaklık.
Lüfaze
Değirmenin öğüttüğü un. * Ağızdan çıkan söz.
Lüffah
Kokulu geniş yapraklı bir ot.
Lüffan
Ekşi nar.
Lüga
(C.: Lügâ) Ses, sadâ. Kelâm, söz.
Lügat
(Bak: Lugat)
Lügaz
(C.: Elgâz) Meyletmek, eğilmek, yönelmek. * Yaban fâresinin delikleri. * Yolcuya zahmet veren çapraşık yol. * Bilmece.
Lügd (lügdud)
Çene ile boyun arasında olan et.
Lügeyza
Kertenkelenin bir yeri kazıp giderken bir tarafını da kazıp eğri çapraşık yollar yapması.
Lügnun
(C.: Leganin) Çene ile boyun arasındaki et.
Lügub
Yorgunluk, açlık, meşakkat. Ta'b.
Lüha
Gümüş. * Bahşiş, atâ, hediye.
Lühab
Ateş alevlenmek. * Işıklanmak, şule vermek. * Ateşi yakıp tutuşturmak.
Lüham
Her şeyi yutan. * Çok miktar asker.
Lühaza
(Bak: Lehâza)
Lühbe
Sütü azalmış davar.
Lühce
Kuşluk vaktinde yenen yemek.
1816
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lüheym
Zahmet, meşakkat.
Lühkuk
(C.: Lehâkik) Yer yarığı.
Lühle
(C.: Lehalih) Serap görünen geniş çöl.
Lühm
Kevsec dedikleri balık. * Yemen diyârında bir kabile. * Etli ve kaba olmak.
Lühme
Bez ırgacı. * Hısımlık, yakınlık.
Lühmum
(C.: Lehâmim) İnsanlardan ve atlardan iyi ve cevvâd olanlar. * Sütü çok olan deve.
Lühne
Misafire seferden geldiğinde verilen hediye ve armağan. * Savaş gününde başa giyilen tolga. Az şey. * Kahvaltı.
Lühud
(Lahd. C.) Çukurlar, kabirler, mezarlar.
Lühud-i şühedâ
Şehitlik. Şehitler mezarlığı.
Lühuf
(Lihâf. C.) Örtüler, sargılar. Örtünecek şeyler.
Lühuk
Ulaşmak. Yaklaşmak. Sonradan yetişmek.
Lühum
(Lahm. C.) Etler.
Lühum-u lezize
Lezzetli etler.
Lühusa
Yeni doğurmuş kadın. Henüz yataktan kalkmamış kadın. Bu hâl 9 ilâ 40 gün kadar devam eder.
Lühve
(C.: Lühâ-Lühât) Değirmencinin, eliyle değirmenin ağzına döktüğü tane. (Daha çok hediye, atâ ve hibe mânasına kullanılmıştır.)
Lük
f. Kalın ve yoğun şey. * Kırmızı boya.
Lüka'
Hor ve hakir kimse. * Ufak çocuk. * At.
Lü'ka
Kaşıkla alınan şey.
Lükaa
Zahmet, meşakkat. * Ahmak, akılsız kişi.
Lükat
Yabana dökülmüş ve saçılmış nesne.
1817
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Lükata
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fık: Sâhibi belli olmayan sokakta bulunan şey. Bu malı yerden kaldırmağa İltikat, yerden kaldırana da Mültekit denir.
Lükata-çin
f. Değersiz ve artık şeyleri toplıyan.
Lükk
Nar ağacına benzer bir hindi ağacının zamkı. * Kılıç ve bıçak saplarını berkitmekte kullanılan meşhur bir nesne.
Lükkaa
Hazırcevap olan.
Lükkah
Hoş kokulu bir ot.
Lükkam
Şam diyârında yüksek bir dağın adı.
Lüknet
Pelteklik, dil tutukluğu, kekeleme.
Lüknunet
Kekeleme, pelteklik, dildeki tutukluk.
Lüks
Lât: Aşırı süs. * Işık ölçü birimi. * Kuvvetli ışık veren bir nevi petrol lâmbası.
lüks
şatafat, aşırı süs.
Lükunet
Dildeki tutukluk, pelteklik, kekeleme.
Lükya (lükyâne)
Birbirini görmek.
Lükzuf
Üzüm çöpü.
lülü
inci.
Lü'lü'
İnci. * Parlak. Ziyalı. Kıymetli.
Lü'lü'-bâr
f. İnci yağmuru. İnci yağdıran.
Lü'lü'-feşan
f. İnci saçan, inci dağıtan.
Lü'lü-i lâlâ
Parlak inci.
Lü'lü-i meskub
Delinmiş inci.
Lü'lü-i şehvâr
İri inci.
Lü'lü'-pâş
f. İnci dağıtan, inci saçan.
Lüm'a
(C: Limâ') El ayası miktarı. * İnsan topluluğu. * Kuruması gelmiş olan bir parça ot.
1818
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lümah (limâh)
Tokatla vurmak.
Lümaze
Ağızda geri kalan nesne.
Lümey'a
Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık.
lümeyâ
parıltıcık.
Lümeze
Bir kimsenin arkasından ayıplarını söyliyen. Gıybet eden.
Lümme
Nişan. Alâmet. Damga. Nokta. * Vesvese, kuruntu. * Çok cemaat, çok kalabalık.(İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hulâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ: Nasılki insanda kuvve-i hâfızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuz'un vücuduna kat'i delildir. Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatiyle konuşan bir şeytani lisan ve ifsat edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'i bir delildir.Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üflüyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler. L.)
lümme
vesvese, nokta.
Lümme-i şeytâniye
şeytanın vesvesesi. Şeytanın verdiği kuruntu.
Lümmî
Toplanmaya dâir. * Nazarî ve aklî delil. (Bak: Limmî)
Lümmiyet
(Limmiyet) İllet ve sebebiyet.
Lümta
şiddet. Mihnet.
Lümza
Bir parça yiyecek. * Beyaz nokta. * Atın alt dudağında olan beyazlık.
Lünc
f. Ağzın içi. * Dudak. * Çolak.
1819
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lüsat
Diş etleri.
Lüseyn
Küçük dil. Dilcik.
Lüsga
"Söylerken rı'yı gayn'a veya lâm'a; ve sin'i te'ye kalbetmek."
Lüsn
(Lisân. C.) Diller, lisanlar.
Lüss (liss)
(C.: Lüsus) Hırsız.
Lüsub (lesb)
Yapışmak.
Lüsuk
Yapışma, bitişik olma. Yapışıp tutma. * Ulaşma, vâsıl olma, erişme.
Lüsus
(Luss. C.) Hırsızlar, sârıklar.
Lüsuset
(Lüsusiyet) Hırsızlık, sirkat.
Lüsusiyyet
Hırsızlık yapma, sirkat.
Lüsün
(Lisân. C.) Lisânlar, diller.
lütf
lütuf.
lütfen
lütuf ile.
Lütîn
Adam boyu miktarı bir ağacın adı. (Bakla yaprağı gibi yaprağı olur, hurnup gibi dalları olur, içinde küçük taneleri olur.)
Lütne
Kirpi.
Lütre
f. Ancak konuşanların anlıyabileceği, başkalarının anlıyamıyacağı şekilde görüşülen uydurma dil, kuşdili. * Boşboğaz.
lütuf
iyilik.
Lütuf
Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi. * Güzellik, hoşluk. * İyilik, iyi muâmele.
Lütuf-dide
Lütuf görmüş.
lütufkâr
lütuf eden.
lütufkârane
lütuf edercesine.
lütufnâme
lütuf mektubu.
1820
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Lütut
Sâbit ve lâzım olmak, gerekmek.
Lüuka
Sür'at, hız.
Lüüme
Öküz. * Çiftçilikte kullanılan bazı âletler.
Lüüse
Uyku ağırlığı.
Lüvab (lüvabâ)
Susamak. * Kulpsuz bardak.
Lüvam
Melâmetlik, rüsvaylık, rezil kepaze olmaklık.
Lüvase
Bir lokma yiyecek.
Lüvb
Çokluk, kalabalık, izdihamlık.
Lüvbe
(C.: Lüeb-Lub) Kara taşlı yer.
Lüvbiya
Börülce.
Lüvka
Kaymak, zübde. * Yapışmak.
Lüvse
Zayıflık. * Eğlenmek. * İsabet etmek.
Lüzk
(Lâzık) Yapışmak. * Ulaşmak varmak.
Lüzub
Yapıştırma, yapışma. Birbirine kafes gibi girdirip yapıştırma. * Sâbit olma.
Lüzucet
Yapışkanlık. Yapışan, uzayan şeyin hali.
Lüzucî
Yapışkan. * Kopmadan uzayan.
Lüzuciyyet
Çekilip uzayış.
lüzum
gereklilik.
Lüzum
Lâzım olmak. Bir şey bir şeyden aslâ ayrı olmayıp onunla sâbit ve dâim olmak. Gereklilik.
Lüzum-u beyyin
"İsbata ihtiyacı olmayan şey. Cehil, ilimsizliğe lüzum olması gibi. Ve yine meselâ: Kör olmak, görmemezliğe delildir. (Lüzum-u beyyin'in zıddı: ""Lüzum-u gayr-ı beyyin""dir. İsbata ihtiyacı olan şey demektir.)"
Lüzum-u gayr-i münfek
Ayrılmazlık.
1821
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mâ
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. Biz mânasınadır. (Bak: Şahıs zamiri) * Mim ile elif harfinden ibâret ""Mâ"". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız şeylere işaret eder. ""Şu nesne, o şey ki..."" mânâlarına gelerek kelimelerle birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.)"
ma
su.
Mâ'
Su. Ab.
Ma'
Yer yüzüne yayılıp döşenmek.
maa
" ""beraber, birlikte"" mânâsında ön ek."
Maa
(Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu takdirde tenvinlenir ve hâl olarak bulunur: (Caû maan: Beraber geldiler.)
Maab
Ayıp, eksiklik. * Ayıp şey, utanılacak nesne, ayıp yeri.
Maabîd
(Ma'bud. C.) Ma'budlar.
Maabid
(Meâbid) (Mabed. C.) İbadet edilen yerler. Mâbetler. * (Abd. C.) Hizmetçiler. Kullar.
maabid
mabetler, tapınaklar.
Maabid-i islâmiye
İslâm mâbetleri. Mescid ve câmiler.
Maabir
(Ma'ber. C.) Köprüler, geçitler, kemerler.
Maacil
(Ma'cel. C.) Yollar,
Maacîn
(Ma'cun. C.) Macunlar. Hamur kıvamındaki yoğurulmuş şeyler.
Maad
(Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. * Dönüş. * Ahiret işleri. Uhrevi işler.
maâd
âhiret.
1822
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
maâdâ
başka.
Maada
Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir)
Maadin
(Maden. C.) Madenler.
maadin
madenler, metaller.
Maafir
Hemedan'da bir kabilenin adı.
maahazâ
bununla beraber.
Maa-haza
Bununla beraber. Bununla birlikte.
Maahid
(Ma'hed. C.) Buluşma yerleri. Anlaşma yapılan ve sözleşilen yerler.
Maahu
Onunla beraber. Onunla.
Maak
Meslek, mezheb. * Sığınacak yer.
Maakat
Derinlik.
Maakıd
(Ma'kad. C.) Ma'kadlar, akdedilecek yerler. Toplantı yerleri. * Düğümler. Düğüm yerleri veya noktaları.
Maakıl
(Ma'kıl, Ma'kale ve Ma'kule. C.) Sığınacak yerler. * Kan pahaları.
Maakım
(Ma'kım. C.) Eklemler, eklemeler.
Maakka
Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği.
Maal
Yükseklik. İlerilik. Şereflilik.
Maalcemaa
(Maa-l-cemâe) Cemaatle beraber, cemaatle birlikte.
Maalem
İz. Eser. Nişân. * Dinî mes'ele.
maalesef
yazık ki.
Maal-esef
Yazık ki. Maalesef.
Maal-farık
Yanlış olarak. Farklı olarak. Farklı olmakla beraber.
Maal-farz
Farzedilerek. Doğruluğu kabul edilmekle. Kabul edilmiş sayılmakla.
Maal-gayr
Başkası ile birlikte. Gayrısı ile.
maalgayr
başkasıyla birlikte.
Maalî
şerefler. Yükseklikler. * Yüksek fikirler. * şerefli vazifeler.
1823
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
maali
yücelikler.
Maalif
(Ma'lef. C.) Ot, saman gibi yem konan yerler. Samanlıklar.
maaliftihar
iftiharla, seve seve.
Maal-iftihar
İftiharla. Sevinerek. Kemal-i şevk ile.
Maalim
(Ma'lem. C.) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler. * İzler. Nişanlar. Eserler.
Maaliyat
İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
maaliyat
yüce bilgiler, yüksek mertebeler.
maalkerâhe
kerahetle, çirkinlikle.
Maal-kerahe
Kerih, çirkin, kötü olmakla beraber. Kerahetle beraber. Mekruh olarak.
Maal-kifaye
Kâfi olmakla, yetmekle beraber.
maalkifaye
yeterli olmakla birlikte.
maalmemnuniye
memnuniyetle.
Maal-memnuniyye
Memnun olmak suretiyle. İsteyerek. Gönül rızası ile. Memnuniyetle.
maamâfih
mamâfih, bununla beraber.
Maami'
(Ma'maa. C.) Ateş çatırtıları.
Maan
Menzil, mekân.
Maanî
(Mâna. C.) Mânalar. * Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâyı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı. (Bak: Belâgat)
maânî
mânâlar, anlamlar.
Maanî-i kudsiyye
Kudsi mânâlar.
Maanî-i medlule
Anlaşılan mânâlar.
Maanî-i mukaddese
Mukaddes mânâlar.
Maanî-i mütezahime
Bir kelimenin çok mânaya gelip birbiri ile yarışma hâli.
1824
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Maanî-i sânevi
İkinci derecedeki mânâlar. İşarî, mecazî, remzî mânâlar gibi.
Maanî-i ûlâ
Evvelki mânâlar, vesileler.
Maar
Ar ve hayâya sebep olacak şeyler.
Maarız (meâriz)
(Muarraz. C.) Bir sözü söyleyip başka bir şey murad etme ve cem' olmak, toplamak itibariyle ma'razlar, ta'rizler, adem-i tasrihler, sarahatsizlikler.
Maarî
İnsanın daima çıplak kalan organ veya azası.
Maarîc
(Mi'rac. C.) Merdivenler.
maârif
marifetler, ilimler, tanımalar, eğitim.
Maarif
Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi. * Meharet. Üstadlık. Hüner. * Marifetler. Mâruflar. Kültürler. * Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri. * Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık.
Maarif-i mütenevvia
Çeşit çeşit bilgiler.
Maarif-i umumiye nezareti
Maarif vekâleti. Milli Eğitim Bakanlığı.
Maarif-mend
(C.: Maarifmendân) f. Bilgili, bilgi sahibi. Kültürlü.
Maarif-mendân
(Maarifmend. C.) Bilgi sahibi kimseler, bilgililer.
maârifperver
eğitimi seven.
Maarif-perver
f. Maarifin yayılıp intişar etmesine çalışan. Maârife ait şeyleri muhafaza eden.
Maarik
(Ma'rek ve Ma'reke. C.) Savaş meydanları, muharebe alanları. Harp sahaları.
Maarîz
(Mi'raz. C.) Kapalı mânâlar. * Edb: Birden fazla mânası olan bir kelimenin, en uzak mânasını kasdetmeler.
maâriz
sözün gizli mânâları.
1825
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Maarîz-ül kelâm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kelâmda irad olunan kapalı mânâlar. Bir sözün asıl mânâsından başka mânâyı istemeler.
Maas
Ayağın siniri çekilip büzülmek. * Ayağın eğri olması.
Maasır
(Ma'sara. C.) Üzüm, susam gibi şeylerin sıkıldığı yerler.
Maasî
(Ma'siyyet. C.) Günahlar. * İsyanlar.
maâsi
günahlar, isyanlar.
maaş
geçinilecek şey, yaşayış, aylık para.
Maaş
Geçinilecek şey. Yaşayış. Aylık para.
Maaşat
(Maâş. C.) Maaşlar. Memur, emekli, dul, yetim vs. gibi kimselere verilen aylıklar.
Maaşen
Yaşayış bakımından.
maaşen
yaşayış ve geçim bakımından.
Maaşir
(Ma'şer. C.) (Bak: Ma'şer - İlticâ - Melce').
Maatıf
(Ma'tıf ve Mı'taf. C.) Gözlenilecek veya bakılacak yerler.
Maatîr
(Mı'târ. C.) Devamlı güzel koku sürünenler.
maatteessüf
üzülerek, yazık ki.
Maa-t-teessüf
Yazık ki. Esefle. Teessüfle beraber.
Maavil
(Mi'vel. C.) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar.
Maavin
(Maunet. C.) Yardımlar, muâvenetler. * Yol yiyecekleri. Azıklar.
maâyib
ayıplar.
Maayib
Ayıplar. Lekeler. Kusurlar.
Maayir
Ayıplanmış.
Maayiş
(Maişet. C.) Geçinmek için gerekli şeyler.
Maaz
Sığınacak yer. Penah.
Maazalik
Şu var ki. Bununla berâber.
maazallah
Allah korusun.
1826
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Maazallah
Allaha sığındık. Allah korusun.
Maazım
(Mu'zam. C.) Bir şeyde en büyük kısımlar.
Maazir
(Bak: Meâzir)
Maaziyadetin
Fazlasıyla, ziyadesiyle, çok miktarda, bol bol.
Ma-ba'd
Sonra. Gelecekteki.
mâbâd
sonrası.
Ma-ba'dettabia
(Mâba'de-t tabia) Metafizik. Beş duygu ile bilinmeyen varlıklar hakkında fikrî araştırma yapan felsefe kolu. Bu felsefe ile alâkalı olan.
mâbâdettabiîye
fizik ötesi, metafizik.
Maba'di
(Mâbadi) Sonrası. Bundan sonrası.
Mabaki
Geri kalan, kalan, artan.
Ma'bed
(Mâbet) (İsm-i mekân) İbadet edilen yer. (Mescid, câmi gibi)
mâbed
mabet, ibadet yeri.
Ma'bed-i fersude
f. Eskimiş, yıpranmış mâbed.
Ma-beka
Arta kalan, bâkiye, geri kalan.
Ma'ber
(C.: Maâbir) (Ubur. dan) Geçit, kemer, köprü. * Geçilecek yer.
Mabeyn
Ara. Aradaki şey. İki şeyin arası. * Haremle selâmlık arasındaki oda. * Padişah yakınlarının bulunduğu oda.
mâbeyn
arası.
Mabguz
(Bugz. dan) Nefret ve buğzedilmiş. Sevilmemiş.
Ma-bihi-l-hayat
Yaşamaya sebep olan, hayata vesile olan.
Ma-bihi-l-iftihar
Kendi ile ve onunla iftihar edilecek şey.
mâbihiliftihar
kendisiyle iftihar olunan.
Ma-bihi-l-imtiyaz
Kendisi ile imtiyaz kazanılan şey.
Ma-bihi-l-istihkak
Hak etme sebebi.
Ma-bihi-l-i'timad
İtimada vesile ve sebep olan şey.
1827
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mabsara
Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar.
Mabtaha
(C: Mebâtıh) Kavun karpuz ekecek yer.
Ma'bud
(Mâbud) Kendine ibadet edilen Allah (C.C.)
Mâbûd
kendisine ibadet edilen Allah.
Ma'bude
Şirk, evham ve putperestlikten doğan kadın heykeli ve emsali put.
Mâbûdiyet
Mabutluk.
Ma'budiyyet
"Mâbud oluş. Kendine ibâdet edilmeğe lâyık olan, ki bu sıfat ancak Allah'a mahsustur. Uluhiyyet.(İşte şu vaziyette bir insana hakiki ma'bud olacak; yalnız, her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcat-ı insaniyyeyi ifa edecek ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sâhibi olabilir. Öyle ise mabudiyete lâyık yalnız Odur. S.) (Bak: Taabbüd)"
Ma'bud-u bi-l hak
Hak olan ma'bud. Hakkıyla ibadete lâyık olan Allah (C.C.)
Ma'bud-u hakikî
Hakiki ma'bud olan Cenab-ı Hak (C.C.)
Ma'c
Süratle gitmek, hızlı gitmek. * Yürürken dolaşmak.
Mac
Tuzlu su.
Macc
Ağzından sular akan yaşlı deve.
Ma'cel
(C.: Maâcil) Yol. Menzile ulaştıran yol.
Ma'ceme
Sabırlı, tahammüllü kimse.
Macera
Olup geçen şey. Baştan geçen hadise.
mâcerâ
serüven.
Maceraperest
f. Maceracı. Macera meraklısı.
Ma'ces
Yay kabzası.
1828
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ma'cez
Çalışmaktan ve maişetten âciz oldukları yer.
Macid
Çok âli. Şerif. Yüce. Kerim. * Hoş. Nâzik meşreb.
mâcid
yüce, şerefli.
Macin
(C: Micân) Her dileğini yapan kimse. * Hile yolunu öğreten.
Macun
Hamur kıvamındaki ilâç. * Hamur gibi yoğurulmuş şey.
mâcun
maddelerin ezilmiş hâli.
Macuşun
Gemi, sefine. * Boyanmış elbise.
Maç
f. Öpüş.
Maçin
"Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın ahalisinden farkları yoktur. Çağatay dili konuşurlar. Kendileri çok tembel; ve zevk ve eğlenceye çok düşkündürler. Ziraat vs. işleri kadınları tarafından yapılır. Tamamı müslüman ve sünnîdirler."
Ma'd
Taze hurma. * Taze ot. * Yumuşak. * Yoğunluk, gılzat. * Gitmek. * Çekmek.
Mad
Yumuşak taze ot.
Madahik
(Madhek. C.) Güldürücü ve komik kimseler. Soytarılar.
Madak
Sıkıntı, darlık.
Madalle
Yolun kaybolduğu yer.
madalya
başarılı kimselere takılan madeni nişan.
Madalya
İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa
1829
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli madeni parça. madalyon
boyuna takılan süs eşyası.
Mâ-dâm
Çünkü. Mâdem. Böylece olunca. Dâim ve bâki oldukça.
Mâ-dâm-el melevan
Gece gündüzün devamı müddetince.
Madarib
(Madrab. C.) Darbedilecek, dövülecek yerler.
Madca'
Yatılan yer. * Kabir. Mezar.
madde
uzayda yer dolduran varlık.
Madde
Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan. * Asıl, esas, cevher, mâye. * Bend, fıkra, kısım. * İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey. * Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan yara.
Madde-i aciniye
Hamur gibi yoğurulmuş cisim.
Madde-i musavvire
Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.
Madde-i ulyâ
Kıymetli cevher maddesi, yüksek madde. Çok kıymetli şey.
maddeperest
maddeye taparcasına düşkün olan.
maddeperver
maddeyi seven.
Maddeten
Cismen. Madde ve cisim olarak. * İş olarak, iş ile. * Gözle görülür ve elle tutulur şekilde.
maddeten
maddece, madde bakımından.
Maddî
(Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait. * Paraca ve malca. * Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren. * Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler.
maddî
madde ile ilgili, maddece.
1830
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Maddiyat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Maddiyet. C.) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler.
maddîyât
maddî şeyler.
maddîye
madde olan.
Maddiyet
(C.: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni.
Maddiyunluk
"Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin bâtıl akideleri.(Maddiyunluk, mânevi tâundur ki, beşere müthiş sıtmayı tutturdu; gazab-ı İlâhiye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe o tâun da tevessü' eder. M.)(Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise, mâneviyatta kördür. M.)"
Maddiyyun
"(Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.(Maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde Hallâkiyet-i İlâhiyyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare edildiğini anlıyamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir
1831
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; câmid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinden çalkanan zerrâta ve harekâtına vermek, ne kadar câhilâne ve hurafetkârâne bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yâni; bir tek İlâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz İlâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yâni; bir tek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtisi olan Ezeliyeti ve Hâlikıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki Uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar... L.)" maddiyyun
maddeciler, mâneviyata inanmayanlar îmansız felsefeciler.
maddiyyunluk
maddecilik, materyalizm, maddeden başka her şeyi inkâr eden dinsiz felsefeciler.
Made
f. Dişi. Erkeğin zıddı.
mâdele
adalet yeri.
Ma'dele(t)
(Ma'dilet) Adalet eylemek. Hak ile hükmeylemek. * Adalet yeri.
Ma'dele-i ulyâ
Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer. Huzur-u İlâhiyedeki adâlet.
mâdelet
adalet etmek.
Ma'deletgüster
f. İnsaflı, adaletli, vicdanlı ve doğru kimse.
Ma'deletkâr
f. Âdil, adaletli.
Ma'deletperver
f. Doğru, insaflı, adaletli ve vicdanlı kimse.
mâdem
böyle olunca.
1832
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ma'den
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Maden. * Bir haslet veya hususiyetin kaynağı. * Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer. * Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.
mâden
metal, kaynak.
Ma'denî
Madenden yapılmış. * Madenle alâkalı.
Ma'deniyat
Madenî oluşlar. Madenler. Madenden çıkan şeyler. Maden ilmi.
mâdeniyat
madenler, metaller.
mâder
ana.
Mâder
f. Ana. Çocuğu doğuran. Ümm.
Mâderane
f. Annece. Anaya yakışır surette.
Mâderender
f. Üvey ana.
Mâderî
f. Analık. Annelik.
Mâderzâd
f. Anadan doğma. Anadan doğduğu gibi.
Madg
Çiğneme. Ağızda çiğneyiş.
Madgare
Mukabil iki tarafın şiddetli hücumları ile meydanda gelen savaş.
Madhek
Maskara. Gülünecek şey. Soytarı. Komik.
Madih
(Medh. den) Öven, medheden.
Ma'dil
Sapılacak yer. Ma'dul.
Ma'din
(C: Meâdin) Hak Teâlâ'nın yerde halk ettiği. * İkamet ettikleri mevzi.
Madiyan
f. Dişi at. Kısrak.
Madreb (madrıb)
(C.: Madarib) Darb edilecek, vurulacak yer. * Kakma, çakma yeri.
Madrebe
Kılıncın ağzı.
madrûb
vurulmuş, dövülmüş.
Madrub
Vurulmuş. Döğülmüş. Çarpılmış. Darbolunmuş. * Damgalanmış. * Mat: Darbedilen (çarpılan) sayı.
Madrubeyn
Mat: Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.
1833
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Madrus
Örülerek yapılmış. Örülmüş şey.
Ma'dud
Hesabedilen. Sayılan. Addedilen. * Muayyen. Belli.
mâdûd
sayılan.
Ma'dudat
Yumurta gibi sayı ile satılıp alınan şeyler.
Ma'dum
Mevcut olmayan. Yok olan. Yok.
mâdûm
yok olan.
mâdûmât
yok olanlar.
Ma'dumat
Yok olanlar. Yokluklar.
Ma'dumat-ı hâriciyye İlm-i İlâhide olup, maddi vücudu olmayan şeyler. Ma'dumat-ı mümkine Var olacağı ilm-i İlâhîde mâlum olup, henüz mevcud olmayan hâdisat. mâdûmiyet
yok olma, yokluk.
Ma'dumiyet
Yokluk, ma'dumluk, yok olma.
Ma'dum-ül cisim
Cismi olmayan.
mâdûn
alt taraf.
Ma-dun
Aşağı. Alt. Alt derece.
Ma-fat
Kaybolan. Fevt olan. Elden çıkan şey. Kaybedilen.
mâfât
telef olan, yiten.
mâfevk
üst.
Ma-fevk
Üstünü. Üstün olanı. * Bir şeyin üstü, üst tarafı. Baş.
mâfihâ
içindekiler.
Ma-fi-ha
İçindekiler. O şeyin içinde olanlar.
Ma-fi-l bal
Gönülde olan maksad ve meram. (Mâ-fi-z zamir de denilir.)
Ma-fi-l yed
Fık: Bir terekenin taksimi yapılmadan varislerden biri veya birkaçı ölürse, bunların terekelerinden varislerine düşen kendi mikdarları.
Ma-fi-l-bab
Kapı içinde. Bir kitabın içindeki bölümde (babda) olan şey.
Ma-fi-z zamir
Kalbde ve gönülde olan.
1834
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mafsal
eklem.
Mafsal
Tıb: Vücuddaki kemiklerin ekli olan oynak yerleri. Eklem.
Mafsal-ı müteharrik
Tıb: Oynar eklem.
Maftur
(Fıtrat. dan) Yaradılışta olan. Fıtratta bulunan. * Yaradılmış.
Ma'fuc
Dübürüne vurulmuş.
Ma'fun
Bozulmuş ve çürümüş şey. * Kokmuş et.
mâfüvv
bağışlanmış.
Ma'füvv
Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış. * İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş.
Magabbe
Akıbet, son, netice.
Magabıt
İmrenilme. Gıpta edilme.
Magabin
(Magben. C.) Kasıklar, uyluk kemikleri.
Magafir
Çirkin kokulu bir zamk.
Magak
f. Çukur.
Magakçe
f. Küçük çukur. Çukurcuk.
Magale
şer, kötü.
Magalıb
Üstün gelen, galebe eden.
Magalık
(Mağlak. C.) Kilitler, sürmeler.
Magamiz
(Magmaz. C.) Karanlık yerler. Karanlık ve çukur yerler.
Magani
(Magni. C.) Evler, hâneler, menziller.
Maganim
(Magnem. C.) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar.
Magarat
(Magare. C.) Mağaralar.
Magare
(C.: Magarât) Mağara.
Magarib
(Magrib. C.) Batılar, magribler, garplar. * Akşamlar.
Magarim
(Magrem. C.) Diyetler. * Ödenecek borçlar.
Magaris
(Magris. C.) Fidanlıklar, fidan bahçeleri.
1835
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Magas
(C: Emgâs) Kıymetli iyi deve.
Magasil
(Magsel ve Magsil. C.) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler.
Magavir
(Mugâvir. C.) Kıtal eden, harbeden, çarpışan.
Magazi
Muharebeye âit hikâyeler. Gazâ hikâyeleri. * Savaşlar, muharebeler, gazalar.
Magazin
Çeşitli mevzulardan bahseden resimli mecmua.
Magbat
(C.: Magabit) Gıpta edilecek ve imrenilecek yer.
Magben
(C.: Magabin) Uyluk kemiği. Kasık.
Magbun
(Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan. * Şaşkın. Şaşırmış.
Magbuniyet
Şaşkınlık.
Magbut
(C.: Magabit) İmrenilmiş, gıpta edilmiş.
Magd
Kurutan otu. * Yerüç otu.
Magdub
Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş. * Fık: Gasbolan mal.
Magduben
(Gadab. dan) Öfke ve hiddet ile. Gadap ile.
Magdubun minh
Fık: Malı gasbolan kimse.
Magdur
(Mağdur) Gadre, haksızlığa uğramış ve gadir görmüş.
Magdure
Mağdur kadın. Haksızlığa uğramış ve gadir görmüş kadın veya kız.
Magduriyyet
Mağdurluk. Gadre uğramış kimsenin hali.
Magfele
Dudak altında biten kılların çevresi.
Magfiret
(Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi, rahmeti ile lütfu.
Magfiret-i ilâhiye
Allah'ın mağfireti, affetmesi.
Magfur
(Mağfur) Rahmetlik olmuş. Günahlarının afvı için kendine dua edilmiş olan. Allah'ın, kendisini affı için dua edilen ölmüş kimse.
1836
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Magib
Kaybolma.
Magin
Mazaryon otu.
Magiz
İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi.
Magl
Yürek ağrısı, kalp ağrısı.
Maglak
Kilitlenecek yer.
Maglata
Mugalata. Boş ve mânasız söz. Zihin yanıltmak için söylenen saçma sapan söz.
Maglata-i şeytaniye
İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi.
Maglata-i vehmiyye
Vehmin, insanı yanıltmak için yanlışı doğru göstermesi.
Magle
Yılda iki kez doğuran koyun ve keçi.
Maglub
(Mağlub) Yenilmiş. Kendisine galib gelinmiş. Yenilen kimse.
Maglubane
f. Mağlub olana yakışır surette. Yenilmiş bir kimseye uygun şekilde.
Maglubiyyet
Yenilme. Bir kuvvetlinin idaresi altında bulunuş.
Magluk
Kapalı. Kilitli.
Maglul
Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan. * Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse. * Hapsedilmiş olan.
Maglul-ül yed
Eli bağlı.
Magma
yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde.
Magmag
Boğaz düdüğü. * Yemeği yağlı yapmak.
Magmaga
Karışmak, ihtilat.
Magmas
(C: Megâmıs) Çok fazla çukur olan yer.
Magmum
Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. * Bulutlu. Kapalı.
Magmumâne
Kederlice. Gamlı olarak. * Mübhem olarak.
Magmumiyet
Kederli, gamlı olma. * Hava bulutlu ve kapalı olma.
Magmur
Şöhretsiz. Adı sanı silinmiş olan. * Harap. Yıkık.
1837
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Magmuriyet
Mağmurluk, viranlık, haraplık. * Adı sanı kaybolmuş.
Magmuz
Kabâhatli, suçlu.
Magn
(C: Megân) Menzil.
Magna
Durmak.
Magnatıs
Mıknatıs.
Magnem
(C.: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal.
Magnetik
yun. (Manyetik) Mıknatıs gibi çekici kuvveti olan.
Magre
(C: Migrât) Aşı dedikleri kırmızı balçık.
Magrefe
Geniş yer.
Magrem
Bir şeye çok düşkün, haris kimse. Tutkun. Aşık. * Borçlu. * Zarar, ziyan. * Cürüm, cinayet.
Magres
Fidan bahçesi. Fidanlık.
Magrib
(Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.
Magruk
Gark olmuş. Suda batmış olan.
Magrukîn
(Mağruk. C.) Suda Boğulanlar.
Magrur
(Mağrur) Gururlu. Boş bir şeye güvenen. Fâni ve faydasız şeylere güvenip kendini aldatan. Mütekebbir. Kibirli kimse. Müteazzım.
Magrurane
"f. Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. (Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin, fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış. S.)"
Magruren
Gururlanarak. Güvenerek, itimad ederek. * Aldanarak.
Magruriyet
Gururluluk, kibirlilik. * Bir şeye itimad edip, güvenip aldanma. * Kibirlenme, gurulanma, övünme, tefahhur, tekebbür.
1838
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Magrus(e)
(Gars. dan) Toprağa dikilmiş.
Magruz
Taze. Bayatlamamış ve bozulmamış.
Mags
Bağırsak ağrısı.
Magsel
(C.: Magasil) (Gasl. den) Gusülhâne. Ölü yıkanan yer.
Magsub(e)
(Gasb. dan) Zorla ve cebren alınmış. Gasbolunmuş.
Magsul
Gaslolmuş. Yıkanmış. Gusletmiş.
Magşi
(Gaşy. den) Baygın. Gaşyolmuş. Kendinden geçmiş.
Magşiyane
f. Bayılmış gibi, baygıncasına.
Magşiyy
Aklı gitmiş hayran kimse.
Magşiyyen
Bayılmış olarak, baygın bir halde.
Magşiyyün aleyh
Bayılmış, baygın.
Magşuş
Katışık. Karışık. Saf olmayan.
Magşuşe
Gümüş ve bakır karışığı akçe.
Magşuşiyyet
Halis ve saf olmayış. Karışıklık.
Magt
Çekmek.
Magtus
Su, gaz veya hava gibi şeylerin içine batırılmış.
Magtuş
Karanlık yer.
Maguse
Medet gelmek, yardım gelmek.
Magv
Kedi miyavlaması.
Magz
Beyin. * Öz. İç. Lüb. İlik. * Dimağ.
Magza
Maksad, gaye, meram, istek, arzu. * (C.: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler. * Savaş, muharebe, gaza, harb.
Magzab
Gazap edecek yer.
Magzebe
Hiddetlenme, öfkelenme, kızma. * Hiddet ve gazabı icâb ettiren şey.
Magzub
(Bak: Magdub)
mağazî
gaza hikâyeleri.
1839
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mağdûb
gazaba uğramış.
mağdur
haksızlığa uğramış.
mağfiret
Allahın affı.
mağfûr
affedilen.
mağlata
kafa karıştıran aldatıcı söz.
mağlûb
yenilmiş, mağlup.
mağlûbane
yenilmiş bir hâlde.
mağlûbiyet
yenilgi.
mağmûm
gamlı, tasalı, bulutlu.
mağmûre
adı sanı silinmiş, yerinde yeller esen.
mağrib
batı, akşam.
mağrur
gururlu.
mağrurâne
gururluca.
mağruren
gururlanarak.
mağz
öz, iç.
Mah be mah
Aydan aya.
Mah
(Meh) f. Senenin onikide birisi. Yirmisekiz, yirmidokuz, otuz veya otuzbir günlük zaman. * Gökteki ay. Kamer.
mah
ay.
Mahabib
(Mahbub. C.) Sevilen ve muhabbet edilenler. Mahbublar.
Mahabir
(Mahber. C.) Mürekkep hokkaları.
Mahabis
(Mahbes. C.) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler.
Mahabiz
(Mahbeze. C.) Ekmekçi fırınları.
Mahacce
Geniş yol.
Mahacir
(Mahcer. C.) Göz çukurları.
Mahadim
(Mahdum. C.) Mahdumlar, oğullar.
1840
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahafet
Korku. Korkmak.
Mahafetullah
Allah korkusu.
Mahaffe
Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek yeri olan kapalı mahmil.
Mahafil
(Mahfil. C.) Mahfiller. * Toplantı yerleri. Oturulup görüşülecek yerler. * Büyük câmilerde eskiden hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yerler.
Mahafir
(Mihfer. C.) Beller, kazmalar.
Mahak
Her arabî ayın son üç gecesi.
Mahakim
Mahkemeler.
Mahakim-i adliye
Adliye mahkemeleri.
Mahakim-i askeriye
Askerî mahkemeler.
Mahakim-i şer'iye
şer'î mahkemeler. şeriat mahkemeleri.
Mahakk
Mehenk. Ayar taşı.
mahal
yer.
Ma-hala
(Bir istisnâ edatıdır) Mâadâ mânasına gelir, kendinden sonraki kelimeyi nasb eder. $ (Allah'tan başka herşey fânidir) cümlesinde olduğu gibi.
Ma-halakallah
Allah'ın (C.C.) yarattığı ve halkettiği her şey. * Kalabalık, izdiham.
Mahale
Çare, tedbir. * Hile.
Mahalib
(Mahleb. C.) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri.
Mahâll
(Mahall. C.) Yerler. Mekânlar.
Mahall
Yer. Mekân. Cây.
Mahalle
(C.: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri.
Mahalletan
Çömlek ve değirmen.
Mahall-i sadaka
Sadaka olarak verilen mal veya parayı şer'an almağa ehil olan kimse.
1841
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahall-i tevarüd
Vâsıl olunan yer. * Birisine yetişilen mahal.
Mahallî
Bir yere mahsus. Yerli.
Mahamid
(Mahmedet. C.) İyi ve güzel huylar. İyi hasletler. * Şükürler, senâlar, medihler. Şükür edilmeğe değer davranışlar.
Mahamil
Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller. * Kılınç bağ askıları. * İhtimâller.
Mahane
f. Aylık maaş.
Maharet
(Bak: Mehâret)
maharet
ustalık, beceri.
Maharib
(Mihrâb. C.) Mihrâblar.
Maharic
Çıkacak yerler. Huruc edecek yerler.
Maharic-i huruf
Gr: Ağızda harflerin çıktığı yerler.
Maharim
(Mahrem. C.) Mahrem olanlar. Haram olan şeyler.
maharim
mahremler, yasaklar, gizliler.
Maharit
(Mahrut. C.) Mahruti şekilller. Koniler.
Mahas
Udul etmek, dönmek.
Mâhasal
Hâsıl olan, meydana gelen. * Netice, sonuç.
Mâhasal-ı ömr
Evlât. Çocuk. * Hayat boyunca çalışılarak vücuda getirilen eser veya elde edilen şey.
Mahasin
(Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar. * İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri. * Güzel tavırlar. * İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.(İşte şu kâinat hadsiz mehasin-i maddiyesiyle bir ma'nevî ve ilmî mehasinin tereşşuhâtıdır. Ve o ilmî ve ma'nevî mehasin ve kemalât, elbette hadsiz bir sermedî hüsn ü cemalin ve kemalin cilveleridir. S.)
Mahasin-i ahlâk
Ahlâk ve huy güzelliği.
Mahaşşe
Kıç, dübür, makad.
1842
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahatim
(Mahtum. C.) Bağlanmış ve kilitlenmiş şeyler. * Mühürlenmiş şeyler.
Mahatt
Konak, menzil. Yolculuk esnâsında inilip durulacak yer.
Mahatta
İstasyon.
Mahavif
(Mahuf. C.) Tehlikeli ve korkulu yerler.
Mahavir
(Mihver. C.) Mihverler, eksenler.
Mahayil
Alâmet, işaret. * (Mahile. C.) Hayâl eserleri.
Mahaz
Su akacak yer. * Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı.
Mâhâzâ kelâm-ül-beşerBu, insan sözü, beşer kelâmı değildir. Mâhâzâ
Bu nedir? * Bu değil.
Mâhazar
Daha evvelden hazır olan. Hazır olarak ne varsa.
Mahazır
(Mahzar. C.) Mahzarlar, mürâcaatlar. Umumi istidatlar.
Mahazi
Rezalet ve kepazelik sebebi olan kötü huylar.
Mahazil
(Mahzul. C.) Rezil ve kepaze olmuş kimseler.
Mahazin
(Mahzen. C.) Mahzenler, sığınaklar, bodrumlar.
Mahazir
(Mahzur. C.) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller.
Mahazz
Kat'edecek, kesecek yer.
Mahba
(C: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler.
Mahbel
Hayvanın gebelik zamanı.
Mahber
(Mahbere) Mürekkep hokkası. Divit.
mahbes
hapishane.
Mahbes
Hapishane. Hapsedilen yer. Cezaevi.
Mahbez
(C.: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını.
Mahbub
Muhabbet edilen. Sevilen.
mahbub
sevgili.
mahbubâne
sevilerek.
mahbubât
sevgililer.
1843
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahbubat
Sevilenler. Sevgililer.
Mahbube
(Hubb. dan) Sevilmiş veya sevilen kadın. Muhabbet edilen kadın veya kız. * Vaktiyle çok kıymetli ve pahalı olan lâle cinsinden bir çiçek.
Mahbubetün li-zâtihâ Zâtı için sevilen. Kendi zâtında sevgili olan. mahbubiyet
sevilirlik.
Mahbubiyyet
"Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.)"
Mahbub-u hüdâ
Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed Mustafa (A.S.M.)
Mahbub-u ligayrihî
Faydalarından veya başkası sebebi ile sevilen. Dolayısı ile sevilen.
Mahbuk
Katı, şiddetli, şedid.
Mahbun
Kıtlık için saklanan şey. * Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin.
Mahbus
Hapsedilmiş olan.
mahbus
hapsedilmiş.
Mahbushane
f. Cezaevi, hapishâne, zindan.
Mahbusîn
(Mahbus. C.) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar.
mahbusîn
hapsedilenler.
Mahbusiyet
Hapislik, mahbusluk. Hapis kalınan müddet.
mahbusiyet
hapsedilmişlik.
Mahc
Cima etmek. * Kovayı azıcık çekip yine dolsun diye suya vurmak.
Mahcah
Lâyık olacak mevzi.
Mahcer
Ev, hane. Hususi yer. * Göz çukuru.
Mahcir
(C: Mehâcir) Göz çukuru. * Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler. * Bahçe.
1844
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mahcub
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Utanan. Utangaç. * Perdeli, örtülü. Kapalı. * A'ma. * Yaşmak veya perde ile mestur olan.
mahcûb
utangaç, sıkılgan.
Mahcubâne
f. Utanarak, utanmış bir hâlde. Sıkılganlıkla.
Mahcube
Namuslu ve utangaç kadın veya kız. Sıkılgan kadın. * Kapı ardına konulan ağaç.
Mahcubiyet
Utangaçlık, sıkılganlık, mahcubluk.
mahcûbiyet
utangaçlık.
Mahcuc
Kasdolunmuş olan. * Çok gidilip gelinen. * Delil ve bürhanla isbat edilmiş olan. * Mekke-i Mükerreme'nin bir adı. * Kendi yerine hacca gidilmiş olan.
Mahcucun anh
(Bak: İhcac)
Mahcur
(Hacr. den) Huk: Hacir altına alınmış, malını kullanmaktan men' edilmiş, hacredilmiş.
mahcûr
kısıtlı.
Mahcuz
(Hacz. den) Huk: Hacz edilmiş. Mahkeme kararıyla rehin altına alınmış.
Mahçe
f. Minare, kubbe, sancak gibi şeylerin başına konulan hilâl.
Mahçehre
f. Ay yüzlü. (Aslı: Mâhçihre'dir.)
Mahdem
Baldırın köstek takacak yeri.
Mahdu'
Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse. * Boyun damarı kesilmiş kişi.
Mahdud
Dikeni kesilmiş ağaç.
mahdûd
sınırlı.
mahdûdiyet
sınırlılık.
Mahdudiyet
Sınırlılık. Darlık.
1845
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mahdum
oğul, kendisine hizmet edilen.
Mahdum
Oğul. Evlâd. * Kendisine hizmet olunan. Efendi.
Mahdumiyet
Mahdumluk, oğulluk, evlâtlık. * Efendilik.
mahdumiyet
mahdumluk.
Mahdure
Örtülü ve kapalı kadın veya kız.
Mahduş
Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış. * Tırmalanmış.
Mahe
f. Matkap, burgu.
Ma'hed
(C.: Maâhid) Sözleşilen ve antlaşma yapılan yer. Buluşma yeri.
Mahfas
Yuva.
Mahfaza
(Hıfz. dan) Küçük kutu, kap. Zarf.
mahfaza
koryucu kap.
Mahfed
(C: Mehâfid) İkamet yeri. Oturulan yer. * Bir renk cinsi.
Mahfel
(C: Mehâfil) Dernek yeri.
mahfel
kapalı yer, camilerde yüksek yer.
Mahfî
Gizli, saklı.
mahfî
gizli.
Mahfil
(C.: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri. * Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.
mahfîyât
gizlilikler, gizli olanlar.
Mahfiyyen
Gizlice. Gizli ve saklı olarak.
Mahfuf
Zarar gelmesin diye etrafı çevrili, kuşatılmış.
Mahfuk
Hafakanlı, ikide bir yüreği oynıyan.
Mahfur
Kazılmış toprak. Hafriyat olunmuş.
Mahfuz liman
Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile barınmağa müsâit bulunan limanlar.
1846
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mahfuz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış. * Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış. * Korunup gözetilmiş. * Gizlenmiş, saklanmış.
mahfûz
korunmuş.
Mahfuzat
(Mahfuz. C.) Mahfuz olunmuş, gizlenilmiş şeyler. * Hıfzedilip ezberlenmiş şeyler.
mahfûzât
hafızadakiler, korunanlar.
Mahfuzen
Polis veya jandarma gibi resmi bir muhafaza altında olarak.
mahfûziyet
korunurluk.
Mahh
Yumurtanın akı.
Mahıciyy
Palan vurdukları at.
Mahık
(Mahk. dan) Yok eden. Silen. Ortadan kaldıran.
Mahız
(C: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın.
Mah-i tâbân
(Meh-i tâbân) Parlayan ay. Parlak ay.
mâhî
balık.
Mahi
f. Balık. Semek.
Mahic
Sâfi, saf, katıksız.
Mahidan
f. Balık havuzu.
Mahifüruş
f. Balık satan. Balıkçı.
Mahigir
f. Balık tutan. Balık yakalayan. Balık avlayan.
Mahihar
f. Balık yiyen. Balık avlayan, balıkçıl.
Mahi-i emraz
Hastalıkları yok eden.
Mahile
(C.: Mahâyil) Düşünmeğe sebebiyet veren işaret, alâmet.
Mahin
(C.: Mihne-Mihan) Hizmetkâr.
Mahir
Becerikli, hünerli, san'atkâr.
mâhir
maharetli, becerikli.
Mahirane
f. Ustaca, ustalıkla, maharetle.
1847
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mâhirâne
ustaca, beceriklice.
Mahîs
Kaçacak yer. Kaçamak. * Kurtulmak.
Mahiyan
(Mâh. C.) Aylar. * (Mâhî. C.) Balıklar, semekler.
Mahiyane
f. Ay hesabıyla verilen ücret. Aylık.
Mahiyat
Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri.
Ma-hiye
O şey ki.
Mahiyet
Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı. (Mâhiyet, hakikatten daha umumidir. Hakikat, mevcudatta, mahiyet ise, hem mevcudat hem ma'dumatta müstameldir.) (L.N.)(İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmet ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar. İ.İ.)
mahiyet
öz, nitelik, kendilik.
Mahiyet-i câmia
Çok vasıfları içinde toplayan mahiyet. (Bak: Himmet)
mahiyyat
mahiyetler, özler.
Mahiyye
Aylık.
Mahîz
Hayız hali zamanı. (Bak: Hayız)
Mahîza
(C: Mehâyız) Hayız bezi.
Mahk
İnat etmek. * Birbirini tutup çekmek.
Mahkede
İkamet mevzii, oturulan yer.
Mahkeme
(Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire.
mahkeme
davaların görülüp hükme bağlandığı yer.
Mahkeme-i evkaf
İkinci meşrutiyetin ilânından sonra evkaf müfettişliği dairesine verilen ad.
1848
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mahkeme-i kübra
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Öldükten sonra, âhiretteki ve Allah (C.C.) huzurundaki mahkeme. Bütün insanların muhakemesinin huzur-u İlâhiyede yapılacağı yer.
Mahkeme-i nizamiye Adliye mahkemeleri. Temyiz mahkemeleri ile hukuk ve ceza mahkemeleri. Mahkeme-i şer'iyye
şeriat mahkemesi. şeriat hükümlerine göre dâvalara bakan mahkeme.
Mahkeme-i temyiz
Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve tahkik mercii olan yüksek mahkeme.
Mahkeme-i uzma
Büyük mahkeme. Mahkeme-i Kübra.
mahkî
hikâye olunan.
Mahkî
Hikâye olunmuş. Anlatılmış. Rivayet olunmuş olan.
mahkîanh
kendisinden bahsedilen.
Mahkiyyun anh
Kendisinden bahsedilen, kendisinden anlatılan.
Mahkud
Hased edilen, hased olunan.
Mahkuk
Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış.
Mahkûm
Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan. * Birisinin hükmü altında bulunan. * Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma.
mahkûm
hükümlü, cezalı, mecbur.
mahkûmiyet
mahkûmluk.
Mahkûmun-aleyh
Kendi aleyhinde hüküm verilmiş olan.
Mahkûmun-bih
Kendisi hakkında hüküm verilmiş olan.
Mahkûmun-leh
Dâvayı kazanmış olan. Lehine hükmolunan.
Mahkun
Suçsuz, masum.
Mahkun-ud-dem
Fık: Katli lâzım olmayan kimse.
Mahkur
(Bak: Muhakkar)
Mahl
Kıtlık, kaht.
1849
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mahlas
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir isim. * Halâs olacak, kurtulacak yer.
mahlâs
yazarın takma adı.
Mahlasname
şiir söylemeye yeni başlayan bir şâire, usta şâir tarafından mahlas verildiğine dair yazılan manzume.
Mahleb
(C: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi.
Mahlece
(C: Mehâlic) Hallaçların yün ve pamuk attıkları yer.
Mahlefe
Söğütlük.
Mahlu
Hal' edilmiş. Tahtından indirilmiş padişah. * Reddedilmiş olan.
Mahlub
Sağılmış hayvan.
Mahluc
(Pamuk gibi) Atılmış, hallaçlanmış.
Mahluce
Rey ve fikri doğru olmak.
Mahluf
Yemin etme, and içme, kasem etme.
Mahluf-ün aleyh
Hakkında yemin edilen husus.
Mahluk
Traş olmuş.
mahlûk
yaratık.
Mahluka
Başkasının olup da benimsenen manzum parça.
Mahlukat
(Mahluk. C.) Yaratılmışlar. Mahluklar. Allah'ın yarattığı şeyler.(Şu mahlukat, İzn-i İlâhi ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor. Alem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhiri giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor. İniyor. M.)
mahlûkat
yaratıklar.
mahlûkiyet
yaratılmışlık.
Mahlul
Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş. * Murisi ölen sahipsiz mal. Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras.
Mahlulat
Mirasçısı olmadığı için evkâfa veya hükümete kalan miraslar.
1850
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahluliyet
Mahlul olma hali, mahlulluk.
Mahlul-u mufassal
Tapu usulüne ait bir tâbir olup, köyler ve mezarlar tımarıydı. Berat ile verilirdi.
Mahlul-u sırf
Fık: Hakk-ı intikal ve hakk-ı tapu sahibi bırakmaksızın mutasarrıfının vefatiyle mahlul kalan arazi.
Mahlut
(Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık.
Mahluta
Bulgurla karışık mercimek çorbası.
Mahmasa
Azlık. * Açlıktan zayıf düşme.
Mahmel
Üzerine yük konulan şey.
Mahmi
Korunan, himaye gören. Hıfzolan.
Mahmidet
(C.: Mahâmid) Övme, senâ etme, medhetme.
Mahmidetsâz
f. Senâ ve medheden.
mahmil
deve üstündeki sepet, bir söze yüklenen mânâ.
Mahmil
Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler. * Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre. * Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.
Mahmil-i şerif
Mekke ve Medine'ye, sürre namiyle gönderilen hediye ve paraların yüklendiği vasıta.
Mahmiye
(Himâye. den) Bir şeyi koruma, muhafaza ve himâye etme. * (Muhâfazalı) büyük şehir.
Mahmud
Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş. * Peygamberimizin isimlerindendir. * Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için getirdiği filin adı.
mahmûd
övülmüş.
Mahmudiye
Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi. * Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın.
1851
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
* Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın sikke. Mahmud-u bil-ıtlak
"Her cihetle ve bütün hallerde medhe ve hamde elyak olan Cenab-ı Hak.(Hiç mümkün müdür ki: Bir baharı halk edemiyen ve bütün meyveleri icad edemiyen ve yeryüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen; onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı halk edip o elmayı ni'met olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u Bilıtlak'a hamd noktasında iştirak etsin. Hâşâ! M.)"
Mahmud-ül hisâl
İyi ahlâk sahibi.
Mahmud-üş şiyem
Medhedilecek huylara sâhib olan. Beğenilen ve takdir edilen hasletler kendinde bulunan.
Mahmul
"Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış. * Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil. * Man: Müsned, haber. ""İnsan nâtık"" cümlesinde ""İnsan"" mevzu, ""nâtık"" mahmuldur."
mahmûl
yüklenilen.
mahmûle
yük.
Mahmule
Yük. Hamule.
Mahmulen
Mahmul olarak, yüklü olarak.
Mahmum
Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma sapan konuşan.
Mahmumane
f. Sayıklarcasına, sayıklıyarak. * Ateşler içinde, ateşli olarak.
Mahmur
(Hamr. dan) Sarhoşluğun verdiği sersemlik. * Uyku basmış ağırlaşmış göz. Baygın göz.
mahmûr
baygın göz.
Mahmurane
f. Baygın bir şekilde. Mahmurcasına.
1852
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahmuz
Oksitlenmiş, hamızlanmış.
Mahn
Kuyudan su çıkarmak. * İmtihan etmek. * Bahşiş vermek. * Vurmak.
Mahnak
Boğazın boğacak yeri.
Mahniye
(C: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri.
Mahnuk
Boğulmuş. Boğazı sıkılmış. Boğuk.
Mahnukan
Boğazı sıkılarak, boğulmuş olarak.
Mahnun
Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun.
Mahpare
f. Pek güzel kimse. * Ay parçası.
Mahperver
f. Mehtaplı.
Mahpeyker
(Bak: Mehpeyker)
Mahr (muhur)
(C: Mevâhır) Yarmak. * Yükseltmek. * Rüzgârın çıkardığı gürültü.
Mahra
Değerli ve itibarlı insan. * Uygun, münâsib ve elverişli şey.
Mahrab
(C: Mehârib) Cenk edecek, dövüşülecek yer.
Mahrec
Çıkacak yer. * Ses ve harflerin ağızdan çıktıkları yer. * Mat: Bayağı kesirde çizginin altındaki sayı. (Payda) * Hususi bir meslek için adam yetiştirmeğe mahsus mekteb ve dâire. (Meselâ: Mekteb-i fünun-u harbiye zâbit mahrecidir.) * Tarik-i ilmiyede büyük bir pâyeye vesile-i irtika addolunan bir rütbe. * Mevleviyet. * Dahilde çıkarılan mahsulât ve emtianın sarfı için hariç memlekette bulunan mahal.
mahrec
çıkış yeri.
Mahref
Bostan. Hurmalık. * Yemiş sepeti.
Mahrefe
Yol.
Mahrek
(Mahrak) Yakılacak yer. Bir şeyin yandığı yer.
mahrek
yörünge.
Mahrek-i senevî
Bir seyyarenin, bağlı olduğu kürenin etrafında dönmesiyle hâsıl olan farazî daire.
1853
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mahrem
gizli, yasak, başkasına haram olan, evlenilmesi haram olan akraba.
Mahrem
Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar arasında nikâh asla caiz değildir.) * Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse.
Mahreman
(Mahrem. C.) Sırlar. Gizli şeyler. Esrar. * Sırdaşlar.
Mahremane
f. Gizli ve saklı olarak. Mahrem bir tarzda.
mahremâne
mahremce, gizlice.
Mahrem-i esrar
Gizli sırlara vakıf olan çok yakın kimse. Gizli sır söyleyen kimse.
mahremiyet
mahremlik, gizlilik, yasaklık.
Mahremiyyet
Gizlilik. Mahrem olma hali.
Mahru
(C.: Mâhruyân) f. Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel.
Mahrub
Mahrum edilmiş. Elinden varı yoğu alınmış. Bomboş bırakılmış.
Mahruf
Toplanılmış devşirilmiş meyve.
Mahruk
Yanan. Yanmış.
Mahrukat
Yakılacak madde. Yanan şeyler.
mahrûkat
yakıtlar.
Mahrukat-ı mâyia
Akaryakıt.
Mahruk-ul fuad
Yüreği yanık.
Mahrum
Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.
mahrûm
yoksun.
Mahrumane
Mahrumcasına. Bahtsız ve nasipsizcesine.
1854
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mahrûmiyet
yoksunluk.
Mahrumiyyet
Elde edemeyiş. Yokluk. Mahrumluk. İstediğini elde edememe.
Mahrur
Hararetli. Ateşli. İçi hararetli olan.
Mahrurâne
f. Ateşli ateşli. Hararetli bir surette.
Mahrus
Himâye edilen. Korunan. Gözetilen.
Mahrusa
Büyük şehir.
Mahrut
Kasnı denilen zamkın ağacı.
mahrût
koni.
mahrûtî
konik.
Mahrutî
Mahrut şeklinde olan. Altı daire ve üstü sivrilerek bir noktada birleşen, huni şeklinde olan. Konik.
Mahrutiyyet
Mahrutilik, konik olma hâli.
Mahruyan
f. Güzeller, ay yüzlüler. * Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan manevî güzellik sâhibi kimseler.
Mahruz
Kepâze, rezil, rüsvay, aşağılık, âdi. İtibarsız.
Mahs
Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş.
Mahsad
Ekini biçilmiş yer.
Mahsebe
şüphe etme, şüphelenme, sanma.
Mahser
Huy, tabiat.
mahsub
hesaplanmış.
Mahsub
Kızamık çıkarmış kişi.
Mahsubât
(Mahsub. C.) Hesab edilmiş olanlar. Hesaba dahil edilmişler.
Mahsuben
Hesaplanarak. Hesaplı olarak. Hesabına kaydedilerek.
Mahsubiyet
Mahsubluk, mensubluk.
Mahsud
Biçilmiş ekin. * Ekini biçilmiş tarla.
mahsûd
kıskanılan.
1855
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahsuf
Husufa uğramış. Gölgelenmiş. Perdelenmiş.
Mahsul
Husul bulan. Hâsıl olan. * Elde edilen şeyler. * Toprak ve hayvanlardan elde edilen şey.
mahsûl
ürün.
Mahsulât
(Mahsul. C.) Mahsuller. Hâsılat. Tarladan, bahçeden veya hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri.
mahsûlât
ürünler.
Mahsulât-ı arziye
Toprak mahsulleri.
Mahsulât-ı sınâiye
Endüstri mahsulleri.
Mahsuldar
f. Verimli, bereketli. Mahsul veren.
mahsûldâr
ürünlü.
Mahsun
İstihkâmlı. Kuvvetlendirilmiş. Sarp, sağlam ve metin kılınmış.
Mahsur
Etrafı çevrilmiş. Muhasara altına alınmış. Hasrolunmuş. Hududlanmış. Kuşatılmış.
mahsûr
kuşatılmış.
Mahsus
Ayrılmış, tâyin edilmiş. * Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil. * Bile bile, istiyerek. * Yalandan, şakadan, lâtife olarak.
mahsûs
hissedilmiş, birine ayrılmış, bile bile.
Mahsusa
Mahsus, hususi.
Mahsusat
Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı)
mahsûsât
mahsuslar.
Mahsusen
Ayrıca, bile bile, mahsus olarak.
mahsûsiyet
mahsusluk.
Mahsusiyet
Mahsusluk. Hususi olma hâli.
Mahş
Yakmak.
1856
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mahşer
ölülerin dirilip toplanacakları yer.
Mahşer
Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı. * Çok kalabalık.
Mahşer-i acâib
Herkesi hayrete sevkeden toplanma. Veya toplanma yeri. * Hayret edilecek harika şeylerin bulunduğu yer.
mahşernümâ
mahşeri andıran.
Mahşub
Kesilmeye elverişli olmadan kesilen ağaç.
Mahşud
Toplanmış. Yığılmış.
Mahşur
Toplanmış.
Mahşuş
(Haşşe. den) İçine girilmiş. * Buğzedilmiş. * Gizlice bir şey verilmiş. * Karalanmış.
mahşûş
içine girilmiş, lekelenmiş.
Mahşüv
Fazla. * İçi doldurulmuş.
Maht
Çıkarmak. * Çekmek.
Mahtab
(C: Mehâtıb) Odun yığacak yer, odunluk.
Mahtam
(C: Mehâtım) Burun.
Mahtelef-el melevan
Gece ve gündüzün ihtilâfı ve değişmesi müddetince.
Mahtid
Kişinin durduğu mekân.
Mahtube
Evlenmek için istenilen kadın.
Mahtum
Mühürlenmiş. Damgalanmış. * Kilitlenmiş. * Bağlanmış.
mahtûmâne
bitirircesine, bir kitabı bitirince verilen ziyafet gibi.
Mahtumane
f. Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyafet.
Mahtun
Sünnet olunmuş. Hitan edilmiş.
Mahtur
(Hatar. dan) Hatara, tehlikeye yakın. * Düşünme. Fikir ve endişe.
Mahtut
(Mahtute) Çizilmiş. Çizgilenmiş. Yazılmış.
mâhud
bilinen, sözü edilen.
1857
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ma'hud(e)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. * Mezkur, sözü geçen. * Mc: Fena bilinen kadın.
Mahudane
Bir ot adı.
mâhudiyet
bilinirlik.
Ma'hudiyyet
(Ahd. den) Söz verilmiş olma. Ahdedilmiş bulunma. Belli olma.
mahuf
korkulu.
Mahuf
Korkulu. Tehlikeli.
Mahule
Kocası ölmüş kadın.
Mahur
f. Kumarhâne. Meyhâne.
Mahuza
Temiz. İtibarlı, şerefli, asil. * Saf, hâlis, katıksız.
Mahv ve sekir
Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli.
mahv
benlik bakımından silinme.
Mahv
Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri noksanlıklardan kurtuluş hâli.
Mahva
Secdede karnını uyluklarından çekip ayıran kimse.
Mahvar
f. Ay gibi.
Mahvare
f. Aylık maaş.
Mahve
Kuzey rüzgârı.
Mahveş
f. Ay gibi.
mahvetme
silme.
mahviyet
silinme hâli.
mahviyetkâr
benliğini silen.
mahviyetkârane
benliğini silercesine.
Mahviyyet
Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak.
1858
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahy
Gidermek.
Mahya
Hayat. Canlılık.
Mahyane
f. Aylık. Aydan aya verilen maaş.
Mahyere
Muhayyerlik, beğenip seçmede serbestlik.
mahz
sadelik.
Mahz
Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet. * Tâ kendisi. * Sadece. * Su katılmamış hâlis süt.
Mahza
Ancak. Yalnız. Tek. * Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam.
mahzâ
sade.
Mahzan
Ancak. Yalnız. Sadece. Tek.
mahzân
sadece.
Mahzane
Güvercinlik.
Mahzar
(Huzur. dan) Hazır olma. Gösteriş, görünüş. * Huzur yeri. Büyük bir insanın önü. * Birçok kimse tarafından imzalı dilekçe. * Mahkeme sicili.
Mahzem
(C.: Mehazim) Atın kolan yeri.
mahzen
hazine odası.
Mahzen
Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer. * Erzak yeri. * Bodrum. Yeraltı.
mahzeniyet
mahzenlik.
Mahz-ı edeb
Edebin ta kendisi. Sırf terbiye ve edeb.
Mahz-ı hikem
Akıllılığın ve filozofluğun ta kendisi. Hikmetlerin ta kendisi.
Mahz-ı keramet
Tam bir keramet gibi. Kerametin ta kendisi.
Mahzî
Kepâzelik ve rüsvaylığa sebep olan huy. Rezil olmağa sebebiyet veren kötü huy.
Mahzu'
Boyun eğmiş.
1859
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mahzub
Boyanmış.
Mahzud
(Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş. * Düzgün. * Meyvesinin çokluğundan dalları basıp bükülmüş.
mahzûf
çıkarılan, kaldırılan.
Mahzuf
Silinmiş. * Yerinden düşürülmüş. Kaldırılmış. Hazfolunmuş. * Edb: Noktasız harflerle yazılmış olan. (Bak: Mücerred)
Mahzul
Hakir. Kıymetsiz. Perişan. Hor. Rüsvay.
Mahzulen
Hakir, kepaze, rezil ve rüsvay olarak.
Mahzum
Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve. * Her delinmiş nesne.
Mahzun
Hazinede saklanan şey.
mahzûn
üzgün.
Mahzunane
f. Kederlice, düşünceli, üzgünce.
mahzûnâne
üzgünce.
Mahzuniyet
Mahzunluk. Kederli ve kaygılı oluş. Üzüntülü olma.
Mahzur
Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey.
mahzûr
sakınca.
Mahzurat
Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller.
mahzûrât
sakıncalar.
Mahzure
Çekinme, sakınma, içtinâb etme. * Cidâl, muharebe.
mahzûz
hoşlanan.
Mahzuz
Memnun. Hoşnud. Zevkli. Hoşlanmış. Hazzetmiş.
Mahzuzât
Hoşa giden şeyler. Hazlar.
mahzûzât
hoşlanılan şeyler.
Mahzuziyet
Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme.
Maız
(C.: Mevâız) Keçi.
1860
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mâ-i câri
Akarsu. (Çay ve ırmak suları gibi.)
Mâ-i istifhamiyye
Sual için kullanılan kelimenin başında gelir. (Mâhâzâ: Bu nedir? Mâindek: Yanındaki nedir?) suallerinde olduğu gibi.
Mâ-i leziz
Lezzetli ve tatlı su.
Mâ-i magsul
(Mâ-i müsta'mel) Kullanılmış su.
Mâ-i masdariye
Başında bulunduğu cümleyi masdar mânasına ve hükmüne sokar.
Mâ-i mevsufe
Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. $ (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. $(Ni'me-mâ: Ne güzeldir) $ (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.
Mâ-i mevsule
Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha önce geçen cümleye bağlar. $ (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi.
Mâ-i mukattar
İnbikten geçirilmiş (damıtılmış), saf su.
Mâ-i mukayyed
Herhangi bir maddenin karışması ile yaratılmış oldukları hâlden çıkmış ve hususi bir ad almış sulardır. (Gül, çiçek, üzüm, asma, et suları gibi.)
Mâ-i mutlak
Yaratıldığı vasıf üzere duran su. (Yağmur, kar, deniz, göl, ırmak, pınar, kuyu sularıdır).
Mâ-i mükedder
Bulanık su.
Mâ-i münhemir
Akıp giden su.
Mâ-i müstamel
Temiz olduğu halde temizleyici olmayan, kullanılmış olan sulardır.
Mâ-i nâfiyye
$(Ben kâmil değilim) misâlinde olduğu gibi mânayı nefyeder.
Mâ-i râkid
Durgun su.
Mâ-i şartiye
İki muzariyi cezmeder, şart ve cezâ mânasını ifade eder. $(Ne yazarsan, yazarım) misalinde olduğu gibi.
1861
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ma-i tesnim
Cennet ırmaklarından biri.
Mâ-i zâide
Bazı edat ve fiillerin sonuna fazladan olarak gelir. $ kelimelerinde olduğu gibi.
Mâ-i zerrin
Altun suyu.
maî
su cinsinden, su ile ilgili, mavi.
Maî
Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan.
Maîb
(C.: Maâyib) Kusur, eksiklik, noksanlık. Leke. * Ayıplanmış.
Maic
Dalgalı deniz.
mâide
sofra.
Maide
Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet. * Kur'an'ın 5. Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
Maide-i seniyye
Pâdişah ziyâfeti.
Maidesâlâr
f. Sofracı başı.
Maika
Derin, amik.
Mâil
Eğik. Bir tarafa eğilmiş. Eğri. * Meyilli. Hevesli. İstekli. * Düşkün. * Benzer.
mâil
eğilmiş, meyilli, istekli, andırır, yörünge.
Maîl
Ehil, iyal, çoluk çocuk.
Mâile
Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri. * Eğri, eğilmiş.
mâile
eğri, eğik.
Mâil-i inhidâm
Yıkılmağa yüz tutmuş.
Mâil-i kamer
Ayın dünya etrafında dolaştığı dâire. Ayın mahreki, yörüngesi.
mâilikamer
ayın yörüngesi.
Mâiliyyet
Eğiklik. Meyillik.
1862
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Main mehin
Zayıf, hakir su. * Meni.
Main
Saf, akar su. * Göz önünde akan su. * Cennet şerbeti. * Zâhir, görünen. * Göz değmiş, nazar değmiş.
Mais
Ağaçları sık bitmiş olan yer.
Maişet
(Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür. * Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler.
maîşet
yaşayış, geçim.
Maişetgâh
f. Maişet yeri. Geçim te'min edilen yer.
Maiyyet
Beraberlik. Arkadaşlık. * Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et. * Yan. Nezd.
maiyyet
yanındakiler.
Maiyyet-i seniyye
Pâdişâhın maiyyeti. Pâdişahın yakınında bulunanlar.
Maiz
Keçi. * Az miktar keçi. Ufak keçi sürüsü.
Majüskül
Büyüklük bakımından diğerlerinden biraz daha farklı olan harfler.
Mak
(C: Amâk-Emâık) Göz pınarı.
Ma'k
(C: Emâık-Emâik) Derinlik. * Sahradan bir taraf.
Mak'
Atmak. * Emmek.
Maka
Hıyarşenber denilen nebat.
Makabih
(Makbaha. C.) Çirkin ve yakışıksız davranışlar.
Makabir
(Kabr. C.) Kabirler. Mezarlar.
makabir
mezarlar.
mâkabl
öncesi.
Ma-kabl
Öndeki. Üstteki. Geçmişteki.
Ma'kad
Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer.
makad
oturak yeri, arka.
Mak'ad
Oturulacak yer. Minder. * Oturulduğunda bedene temel olan âzâ. Kıç.
1863
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Makade
Davar yedmek.
Mak'ade
Kurbağa.
Makadim
(Makdem. C.) Geri gelmeler. Dönüp gelmeler.
Makadir
(Ka, uzun okunur) Kuvvetler. Kudretler.
Ma'kal
(C: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer. * Kale.
Makal
Söz. Lâkırdı. Kavl. Söyleyiş.
Makalat
(Makale. C.) Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler.
makalât
makaleler.
Makale
Söylenen söz. Söyleme. Söyleyiş. Kelâm. Nutuk. * Bir bahsin kaleme alınışı.
makale
söz, gazete yazısı.
Makalid
(Ka, uzun okunur) Hazineler. * Kilitler. Anahtarlar.
makalid
kilitli yerler.
Makalid-i inkıyad
İnkıyad, bağlılık kilitleri.
Makalim
(Maklem. C.) Ucu budanmış ve sivrilmiş şeyler.
Makam
Durulacak yer. * Rütbeli yer. * Câh. Mesned. Mansab. * Musikide usul. Tempo.
makam
yer, mertebe, müzikte usul.
Makamat
(Makam ve makame. C.) Makamlar, mertebeler. * Cemaatler, cemiyetler, kalabalıklar, topluluklar.
makamât
makamlar.
Makamat-ı âliye
Yüksek şerefli mevkiler, makamlar. Yüce makamlar.
Makame
(C: Makamât) Meclis. * Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık. * Nutuk tarzında söylenen sözler.
Makam-ı âlî
Yüce ve âli makam. Eskiden bu tabir, bakanlıklar hakkında kullanılırdı.
1864
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Makam-ı cifrî
Cifir hesabına göre olan netice, sayı değeri.
Makam-ı hitabî
Zanni delil ile iktifa edilen makam.
Makam-ı hizmet
Hizmet makamı. İş görme yeri.
Makam-ı ibrahim
(Bak: Kâbe)
Makam-ı mahmud
"(Şefaat-ı Uzmâ) En yüksek şefaat makamı. Peygamberimizin (A.S.M.) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen makam. $ Cenab-ı Hak va'dettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada $ deniliyor; bütün ümmet o va'di ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?Bu kadar tekrar ile kat'i verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti şudur: İstenilen şey, meselâ Makam-ı Mahmud bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatları ihtiva eden bir hakikat-ı âzamın bir dalıdır. Ve hilkat-ı kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi duâ ile istemek ise; dolayısiyle o hakikat-ı umumiye-i uzmanın tahakkukunu ve vücud bulmasını ve o şecere-i hilkatın en büyük dalı olan âlem-i bâkinin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir. Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve Cennet'in en mühim bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavât-ı insaniyyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azim bir maksad için, bu hadsiz duâlar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salâvat ve rahmet duâlarını bütün ümmetten istemesi ayn-i hikmettir. ş.)"
Makâmımahmûd
Peygamberimize verilen yüksek makam.
1865
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Makami'
(Mikmaa. C.) Gürzler, topuzlar.
makamperest
makam düşkünü.
Makani'
(Mıkna' ve Mıknaa. C.) Başörtüleri, eşarplar.
Makariz
(Mikrâz. C.) Makaslar, kesecek âletler.
Makarr
(Karar. dan) Karar yeri. Karargâh. Kararlı yer. Merkez. Pâyitaht.
makarr
karar yeri, durulan yer.
Makarr-ı hükümet
Hükümet merkezi. Pâyitaht.
Makarr-ı idare
İdare merkezi. Pâyitaht. Hükümet merkezi.
Makarr-ı saltanat
Saltanat merkezi. Hükümetin idare edildiği baş şehir.
Makasıd
Maksadlar, istekler, gayeler. Niyetler.
makasıd
maksatlar, gayeler.
Makasıd-ı aksâ
En uzak, en son ve en büyük maksadlar.
Makasıd-ı insâniyet
İnsanlık maksadları. İnsanlığın gayeleri.
Makasim
(Maksim. C.) Su taksim edilen yer.
Makasir
(Maksure. C.) Bir hânedeki en mahrem taraflar. Bir evin en mahrem tarafları. * Câmilerde etrâfı parmaklıklarla çevrili yüksek yer.
Makass
Makas.
Makatı'
(Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler. * (Kat'. C.) Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler.
Makatil
(Maktel. C.) Katlin yapıldığı yerler, öldürme fiilinin geçtiği yerler, makteller.
Makatir
(Maktar. C.) Damlalar, katreler.
Makavid
(Mekud. C.) Yularlar.
Makavil
Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller.
Makazz
Başın arka tarafından iki kulağın arası.
Makbah
(C: Mekâbih) Çirkin olmak. Çirkin olacak yer.
1866
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Makbaha
(C.: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket.
makber
mezar.
Makber(e)
(C.: Mekabir) Mezar. Kabir.
Makbere-i şühedâ
Şehidlerin mezarı. Şehidlik.
makberistân
mezarlık.
Makbız
Kılıcın ve yayın kabzası.
Makbuh
Beğenilmeyen. Çirkin ve kabih görülen.
Makbuha
Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş.
Makbul
Ayağı bağlı olan.
makbûl
kabul edilen, geçerli.
Makbuliyet
Beğenilmişlik, makbullük.
makbûliyet
kabul edilebilirlik, geçerlilik.
Makbul-üş şahâde
Şahâdeti kabul edilen. Şahidliği kabul edilmiş olan.
Makbur
(Kabr. den) Gömülmüş, defnedilmiş, kabre konulmuş.
Makbuz
(Kabz. dan) Alınmış, kabzolunmuş. Alınan. * Daraltılmış, sıkılmış. * Bir şeyin alındığına karşı verilen imzâlı ve mühürlü kâğıt.
Makbuzat
(Makbuz. C.) Alınan paralar. Satıştan veya borçlulardan toplanan paralar.
Makdem
(C.: Makadim) (Kudum. dan) Dönüp gelme. Gelme.
Makdem-i behâr
Baharın gelmesi.
Makderet
(Kudret. den) Kuvvet, kudret, güç, zor.
makdis
kutsal yer.
Makdis
Mukaddes yer.
Makdud
Uzun boylu kişi.
Makduh(e)
(Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp.
Makdunis
Maydanoz.
1867
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Makdur
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Güç. Kuvvet. Kudret. * Takdir olunmuş. Allah'ın takdiri. Daha evvelden takdir olunmuş.
Makdurat
(Makdur. C.) Takdir-i İlâhi olanlar. Güç ve kuvvet. Elden gelenler. Takdir edilenler.
makdûrat
takdir edilenler, kudret eserleri.
Makdur-i beşer
İnsanın yapabileceği şey.
Makdur-üt teslim
Ele geçirilmesi mümkün olan.
Ma'ked
(C: Meâkıd) Akdedecek yer.
Ma'kes
Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi.)
mâkes
yansıma yeri, ayna.
Maket
Fr. Bina, şehir gibi eserlerin, belirli bir ölçüde küçültülmüş modeli.
Makh
Sür'at, hız.
Makhur
(Kahır. dan) Kahredilmiş. Mahvedilmiş. Bozguna uğratılmış. Mağlub. Mahkum. Allah'ın (C.C.) gazabına uğramış. Yenilmiş. Hakaret görmüş.
makhûr
kahredilmiş, ezilmiş.
Makhurane
Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde.
Makhuriyet
Kahrolmuşluk, ezilmişlik, bitkinlik. Allah'ın kahr ve gazabına uğrama.
Makhur-u kahr-i ilâhî Allah'ın gazabına uğramış. Allah'ın kahrıyla kahrolmuş. Ma'kıl
Melce'. Sığınacak yer.
Makıt
Dar yer.
Maki
Coğ: Çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi.
Ma'kid
Düğüm yeri. Bağ. Akdedilecek yer.
Makid
Kesilmeyen ve daimi olan.
1868
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Makîl
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Öğle uykusuna yatılacak yer. Kaylule yeri. Rahat edecek yer. Kuşluk uykusu.
Makinist
Makine ustası. Makineyi çalıştırmakla vazifeli kişi.
Makir
Hile yapan. Mekreden.
Makîs
(Kıyas. dan) Kıyas edilebilen. Benzetilebilen.
mâkis
karşılaştırma.
Makis
Öşür ve vergi toplayan kimse.
Makît
Buğz edilmiş. Mebğuz. Nefret edilmiş, sevilmemiş, menfur.
Makiyan
f. Tavuk.
Makk
Yarmak.
Makl
Suya batırmak. * Nazar etmek, bakmak.
Makleb
Kalbetme. Bir şeyin altını üstüne çevirme. * Kalbedilecek, çevrilecek veya değişecek yer.
Maklete
Helâk olacak yer.
Maklu'
Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.
Makluan
Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.
Maklub
(Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş. * Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi)
Maklubiyet
Ters döndürülmüşlük, altı üstüne getirilmişlik. Maklub olma hâli.
Maklud
Fitil gibi bükülmüş olan.
Maklum
Yontulmuş ve kesilmiş olan.
Makluv (makliyy)
Pişirilmiş kebap.
Makmaka
Sözü boğazı içinden söylemek.
Makmene
Lâyık ve münâsip olacak yer.
Makna'
Kanaat edip râzı olacak yer. * Şâhid, adâlet şâhidi.
1869
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Maknat
Ümit kesecek yer.
Maknee (makneut)
Güneş görmeyen yer.
Makr
Çok acı olmak.
Makrebe
Hısımlık, yakınlık. Karâbet.
Makreme
(Bak: Mikrame)
makrû
okunan.
Makru'
Okunan. Okunmuş olan.
Makruf
Töhmetli kimse. * Yabana atılmış nesne.
Makruh
Yaralanmış, kahredilmiş. Mecruh.
Makrun
(Karn. dan) Ulaşmış. Kavuşmuş. Yakın. * Müsaadeye mazhar. * Çatık kaşlı olmak.
makrûn
yakın, ulaşmış.
Makruniyet
Yaklaşma. Yakınlık.
Makrun-u müsâade
İzin almış, izne kavuşmuş.
Makrun-u sıhhat
Sıhhat ve hakikata yakın. Doğruluk derecesi fazla.
Makrut
Selem ağacının yaprağıyla dibâgat olan gön ve sahtiyan.
Makruz
(Karz. dan) Ödünç verilmiş. İkraz edilmiş. Borç olarak verilmiş.
Maks
Suya dalmak. Daldırmak.
Maksad ve müstekarrın temeyyüzü Kelâmın maksadının ve karar kıldığı yerin açık olarak belli olması. Maksad
(C.: Makasıd) (Kasd. den) Kasdolunan ve istenilen şey. Merâm, gâye.
maksad
istenen.
Maksal
Mahsul ekilen yer.
Maksar
Nihâyet, son, netice.
Maksara
(C: Mekâsır-Mekâsir) Köşk, kasr.
Maksebe
Sazlık, kamışlık.
1870
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Maksee
Hıyar tarlası.
Maksim
(C.: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer. * Suyun kollara ayrılma yeri. Masluk, savak.
maksûd
istenen şey.
Maksud
Kasdedilmiş. Kasdedilen. * İstenilen şey. İstek. Arzu. Gâye.
maksûm
bölünmüş.
Maksum
Taksim edilmiş, ayrılmış, bölünmüş. * Kısmet, nasib.
Maksur
"(Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş. * Mahbus. * Kasrolunmuş nesne. * Gelinin üzerine tutulan duvak. * Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, ""Elif-i maksura"" denir."
maksûr
kısaltılmış.
Maksure
(C.: Makasir) Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe yer.
Maksus
Kesilmiş, kırpılmış.
Maksuv (maksıyy)
Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun.
Maksüe
Hıyar tarlası.
Makşur
Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış.
Makşuvv
Men' ve kahrolmuş. Tab'ından çıkarılmış.
Makt
Vurmak.
Makta'
"Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri. * Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü. * Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur."
makta
kesit.
1871
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Maktaa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet.
Maktane
Pamuk tarlası.
Maktar
Damla, katre.
Maktel
Birinin öldürüldüğü yer. Bir katlin yapıldığı yer.
maktel
öldürülen yer.
Maktem
Tozlu yer.
Maktu'
(Maktua) (C.: Makati') Kesilmiş, kat olunmuş. * Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş. * Götürü.
Maktuan
Götürü olarak, toptan.
Maktul
Öldürülmüş, katledilmiş olan.
maktûl
öldürülmüş.
Maktulen
Öldürülerek, katledilerek.
Maktulîn
(Maktul. C.) Öldürülmüş insanlar. Vurulmuş veya katledilmiş kimseler.
Maktur
Katranlı. Katran sürülmüş.
Ma'kud
(U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı.
mâkûd
bağlı.
Makul
(Kavl. den) Denilmiş, söylenilmiş. * Söylenilen söz.
mâkûl
akla uygun.
Ma'kul
Akla yakın, aklın kabul edeceği.
mâkûlâne
akla uygun biçimde.
Ma'kulat
(Ma'kul. C.) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler. (Bak: Akliyat)
Makulat
(Makule. C.) Çeşitler, takımlar. Kategoriler.
mâkûlât
akla uygun olanlar, akılla ilgili bulunanlar.
1872
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mâkûle
akla uygun olan.
Ma'kule
Diyet.
Makule
Takım, çeşit. Kategori.
Ma'kuliyet
Akla uygunluk, mantıki oluş. * Menkul olmayış.
mâkûliyet
akla uygunluk.
Ma'kul-ül-ma'na
Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele. (Bak: Taabbüdi)
Ma'kum
Kapalı.
mâkûs
ters.
Ma'kus(e)
Tersine dönmüş, aksetmiş, başaşağı çevrilmiş, zıddı. * Uğursuz.
mâkûse
tersine çevrilmiş.
Ma'kusen mütenasib
Mat: Tersine olan müvâzene. Yâni, birbirine nisbet edilen iki şeyden, biri çoğaldığı oranda diğerinin eksilmesi veya birinin azaldığı nisbetinde diğerinin çoğalması. Ters orantılı.
mâkûsen mütenâsib
ters orantılı.
Ma'kusen
Ters olarak, aksine, zıddına olarak.
makûsen
tersine olarak.
Ma'kusiyet
Terslik, zıdlık, aksilik.
Makv
Cilâ yapmak. * Yıkamak. * Saklamak.
Makya
Kusmak. * Kusma yeri.
Makye
Duracak yer, konak yeri.
Makzaba
Yonca ekilen yer.
Makzî
"Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris. * Fık:
1873
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif olduğundan, bunları irtikâb etmesi caiz değildir. Bu usul-ü kaideye, ""makzî"" denilmektedir." makzî
kaza olunan, ödenen.
Makzuf
(Kazf. den) İftira edilmiş. Namusu hakkında lâf edilmiş. * Hazfolunmuş. Atılmış.
Mal müdürü
Kazâ mâliye memuru.
Mal
"f. ""Süren, sürülen, sarılan, takılan"" anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen)"
mâl
bir kimsenin eli altında bulunan değerli şey.
Ma'l
Evmek, acele etmek, tez tez gitmek. * Alıp kaçmak.
Malak
Manda yavrusu. Buzağı.
Malakelam
Diyecek yok. Söz götürmez.
Malamal
Çok dolu, lebâleb, ağzına kadar dolu.
mâlâmal
dopdolu.
Malanihaye
Sonsuz, nihâyetsiz. Uçsuz bucaksız.
Malarya
ing. Sıtma.
Ma'lat
(C.: Maâli) Derin ve yüksek fikir. * Ululuk, şeref, itibar.
Malaya'ni
(Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz.(Elbette en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyani şeylerle ömrünü telef etmesin. Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saâdet-i ebediyeye girsin. M.)
mâlâyanî
faydasız, boş, saçma.
1874
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mâlâyanîyât
faydasız şeyler.
Mâlâya'niyyât
Faydasız boş sözler, boş konuşmalar, faydasızlık.
mâlâyutak
dayanılmaz, güç yetmez.
Malayutak
Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz.
Malaz
Sürülmüş toprak. * Sular altında kalmış tarla.
Maldar
f. Malı mülkü çok olan. Zengin.
Maldarî
Zenginlik, servet.
Male
f. Duvarcı malası.
Ma'leb
(C.: Meâlib) Oyun yeri.
Ma'lef
(C.: Maâlif) Ot ve saman gibi hayvan yemi konan yer. Samanlık.
Ma'lem
(C.: Maâlim) Eser, iz, nişan, alâmet.
Malemyekün
Sözden ibâret.
Malezim
(Mâlezime) Lüzumlu ve gerekli şey. Malzeme.
Mal-i cizye
Araziden alınan haraç.
Mal-i gaybî
Bulunmuş ve sahibi çıkmamış mal.
Mal-i hulya
f. Vesvese, kara sevdâ, kuruntu, boş hayaller.
Mal-i karun
Mc: Çok zengin.
Mal-i mazmun
Emânet olmayan mal.
Mal-i menkul
Taşınabilen ve nakledilebilen mal. (Arâzi ve binanın haricindekiler)
Mal-i mirî
Miri malı. Hükümete veya devlete ait mal.
Mal-i mütekavvim
Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah olduğundan, mâl-i mütekavvimdir. (Ist.F.K.)
1875
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mal-i nâtık
Canlı mal. (At, deve, koyun gibi)
Mal-i uhrevî
Âhiret için kazanılan sevap. Uhrevî mal.
Mal-i zımar
"Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar."
Malî
(Maliye) Mala ve paraya mensub. Mal ve para cinsinden. Mala ait.
Malide
f. Sürülmüş, sürmüş.
Malih
Tuzlu.
Malihulya
(Bak: Mâl-i hulya)
mâlihülyâ
boş hayâller, kara sevda.
mâlik
mülkün sahibi.
Malik
Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. * Her şeyin sâhibi olan Allah. * Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı.
Malikane
"f. Büyük ve gösterişli köşk. * Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi."
mâlikâne
büyük ev, sahip gibi.
Malik-i yevmiddin
Herkesin dünyâda yaptığının mükâfat ve cezasını göreceği yer olan âhiretin, din gününün, mâliki, sahibi olan Allah (C.C.)
Malikî
(Bak: İmam-ı Mâlik)
Mâlikî
dört hak mezhepten biri.
Malikiyet
Malik ve sahib olma.
mâlikiyet
sahiplik.
Malik-ül mülk
Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.)
Maliş
f. Sürme, sürüştürme.
1876
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Malişgâh
f. Yüz sürülecek yer.
Malişger
f. Sürtücü, oğucu. * Tellak.
Maliyat
Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi.
Maliye
Devletin gelir ve masraflarının idaresi. * Gelir gider hesablarına bakan resmi dâire.
mâliye
mal ile ilgili olan.
Maliyet
Kıymet. Mâlolma değeri.
Maliyyun
Maliyeci.
Malizme
Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür.
Malkoç
Osmanlı İmparatorluğu devrinde akıncıların başı. * Akıncı beylerinden meşhur bir hânedan.
Malperest
f. Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan.
Ma'lufe
Yulaf verilen davar.
mâlûl
hasta.
Ma'lul
İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi.
Ma'lulen
Mâlul olarak, sakat olarak.
Ma'lulîn
(Ma'lul. C.) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler.
mâlûliyet
hasta olma.
Ma'luliyet
Hastalıklı olma, illetlilik.
mâlûm
bilinen.
Ma'lum
Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir. * Bilinen, belli olan.
Ma'lumat
Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler.
mâlûmât
bilinenler.
1877
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ma'lumatfüruş
f. Mâlumat ve bilgi satan. Bilgiçlik taslıyan.
Ma'lumat-ı cüz'iye
Az ve hafif bilgi. Cüz'i mâlumât.
Ma'lumat-ı zaruriye
Lüzumlu ve zaruri mâlumat.
mâlûmiyet
bilinirlik.
Ma'lumiyet
Ma'lumluk. Bilinme, belli olma. * Bilinen ve belli olan şeyin hâl ve sıfâtı.
Ma'ma'
Kimseye birşey vermeyen kadın.
Ma'maa
(C: Meâmi) Acele etmek. * Ateşten çıkan ses. * Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.
mamâfih
bununla beraber.
Ma'mafih
Öyle olmakla beraber.
Ma'mean
Çok fazla sıcaklık.
Mamelek
Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi. * Huk: Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi.
mâmelek
olanca malı.
Ma'mer
Geniş menzil.
Mameza
Geçen veya geçmiş şey. Geçmiş zaman. Mazi.
Mamhuran
bir aşiret ismi.
Mamisa
Bir ot cinsi.
Mamizan
Vers denilen ot.
Ma'mul
(Amel. den) Yapılmış, işlenmiş. * Gr: Avamil'in ikinci bâbı.
mâmûl
yapılmış.
Ma'mulât
İmal edilmiş, yapılmış şeyler. Makine veya elle işlenmiş eşya.
mâmûlât
yapılmış şeyler.
Ma'mulât-ı dâhiliye
Dâhilî mamulat. Memlekette yerli olarak yapılan şeyler.
Ma'mulün bih
Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi)
1878
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mâmûr
bayındır, şenlikli.
Ma'mur
İ'mar edilen, tamir edilmiş.
Ma'mure
İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba.
Ma'muriyet
Bayındırlık, ma'murluk.
Ma'n
Az miktar. * Kolay.
Mana mertebeleri
Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi.
Ma'na
(Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey. * Rüya, düş. * Dilemek, irade.
mânâ
anlam, öz.
Manahnü fîh
Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz.
Ma'nat
Dilemek, iradet. * Kasdolunmuş nesne.
Ma'na-yı harfî
Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, tarif eden mânâ.
Mânâ-yı ismî
"İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. Ağacı görmek ve tanımakla ve meyvelerini almakla Rahmet-i İlâhiyeyi tanıyor, Cenab-ı Hakk'a sevgi ve şükrümüzü arttırıyor ve O'nun emri dairesinde ağaca Rabbimizin iltifatı, rahmeti olarak alâka gösteriyor isek; bu mânâya da mânâ-yı harfî deniyor.(...Dünyayı ve ondaki mahlukatı mânâ-yı harfî ile sev. Mânâ-yı ismî ile sevme! "" Ne kadar güzel yapılmışlar"" de. "" Ne
1879
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kadar güzeldir"" deme ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. Meselâ; nasıl ki bir pâdişâh-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet pâdişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'idir. Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güyâ o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir!.. S.)(Aynen onun gibi, bütün nimetlere, meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleri ile gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk'ın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir... S.)" mancınık
eski bir silah, taş atma aleti.
Mancınık
Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.
1880
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mançur
Asyada yaşayan bir kavim.
Mançurya
"(Mançu memleketi) Asya'nın kuzeydoğu tarafında büyük bir memleket olup, son zamana kadar kuzeyde Ohurcuk Denizine ve Sahalin Adasını ayıran Tataristan Boğazı'na kadar uzandığı halde; doğudan Japon Deniziyle sınırlanmış iken, sonraları kuzey ve kuzeydoğu tarafları Ruslar tarafından zaptedilerek Sibirya'ya katılmıştır. Bir kısmı da Amur ismiyle bir eyalet halinde kalmış ve diğer bir kısmı da sahiller eyaletine eklenerek o taraflardan Mançurya'nın sahili kalmamış ve kuzeyde Amur Irmağı ve doğuda Usuri Nehri Mançurya'nın hududunu teşkil etmiştir. Şimdiki siyasî coğrafyada Mançurya ismi, bu memleketin sadece Çin'e tâbi olan kısmına verilmektedir."
Manda
Fr. Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. * t. Camız denen hayvan. Kömüş.
manda
sömürge, camız.
Mande
f. Kalmış, gitmemiş olan.
mânde
kalmış, yaramaz.
Mandıra
"yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların barındığı yer."
Ma'ne
Ekmek. * Az olan akıcı su. * Şey.
mânen
mânâca, anlamca.
Manen
Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından.
mânend
benzer, eş.
Manend
f. Benzer. Denk. Eş. Gibi.
Manend-âbâd
Ölümle kıyamet arasında geçen zaman.
1881
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Manende
Benzeyen, mümâsil.
Manend-i bîmisal
Misilsiz, benzersiz olan.
Manevî
(Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.
mânevî
maddî olmayan, ruhanî.
mânevîyât
madde üstü hâller.
mânevîye
mânâ ile ilgili.
Maneviyyat
Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan, mukaddesât ve imândan gelen kuvvet (Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, mâneviyatta kördür. H.)
Maneviyyun
Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar.
Manevra
Fr. Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. * Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. * Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etlerine harptekilere benzer şartlar içinde eğitim sağlamak için yaptırılan hareket.
manevra
hareket kabiliyeti, harp oyunu.
Manga
Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca ile avcı erleri bulunur.) * Savaş gemilerinde erlerin yattığı koğuş.
mânî
engel.
Mâni'
Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür.
mânîâ
engel olan.
Mânia
Men'eden şey. Engel. Özür. Zorluk.
1882
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ma'nidar (mânidar)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. Bir mânâyı mutazammın olan. * Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.)"
mânidâr
anlamlı.
mânidârâne
anlamlıca.
Ma'nidarane
f. Mânâlı şekilde.
Mâni-i şer'î
şeriatça kabule engel olan, mâni' olan hâl.
Manivela
Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol.
Manken
Fr. Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli.
Mansab
(Mınsab) Rütbe. (Bak: Mansıb)
Mansıb
(Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'.
mansıb
makam.
Mansıbdâr
f. Mansıbda bulunan.
mansub
atanan.
Mansub
Nasbolunmuş, me'muriyete konulmuş. * Konulmuş, dikilmiş. * Gr: Sonu fetha (üstün) kılınmış kelime. Meftuh olan.
Mansubîn
(Mansub. C.) Memuriyette bulunanlar. Hizmette olanlar.
Mansur
Yardım edilen, yardım görmüş. * Gâlib, muzaffer. (Bak: Mensur)
mansûr
yardım görmüş, zafere ulaşmış.
Mansuriyyet
Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma.
mansûs
iyice kesinleşmiş, âyetle sabit.
Mansus
Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş. * Kur'anda açıkça anlatılmış.
1883
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Manşet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. * Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası.
Mantık
(İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz.
mantık
düşünen akla kurallarıyla yol gösteren ilim.
Mantıkan
Mantığa göre. Mantıkça.
Mantıkî kırâet
Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.
Mantıkî
Mantıka dâir. Aklî ve müsbet olan düşünce, fikir. Mantık kaidelerine uygun.
mantıkî
mantıkla ilgili, mantıklı.
Mantıkiyyât
Mantıkla alâkalı mes'eleler.
Mantıkiyyun
Mantıkla uğraşanlar. Mantık âlimleri.
Mantuh
Boynuzlu hayvan tarafından yaralanan veya öldürülen.
Mantuk
"Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. "" Şu kitabı satın aldım"", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır. * Söz, nukut, mânâ, mefhum."
Manyatizma
Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir. (Bak: İpnotizma)
Manyetik
(Bak: Magnetik)
manyetizma
başka üzerinde uyuşukluk verici tesir.
Manzam
(C.: Menâzım) Sıra, dizi.
Manzar
(Manzara) (Nazar. dan) Bakılan yer, görülen yer. Görünüş.
1884
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
manzar
bakış yeri.
Manzara
Dışarıyı görecek pencere.
manzara
görünüş.
Manzaranî
Gösterişli ve güzel adam.
Manzar-ı âlâ
En yüksek bakış yeri. Kudsi ve en yüksek manzara. Cennet manzarası, arş-ı azam.
Manzar-ı çeşm
Gözbebeği.
Manzarî
Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam.
Manzud
Sık yetişmiş ağaç. * Üstüste istif edilmiş.
manzûm
nazımlı, dizili, düzenli, şiir.
Manzum
Ölçülü, mizanlı, tertibli. * Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi). * Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş.
Manzumat
Manzumeler.
manzûme
şiir, sistem.
Manzume
Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. * Sıra, dizi. Sistem.
Manzume-i şemsiye
"Güneş sistemi, güneş ve etrafında dönen seyyâreler topluluğu.(Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sânii'nin vücuduna ve vahdâniyyetine güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir. Evet, manzume-i şemsiye denilen küremizle beraber oniki seyyare: Cirmleri, küçüklük - büyüklük itibariyle pekçok muhtelif ve mevkileri, uzaklık - yakınlık noktasında pek çok mütefâvit ve sür'at-i hareketleri, çok mütenevvi' olduğu halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmıyarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile, câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhi
1885
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ile bağlanmaları, yâni onlar imamlarına iktidaları, büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlâhiyyeyi ve Vahdâniyyet-i Rabbâniyyeyi gösterir. Çünki: O câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri, nihayet derecede intizam ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünki: Bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin def'a büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.Manzume-i şemsiyenin, yâni şemsin me'mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin acâibini ilm-i muhit-i İlâhiye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz. Görüyoruz ki: Bu seyyaremiz bir azamet-i şevket-i Rububiyyeti ve haşmet-i saltanat-ı Uluhiyyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Güneşin etrafında, emr-i Rabbâni ile - Üçüncü Mektupta beyan edildiği gibi - pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ve seyahat, ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak acâib-i masnuâtı İlâhiye ile doldurulmuş ve zişuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, Kamer dahi dakik hesaplarla azim hikmetlerle ona takılmış ve o Kamere başka menzillerde ayrı seyr ve seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadir-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder. Mâdem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i şemsiyeyi ona kıyas
1886
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
edebilirsin. Hem Şemse, kendi mihveri üstünde cazibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre ""Herkül Burcu"" tarafına veya Şems-üş-şümus cânibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i Rububiyyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır. S.)" manzûmeişemsiye
güneş sistemi.
Manzur
Görülen, bakılan, nazar edilen. * Beğenilen.
Manzure
Belâ, musibet, felâket, âfet. * Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın.
Mar
f. Yılan.
mâr
yılan.
Ma'ra
Vücudun çok zaman çıplak olan yeri.
Maran
(Mâr. C.) f. Yılanlar.
Maraton
yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız koşusu.
Ma'raz
(Ma'rez-Ma'riz) Bir şeyin arzolunduğu yer. Göründüğü yer. Sergi, meşher.
Maraz
Hastalık, illet, dert. Belâ.
maraz
hastalık.
mâraz
sergi.
Ma'razgâh
Arzolunan yer, sergi.
1887
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ma'raz-ı acâib
Acâiblerin teşhir olunduğu yer.
Maraz-ı müstevlî
Salgın hastalık.
Maraz-ı sârî
Tıb: Bulaşıcı hastalık.
Marazî
(Maraz. dan) Hastalıkla alâkalı. Hastalığa ait. Hastalıklı.
Maraziyyât
Hastalıklar ilmi, patoloji.
Ma'rec
Çıkacak yer, merdiven.
Ma'ref
Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri.
Ma'refe
Atın yelesi bittiği yer.
Mar-efsa
f. Yılan tutan, yılan efsuncusu. * Yılan sokmuş kimseyi tedâvi eden kişi.
mâreke
çarpışma yeri, çarpışma.
Ma'reke
Muhârebe meydanı, çarpışma yeri. * Çarpışma. Kıtal. Cenk.
Mareşal
Fr. (Bak: Müşir)
Ma'ret
Kabahat, suç, ayıp, günah.
mârez
sergi.
Mar-gir
f. Yılan tutan, yılan tutucu.
Marhic
Yılan balığı.
Marhuk
Kuşkonmaz bitkisi.
Marık
Dinsiz, mürted, hak dinden çıkan.
mârık
dinsiz.
Marın
(Mârına) Çekiçle dövülerek açılmağa müsait olan. * Kireçtaşı. * Çeşitli renklerde olan bir çeşit toprak.
Ma'rız
(Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği, arzolunduğu makam.
Marız
Hasta, alil, mariz.
Maric
Dumansız ateş, alev. * Dumansız barut.
1888
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ma'ric
Merdiven, yükseliş yeri.
Marid
Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid.
Ma'rife
"Gr: Arabçada mübhem olmayan "" "" harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime. Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur. (Bak: Lâm-ı ta'rif)"
mârife
belli, bilinen.
Ma'rifet mertebeleri
(Bak: Yakin)
Ma'rifet
Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. * Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: İrfân)
mârifet
ilim, hüner, tanıma.
mârifetâşinâ
marifetin yabancısı olmayan.
mârifetnâme
marifet yazısı.
Ma'rifetperver
f. Hünerli, marifetli.
Ma'rifetullah
"Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek. (Ma'rifetin zıddı; inkârdır. İlmin zıddı ise; cehildir.) (Bak: Vicdan-İrfân)(Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râzi'ye mektubunda demiş: ""Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır."" Bu ne demektir? Maksad nedir soruyor?Usul-üddin imamları ve ulema-i ilm-i Kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibül-Vücud ve Tevhid-i İlâhiye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm'ın imamlarından Fahreddin-i Râzi'ye öyle demiş.Evet, İlm-i Kelâm vasıtasiyle
1889
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kazanılan Mârifet-i İlâhiye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'an-ı Mu'ciz-il Beyan'ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir; hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşâallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nurânisinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.Hem, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarına, Fahreddin-i Râzi'nin İlm-i Kelâm vâsıtasiyle aldığı mârifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan mârifet dahi, Kur'an-ı Hakim'den doğrudan doğruya veraset-i Nübüvvet sırriyle alınan mârifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki: Muhyiddin-i Arabi mesleği, huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur'an-ı Hakim'den alınan mârifet ise, huzur-u dâimiyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkum-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak nâmına istihdam eder. Herşey mir'at-ı mârifet olur. Sa'di-i Şirazi'nin dediği gibi: $ Herşeyde Cenâb-ı Hakk'ın mârifetine bir pencere açar.Bâzı Sözlerde ulema-i İlm-i Kelâm'ın mesleğiyle, Kur'andan alınan minhâc-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki; meselâ: Bir su getirmek için, bâzıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i İlm-i Kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra
1890
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vâcib-ül Vücud'un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'an-ı Hakim'in minhâc-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asâ-yı Musâ gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. $ düsturunu, herşeye okutturuyor.Hem imân yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasılki: Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ.. letâif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râziye bu noktayı ihtar ediyor. M.)" mârifetullah
Allahı bilme, tanıma.
Marin
Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer.
Maristan
f. Hastahâne.
Mariz
(Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli.
marîz
hasta.
Marizane
f. Hasta olarak.
Mârr
Geçen, geçmiş, yürüyen.
Mârre
Fık: Herkesin gittiği umumi yoldan yürüyen.
Mârrin ü âbirîn
Gelip geçenler. Gelen giden.
Mârrîn
(Mâr. dan) Geçenler.
Mârr-ül beyan
Beyânı yukarıda geçmiş olan.
Mârr-üz zikr
Yukarıda zikri geçmiş olan, yukarda bahsedilmiş olan.
Marsus
(Bak: Mersus)
Martulos
(Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde
1891
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir. * Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır. mâruf
bilinen, güzel.
Ma'ruf
Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l ma'ruf)
Ma'rufat
Bilinen şeyler. Şeriatın emrettiği hususlar.
Ma'ruf-i cihân
Dünyaca tanınan ve meşhur. Cihânın bildiği.
mârufiyet
bilinirlik.
Ma'rufiyet
Ma'rufluk. Ünlülük, meşhurluk, tanınmışlık.
Ma'rur
Uyuz.
Ma'ruş
Üstü çardak şeklinde yapılı bina.
Mârût
sihir belleten iki melekten biri.
mâruz
arzolunan, verilen, anlatılan, karşı karşıya kalan.
Ma'ruz
Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak. * Arzolunmuş, arzolunan. * Serilmiş, yayılmış. * Verilmiş, sunulmuş. * Anlatılmış. * Bir şeye karşı siper alan.
Ma'ruzât
(Ma'ruz. C.) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler.
mâruzât
anlatılanlar.
Marzat
Rızâ. Memnuniyet, hoşnudluk.
marzî
arzu edilen, razı olunan.
Marzî
Razı olmağa dâir. * Kabul edeceği, razı olacağı.
Marzî-i ilâhî
Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun işler.
Marziyat
Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar.
1892
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
marzîyât
razı olunan şeyler.
Marziye
Razı olma, hoşnud olma, memnuniyet.
Mas'
Davarın kuyruğunu salması. * Vurmak. * Parlamak.
Ma's
Ovmak. * Dürtmek.
Mas
Yeyni, hafif kimse.
Masa'
Kılıçla vuruşmak.
Masabak
(Bak: Masebak)
Mas'ad
(C.: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri.
Masad
(C: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri.
Masadak
"Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. ""Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı"" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir."
mâsadak
bir sözü onaylayan, doğrulayan.
Masadır
(Masdar. C.) Masdarlar.
Masaff
Savaş, muhârebe, harp, cidâl yeri.
Masaha
Sıhhat mevzii. * Kamer, ay.
Masaib
(Bak: Mesaib)
Masaid
(Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler.
Masaif
(Masif. C.) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler.
Masak
Darlık.
Masal
Az miktar olan şey.
Masale
Sızıntı.
Masam
Duracak yer.
Masame
Duracak yer.
Masan
Eşya saklanacak yer.
Masani'
(Masna. C.) Sarnıçlar. Su mahzenleri.
1893
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ma'sara
(Üzüm ve susam gibi şeylerin) sıkıldığı yer.
Masari'
(Mısrâ'. C.) Mısrâlar. * (Masra'. C.) Güreş meydanları.
Masarif
(Masraf. C.) Sarfiyatlar, masraflar. (Masârifât da denir.)
masârif
masraflar, giderler.
Masarifat
(Masârif. C.) Masraflar, giderler. Harcanan paralar.
masârifât
masraflar.
Masarif-i umumiye
Umumi masraflar.
Masarîn
Bağırsaklar.
Masbah
Doğacak zaman ve yer.
Masbu'
Kibirli, gururlu, mağrur. Kendini beğenmiş.
Masbug
(C.: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven.
Masd
Cima etmek. * Emmek.
Masda'
Taşlık yerlerden geçen düz yol.
Masdar
"Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba. * Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir."
masdar
kök, kaynak.
Masdar-ı ca'lî
(Mec'ul) yapma olan masdar. Arapçada, bazı isim ve sıfatların sonlarına (-iyyet) ilâve edilerek yapılır. Meselâ: İnsan: İnsaniyyet, Şâir: Şâiriyyet. Câhil: Câhiliyyet. Merbut: Merbutiyyet gibi.Arapça veya Farsça kelimenin sonuna (-îden) eki getirilerek yapılır. Meselâ: Cenk. den, Cengîden: Cenk etmek. Fehm. den, Fehmîden: Anlamak.Taleb. den, Talebîden: istemek.
Masdar-ı merre
"Fiilin bir defa yapıldığını belli eden masdar. Merre, kerre, lem'a, darbe gibi, ""fa'le"" vezninden gelen masdarlardır."
1894
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Masdar-ı mimî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Başında mim harfi bulunan masdar. (Ketb: Yazmak) masdarının mimisi (mekteb) olduğu gibi.
masdariyet
masdarlık.
Masdu'
Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan.
Masduk
Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş.
masdûk
tasdiklenen.
Masduka
(C.: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm.
Masdum
Çarpılmış. Kendisine vurulmuş.
Masdur
Gönderilmiş, yollanmış olan. * Göğsü incinmiş veya ağrımış olan.
Masebak
Geçen, geçmiş olan, geçmişteki.
Maselef
Evvelki, geçmiş.
Ma'sere
(Ma'seret) Zorluk, güçlük.
Masfuf
(Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş.
Mash (musuh)
Sâbit olma. * Mahvolup belirsiz olmak. * Kısa olmak.
Mash
Tutmak. * Çekmek.
Mashara
(C: Mesâhır) Büyük taşlı yer.
Mashara-i âlem
Âlemin maskarası. Kepaze, rezil.
Mashub
(C.: Mesâhib) Beraber alınıp götürülmüş. Kucaklanmış.
Mashuben
Beraberce, birlikte olduğu halde. Yanında bulunarak.
Ması'
Sağlam vücutlu kimse.
Masır
Mâni, engel.
Masî
f. Pervasız, korkusuz.
Masif
(C.: Mesâif) (Sayf. dan) Yazlık. Yazın oturulacak yer. Sayfiye yeri.
Masik
Yapışkan. * Zapteden, istilâ eden, tutan.
Masile
Üzerinde mum veya fitil yakılan çıra ve şamdan.
1895
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Masîr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden. * Karargâh. * Suyun aktığı yer. * Rücu etmek, dönüp gitmek. * Dönüp varılacak yer.
Masit
Acı su. * Bir ot cinsi.
Masiva
"Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler. (Bak: Taabbüd)(...Ey insan! Kur'anın desâtirindendir ki; Cenab-ı Hakkın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat ma'budiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi mahlukiyet nisbetinde de birdirler. M.N.)"
mâsivâ
yaratıklar.
mâsivâullah
Allahın yarattıkları.
mâsiyet
isyan, günah.
Ma'siyyet
İtaatsizlik, günah, isyan.(Mâsiyetin mâhiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünki, o mâsiyete devam eden ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve mübtelâ olur. Terkine imkân bulamıyacak dereceye gelir. Sonra o mâsiyetinin ikaba mucib olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihâyet, gerek ikabı ve gerek dâr-ülikabı inkâra sebeb olur.Ve keza, mâsiyete terettüp eden hacâletten dolayı, o mâsiyetin mâsiyet olmadığını iddia etmekle o mâsiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacâletten yevm-i hesabın gelmiyeceğini temenni eder.Şayet yevm-i hesabı nefyeden ednâ bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En nihayet nedâmet edip terketmiyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. El-iyazü Billâh! M.N.)
1896
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mask
Muhkem, sağlam. (Müe: Maske)
maskara
kendisine gülünen.
maskaraâlûd
maskaralı.
maskat
düşülen yer, doğum yeri.
Maskat
Düşülen yer.
Maskat-ı re's
Doğum yeri. Vatan. Bir kimsenin doğduğu yer.
Masku'
Kırağı düşmüş yer.
Maskul
Cilâlanmış, saykal vurulmuş. Mücellâ.
Masl
Tarhana. * Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su.
Maslahat
"İş, mes'ele. * Sulh yolu. * Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı; mefsedettir)"
maslahat
fayda, iş.
Maslahatbîn
f. İş yapabilen. İş görmesini bilen.
maslahatdâr
faydalı.
maslahaten
faydaca.
Maslahatgüzâr
f. İş bilir. * Elçi vekili. Elçi namına işleri tâkible vazifeli kimse.
Maslahat-ı mürsele
Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.
maslahatkâr
faydalı.
Maslahatkârâne
f. Maslahata, işe ve maksada uygun surette.
maslahatkârâne
faydalı biçimde.
Maslahatşinâs
f. İşten anlıyan, iş bilen.
Maslak
Su yolu üzerinde bulunan su haznesi. * Dâima akan su borusu. * Büyük yalak.
Masliye
Tarhana çorbası. * Koruk aşı.
1897
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Maslub
Salbolmuş, asılmış. Asılarak idam edilmiş.
Masluben
Asılarak, asılmış olduğu hâlde. Asılma suretiyle.
Masl-üd dem
Kanın sulu kısmı.
Masmasa
Ağzın önü.
Masna'
(Masnaa) Su mahzeni. Sarnıç. * Şimdiki Arapçada: Fabrika. * Bucak, köşe.
Masnea
İçine yağmur suyu toplanan büyük havuz.
Masnu'
(Sun'. dan) San'atla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık.
masnû
sanatla yapılmış eser.
Masnuat
San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
masnûât
sanatlı yapılmış eserler.
Masnuat-ı sayfiyye
Cenab-ı Hakk'ın yaz mevsiminde yarattığı san'atlı güzel eserler.
masnûiyet
sanat eseri olma hâli.
Masnuk
Nezleli kimse.
Masnu-u vâhid
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) (bir tek olan) san'at eseri.
mason
" ""masonluk"" denilen kökü dışarıda gizli ve tehlikeli bir örgütün üyesi, islâm düşmanı."
Mason
Fr. Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir.
Masr
Parmak uçlarıyla süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.)
Masra'
Çarpışma, ölme. * Güreş meydanı.
masraf
gider, harcama.
Masraf
Sarfedilen, harcanan. Gider.
Masrif
(Sarf. dan) Sarfetme ve harcama mahalli.
Masru'
Sar'a hastalığına tutulmuş, sar'alı.
1898
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Masruan
Sar'alı olarak, sar'a hastalığına tutulmuş olarak.
masrûf
harcanmış.
Masruf
Sarfolunmuş, harcanılmış olan.
Mass
(Mâssa) Emici, massedici.
mass
emme.
Massa
Maraz, hastalık. * Zahmet.
Massetmek
Emmek, emerek içmek.
Mast
f. Yoğurt.
Mastaba
(C.: Masâtıb) Sedir, peyke.
Mastaki
Sakız.
Mastihi
Kıbrıs ve Sakız adalarında yetişen bir ağacın adı.
Mastub
Damarlardan taşmış kan.
Mastur
(Satır. dan) Çizilmiş, yazılmış.
Masube
İsâbet etmiş (felâket, musibet, belâ, âfet).
Masug
Kalıba dökülmüş. * Örneğe uygun. * Düz.
Ma'sum
Günahsız, suçsuz.
mâsum
günahsız, suçsuz.
Ma'sumâne
Günahsızcasına, suçsuz olarak.
mâsumâne
masumca.
Ma'sume
Suçsuz kadın veya kız.
mâsume
suçsuz kadın veya kız.
Ma'sumiyet
Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk.
mâsumiyet
masumluk.
Masun
Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan. * Sâlim, sağlam.
mâsûn
korunan.
Masuniyet
Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık.
1899
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mâsûniyet
korunurluk.
Masur
Birbirine katılmış şey. Mümtezic.
Ma'sur
Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış.
Masus
Sirke ile pişmiş güvercin.
Masvat
Çok bağıran.
Masver
Sütsüz keçi. * Sütü zor çıkan deve.
Masyef
(C.: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer. * Su yolunun eğri büğrü yeri.
mâşâallah
Allah korusun!
Maşaallah
Allah'ın istediği gibi. * Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâdır.)
Maşe
f. Maşa.
Ma'şeb
Otlu yer.
Ma'şer
Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı. * Bölük, topluluk.
mâşer
topluluk.
Ma'şerî
Cemiyete âit. Topluluğa âit. Ortaklaşa. Pek çok.
mâşerî
topluluğun olan.
Maşıta
(Meşşâta) Baş tarayan.
Maşî
(Mâşiyye) (C.: Müşşât) (Meşy. den) Yürüyen, yürüyücü.
Maşiye
(C.: Mevâşi) Koyun ve keçi gibi hayvan. * Oğlu ve kızı çok olan kadın.
Maşiyen
Yaya olarak, yürüyerek.
maşraba
su kabı.
Maşrık
(Bak: Meşrık)
maşrık
doğu.
1900
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mâşûk
sevilen.
Ma'şuk(a)
Aşk ile sevilen, sevgili.
mâşûka
sevilen kadın.
Ma'şukiyet
Sevilme hâli. Sevilen bir kimsenin hâli.
Ma'şuş
Zayıf ve cılız adam.
Mata
(C.: Emtâ) Arka.
Ma'tab
(C: Meâtıb) Helâk olacak yer.
Matabi'
(Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri.
Matabih
(Matbah. C.) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler.
Matabîh
(Matbuh. C.) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler.
Mataf
(C.: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yer.
Matahir
(Mathare. C.) Mataralar, su kapları. * Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yerler.
Mataif
(Matâf. C.) (Tavaf. dan) Tavaf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yerler.
Mataim
(Mat'am. C.) Yemek yenilecek yerler. Yemek odaları.
Mataîm
(Mıt'âm. C.) Oburlar, doymakbilmez kimseler. * Başkalarını beslemeler.
Matain
(Matin. C.) Balçıkla sıvanmış yerler.
Mataîn
(Mıt'ân. C.) Mızrakla yaralamakta mâhir ve usta olan.
Matalil
(Matlul. C.) Nemli, ıslak ve yaş şeyler.
Mat'am
(C.: Matâim) Yemek yenilecek yer. Yemek odası.
Matamih
(Matmah. C.) Göz dikilen şeyler. Göz dikilen yerler.
Matamîr
(Matmure. C.) Mezarlar, kabirler. * Bazı şeyleri saklamak için kullanılan toprakaltı yerler.
1901
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Matar
(C.: Emtâr) Yağmur.
Matara
Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.
Matare
Kuşu çok olan yer.
Matarık
(Mıtrak ve Mıtraka. C.) Demirci çekiçleri.
Matarid
(Mıtred. C.) Mızraklar, zıpkınlar.
Matarih
(Matrah. C.) Bir şey atılan yerler. * Tarhedilecek yerler.
Matavi
(Matvi. C.) Kıvrımlar. Bükülmüş şeyler.
Mataya
(Matiyye. C.) Binek hayvanları.
Matbaa
(Tab'. dan) Tab'edilen yer. Kitab, gazete ve sâir yazıların basıldığı yerler. Basımevi.
matbaa
basımevi.
Matbaa-i âmire
Devlet matbaası.
matbah
mutfak.
Matbah(a)
Mutbah. Yemek pişirilen yer.
Matbaha-i kudret
Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer. Kudret mutbahı.
Matbah-ı âmire
Saray mutfağı.
matbû
basılmış.
Matbu'
Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp matbaadan çıkmış olan.
matbûât
basın, basılanlar.
Matbuat
Tab' edilmiş neşriyat. Basılmış şeyler. (Kitap ve gazeteler gibi)
Matbuh
(C.: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç). * Pişirilmiş yemek.
1902
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Matbuhat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Matbuh. C.) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar. * Pişirilmiş yemekler.
Mate
Öldü.
Mateahhar
(Mâ-teahhar) Sonra gelen. Sonradan gelen.
Ma'tebe
Kızgınlık ve hiddetle hitabetmek.
Matekaddem
(Mâtekaddem) Geçmiş zaman, mâzi. * Sâbık. Geçen şey. * Önceleri.
Mâtem
"Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.(...Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer O'nun o nurâni daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve câmidatı dehşetli cenâzeler ve bütün zevil-hayatı zevâl ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak; O'nun neşrettiği nur ile o matemhâne-i umumi şevk-i cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebi düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. S.)"
mâtem
yas.
mâtemâlûd
yasla karışık.
Mâtemdâr
f. Mâtemli, acılı, yaslı.
Mâtemengiz
f. Mâtemi ve yası iktiza eden.
Mâtemfezâ
f. Yası ve mâtemi ziyadeleştirip arttıran.
Mâtemhane
f. Ağlanılan, yas tutulan yer.
mâtemhâne
yas evi.
Mâtemî
Yaslı, mâtemli, üzüntülü.
Mâtemkünân
f. Yas tutup mâtem ederek.
Mâtemzede
Mâtemli. Yaslı.
Materyal
Fr. Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler.
1903
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Materyalist
Fr. Maddeci. Her şeyi madde ile kıymetlendiren. (Bak: Maddiyyun)
materyalist
maddeci, sadece maddeye inanan îmansız.
Materyalizm
Fr. Maneviyatı ve Allah'ı inkâr eden maddiyyunların mesleği.
materyalizm
maddecilik, maddeden başka varlık tanımayan îmansız felsefe.
Matfa
(İtfâ. dan) Söndürülmüş.
Math
El ile vurmak. * Yalamak. * Birbiri ardınca sulamak.
Mathare
(C.: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer. * Su kabı, matara.
Mathum
Dolu, dolmuş.
Matır
(Matar. dan) Yağan, yağıcı.
Mati'
Uzun, tavil. * Her nesnenin iyisi.
Matîn
(C: Metâyın) Balçıklı yer.
Matîr
Yağmurlu gün.
Matîrat
Tehlikeli yerler.
Matîta
(C: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su.
Matiyye
Binek hayvanı. Binek. * Gerinip sevinerek yürüyen.
matiyye
binek.
Matiyye-rân
Bindiği hayvanı yola süren.
Matl
Atlatma, geçirme, defetme. * Çekme.
Matla'
Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer. * Yıldız veya güneşin zuhur etmesi. * Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti. (Bak: Musarra')
matlâ
güneşin doğduğu yer.
Matlab
İstek, istenilen şey. * Hallolunacak mesele. Mebhas. * Kaziye.
matlab
istenen.
Matlab-ı dil-hah
Gönlün isteği, arzu, maksad.
1904
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Matlub
İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş.
matlûb
istenilen.
Matlubat
(Matlub. C.) İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler. * Alacaklar. Ödünç olarak verilmiş olan şeyler.
matlûbât
istenilenler.
Matlul
(C.: Matâlil) Yaş, ıslâk. * Islanmış, nemlenmiş.
Matma'
Tamâ edilecek şey. Çok istenilecek şey.
matmah
tamah ile bakılan.
Matmah
Tamâh olunan şey, hırsla göz dikilerek bakılan şey veya yer.
Matmah-ı cihanî
Bütün herkese ait tamah olunan ve büyük istekle üzerine bakılan şey.
Matmah-ı nazar
Hırsla bakılan şey.
Matmazel
Fr. Evli olmayan gayr-ı müslim kız.
Matmu'
(Tama'. dan) Tama' olunmuş. Hırsla istenen şey.
Matmur
Gömülmüş, defnedilmiş. Toprak altına konulmuş.
Matmure
Toprak altında bazı şeyleri saklamağa mahsus yer. * Kabir, mezar.
Matmus
Gözü doğuştan değil de, sonradan kör olmuş adam.
Matneb
(C: Metânib) Omuz. * Omuzla boyun arası.
Matrah
(C: Matârih) (Tarh. dan) Mahal, yer. * Tarh olunacak şey, tarh edilecek nesne. * Bir şey atılan yer.
Matran
Taç giymiş piskopos.
Matred(e)
Irak eden, uzaklaştıran.
Matris
Fr. Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. * Dizme makinelerinde harf kalıbı.
matrûd
kovulan.
Matrud
Kovulmuş. Tardedilmiş. Uzaklaştırılmış olan.
Matrudîn
Kovulmuş olanlar. Kovulmuşlar.
1905
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Matruh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tarh edilmiş, çıkarılmış. * Belirtilmiş, konulmuş (vergi) * Temeli atılmış (Binâ).
Matruk
Gevşek ve uyuşuk adam. * Kuruduktan sonra yine yağmurla tazelenmiş.
Matruş
Traş olmuş. Sakalsız. * Sağır kimse.
Matt
Çekmek.
Matta
İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri. (Bak: Havari)
Mattal
(Mattâle) Devamlı olarak borcunu ileri atıp geciktiren.
Matte
Vesile, sebep.
Ma'tuf
Ait ve râci' olan. * Bir tarafa meyletmiş. Mâil olan. * İsnadedilen. Yöneltilmiş.
mâtûf
yöneltilen.
Ma'tufun aleyh
f. Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Bak: Harf-i atıf)
Ma'tuh(e)
(Ateh. den) Bunamış, bunak. * Sakat, kötürüm. Amelmânde.
Ma'tuhane
Bunakçasına, bunamışçasına.
Ma'tuk(a)
(C.: Maâtik) (Atâk. dan) Azat olunmuş. Azatlı.
Mat'um
(C.: Mat'umat) Yenecek yemek. Taam.
Mat'umat
"(Taam. dan) Yemekler. Taamlar. Yenecek şeyler.(""Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerim, Halik-ı Rahim, küçük midenin cüz'i arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz envaı mat'umat-ı lezizenin icadiyle kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyâc-ı fıtriden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve külli ve daimi ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli bekaya dâir gayet kuvvetli duâsını kabul etmesin? Hâşâ.. yüzbin defa hâşâ.."" L.)"
matûmât
yemekler.
1906
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mat'un
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş. * (Ta'n. dan) Ayıplanmış.
Mat'unen
Vebâya tutularak.
Maturidî
Mâturidi Mezhebi ve bu mezhebden olan. Semerkand şehrinin Mâturid köyünden olan Ebu Mansur-u Mâturidi'yi (Hicri: 280-332) itikadda imam olarak kabul edenler. Amelde Hanefi Mezhebinden olanlar, itikadda Maturidi mezhebindendir. Çünkü bu Zât, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif görüşleri, eserleri ile reddederek ıslâh etmiştir.
Ma'tut
Mağlup, yenilmiş.
Mâtüridî
itikadda hak mezhep imamı olan âlim.
Matv
Çekmek.
Matvî
Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey.
matvî
dürülen, içine tıkılan.
Matviyy
Dürülmüş nesne.
Matviyyât
Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar.
Matviyyen
Sarılı olduğu halde. Dürülerek. Kıvrılarak.
Mauk
şer, yaramaz.
Ma-ul hayat
Mc: Haysiyyet. Şeref, yüz suyu. * Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat.)
Ma-ul verd
Gül suyu.
Maul
Üstün gelinmiş.
Mâun suresi
"Kur'an-ı Kerim'in 107. Suresidir. ""Eraeyte Suresi"" de denir."
Maun
Eve lâzım şeyler. Ev eşyası. * Malın zekâtı. * Ufak tefek ihtiyaçlar. * Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek istenmeyen şey.
1907
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
maûn
yardım.
Maune
Mavna. Yük taşıyan büyük kayık.
Maunet
Yardım. İmdat. * Azık. Yol yiyeceği. * Cenab-ı Hakk'ın salih kullarına olan imdadı, inayeti. * Huk: Masarif.
maûnet
yardımlar.
Mâ-ül bahr
Deniz suyu.
Mâ-ül hayat
Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat)
Ma'v
Olmuş taze hurma. * Ses, avaz.
Ma-vakaa
Vaki' olan. Hâdise. Sergüzeşt.
Ma-veka'
(Mâ-Vaka') Vâki olan, olup biten.
Ma'vel
Ağıt edecek yer.
Ma-vera
Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar.
mâverâ
perde arkası.
Mâ-veraî
Öteye mensub ve âid. * Diğer âlemle alâkalı.
Mavera-ün nehr
Ceyhun ırmağının doğusunda kalan ülkelere müslüman coğrafyacıların verdiği ad. Türklerin yaşadıkları bu ülkeler, Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının havzalarını ihtiva ediyordu. * Dicle ile Fırat arası.
Maviye
Billur taşı.
Mavna
Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne.
Mavtın
(C.: Mevâtın) (Vatan. dan) Vatan. Yurt edinilen ve yerleşip oturulan yer.
mâvudieleh
varlık gayesine uygunluk.
Mavzer
Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh.
1908
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mavzer
bir çeşit tüfek.
Ma'y
Su arkı. Su mecrâsı.
Maye
Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi deve.
mâye
maya, öz.
Mayedar
f. Kudretli, paralı.
Maye-i şeb
Gece karanlığı.
Mayhoş
f. Biraz ekşice lezzetli tatlı.
Mayıh
(C: Mâha) Kova doldurmak için kuyu içine inen kişi. * Bahşiş veren, atâ eden.
Mayın
ing. Karada ve denizde, daha çok gizlendirilerek konulan ve temas edilince patlayan bomba.
Mâyi'
Akıcı. Akıcı madde.
mâyî
sıvı.
Mâyiât
(Mâyi'. C.) Akıcı cisimler. Su halinde bulunan, akan şeyler.
Mâyi'-i nârî
Ateş halinde su veya buhar.
Mâyiiyyet
Mâyilik, akıcılık, sıvılık.
Mayir
(C: Miyâr) Taamlandıran, yiyecek veren.
Ma'yub
Ayıplanmış. Ayıplanan. Bir kusuru ve eksiği olan.
Ma'yubat
(Ma'yube. C.) Ayıplanacak şeyler. Eksiklikler, noksanlıklar, kusurlar.
Ma'yuben
Kusur ve ayıp sayılarak. Ayıplanarak.
Mayuhdes
Sonradan olan.
Mayu'kal
Anlaşılır.
Mayu'ref
Bilinmez. * Minder altında saklanan şey.
Maz'
Gön yağlamak. * Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak.
1909
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ma'z
Keçi. Karaca.
Maza ma maza
Olan oldu. Geçen geçti.
Maza
(Mezâ) Geçti (mânasına fiil).
Maz'a
Her nesnenin bakiyyesi, artığı.
Mazacı'
(Mazca. C.) Kabirler, mezârlar.
Mazacir
(Mazcer. C.) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.
Ma'zad
Alemi, giyen kişinin pazusuna gelen alemli elbise.
Mazağ
Çiğnenecek veya çiğnedikleri yemek.
Mazahir
(Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler. * Nâil olmalar. * Şereflenmeler.
mazâhir
görünme ve ortaya çıkma yerleri.
Mazak
Darlık.
Mazalim
(Mazleme. C.) Haksızlık ve adaletsizlikler. Zulümler. * Adâlet dâiresi.
Mazalle
Yol aranılan yer.
Mazallenişin
f. Gölgelikte oturan.
Mazamîn
(Mazmun. C.) Mânâlar, mefhumlar, kavramlar. * Ödenmesi gereken şeyler. * Cinaslı, nükteli sözler.
Mazanne
(Mazınne) Zannolunduğu yer. Zan götüren. * Ermiş sanılan.
mazanne
zanlı yer veya kimse
Mazanne-i hayr
Kendisinden yalnız iyilik umulan kimse.
Mazanne-i su'
Kendisinden ancak kötülük beklenen kimse.
Mazarr
Zararlar, ziyanlar. Mazarrât.
Mazarra
Meşakkat, zahmet. * Ziyân.
mazarrât
zararlar.
Mazarrat
Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
Mazayık
(Mazîk. C.) Zor güç işler. * Sıkıntılı ve dar yerler.
1910
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mazaz
Musibet, felâket ve belâ acısı. * Acıma, üzülme, kederlenme.
Mazbata
Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme.
mazbata
tutanak.
mazbût
tutulan, derli toplu.
Mazbut
Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. * Sağlam. * Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. * Muhâfazalı. Korunmuş. * Belli, belirtilmiş.
Mazbutât
"(Mazbut. C.) Ele geçirilmiş; kaydedilmiş; hatırda tutulmuş şeyler. Mazbut olan şeyler."
Mazca'
(Madca) Yatılacak yer. Mezar, kabir.
Mazcer
(C.: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.
Ma'zel
(C: Meâzil) Irak, uzak, baid.
Mazem
İki dağ arasında olan dar yol. * Dar olan her yer.
Ma'zeret
Elde olmadan suç, kabahat işleme. * Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme.
mâzeret
elde olmayan özür.
Ma'zeretcu
f. Özür arıyan.
Ma'zerethâh
f. Özür dileyen. Afvedilmesini isteyen.
Ma'zeretmend
f. Özürlü, kusurlu. Mazeretli.
Mazfuf
Yanında olan şeyleri tamamen tükenmiş olan kimse.
Mazg
Ağızda çiğneme.
Mazgal
yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi.
Mazhak
(C: Mezâhık) Gülünç kimse.
mazhar
ortaya çıkma ve görünme yeri.
1911
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mazhar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
Mazhar-ı esmâ
"Çok sıfatlara ve isimlere mensub hâller kendinde görünen. İsimlere, isimlerinin üzerinde te'sirlerine mazhar (sâhib) olan. * Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellisine mazhar ve âyine olmuş olan.(Cenab-ı Hak insana giydirdiği vücud libasını san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış. O vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. L.)"
Mazhar-ı ilhâm
Kendine ilhâm olunan. (Arı, hayvan ve insanlara olduğu gibi) Kalbine ilhâm gelen zât.
Mazhariyet
Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet.
mazhariyet
mazharlık.
Mazıg
Çiğneyen, çiğneyici.
Mazınne
(C: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer.
Mazır
Ekşi, hâmız.
Mazi
"Geçmiş zaman. Geçen, geçmiş olan. * Gr: Bir işin geçen zamanda yapıldığını bildiren fiil. Fiil-i mâzi. Mazi sigası.(O Kadir-i Mutlak, bütün istikbaldeki acaib-i imkânata muktedirdir. Dünü getiren, yarını getirdiği gibi; maziyi icad eten O Zât-ı Kadir, istikbali dahi icad eder. Dünyayı yapan o Sani-i Hakim âhireti de yapar... M.)"
mâzi
geçmiş zaman.
Mazif
Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne.
Mazife
İzâfe olunmuş. * Keder, hüzün, tasa, gam.
Mazi-i naklî
"Yalnız işitilen bir şeyi anlatan fiil sigası. ""Nuri gelmiş"" gibi."
Mazi-i şâd
Neş'eli, sevinçli mâzi.
1912
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mazi-i şuhudî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Gözle görünen veya görmüş gibi bilinen bir şeyi anlatan fiil sigası, kipi. ""Nuri geldi"" gibi."
Mazîk
Dar yer.
Ma'zil
Ayrı. Ayrı bir yer. * Uzak. Baid.
Mazille
Kıldan yapılma büyük çadır.
Mazîm
Mazlum.
Mazin
Karınca yumurtası. * Bir kabilenin adı.
Mazîr
Ekşi, hâmız.
Ma'zire
(C: Meâzir) Özür etmek.
Mazîre
Ayran.
Maziryun
Şahtere otu.
Maziyan
Kendisinden küçük arklara ayrılan büyük su arkı.
mâziyât
geçmiş zamanlar.
Maziyat
Geçmişler. Geçen zamanlar.
Maziye
Şarap, hamr. * Beyaz iyi bal. * Beyaz ince yumuşak gömlek.
Mazîz
Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş.
Mazleme
(C.: Mezâlim) Zulüm ve adaletsizlik. Haksızlık. Can yakma.
mazlûm
zulüm görmüş, sessiz.
Mazlum
Zulüm görmüş. Kendine zulmedilmiş. * Halim, selim, sakin, sessiz.
mazlûmâne
zulüm görmüşcesine.
Mazlumane
Zulüm görmüşe yaraşır surette. * Sessizce. Sessizlikle.
mazlûmen
zulmedilerek.
mazlûmîn
zulmedilenler.
Mazlumîn
Zulüm görmüş kimseler.
mazlûmiyet
zulme uğramışlık.
Mazlumiyyet
Mazlumluk. Zulüm görmüşlük. * Sessizlik, yavaşlık.
1913
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mazmaz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(İbranice) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Suhuf-u İbrahim ve Tevrat'taki ismi.
mazmaza
abdestte ağzı yıkamak.
Mazmaza
Gusül veya abdest alırken, elleri yıkadıktan sonra üç kere ağız dolusu su alıp ağızda çalkalamak.
Mazmi
Sulanan ekin.
Mazmum
(Zamm. dan) Zammolunmuş. İlâve olunmuş. * Yapışmış. * Zamme ile okunan.
mazmûm
eklenmiş.
mazmun
ince anlamlı söz.
Mazmun
Meâl. Mâna. Mefhum. * Nükteli, san'atlı, ince söz. * Ödenmesi lâzım olan. * Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey.
Maznuk
Nezle olmuş. Nezleli.
Maznun
(Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen. * Huk: Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık.
maznun
zanlı, sanık.
Maznunîn
(Maznun. C.) Zan altında bulunanlar. Şüpheli kimseler.
Mazra
Ayran. Bir nevi yemek.
Mazrac
(C: Mezaric) Eski elbise.
Mazrahî
Akbaba. * Ulu, şerefli kimse. * Her beyaz nesne.
Mazreb
Vuracak yer. * İlikli kemik.
Mazrub
(Zarb. dan) Zarbolunmuş. Çarpılmış. Dövülmüş. * Basılmış, damgalanmış. * Mat: Çarpılan. (Bak: Madrub)
Mazrubeyn
Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.
mazrûf
zarfa konan.
1914
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mazruf
Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan.
Mazrufât
(Mazruf. C.) Zarflı olanlar.
Mazrufen
Zarf içinde olarak. Zarflı surette.
Mazrur
Zarar etmiş. Ziyan görmüş.
Mazrus
Örülmüş, örülerek yapılmış. Diş takımı.
Ma'zub
Kötürüm kimse.
Maz'uf
Zayıf ve cılız. Zayıflamış.
Mazufe
İzâfe olunmuş.
Ma'zul
(Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş.
Ma'zulen
Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak.
Ma'zulîn
(Ma'zul. C.) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler.
Ma'zuliyet
Azledilme hâli. Açıkta kalınış.
mâzûr
özürlü.
Ma'zur
Özürlü. Özrü olan.
mâzûriyet
özürlülük.
Ma'zuriyyet
Ma'zurluk. Özürlülük.
Ma'zuz
Katı, şiddetli, şedid.
Mazz
Nar.
Meab
Dönülecek yer. Sığınılacak yer. Melce'.
meâb
sığınak, dönüş yeri.
Meabid
(Bak: Maâbid)
Mead
Ahiret. (Bak: Maâd)
meâd
varılacak yer, âhiret.
Meadib
(Me'debe. C.) Ziyâfetler.
Meadin
(Bak: Maâdin)
1915
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Meahiz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Me'haz. C.) Me'hazler. Bir şeyin çıktığı veya alındığı yerler. Kaynaklar.
Meakil
(Me'kele. C.) Yenilecek şeyler. Yemekler. Erzâk.
Meâl
"(Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum. * Mânası. Kısaca mânası. * Kaymak. * Husul yeri, peyda olunacak yer. * Son, sonuç.(Meâl, te'vilin me'hazi olan ""evl"" mânasına masdar-ı mimîdir. Bir şeyin varacağı gâye mânasına ism-i mekân da olur ki, te'vilin hasılı demektir. Bundan başka meâl, bir şeyi eksiltmek mânasına da gelir. Onun için örfte bir kelâmın mânasını her vechile aynen değil de, biraz noksaniyle hasılına göre ifade etmeğe de meâl denilmiştir. E.T.)"
meâl
sözün kısaca anlamı.
Meâlen
Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre. (Bak: Te'vil)
Meâl-i icmalî
Kısaca hülâsası, kısaca mânâsı. İcmalî meâl.
Mealî
(Bak: Maâlî)
Meâlî
Kısaca mânasına ait.
Mealim
(Bak: Maalim)
Mealperver
f. Mânâlı. * Mâna anlatan.
Meân
Mekân, menzil.
meânî
anlamlar.
Meann
Enli, geniş. * şişman gövdeli kimse. * Hatip.
Mear
Saç ve sakalın dökülmesi.
Mearib
İhtiyaçlar, hâcetler, lüzumlu ve istenen şeyler. İstekler.
Mearic suresi
Kur'an-ı Kerim'in 70. Suresi olup Seele veya Mevaki Suresi de denir ve Mekkîdir.
1916
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mearic
(Mi'rac. C.) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler.
mearic
çıkılacak yerler.
Mearre
Keffaret, diyet. * Elem, meşakkat, dert, günah.
Measi
(Bak: Maâsi)
meâsi
isyanlar, günahlar.
Measim
Günahlar. * Günah işlenecek yerler.
Measir
(Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler.
Measir-i bergüzide
Seçme güzel eserler, izler, nişanlar.
Meass
Çok cür'etli. Hiç çekinmeyen.
meâyib
ayıplar.
Meayib
Kusurlar, ayıblar, lekeler. (Bak: Maâyib)
Meaz
(Bak: Maâz)
Meazib
(Mi'zab. C.) Oluklar. Su yolları.
Meazif
Sazlar. Çalgılar. Saz âletleri.
Meazin
(Me'zene. C.) Ezan okunan yerler.
Meazir
(Mi'zer. C.) Peştemallar.
Mebad
(Mebâdâ) f. Sakın, olmaya ki...
Mebadi
(Mebde. C.) Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. * Prensipler.
mebâdi
başlangıçlar.
Mebadi-i zaruriyye
Bir hakikat tam bilinmeden önceki isbat edici zaruri emâreler, başlangıçlar, hazırlıklar. (Bak: Hads)
Mebahis
Bahisler. Mebhaslar. * Araştırma yerleri.
mebâhis
konular.
Mebahis-i ilmiye
İlmi bahisler.
Mebal
(Bevl. den) Sidiğin çıktığı yer.
1917
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mebaliğ
(Meblâğ. C.) Paralar, akçeler.
Mebani
Temeller. Esaslar. * Yapılar. Binâlar.
Mebani-i kelâm
Sözün esâsını teşkil eden şeyler.
Meb'as
(C.: Mebâis) Yollanma, gönderilme.
Meb'at
Yaban sığırının yatağı. * Davar ve deve yatağı. * Mekân, menzil.
Me'baz
(C: Meâbiz) Diz altındaki çukur.
Mebde'
Baş taraf. Başlangıç. Başlama. * Kaynak. Kök. Temel. Esas.
mebde
başlangıç.
Mebde-i sukut
Sukutun başlangıcı. Düşüşün mebdei.
Mebdeiyet
Başlangıç olma işi.
Me'bele
Deve duracak yer. * Devesi çok olan yer.
Meberrat
(Meberre. C.) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan işler.
Meberre
(C.: Meberrât) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan iş.
Meberret
Nöbet şekeri.
Mebga
Talep mevzii, isteme yeri.
Mebguz
Sevilmemiş. Buğzedilmiş. Nefret edilmiş.
mebğuz
sevilmeyen.
mebhas
bölüm.
Mebhas
Kısım. Bahis. Fasıl. Bir mes'eleye âid söz. * Arama, araştırma yeri. * Bir şeyin arandığı yer.
Mebhur
Nefes darlığına mübtelâ olan, hırhır soluyan.
Mebhus
Bahsolunan. Bahsolunmuş. Evvelce bahsi geçmiş.
Mebhus-ün anh
Sözü geçmiş şey. Bahsolunan şey.
Mebhut
Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem.
mebhût
şaşkın.
Mebi'
(Bey'. den) Satılmış şey.
1918
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mebit
(Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer.
Mebiz
(C.: Mebâyiz) Tıb: Yumurtalık.
Mebkale
(C: Mebâkıl) Sebzevat yetiştirilen yer.
Meblağ
Para, mevcud para miktarı. * Yetişmek.
meblağ
tutar, miktar.
Meblevle (mibvele)
İçine bevledilen kap.
Meblu'
(Bel'. den) Yutulmuş.
Meblul
Nemli, yaş. Islak, ıslanmış.
Mebna
Temel. Yapı yeri. * Üss-ül esas. Asıl ve esas.
mebnî
kurulan, dayanan.
Mebni
Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.
Mebrade
Soğukluk. * Soğukluk verecek zaman ve mekan.
Mebrez
Abdesthâne.
Mebrud
Soğuk, soğumuş.
Mebruk
Tebrike şâyeste kimse. Tebrike değer nesne.
Mebrur
Hayırlı. Makbul. Beğenilmiş. Sadık olmakla makbule geçmiş olan.
Mebruz
Gösterilmiş, ibraz olunmuş. * Açılmış mektub.
Mebsem
(C: Mebâsim) Tebessüm etmek, hafif gülümsemek.
Mebsus
Dağılmış. Yayılmış. Herkesçe duyulmuş. şayi' olmuş.
Mebsut
Açılmış. Yayılmış. Serilmiş. * Mufassal. Etraflıca beyan olunan. Bast olunmuş. Uzun uzadıya anlatılmış.
mebsût
genişleyen.
1919
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mebsuten mütenasib
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Birbirlerine nisbetli olan iki şeyden birinin artmasıyla, diğerinin de aynı nisbetle artması; veya eksilmesiyle diğerinin de eksilmesidir. Doğru orantılı."
mebsûten
genişleterek.
Mebsuten
Mebsut olarak.
Mebşure
Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın.
Mebşuş
(C.: Mebâşiş) Silinmiş. İzi eseri kalmamış.
Mebtun
Karnı hasta olan kimse.
Mebtuş
Tutulmuş. * Hışım olunmuş.
Mebtut
Kesilmiş ve ayrılmış.
Mebtute
Fık: Üç talak ile boşanmış olan kadın.
Meb'uc
Karnı delinmiş.
mebûs
gönderilen, milletvekili.
Meb'us
Gönderilen. Ba's edilen. * Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen. * Allah tarafından gönderilmiş olan. * Öldükten sonra diriltilen.
Meb'usân
f. Meb'uslar. Milletvekilleri.
mebûsân
mebuslar, milletvekilleri.
Meb'usiyet
Mebusluk. Milletvekilliği vazifesi.
Mebyet
Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer.
mebzûl
bol, çok, ucuz.
Mebzul
Bol. Çok sarf olunan. Ucuz.
Mebzulî
Bolluk, çokluk, kesret.
mebzûliyet
bolluk, çokluk, ucuzluk.
Mebzuliyyet
Ucuzluk. Bolluk.
Mebzuliyyet-i elvan
Renk bolluğu.
1920
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mec'
Hurmayı sütle ıslatıp yemek.
Meca'
Açlık.
Mecaa
Hilebazlık etmek, hile yapmak.
Mecadif
(Micdâf. C.) Kayık veya sandal kürekleri.
Mecadil
(Micdel. C.) Köşkler, kasırlar.
Mecae
(Mecâet) Açlık. Acıkma.
mecâl
tâkat.
Mecal
Tâkat. Güç. Kuvvet. * İktidar. İmkân. * Fırsat.
Mecalî
(Meclâ. C.) Aynalar.
mecâlis
meclisler.
Mecalis
Meclisler. Toplantılar. Toplantı yerleri.
Mecami'
(Mecmua. C.) Mecmualar. Dergiler.
Mecamir
(Micmer. C) İçlerinde tütsü yakılan kaplar, buhurdanlar.
Mecane
Ne bulursa sakınmadan yapmak. Mecnunluk.
Mecanik
(Mencenik. C.) Mancınıklar. (Bak: Mancınık)
Mecanin
Mecnunlar. Deliler.
Mecarî
(Mecrâ. C.) Mecralar. Su yolları. Su yatakları.
Mecaz
"Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak. * (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol. * Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi. Meselâ: Bazı Hadis-i Şeriflerde dünyaya nezâret eden iki melâikenin öküze ve balığa benzetildiği gibi.Edebiyat: Lügatı'nın, ""Mecaz"" Maddesinde şu tafsilât vardır: Bir kelime, kendi mânasında kullanılırsa; hakikat olur. Eğer bir münasebetle asıl mânasından başka bir mânada istimâl edilir ve kendi mânasında kullanılmasında ""karine-i mânia"" bulunursa mecaz'dır.
1921
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meselâ; tahta kelimesi ağaçtan satıh mânasına olduğu halde hakikattır. Fakat yazı levhası mânâsına kullanılır. Faraza, Muallim tarafından talebeye ""tahta başına geç"" denilirse, mecaz'dır. Çünkü, levhanın tahtadan yapılmış olması münasebeti ile, bir de başına geçilecek tahtanın ancak yazı tahtası olup döşeme ve tavan tahtalarının başına geçilemiyeceği karine-i mâniası ile, o kelime hakikat mânâsından mecâz mânâsına naklolunmuştur.Nakildeki münasebete alâka denilir. Alâkası teşbih olan mecazlar istiâre, başka türlü alâkası bulunanlar da mecaz-ı mürsel'dir. Mecaz-ı mürselin alâkaları teşbihten başkadır ve en meşhurları şunlardır:1- Hulul : Hakikat ve mecaz mânalarında birinin ötekine mahal olmasıdır. (Derse girildi) denildiği vakit, hâl olan dersin söylenip onun mahalli bulunan dershânenin kasdedilmesi. (Yemekhâneye indi) denilince de, mahal bulunan yemekhânenin zikrolunup yemeğe inildi, denilmek istenmesi gibi.Mânâca cüz'i bir fark ile buna, zarfiyyet, mazrufiyyet alâkası da diyebiliriz.2Sebebiyyet, müsebbebiyyet : Hakiki ve mecazi mânâlardan birinin diğerine sebeb müsebbeb olmasıdır. ""Bir muharrir, kalemiyle geçinir"" cümlesinde sebeb olan kalemin zikredilip müsebbeb olan yazı ücretinin kasdedilmesi; kar yağarken söylenilen ""bereket yağıyor"" cümlesindeki müsebbeb olan bereketin zikredilip, sebeb olan karın murad edilmesi gibi.3- Cüz'iyyet, külliyet : Hakikat ve mecaz mânâlarından biri, diğerinin cüz'ü olmasıdır. Diğer bir tabir ile; bir şeyin bütünü kasdedilmesidir. ""Marmaradan her yelkenUçar gibi neş'eli""beytindeki yelken kelimesi gibi. (ki, onun zikriyle bütünü söylenip parçası, yahut parçası söylenip bütünü bulunan kayık murad edilmiştir).4- Itlâk ve takyid : Hakikat ve mecaz mânâlarından birinin
1922
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mutlak yâni umuma; o birinin mukayyed, yâni hususa delâlet eder olmasıdır. Hayvan kelimesindeki mânâ umumidir. Hayvan deyip de meselâ ""At"" ı murad etmek onu mukayyed bir mânâda kullanmak demek olacağından ""Mecaz"" olur.5- Kevniyyet : Bir şeye eski hâlinin ismini vermektir. Bir vâlidenin, yetişmiş oğluna; ""bizim çocuk"" demesi gibi.6- Evveliyyet : Bir şeyi sonra olacağı isim ile zikretmektir. Tıbbiye ve deniz mekteblerine yeni girmiş talebeye ""Doktor ve Kaptan"" denilmesi gibi.(Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikate inkılâb eder, hurâfata kapı açar. S.)" mecâz
sözün başka mânâda kullanılması.
Mecaze
Cevizlik yer.
Mecazen
Mecaz olarak. Gerçek değil de mecaz yoliyle.
Mecaz-ı mürsel
Edb: Kelimenin asıl mânâsıyla mecazî mânâsı arasında benzerlik bulunmasından başka bir alâka bulunmasıyla olan mecazdır.
Mecazî
Mecazla ilgili.
mecâzî
mecazlı.
Mecazib
(Meczub. C.) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar.
Mecbe
Geniş ve işlek yol.
Mecbee
Mantar yetişen yer.
Mecbub
Hayası ve zekeri kesilmiş.
Mecbul(e)
(Cibillet. den) Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan.
Mecbur
Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş. * Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)
mecbûr
zorlanmış, zorunlu.
Mecburen
İster istemez. Cebirle. Zaruret icâbı. Zorla.
Mecburî
Zor altında, ister istemez, yapma mecburiyetinde.
1923
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mecbûriyet
mecburluk.
Mecburiyet
Zora tutulma. Mecburluk.
Mecc
Ağızla su püskürmek. * Sulu şeyler atmak ve saçmak.
Meccan
Parasız, karşılıksız, ücretsiz, bedâva, meccânen.
meccânen
bedava, parasız.
Meccanen
Ücretsiz, parasız.
Meccanî
Bedavacı. Parasız.
Meccaniyet
Ücretsizlik, meccanilik.
Mecd
Büyüklük. Azamet. * şeref, itibar.
Mecdere
Lâyık olacak mekân.
Mecdeye
Kıtlık yeri.
Mecdud
Rızkı bol, nasibli, bahtiyar. * Kesilmiş, maktu.
Mecdul
Sağlam ve muhkem şey. * Sağlam yapılı ve kemikli kimse. * Bükülmüş.
Mecdur
Tıb: Çiçek çıkarmış kimse.
Me'cel
(C: Meâcil) Su toplanan yer.
Mecellat
(Mecelle. C.) Mecmualar, kitaplar, dergiler.
mecelle
dergi, kanun dergisi.
Mecelle
Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife. * Fıkıh kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası. * İslâm Hukukuna dâir bir mecmua.
Mecenne
Kalkan, siper. * Delilik, mecnunluk, divanelik.
Mecer
Koyunun karnındaki kuzu büyüdükçe durmaya kadir olmaması. * Büyük asker. * Susuzluk.
Mecerre
(Mecerret-üs Sema) Kehkeşan, Samanyolu denilen büyük, parlak yıldız kümesi.
1924
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mecfer
Beli kalın olan at.
Mechel
(C.: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız. * Yolu ve izi olmayan çöl.
Mechele
Birini câhilliğe sevkeden şey.
Mechud
(Cehd. den) Çalışmış uğraşmış, didinmiş, cehdetmiş. * Kuvvet, kudret, güç.
mechul
bilinmeyen, meçhul.
Mechul
Bilinmeyen. Belli olmayan.
Mechulat
(Mechul. C.) Mechul olan ve bilinmeyen şeyler.
Mechuliyet
Bilinmezlik, mechullük.
Mechul-ül ahval
Kimin nesi olduğu bilinmeyen kimse.
Mechul-ün neseb
Kimin çocuğu olduğu bilinmeyen kişi.
Mechure
Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men'ederler.
mechure
nefesin tutulup sesin çıkarılmasıyla okunan harfler.
Mechuriye
Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş.
Meci
(Meciyyen) Gelme, geliş.
Mecid
Azametli. Şerefli. Gâlib. * Esmâ-i İlâhiyedendir.
mecid
yüce, şerefli.
Mecidiye
Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş para.
Mecl
Elin kabarması. * Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması.
Mecla
(C.: Mecâli) Ayna, mir'at. * Çıkma ve görünme yeri. * Başın tepesinde kıl bitmeyen yer.
1925
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mecleb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Beyaz çiçekli bir otun adı. (Adam boyu uzar ve yaprağı zerdaliye benzer.)
meclis
bir mesele için toplanmış insan topluluğu.
Meclis
Oturulacak, toplanılacak yer. * Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu. * Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina.
Meclis-ara
f. Meclisi süsleyen.
Meclis-ârâ
Meclisi süsleyen.
Meclis-efruz
f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan.
Meclis-füruz
f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan.
Meclis-i a'yân
Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümet tarafından seçilmiş olan meclis. (Bunun karşılığı, zamanımızda, senato meclisidir.)
Meclis-i mebusan
Halk tarafından seçilen meb'usların meclisi. Millet Meclisi.
Meclis-i ülfet
Konuşma meclisi.
Meclis-i vükelâ
Kabine toplantısı. Bakanlar kurulu toplantısı.
Meclisî
Meclisle alâkalı. Meclise ait.
Meclisiyan
Meclis ehli. Mecliste bulunan âzâlar.
Meclub
Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun.
meclûb
çekilen, celbolunan.
Meclubiyet
Tutkunluk, meclubluk.
Meclüvv
Parlak, cilâlı. Mücellâ.
Mecma'
Toplanılacak yer. Kavuşulan yer.
mecmâ
toplanılan yer.
Mecma-ı ekber
En büyük toplanma yeri. Mahşer.
Mecma-ı hakaik
Hakikatlerin toplandığı yer. Hakikatlerin merkezi.
1926
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mecma-i aleyh
Hakkında toplanılan, ittifak edilen, birleşilen şey.
Mecma-ül ezdâd
Zıtların toplandığı yer. * Mutlak hürriyet.
Mecma-ül küll
Hepsinin toplandığı yer.
Mecmece
Yazının karışık olması. * Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek.
Mecmede
Buzluk, karlık.
Mecmu'
Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.
mecmû
toplam.
Mecmua
Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi. * Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle. * Kolleksiyon.
mecmua
yazılar topluluğu, dergi.
Mecmuan
Toptan, birden, toplu olarak.
Mecmuat-ül ahzab
Şeyh Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevî'nin üç ciltlik bir duâ mecmuası.
Mecmuiyyet
Topluluk. Bütünlük. Tamlık.
Mecneb
Çok şey.
Mecnub
Güney rüzgârı yetişen kişi. * Akciğer zarı iltihabı olan kişi.
mecnûn
deli, çılgın.
Mecnun
Deli. Çılgın. * İnsanlara çok hususta uymayan. * Birini çok fazla sevip aklını kaçıran. Âşık.
Mecnunane
f. Delice, divanece. Mecnunlara ve delilere yakışır surette.
Mecnuniyet
Delilik. Mecnunluk.
Mecr
Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki yavrusunu bir malla değiştirmek. * Çokluk asker. * Akıl.
mecrâ
su yolu, kanal.
1927
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mecra
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal. * Cereyan eden yer. * Bir haberin yayılma yolu. * Bir şeyin dolaştığı yer.
mecrûh
yaralı.
Mecruh
Yaralı. Yaralanmış. * Huk: İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ.
Mecruhîn
(Mecruh. C.) Yaralılar. Yaralanmış olanlar.
mecrûr
son harfi esre olan kelime.
Mecrur
Sürüklenmiş. * Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli)
Mecs
Ovmak. Dibagat etmek.
Mecube
Cevap.
mêcul
yapılmış.
Mec'ul
Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan.
Me'cur
Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse. * Kiraya verilen.
mêcur
ücretlenme.
Mecus
Kulakları küçük olan adam. * Ateşe tapan kişi.
Mecusi
"Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan ""Ateşperestlere"" bu isim verilmiştir. * Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse."
mecûsî
ateşe tapan.
Mecusiyân
(Mecusi. C.) Mecusiler. Ateşe tapanlar.
Mecusiyet
Mecusilik.
Mecved
Doymaya yakın olmak. * Yağmur taneleri değmiş cisim.
Meczir
(C: Mecâzir) Deve boğazlayacak yer.
Meczub
"Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş. * Deli. Divane.
1928
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mecnun.(Sultan Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar ""Cibâli Baba kıssası"" nev'inden olarak bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bâzan sahvede ve daire-i akılda görünür, bâzan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı; ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir hâlinde gördüğü bir mes'eleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hatâ eder ve hatâ ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise; indallah mahfuzdur, dalâlete süluk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid'at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ, kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.İşte; muvakkat veya dâimi meczub olduklarından, mânen '""mübarek mecnun"" hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid'aya tarafdar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imânı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş'umane bir sebebiyet verirler. M.)" meczûb
cezbeli, kendini kaptırmış, başkasının etkisiyle davranan.
meczûbane
cezbeye kapılmışcasına.
Meczubîn
(Meczub. C.) Meczublar. Deliler, mecnunlar. Cezbeye gelmiş olanlar.
Meczum
(Cüzam. dan) Cüzam hastalığına tutulmuş kimse.
Meczur
Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının meczurudur, yani kare köküdür.)
Meczuz
Kesilmiş, münkatı'.
Meç
Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.
1929
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Med
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uzatma, çekme. Yayma ve döşeme. * Çoğaltmak. * Bir şeye dikkatlice bakmak. * Nihayet, son. * Sönmek. Bir şeyi söndürmek. * Yardım etmek, mühlet vermek. * Yâr ve yâver olmak. * Tarlaya fışkı ve gübre dökmek. * Sel suyu.
Me'd
Yumuşak taze ot. * Titremek. * Sallanmak.
Meda
Mesafe, nihâyet. Son.
Medaci'
Yatacak yerler. (Bak: Madcâ')
Medafi'
(Medfa. C.) Ask: Toplar.
Medafin
(Medfen. C.) Mezarlar, kabirler. Gömülecek, defnolunulacak yerler.
Medahek
(Bak: Madhek-Mudhike)
Medahil
(Medhal. C.) Girişler. Girilecek yerler.
Medaih
Medhetmeler. Övmeler. Medhedişler.
Medain
(Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler. * Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılmıştı.
Medak
Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş.
Medami'
Göz yaşları. * Gözler.
Medami'-i hicran
Hicran gözyaşları. Ayrılık gözyaşları.
Medar
Sebeb, vesile. * Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. * Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)
medâr
sebep, vesile, kaynak, yörünge.
Medare
Kova gibi dikip su çekmekte kullanılan deri.
1930
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Medar-ı fahr
İftihara sebeb olan. Övmeğe vesile.
Medar-ı ibret
İbret almağa yarıyan.
Medar-ı maişet
Geçim vasıtası.
Medar-ı senevî
Dünya, güneş etrafında seyrederken çizdiği farazi dâire.
Medar-ı taayyüş
Maişet tedarikine sebeb olan, geçim vesilesi.
Medaric
(Medrec ve Medrece. C.) Merdivenler. * Meslekler, yollar.
medâris
medreseler.
Medaris
Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler.
Medar-ül ayn
Göz çukuru.
Medas
Harman yeri.
Medase
Harman yeri.
Medayih
Medhe lâyık işler ve hareketler.
medayih
övgüler.
Medayih-i bâhire
Çok açıktan birisini veya bir şeyi övmek, medhetmek.
Medayin
(Midyân. C.) Dâima borçlanan kimseler.
Medbee (medbe)
Kabaklık, kabağı çok olan yer. * Kul, abd.
Medbug
Dibâgat olunmuş, tabaklanmış.
Medbur
Zengin. Malı mülkü ve serveti çok olan. * Yaralı, mecruh.
Medcen
Bulutlu gün.
Medd işareti
Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı. * Hemze ile elifin birleşmesi.
Medd ü cezir
Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi.
medd
kabarma, uzatma.
1931
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Meddah
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Mübalâga ile) Çok çok medheden, sena eden. * Edb: Taklidli hikâyelerle halkı eğlendiren hikâyeci.
meddâh
öven.
medde
uzatma işareti.
Medd-i bisat
Kilim yayma, halı serme.
Medd-i nazar
Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı.
Medd-i yed
El uzatma.
Meded
İnayet, yardım, imdad, eman. Eyvah.
meded
yardım.
Mededcu
f. Meded isteyen, yardım arayan.
Mededcuyane
f. Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette.
Mede-d-dühur
Dünyanın sonuna kadar.
Mededhâh
f. Meded isteyen, yardım bekleyen.
Mededhâhî
f. Meded arayıcılık, yardım isteyicilik.
Mededkâr
f. Yardımcı, muin, nâsır. Nusret veren.
mededkâr
yardım eden.
Mededkârane
f. Medet ve yardım edercesine.
Mededkârî
f. Yardımcılık.
Mededres
f. Yardımcı. İnâyet eden. Yardım eden. Mededresân da denir.
mededres
yardımcı.
Mededresanî
Yardımcılık. Yardım ve inâyet edicilik.
Mede-l-basar
Gözün görebildiği kadar.
Mede-l-eyyam
Günlerin sonuna kadar.
Medeni
Faziletli, terbiyeli, kibâr. * Medineli. Şehirli. * Kur'an-ı Kerimin Medine şehrinde nâzil olan âyet ve sureleri.
medenî
terbiyeli, kibar, şehirli.
1932
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Medeni-i bittab'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Doğuştan, yaradılıştan huyları ile medeni oluş. * Cenab-ı Hakkın yaratması ile tab'an iyi huylu, kibar, faziletli kimse.
Medeniyet
"Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli. * İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.(Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah'ın lutfuna mazhar olanlara müyesser olur. M.N.)(Sual: Sen eskiden şarktaki bedevi aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hâzıradan ""mimsiz"" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivâya sokuldun?Elcevab: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvi kanun-u esasilere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet.. ve sa'y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçâre beşeri hem gayet fakir, hem gâyet tenbel eyledi. Semâvi Kur'anın kanun-u esasisi $_ $_ $ ferman-ı esasisiyle: ""Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir."" diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen kısa bir-iki nükte söyleyeceğim:Birincisi : Bedevilikte beşer üç-dört şey'e muhtaç oluyordu. O üç-dört hâcatını tedarik etmiyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zâlime-i hâzırası su'i-i istimâlât ve
1933
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
israfat ve hevesatı tehyic ve havâic-i gayr-i zaruriyeyi, zaruri hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şey'e bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmağa sevk etmiş. Biçâre avâm ve havas tabakasını dâima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'anın kanun-u esasisi olan ""vücub-u zekât, hurmet-i riba"" vasıtasiyle avâmın havassa karşı itâatini ve havassın avâma karşı şefkatini te'min eden o kudsi kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeğe mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zir ü zeber etti!..İkinci Nükte : Bu medeniyet-i hâzıranın hârikaları, beşere birer ni'met-i Rabbaniye olmasından, hakiki bir şükür ve menfaat-ı beşerde istimâli iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor. Meselâ Risale-i Nurdaki ""Nur Anahtarı""nın dediği gibi: Radyo büyük bir ni'met iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir mânevi şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malâyani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeğe sevk edip, sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa'y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimâli lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zaruri ihtiyâcata sarf edilmeğe
1934
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'i misâle binler misâller var.Elhâsıl : Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semâvi dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş... İktisad ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeğe; zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o biçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini kırıyor! Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zâyi ediyor.Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su'-i istimâl ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hâtıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasiyle intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedi suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azâbı veriyor...İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'an-ı Hakim'in dörtyüz milyon talebesinin intibahiyle ve içinde semâvi, kudsi kanunu esasileriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsi esasi kanunlariyle beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saâdet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebediden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur'an-ı Mu'ciz-il-Beyan'ın işarat ve rumuzundan
1935
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
anlaşıldığı gibi, Rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!. R.N.)" medeniyet
düzenli ve ileri hayat seviyesi, şehirlilik.
medeniyetperest
medeniyete aşırı düşkün olan.
medeniyetperver
medeniyeti seven.
Medenk
f. Kapı sürgüsü. Kilit.
meder
çakıl taşı.
Meder
Tezek, toprak tezeği. * Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık. * Köy, mahalle.
Medfa'
(C.: Medâfi') Ask: Top.
Medfee
Deve sürüsü. Çok miktar deve.
medfen
mezar.
Medfen
Mezar. Defnedilen, gömülen yer.
Medfu'
Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş. * Verilmiş, vezneden çıkarılmış.
Medfuat
(Medfu'. C.) Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar. * Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.
Medfun
Defnedilmiş. Gömülmüş.
medfûn
gömülmüş, defnedilmiş.
Medh
Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek.
medh
medih, övme.
Medha
Deve kuşunun yumurtladığı yer.
Medhal
Girilecek taraf. Dahil olacak yer. * Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme.
medhal
giriş, etki.
1936
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Medhaldar
f. Bir işte parmağı olan. Bir işe karışmış olan.
Medhaza
(C: Medâhız) Ayak kayacak yer.
Medhene
Yağhâne.
Medhiyat
(Medhiye. C.) Medh etmeler, övmeler.
Medhiye
Birini medhetmek için yazılan yazı.
Medhul
(Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan. * Dile düşmüş. * Kendisine birşey girmiş olan.
Medhun
f. Tabaklanmış deri.
Medhur
Uzaklaştırılmış veya kovulmuş olan. Tardedilmiş olan.
Medhuş
Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş.
Medhuşâne
Ürkmüş gibi. Ürkmüş bir hâlde.
Medi
(C: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su.
Med'î
Dâvet edilmiş, davetli. Çağrılmış.
Medibb
Selin aktığı yer.
Medid
Devamlı. Çok uzun süren. * Uzatılmış. Çekilmiş.
Medîh
(Medh. den) Övmeye ve medhetmeye sebeb olan şey. Övme mevzuu.
medih
övme.
Mediha
Medih için yazılan kaside, övme.
medîha
övgü.
Medihagû
f. Medheden, öven.
Medihasenc
f. Medihnâme yazan, övücü yazılar yazan.
Medîn
Borçlu. * Kul, köle, abd.
Medine
"Şehir. * Hicazda Hz. Peygamberin (A.S.M.) türbesi bulunan şehirdir. Buranın İslâmiyyetten evvel ismi ""Yesrib"" idi."
medîne
şehir.
Medine-i münevvere
Nurlu, nurlanmış şehir.
1937
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Medine-i selâm
Bağdat şehri.
Medinet-ün nebi
Eski ismi Yesrib olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) türbesinin bulunduğu Medine şehri.
Medkuk
Döğülmüş, toz hâline getirilmiş.
Medl
Zayıf, yeyni kimse.
Medlebe
Çınarlık.
Medlul
Delâlet olunan. Gösterilen. * Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan.
medlûl
kendisine delil getirilen, mânâ, anlatılan.
medlûliyet
kendisine delil getirilme.
Medluliyyet
İşâret ve delil olma hâli.
Medma'
(C.: Medâmi') Göz. Ayn. * Gözyaşı.
Medmec
Kadeh.
Medmum
Kırmızı renkli olan. * Dolu, dolmuş.
Medn
Durmak, ikamet.
Medr
Havuzun içini sıvamak. * Düzmek.
Medraa
Ferâce, kaftan, çarşaf.
Medrec(e)
(C.: Medâric) Basamaklı yol. Merdiven. * Meslek. * Tarikat. * Dar yol. Dağ yolu.
Medrese
(Ders. den) Ders görülen yer. Ders okutulan yer. İslâmi ilimleri okuyan talebelerin yatıp kalktıkları ve tahsil için çalıştıkları vakıf odalarının bulunduğu binâ.
medrese
dershane, okul.
Medrese-i yusufiye
Hz. Yusuf'un (A.S.) iftira, haksızlık ve zulüm ile hapiste kalmasından kinâye olarak, İmân ve Kur'an hizmetinden dolayı tevkif edilenlerin hapsedildiği yere verilen isim.
1938
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Medresenişin
Medreseli. Medresede oturan.
Medresetüzzehra
"(Medreset-üz Zehra) 1914'de Birinci Cihan Harbinden evvel Van'da; Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin açılması için teşebbüse geçtiği ve Artemit'te (Edremit) temelini attığı Şark Üniversitesi'nin bir adı.(Münazarat Risalesi'nin ruhu ve esası hükmünde olan, hâtimesindeki Medreset-üz Zehra hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur'a bir beşik, bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kablelvuku ile o nurani hakikatı, bir maddî surette arıyordu. Sonra o hakikatın maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad 19 bin altun lirayı Van'da temeli atılan o Medreset-üz Zehra'ya verdi. Temel atıldı, fakat sâbık harb-i umumi çıktı, geri kaldı. Beş-altı sene sonra Ankara'ya gittim, yine o hakikata çalıştım. 200 meb'ustan 163 meb'usun imzalarıyla o medresemiz -150 bin banknota iblağ ederek- o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf medreseler kapandı. Onlar ile uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenab-ı Erhamürrâhimîn o medresenin manevî hüviyetini Isparta vilayetinde tesis eyledi. Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi. İnşâallah istikbalde Risale-i Nur şakirdleri o âlî hakikatın maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar. K.L.)"
Medresetüzzehrâ
parlak medrese.
Medruk
Anlaşılmış, derk olunmuş.
Medrus
Eskimiş elbise. * Deli, mecnun. * Ders olarak okunmuş.
Medsus
Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan. * İçine desise karışmış şey.
Medş
Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması.
Meduf
Islanmış. * Dövülmüş.
Med'uv
Davet olunan. Çağırılmış. Davetli.
1939
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Med'uvven
Çağrılarak, davetli olarak, davet olunarak.
Med'uvvîn
(Med'uvv. C.) Davetliler, davet olunmuşlar, çağrılmış olanlar.
Me'dübe
Ziyafet. Düğün.
Medyum
"(Medyom) Lât. İspirtizmacılık için vasıtalık eden.(Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhani bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i imaniyeye karşı zaifleştirmek için bâzı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle muhabere nâmı altında cinnilerle muhabere etmek gibi hattâ bâzı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda kâhinlik denilen.. şimdi de medyumluk nâmı verilen bu mes'ele ile bâzı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar. Halbuki:Bu mes'ele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i imana çok zararları olabilir. Ve çok su'-i istimalâta menşe' olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünki, doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mehenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı habise ve şeytana yardım eden cinnilerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyete zarar vermek ihtimali var. Çünki: Mâneviyat nâmına hakaik-ı İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervâh-ı habise iken kendilerini, ervah-ı tayyibe zannettirip belki kendilerine bâzı büyük veliler nâmını verip İslâmiyetin esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler.Meselâ: Nasılki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasiyle, hararetiyle, şekliyle görünüyor. Fakat, o küçücük camın içindeki güneşin o küçücük timsali, kendi nâmına eğer konuşsa ve dese: Benim ziyam dünyayı istilâ ediyor. Benim hararetim herşeyi ısıtıyor. Ve küre-i arzdan bir
1940
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
milyon defadan daha büyüğüm dese, ne derece hilâf-ı hakikat olduğu anlaşılır. Aynen bu misal gibi; bir peygamber, güneş gibi hakiki makamında iken o ispirtizmanın veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir cilvesinin tezahürü, o hakikat nâmına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz'i cilvesi, vahyin mazharı olan o mânevi güneşin kudsi mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz. Çünki: Esfel-i sâfilindeki bir cam parçası mânen a'lâ-yı illiyyinde olan o mânevi güneşin hakikatını yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da hürmetsizlikten başka birşey değildir. Ancak onun makamına karib olmak için, Celâleddin-i Süyuti ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü süluk ile terakki ederek o mânevi güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nurun isbat ettiği gibi, peygamberin velâyetiyle bir nevi sohbeti.. kendi derecelerine göre ve kendi istidatları derecesinde olur.Fakat Nübüvvet hakikatı, velâyetten ne derece yüksek ise, ispirtizma vasıtasiyle veyahut terakkiyat-ı ruhiyye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi hiçbir cihette hakiki peygamberle muhabereye yetişemiyeceğinden yeni ahkâm-ı şer'iyyeye medar-ı ahkâm olamaz.Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilâf-ı hakikat, hem hilâf-ı edeb bir harekettir. Çünki a'lâ-yı illiyyinde ve kudsi makamlarda olanları esfel-i sâfilin hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Adetâ bir padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki, Celâleddin-i Süyuti, Celâleddin-i Rumi ve İmam-ı Rabbâni gibi zâtların seyr ü süluk-u
1941
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ruhanileri gibi seyr ü süluk ile yükselerek o kudsi zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.Rü'ya-yı sâdıkada ervah-ı habise ve şeytan peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp; Sünnet-i Seniyyeye ve ahkâm-ı Şer'iyyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve Sünnet-i Seniyyeye muhalif ise, tam delildir ki, o konuşan ervah-ı tayyibe değildir. Mü'min ve müslüman cinni de değildir. Ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid ediyor. R.N.) (Bak: İspirtizma)"
medyum
cinci.
Medyun
Borçlu. Vereceği bulunan.
medyun
verecekli.
Meeka
Ağlamaktan ârız olan hıçkırık. * Gayretlenmek, gayrete gelmek.
Meenne
Alâmet, nişan, işaret.
Mefad
Fayda vermek.
Mefafun
Aklı ve fikri zayıf olan.
mefâhim
mefhumlar, kavramlar.
Mefahim
Mefhumlar. Anlaşılan şeyler. Anlaşılan mânâ ve mefhumlar.
Mefahir
İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Mefharetler.
mefâhir
övünülecek şeyler.
Mefahis
(Mefhas. C.) Kuş yuvaları.
Mefail
(Mef'ul. C.) İşlenmiş ve yapılmış işler.
Mefaka
Ansızın tutmak.
Mefalis
(Müflis. C.) Müflisler. İflâs edenler.
1942
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mefarik
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Mefrak ve Mefrik. C.) Başın tepe kısımları. Başta saçın ikiye ayrıldığı noktalar.
Mefariş
(Mefruş. C.) Kadın eşler.
Mefasıl
(Mafsal. C.) Mafsallar. Vücuttaki oynak yerleri, eklenti yerleri.
Mefasid
(Mefsedet. C.) Fesadlıklar. Bozgunculuklar. Münafıklıklar.
mefâsid
bozguncular.
Mefat
(Bak: Müfad)
Mef'at
Yılanlı yer.
Mefatır
Yaradılıştan olan huylar. Fıtri olan huylar.
Mefatih
(Miftah. C.) Anahtarlar.
mefatih
anahtarlar.
Mefatih-ül gayb
(Bak: Mugayyebat-ı hamse) İmam-ı Razi'nin bir tefsiri.
Mefatir
(Muftır. C.) Oruç açanlar, iftar edenler.
Mefaviz
(Mefâze. C.) Sahralar, çöller.
Mefaz
Feyz, halâs, zafer. * Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek.
Mefaze
(C.: Mefâviz) Çöl, sahra.
Mefdere
Dağ keçisinin durağı.
Mef'em
Karnı geniş olan kişi.
Meferr
Kaçılacak yer.
Mefhar
İftihara, övünmeğe, sevinmeğe sebeb olan. İftihara vesile olan şey.
mefhar
övünme sebebi.
Mefharet
Birine şeref veren şey. İftihar edilecek, övünülecek şey.
Mefhar-ı kâinat
"(Mefhar-i Mevcudat) Kâinatın, kendisi ile iftihar ettiği zat mânâsına Hz. Muhammed'e (A.S.M.) alem olmuş bir tâbirdir.Bu tâbirin kavranabilmesi için nurâni bir bahsi naklediyoruz: ""Bak, hârika bir surette hüsn-i suretle hüsn-i sireti cem'eden O Mürşid-i Umumi, O
1943
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hatib-i Kudsi; cevâhir dolu bir Kitab-ı Mu'ciz-ül Beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a'lâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor ve bütün beni âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. Evet, pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-ı âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dâir tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere: ""Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?"" diye irâd ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suâle cevap veriyor...Arkadaş! Şu Zât-ı Nurâni (A.S.M.) Mürşid-i İmâni Resul-ü Ekrem, bak; nasıl neşrettiği hakikatın nuriyle, Hakkın ziyası ile, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, âlemde yaptığı inkılâb ile âlemin şeklini değiştirerek nurâni bir şekle sokmuştur. Evet, O Zâtın nurâni güzelliği ile kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumi içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zevâl ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtiyle, tenevvüü ile ve tagayyüratiyle, nukuşiyle tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarı ile bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı. İşte, O Zâtın telkin ettiği imân nazarı ile kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görülecekti. Fakat O Mürşid-i Kâmil'in gözü ile ve imân gözlüğü ile bakılırsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir. Evet, kâinat iman nuru ile mâtem-i umumi yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbab ve kardeş olmuşlardır. Cenâze ve ölü şeklini gösteren cemâdât,
1944
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ünsiyyetli birer hayattar ve lisan-ı hâliyle hâlıkının âyâtını nâtık birer müsahhar me'muru şekline giriyorlar. Ağlayan müteşekki ve eytâm kıyafetinde görünen insan; ibâdetinde zâkir, Hâlikına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüât, tagayyürât ve nukuşu, abesiyyetten kurtuluyor. Rabbâni mektublar, Ayat-ı tekviniyyeye sahifeler, Esmâ-i İlâhiyyeye âyineler suretine inkılâb ederler.Hülâsa: İman nuriyle âlem öyle terakki eder ki: ""Hikmet-i Samedâniye Kitabı"" nâmını alıyor. Ve insan zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar. Za'fının kuvvetiyle, aczinin kudreti ile, ubudiyyetinin şevketi ile, kalbinin şuâı ile, aklının haşmet-i İmâniyyesi ile hilâfet ve hâkimiyyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ, acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbâb iken, suud ve yükselmesine sebeb olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mâzi, enbiya ve evliyanın ziyâsı ile ziyâdar ve nurâni görünmeğe başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur'ânın ziyası ile tenevvür eder. Cennetin bostanları şekline girer. Buna binâen, O Zât-ı Nurâni olmasa idi; kâinat da, insan da, her şey de adem hükmünde kalır; ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle târifat ve teşrifatçı bir Mürşid-i Harika lâzımdır! ""Eğer bu Zât (A.S.M.) olmasa idi kâinat da olmazdı"" meâlinde $ olan Hadis-i Kudsi şu hakikatı tenvir ediyor."" M.N.)" Mefhas
(C.: Mefâhis) Kuş yuvası.
mefhum
kavram.
Mefhum
Kömürleşmiş olan.
Mefîs
Kaçacak yer.
Mefkad
Kaybolacak yer.
1945
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mefkaret
İhtiyaç, zaruret.
mefkud
bulunmayan.
Mefkud
Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud. * Fık: Ölü veya diri olduğu bilinmeyen, kayıp kimse.
Mefkudiyet
Mefkudluk. Bulunmama, kayıplık, yokluk.
Mefkuk
(C: Mefakik) Ayrılmış olan. * Sökülmüş, çıkarılmış.
Mefkur
(C.: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan.
Mefkure
(Fikir. den) Gâye. Gâye olan şey. Tasavvur hâlindeki gâye. İdeâl.
mefkûre
ülkü.
Mefluc
Felc olmuş. İnmeli. Kımıldayamaz hâle gelmiş.
meflûc
felçli, inmeli.
Meflucen
Felce uğramış olarak. Mefluc olarak.
Mefluk
Yoksul, zavallı, biçare, miskin.
Meflul
Kınında bulunan kılınç. * Kapalı, kilitli.
Mefrah
Kuluçka çıkarma yeri. Folluk.
Mefrak
(C.: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye bölündüğü yer.
Mefrat
Çok büyük.
Mefred
Çok büyük, kocaman, aşırı derecede iri.
Mefreş
Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya çadır bezinden yapılmış harar.
Mefrug
(C.: Mefârig) (Ferağ. dan) Başkasına bırakılmış, feragat edilmiş.
Mefrugün bih
Bir kimseye bırakılan şey.
Mefrugün leh
Kendisine bir şeyin mülkiyeti ve tasarruf hakkı bırakılmış olan kimse.
Mefruk
Bölünmüş, ayrılmış tefrik edilmiş.
mefrûş
döşeli.
1946
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mefruş
Döşenmiş, ferş olunmuş, serilmiş. * Nikâhlı karı.
Mefruşat
(Ferş. ten) Ev döşemeğe yarayan şeyler. Kilim, halı v.s.
Mefruşat-ı beytiye
Ev eşyası.
Mefruz
İftira olunmuş, ayrılmış, bölünmüş.
Mefruz-ül edâ
Edâ edilmesi, ödenmesi farz olmuş.
Mefsah
Bozma. * Feshedecek, bozacak yer.
Mefsaka
(Fısk. dan) Günah işlenen yer.
Mefsedet
Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık.
mefsedet
fesatlık, bozukluk.
Mefsil
(C: Mefâsıl) Her âzada olan ek yerleri. Mafsal.
Mefsud
Kendinden kan alınmış kimse.
mefsûh
hükmü kaldırılan.
Mefsuh
Hükümsüz bırakılmış. Yürürlükten kaldırılmış. Battal edilmiş.
Mefsuhiyet
Mefsuhluk. Yürürlükten kaldırılma hâli. Hükümsüzlük.
Meftah
Hazine.
Meftuh
Açılmış. Fethedilmiş. * Ele geçirilmiş, zabtedilmiş. * Gr: Fethalı (üstünlü) okunan harf.
Meftuhane
f. Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti.
Meftuk
Fıtıklı.
Meftul
(Fetl. den) Bükülmüş, kıvrılmış. Fitil hâline getirilmiş.
Meftum
Sütten ve memeden kesilmiş çocuk.
Meftun
Fitne ve belâya tutulmuş olan. Âşık. Mecnun. * Cünun. Fitne.
meftûn
tutkun, vurgun.
Meftunane
Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak, hayrancasına.
1947
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
meftûniyet
tutkunluk, vurgunluk.
Meftuniyet
Tutkunluk. Aşıklık.
meftûr
bezgin.
Meftur
Füturlu, kederli, üzgün, bezgin.
Mefturane
f. Bitkin bir halde, bezmişcesine.
Mefturiyet
Bıkkınlık, bitkinlik, bezginlik.
Meftut
Ufalanmış, parça parça edilmiş, parçalanmış.
Mef'ul
"Yapılan iş. Fâilin eseri. * Gr: Fâilin fiilinin te'sir ettiği şey. ""Nuri kitabı okudu"" cümlesinde, kitab mef'uldür."
mefûl
fiilden etkilenen.
mefûliyet
fiilden etkilenmişlik.
Mef'ul-ü sarih
"Doğrudan doğruya mef'ul demektir. Bir harf-i cerle ifâde olunmaz. ""Nuri dalı kırdı"" cümlesinde ""dal"" mef'ul-ü sarihtir. ""Nuri daldan düştü"" dersek, bunu arapça ifâde için (min) harf-i cerri ile söyleyebiliriz. İşte böyle harf-i cerle söylenen mef'ullere, ""mef'ul-ü gayr-i sarih"" denir. Bunlar mef'uldeki harf-i cerlerin adına göre isim alırlar. Meselâ: Mef'ul-ü maa, mef'ul-ü fih, mef'ul-ü leh gibi."
Mefza'
Korku. Korku yeri. * Sığınacak yer.
Mefzaha
Rezilliğe ve kepâzeliğe sebebiyet veren şey.
Mefzul
Üstün gelen. Fazla gelmiş olan.
Mefzur
Eskimiş. * Parçalanmış.
Megad
"Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur."
Megafir
(Miğfer. C.) Miğferler. Eskiden muharebelerde başa giyilen demir başlıklar.
Megafon
Sesi yükseltip büyüten alet.
1948
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Megak
Mezar, kabir, çukur.
Meganim
Ganimet malları. Harbde alınan mallar.
Megavil
(Migvel. C.) Hançerler. Ufak ve ince kılınçlar.
Meger
f. Meğer, halbuki, ancak, oysa ki, şu kadar ki.
Meges
f. Sinek.
Megesgir
f. Örümcek ağı.
Meges-i engübin
Bal sineği. Arı. Nahl.
Megesran
f. Yelpâze.
Megesvar
f. Sinek gibi. Sinek şeklinde.
Meglul
(Bak: Maglul)
Megmum
(Bak: Magmum)
Megs
(Bak: Meges)
Megz
(Bak: Magz)
meh
ay.
Meh
f. Ay. Kamer. (Bak: Mah) * Senenin onikide biri. Ay.
Mehab
Dehşetli ve heybetli yer.
Mehabb
(Mehebb. C.) Rüzgârın estiği yerler.
Mehabbet
(Bak: Muhabbet)
mehâbet
heybet, büyüklük.
Mehabet
Heybet. * Hürmetle karışık korku. * İhtiram. Azamet. Büyüklük.
Mehabil
(Mehbil. C.) Tıb: Rahim yolları.
Mehacim
(Mihcem. C.) Hacamat şişeleri. * Çekip emmeye yarayan âletler.
Mehafet
(Bak: Mahafet)
mehâfet
korku.
mehâfetullah
Allah korkusu.
Mehah
Tazelik, güzellik.
1949
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mehail
(Mehil. C.) Tehlikeli ve korkunç yerler.
Mehak
Durgun suyun yeşilliği.
Mehakim
(Bak: Mahâkim)
Mehal
Süre, mühlet, vâde. * Korku yeri.
Mehalik
(Mehleke. C.) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler.
mehâlik
tehlikeler.
Mehamid
Şükür ve hamdler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler.
Mehamil
Mahmiller. * İhtimaller. (Bak: Mahmil)
Mehamm
(Mühim. C.) Mühim şeyler. Kıymetli işler. Umur-u azime. * Düşündürücü şeyler.
Mehammşinâs
f. İşinin ehli. İşden anlıyan.
Mehan
(Bak: Mühan)
Mehane
Hakaret.
Mehanen
Küçümsenerek, hafifsenerek.
Mehanet
Küçültme. Küçük görülme. * Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak. * Tedbiri azca olmak.
Mehanne
Burun.
Mehar
Noksan, eksik. * Merci.
Meharet
Ustalık, beceriklilik, üstadlık. Meleke ve mümârese. * Kur'anda meharet: Hıfzın kuvvetiyle harflerin mahreçlerine riâyettir.
Meharic
(Mahrec. C.) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler.
Meharic-i huruf
Tecvidde: Ağızda harf seslerinin çıktığı yerler.
Mehasin
(Bak: Mahasin)
mehâsin
güzellikler.
Mehaş
Ev eşyası. Mal, mülk, metâ.
1950
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mehat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Mehâ-Mehevât) Billur taşı. * Güneş. * Dağ sığırı. * Tazelik. * Güzellik.
Mehatt
Menzil, konak.
Mehave
Doğru. * İnce olmak.
Mehavi
(Mehva. C.) Çöller, sahralar. * Vâdiler. * İki yükseğin arası.
Mehavif
Korkulu yerler.
mêhaz
kaynak.
Me'haz
Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı kaynak.(Cumhur-u avâmı, bürhandan ziyâde me'hazdaki kudsiyet imtisâle sevkeder. M.)
Mehaz
Su akacak yer, su mecrası. * Gebe kadının ağrısının tutması. * Gebe deve.
Mehaza
İşlek yol.
Me'hazî
Me'hazle ilgili. Bir şeyin aslının alındığı kaynakla ilgili.
Mehazin
Mahzenler. Hazineler. Mal doldurulan yerler.
Mehbel
Rahim sonu. (Veled yatağı derler) * Veled yolu.
Mehbil
(C.: Mehâbil) Rahim yolu. * Rahim, döl yatağı.
Mehbit
Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer.
mehbît
inilen yer.
Mehbit-i vahy
Vahyin indiği kimse. Vahyin ineceği yer. Münzel-i aleyh.
Mehbut
Hastalık veya bir illetten zayıf nahif olmuş olan.
mehbût
korkudan şaşıran.
Mehc
Cömert, eli açık.
Mehcebin
f. Ay alınlı. Alnı ay gibi parlak olan.
Mehcenet
Küçük hurma ağacı.
1951
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mehcûr
ayrılmış.
Mehcur(e)
(Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel. * Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış.
Mehcuriyet
Uzaklık, ayrılık. * Bırakılıp unutulma, metrukiyet.
Mehcüv
Hicvolunmuş. Zemmolunmuş. Kötülüğü ilân ile zevklenilmiş.
Meh-çe
Minâre, kubbe ve bayrak direğinin üstüne konulan küçük hilâl, ay.
mehd
beşik.
Mehd
Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer. * Yeryüzü. * Yayıp döşemek. * Kâr kazanmak. * Hazırlanmak.
Mehd-ara
f. Beşik süsleyen.
Mehded
Hindibâ otu. * Acı marul.
Mehd-i uhuvvet
Uhuvvet beşiği. Kardeşlik kazanılan yer.
Mehdi
"Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. ""Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen"" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bütün müslümanları Hakaik-ı imâniye ve Kur'âniyeyi câmi' eserleri ile uyandıracak, dinlerini takviye ve imânlarını tecdit edecek olan ve Peygamberimizin (A.S.M.) Al'inden bir Zâttır. Hz. Peygamberimizin Mehdi hakkındaki tavsiflerinden anlaşılıyor ki; ""Cenab-ı Hak kemâl-i kereminden Din-i Muhammedinin (A.S.M.) ebediyyetine bir alâmet olarak her asırda, her fitne zamanında Mehdi mânâsında bir zâtı gönderip onunla Din-i İslâmı te'yid buyurmuştur."" Mehdi-misâl zâtlar gelmişlerdir. Deccâl ismiyle tâbir edilen dehşetli bir şahsın, Müslümanları İslâmiyetten
1952
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
uzaklaştırmak ve sefâhet ve dalâlete ve dinsizliğe sevk etmeğe çalışmasına karşı, İslâmiyyeti, Kur'ânî eserleriyle müdafaa eden ve Kur'ânın ve imânın hakikatlarını izah ve isbat ile müslümanların imânlarını kuvvetlendiren, taklidi imânları tahkiki imân kuvvetine tebdil eden ve ehl-i imânı ikâz edip uyandıran ve her hâliyle Hz. Peygambere (A.S.M.) tâbi olan evliyaullahtan, mücâhid, ferid ve cadde-i Kübra-i Kur'âniye yolunda giden ve bu cadde-i kübrayı gösteren rehber-i zaman, yüksek bir zâttır. (Bak: Deccâl)(Suâl : Ahir zamanda Hz. Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslâh edeceğine dâir müteaddid rivâyât-ı sahiha var. Halbuki, şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevisini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevisine karşı mağlubdur. Şu zamanda kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsâdat-ı azimesi içinde nasıl ıslâh eder? Eğer Mehdinin bütün işleri harika olsa, şu dünyada Hikmet-i İlâhiyyeye ve Kavânin-i Adetullâha muhalif düşer. Bu Mehdi mes'elesinin sırrını anlamak istiyoruz?Elcevab: Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, Şeriat-ı İslâmiyyenin ebediyyetine bir eser-i himâyet olarak, her bir fesâd-ı ümmet zamanında bir müslih veya bir müceddid veya bir halife-i zişân veya bir kutb-u a'zâm veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdi hükmünde mübârek zâtları göndermiş, fesadı izâle edip milleti ıslâh etmiş. Din-i Ahmediyi (A.S.M.) muhafaza etmiş. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor; âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müctehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mühdi, hem mürşid,
1953
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hem kutb-u a'zâm olarak bir zât-ı nurâniyi gönderecek; ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebeviden olacaktır. Cenâb-ı Hak, bir dakika zarfında beynes-semâ ve-l arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadir-i Zülcelâl, Mehdi ile de Alem-i İslâmın zulumatını dağıtabilir ve vâdetmiştir, vâdini elbette yapacaktır. Kudret-i İlâhiyye noktasında bakılsa, gâyet kolaydır. Eğer dâire-i esbâb ve Hikmet-i Rabbâniye noktasında düşünülse, yine o kadar ma'kul ve vuku'a lâyıktır ki; ""Eğer Muhbir-i Sâdıktan rivâyet olmazsa dahi, her hâlde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır"", diye ehl-i tefekkür hükmeder. M.)" Mehdî
hidayete eren ve hidayete vesile olan, âhirzamanda eserleri ve talebeleriyle îmana hizmet ederek yeryüzünü nurlandıran büyük ve nuranî âlim.
Mehdi-i muntazır
(Şiilerin itikadına göre) Kıyameti bekleyen mehdi.
Mehdîmisâl
Mehdî gibi.
Mehdi-misal
Mehdiye benzer surette. Mehdi gibi hidayete vesile olan.
Mehdi-yi abbasî
(Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır. Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır. Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi hükümdarı olarak tanınmıştır.
Mehdiyye
Mehdiye âit ve mensub olan. Mehdiye dâir ve müteallik. * Hediye. Armağan.
Mehdum(e)
(Hedm. den) Yıkılmış, hedmolunmuş, yıkık.
Mehdur
(Hedr. den) Yazık edilmiş, ziyan edilmiş. Boş yere gitmiş.
1954
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mehebb
(C.: Mehâbb) Rüzgârın estiği yer.
Mehel
(C: Mühul-Emhâl) Yavaş yapmak. * Sonraya bırakmak, te'hir etmek.
mehenk
ölçü taşı.
Mehenk
Ölçü. Miyar. * Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş.
Mehere
(Mâhir. C.) Mâhirler, ustalar, üstadlar. Hüner sahibi ve elinden iş gelen kimseler.
Mehfak
Bol nesne.
Mehîb
İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. * Arslan, esed, gazanfer.
mehîb
korkulan.
Mehîl
Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer.
Mehîn
Hor ve hakir. Zayıf. Zebun. * Az şey. * Rey', fikir ve tedbirde temyizi zayıf, ahmak.
Mehîr
f. Ay, kamer.
Mehîre
Usta, mâhir, hünerli. * Hür olan kadın. * Nikâh bedeli çok olan kadın.
Mehist
f. Ağır, sakil.
Mehîz
Ayran. * Yağı alınmış yoğurt.
Mehk
Suyun rengi yeşil olmak.
Mehl
Vakit verme. Vâde. Mühlet. Bir işi belli bir zamana kadar te'hir etme.
Mehleke
(C.: Mehâlik) Tehlikeli yer veya iş.
Mehlika
f. Güzel. Ay yüzlü.
Mehma-emken
Olabildiği kadar. Mümkün mertebe.
mehmâemken
olabildiğince.
Mehme
(C.: Mehâme) Irak, uzak. * Issızlık. * Korkunç sahrâ. Büyük çöl.
1955
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mehmed akif
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isimli yedi kısımdan ibâret bir kitabda toplanmıştır. (R. Aleyh)
Mehmed
Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur.
Mehmedcik
Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır.
Mehmum
Endişeli. Düşünceli.
Mehmuse
"Gizli. Gizlenmiş eşya. * Örtülmüş. * Tecvidde: Gizli okunan harfler. Fısıltı ile okunan harfler. $ sözü, bu harfleri toplamıştır. Bunun zıddı ""Huruf-u mechure"" dir."
mehmûse
fısıltıyla okunan harfler.
Mehmusen
Gizli olarak.
Mehmuz
Gr: Hemzeli kelime. Harfin kökünde hemze varsa o kelimeye denir.
Mehmuz-ul ayn
"Kelime kökündeki ikinci harf ""hemze"" olursa, o kelimeye denir. Birinci harfi ""hemze"" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da: Mehmuz-ül lâm denir."
Mehn (mihn)
Hizmet. * Mübtezellik, değersizlik.
Mehpare
f. Ay parçası. * Çok güzel kimse.
Mehpeyker
Nurlu, ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak ve güzel olan.
Mehr
Aşk, şefkat, muhabbet. * Güneş. * Huk: Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen nikâh bedeli.
mehr
mehir, erkeğin kadına verdiği evlenme bedeli.
1956
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mehrak
(C: Mehârik) Sahife, sayfa.
Mehreb
Sığınılacak yer. * Ürküp kaçma.
Mehrec
(Bak: Mahrec)
Mehrecan
Eylül ayının onaltıncı günü.
Mehr-i muaccel
Nikâhta erkek tarafından kız tarafına verilen ağırlık, para.
Mehr-i müeccel
Boşanma veya ölüm halinde, kız tarafına verilmesi nikâhta kararlaştırılmış olan para.
Mehr-i müsemma
İki tarafın rızası ile nikâh bedeli olarak kararlaştırılan para.
Meh-ru
(C: Mehruyân) f. Ay yüzlü, güzel.
Mehru'
Sar'alı kimse. Sar'a hastalığı olan kişi.
Meh-ruyan
f. Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. * Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar.
Meh-şid
f. Ay, kamer. * Ay ışığı, mehtâb.
Mehtab
f. Mâhtâb. Ay ışığı.
mehtâb
mehtap, ay ışığı.
Mehter
(Mih-ter) f. Daha büyük. * Reis. * Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve buna mensub müzikçiler. * Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. * Rütbe, nişan veya vazife alanların evlerine müjde götürenler. * Tanzimattan önce Pâdişah çadırını kurmağa vazifeli asker. * At uşağı.
mehter
Osmanlılarda askerî müzik takımı.
Mehterân
(Mehter. C.) Mehterler.
Mehterhane
f. Tar: Zurna, nakkare, nefir, zil, davul ve kösden kurulu askeri mızıka takımı.
Mehtuk
(Hetk. den) Bozulmuş, yırtılmış, hetkolunmuş.
Mehub
Heybetli. Azametli. Korkunç. * Arslan.
Mehul
Benli, benekli.
1957
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Me'hul
Ma'mur, imar edilmiş.
Me'huz
Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış. * Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
Me'huzât
Alınmış olanlar. Alınan paralar ve bu paraların defterde yazılı kısmı.
Mehv
İnce kılıç. * Sulu süt.
Mehva
(C: Mehâvâ) Sahrâ, çöl, * Uçurum, yar. * İki dağ arası. * İki şeyin arası.
Mehvare
f. Ay gibi. * Aylık maaş. Aylık ücret.
Mehvat
Çöl, sahra. * İki şeyin arası.
Mehveş
f. Ay gibi. * Mc: Güzel.
Mehyum
Şaşmış, hayrette kalmış, şaşırmış. * Sevgi ve aşkdan serseme dönmüş.
Mehzul
Düşkün. Zayıf. Arık.
Mehzum
Hezimete uğramış. Mağlub olmuş olan.
Meık
Gayretli kişi. * Hiddeti galip kimse.
Mein
Ağlanacak ve inlenecek yer.
Mejeng
f. Keder, hüzün, tasa, gam. * Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret edilen, iğrenilen.
Me'k (mü'k)
(Amâk-Emâk) Göz pınarı.
Meka
(C: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar. * Canavarların inleri ve yatakları.
Mekabir
(Bak: Makabir)
Mekad(e)
Yakın olmak, yakınlık.
Mekadir
(Bak: Makadir)
mekâdir
miktarlar.
Mekahil
(Mikhal, mikhel ve mükhüle. C.) Göze sürme çekecek âletler, miller.
Mekaid
(Mekide. C.) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler.
1958
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mekal
(Bak: Makal)
Mekamin
(Mekmen. C.) Gizlenilecek yerler, pusular.
Mekân
(Kevn. den) Yer. Durulan yer. Ev, hane, mesken. Mahal.
mekân
yer, ev.
Mekâne
(C: Emkine-Emâkin) Kudret, kuvvet, güç.
Mekânen
Mahal ve yer bakımından.
Mekânet
Ağır başlılık. * Kuvvet. Güç.
Mekân-ı baîd
Uzak mekân, uzay yer. (Mekân-ı baîd, yâni: İmanın faide vereceği teklif zamanı, teklif dünyası geçtikten, azab gelip çattıktan sonra iman, iman-ı yeis faydasızdır. E.T.)
mekânî
mekânla ilgili.
mekanik
hareket ilmi.
Mekanik
Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap. * Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası. * Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan.
Mekânis
(Miknese. C.) Süpürgeler.
Mekanizma
Lât. Bir şeyin makina kısmı. * Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış.
mekanizma
makine kısmı, işleyiş.
Mekâre
Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı. * Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli miktar ücret ödenirdi.)
Mekârib
(Mikreb. C.) Çift sürülen sabanlar.
Mekârih
(Mekrehe. C.) İnsana tiksinti veren şeyler. * Sıkıntılar, dertler.
1959
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mekârim
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Kerem. C.) Keremler. İyilikler. * Güzel ahlâk sahibi olmak. * Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.
mekârim
iyilikler.
Mekârim-i ahlâk
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine ittiba ve imtisâl edenlerin ahlâkı.
Mekârimkâr
f. Cömert, eliaçık. Kerem sâhibi.
Mekarîs
(Mıkrâs. C.) Makaslar, kesecek aletler.
Mekâsib
(Mekseb ve Meksib. C.) Kazançlar. Kazanç yer ve araçları. Kesbedilen ve kazanılan yerler.
mekatı
duraklar.
Mekâtib
(Mekteb. C.) Mektebler, okullar.
Mekâtîb
(Mektub. C.) Mektublar.
mekâtib
okullar.
Mekâtib-i âliye
Yüksek mektebler. Yüksek okullar. Üniversite ayarındaki mektebler.
Mekâtib-i hususiye
Hususi mektebler. Özel okullar.
Mekâtib-i ibtidâiyye
İlk mektebler, ilk okullar.
Mekâtib-i i'dâdiyye
Yüksek mekteblere talebeyi hazırlayan, rüştiyeden sonra gidilen mektebler. Liseler.
Mekâtib-i leyliyye
Yatılı mektebler.
Mekâtib-i rüşdiyye
Orta mekteb derecesinde ve altı sınıflık olan Osmanlı Devleti devrindeki mektebler.
Mekâyid
(Mekide. C.) Hileler, düzenler, aldatmalar.
Mekâyil
(Mikyâl. C.) Ölçekler, tahıl ölçekleri, kileler.
Mekayîs
Mikyaslar. Ölçüler. * Mukayeseler.
mekâyis
ölçütler.
Mekâza
Şiddetli mümârese. Alışkanlık.
1960
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mekbir
İhtiyarlama, yaşlanma.
Mekbud
Ciğerinde hastalık olan.
Mekbut
Mahzun kişi. Hüzünlü, üzüntülü kimse.
Mekd
Azlık. * İkamet, oturmak.
Mekdur
Kederlenmiş, kederli.
Me'kel
(Ekl. den) Yemek yenecek yer. Geçim yeri. * Yemek.
mêkel
yemek yenilen yer.
Me'kele
(C.: Meâkil) Yenilecek, eklolunacak şey.
Mekene
Kertenkele yumurtası.
Meker
(C.: Mükur) Bir ağaç cinsi.
Mekerr
Cenk edecek yer, savaş meydanı.
Mekfere
Örtecek, sertredecek yer.
Mekfuf
Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış. * Kilitlenmiş. * Heybe. * Dürülmüş, toplanmış. * Men olunmuş. Yasak edilmiş.
Mekfuf-ül ayn
Gözü keffolmuş. Kör, âmâ.
Mekful
(Kefâlet. den) Kefil olmuş veya kefil olunmuş.
Mekful-ün anh
Kendisine kefillik edilen kimse.
Mekful-ün bih
Kefâlet olunan kimse veya şey.
Mekhul(e)
(Kuhl. dan) Sürme çekilmiş, sürmeli.
Mekîd
Tuzağa düşen veya düşecek olan.
Mekîde
(C.: Mekâid) Hile, aldatma, düzen, dalavere.
Mekîdet
Düzen, hile, fesat.
mekîk
bir dokuma âleti.
Mekîl
Ölçmek. * Kilo ile ölçülen şey.
Mekîlât
(Mekîl. C.) Buğday, arpa gibi kile ile ölçülen şeyler.
mekîn
sakin, vakarlı, saygın.
1961
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mekîn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi. * Yerleşmiş. Oturmuş. Sâkin, Muhkem.
Mekînet
Onur, vakar, ciddiyet, ağırbaşlılık.
Mekir
(Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)
Mekîs
Vakarlı. Onur sahibi. Ciddi ve ağırbaşlı kimse.
Mekk
Emmek. * Helâk etmek. * Noksan etmek, eksiltmek.
mekkâr
hileci, düzenci.
Mekkâr
Hilekâr. Düzenbaz. Çok aldatıcı. Mekir yapan.
Mekkârî
Mekkârlık, hile, düzen. Hilekârlık.
Mekke
Hicaz'da Kâbe'nin bulunduğu en mukaddes şehrin ismidir. Aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) doğduğu şehirdir.
Mekke-i mükerreme
İlk ismi Mekke olan bu şehire, Hz. Peygamber'in (A.S.M.) gelmesi ve Mukaddes Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ile Mükerrem Mekke mânâsında bu isim verilmiştir.
Mekkî
Mekke'den olan. Mekke'ye dâir ve mensub. * Mekke'de nâzil olan âyet veya sure.
Mekkuk
(C.: Mekâkik) Birbuçuk sa' alır kile.
Mekla'
Otlu yer.
Meklum
Yaralı, mecruh. Yaralanmış.
Mekmen
(C.: Mekâmin) Gizlenilip pusu kurulan yer. Pusu yeri.
Mekmene
Pusu, gizlenilecek yer. * Define, hazine.
Mekmun
Gizli. Saklı.
Mekn
Kudret, kuvvet, güç.
Meknan
Bir ot cinsi.
1962
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mekne
(C: Miken-Mekenât) Kuş yuvası.
Mekniyyat
(Mekniyye. C.) Kinayeli cümleler.
meknun
örtülü, gizli.
Meknun
Örtülü, gizli. Saklı. * Dizilmiş. Dizili. Manzum.
Meknus
Süpürülmüş.
meknûz
gizli define.
Meknuz
Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
Mekr
(Bak: Mekir)
Mekre
(C: Mekârih) Şiddet. * Bıkkınlık. * Kerahet, iğrençlik.
mekreme
ikram yeri.
Mekreme
İzzet, ikram yeri. Seha, cud, şeref. Cömertlik.
Mekreme-i uzmâ
Büyük ikrâm, izzet yeri.
Mekremet-güster
Merhamet dağıtan, merhamet yayan.
Mekrub
Kederlenmiş. Musibete uğramış. Tasalı, gamlı insan.
Mekrubiyet
Kederli, hüzünlü ve tasalı olma.
Mekruh
İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş. * Mihnet. Şiddet.
mekruh
kötü, çirkin.
Mekruha
Keder, mihnet. şiddet.
Mekruhat
(Mekruh. C.) Mekruh olan şeyler.
Mekruhiyet
İğrençlik, mekruhluk.
Mekrume
(Bak: Mekreme)
Meks
(C.: Mükus) Bir şeyin pahası noksan olma. * Öşür. Vergi. Vergi almak.
1963
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mekseb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Mekâsib) (Kisb. den) Kazanç, gelir. * Kazanç yeri. Kazanç vasıtası.
Meksefe
(Bak: Miksefe)
meksûb
kazanılmış.
Meksub(e)
Kesbolunmuş. Kazanılmış. * Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş. * Yüksekten dökülen. * Çağlayan.
meksûbe
kazanılan.
Meksuf
Küsufa uğramış, ziyâsı, aydınlığı tutulmuş. Kararmış.
Meksur
"(Kesr. den) Kırılmış, kesrolunmuş. * Gr: ""İ"" şeklinde kesreli okunan harf."
mekşûf
keşfedilen, açılan.
Mekşuf
Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli.
Mekşuf-ül avre
Görünmemesi icab eden yeri açık olan kimse.
Mekşuf-ür re's
Başı açık.
Mekteb
(C.: Mekâtib) Yazı yazacak yer. * Okul.
mekteb
mektep, okul.
Mekteb-i âlî
Yüksek mekteb, yüksek okul.
Mekteb-i harbiye
Harp okulu.
Mekteb-i hususî
Özel okul, hususi mekteb.
Mekteb-i ibtidaî
İlk mekteb, ilk okul.
Mekteb-i i'dadî
Osmanlılar devrindeki rüştiyeden, yani eski orta mektebden sonra gelen ve talebeyi yüksek mektebe hazırlayan tahsil devresi. Lise.
Mekteb-i leylî
Yatılı mekteb, yatılı okul.
Mekteb-i sultanî
İstanbul'da Galatasaray Lisesi.
mektûb
mektup, yazılan.
Mektub
Yazılı, yazılmış kâğıt.
1964
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mektubat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mektublar. Yazılı kâğıtlar. * Bazı meşhur ve mühim kitapların ismi. * Bir yerden başka bir yerdeki şahsa gönderilen yazılı kâğıtlar. * Risalei Nur Külliyatından bir mecmuanın ismi.
mektûbât
mektuplar.
mektûbe
yazılmış.
Mektub-u samedanî
Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları.
Mektub-u sâmî
Başbakanlık (sadaret) makamından yazılan resmi mektublar.
Mektuf
İki eli arkasına bağlanmış olan.
mektûm
gizli, saklı.
Mektum
Gizli. Saklı. Gizli kalmış. * Hükümetten gizli tutulan.
Mektumat
(Mektume. C.) Hükümetten kaçırılarak gizlenmiş ve yazdırılmamış nüfus, mal veya gelir.
Me'kul
Ekl olunmuş, yenmiş şey, yiyecek.
Me'kulât
(Me'kul. C.) Yenilecek gıdâ maddeleri.
mêkûlât
yiyecekler.
Mek'um
Ağzı bağlı deve.
Me'kum
Tilki ve tavşan ini ve yatağı.
Mekur
Hileci, yalancı, dolandırıcı.
Mekyes
Akıllılık ve ferâsetle bilinen kimse.
Mekyul
Kile ile ölçülmüş.
Mekzebe
Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra.
Mekzube
Palavra, yalan söz.
Mekzum
Kederli, hüzünlü, tasalı, üzüntülü, gamlı.
Mel'
Seri seyr.
1965
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mela
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Emlâ) Ova, sahra. * Vakit. * Sıcak kül.MELA'Â : Meşveret. * Cemaat. Güruh. * Bir kavmin ileri gelen mes'uliyetli şahısları. * Huy, ahlâk. (Bak: Mele') * Doldurmak.
Mela'
Otu olmayan yer.
Mel'ab
(La'b. dan) Eğlence yeri. Oyun yeri.
Melab
Bir cins güzel koku.
melâb
oyun yeri.
Mel'abe
(La'b. dan) Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak.
melâbe
oyun yeri.
Mel'abegâh
f. Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri.
melâbegâh
oyun oynanan yer.
Mel'abe-i sıbyân
Çocuk oyuncağı.
Melabis
Elbiseler. Giyecek şeyler.
Melace
Husumeti uzatmak, düşmanlığı çoğaltmak.
Melaci'
(Melce. C.) İlticâ edilecek ve sığınılacak yerler.
Melagım
Ağız çevresi.
Melah
f. Çekirge.
Melaha (müluha)
Tatsızlık, tuzsuzluk.
melâhat
yüz güzelliği.
Melahat
Yüz güzelliği. Cemal. * Tuzluluk. Tuzlu su.
Melahi
Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler.
Melahide
Mülhidler. Dinsizler. İmânsızlar.
Melahif
(Milhaf ve Milhafe. C.) Sarınacak veya bürünecek şeyler. Yorganlar.
Melahim
Muharebe ve cenk yerleri. (Bak: Melhame)
melâhim
savaş yerleri.
Melaib
(Mel'ab-Mel'abe. C.) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler.
1966
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
melâib
oyunlar, oyun yerleri.
Melaik
(Mil'aka. C.) Tahta kaşıklar.
melâik
melekler.
Melaik(e)
(Melek. C.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma'sum mahluklar.
melâike
melekler.
Melaike-i kiram
"Büyük meleklerin büyükleri: Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil (A.S.)(... Melâike, bir ümmet-i azimedir ki; sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriyye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler. S.)(... Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin ferdleri sayısınca diller ve o fertlerin a'za ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdârâne temsil edip Dergâh-ı İlâhiyeye takdim etmek için kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve her bir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-i hakikat olarak Muhbir-i Sâdık haber vermiş ve hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebât-ı Rabbâniyeyi tebliğ ve izhâr eden Cebrâil (A.S.) ve zihayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Halika mahsus olan icraat-ı İlâhiyeyi, yalnız temsil edip ubudiyetkârâne nezâret eden İsrafil (A.S.) ve Azrâil (A.S.) ve hayat dâiresinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsânât-ı Rahmâniyeye nezâretle berâber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mâhiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i Rububiyyetin muktezasıdır.
1967
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Onların ve her birinin mahsus tâifelerinin vücudları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat'idir ve şüphesizdir. Melâikeye âid başka maddeler bunlara kıyas edilsin. Ş.)" melâiketullah
Allahın melekleri.
Melain
(Mel'ane. C.) Lânet edilecek iş ve hareketler.
Melak
Lütuf, muhabbet, sevgi.
melâl
can sıkıntısı.
Melal
Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur.
Melal-aver
f. Usanç verici, usandıran, sıkan.
Melam
Kınanmış. * Rezillik. Hakirlik. Kıymetsizlik.
melâmet
kınanmışlık.
Melamet
Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık.
Melametzede
(C.: Melametzedegân) f. Melamete uğramış, ayıplanmış, azarlanmış, kınanmış.
Melamet-zedegân
(Melametzede. C.) f. Ayıplanmış, kınanmış kimseler, azarlanmış olanlar.
Melami'
(Lem'a. C.) Parıltılar. Aydınlıklar.
Melamî
Kınanmış ve ayıplanmışlardan olan. * Hükema-i Kelbiyyun. (Bak: Kelbiyyun) * Melami adındaki tarikata mensub olan.
melâmî
kınanmış, melamilik tarikatından olan.
Melamih
(Lemha. C.) Lemhalar. Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları. Güzellik ve çirkinlik eserleri.
Melâmîlik
kendini kınamayı esas alan bir tarikat.
Melamiyyun
(Melamî. C.) Melamî tarikatından olanlar.
Mel'an
Dolu olan, taşkın.
melâne
lânete lâyık olan.
1968
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mel'ane(t)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(La'n. dan) Lânete sebeb olan. Lânete müstehak iş. * Yol ayrımı ve insan menzili.
Mel'anetkârane
f. Lânete müstehak surette.
Mel'anet-piş
f. Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan.
Melas
Kaypakça olmak.
Melaset
Yumuşaklık. (Zıddı: Huşunet)
Melassa
Hırsız ve haydut yatağı.
Melavet
Vakit, zaman.
Melaz
Sığınılacak yer. Melce'.
Melaze
f. Küçük dil.
Melazib
(Milzâb. C.) Çok tamahkâr ve cimri olanlar.
Melazz
Yalancı, kezzab. (Melzuz. C.) Leziz nesneler, lezzetli şeyler.
Melbes ü me'kel
Giyecek ve yiyecek.
Melbes
Giyecek şey. Elbise.
Melbus
Giyilen. Giyilmiş olan. * Giyinmiş. Elbise giymiş.
melbûsât
giyecekler.
Melbusât
Giyilecek şeyler. Elbiseler.
Melc(e)
Emmek.
melcê
sığınak.
Melce'
Sığınılacak yer. Halas olacak, kurtulacak yer.
Meld
Yumuşak olmak.
Melda
Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız.
Meldug
(Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş.
Mele'
(C.: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri. * Hırs, tama'. * Zan. * Güzellik. * Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin
1969
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dolu olduğunu ifade eden bir tabirdir. * Dolu mekân. * Kalabalık, güruh, cemaat, topluluk. Halk. Me'le
(C: Miâl) Hazırlanmak. * Şişman kadın, semiz avret. * Bahçe.
Meled
Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik.
Mele-i a'lâ
Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar.
meleiâlâ
büyük meleklerin âlemi.
melek
nurdan yaratılmış masum varlık.
Melek
Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, masum mahluk. * Güzel huylu ve güzel olan kimse. (Bak: Melâike)
Meleka
Düz kayacak nesne.
Melekât
(Meleke. C.) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış bilgiler. İsti'datlar.
melekât
melekeler.
Melekât-ı akliyye
Tecrübe neticesi aklen bilinen kolaylık, tecrübeden doğan bilgililik.
Meleke
Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve mehâret. * Mümârese.
meleke
zihnin anlama, kavrama, hatırlama gibi özellikleri, tekrar tekrar yapmaktan dolayı kazanılan beceri.
Melek-i müekkel
Muayyen bir işle tavzif edilmiş melek. (Bak: Melâike)
Melek-i siyânet
Allah'ın emri ile insanları koruyan, muhafaza eden melek.
Melekî
(Melekiye) Meleğe mensub, melekle alâkalı. * Paklık, temizlik, ismet. * Hükümdara, melike âit. Melikle alâkalı.
melekî
melekle ilgili, melek gibi.
melekiyet
meleklik.
meleksimâ
melek yüzlü.
1970
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
melekût
melekler âlemi, varlıkların ilâhî isimlere bakan iç yüzü.
Melekut
Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi. (Bak: Arş)(İnsan mülk ciheti ile kalbe zarf olur, melekut cihetiyle de mazruf olur. M.N.)
melekûtî
melekutla ilgili.
Melekutiyân
Melekut âleminden olanlar.
melekûtîyet
melekutluk.
Melek-ül bihar
Denizlere nezaret eden melek.
Melek-ül cibâl
Dağlara nezâret eden melek.
Melek-ül emtâr
Yağmurla vazifeli olan melek.
Melek-ül mevt
İnsanların ruhlarını kabzeden Azrâil. (A.S.)
melekülmevt
ölüm meleği.
Melek-zad
Melekten olmuş gibi, çok güzel.
Melel
Bıkma, usanma, bezme.
Mel'em (mil'em)
Ölçüsünde cimrilik yapan.
Melem
Yaramaz tenbel kimse.
Mel'eme
Cem'etmek, toplamak. * Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek. * Yara yırtığını bağlamak.
Melevan
Gece ve gündüz.
Melez
(Meles) İki ırkın karışması neticesi hâsıl olan yeni bir nesil. Ayrı iki cinsten doğmuş olan. * Aydınlıkla karanlık arası, alaca karanlık.
melez
ırkı karışık.
melfûf
paketlenip gönderilen.
Melfuf
Sarılı. Bir mektup veya bir şey içine konulmuş olan.
1971
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Melfufat
(Melfuf. C.) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar.
melfûfât
paketlenip gönderilenler.
Melfufen
Sarılı olarak. Melfuf olarak. Leffen, ekli olan şey.
Melfuha
(C: Melâfih) Ana karnındaki erkek çocuk.
Melfuz
(Lâfız. dan) Telâffuz olunmuş, okunmuş olan. Söylenmiş. * Ağızdan çıkan söz, hece, kelime veya harf.
melfûz
söylenmiş.
Melfuzât
(Melfuz. C.) Konuşulan şeyler.
Melh
Kibirlenmek, gururlanmak. * şiddetli seyir.
Melhame
Kanlı harb. * Büyük muharebe sahası.
Melhame-i kübrâ
Büyük ve kanlı savaş, harp.
Melhec
(C: Melâhic) Darlık.
Melhed
Kabrin çukur açılacak yeri.
Melhem
Hurma ağacı çok olan yer.
Melhez
(C: Melâhız) Darlık çekecek yer.
Melhub
(Lehb. den) Alevli, alevlenmiş.
Melhud
(Lahd. dan) Mezara sokulmuş, kabre konulmuş. Lâhid içine konulmuş.
Melhuf
Hasrette kalan. * Kederli, tasalı. * İmdad bekleyen.
Melhufân
(Melhuf. C.) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler. * Hasrette kalanlar.
Melhufîn
Hasrette kalıp yardım isteyenler.
Melhuk
Karışmış, kavuşmuş. İltihak etmiş.
melhûz
düşünülebilen.
Melhuz
Mülâhaza ve tefekkür olunmuş olan veya olunabilen. Düşünülebilen. Akla gelebilen. Olabilir.
1972
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Melhuzât
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Melhuz ve Melhuze. C.) Olabilir şeyler. Hatıra gelen şeyler. İhtimâller.
Meli'
Otu olmayan yer.
Melîh
(C.: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat. * Tuzlu.
melîh
güzel, şirin.
Melîk
Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir. (Daimî sıfattır.)
melîk
hükümdar.
Melik
Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf. * Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir)
Melîkâne
f. Hükümdar ve melike mensub. Onunla alâkalı.
melîke
kadın hükümdar.
Melîke
Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe.
Melîl (melile)
Kül içinde pişirilen ekmek. * Hararet, sıcaklık. * Üzgün, kederli. Melul.
melîl
üzgün.
Melîs
şişman ve tenbel olan kişi.
Melît
Cenin.
Meliyy
Uzun zaman. * Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf.
Melk
Dalkavukluk. * Yumuşaklık yapmak. * Mahvetmek. * Yıkamak. * Emmek. * Vurmak.
Melkean
Kötü, yaramaz kimse.
Melkeme
El ile vurulan yerin yarası.
Melkuha
(C: Melakih) Anasının karnında olan çocuk.
Melkut
Yerden kaldırılıp alınan şey. * Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise kapısına bırakılmış çocuk.
1973
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mell
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küsmek, darılmak. * Yorgunluk. * Kakma, dürtmek. * Mahzun olmak, kederli olmak. * Hamuru külün içinde pişirmek.
Mella
Zengin kimse.
Mellah
(C.: Mellâhân-Mellâhin-Mellâhun) Gemici. Kaptan. Denizci.
Mellaha
Tuz çıkan yer.
Mellahan
(Mellâh. C.) Kaptanlar, denizciler, gemiciler.
Mellahe
Tuzla.
Mellahîn
(Mellâh. C.) Denizciler, gemiciler, kaptanlar.
Mellase
Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü.
Melle
Çukur.
Melmus
(C.: Melâmis) (Lems. den) El ile dokunulmuş.
Melmusat
(Melmus. C.) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler.
Mels
Yalan vâde, yalan söz. * Güzellik, hüsün.
Melsa'
Pürüzsüz ve düz yer. * şarap.
melsûk
yapıştırılmış.
Melsuk
Yapıştırılmış. Bitiştirilmiş.
Melsun
(C.: Melâsin) Yalancı, kezzâb.
Meltafa
Güzellik, lâtiflik yeri olan şey veya vasıf.
Meltem
Yaz mevsiminde karadan denize doğru esen rüzgâr.
Meltut
Karışmış, mahlut.
Mel'ub
Salyalı ağız.
mêlûf
alışılmış.
Me'luf
Alışılmış. Ünsiyyet edilmiş. * Alışık. Huy edinmiş.
Me'lufiyet
Alışıklık, ünsiyet.
Me'luk
Deli. Divâne.
melûl
usanmış.
1974
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Melul
Usanmış. Bıkmış. Bezmiş. * Mahzun.
Melulâne
Acıklı ve mahzun bir hâlde.
Melum
Azarlanmış, tahkir edilmiş, levmolunmuş.
Me'lum
Kederli. Eleme, derde tutulmuş.
Mel'un
Lânetlenmiş. Lânete lâyık. * Kovulmuş, tard olunmuş.
melûn
lânetli.
melûnâne
melunca.
Melvan
Gece ve gündüz.
Melyene
Yumuşaklık.
Melze
At seğirtirken koltuklarını uzatmak. * Süngü ile veya gayrı nesne ile ta'n eylemek.
melzum
lüzumlu.
Melzum
Mevcud bir şeyle birbirinden ayrılmayan. Mevcud bir şeyle beraber bulunması lâzım gelen. Lüzumlu olmuş olan. Lüzumlu kılınmış.
Melzumiyet
Lüzumlu kılma. Melzumluk.
Memalik
(Memleket. C.) Memleketler.
Memalîk
(Memluk. C.) Köleler. kullar.
memâlik
memleketler.
Memalik-i hârre
Sıcak memleketler. İklimi çok sıcak olan mıntıkalar.
Memalik-i osmaniye
Osmanlı memleketi. Osmanlılara aid memleketler.
memât
ölüm.
Memat
Ölüm. Ahirete göç etmek. (Bak: Mevt)
Memdud
(Medd. den) Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş.
Memdude
Balçıklı ve kesekli yer.
Memdudî
Tel çeken.
memduh
övülmüş.
1975
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Memduh(a)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş. * Fık: Peygamberimizin (A.S.M.) sevmiş olduğu hareket, iş.
memduha
övülmüş.
Memduhat
(Memduh ve Memduha. C.) Medhedilecek ve övülecek şeyler. Övülmeğe değer şeyler.
Memduhiyyet
Makbul oluş. Makbullük. Beğenilmiş oluş.
Memedd
(Masdar-ı mimî ve mekân ismi) Bir şeyin uzandığı, serildiği yer.
Me'men
Sağlam. Güvenilir. Emin yer.
memer
geçit.
Memerr
Geçilecek yer. Cadde, sokak. Geçit yeri.
Memerr-i nâs
Herkesin geçtiği yol. Geçit.
Memerr-ül mahlukat
Mahlukatın geçtiği yer. Dünya.
Memhur
Mühürlenmiş. Damgalanmış.
Memhure
Nikâh bedeli verilmiş olan kadın.
Memhus
Parlatılmış, cilâlanmış. * Etli, şişman, dolgun insan veya hayvan.
Memhuvv
(Mahv. dan) Mahvolmuş, perişan olmuş.
Memhuz
Yağı alınmış yoğurt.
Memîl
Meyletme, bir yana eğilme, temâyül etme.
Memkûr
(C: Memâkir) Av kanıyla kirlenmiş. * Kızıla boyanmış.
Memkure
Sirkeli ve sarmısaklı balık.
Memkûre
Uysal, yakışıklı.
Memkut
Düşmanlık edilen, hased edilen.
Memlaha
(Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla.
Memleket
(C.: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt. * Şehir. İl, kasaba. * Bir insanın doğup büyüdüğü yer.
Memlu
Doldurulmuş. Dolu.
1976
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
memlû
dolu.
Memluh
Tuzlanmış. Tuzlu.
Memluhat
(Memluh. C.) Tuzlanmış şeyler. Tuzlu şeyler.
memlûk
köle.
Memluk
Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr. * Birinin malı olan.
Memlukâne
f. Köleye yakışır hâlde. Kölece. * Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı.
Memlukiyyet
Esirlik. Hizmetkârlık. Kulluk. Kölelik.
Memlul
(Memlule) Usanmış, usanılmış, bıkılmış, bezilmiş.
memnû
yasak.
Memnu'
Yasak. Menedilmiş. Mâni olunmuş.
Memnuat
(Memnu ve Memnua. C.) Yasak şeyler.
Memnuiyyet
Yasaklık. Haram veya yasak oluş.
Memnun
(Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan. * Kesilmiş.
memnûn
hoşnut.
memnûnâne
memnunca.
Memnunen
Sevinerek, memnun olarak.
memnûniyet
memnunluk.
Memnuniyyet
Mesrur oluş. Şâdlık. Mesruriyet.
Memru'
Otlu yer.
Memsud
Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan.
Memsude
Devrik yüzlü, münkabız kimse.
Memsuh
Suratı, daha çirkin şekle sokulmuş. Biçimsiz ve çirkin surete girmiş olan.
1977
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Memsun
Mesâne hastalığına tutulmuş kimse.
Memsus
Massolunmuş, emilmiş. * Baldır, incik.
Memşa
(Meşy. den) Ayak yolu. Üzerine basıp yürüdükleri yer.
Memşuk
Yazılmış olan, meşkolunmuş. * Uzun boylu zayıf at.
Memtul
Çekiçle döğülerek işlenmiş.
Memtur
Üzerine yağmur yağmış. Yağmur yağarak ıslanmış.
Mem'ud
Midesinde hastalık olan.
mêmûl
umulan.
Me'mul
Umulan. Ümid edilen. Beklenilen.
Me'mum
İmama uyan kimse. İlerdekine uyan.
Me'mume
Beyine ulaşan yara.
mêmûn
emin, korkusuz.
Me'mun
Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan. * Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı.
Mêmûn
felsefe kitaplarını tercüme ettirmesiyle meşhur bir halife.
Me'mun-ül âkibe
Akibetinden emin. Sonu emin, korkusuz.
mêmûr
emir altında olan.
Me'mur
Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam.
Me'muren
Me'mur olarak, memurlukla. Bir iş ile vazifelendirerek.
Me'murîn
(Me'mur. C.) Devlet hizmetinde bulunan kimseler. Me'murlar.
mêmûrîn
memurlar.
mêmûriyet
memurluk.
Me'muriyet
Me'murluk. Vazife, görev, hizmet.
1978
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Me'muriyet-i asliye
Asıl me'murluk.
Me'mur-ün bih
Emrolunan şey.
Memut
Meyyit. Ölmüş.
Memzuc
Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş. * Şakalaşmak. * Oynamak.
memzûc
karışık.
Men dakka dukka
"""Kapı çalanın kapısı çalınır."" Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: ""Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur."""
Men ene
Ben kimim?
Men hüve
O kimdir?
Men lehül hakk
Fık: Hak sahibi olan kimse.
Men lem yezuk lem yedri Men
"Tatmayan bilemez. Kim ki tatmamış; o, tadını bilemez."
"(İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. ""O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki"" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur."
Me'n
(C: Müün-Me'nât) Böğür. * Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç.
Men'
Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek.
men
yasaklama.
Mena
İki rıtıl. (İkiyüz altmış dirhem)
Men'a
Ölüm haberi. Vefat haberi.
Menaat
Sarplık, çetinlik, kavilik, güçlük.
Menaat-ı mevkiiye
Arazi sarplığı.
1979
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Menab
Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.
Men'ab
Cömert. * Hızlı yürüyen.
Menabi'
(Menba'. C.) Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler. * Her şeyin zâhir olduğu yerler. * Servetlerin çıktığı yerler.
menâbî
kaynaklar.
Menabi-i aşere
On menba.
Menabi-i servet
Zenginlik kaynakları.
Menabik
Batman.
Menabir
(Minber. C.) Minberler. Camilerde hatiblerin hutbe okumalarına mahsus kürsüler.
Menabit
(Menbet ve Menbit. C.) Çayırlar, otlaklar.
Menacil
(Mincel. C.) Ekin orakları.
Menacim
(Mencem. C.) Terâzi kolları.
Menadif
(Mindef. C.) Hallaç yayları.
Menadil
(Mendil. C.) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler.
Men'af
(C.: Menâif) Dağın sivri tepesi.
Menafi'
(Menfaat. C.) Menfaatler. Faydalar.
menâfî
menfaatler.
Menafih
(Minfâh. C.) Körükler.
Menafi-i umumiye
Umumi menfaatler, umumi faydalar.
Menafiz
(Menfez. C.) Delikler. Menfezler. * Nüfuz edecek yerler.
menâfiz
delikler.
Menah
f. Geniş, bol, ferâh. * Dar.
Menahe
(C.: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne.
Menahi
(Nehi. C.) Menedilmiş şeyler. Şer'an yasak edilmiş olan şeyler.
menâhî
yasaklananlar.
1980
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Menahic
(Minhac-Menhec. C.) Açık ve geniş yollar. Bilinen büyük yollar.
menâhic
metodlar.
Menahic-i hükemâ
Hakîmlerin, ilm-i kelâm âlimlerinin meslekleri ve gittikleri mânevi yollar.
Menahil
(Menhel. C.) Durak yerleri. Durulacak sulak yerler. * Hayvan sulanan yerler.
Menahir
(Menhar. C.) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler. Mezbahaneler.
Menahis
(Minhas. C.) Uğursuz şeyler.
Menahit
(Minhat. C.) (Tahta veya taş) yontma âletleri.
Menahiz
(Minhaz. C.) Burun delikleri.
Menaî
(Men'â. C.) Ölüm haberleri. Vefat haberleri. Kötü haberler.
Menaif
Dağların sivri tepeleri.
Menaih
(Menâhe. C.) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler.
Menair
(Menâvir) Minâreler. * Nur yerleri. * Alâmet.
Menakıb
(Menkıbe. C.) Menkıbeler. Hayat hikâyeleri.
menâkıb
hayat hikâyeleri.
Menakib
(Menkeb. C.) Yollar. * Omuzlar.
Menakîr
(Minkar. C.) Minkarlar, gagalar. Yırtıcı kuşların gagaları. Taşçı kalemleri.
Menakir
(Münker. C.) Günah ve kötü şeyler.
Menal
Yetiştirme, nâil olma, kavuşma. * Ele geçirilen şey. Nâil ve sahib olunan şey.
menâm
uyku.
Menam
Uyku. Uyku zamanı. * Rüya. Düş. * Uyunacak yer, yatak odası.
Mename
Yatak, döşek.
1981
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
menâmen
uykudayken.
Menamen
Uyuyarak. Uykuda olarak.
menâr
ışık tutucu.
Menar
Nur yeri. Fener kulesi. * Câmi minâresi. * Yol işaretleri.
Menare
(C: Menâr-Menâvir) Alâmet, işaret. * Kandil. * Minare.
Menas
Sığınacak yer. Melce'. Penah. * Deprenmek. * Fevt.
Menası'
(Minsa'. C.) Medine-i Münevvere'nin dışında meşhur bir yer.
Menasıb
(Mansıb. C.) Devletin başlıca hizmetleri. Makamlar, rütbeler, pâyeler.
Menasıb-ı seyfiye
Askerlik hizmetleri.
menâsık
ibadet yerleri.
Menasik
(Mensek. C.) İbâdet edecek yerler. İbâdet ederken lüzum eden usul, yol ve tarz.
Menasik-ül hac
Hacı olmak için Mekke-i Mükerreme'ye gidenlerin Kâbe'yi ziyaret etme, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme, ihram giyme, muayyen bir yerden bir yere kadar yürüme gibi yapılan ibadet rükünleri. (Bak: Sa'y)
Menasim
(Mensim. C.) Yollar, tarikler, meslekler. * Alâmetler, izler, eserler, nişânlar.
Menasir
(Minser. C.) Yırtıcı kuşların gagaları. * Taşçı kalemleri.
Menassa
Çeyiz odası. * Yüksek yer, çardak.
Menaşir
(Minşâr. C.) Testereler. * (Menşur. C.) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları. * Mat: Prizmalar.
Menat
bir putun adı.
Men'at
Ölüm haberi.
Menatık
Mıntıkalar, bölgeler.
menâtık
mıntıkalar, bölgeler.
1982
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Menatık-ı baîde
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uzak mıntıkalar. Uzak bölgeler.
Menatık-ı duşize-i tahayyül Tahayyülün bâkir mıntıkaları. Menavir
(Minare. C.) Minareler.
Menaya
(Meniyye. C.) Ölümler. * Maksatlar. Gâyeler.
Menazım
(Manzam. C.) Sıralar, diziler.
menâzır
manzaralar.
Menazır
Manzaralar. Seyredilecek, görülecek güzel yerler. Güzel görünüşler.
Menazi'
(Menze'. C.) Niza ve kavga edilecek yerler.
Menazil
(Menzil. C.) Menziller. İnecek yollar. Duralar. Konak yerleri.
menâzil
inilen yerler.
menbâ
kaynak.
Menba'
Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
Menbat
Suyun çıktığı yer. Menba'.
Menbel
Tembel, uyuşuk.
Menber
(C: Menâbir) Yüksek olacak yer.
Menbic
"Mevzi ismi. (Oraya nisbetle ""menbicâni"" derler.)"
Menbit
Otlu yer, otlak, çayır.
Menbuş
Açılmış, soyulmuş.
Menbuz
Piç. Veled-i zinâ. * Hemen doğmasını müteakib bir yere atılmış çocuk.
Menca
(Bak: Mence')
Mencat
Kurtulma, necât bulma. Halâs olma.
Mence
(Mencâ) Kurtulacak yer. Necat bulacak yer. * Necat bulma. Kurtulma.
mencê
kurtuluş yeri.
Menced
(C: Menâcid) İnci ve altından olan gerdanlık.
1983
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mencem
(C.: Menâcim) Terazi kolu. * Maden.
Mencenik
(Bak: Mancınık)
Mencenun
(C: Menâcin) Sığırın döndürdüğü dolap. * Sığırların çektiği kağnı.
Mencınık
(C: Mencınıkât) Mancınık.
Mencub
Dibâgat olunmuş deri. * Geniş kadeh.
Mencud
Kederli, tasalı, gamlı.
Mencuk
f. Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. * Sancak, bayrak. * Şemsiye.
Mend
"f. Kelimelerin sonuna getirilerek ""sahip"" mânasına edattır."
Mendeb
Tehlike. Ölüm. * Gürültü ve şamata ile ağlama.
Mendeme
Pişman olma. Nedâmet etmek. * Pişman olacak yer.
Mendil
(Mindîl) (C: Menâdîl) Mendil. * Küçük havlu, peçete.
mendûb
emredilmediği hâlde yapılan güzel amel, iş.
Mendub
Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab. * İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü.
mendûbiyet
mendupluk.
Mendud
Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli.
Menduf
Didilmiş, atılmış.
Menduha
Genişlik. * Kifâyet, kâfi gelmek. * Mahlas.
Me'ne
Böğür, hâsıra.
Men'e
Dibâgat için ısladıkları deri.
Menea
(Mâni. C.) Engeller, mâniler, özürler. * Engel olanlar, mâni olanlar, geri bırakanlar. * Kuvvet ve cemâat.
Menend
(Mânende-Mânend) f. Nazir. Eş. Benzer. şebih. Müşabih.
1984
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
menend
eş, benzer.
Menfa
Nefyolunan yer. Birinin sürüldüğü yer. Nefiy yeri.
menfâ
sürgün yeri.
menfaat
fayda, çıkar.
Menfaat
Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey.
Menfaatbahş
f. Faydalı, yararlı. Menfaat ve fayda veren.
Menfaatdâr
f. Menfaat ve fayda gören.
Menfaatperest
f. Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse.
menfaatperest
menfaatına çok düşkün.
menfaattar
menfaatli.
Menfed
Tükenmek, yok olup gitmek.
Menfer
Geri kaçılacak yer. Nefret edilecek, sevilmeyecek yer.
Menfes
(Nefes. den) Nefes deliği. Nefes alacak yer.
menfez
delik, gözenek.
Menfez
Nüfuz edecek delik, pencere. Delik. Ağız. Yarık. Girilecek yer.
Menfî
Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. * Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. * Nâkıs. Negatif, olumsuz.
menfî
olumsuz, sürgün.
Menfiyyen
Sürgün olarak.
Menfuh
Üfürülmüş. * Büyük karınlı. Nefholunmuş.
Menfur
Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç. * Mebguz.
menfûr
nefret edilen.
Menfus
Yeni doğmuş çocuk.
1985
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Menfuş
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Pamuk veya yün gibi) atılmış ve didilmiş. Dağılmış, didik didik edilmiş.
Mengene
Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet.
Menguş
f. Küpe.
Menh
Verme, ihsan etme.
Menhar
(C.: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha.
Menhat
Mâni, nehyedici, engel.
Menheb
Yağma etmek. Yağma edecek yer.
Menhec
(C.: Menâhic) Geniş, açık yol.
Menhec-i sedâd
Doğruluk yolu. Sırât-ı müstakim.
Menhel
(C.: Menâhil) Hayvan sulanan yer. * Menzil, durak. Konaklanacak yer.
Menhere
(C: Menâhir) Mahalle arasındaki süprüntülük.
Menhî
Şer'an yapılması yasak olan, haram olan şey.
menhî
yasaklanan.
Menhir
(C.: Menâhir) Burun deliği.
menhiyat
yasaklananlar.
Menhiyyat
Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar.
Menhub
Korkak adam. * Muhtar, müntehab, seçkin.
Menhub(e)
(Nehb. den) Talan edilmiş, yağma edilmiş.
Menhum
Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse. * Bir şeye çok hırs gösteren kişi.
menhûs
uğursuz.
Menhus
Zayıf, etsiz.
1986
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Menhuş
Yılan, akrep cinsinden bir hayvan tarafından sokulmuş.
Menhut
Yontulmuş. Tıraş edilmiş. Yontulmuş ağaç.
Men-i muhakeme
Muhakemeyi durdurmak, muhakemeye lüzum görmeyip menetmek.
meni
döl suyu.
Meni
Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma.
Menî
f. Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik.
Meni'
Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor.
Menie
Ölüm, mevt.
Meniha
Hediye, armağan, bahşiş.
Menin
Toz. * Zayıf kişi. * Zayıf ip.
Meniş
f. Tabiat, huy, mizac.
Meniyye
Ölüm, mevt. * Takdir olunmuş olan.
Menka'
Su toplanan çukur.
Menkab (menkabe)
(C: Menâkıb) Dağ arasında olan yol. * Dar yol. * Güzel hareket ve fiil. * Delik açılacak yer.
Menkabe
Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe.
Menkal
Nakledecek mekân.
Menkase
Eksiklik, noksanlık.
Menkel
Ayak bileziği. Süs olarak kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik.
menkıbe
hayat hikayesi.
Menkib
(C.: Menâkib) Omuzbaşı. Omuz ile kol kemiğinin birleştiği yer.
Menku'
(Menkua) Haşlanmış. Suda kaynatılmış.
Menkub
(Nekbet. den) Dert ve meşakkatlere mâruz kalmış olan. * Rütbe ve haysiyyetten düşmüş olan.
menkûha
nikâhlı kadın.
1987
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Menkuha
Nikâhlı karı. Nikâhlanmış olan kadın.
menkul
anlatılan, taşınabilen.
Menkul
Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen. * Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen. * Anlatılan.
Menkulat
Nesilden nesile veya ağızdan ağıza yayılıp duyulan. Nakle dayanan bilgiler. Nakledilenler. (Bak: Mürtecel)
menkulât
taşınanlar, anlatılanlar.
menkûr
inkâr edilen.
Menkur
İnkâr olunmuş.
Menkus
(Naks. dan) Noksanlaştırılmış. Eksik olan.
menkûs
tersine çevrilmiş.
Menkuş
(Nakş. dan) Nakşolunmuş. İşlenmiş. Nakış yapılmış. Boya ile süslenmiş.
menkuş
nakışlı.
Menkuşe
Nakşolunmuş, işlenmiş. * Kemik çıkmış olan baş yarığı.
Menkut
(Nokta. dan) Noktalanmış. Noktalı.
menkuz
bozulmuş.
Menkuz
Nakzedilmiş. Bozulmuş. Hükümsüz bırakılmış.
Menmul
(Neml. den) Üzerine karınca üşüşmüş olan şey.
Menn
Nimet vermek. İyilik etmek. * Minnet. * Rıza. * Esiri fidye almadan, ücretsiz salıvermek. * Kesmek. * Zayıf etmek. * Ettiği iyiliği başa kakmak. * İki batman ağırlık. * Kudret helvası.
Mennâ'
(Men'. den) Alıkoyan, mâni olan, yaptırmayan. * Önleyici, men'edici.
Mennac
Çok bahşiş veren. İhsan eden.
Mennan
İhsanı bol. Çok çok ihsan eden. En çok nimet veren. (Allah)
Mennân
kullarına bol nimet ve ihsanlarda bulunan Allah.
1988
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mennane
Malı, mülkü, serveti için kendisiyle evlenilen kadın.
Mennâ-ul hayr
Hayır ve iyiliğe mâni olan. Hayrı önleyen.
Mensaf
(C: Menâsıf) Her şeyin yarısı.
Mensea
(C: Menâsi') Otu tez biten yer.
Mensec
(Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj atelyesi.
Mensek
(C.: Menâsik) İbâdet yeri. İbâdetgâh. * İbâdet yapma usulü. * Kurban kesecek yer.
Mensıb
(C: Menâsıb) Demir sayacak. * Asıl. * Mertebe, derece.
Mensî
(Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış.
Mensic (mensec)
(C: Menâsic) Bez dokuyacak yer. * Boyun ile kürek arası.
Mensik (mensek)
(C: Menâsik) İbadet edecek yer. * Kurban kesilecek yer. * Kesilmiş kurban.
Mensim
(C.: Menâsim) Alâmet, işaret, nişân, iz, eser. * Yol, tarik. * Deve tırnağı.
Mensiyat
(Mensi. C.) Hatırdan çıkıp unutulmuş şeyler.
Mensiyet
Unutulma, hatırdan çıkma.
Mensiyy
Unutma yeri. * Hiç bahsedilmeyen terkedilmiş nesne.
mensub
bağlı, ait, ilgili.
Mensub
Bir şeye veya kimseye nisbeti olan, alâkası bulunan. Bir şeyle ilgili olan.
Mensubât
(Mensub. C.) Bir yere mensub olanlar. Bir yerin adamları.
mensubât
bağlılar, ilgililer.
Mensubîn
(Mensub. C.) Mensublar. Mensub ve alâkadar olanlar. Bir daire veya yerin adamları.
mensubiyet
bağlılık, aitlik.
1989
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mensubiyyet
Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş.
Mensuc
(Nesc. den) Dokunmuş, dokunulmuş, dokunulan. Örülmüş. İşlenmiş.
mensûc
dokunmuş.
Mensucât
Bez veya kumaş gibi dokumak suretiyle yapılan tezgâh veya fabrika mahsulü mallar.
mensûcât
dokunanlar.
Mensucât-ı haririyye
İpek dokumalar.
Mensuh
(Nesh. den) Hükmü kaldırılmış. Nesholunmuş. Hükümsüz bırakılmış.
mensûh
hükmü kaldırılmış.
Mensuk
(Nesk. den) Düzgün olarak dizilmiş olan.
Mensur
"(Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış. * Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek. * Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına ""mensur şiir"" denir."
mensur
nesirli.
Mensus
(Bak: Mansus)
mensûs
âyet ve hadîs gibi kesin delillerle tesbit edilmiş olan.
Menşar
Yayıp dağıtacak yer. * Öldükten sonra dirilecek yer.
Menşat
(C: Menâşıt) Neşat, sürur, neşe.
Menşe'
(Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.
menşê
esas, kök, kaynak.
Menşed
İsteme, talebetme.
Menşele
Küçük parmağın yüzük takılan yeri.
Menşer
Neşredilip dağıtılan yer.
Menşud
Matlup, istenen şey.
1990
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Menşur
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş. * İşleri dağınık. Perişan. * Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı. * Bayrak. * Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri birbirine benzeyen şekil. Prizma.
menşûr
yayılmış.
Menşur-u mukaddes
Mukaddes ferman. (Kelime-i şehadet kastedilmektedir)
Mentec
Doğuracak vakit.
Menuat
Men'etmeler. Yasaklar.
Me'nub
(Bak: İhcâc)
Menuc
Sütü diğer develerden sonra çekilen deve.
Me'nuf
Burunda hastalığı olup koku alamayan.
Menun
(Menn. den) Kesmek. * Vakit, zaman, ömür ve sâireyi kesen mânâsınadır.
mênûs
alışılmış.
Me'nus
Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş. * Beğenilmiş. Mergub.
Me'nuse
Ateş.
Me'nusiyet
Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma.
Men'uş
Hayır ile yâdedilen ölü. * Yukarı kaldırılmış. * Fakir olduktan sonra sevindirilmiş. * Tabuta konulmuş.
Menut
Asılı, muallâk. * Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste. * Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan.
Me'nut
Hased olunmuş kişi, mahsud.
Men'ut
Medhedilmiş. İyiliği, güzelliği söylenilmiş olan.
Menvî
Kasdedilen. * Niyet. Maksad. Meram.
menvî
niyetlenen.
1991
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Menvî-i zamir
İçindeki niyet ve maksat.
Meny
Meniyi dışarı getirmek. * Takdir etmek. * Okumak. * Hükmetmek.
Menzam
(C: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek.
Menzehe
Gezinti yeri.
menzil
inilen yer.
Menzil
İnilen yer. Konulacak yer. * Yer. Dünya. Ev. * Mesafe.
Menzilet
Derece, pâye, rütbe, mertebe. Yükseklik derecesi. * Konak yeri, inecek yer. Hane, ev.
Menzilgâh
f. Konak. Yer. Ev. Bir müddet durulan yer.
menzilgâh
inme yeri.
Menzilhane
f. Konak yeri. Hayvan değiştirilen yer.
Menzil-i kamer
Koz: Ayın dünya etrafındaki mahreki. Bu mahrekte aynı noktaya tekrar gelmek için geçen zaman.
Menzil-i küllî
Mahrekin en son noktasına kadar olan mesâfe.
Menzilnişin
f. Yerinde oturan.
Menzu'
(Nez. den) Nez olunmuş, koparılmış.
Menzuf
Susuzluktan dolayı dili kurumuş kimse. * Kan kaybından dolayı dermansız ve güçsüz kalmış olan insan.
Menzul
(Nüzul. den) Nüzüllü, inmeli.
Menzur
(Nezr. den) Adanmış, nezrolunmuş, va'dedilmiş. Adak olarak belirtilmiş.
Menzut
Haris kimse.
Mer
f. Elli (Sayısı). Hamsin. (50)
Me'r
Katı, şiddetli, şedid. * Fesad.
Mer'
Ot çok olmak.
Mera
(C: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve.
1992
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mer'a
Aynalar.
Me-ra
f. Beni. Benim. Bana.
merâ
otlak.
Meraa
Ucuzluk.
Mer'abe
Ansızın olarak birdenbire korkutmak. * Tenha ve korkunç yer.
Merabi'
(Mürabba. C.) Mürabbalar, kareler. * (Merba. C.) İlkbaharda oturulan evler.
Merabih
(Ribh. den) Ticâretten elde edilen kazançlar.
Meraci'
(Merci. C.) Rücu edilecek ve dönülecek yerler. * Mürâcaat edilerek başvurulacak kimse veya yerler.
Merad
Boğaz. * Talep mevzii, isteme yeri.
Meradet
Kuvvetlilik, kavilik. Salâbet.
Merae
Hazmetmek. * Güzel manzara.
Merafık
(Mirfak. C.) Dirsekler. * Ev kilerleri. * Mutfaklar.
Merag
Davar ağnanmak ve toprağa yuvarlanmak.
Merah
Yer. Mekân. * Sevinç. * Rahat edilecek yer. * Meşhur bir nahiv kitabının ismi.
Merahil
(Merhale. C.) Menziller, merhaleler, konaklar, duraklar.
Merahil-i baîde
Uzak konaklar. Uzak menziller.
Merahilpeyma
f. Seyyah, yolcu. Seyahat eden kimse.
Merahim
(Merhamet. C.) Acımalar, merhametler.
Meraî
(Mir'at. C.) Aynalar, mir'atlar.
Merak
Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük. * Dalgınlık. Kara sevdâ. * Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı.(... Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi hikmet-i İlâhiyeyi ittiham ve
1993
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rahmet-i İlâhiyeyi tenkid ve Hâlik-ı Rahiminden şekva hükmünde olduğu için aksi maksadiyle tokad yer, hastalığı ziyadeleşir. L.) merak
öğrenme isteği.
Merakâver
f. Merak verici. Düşündürücü. Meraklandırcı.
merakâver
merak verici.
Merak-âver
Merak verici. Merak veren.
Merakım
(Mirkam. C.) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler.
Merakî
Vesvese ve kuruntu içinde bulunan kimse. * (Mirkat. C.) Merdivenler, basamaklar.
Merakib
(Merâkibe) (Araba, at, kayık, vapur gibi) binecek vasıtalar. Merkebler.
merâkib
binekler.
Merakib-i bahriye
Vapur, gemi, tekne, kayık vs. gibi deniz nakil vâsıtaları.
Merakib-i berriye
Araba, otomobil, kamyon, at vs. gibi kara nakil vasıtaları.
Merakid
(Merkad. C.) Merkadlar, kabirler, mezarlar.
Merakiz
Merkezler. Karargâhlar. Karar yerleri.
Meral
(Aslı, marâl'dır) Ceylan, karaca, dişi geyik.
Meram
Maksad. Niyet. Arzu. İstek. İçten tasarlanan.
merâm
maksat, niyet, istek.
Merambahş
f. Bir kimseye isteyip arzuladığı şeyi veren.
Merami
(Mermi. C.) Mermi atma yeri. Mermiler. * Nişan okları.
Meramir
Çok etli, şişman kişi.
Meranet
Yumuşaklık. * Bir mâdenin çekiç vasıtası ile dövüldüğünde yayılması vasfı.
Merare
(C: Merâir) Öd kesesi.
Meraret
Acılık. Tatsızlık.
Meraret-i esaret
Esirliğin acılığı.
1994
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meraset
şiddet.
Merasî
(Mersâ. C.) Limanlar. Gemilerin sığınıp barındıkları yerler.
Merasid
(Mersad. C.) Gözetleme yerleri, rasat yerleri.
Merasim
(Mersem. C.) Resmi merasimler. Âdet hükmündeki gösterişler. Resmi muameleler. * Şiveler. Âdetler.
merâsim
tören.
Meraşid
(Merşed. C.) Gaye ve maksada ulaştıran doğru yollar.
Merati'
(Merta. C.) Çayırlıklar, mer'alar, otlaklar.
merâtib
mertebeler.
Meratib
Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler.
Meratib-i hayat
"Hayat mertebeleri.(Birinci sual: Hz. Hızır (A.S.) hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?Elcevap : Hayattadır, fakat merâtib-i hayat beş'tir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten bazı ulemâ, hayatında şüphe etmişler.Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyeddir.İkinci Tabaka-i Hayat : Hz. Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yâni bir vakitte pekçok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levâzımatiyle daimi mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyânın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, ""Makam-ı Hızır"" tâbir edilir. O makama gelen bir veli, Hızırdan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bâzan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telâkki olunur.Üçüncü Tabaka-i Hayat : Hazret-i İdris ve İsa
1995
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbederler. Adeta beden-i misali letâfetinde ve cesed-i necmi nuraniyetinde olan cism-i dünyevileriyle semavatta bulunurlar. Ahirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek meâlindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkâr-ı Uluhiyete karşı İsevilik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki isevilik şahs-ı mânevisi, Vahy-i Semâvi kılınciyle o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevisini öldürür; öyle de: Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevilik şahs-ı mânevisini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevisini temsil eden deccalı öldürür... yâni inkâr-ı Uluhiyet fikrini öldürecek.Dördüncü Tabaka-i Hayat : Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur'anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-ı hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Alem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saâdet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasıl ki iki adam bir rü'yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü'yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. ""Ben uyansam şu lezzet kaçacak"" diye düşünür. Diğeri rü'yada olduğunu bilmiyor, hakiki
1996
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
lezzet ile hakiki saâdete mazhar olur.İşte Alem-i Berzahtaki emvât ve şühedanın hayat-ı berzahiyyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vâkıatla ve rivâyatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sâbit ve kat'idir. Hattâ Seyyidüşşüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. Hatta ben kendim Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rü'ya-yı sâdıkada, taht-el-Arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat, Rus'un istilâsından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz'i rü'ya, bâzı şerait ve emârâtla, geçen hakikata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.Beşinci Tabaka-i Hayat : Ehl-i kuburun hayat-ı ruhânileridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlâk-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vâkıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri.. ve sâir ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vâkıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Zâten beka-i ruha dair ""Yirmidokuzuncu Söz"" bu tabaka-i hayatı delâil-i kat'iyye ile isbat etmiştir. M.)" Meratib-i ilim
Bilmek mertebeleri. (Bak: Dimağ)
Meravih
(Mirvaha. C.) Yelpâzeler.
1997
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
merâyâ
aynalar.
Meraya
Aynalar. Mir'âtlar. * Tıb: Hayvanın memeye süt gelen damarları.
Merazibe
(Merzuban. C.) Serhat beylerbeyi.
Merba'
(C.: Merâbi') (Rebi'. den) Yazlık. Yazın oturulan mesken.
Merbaa (murabbaa)
Dört bucaklı. * Dört katlı.
Merba'-nişin
f. Yazlıkta oturan.
Merbat
Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl. * Manastır. * Tekke.
Merbu'
Orta boylu olan.
Merbub
Köle, kul.
merbût
bağlı, irtibatlı.
Merbut
Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
Merbutan
Merbut olarak. Bağlanmış ve ekli olarak.
Merbutât
(Merbut. C.) Rabt olunup bağlanmış şeyler. Ekli ve bağlı şeyler.
merbûtiyet
bağlılık.
Merbutiyyet
Bağlılık. Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik.
Merc
(Merec) Katıştırmak. * Kararsızlık. * Iztırab. * Bozulmak. * Boşa gitmek. * Serbest bırakmak, salıvermek. * Hayvanların salındığı otlak.
Mercan
Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.
mercan
denizden elde edilen bir süs maddesi.
Mercane
Mercan tanesi. (Bak: Mercan)
Mercefan
Leğen ve ibrik.
mercî
makam, dönülecek yer, başvurulacak yer, kaynak, makam.
1998
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Merci'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek yer. Sığınılacak yer. * Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse.
Merci'-i küll
Bütün işler için müracaat edilen makam.
Merci'-i resmî
Bir idare veya memurun bağlı bulunduğu üst makam.
Merci'-i rü'yet
Bir işin görülmesi için başvurulan yer.
mercîiyet
başvurulacak makam olma özelliği, kaynaklık.
Mercu'
Geri döndürülmüş olan.
Mercu
Ümid edilen. Ümid edilmiş. Rica olunan.
mercû
ümit edilen, rica olunan.
Mercuh
(Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan. * Fık: Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede iddiaya sahib olan ise mercuh olur.
mercûh
tercih edilmeyen, başkası ona tercih edilmiş.
Mercum(e)
(Recm. den) Recmolunmuş. Taşlanmış, taşa tutulmuş.
Merd
f. Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri.
merd
mert, sözünün eri.
Merda'
(C: Merâd) Ot bitmeyen kumlu yer.
Merda
Yaralılar. Hastalar.
Merdan
(Merd. C.) Merdler. İnsanlar, erkekler, yiğitler.
Merdane
"f. Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. * Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. * Yufka açmağa yarıyan oklava. * Erkek ayakkabısı."
merdâne
mertçe.
1999
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Merdanegî
f. Cesurluk, yiğitlik, merdlik, erkeklik.
Merdbaz
f. Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. Orospu.
Merdbeçe
f. Yiğit oğlu yiğit. Merd oğlu merd.
Merdega
(C: Merâdıg) Boğaz ile göğüs arası.
Merdekuş
Merzencüş otu.
Merd-i garib
Yabancı yerlere, gurbete düşmüş kişi.
Merdî
f. Erlik, erkeklik. * Merdlik, cesurluk, yiğitlik. * İnsanlık, hamiyet.
Merdiven
(Bak: Nerdbân)
Merdiye
(Bak: Marziye)
merdûd
reddedilmiş.
Merdud
Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş. (Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduddur.)
Merdudiyet
Merdudluk. Kovulmuşluk, geri çevrilmişlik.
Merdud-üş şehâdet
Şahitlikleri kabul edilmiyenler. * Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdudüş şehâdettir.
Merdüm
f. İnsan. Adam.
Merdüman
(Merdüm. C.) f. İnsanlar, kişiler, adamlar.
Merdüm-azar
f. İnsanları inciten. Halka eziyet veren.
Merdüme
f. Gözbebeği.
Merdümek
f. Küçük adam. Bebek.
Merdümgiriz
İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen.
merdümgiriz
insanlardan sıkılan, yalnızlığı seven.
merdümgirizane
kalabalıktan sıkılıp yalnızlık isteyerek.
Merdümhar
f. Yamyam. * İnsan eti yiyen vahşi hayvan.
Merdüm-i çeşm
Gözbebeği.
2000
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Merdümî
f. Adamlık, insanlık.
Merdümküş
f. Katil. Adam öldüren. İnsan katleden.
Merdümzad
f. İnsan oğlu. Beni Adem.
Mer'e
(Mer'et) Kadın. Zen.
Mereb
İnsan toplanan yer.ME'REBE $ (Me'ribe) : (C: Meârib) İhtiyaç. * Ümitli bulunma. Ümitvar olmak.
Merec
Kararsız ve mütehayyir olma. * Mecburi olma.
Mered
Kötülükte inad. * Sakal belirmemek, sakal çıkmamak.
Merede
(Mârid. C.) İnadçılar, muannidler, direnenler.
Merehan
Sevinç, ferah, sürur. * Zayıf olma. * Fâsid olmak. * Kurumak.
Merek
Köy evlerinin yanında ot, saman ve yaprak gibi şeylerin ve umumiyetle hayvan yiyeceklerinin muhafazasına mahsus kârgir veya kerpiçten yapılmış bina. Samanlık.
Meremmet
Onarma, tamir. * Üstünkörü tamir edip onarma.
Merere
(C: Merirât) Sert bükülmüş kıvrık ip. * Arsa.
Merese
(C: Mires-Emrâs) İp.
Merfak
Yumuşak yer.
Merfu'
"Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş. * Hükümsüz bırakılmış. * Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) ""u, ü, o, ö şeklinde"" okunan harf."
merfû
yükseltilmiş.
Merfuât
Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya. * Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler.
Merfud
İhsan edilmiş, armağan olarak verilmiş, bağışlanmış şey.
Merg
f. Çayır. * Sebze.
Mergâ merg
f. Umumi vebâ hastalığı.
2001
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mergâ mergî
Hastalıktan dolayı umumi ölüm.
Mergam
(C: Merâgım) Girecek ve kaçacak yer.
Mergame
Kahretmek. * Galip olmak.
Mergub(e)
Rağbet edilmiş. Beğenilmiş. Çok kıymet verilen. Çokları tarafından istenen.
Mergul
(Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç. * Ahenkli ses. * Kuş sesi.
Mergzar
f. Çayırlık, çimenli ve sulak yer. Mer'a.
merğûb
rağbet edilen, istenilen.
Merh
Un yoğurmak. * Deriye ve gövdeye yağ sürmek. * Yağ ile oğmak. * Bir yeşil ağaç.
Merha
Gözüne sürme çekmeyi âdet edinmeyen kadın.
Merhaba
"Şâdlık, neşeli oluş. * Genişlik, vüs'at. * Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, ""rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz"" mânasında söylenir. * Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır."
merhaba
rahat olun, hoş geldiniz.
Merhale
(Rihlet. den) Menzil. Konak. * İki konak arası mesafe. * Bir günlük yol. * Derece, kademe.
merhale
kademe, aşama.
Merhalenişin
f. Seyyah, yolcu, turist.
Merhamet
(Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek.
merhamet
acıma.
Merhametbahş
f. Merhamet eden. Merhametli.
Merhamet-disar
Çok merhametli, acıma hissi fazla olan.
2002
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Merhameten
Acıyarak, merhamet ederek.
merhameten
merhamet ederek.
Merhametgüster
f. Merhametli, merhamet edip acıyan.
merhametkâr
merhametli.
merhametkârâne
merhamet edercesine.
Merhametpenah
f. Merhametli.
Merhametperver
f. Merhametli, esirgeyici, acıyan.
Merhametperverane
f. Acıma ve şefkat ile, esirgeyip acımak suretiyle.
Merhametperverî
f. Merhametlilik, esirgeyicilik.
Merhametşiar
f. Çok merhametli.
Merhametşiarî
f. Merhametlilik, merhametli oluş.
Merhaz
(C: Merâhiz) Don yıkayacak yer. * Abdest alacak yer.
Merheb
(C: Merahib) Kaçacak yer.
Merhem
Melhem. Deriye, yaraya sürülen ilâç. * Mc: Acıyı teskin eden şey. * Kederi, derdi gideren.
merhem
yara ilacı.
Merhemsâ(y)
f. Merhem süren. Çare ve deva bulan.
Merhemsâz
f. Çare bulan. Merhemci, ilâç yapan.
Merhemsâzî
f. Çare buluculuk.
Merhesa
(C: Merâhis) Mertebe, derece.
Merhub
Korkulan ve kendisinden kaçılan şey. * Aslan.
Merhum
(Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş. * Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa kavuşmuş olan. (Vefat etmiş müslüman hakkında söylenir.)
merhûm
rahmetli, ölmüş.
2003
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
merhûme
ölmüş kadın.
Merhume
Vefât etmiş, rahmete kavuşmuş kadın.
Merhun
(Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey. * Belirli müddetle bir şeye bağlı olan. * Edb: Mânası diğer beyit ile tamamlanan beyit.
merhûn
rehin edilmiş.
Merhuz
Yıkanmış, gusül etmiş.
Meri'
(C: Emrâ-Emru) Otu çok olan yer. * Ucuzluk olan yer.
Mer'î
(Mer'iyye) Riayet edilen, hükmü geçen. Makbul sayılan, hürmet edilen.
merî
görünür olan, yürürlükte olan.
Meric
Çalkantılı, dalgalı.
Merîc
Muzdarip, sıkıntılı. * Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit.
Merîd
Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse. * Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma. * Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri gitmiş olan.
Meridyen
(Bak: Hatt-ı nısf-un nehar)
meridyen
boylam.
Merih
bir gezegen.
Merik
Usfur otu.
Merin
Hal, durum. * Ahlâk.
Merir
(C: Merâyir) Uzun ve sağlam ip.
Merira (marure)
Buğday arasında olan acı bir tohum.
Merire
Azimet. (Ruhsat'ın zıddıdır)
Meriş
Üzerinde kuş tüyü olan nesne.
2004
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mer'iyyat
(Mer'î. C.) Gözle görülen şeyler.
Mer'iyyet
Mer'î oluş. Makbul olma. Muteber olma. Hükmü geçer olma.
merîyyet
yürürlükte oluş, görünürlük.
Mer'iyy-ül hâtır
İtibarlı. Sözü geçer.
Merk
Kokmuş deri. * Derinin yününü yolmak. * Kazımak. * Nüfuz etmek, içine işlemek.
Merkaan
Ahmak kimse.
Merkab
Gözetleme yeri.
Merkad
Uyku yeri. Yatacak yer. * Mezar, kabir.
Merkaş
Bir şeyin üstünde siyah ve beyaz noktalar olması.
Merkat
(Bak: Mirkat)
Merkeb
(Rekb. den) Binilen vâsıta. Binilen şey. * Eşek.
merkeb
binek.
Merkel
(C: Merâkil) Yol. * Hayvan üstüne binen kimsenin iki tarafından ayağı dibindeki yer.
Merkez
(Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret. * Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan yerin en yüksek makamı. * Geo: Dairenin orta noktası. Çaplarının kesim noktası.
merkez
orta mekân, idare yeri.
Merkez-i âlem
Güneş, şems.
Merkez-i arz
Arzın merkezi. Dünyanın merkezi, iç tarafı.
Merkez-i devr
Hareket eden bir cismin, etrafında devrettiği nokta.
Merkez-i sıklet
Ağırlık merkezi.
Merkez-i teşri'
Kanun yapma merkezi.
Merkezî
(Merkeziye) Merkeze mensub. Merkezde bulunan. Merkezle alâkalı.
2005
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
merkezî
merkezde olan.
merkeziyet
merkezlik.
Merkeziyyet
İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak. * Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi.
Merku'
Eski, yırtılmış elbise.
Merkub
(Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş. * Üzerine binilen hayvan veya nakil vasıtası.
merkûb
binek.
Merkum
Cem'olmuş, toplanmış, birikmiş.
Merkun
Büyük havuz.
Merkuz
Tahrik olunmuş, harekete getirilmiş. * Ayakla tepilmiş.
Merkuziyet
Dikilme, saplanma.
Merma(t)
Etli, şişman kadın.
Mermahur
Bir cins güzel koku.
Mermak
Yaramaz nesne.
Mermare (mermure)
Yumuşak vücutlu kadın.
Mermaz
(C: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer.
Mermerîs
Zahmet, meşakkat.
Mermi
(Remiy. den) Atılmış. * Ateşli silâhlar içine konan kurşun, gülle. Fişek.
mermi
kurşun.
Mermiyat
(Mermi. C.) Atılmış şeyler. * Ateşli silâhlarda atılan tâneler, mermiler.
Mermuk
Mahfuz, hıfzolunmuş.
Mermuz
(Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ edilmiş olan.
Mermuzat
(Mermuz. C.) İşaret ve remz ile anlatılan şeyler.
2006
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mermuze
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler. (Bak: Mermuz)
mermuze
dolaylı anlatılan.
Mern
(C: Emrân) Kürek.
Mernea
Ucuzluk.
Mernusa
Mübârek.
Merr
Geçmek. Mürur etmek. * İp. * Bel dedikleri âlet. * Demir külünk.
Merrat
Kerrât. Kerreler. Birçok def'alar.
Merre
Bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil. Def'a. Kerre.
Merre-i vâhide
Bir defa. Bir kere.
Merreten ba'de uhrâ
Diğerinden sonra, tekrar.
Mers
Ekmeği suyla ıslatmak.
Mersa
(C: Merâsi) Liman. Gemilerin demir atıp barındığı yer.
Mersad
Rasad yeri. Gözetleme yeri. (Bak: Mirsâd)
Mersa-yı kostantiniyye İstanbul limanı. Mersed
Arslan, esed.
Mersen
Burun.
Mersin (mersinî)
Mersin ağacı.
Mersiye
Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume.
mersiye
ölüm şiiri.
Mersiyehân
f. Ağıt okuyan. Mersiye söyliyen.
Mersiyekâr
f. Ağıtçı. Ağıt ve mersiye okuyan.
Mersud
Birbiri üstüne yığılmış kumaş.
Mersum
(Resm. den) Yazılmış, çizilmiş. Alâmetli, işaretli. * An'ane, gelenek, örf ü âdât. * Adı ve bahsi geçmiş. Bahsedilmiş.
2007
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mersus
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı.
Merş (marş)
(C.: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak. * Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer. * İncitici söz.
Merşa'
Her hayvanın yavuzu ve yırtıcısı. * Otu çok olan yer.
Merşe
Yuvarlak cisim.
Merşed
Hakiki maksada ulaştıran doğru yol.
Merşuş
Saçılmış, dağılmış.
Mert
f. Çevik, zinde, hareketli.
mert
üstün karakterli.
Merta'
Otlak, çayır, mer'a, çimen.
Merta
Sür'atle yelmek. Seğirtmek.
Merteba'
Dağ üstünde olan yüksek yer.
mertebe
derece, aşama.
Mertebe
Derece. Basamak. Rütbe. Pâye.
Mertebe-i âliye
Yüksek derece, âli mertebe.
Mertebe-i bâlâ
Üst derece.
Mertebe-i kusvâ
En son derece.
Mertub
(Ratb. dan) Rütubetli, ıslak, nemli, yaş.
Mertum
Zor bir işi yapmağa memur edilmiş olan.
Mertus
Bir fesleğen çeşidi.
Mer'ub
(Ru'b. dan) Ürkmüş, korkmuş.
Mer'uben
Ürkerek, korkarak, korku ile.
Merue
Hazmetmek.
Me'ruş
Yer. Arz. Yeryüzü.
Me'ruza
Ağaç kurdunun yediği ağaç.
2008
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Merv
Bir cins güzel koku.
Mervaha
(C.: Merâvih) Ova, çöl. Her tarafından rüzgâr esen yer.
Merve
Mekkede bir mübarek tepe.
Merveb
(C: Merâvib) Yoğurt koydukları kap, yoğurt kabı.
Merveha
(C.: Merâvih) Ova, sahrâ.
mervî
rivayet edilen, anlatılan.
Mervî
Rivâyet edilen. Anlatılan. Nakledilen.
Merviyat
(Mervi. C.) Rivayet olunmuş şeyler. Kulaktan kulağa söylenerek gelmiş olan sözler.
Mery
Sağılır davarın memesini meshedip sağmak.
Meryem suresi
Kur'an-ı Kerim'in 19. Suresidir.
Meryem
İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır) (Bak: Zekeriyya)
Merz
Parmak ucuyla çimdiklemek ve tırmalamak.
Merza
(Mariz. C.) Hastalıklar, illetler. Hastalar.
Merza'
Meme.
Merzaga
Bataklık, çamur.
Merzat
Rıza, hoşnutluk. Râzı olma, kabul etme.
Merzban
f. Sınır muhafızı, hudut muhafızı. Sınır beyi, vâli.
Merzbum
f. Hududu belli olan memleket.
Merze
Hamur parçası.
Merzegan
f. Cehennem. * Mangal. * Kabristan, mezarlık.
Merzencuş
Bir ot cinsi.
Merzgun
f. Tenâsül organı.
Merzî
(Bak: Marzi)
Merzih
Şiddetli ses.
2009
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Merzuban
(C: Merazibe) Mecusiler reisi.
Merzuf
Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et.
Merzuk
Rızıklanmış, ihtiyaçları verilmiş. * Bahtiyar. Saadetli, mutlu.
merzûk
rızıklanmış.
merzûkiyet
rızıklanmışlık.
Merzukiyyet
Rızıklanış. Bütün mahlukatın rızkını bulması hali.
Merzul
Rezil ve kepaze edilmiş.
Merzuz
Dövülmüş. * Parçalanmış.
Merzübum
f. İklim.
Merzvan
f. Hudut muhafızı, sınır beyi.
Me's
İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak.
Mes'a
"(C. Mesâi) ""Sa'y: Çalışma"" manasına mimli masdar."
Mesa
Akşam. Akşam vakti. Akşam olmak. * Gamlı olmak. * Öğleden güneş batıncaya kadarki vakit.
Mesa'
Kuyumcu eşyası.
Mesab
Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu yer. * Havuz ortası. * Suyun biriktiği yer.
Mesabe
Derece. Menzile. Rütbe. * Sevab yeri. * Merci, melce'.
mesâbe
yerinde, değerinde.
Mesabih
(Misbah. C.) Lâmbalar. Fenerler. Siraclar.
mesâbih
lambalar.
Mesacid
Mescidler. Namazgâhlar. Küçük namaz yerleri.
mesâcid
namaz kılınan yerler.
Mes'ad
Merdiven. İp merdiven.
Mes'adet
Bahtiyarlık. Saadete sebeb olacak haslet. İyilik.
Mesaet
Fena ve kötü bir iş yapma. Fenalık etme.
2010
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mesafat
(Mesâfe. C.) Mesafeler. Uzaklıklar.
Mesâfât-ı baide
Uzak mesafeler.
mesâfe
ara, uzaklık.
Mesafe
Uzaklık. Uzunluk. * Ara. * Bir nevi uzaklık ölçme usulü.
Mesaff
(Saff. dan) (C.: Mesâff) Sıra sıra dizilme yeri.
Mesafir
(Mesfer. C.) Bir şeyin görülen tarafları.
Mesag
Açlık. * Geçmesi kolay olan. * İtibar, değer. * İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz.
Mesag-i kanunî
Kanunen izin ve ruhsat verilmiş.
Mesag-i şer'î
Şeriatın verdiği izin.
mesağ
izin.
Mesah (müsuha)
Yemeğin tatsız ve tuzsuz olması.
Mesaha
Genişlik. * Genişlik ölçme.
mesâha
yüz ölçümü.
mesâhif
mushaflar, Kurânlar.
Mesahif
Sahifeler. Kitap sahifeleri. * Kur'anlar. Mushaflar.
Mesai
Çalışma. Çalışmalar. * İş zamanı.
mesâi
çalışmalar, emekler.
Mesaib
Felâketler. Uğursuzluklar. Suubetler. Güçlükler.
mesâib
musibetler.
Mesaib-i dünyeviye
Dünya musibetleri ve güçlükleri.
Mesaid
(Mas'ad. C.) (Sayd. dan) Av yerleri.
Mesai-i cemile
Güzel çalışmalar.
Mesail
Mes'eleler.
mesâil
meseleler.
Mesail-i amîka
Derin mevzular. Derin mes'eleler.
2011
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mesail-i diniye
Dinî mes'eleler.
Mesail-i hilafiye
İhtilaf mevzuu olan mes'eleler.
Mesail-i hukukiye
Hukuk meseleleri.
Mesail-i imaniye
İmanî mes'eleler.
Mesail-i şetta
Dağınık mes'eleler, maddeler.
Mesair
(Mis'ar. C.) Ateşi karıştırmağa yarıyan demirler.
Mesaj
Fr. Sözle veya yazı ile gönderilen haber. * Bir devlet adamının veya makam sahibi şahsiyetin, diğer bir şahsiyete veya cemaate gönderdiği yazılı haber.
mesaj
haber.
Mesak
Bir şey ileri sürmek. * Sevk edilecek yer.
mesâk
sevkedilen yer.
Mesak-ı kelâm
Kelâmın sevk edildiği yer, maksad.
Mesakıb
(Miskab C.) Delme âletleri, matkablar.
Mesakıl
(Mıskal. C.) Cilâlayan veya parlatan âletler.
Mesakıt
(Maskat ve Maskıt. C.) Bir şeyin düştüğü yerler. * İnsanın doğduğu yerler.
Mesakîl
(Miskal. C.) Miskaller, 1,43 dirhemlik ağırlık ölçüleri.
Mesakîn
(Miskin. C.) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler. * Oturanlar.
mesâkin
meskenler, evler.
Mesakin
Meskenler. Oturacak yerler.
Mes'al
Boğazda öksürecek yer.
Mesa'lebe
Tilkisi çok olan yer.
Mesalib
Eksiklikler. Ayıplar. Kusurlar.
Mesalih
(Maslahat. C.) Maslahatlar. İşler.
2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mesâlih
maslahatlar, işler.
Mesalih-i mürsele
(Bak: Maslahat-ı mürsele)
Mesalik
(Meslek. C.) Meslekler. Tutulan yollar. Süluk edilen yollar.
mesâlik
meslekler, ekoller, yollar.
Mesall
Kabından çıkmış nesne.
Mesam
(Mesâmet) Duracak yer.
Mesamat
(Bak: Mesammât)
mesâmât
gözenekler, delikler.
mesâme
gözenek.
Mesami'
(Misma'. C.) Kulaklar. * İşitme âletleri.
Mesamir
(Mismar. C.) Mıhlar, çiviler.
Mesamm
(Mesemm. C.) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler.
Mesammât
(Mesâmm. C.) Mesammlar. Delikler, gözenekler.
Mesamm-ül cild
Tıb: Cilt üzerindeki küçük delikler.
mesâne
sidik torbası.
Mesane
Sidik torbası. Sidik kavuğu.
Mesanî
(Mesnâ. C.) Bir şeyin tekrarı. İki. Çift. Mükerrer.
mesânî
bir şeyin tekrarı.
Mesanid
(Mesned. C.) Mesnedler. Dereceler. Rütbe ve mevkiler.
Mesanid-i âliye
Yüksek rütbeler, âli mevkiler.
Me'sar
(C.: Meâsır) Hapsetmek. * Hapsedecek yer.
Mesarib
(Mesrebe. C.) Otlaklar, çayırlar, mer'alar. * Karından göğüse kadar olan yerde biten kıllar.
Mesarih
(Mesrah. C.) Çayırlar, otlaklar, mer'alar.
Mesarr
(Meserret. C.) Sevinçler, meserretler. Sürurlar. Zevkler.
2013
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mesarr
sürurlu, sevinçli.
Mesas
Esas, asıl, kök.
Mesatır
(Mistar. C.) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler.
Mesavi
(Su'. C.) Kötü haller. Fenalıklar. Seyyieler. (Mehâsinin zıddı.)
mesâvî
kötü hâller.
Mesavi-i medeniyyet Medeniyyetin fenalıkları, kötülükleri. (İsraf ve sefahet gibi) Mesavik
Misvaklar.
Mesbaa
Yırtıcı ve vahşi hayvanların çok olduğu yer.
Mesbah
Doğacak yer ve zaman. Tulu' edecek yer. Tulu' edecek vakit.
Mesbe'
Şarabı satın almak. * Dağ içinde olan yol.
Mesbere
Kadının veled getirdiği yer. * Devenin yavruladığı yer.
mesbûk
geçmiş, geri kalmış.
Mesbuk
Geçmiş. * Sebkedilmiş. Arkada bırakılmış. Başkasından geri kalmış. * İlmihalde: Evvelce imamla namaza durmamış olup, sonradan imama uyan.
Mesbuk-ul emsâl
Benzerleri ve emsali önceleri de görülmüş ve geçmiş.
Mesbuk-ül hidme
Hizmet ve emeği geçmiş.
Mesbuk-üz zikr
Adı ve zikri geçmiş, bahsedilmiş.
Mesbut
Meyyit, ölü. * Deli, aklı gitmiş.
Mescen
Cezaevi, zindan, hapishâne.
Mescid
Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri.
mescid
secde yeri, küçük cami.
Mescid-i aksâ
Kudüs'te çok eskiden gelen peygamberlerin (A.S.) yaptırdıkları mâbed.
Mescid-i haram
Mekke-i Mükerreme'de ve içinde Kâbe'nin bulunduğu en büyük, mukaddes ibadet yeri. (Bak: Kâbe)
2014
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mescud
Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. Allah (C.C.)
Mescum
Saçılmış, dökülmüş.
Mescun
Hapsedilmiş.
Mescur
Sulu süt. * Dizilmiş salkım olmuş inci. * Yanmış. * Kızdırılmış. * Doldurulmuş. Taşkın su. * Alevli ateş, kızgın fırın. * Deniz. * Boş. * Muhtelit. * Mc: Firavun'un battığı deniz.
Mesd
İp bükmek.
Mesdud
Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış.
Mesdul
Salıverilmiş, serbest bırakılmış.
Mesed
Hurma lifi. * Liften yapılan ip. * Deve kılından ve yününden yapılan urgan. * Yemen diyarında biten bir ağacın adı. * Bağ.
Me'sede
Arslanlı yer.
Meseke
(C: Misek) Fil kemiğinden veya deniz boğası kemiğinden yapılan bilezik.
mesel
atasözü, küçük hikâye.
Mesel
Suyun aktığı yer.
Mesela
Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında.
mesêle
düşünülecek husus, konu.
Mes'ele
Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş. * Savaş, muharebe, ceng, harp.
Mesele
Gölgelik.
Mes'ele-i hilâfiye
Hakkında ihtilaf bulunan mes'ele. (Bak: Hilâf)
Meselen
Misâl ve örnek olarak. Söz gelişi. Meselâ.
Mesel-ul a'lâ
En kıymetli, en güzel misal. En güzel ta'rif ve söz.
Me'sem
(Me'seme) Günah. Kabahat, suç.
Mesemm
(C.: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek.
2015
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mesemme
(C.: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek.
Mesen
Kişinin bevlini tutmaya âciz olması. Bir kimsenin, idrarını tutamaması.
Meser
f. Soğuk, berd. * Buz.
Me'sere
(Meâsir) Eskiden kalma güzel eser. * Cömertlik. * Güzel hareket ve fiil.
Meserrat
(Meserret. C.) Meserretler, sevinçler, sürurlar.
meserret
sevinç, şenlik.
Meserret
Sevinç. şenlik. Sürur.
Meserretâver
f. Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici.
Meserretefzâ
f. Meserret. Sevinç ve süruru arttıran.
Meserretengiz
f. Sevindiren. Meserret meydana getiren.
Mesfiyy
"Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına ""mesfiye"" derler.)"
Mesfu'
Nazar değmiş.
Mesfuh
Dökülüp akıtılmış olan. * Dağ eteği.
Mesfuk
(Sefk. den) Sefkedilmiş. Dökülüp akıtılmış olan.
Mesfur
Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)
Mesgabe
Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık.
Mesgur
Dişi düşmüş kimse.
Mesh
Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek. * Hayvanı kovarak koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bitâb hale getirmek.
mesh
el sürme, silme.
2016
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mesha'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük. * Ufak taşlı, otsuz düz yer. * Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın. * Uylukları ince ve zayıf olan kadın.
Meshara
(C.: Mesâhir) Maskara.
Meshek
Yel gidecek yer.
Meshele
Yumuşak yer. * Alçak yer.
Meshuf
Susamış. Suya kanamamış.
Meshuk
(Sahk. dan) Döğülerek toz haline getirilmiş.
Meshun
Isıtılmış.
Meshur
Büyülenmiş, kendine sihir yapılmış. * Büyülü gibi tutkun.
Meshut
Beğenilmeyen iş.
Mesîh
" ""silen, bozan"" mânâsında deccalın bir adı. "
Mesih
Yağ sürülmüş.
Mesiha
(C: Mesâyih) Gümüş parçası. * İyi ve yeni yay.
Mesihî
(Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik.
Mesihiyyun
Hristiyanlar.
Mesih-üd deccal
"Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır. * Mesih, uğursuzluğundan nâşi Deccal'ın lâkabıdır. Nakşı silinmiş para, çok gezen adam, çok cima' eden kimse, yalancı, kezzab ve bir tarafında gözü silik olan adama denir. (L.R.)Hak Dini Kur'an Dili, Cilt: 5, sh: 4172'de şu tafsilât vardır: (Yalancı bir Mesih demektir. Vârid olan hadis-i şeriflerde; Deccal; bir yalancı ve halkı aldatmakta meharetli bir sahtekârdır ki, kâfirliği sahtekârlığı yüzünden belli olduğu hâlde bir takım harikalar
2017
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
göstererek uluhiyyet da'vâ eder. Deccalın bu suretle yalancı bir Mesih olması, onun hıristiyanlık taklidi altında zuhur edeceğini anlatır.) (Bak: Deccal)" Mesik
Pinti, hasis, cimri.
mesîl
kanal, benzer.
Mesil
Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru.
Mesir
Seyretmek. * Yol yol alacalı elbise.
mesîre
gezinti yeri.
Mesire
Seyredilecek, gezilecek yer. Tenezzüh ve gezme yeri. * Seyir.
Mesiregâh
f. Seyir yeri. Seyrangâh.
mesîregâh
gezinti yeri.
Mesis
Cimâ etmek. * Yapışmak.
Mesit
Küçük sel.
Mesk
(C: Müsuk) Deri.
Meskab
Yakın olacak yer.
meskat
doğum yeri.
Meskat
Doğum yeri. * Düşecek yer.
Meskat-ı re's
Bir kimsenin doğduğu yer.
Mesken
Ev. Sâkin olunacak yer. Hâne.
mesken
oturulan yer, ev.
Meskene
Tevazu etmek, alçakgönüllülük göstermek.
Meskenet
Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk.
meskenet
yoksulluk, miskinlik.
Meskenet-fiken
f. Miskinliği gideren.
Meskeniyet
Mesken oluş. Sâkin olup durulacak yer olmak.
2018
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meskıt
Düşecek yer.
Meskub
Kalıba dökülmüş. Akıtılmış.
Meskuk
(Meskuke) Sikkeli. Damgası vurulmuş. * Para hâline konulmuş.
Meskukat
(Meskuk. C.) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler.
Meskum
Hasta ve yoksul kimse.
Meskun
İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer.
meskûn
oturulan yer.
Meskur
Sarhoş olan.
Meskut
Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş.
Mesl
(C: Mislân) Yer yarığı.
Meslah
(C.: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer. * Bir şey gözetecek yüksek yer.
Meslaha
Sınır kalesi. Derbent.
Mesleb
Zorla birşey alınan yer. Zorla alma yeri.
Meslebe
(C.: Mesâlib) Eksik, kusur, noksanlık, ayıp.
Meslec
Karlık.
Meslek
"Yol. Usul. Gidiş. * San'at. Geçim için tutulan yol. * Sistem. * Mezheb. Mâneviyatta tutulan yol.(Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, ""mesleğim haktır veya daha güzeldir"" demeye hakkın var. Fakat ""yalnız hak benim mesleğimdir"" demeye hakkın yoktur. $ sırrınca insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez. M.)"
meslek
yol, usûl, ekol.
Meslek-i müteassife
Sapık meslek.
Meslekî
(Meslekiyye) Meslekle alâkalı. Mesleğe ait.
Mesles
(C: Mesâlis) Üçer üçer olmak. * Üç kıllı tanbur.
2019
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meslu'
Vücudunda ur bulunan kimse.
Meslub
Selbedilmiş. Soyulmuş. Alınmış. Giderilmiş.
Meslub-ül akl
Aklı alınmış. Deli.
Meslub-üş şuur
Anlayışsız, idraksiz, şuursuz.
Mesluc
Yutulmuş, bel'olunmuş.
Meslufe
Düzelmiş yer. * Kabuksuz arpa ve buğday.
Mesluh
Derisi yüzülmüş. Teslih edilmiş.
Mesluk
Kaynamış.
Meslul
Çekilmiş. Kınından çıkmış kılınç. * Din uğruna kendini fedâ eden kahraman. * Tıb: Verem.
Meslus
Deli, divane.
Meslut
Kemiği üzerinden eti sıyrılmış. * Tıraş edilmiş. Yontulmuş.
Mesmel
Sığınacak yer.
Mesmese (mismâs)
Karışık ve mültebis olmak.
Mesmese
Karıştırmak.
Mesmu'
Dinlenilen. İşitilen. * Duyulmuş. İşitilmiş.
mesmû
işitilen.
Mesmua
Duyulmuş. Kulakla dinlenmiş olan.
mesmûat
işitilenler.
Mesmuât
İşitilenler. Duyulanlar.
Mesmud
Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse.
mesmûm
zehirlenmiş.
Mesmum
Zehirlenmiş. Ağu katılmış. Zehirli.
Mesmumen
Zehirli olarak. Zehirlenmiş olarak.
Mesmur
Cismen ufak olmakla beraber, sinirleri kuvvetli olan adam.
Mesmus
Zehirli.
2020
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mesna
Bevlini tutmaya kadir olmayan kadın. (Müz: Emsen)
Mesned
Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek.
mesned
dayanak.
Mesned-i meşihat
Şeyhül-islâmlık mertebe ve mevkii.
Mesnednişin
f. Bir mesned veya makamda bulunan.
mesnevî
bir şiir türü.
Mesnevî
İkilik manzume. Her beyti ayrı kafiyeli olan manzume.
Mesnevî-i nuriye
Aslı Arapça olup, sonradan tercemesi de yapılmış olan Risale-i Nur Külliyatı'ndan bir eserdir.
Mesnevî-i şerif
Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin meşhur farsça olan eserinin ismi. (Bak: Mevlâna Celaleddin-i Rumî)
Mesneviyyat
(Mesnevî. C.) Mesnevi tarzında yazılmış olan eserler.
mesnûn
sünnet olan.
Mesnun
Sünnet olan. Sünnet olmuş olan. * Âdet edilen şey. * Bilenmiş bıçak. * Üzerinden ömürler geçmiş olan. * Şekillendirilmiş. * Kalıba dökülmüş. * Kokusu değişmiş.
Mesra
Gece vakti yola çıkma.
Mesra(t)
Çok olmak. Çok olacak yer.
Mesrah
(C.: Mesârih) Çayırlık, otlak, mer'a.
Mesrat
Adet çokluğu.
Mesrebe
(C.: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları. * Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer.
Mesrece
Gece kandili konulan şişe.
Mesrube
Uzun saç. * Saç kesecek âlet.
Mesrud
(Serd. den) Söylenmiş, bilidirilmiş, mezkur. Serdolunmuş.
Mesrudat
(Mesrud. C.) Söylenenler. Bildirilmiş olan şeyler.
2021
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mesrude
Ulaştırmak. * Zırh halkalarının birbirine girmesi.
Mesrue
Çekirgenin yumurtasını döktüğü yer.
Mesruk
Çalınmış, sirkat edilmiş olan.
mesrûk
çalınmış.
mesrûr
sevinçli, sürurlu.
Mesrur
Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş.
mesrûrâne
sevinçli bir şekilde.
Mesruriyet
Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli.
mesrûriyet
sevinçlilik.
Mess
Yapışmak, değmek, dokunmak. * Meydana gelmek.
Messah
Ölçü âletleriyle arazi ölçen. Mühendis. * (Mesh. den) Uğuşturan, mesheden. Masaj yapan. Dellâk.
Mess-i hâcet
Lüzum görülme, iktiza etme, gerekme.
Mest
Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması. * Bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak.
mest
ayakkabı, hazla kendinden geçen.
Mestan
(Mest. C.) f. Sarhoşlar.
Mestane
Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette.
Mest-i elest
Elest meclisinde hitab-ı İlahî ile mest olan.
Mest-i harab
Çok sarhoş olmuş kimse.
Mest-i müdam
Her zaman, devamlı sarhoş.
Mest-i serşar
Haddinden fazla sarhoş, çok sarhoş.
Mest-i temaşa
Seyretme sarhoşu. Bakıp seyretmekten sarhoş gibi olan.
Mestî
f. Sarhoşluk.
Mestî-âver
f. Bayıltıcı, sarhoş edici.
Mestî-bahş
f. Sarhoşluk veren, sarhoş edici. Bayıltıcı.
2022
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mestûr
örtülmüş.
Mestur
Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. (Bak: Tesettür)
mestur
satırlanmış, çizilmiş.
mestûre
örtülü kadın.
Mesture
Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan yerlerini örtmüş olan kadın. (Bak: Tesettür) * Gizli tutulan resmi işlerde harcanmak için hükümetin emrine verilen para. (Buna tahsisatı mesture de denir.)
Mesubat
(Mesube. C.) İyiliğe karşı Allah (C.C.) tarafından verilen mükâfatlar.
Mesube (musibe)
(C: Mesâyib) Belâ, zahmet. * Mekruh emir.
Mesube
(C.: Mesubât) İyiliğe karşı Cenab-ı Hakk'ın vereceği mükâfat.
Mes'ud
Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu.
mesûd
saadetli, mutlu.
Mes'udane
f. İman ehline, bahtiyar olana yakışır halde. Saadetlice. Cenab-ı Hakk'ın emrine, rızasına uygun şekilde. Sevinçli ve ferahlıkla.
mesûdâne
saadetle.
Mes'udiyet
Mes'udluk, kutluluk, bahtiyarlık.
mesûdiyet
mesutluk.
Mesuk
(Sevk. den) Sevkolunan. İleri sürülen, yollanan. Gönderilen.
mesûk
sevk olunan.
Mesuk-u lehu-l-kelâm Kelâmın söyleniş gayesi, garazı ve maksadı. Mesuk-un leh
Bir mânaya sevk olan, mânaya göre söylenen söz. Asıl mevzu (siyaka doğru) ve maksad için söylenen söz.
mesûl
sorumlu.
Mes'ul
Yaptığı iş ve hareketlerden hesap vermeğe mecbur olan. Mes'uliyetli. Bir işin idâresi kendisine âit olan. * Ceza verilmiş olan.
2023
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mesulat
Azab, ukubet. Cezâ çekme.
Mesule
(C: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek. * Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek.
Mes'uliyet
Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş.
mesûliyet
sorumluluk.
Me'sum
Günahlı, suçlu, maznun.
Me'sur
Esir edilmiş. * Hürriyeti alınmış olan.
Me'sur(e)
Ecdaddan rivayet edilen. * Meşhur. * İtibarlı. Beğenilmiş olan. * Rivayet yolu ile öğretilmiş meşhur ve mühim haberler. * Bir kılınç ismi.
Mesus
Yavan su. * Panzehir taşı.
Mesünn
(Mesünniyyet) Yaşlı olmak. (Bak: Müsinn)
Mesv
Mürr dedikleri acı yemen zamkı.
Mesva
(Mesâvi. den) Mesken, hane, ev, me'va. Yurt.
Mesvere
(C: Mesâvir) Minder.
Meş'
Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. Davar sağmak.
Meşa'
Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan. * Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan.
Meşa
Havuç.
Meş'ab
Yol, tarik.
Meşacir
(Meşcer ve Meşcere ve Meşcire. C.) Koruluklar, ağaçlık yerler.
Meşad
Mukavemet ve galebe yeri.
Meşaet
Taleb etme, isteme, dileme, arzulama.
meşâgil
meşguliyetler.
Meşagil
Meşguliyetler. İşler. Meşgaleler.
Meşagil-i dünyeviye
Dünyâ meşgaleleri.
2024
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meşagil-i kesîre
Aşırı meşguliyetler.
Meşagil-i uhreviye
Ahirete ait çalışmalar. Din için yapılan çalışmalar.
Meşahat
(Bak: Müşahha)
Meşahid
Meşhedler. Şehidlikler. * İnsanların toplanacağı yerler.
Meşahir
Meşherler. Teşhir olunan yerler.
meşâhir
meşhurlar, ünlüler.
Meşahîr
Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar.
Meşahir-i üdebâ
Meşhur edibler.
Meşaî
Meşşaiyyundan olan kimse. (Bak: Meşşaiyyun)
Meşail
(Meş'al ve Meş'ale. C.) Meşaleler.
Meşaim
(Meşime. C.) Dölyatakları, ana rahimleri.
Meşaîm
(Meş'um. C.) Uğursuz olan şeyler. Meş'um şeyler.
Meşain
(Şeyn. C.) Kabahatler, ayıp ve lekeler.
Meşair
(Meş'ar. C.) Beş duygu, his. Hasseler. * Akıl ve vahiy. * Hacı olmadan evvel durulması lâzım gelen mühim makamlar.
Meşaiyyun
(Bak: Meşşâiyyun)
Meşaki
(Mişkât. C.) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar.
Meşâkk
Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler.
Meşâkka
Muhalefet ve adâvet etmek. Karşı gelip düşmanlık yapmak.
meşakkat
zahmet, zorluk, sıkıntı.
Meşakkat
Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet)
Meşâkk-ı hayat
Hayatın meşakkat, zahmet ve sıkıntıları.
Meş'ale
Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek.
meşâle
ucu alevli değnek.
Meş'ale-i dil
Gönül meş'alesi.
2025
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meş'alkeş
f. Meş'aleci.
Meşamm
(şemm. den) Koku alacak yer. Burun. Geniz.
Meş'ar
(C: Meşâır) Bilecek yer.Hasse. Duygu. * Hacıların ziyaret ettikleri yerler.
Meşare
Bostan. Tarla. * Çiftçiler arasında meşhur olan tahta yer.
Meşarık
Güneşin doğduğu taraflar. Şark tarafları.
Meşari'
Caddeler. Doğru ve açık yollar. * Su akan oluklar.
Meşarib
Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar. * Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar. * Su içecek şeyler. Maşrabalar. * Köşkler.
meşârib
meşrepler, anlayışlar, gidişatlar.
Meşarit
(Mişrat. C.) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim bıçakları.
Meş'ar-ül haram
Hac zamanında ziyaret edilecek muayyen yer. Cebel-i Kuzah, Müzdelife'de bir yerin ismi.
Meşaş
Beyaz servi.
Meşatî
(Meştâ. C.) Kışlıklar. Kış mevsiminde barınılacak yerler.
Meşavîz
(Mişvâz. C.) Sarıklar.
meşayih
şeyhler, pirler.
Meşayih
Şeyhler. Pirler. İhtiyarlar.
meşbû
doymuş.
Meşbu'
Tok. Doymuş. Kanmış.
Meşbub
(C.: Meşâbib) İki ayağı beyaz olan at. * Güzel nesne.
Meşc
Karıştırmak. Haltetmek.
Meşcer
(Meşcere) Ağaçlık yer, koru, şeceristan.
Meşcuc
Yüzü gözü yaralanmış olan.
Meşcun
Yarılmış.
2026
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Meşden
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik.
Meşdud
(Meşdude) Kuvvetlice bağlanmış olan. Sıkıca bağlı. Sıkı.
Meşduh
Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş.
Meşe
Bir cins ağaç. Odunu sert, sağlam ve parlak olur.
Meşegâh
f. Meşelik. Meşe ağaçlarının bulunduğu yer.
meşegâh
meşelik.
Meş'eme
Sol taraf. Sol. * Kötü. Uğursuz.
meşême
sol, kötü, uğursuz.
Meşere
Dış kısım.
Meşerre
Eyerin içine konulan yastık.
Meşfer
(C: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı.
Meşfu'
Müşterek sınırlı gayrimenkul.
meşgale
iş, uğraş.
Meşgale
İş. Meşguliyyet. Boş durmayış.
Meşgel
f. Yol kesen, haydut, şaki, eşkiyâ.
Meşguf(e)
(Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş.
Meşgul
(Şugl. den) Bir işle uğraşan. * Dalgın. * Doldurulmuş, tutulmuş, işgal olunmuş.
meşgul
işli, iş üstünde olan.
meşguliyet
işlilik.
Meşguliyet
Meşgul olma, bir iş yapma. * Uğraşılan ve meşgul olunan şey.
Meşhed
Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer. * İnsanların cemaat olarak hazır olacakları yer. * Şehâdet yeri. Hz. Hüseyinin (R.A.) Kerbelâdaki şehid düştüğü yer. * İranda bir şehir adı.
2027
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
meşher
sergi.
Meşher
Teşhir yeri. Gösterme yeri. Sergi.
Meşhergâh
f. San'at-ı İlâhiyyenin gösterildiği yer, yeryüzü. * Teşhir yeri. Sergi.
Meşher-i a'zam
Büyük teşhir yeri. Ahiret meydanı. Haşir meydanı.
meşhûd
görülen.
Meşhud
Görünen. Şehadet edilen. * Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim. * Suç üstü yakalanan. * Göz ile görülmüş. * Cuma günü. * Kıyâmet günü.
Meşhudât
"Görünenler. Seyredilenler. Hislerimizle ve gözlerimizle görüp bildiğimiz ve bazı evliyanın keşfen gördükleri.(""Fütuhât-ı Mekkiye"" sâhibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve ""İnsan-ı Kâmil"" denilen meşhur bir kitabın sâhibi Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliyâ-i meşhure, küre-i arzın tabakat-ı seb'asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyzâdan ve Fütuhatta Meşmeşiye dedikleri acâibden bahsediyorlar. ""Gördük"" diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vâki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?Elcevap: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihâtasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rü'yasını tâbir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü'yetlerini o halde iken kendileri tâbir edemezler.
2028
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Onları tâbir edecek, ""Asfiyâ"" denilen verâset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, Asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet'in irşadiyle yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tâbir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi ""uykum geldi"" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi bir şey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: ""Ey arkadaş! Acib bir rü'ya gördüm."" O da der: ""Allah hayır etsin, nedir?"" Der ki: ""Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tâbiri nedir?""Uyanık arkadaşı dedi: ""Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim."" Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar. İkisini de dünyada mes'ud edecek altunları buldular.İşte, yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü'yâda iken ihâtasız olduğu için tâbirde hakkı olmadığından, âlem-i maddi ile âlem-i mâneviyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, ""Ben hakiki maddi bir deniz gördüm."" der. Fakat uyanık
2029
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
adam, âlem-i misâl ile âlem-i maddiyi farkettiği için tâbirde hakkı vardır ki, dedi: ""Gördüğün doğrudur, fakat hakiki deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayâline deniz gibi olmuş; kaval da köprü gibi olmuş ve hâkezâ..."" Demek oluyor ki: Alem-i maddi ile âlem-i ruhâniyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen: ""Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum."" doğru dersin. Eğer ""Odam bir meydan kadar geniştir."" diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki, âlem-i misâli, âlem-i hakikiye karıştırırsın.İşte Küre-i Arz'ın tabakat-ı seb'asına dâir, bâzı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet'in mizaniyle tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddi vaziyetten ibâret değildir. Meselâ, demişler: ""Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var."" Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mâna ve âlem-i misâlde ve âlem-i berzah ve ervâhda küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misâli şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhânilerinde, Arz'ın tabakalarından bâzılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misâl sureten âlem-i maddiye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tâbir ediyorlar. Alem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir
2030
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de: Alem-i maddinin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs'atında vücud-u misâli ve hakaik-ı mâneviye yerleşir.HATİME : Şu mes'eleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i imân-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yâni: Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihâtasız keşfiyatı, verâset-i nübüvvet ehli olan Asfiya ve Muhakkikinin şuhuda değil, Kur'ana ve vahye, gaybi fakat sâfi, ihâtalı doğru hakaik-ı imâniyelerine dâir ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşâhedatın mizânı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve Asfiya-i Muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir. M.)" meşhûdât
görülenler.
meşhûdiyet
görünürlük.
Meşhudiyyet
Gözle görüş. şâhid oluş. şâhidlik.
Meşhum
Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı. * Korkmuş. Korkutulmuş. * Çok güzel hareketli at.
Meşhun
Doldurulmuş. Dolu. Dopdolu.
meşhûn
sevinçli.
Meşhun-u mesârr
Sevinçler ve zevklerle dolu.
Meşhur hadis veya hadis-i meşhur
Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda
iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir. Meşhur
Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği.
meşhûr
ünlü.
Meşhurat
(Meşhur. C.) Şöhret kazanmış ve meşhur olmuş kimseler. Şöhretliler.
2031
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meşî
Yürüyüş. Gidiş. Doğru yola gitmek.
Meşîb
İhtiyarlık. Yaşlılık. Saç ağarması.
Meşîd
Harçla yapılmış sağlam bina. Sıvanmış bina.
meşîet
dileme.
Meşiet
Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek.
Meşiet-i hâssa-i ilâhiyye
Allah'a ait, O'na mahsus meşiet, dilek, arzu ve işler.
Meşih
Göğsü çukur, kanbur.
meşîhat
din işleri merkezi.
Meşihat
Mürşidlik, şeyhlik. * Eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden Osmanlı Devletinin Diyanet İşleri Dairesi.
Meşihat-ı islâmiyye
İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi.(Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiyye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul'un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba', hem ma'kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkiyle ifa edebilsin.Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatden çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder.şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şura-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı mânevi olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhi de olsa, cemaatin ferd-i
2032
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mânevisine karşı sivri sinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.Hatta diyebiliriz, şimdiki za'f-ı diyânet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadâtdaki fevza, Meşihatın za'fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü, haricde bir adam re'yini, ferdiyete istinad eden meşihate karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul-amel olur ki, bir nevi icma' veya cumhurun tasdikine iktiran eder. Böyle bir Şeyh-ül-islâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrada dâima icma' ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i âra' için, böyle bir faysala lüzum-u kat'i vardır. R.N.) Meşik
İnce uzun nesne. * Giyilmiş kaftan.
Meşim
Benli kimse.
Meşime
(C.: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi.
Meşiyyet
(Bak: Meşiet)
meşk
alıştırma, örnekleme.
Meşk
Yazı örneği. Öğretici yazı. * Bir şeyi uzatmak. * Uzun uzun yazmak. * Bilmeyene bir şeyi öğretmek. * Sür'at, hız.
Meşka
Fark edip ayıracak yer.
Meşkâ
şikâyet etmek.
Meşkû
Şikâyet etmek.
Meşkuk
şekli, şüpheli. Kendinden şüphe edilen.
meşkûk
şüpheli.
Meşkukiyet
Şüphelilik. Şüpheli oluş.
2033
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Meşkul
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan at.
meşkûr
şükre lâyık olan.
Meşkur
Şükre lâyık olan. Teşekküre ve kendine şükredilmeğe lâyık olan. Kendine şükür arzolunan. Az şükredene çok ihsan eden.
Meşküvv
Kendinden şikâyet olunan.
Meşlah
Meşlehe. Maşlah. Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit elbise.
meşmeşiye
normal göze görünmeyen misalî bir âlem.
Meşmeşiye
Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer. (Bak: Meşhudât)
Meşmul
(Şümul. den) Kaplanmış, şümullenmiş, etrafı çevrilmiş. * Bir şeyin içinde bulunan.
Meşmule
şarap.
Meşmum
Koklanmış. * Itır ve misk gibi güzel kokulu olan şey.
Meşn
Kamçı ile vurmak. * Deri yüzmek.
Meşnu'
Çirkin kimse. * Buğzolunmuş.
Meşnuf
Uzun başlı at.
Meşra'
Yol. Rah. Tarik. * Su oluğu.
Meşreb
Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. * Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol.
meşreb
meşrep, gidişat.
Meşrebe
(C: Meşârib) Maşrapa.
meşreben
gidişatça.
Meşref
İyi kılıçlar işlenir bir köyün adıdır.
Meşreka
Güneşte oturacak yer.
2034
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
meşrık
doğu.
Meşrık
Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti. * Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer. * Tövbe kapısının adı.
Meşrık-ı nur
Nurun kaynağı. Nurun geldiği cihet.
Meşrık-ı tulu'
Işığın, nurun geldiği şark ciheti.
meşrû
dine uygun.
Meşru'
Doğru. Hak. Şeriatın kabul ettiği. Haram ve yanlış olmayan.
Meşrua
Şeriatın kabul ettiği hâl. Yapılması serbest olup, haram olmayan. Allah'ın (C.C.) kanununda müsaade edilen. Şeriatça yapılması günah olmayan.
Meşruat
(Meşru. C.) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler. * Şeriatla alâkalı şeyler.
Meşrub
(Şürb. den) İçilecek şey. * İçilmiş, şürbedilmiş.
Meşrubat
"İçilen şeyler. Herhangi bir içilecek şey. Şarap. (""Hamr"" denen içkiye de şarap denir.)"
meşrûbât
içecekler.
Meşrube
İçine yiyecek veya elbise koyup sakladıkları yer.
meşrûh
açıklanmış.
Meşruh
Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş.
Meşruhât
Açıklama ve izahlar.
meşrûhât
açıklananlar.
meşrûiyet
dine uygunluk.
Meşruiyyet
Meşruluk. Meşru' olma. Kanuna, şeriata uygun bulunma. Yasak olmayış.
Meşrum
Yarılmış.
2035
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
meşrût
şarta bağlı.
Meşrut
Şartlı. Şart ile bağlı.
Meşruta
Bir kimseye veya bir zümreye bırakılmış, bazı şartlara bağlı oluş. * Sahibi tarafından veresesine satılmamak şartiyle bırakılmış ev vesaire.
meşrûta
şarta bağlanmış.
Meşrutî
Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.
meşrûtiyet
devletin bir hükümdarın başkanlığı altındaki millet meclisi tarafından idare edildiği yönetim biçimi.
meşrûtiyetperver
meşrutiyeti seven.
Meşrutiyyet
Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.
Meşş
Elini bez ile silmek. * Bir şeyi aldıktan sonra yine almak. * Davarın sütünü sağıp bazısını koymak.
meşşâiyyun
akla güvenip peygambere inanmayan felsefeciler.
Meşşaiyyun
Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar. (Bak: İşrakiyyun)
Meşşat(a)
Tarak yapan, tarakçı. * Süsleyen, tarayan.
meşşata
süsleyen, tarayan.
Meşt
Baş tarama. * Tarak.
Meşta
(C.: Meşâti) (Şitâ. dan) Kış mevsiminde barınılacak yer. Kışlık otlak, kışla.
Meştat
(C: Meşâti) Kışlak.
Meştum
Şetm olunmuş. Sövülüp sayılmış.
Meşub
Karışmış.
2036
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meşuk
Âşık, tutkun.
Meş'um
Kötü. Uğursuz. Bedbaht.
meşûm
uğursuz.
Meşum
Vücudu benekli adam.
Meş'umâne
f. Kötü bir şekilde. Bedbahtcasına.
meşûmâne
uğursuzcasına.
meşûme
uğursuz.
Meş'un
Dağınık saç.
Meş'ur
Bir şeyi iyice idrak eylemek. * Şuurlu. Kendini bilen. * Tanımak.
meşûr
şuurlu.
Meş'urat
(Meş'ur. C.) şuur hâlinde geçmiş şeyler.
Meşuş
Mendil.
Meşüvv
Müshil.
meşveret
danışma, fikir alışverişi yapma.
Meşveret
Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi. (Bak: istişâre)
Meşy
Yürüme.
Meşyen
Yayan olarak, yürüyerek.
Meşy-i askerî
Asker yürüyüşü. Askerî yürüyüş.
Meşyuha
Yavşan otunun yetiştiği yer.
Meşyum
Bedeninde beni olan, benli adam.
Met'
Uzun ve yüce olmak.
Meta
"Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan ""Min"" harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır."
Meta'
Fayda. Menfaat. * Kıymetli eşya. Tüccar malı.
metâ
ticaret malı.
2037
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Metab
Tevbe etmek. * Rücu etmek, geri dönmek, caymak, vazgeçmek.
Met'abe
(C.: Metâib) Meşakkat, zahmet. Yorgunluk.
Metabi'
(Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri.
Metabih
(Matbah. C.) Mutfaklar.
Metaf
Tavaf edecek yer.
Metafizik
(Bak: Mâba'det tabia)
Metaib
Yorgunluklar. Meşakkatler. Eziyet verecek şeyler.
Metaib-i sefer
Muhârebe veya yol yorgunlukları.
Metal
Lât: Mâden. * Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun, karışık madde.
metâlî
güneş ve ayın doğduğu yerler ve zamanlar.
Metali'
Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin doğduğu yerler. * Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş etrafındaki gezmesinde, 20 Mart'ta bulunduğu) noktasından geçmek üzere başlangıç kabul edilen daire ile bu yıldızın semavî istiva dairesi üzerindeki ara kesitleri arasında kalan kavis. * Edb: Kaside veya gazelin ilk beyitleri.
Metalib
İstekler. Arzular. Taleb edilen şeyler.
metâlib
istenenler.
Metalib-i istikbal
İstikbale aid istekler. Gelecek için olan arzu ve talebler.
metanet
dayanıklılık.
Metanet
Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.)
Metanet-i kalbiye
Kalb sağlamlığı.
2038
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Metarık
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Mıtrak ve Mıtraka. C.) Mızraklar. Tokmaklar. Çekiçler. Değnekler, sopalar.
Meta-ul gurur
Gurur metaı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya menfaatı, insanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı.
Metavi'
(Mıtvâ. C.) İtâat edenler. Mutiler.
Metbene
Samanlık.
Metbu'
Kendine uyulan. Tâbi olunan. Halkın, kendine tâbi olduğu zat. * Hükümdar.
metbû
kendisine uyulan.
metbûiyet
metbuluk.
Metbuiyyet
Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi oluş.
Metbu-u müfahham
Hükümdar. Padişah.
Me'tem
(C: Meâtim) Kadınlar cemiyeti.
Meters
f. Harpte, korunmak gayesiyle yapılan toprak tümsek, siper. * Kapının açılmaması için arkasına konulan ağaç.
metfuh
açılmış.
Meth
Yerinden koparmak ve çıkarmak. * Cima. Tohum bırakmak için çekirgenin kuyruğunu yere sokması. * Vurmak ve uzaklaştırmak.
Methaf
Müze.
methetme
övme.
methiye
övgü, övme.
Me'tî
Gelecek yer.
metîn
metanetli, dayanıklı.
Metin
Sağlam. Metanet sahibi. Kendine güvenilir olan. (Bak: Metânet)
metin
yazının tamamı.
2039
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
metînâne
dayanıklı biri gibi.
Metinâne
f. Metanetle, sağlamlıkla.
Metit
Çulha tarağı.
Metk
İğne ucu. Zeker ucu.
Metl
Tahrik etmek, kımıldatmak, harekete getirmek.
Metn
"Sağlam ve sert yer. * Yüksek yer. * Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası. * ""Vurmak ve seyr"" mânâsına mastar. * Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti."
Metod
Fr. Bir neticeye ulaşmak için takib edilen fikir yolu. Usul. Kaide. Yol. Sistem.
metod
usûl, yöntem.
Metr
Kesmek. * Çekmek. * Atmak. (Bazan fercten kinâye olur.)
Metrebe
Fakirlik, miskinlik.
Metrud
(Bak: Matrud)
Metruk
Terk olunmuş. Bırakılmış. * Boşanmış olmak. * Ölen bir kimsenin bıraktığı eşya.
metrûk
terkedilmiş.
Metrukat
(Metruk. C.) Bırakılan şeyler, metruklar, miraslar.
metrûkât
terkedilenler.
Metruke
(Terk. den) (Erkekten) boşanmış. * Kocası tarafından bırakılmış kadın.
Metrukiyyet
(Terk. den) Terk edilme, boşanmış olma. * Bırakılmışlık, kullanılmazlık. * Bir işten çekilip uğraşmama.
Mets
Necisle atmak.
Mett
Çekmek. * Ulaşmak. * Kuyudan su çıkarmak.
Metta
Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı.
2040
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mette
f. Burgu.
Mettiha (metyiha)
Hafif sopa. * Yaş çubuk.
Met'ub
(Ta'b. dan) Bitkin, yorgun.
Metuh
Devamlı suyu çekilen işlek kuyu. * Suyu ağzına yakın olan kuyu.
Metvî
(Bak: Matvî)
Mety
Çekmek.
Meunet
Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği. * Külfet. * Masraf. Bir şeyin toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim yerine kadar olan masraflarına denir.
meûnet
geçimlik.
Me'v
Çekmek.
Mev'a
Her nesnenin evveli.
Me'va
Mekân. Varılacak yer. Mesken. * Sığınacak yer.
mêvâ
yer, mekân.
Mevacib
(C.: Mevacibât) Maaşlar, aylıklar. * Tar: Yeniçerilerin üç ayda bir defa verilen ulûfeleri.
Mevacibat
(Mevâcib. C.) Mevâcibler. Maaşlar, aylıklar.
Mevacib-i leşker
Asker aylıkları.
mevâcid
kalbe zevk veren hâller.
Mevacid
Vecd hâlleri. Kalbî zevk veren istiğrak halleri. (Bak: Vecd)
Mevadd
(Madde. C.) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler. Cisimler. * Kısımlar. * Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar. * Söz ve beyana sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası.
mevâdd
maddeler.
Mevadd-ı hayatiyye
Hayata lüzumu bulunan maddeler.
Mevadd-ı ibtidâiye
İlkel maddeler, ham maddeler.
2041
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mevadd-ı muzırra
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zararlı maddeler. Zarar veren şeyler.
Mevadd-ı müncezibe Cezbolunan, çekilen maddeler. Mevadd-ı nâfia
Faydalı maddeler.
Mevadd-ı zülâliye
Azotlu maddeler.
Mevahıf
Zayıf deve.
Mevahib
Hibe olunan şeyler. Karşılıksız verilenler. (Bak: Mevhube)
mevâhib
karşılıksız verilenler, ihsanlar.
Mevahib-i kudret
Cenab-ı Hakkın verdiği nimetler.
Mevahir
Yararak akıp gidenler. (Denizdeki gemi gibi)
Mevaız
(Mev'ıza. C.) Öğütler, nasihatlar.
Mevaid
(Mâide. C.) Sofralar, mâideler.
Mevaid-i kâzibe
Yerine getirilmeyen va'dlar. Yapılmayan va'dlar.
Mevaka
Hamâkat, ahmaklık.
mevâkıf
duraklar.
Mevakıf
Durulacak yerler. Vakıflar. Durak yerleri.
Mevakıt
(Mevkıt. C.) Evvelden belirtilmiş olan vakitler.
Mevaki'
Mevkiler. Duracak yerler.
mevâki
yerler.
Mevakib
(Mevkib. C.) Cemaatler, kalabalıklar, güruhlar, topluluklar.
Mevaki-i baîde
Uzak mevkiler.
Mevaki-i harbiye
Muhârebe mevkileri. Savaş yerleri.
Mevaki-i mühimme
Önemli mevkiler. Ehemmiyetli yerler.
Mevakin
(Mevkin. C.) Kuş yuvaları.
Mevakit
(Mikat. C.) Hacıların ihrâma girdikleri yerler. * Bir iş için tâyin edilen vakitler.
2042
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mevalî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Efendiler. * Azad edilmiş köleler. * Azad edenler. * Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı âlimler. * Dost ve komşular. * Yardımcılar.
Mevalid
Mevcudlar. Doğmuşlar. Vücud bulmuşlar. Mevludlar.
mevâlid
mevlidler, doğmalar.
mevâlîd
varlıklar.
Mevalid-i selâse
Nebat, hayvan ve maden.
Mevalid-i türabiye
Topraktaki mevâlid. Mâdenler, nebatlar.
Mevamit
Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) İncil'deki bir ismi.
mevâni
maniler, engeller.
Mevani'
Mâni'ler. Engeller. Mâni olanlar. Mâniâlar.
Mevarid
Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak yollar.
Mevarîs
Miraslar. Verasetle nâil olunan mülk ve mallar.
Mevasik
Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler.
mevâsim
mevsimler.
Mevasim
Mevsimler. * Pazar yerleri.
Mevasim-i erbaa
Dört mevsim. Rebi' (İlkbahar), Sayf (Yaz), Harif (Sonbahar), Şitâ (Kış).
Mevaşi
Davar, koyun, keçi, inek ve öküz gibi hayvanlar.
Mevat
(Mevt. den) Cansız şeyler. Sürülmemiş topraklar. * Sahibsiz yerler.
Mevatın
(Mevtın. C.) Yurtlar. Şenlendirilmiş ve bayındır yerler.
Mevati
(Mevti. C.) Ayak basılan yerler.
Mevatî
Mevâta yani cansız şeye ait, bununla alâkalı. * İşlenmemiş toprağa ait.
Mevazı'
(Mevzi. C.) Mevziler, yerler.
Mevazin
(Mizan. C.) Mizânlar. ölçüler. Terâziler.
Mevbed
Mecusiler reisinin ulusu.
2043
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mevbik
(C.: Mevbikat) Korkulu yer.
Mevbikat
(Mevbik. C.) Korkulu yerler.
Mevbil
Kaba büyük sopa. * Bir kucak odun.
mevc
dalga.
Mevc
Dalga. Denizin dalgası. * Titreşim. * Mc: Devir, devre.
Mevcâ-mevc
Çok dalgalı. Dalga dalga.
Mevce
Bir dalga. * Ses, elektrik ve hararetin yayılma dalgalarından herbiri.
mevce
dalga.
Mevcedar
f. Dalgalı.
Mevcenümud
f. Dalga gibi.
Mevcet-üş şebâb
Gençlik çağı.
Mevc-hîz
f. Dalga kaldıran.
Mevcub
Kendisine bir şey vâcib kılınmış.
mevcûd
mevcut, var olan.
Mevcud
Var olan. Bulunan. Hazır olan. Topluluğun hepsi. * Kâinat. Mükevvenat.
Mevcudat
Var olan her şey. Kâinat. Yaratılmış şeyler.
mevcûdat
varlıklar.
Mevcudat-ı bahariye
Bahar mevsimindeki renk renk, çeşit çeşit varlıklar.
Mevcuden
Kendisi berâber olarak. Mevcud olarak.
Mevcudîn
(Mevcud. C.) Mevcudlar, var olan ve bulunan şeyler. Mevcudât.
Mevcudiyet
Mevcudluk, varlık, mevcud ve var olma.
mevcûdiyet
varlık.
Mevcud-u haricî
Maddî vücudu bulunan eşya.
Mevcud-u manevî
Mânevi varlık.
Mevc-zen
f. Dalgalanan, dalgalı deniz. Dalga vuran.
2044
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mevdu
(Mevdua) Emanet bırakılmış, tevdi olunmuş.
Mevduat
(Mevdu. C.) Emanet bırakılmış şeyler. * Bankaya konan para ki, faizle olduğundan haramdır. (Bak: Riba)
Mevdud(e)
Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş.
Mevdune
(Mevzune) Altın, inci veya elmasla işlemeli şey. Murassa.
Mevecat
(Mevce. C.) Dalgalar.
meveddet
dostluk, sevgi.
Meveddet
Dostluk. Sevgi. Muhabbet. Muhabbet etmek. Sevmek.
Mevetan
Canı olmayan nesneler. * İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi.
Mevfur
(Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer. * Edb: Aruz kalıblarından biri.
Mevh
Kuyunun suyu çok olmak.
mevhat
cansızlar.
Mevhibe
İhsan. Sevgi. Hediye.
mevhibe
verilmiş.
Mevhibe-i ilâhiye
Cenab-ı Hakk'ın ihsan ve hediyesi.
Mevhil
(Vahl. den) Çamurlu yer.
Mevhin
Gece yarısına yakın vakit.
Mevhub
(C.: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış. * Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş.
Mevhubat
(Mevhub. C.) Bağışlar, ihsanlar, bahşişler.
mevhûbe
verilen.
Mevhube
Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal.
Mevhum
Aslı olmayıp evham mahsulü olan. Vehim.
mevhum
kuruntu ürünü.
Mevhumât
Mevhumlar. Asılsız olduğu hâlde zihinde meydana gelen şeyler.
2045
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mevhume
Vehim, kuruntu ve hayâl nev'inden bir şey.
Mevhun
Zayıf ve arık adam. Zayıflamış kimse.
Mev'id
Va'din yerine getirildiği yer. * Vaad etmek. Vaad. Söz vermek.
Mev'id-i mülâkat
Buluşma yeri.
Mev'il
Sığınacak yer. * Sel suyunun karar kıldığı yer.
Mev'iza
Mev'ize. Öğüt. Nasihat. * Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek.
mevîza
öğüt, nasihat.
Mev'iza-i diniye
Dinî nasihat.
Mev'izakâr
f. Nasihat veren, öğüt eden. Nâsih.
Mevk
Örümcek, ankebut.
mevkıf
durak, bölüm.
Mevkıf
Durak. Durulacak yer. Ayakta duracak yer. İstasyon.
mevki
yer.
Mevki'
Yer. * Sınıflandırılmış yerlerden her biri. * Vapur, tren gibi yerlerde sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer. * Bir şeyin bulunduğu veya vukua geldiği yer.
mevkib
kafile, topluluk.
Mevkib
Kafile. Alay. Atlı veya yaya giden kafile. Cemaat.
Mevkib-i ikbal
Talihli kafile.
Mevkid
Ateş ocağı.
Mevkin
(C.: Mevâkin) Kuş yuvası.
Mevkit
(C.: Mevâkit) Tâyin ve tesbit edilip kararlaştırılan yer veya zaman.
Mevkud
(İkad. dan) Yakılmış. Yandırılmış olan.
mevkuf
durdurulan, tutulan.
2046
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mevkuf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. * Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen. * Ait, bağlı.
Mevkufat
(Mevkufe. C.) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para. * Vakfedilmiş mal, emlâk. * Gelirden artıp hazineye mâl edilen para.
Mevkufen
Mevkuf olarak.
mevkufen
tutularak, durdurularak.
Mevkufîn
(Mevkuf. C.) Tevkif edilmiş kimseler. Tutuklular. Mevkuflar.
Mevkufiyyet
Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli. * Bağlı olma.
Mevkûl
(Vekâlet. den) Bir vekile emanet edilen.
Mevkûlün ileyh
Kendisine bir iş bırakılan adam. Vekil.
Mevkum
Hüznü şiddetli olan.
Mevkut
Vakitli. Vakti belli olan. Mahdud ve muayyen olmuş vakit.
mevkute
süreli yayın.
Mevkute
Zamanı muayyen, belirli olarak çıkan matbuât. Gazete, mecmua gibi şeyler.
Mevkuze
Ağaçla vurulmuş.
Mevla
Sahib. Rabb. * Efendi. Köleyi âzad eden. * Şanlı. Şerefli. Mâlik. * Mün'im-i Mutlak olan Cenab-ı Hak (C.C.). * Terbiye eden, mürebbi. * Yardımcı, muavenet eden. * Dost ve komşu. * Azâd olan.
Mevlâ
sahip, efendi, Allah.
Mevlana cami
(Bak: Câmi)
Mevlana celaleddin-i rumi
Hi: 672 de Belh'de doğdu. Konya'ya geldi ve yerleşti. Mühim
eseri Farsça ve manzum yazdığı Mesnevi'sidir. İkişer mısralı kafiyeli şekilde olduğundan bu isim verilmiştir. Mevlevi Tarikatının piri ve serefrâzıdır.
2047
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mevlana halid
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd ve verâ ile geçirdi. Çok âlim ve veli yetiştirdi. Nahivde, kelâmda, fıkıhda, tasavvufda kıymetli eserler verdi. O zamanda Hindistanda bulunan Kutub Abdullah Dehleviden ders almıştı.
Mevlana
"""Efendimiz, mevlâmız"" mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır."
mevlânâ
efendimiz.
Mevlânâ
Mesnevî adlı kitabın da yazarı olan ünlü velî ve şair.
Mevlâ-yı kerim
İkram sahibi olan Cenab-ı Hak (C.C.)
Mevlevî
Mevlânanın tarikatından olan.
Mevlevîvârî
dönerek zikreden mevleviler gibi.
Mevleviyyet
"Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak. * Mollalık. * Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş. * Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. ""Mevâli"" de denir."
Mevlid
Doğma. Dünyaya gelme. * Doğulan yer veya zaman. * Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğumunu anlatan manzum eser, dini manzume. (Bak: Süleyman Çelebi)
mevlid
doğum.
Mevlid-hân
Mevlid okuyan.
Mevlim
İncitip acıtan. Elem veren.
Mevlud
Çocuk. Yeni doğmuş çocuk. * Birisinin doğması. * Mevâlid-i selâseden herbiri.
2048
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mevlûd
doğan.
Mevludat
(Mevlud. C.) Belirli bir zaman içinde doğanlar.
Mevludün leh
Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba.
Mevmat
(C: Mevâmi) Sahrâ. Çöl. * Yazı.
Mevn
Bir kimsenin zahmetini çekmek. * Nafakalarını vermek.
Mevr
Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak. * Suyun yeryüzüne yayılması. * Hayvanlardan yün almak. * Yol, tarik. * Toz, gubar. * Rücu etmek, döndürmek.
mevrid
varılan yer, yol.
Mevrid
Varılan yer. Vasıl yeri. * Cadde. Yol. Tarik.
Mevrid-i nass
Nass ile gelen mes'ele. Nass olan yer. Kat'i delil olan husus.
Mevrud
(C.: Mevrudât) Gelmiş. Vürud etmiş. Gelen.
Mevrudât
(Mevrude. C.) Gelen şeyler.
Mevrude
(C.: Mevrudât) Ulaşmış, gelmiş.
mevrûs
mirasla gelen.
Mevrus(e)
Vereseye âit olan. Miras edilmiş. Miras edilen eşya.
Mevrusat
Mirastan gelenler.
Mevs
Ekmeği suyla ıslatmak.
Mevsık
İtimad etmek. Emniyet etmek. İnanmak. * Yemin. Sözleşme.
Mevsil
(Vusul. den) Kavşak. Kavuşacak yer. * Ek yeri.
Mevsim be mevsim
Zaman zaman. Mevsimden mevsime, zamanı geldikçe.
Mevsim
(C: Mevâsim) Pazar yeri. * Arap pazargâhları. * Yılın dört kısmından biri. * Zaman. Vakit. Alâmet.
Mevsim-i harif
Sonbahar, güz devresi.
Mevsim-i sayf
Yaz mevsimi, yaz devresi.
Mevsim-i şitâ
Kış mevsimi.
2049
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mevsuf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. * Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.
mevsûf
vasıflı, sıfatlanan.
Mevsuk
Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan. * Sağlam. * Vesikalı. Delile dayanan hakikat.
mevsûk
vesikalı, belgeli, sağlam.
mevsûkan
belgeli bir biçimde.
Mevsukan
Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde.
Mevsukiyet
Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl.
Mevsuk-ul kelim
Sözlerine inanılır. Söylediği şeylere itimad edip güvenilir.
Mevsul
Erişen. Vasıl olan. * Birleşmiş. Kendine başka şey vasıl olmuş olan. Bitirmiş. Vasledilmiş.
mevsûl
kavuşan, ulaşan, bitişen.
Mevsule
Bitiştirilmiş.
mevsûle
bitiştirilmiş.
Mevsum
(Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış. * Ad verilmiş, isimlendirilmiş.
Mevsume
Tamamen baştan aşağı süslü zırh. * Bahar yağmuru ile ıslanmış toprak.
Mevsut
Ortada. Vasat olan.
Mevt
"Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek. * Mevt, mü'minler için dünya vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur.(Sual: Furkan-ı Hakîm'de $ gibi âyetlerde: ""Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir ni'mettir."" diye ifham ediliyor. Halbuki zâhiren mevt, inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdim-ül-lezzattır... Nasıl mahluk ve ni'met olabilir?Elcevab: ""Birinci Suâl""in cevabının
2050
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âhirinde denildiği gibi, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkıyeye bir dâvettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkıyenin mukaddimesidir. Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünki, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessüh ile, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatiyle tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe' olduğundan; ""o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk"" denilir.İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkıye sünbülü verecektir. M.)(Sizlere müjde! Mevt: İdam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firâk-ı ebedî değil, adem değil, tesâdüf değil, fâilsiz bir in'idam değil; belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediyye
2051
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır. M.)" mevt
ölüm.
Mevta'
Ayağın bastığı yer.
mevta
ölü.
Mevta
Ölüler. Ölmüşler. Cenâzeler.
Mevtaî
Ölü gibi, ölüye benzer.
Mevt-alud
f. Ölüm gibi. Ölümlü. Korkunç. Ölü gibi.
mevtâlûd
ölümle karışık.
Mevtan
(Mevetan) Cansız. * Baygın.
Mevtın
(C.: Mevatın) Yerleşip oturulan, yurt edinilen yer.
Mevt-i ahmer
Kızıl ölüm. Kanlı ölüm. Öldürülmek. * Tas: Nefse karşı koymak.
Mevt-i ebyaz
Ani ölüm. * Açlık.
Mevt-i esved
Boğazı sıkılmak veya suya atılmak suretiyle husule gelen ölüm.
Mevt-i hâil
Korkunç ölüm.
Mevtî
Ölümle ilgili, mevte ait.
mevûd
söz verilmiş.
Mev'ud
Söz verilmiş. Vaadedilmiş. Vâdeli. Vadesi muayyen ve mukadder olan. * Evvelden takdir olunmuş.
Mev'ude
Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız.
Me'vum
Koca başlı ve gövdeli kimse.
Mev'üf
Afete uğramış nesne.
Mevvac
Çok dalgalanan. Çok dalgalı. Fırtınalı. * Radyo.
Mevvar
Seri, çabuk, hızlı, sür'atli.
Mevz
Muz ağacı.
Mevzi'
Bir şey konulacak yer.
2052
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mevzî
bir şey konulacak yer.
Mevzu'
Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.
mevzû
konu.
Mevzua
Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan kaziyye, hüküm.
Mevzuat
Bahsedilen hususlar. Bir şeyin esasını teşkil eden hususat. Tatbikat halinde olan hükümler ve kaideler.
mevzûat
kurallar, kanunlar.
Mevzuat-ı beşer
İnsanların koyup kabul ettikleri hükümler ve kanunlar.
mevzûbahis
söz konusu.
mevzun
ölçülü, tartılı.
Mevzun
Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün. * Yakışıklı. * Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan.
Mevzunat
(Mevzun ve Mevzune. C.) Vezinli ve tartılı şeyler.
mevzunen
ölçülü ve tartılı olarak.
Mevzunen
Vezinli olarak. Ölçülü olarak.
Mevzuniyet
Düzgün, hesaplı ve düzenli. * Mevzun olma hâli.
mevzuniyet
ölçülülük, tartılılık.
Mevzu-u bahs
Kendisinden bahsedilen. Bahis konusu.
Mey'
Eriyip akma.
Mey
f. şarap, içki. (Bak: şarab)
mey
şarap,
2053
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mey'a
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Mey'at) Yiğitlik başlangıcı. * Atı koşuya alıştırmak. * Erimiş sıvı madde. * Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi. * Bir şeyin ilk zamanı. Tâzelik vakti.
Meyadin
(Meydan. C.) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar.
meyâdin
meydanlar.
Meyadin-i harb
Savaş meydanları. Muhârebe alanları.
Meyamin
(Meymenet. C.) Bereketler, mutluluklar, uğurlar.
Meyan
(Bak: Miyân)
meyân
orta, ara.
Meyasir
(Meysur. C.) Kolaylaştırılmış şeyler.
Mey-aşam
f. İçki içen. Şarap içen.
Meyazib
Oluklar. Su yolları.
Meyd
Deprenmek. Sallanmak. * Ziyaret etmek. * Hareket etmek. * Kırağı çalmak. * Meyletmek. * Neşv ü nemâ bulmak. * Başı dönüp midesi bulanmak.
Meydan dayağı
"Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin huzurunda atılırdı. Cezaya çarpılacak talebe yahut asker, meydana getirilerek cezayı icab ettiren kabahatle meydan dayağının tatbiki için verilen karar okunduktan sonra serilen bir battaniye üzerine yüzükoyun yatırılır, başının ucuna ve ayaklarının üstüne kuvvetli birer hademe yahut asker oturtulur, okulun inzibât subayı, asker ise bölüğün subaylarından biri ince kızılcık sopasıyla
2054
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kaba etlerine vururdu.Bu gibi cezalar, herkes ibret alıp bu suçlar işlenmemesi için herkesin gözü önünde icra edilirdi." Meydan
Arsa. * Geniş yer. * Etrafı çevrilmiş, üstü açık geniş yer.
meydân
saha, alan.
Meydan-ı harb
Savaş meydanı, muhârebe alanı, harp meydanı.
Meydan-ı haşir
"Haşir meydanı. Haşrin yeri.(Sual: Meydan-ı Haşir nerededir?Elcevab: $ Hâlik-ı Hakîm'in herşeyde gösterdiği hikmet-i âliye, hatta tek küçük bir şey'e, çok büyük hikmetleri takmasiyle tasrih derecesinde işaret ediyor ki: Küre-i Arz; serseriyane, bâd-ı heva azim bir dâireyi çizmiyor.. belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor, gösteriyor. Ve bir meşher-i azimin etrafında gezip, mahsulât-ı mâneviyesini ona devrediyor ki, ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir. Demek, yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şâm-ı Şerif kıt'ası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi dolduracak, bir meydan-ı haşir bastedilecektir. Küre-i Arzın bütün mânevi mahsulâtı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek; o mânevi mahsulâtları da, gaibden şehadete geçecektir. Evet Küre-i Arz; bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsulât vermiş ve onu istiab edecek mahlukat ondan akmış ve onu imlâ edecek masnuat ondan çıkmış. Demek Kürei Arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir, içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir sünbüldür ve bir mahzendir. Evet, nasılki nurani bir nokta, sür'at-i hareketiyle nurani bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de: Küre-i
2055
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Arz; sür'atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulâtiyle beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır. $ M.)" Meydan-ı imtihan-ı ins ü cân İnsan ve cinlerin imtihan meydanı, yani dünya. Meydan-ı mahşer
Mahşer meydanı.
Meyeh
Su, mâ.
Meyelan
"Bir tarafa eğilmiş olma. Ziyâde meyil gösterme. İltizam.(Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümuvv der: ""Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim."" Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: ""Piliç olacağım."" Biiznillâh olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: ""Fazla yer tutacağım."" Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar, iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.)"
meyelân
eğilim, istek.
Meyezd
f. Düğün veya işret meclisi.
Mey-füruş
f. Şarap satan, meyhâneci, şarapçı.
Mey-gun
f. Şarap renginde olan, kırmızıya yakın olan.
Mey-güsar
f. İçki arkadaşı. Birlikte içki içen.
Meyh
şefâat etmek. * Vermek. * Avuçta su tutmak. * Sallanarak yürümek.
Mey-hane
f. İçki satılan ve içilen yer.
Mey-har
(Mey-hâre) f. İçki içen, içkici, ayyaş.
Meyhem
"""Hâlin nedir, nasılsın?"" mânasına kullanılır."
Mey-hoş
f. Ekşimtrak, mayhoş.
meyil
istek, yönelme.
Mey-keş
f. İçki içen, şarap içen.
2056
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
meyl
istek, yönelme.
Meyl
Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme, tutulma, âşık olma. * Gönül akışı.
Meyla
Çok budaklı ağaç.
Meyla'
Otsuz sahra, çöl. * Acele, hızlı, seri.
Meylab
Za'ferân.
Meylak
Seri ve aceleci kimse.
Meylen
Eğilerek, meylederek. O taraftan olarak.
Meyletmek
Bir tarafa doğru eğilmek. Bir tarafa yönelmek. * Sevgisini vermek, eğilmek. Gönül vermek.
Meyl-i tahaddî
Meydan okuma meyli. Üstünlüğünü göstermek fikri.
Meyliyat
Bir tarafa meyleden istekler.
Meyl-üt tahrib
Bozma ve yıkma isteği, meyli.
Meyl-üt tefevvuk
Üstünlük elde etmek meyil ve arzusu. (Bak: Himmet)
Meyl-üt tevessü'
Genişleme isteği. Genişleme meyli.
Meyl-üt tezeyyüd
Tekellüfle sözü uzatma, artırma arzusu.
Meymene
Sağ kol, sağ taraf. * Meymenet, yümn-ü bereket. Bereket. Kuvvetlilik. Uğurluluk. Kutluluk.
meymene
sağ, iyilik, uğur.
meymenet
bereket, uğur, kutluluk.
Meymum
Denize atılmış olan.
Meymun
Bereketli, uğurlu. Kuvvetli. Kutlu.
meymûn
uğurlu, kutlu.
Meyn
(C.: Müyun) Yalan. Yalan söyleme.
Mey-perest
(C: Meyperestân) f. Devamlı şarap içen.
Meys
Ceviz ağacı. * Sallana sallana yürümek.
2057
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meysa
(C: Miyes) Yumuşak yer.
Meysan
Sallana sallana yürümek.
Meyseme
(Vesm. den) Damga, damgalanmış.
Meysere
(C.: Meyâsir) Ordunun sol cenâhı. Sol cenâh. * Zenginlik, servet.
Meysir
Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık. * Kumar. Arablar arasında ok ile oynanan kumar. * Kumar için kesilen hayvan.
Meysur
Kolay. Kolay olmuş. Asan. Kolay kılınmış şey.
Meysurat
(Meysur ve Meysure. C.) Kolaylatılmış şeyler. Asan edilmiş şeyler.
Meyş
Halt etmek, karıştırmak. * Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak. * Yünü kıla karıştırmak. * Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe.
Meyt (miyât)
Irak olmak, ırak etmek. Uzak olmak, uzaklaştırmak. Karışmak.
Meyt
(Meyyit) Ölü. Cansız. Ölmüş. Hareketsiz.
Meyte
Hayvan leşi.
Meytehâr
Hayvan leşi yiyen.
Me'yus
Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik.
mêyûs
ümitsiz.
Me'yusâne
Ümidsizlikle. (Bak: Ye's)
mêyûsane
ümitsizce.
mêyûsiyet
ümitsizlik.
Meyve
(C: Meyvecât) f. Meyva, yemiş.
Meyvebar
f. Yemiş veren, meyveli.
Meyvecat
(Meyve. C.) f. Yemişler, meyveler.
Meyvedar
f. Yemişli, meyveli, meyve veren.
meyvedâr
meyveli.
Meyvefüruş
f. Meyve satan, yemiş satan. Manav.
2058
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meyveha
(Meyve. C.) f. Meyveler, yemişler.
Meyve-i dil
"""Gönül meyvesi"": Evlât, çocuk."
Meyve-i huşk
Kuru yemiş.
Meyyal
Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün.
meyyâl
meyilli, istekli.
Meyyal-i inhidâm
Yıkılmak üzere bulunan. Neredeyse göçecek durumda olan.
Meyyal-i i'tilâ
Yükselmeğe çok meyilli ve istekli.
Meyyan
Yalancı.
Meyyit
(Mevt. den) Ölü. Cansız. Ölmüş.
meyyit
ölü, cansız.
Meyyitâne
f. Ölü gibicesine. Ölmüşçesine.
Meyyite
Hayvan leşi. * Kadın cenazesi.
Meyyit-i müteharrik
Hareket halindeki ölü. * Mc: Sağ olup, gayret sahibi olmayanlara söylenir.
Meyyit-i sâmite
f. Susan ölü. Sessiz ölü. * Hareketsiz.
Meyz
Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak. * Bir yerden bir yere geçmek.
Meyzer
(C: Meyâzir) Peştemal.
Mez'
Haberin bazısını söyleyip bazısını gizlemek.
Meza ma meza
Geçen geçti. Giden gitti.
Meza
"""Geçti"" mânâsına mâzi fiilidir."
Mezabbe
Keleri çok olan yer.
Mezabıt
(Mazbata. C.) Mazbatalar, tutanaklar.
Mezabî
Yer yarmak, kazmak.
Mezabih
Mezbahalar. Hayvan kesilen yerler.
Mezabil
(Mezbele. C.) Mezbelelikler, süprüntülükler, çöplükler.
2059
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mezabir
(Mizber. C.) Kalemler, kamışlar.
Mezad
Artırma ile yapılan satış. * Tuluk, dağarcık.
mezâd
mezat, artırmalı satış.
Mezade
(C.: Mezaid) Tuluk, dağarcık.
Mezahib
Mezhebler. İslâm itikadı ve amel hususunda esas ittihaz olunan yollar. (Bak: Müctehid)
mezâhib
mezhepler.
Mezahib-i erbaa
Dört mezheb. (Bak: Mezheb)
mezâhim
zahmetler, zorluklar.
Mezahim
Zahmetler. Sıkıntılar. Belâlar.
Mezahim-i hâzıra
Bu zamandaki belâlar, zorluklar, anarşik hadiseler. İçtimâi zorluklar.
Mezahir
Çiçekli yerler.
mezâhir
görünme yerleri, çiçekli yerler.
Me'zak
(Me'zel) : Dar yer.
mezâk
tadma.
Mezak
Tatmak. * Zevk tadacak yer. Damak. * Zevk. Tat duyma.
Mezalik
(Mezlaka. C.) Kaygan yerler. Ayak kayacak yerler.
mezâlim
zulümler.
Mezalim
Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler.
Mezamir
Zebur kitabının sureleri. * Düdükler.
mezâmir
Zebur kitabının süreleri.
Mezamm
Zemmetmek. Ayıplamak.
Mezan
Zannolunan yerler veya şeyler. Zan ve şübhe verecek şeyler.
Mezan-ül îcaz
İcaz zannedilen yerler.
mezâr
kabir, ziyaret yeri.
2060
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mezar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ziyaret yeri. Ziyaretgâh. * Mezar. Kabir. Ölünün gömüldüğü yer. Makber.
Mezarat
(Mezar. C.) Kabirler. Mezarlar.
Mezare
Kalb katılığı. * Büyüklük, azamet.
Mezaret
Kalbin şiddeti.
Mezar-ı zâr
f. Ağlayan mezar.
Mezari'
(Mezraa. C.) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler.
Mezarib
(Mızrâb. C.) Mızraplar. Kanun, ud gibi çalgı âletleri.
Mezari-i münbite
Münbit ve verimli tarlalar.
Mezarik
(Mızrâk. C.) Mızraklar, kargılar.
Mezaristan
f. Mezarlık.
mezâristân
mezarlık, ölüler ülkesi.
Mezarre
Isırmak.
mezâyâ
meziyetler.
Mezaya
Meziyyetler. İyilikler. Hasletler.
Mezaya-yı galiye
Çok kıymetli, yüksek meziyetler.
Mezayık
Dar ve sıkıntılı yerler.
mezbaha
hayvan kesim yeri.
Mezbaha
Hayvanları kesecek yer.
Mezbele
(C: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer.
mezbele
çöplük.
Mezbub
Sinekli.
Mezbube
Sineği çok olan yer.
Mezbuh
Kesilen. Zebhedilen. Boğazlanmış. * Kurban edilmiş.
Mezbuhâne
f. Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. * Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle.
2061
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mezbul
Solmuş çiçek. * Zayıf, arık ve zebun olmuş olan.
mezbûr
sözü edilen.
Mezbur(e)
Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (Bak: Merkum) * Taş ile örülmüş kuyu.
mezc
karıştırma, katıştırma.
Mezc
Katma. Karıştırma.
Mezcen
Karıştırmakla. Katma suretiyle.
Mezcetmek
Katmak. Karıştırmak.
Mezc-i ittihad
İttihadın verdiği imtizac. Kuvvetli birlik ve beraberlik.
Mezcî
Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair.
Mezcuc
Süngülenmiş. Süngü ile dürtülmüş.
Mezd
Misvak ağacının yemişi.
meze
çerez.
Meze
Tad. Çeşni. Zevk. * Eğlence, alay, lâtife.
Mezebbe
Sinekli yer. * Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
mezellet
alçaklık.
Mezellet
Alçaklık. Zelillik.
Me'zem
(C: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı.
Mezemmet
Ayıplama. Kınama. Yerme. * Kınanacak, yerilecek iş.
Mezen
Usul, kaide. Yol. Âdet. Örf.
Me'zene
(C.: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer.
Me'zer
(C: Meâzir) Sığınacak yer, melce.
Mezfufe
Gönderilmiş.
Mezg
Yemeği ağızda çiğnemek.
Mezh
(Müzâh-Müzâha-Mizâh) : Lâtife, şaka. * Mezc, katma, karıştırma.
Mezhar
(C: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi. * Damar.
2062
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mezheb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu ""Mezheb"" kelimesi asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve mukakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (A.S.M.) emir ve sünnetlerinden ayrılmamış ""Dört Mezheb"" Hak olarak seçilmiştir: 1- Hanefî Mezhebi, 2- Şâfiî Mezhebi, 3- Hanbelî Mezhebi. 4- Mâlikî Mezhebi. (Bak: İmam)(Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su, ilâçtır, tıbben vacibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: ""Su, yalnız ilâçtır; yalnız vacibdir, başka hükmü yoktur.""İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiyye; mezheplere, hikmet-i İlâhiyyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensibiyle İmam-ı Şâfiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakın olup, cemaatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kadıy-ül-
2063
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hâcat'ta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için, imam arkasında, Fâtiha'yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı A'zama ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükümetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip, onun sözü, umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.Hem meselâ, mâdem, şeriat, tabiatın tecavüzatına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette ekser etbâı, köylü ve nim-bedevi ve amelelikle meşgul olan Şâfiî Mezhebine göre: ""Kadına temas ile abdest bozulur; az bir necaset zarar verir."" Ekseriyet itibariyle hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i Hanefîye göre: ""Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var.""İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibariyle; ecnebi kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan; san'at ve maişet itibariyle, tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzata sed çekmek için, ""Abdest bozulur, temas etme; namazını ibtâl eder, bulaşma"" mânevi kulağında bir sada-yı semâvi çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartiyle, âdât-ı içtimaiyesi itibariyle, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için
2064
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şeriat, mezheb-i Hanefî namiyle ona şiddet ve azimet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. ""Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur. Bir dirhem kadar fetva vardır"" der, onu vesveseden kurtarır. İşte, denizden iki katre sana misal... S.)" mezheb
gidilen yol, dinin esaslarında aynı ayrıntılarında farklı görüşler.
mezher
çiçeklik.
Mezher
Çiçeklik. Bir çiçeği içine alan şeylerin hepsi.
Mezhere
Çiçek yeri. Çiçek bahçesi.
mezhere
çiçeklik.
Mezhüvv
Kibirli, gururlu.
Mezi
İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez)
Mezîd
Çoğalma. Ziyade etme.
Mezîk
Su ile karışık süt.
Mezil
Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan. * Ayağı uyuşmuş. * Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan. * Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.
Mezillet
Yanlışlığa sebeb olacak şey. * Ayak kayacak yer.
Mezir
Fâsid olmak, fesatçılık yapmak.
meziyet
güzel özellik.
Meziyyat
(Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları.
meziyyât
meziyetler.
Meziyyet
"İyilik. İyi ve salih hareket ve faaliyet.(Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu' ve mahviyet iken, tahakküm ve
2065
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tekebbüre sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avâmın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken; esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. M.)" Meziyyet-i ifâde
İfâde meziyeti.
Mezk
(Mezâk-Mezka) : Tatmak, tadına bakmak. * Tadacak yer.
Mezkum
Zükâm hastalığına tutulmuş. Nezle olmuş, nezleli.
mezkûr
anılan.
Mezkûr
Zikri geçen. Zikredilmiş. Evvelce bahsi geçmiş olan. (Bak: MezburMerkum)
Mezl
Muztarib olmak, acı ve ıztırab çekmek.
Mezlaka
Ayak kayacak yer. Kaypak yer. * Mc: Yanlışlığa düşmeye sebeb olan hal.
Mezmere
Çok şiddetli hareket ettirmek.
mezmûm
yerilmiş.
Mezmum
Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
Mezmun
(Bak: Mazmun)
Mezmur
"Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat. * Hz. Dâvuda (A.S.) inen ""Zebur""un Surelerinden herbiri."
Mezneb
(C: Mezânib) Kepçe. * Suyun akacak olduğu yer.
Mezr
(Mezra) Zarif adam. * Bir kimseye düşmanlık etmek. * Parmakla çimdiklemek. * Su kırbasını tamamen doldurmak. * Tadını anlamak için biraz ağzına almak, içmek.
mezraa
tarla.
Mezraa
Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer.
Mezrevan
Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
Mezru'
(C.: Mezruât) (Zirâ. dan) Arşınlanmış, ölçülmüş. Arşınla ölçülmüş.
2066
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mezrûat
ekilenler.
Mezruat
Ekili olan şeyler. Ekili yerler.
Mez'ub
Koyununa kurt gelen.
Mez'uk
Mesrur, neşeli, sürurlu. * Tuzlu.
Me'zun
İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli.
mêzûn
izinli.
Me'zunen
İzinli olarak.
Me'zunîn
(Me'zun. C.) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar.
Me'zuniyet
Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma.
Me'zuniyet-i kat'iye
Kat'i mezuniyet, kesin izin.
Me'zuniyet-i resmiye Resmi izin ve selâhiyet. Mez'ur
(Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş.
Mezz(e)
Emmek, mass.
Mezza'
(C.: Mezâyi) Koğucu. * Yalan. * Sırrını gizlemeyen kişi.
Mezzah
Lâtifeci, şakacı.
Mezzer
Halep vilâyetinden getirilen siyah taş.
Mı'caz
Mak'adı büyük olan.
Mıgrefe
(C: Megârif) Kepçe.
Mıgşa
Bahadır, kahraman.
Mıgtas
Burun, göz çanağı.
mıh
çivi.
Mıhbasa
(C: Mehâbıs) Helva küreği.
Mıhbat
Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa.
Mıhbaz
(C: Mehâbız) Hallaç tokmağı.
Mıhcen
(C: Mehâcin) Çomak. * Başı eğri ağaç.
2067
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mıhdame
Hizmeti çok olan kişi.
Mıhfak
Enli yassı kılıç.
Mıhkan
(Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti.
Mıhlac
Yufka oklavası. * Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı.
Mıhsal
Kilit. * Zenbil.
Mıhtab
Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet.
Mıhtat
Cetvel tahtası.
Mıhzak
Makat.
Mıkass
(C: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz.
Mıkatta
Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet.
Mıkbes (mıkbâs)
(C: Mekâbis) Ateş parçası.
Mıkdeha
(C: Mekâdih) Kepçe. * Çakmak.
Mıkla'
(Mıklât) (C: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç. * Kebap tavası.
Mıklad
(C.: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili. * Hazine.
Mıklat
Evlâdı yaşamayan kadın. * Bir kez doğuran ve daha hâmile olmayan deve.
Mıkleb
Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.* Saban demiri.
Mıklem (mıkleme)
(C: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik.
Mıkma'
(C: Mekami') Fil başına vurdukları demir çomak.
Mıkmaa
(C.: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh.
Mıkna'
(Mıknaa) (C.: Mekani') Başörtüsü.
mıknatıs
bazı metalleri çeken madde.
Mıknatıs
yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe. * Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına
2068
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güney) ucu diyoruz. * Mağnetik oluş. Mıknatısiyyet
Mıknatıs kuvveti ve hassası.
Mıkneb
(C: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü. * Avcılar torbası.
Mıkneva
Hizmet eden, hizmetçi.
Mıkra'
Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet.
Mıkrame
Nakışlı eşarp. Mendil. Havlu. Peştemal.
Mıkraz
(C.: Mekariz) Makas. Kesecek âlet.
Mıktal
(C.: Mekâtıl) Bıçkı.
Mıktare
Kuş ayağına yapılan köstek. * Kelepçe.
Mıkvem
(C: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri.
Mıkves
Yay kabı.
Mıkzaf
Kayık küreği.
Mıkzef
Tanbur.
Mı'la
Çulhaların çukur içinde ayak ile basıp oynadıkları nesne.
Mı'lak (ma'luk)
(C: Meâlik) Üzengi kayışı. * Üzüm hevneği. * Et ve üzüm asılan çengel.
Mınkarî
Gaga biçiminde. Gagaya benzer olan. * Gaga ile alâkalı.
Mıntaka
(Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.
Mıntaka-i memnua
Yasak bölge.
mıntıka
bölge.
Mıntıka-i harre
Sıcak mıntıka. Ekvator iklimi olan yerler. Hatt-ı istiva mıntıkası.
Mıntıkat-ül büruc
Burçlar mıntıkası. Coğ: Oniki burcun bulunduğu tutulma dairesi. (Bak: Büruc)
2069
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mıntîk
Çok düzgün konuşan.
Mınzar
Röntgen. * Bakma âleti.
Mıs'ad
Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör.
Mı'sam
(C: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri.
Mı'sar
(C: Meâsır) Yeni hayız görmüş ve büluğuna yetişmiş olan kız.
Mısbah
"Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir. (E.T.)"
Mısbah-ül meshur
Sabahlayan, sabahlamış.
Mısdaga
Yüz yastığı.
Mısdak
(Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti. * Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur. * Değer ölçüsü.
Mısdakıyyât
Mısdak ilmi.
Mısfat
Süzgeç. Tasfiye âleti.
Mısgar
Sarı yüzlü.
Mıska'
(C: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.
Mıskab
Delme âleti.
Mıskal
Cilâlayan, parlatan âlet. * İnce. Zarif.
Mıskat
Su kovası.
Mısr
(C.: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil. * Memleket. Şehir. * Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi. * Bir hububat adı.
Mısra'
Kapı kanadı. * Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz.
mısrâ
şiirin her bir satırı.
Mısrâ-i âzâde
Edb: Başlıbaşına mânası bulunan mısra.
2070
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mısrâ-i berceste
Edb: En güzel ve en kuvvetli olan mısra.
Mısram
(C: Mesârim) Orak.
Mısran
Basra ile Kufe şehirleri.
Mısrî
(Mısriyye) Mısırlı. * Mısır ülkesiyle alâkalı.
Mıstaba
(C.: Mesâtıb) Peyke, sedir.
Mıstabanişin
f. Sedirde oturan.
mıstar
cetvel.
Mıstar
Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet. * Sıvacıların bir âleti.
Mıstar-ı hikmet
Hikmetin mıstarı.
Mısva
Uylukları zayıf ve etsiz olan kadın.
Mısvat
Çok haykıran, çok bağıran. * Ses kuvveti.
Mısvele
(C: Mesâvil) Harman süpürgesi.
Mısyaf
Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer. * Sakalı ağarmayınca evlenmeyen erkek.
Mısyed(e)
Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan.
Mışat
(Mışt. C.) Taraklar.
Mışmış
Zerdali, erik veya kayısı.
Mışrak
Güneşi bol olan yer.
Mı'ta
(C: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi.
Mıt'am
Çok yeyici, fazla yiyen.
Mıt'an
(C.: Metâin) At sürücüsü.
Mı'tar
(C: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen.
Mıtfeha
Kevgir.
Mıthan
Değirmen.
2071
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mıthar
Uzağa giden ok.
Mıthere
Su kabı. Matara.
Mı'tîr
Güzel kokular sürünen.
Mıtla
(C: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer.
Mıtlak
Sık sık kadın boşayan erkek.
Mıtmer
Yapı ipi.
Mıtrab
Neşeli adam. Neşesi bol kimse.
Mıtrak(a)
(C.: Metârık) Sopa, değnek. * Tokmak. * Mızrak. * Çekiç.
Mıtred
(C: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü.
Mıtrede
Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise.
Mıtrî
Cendereci.
Mıtv
(C: Mitâ) Hurma salkımı.
Mıtva'
Çok muti', çok itaatli.
Mı'vel
(C: Meâvi) Sivri külünk ve balta.
Mızfar
Zafer kazanan. Galib. olan. Asma çubuğuna sarmaşık gibi sarılan filiz.
Mızmar
(C.: Mezâmir) Koşu meydanı. Yarışma sahası.
Mızrab (mızrâb)
(C.: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar).
mızrâk
ucu sivri savaş aleti.
Mızrak
Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı.
Mızreb
Büyük çadır, oba.
Mızya'
Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam.
Mızz
Yemeğin lezzetinden ağzını şapırdatmak.
Miâ'
(C.: Em'â) Bağırsak.
Mia
Günlük adı verilen zamk.
Miad
Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet. Mahşer. * Vaad. Müddet.
2072
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
miâd
vade.
Miâ-i a'ver
Körbağırsak.
Miâ-i galiz
Kalınbağırsak.
Miâ-i isnâ-aşer
Oniki parmak bağırsağı.
Miâ-i rakik
İncebağırsak.
Miâî
(Miâiyye) Bağırsakla alâkalı.
Miat
(Mie. C.) Yüzler. Yüz sayıları.
Mi'ber
Suyu geçmeğe yarıyan kayık, sal gibi vâsıtalar. * Köprü. Su geçme geçidi.
Mibla'
(Bel'. den) Obur.
Mibnah
Heybe.
Mibred
Eğe. * Eğe cinsinden bir yazı âleti.
Mibree
Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet.
Mibtan
Çok yemekten karnı şişen etli ve yağlı kişi.
Mibvel
(Mibvele) Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk.
Mibza'
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
Mibzag
Nişter, kan alacak âlet.
Mibzel
(C: Mebâzil) Süzgeç.
Mibzele
(C: Mebazil) Her gün giyilen kaftan, günlük elbise.
Mibzer
Tohum ekmekte kullanılan bir âlet.
Micdaf
(C: Mecâdif) Sandal, kayık küreği.
Micdah
(C: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç. * Menazil-i Kamerden bir yıldız.
Micdar
Bostan korkuluğu. Korkuluk.
Micdel
(C.: Mecâdil) Köşk, kasır, kâşâne.
Micene
(C.: Mevâcin-Meyâcin) Kassar tokmağı.
2073
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Micenn
Kalkan, siper.
Mi'cer
Bir cins kadın başörtüsü. Eşarp.
Micerr
Gem çenberi. * Matkap kayışı.
Micerre
"(C: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü. * Demir kürek. (""Bel"" denir)"
Micesse
Ağaç budamada kullanılan keskin demir.
Miceşş
El değirmeni.
Michar
Yüksek sesle konuşan.
Miclat
Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir.
Micmer
"İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. ""Buhurdan"" da denilir."
Micr
Çenber.
Micrefe
(C: Micref-Mecarif) Ateş küreği.
Micsed
Cesede yapışık olan elbise.
Micvad
Güzel şiirler söyliyen şâir.
Micveb
Bir şey kesmeye yarıyan demir.
Micvel
Gömlek. * Küçük esvap. * Kalkan.
Miczaf
(C: Mecâzif) Gemi küreği.
Miczam
Pek keskin kılıç.
Miczem
Çok keskin kılıç.
Mida' (midea)
(C.: Mevadi') Eski kaftan, eski elbise.
Mida'
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Yolun sıklaştığı yeri.
Mid'a(t)
Şehrin burcu.
midâd
mürekkep.
Midad
Yazı mürekkebi. Mürekkeb.
Midadiye
Mürekkep konan şey. Mürekkep hokkası.
2074
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Midae
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kırba. Deriden su kabı. İbrik. Matara. * Çeşme lülesi. * Abdest alınan yer.
Midaka (midakka)
Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan.
Midanem
f. Biliyorum.
Midare
Çuvaldız gibi bir demir. (Kadınlar onunla saç düzeltirler.)
Mid'as
Çok işlek olduğundan yumuşamış olan yol.
Midas
Pabuç.
Midde
Cerahat, irin.
Mi'de
(C.: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu.
Mide-nüvaz
Mide okşayan (maydanoz).
Midevî
Mide ile alâkalı mideye ait. * Mideye yarar.
midevî
mide ile ilgili.
Midfa'
(C.: Medâfi') Ask: Top.
Midhane
Buhurdan.
Midhat
Medhetme, övme.
Midhatger
f. Övücü, medhedici.
Midilli
At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır.
Midkas
İpek.
Midles
(C: Medâlis) Def'edecek yer.
Midmak
Binanın iskeleti.
Midmek
(C: Medâmik) Ziynet verecek âlet. * Haberi şâyi eden, duyuran nesne.
Midra
Boynuzdan veya demirden çuvaldız gibi bir nesne. (Kadınlar onunla saçlarını düzeltip islâh ederler ve tarakla da tararlar.)
Midrar
Yağmur yağdıran bulut. * Çok su döken.
2075
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Midras
Okuma yeri. * İçinde Tevrat dersi verilen ev.
Midre
Bahadır, kahraman.
Midrebe
Demir yerine ucuna boynuz takılan süngü.
Midvek
Bir şey ezmekte kullanılan taş.
Midyan
(C.: Medâyin) Daima borç eden kimse.
Mie
Yüz. Yüz sayısı.
Mieteyn
İki yüz. (200)
Mifad
Kebap demiri.
Mifer
Hizmetkâr, hizmetçi.
Mifezza
Tokmak.
Mifrak
(C: Mefârik) Başın ortası (saçın bölük olduğu yerdir.)
Mifras (mifrâs)
(C: Mefâris) Gümüş kesecek âlet. * Demir.
Mifsad
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
Mifsal
Dil, lisan.
Miftah
Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar.
miftah
anahtar.
Miftele
Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek.
Mifzal
Fazilet ve şeref sahibi.
Mig
f. Duman, sis, duhân. * Kara bulut.
Migdad
Çok gadaplı, çok kızgın.
Migfer
"Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan, diğer kısmı ise çelikten yapılırdı. Miğfer; tepesi sivri fes biçiminde idi. Asıl tepeye gelecek yer temrenle süslenir,
2076
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
temrenin ucu kâh sivri olur, bazan da lâfza-i Celâl ve bazı kere de hilâl ile son bulurdu." Migferî
Miğfer şeklinde olan, miğfer biçiminde olan. * Miğferle ilgili.
Miglak
(C.: Megalik) Kilit, mandal.
Mignak
f. Dumanlı, sisli. Bulutlu.
Migsel
Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab.
Migvel
(C.: Megavil) İnce kılıç. Hançer.
Migzel
(C.: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ.
Mih
(C.: Mihâ) f. Ulu, büyük. Azim, kebir.
Mîh
f. Çivi, mıh. Kazık.
Miha
Yaş değnek.
Mihad
Yer. Arz. * Beşik. * Döşeme. Döşek.
Mihadde
Baş ve yüz altına koydukları yastık. * Kazma. * Balta.
Mihaffe
Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin oturabileceği büyüklükte olan sepet.
Mihah
(Muhh. C.) Beyinler. * İlikler.
Mihail
"Resul-i Ekremin (A.S.M.) geleceğini haber veren ve bir ismi de Mişâil olan eski zaman Peygamberlerinden bir Zâttır. Kitabının 4. bab'ında: ""Ahir zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orda hakka ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden oraya birçok halk toplanıp Rabb-ı Vâhide ibadet ederler. O'na şirk etmezler."" diye bahsetmiştir.(İşte şu âyet, zâhir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i Merhume nâmıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) tarif ediyor. M.)"
Mihak
(Mahâk-Muhâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
2077
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mihâl
kuvvet.
Mihal
Kuvvet. Azab. Ukubet.
Mihamme
Küçük bakır ibrik.
Mihan
(Mih. C.) Ulular, büyükler.
Mihanikî kıraet
Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.
mihânikiyyet
mekaniklik.
Mihanikiyyet
yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler. * Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti.
Mihar
(Mühür. C.) At yavruları. Taylar.
Mihaşş(e)
Ot biçtikleri âlet. Orak ve tırpan. * Ot koydukları kap.
Mihatt
Deriden kıl ve yün yolacak demir.
Mihaz
Çizme mahmuzu.
Mihbaz
(C.: Mehâbiz) Hallaç tokmağı.
Mihbeb
Tâne tâne kesecek âlet.
Mihbere
(C.: Mehâbir) Mürekkep koydukları kap.
Mihcem(e)
(C.: Mehâcim) Hacamat şişesi. * Çekip emmeğe mahsus âlet.
Mihda
İçine hediye konulan kap.
Mihek
f. Küçük çivi. * Karanfil.
Mihen
(Bak: Mihan)
Mihenk
(Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti. * Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.
2078
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mihenk
deneme taşı.
Mihfar
Toprak kazan âlet. Kazma.
Mihfen
Değirmen sepeti.
Mihfer(e)
(C.: Mahâfir) Kazma. Bel.
Mîhî
f. Çivi şeklinde. Çiviye âit.
Mihîn
(Mihine) Daha büyük, daha ulu.
Mîhkadem
f. Ayağı kırık.
Mihla(t)
İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba.
Mihlaf
Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse.
Mihlak
Ustura.
Mihleb
(C.: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi. * Orak, bıçak.
Mihman
f. Misafir.
mihmân
misafir.
Mihmandar
f. Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan.
mihmândâr
misafiri olan.
Mihmandar-ı kerim
Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.). * Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)
Mihmandarî
f. Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık.
Mihmanhane
f. Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. * Mc: Dünya.
Mihmanî
f. Mihmanlık, misafirlik.
Mihmannevaz
f. Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan.
Mihmanperver
f. Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven.
Mihmanperverî
f. Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık.
Mihmanseray
f. Misafirhane. Otel. * Mc: Dünya.
Mihmel
(C.: Mehâmil) Kılıç bağı. * Büyük mahfe.
2079
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mihmer
(C.: Mehâmir) Semer atı.
Mihmez (mihmâz)
Çizme mahmuzu.
Mihneka
(C.: Mehânık) Maktul. * Gerdanlık. * Boğacak âlet.
mihnet
sıkıntı, tasa.
Mihnet
Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ. * Mc: Tecrübe, sınamak.
Mihnet-âbâd
f. Keder, mihnet ve gam dolu olan yer. * Mc: Dünya.
Mihnetdide
f. Musibete uğramış. Keder ve mihnet görmüş.
Mihnetgâh
f. Keder, gam ve mihnet çekilen yer. * Mc: Dünya.
Mihnetkede
f. Gam ve keder çekilen yer. Nihnet yeri. * Mc: Dünya.
Mihnetkeş
f. Keder, eziyet ve mihnet çeken.
Mihnetzede
f. Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş.
Mihr
(Bak: Mehr)
Mihrab
Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer. * Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır. * Evin şerefli yüksek yeri, çardak. * Meclisin sadrı ve ekrem mevzii. * Mc: Harb âleti. * Orman. * Melikin hususi makamı. * Mc: Şeytan ve hevâ ile muharebe edecek yer. * Ümit bağlanan yer.
mihrâb
imamın namaz kıldırdığı yer.
Mihrab-ı cemşid
Güneş, Şems.
Mihrace
(Hind'ce: Mahraca) Hindistan'da Hindu dininden olan hükümdarların büyüklerine verilen ünvandır. Hindu kral.
Mihraf
Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet.
Mihrak
Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta. * Hareket merkezi.
mihrâk
odak.
2080
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mihrakî
Mihrak noktasına âit.
Mihras
(C.: Mehâris) Dibek taşı.
Mihrat
Tennur odunu karıştırdıkları âlet. * Çiftçi sabanı.
Mihrban
f. Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve güleryüzlü.
Mihrbanî
f. Dostluk, muhabbet, sevgi.
Mihre
f. Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek.
Mihref
(C.: Meharif) İçine yemiş koydukları kap.
Mihrez
İğne, ibre.
Mihrgan
f. Sonbahar. Güz mevsimi. * Eski İranlıların iki büyük bayramlarından birinin adı.
Mihrnaz
f. Naz güneşi. Çok nazlı.
Mihsad
Ekin orağı.
Mihsaf
(C.: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir.
Mihsal
Keskin kılıç.
Mihsarre
Bir kimsenin elinde tuttuğu sopa veya değnek.
Mihsere
Süpürge.
Mihşah
(C.: Mehâşi) Kaba kilim.
Mihtab
Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet.
Mihtat
Cetvel tahtası.
Mihter
(C.: Mihterân) Daha büyük. Daha ulu.
Mihterân
(Mihter. C.) f. Daha büyükler.
Mihterî
f. Büyüklük, ululuk, azimlik.
Mihval
Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı.
Mihveka
Süpürge.
2081
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mihver
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen mil. Merkez. * Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsuz hat. * Kağnı arabasının dingili.
mihver
eksen.
Mihver-i âlem
Arzın merkezinden geçerek semâ küresini her iki tarafta kesen mevhum hat.
Mihver-i arz
Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz olunan hat.
Mihver-i harekât
Askeri harekâtın yapıldığı yer.
Mihver-i nebat
Kök, gövde ve yaprakların tamamı.
Mihyac
Şiddetli. * Çok, ziyâde, fazla.
Mihyaf
Tez susayan davar.
Mihyal
Bir yıl ekilip, bir yıl ekilmeyen arazi.
Mihyat
İğne.
Mihza (mihzab)
Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç.
Mihzab
Boyacıların elbise boyadıkları küp.
Mihzac
Çamaşır tokacı.
Mihzak
Çok gülen kadın.
Mihzar
Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan.
Mîk
f. Çekirge.
Mika
Muhabbet, sevgi.
Mikaa
Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç. * Kassarlar tokmağı. * Yaşlı ve uzun boylu kimse.
Mik'ab
(C.: Mekâıb) Topuk mesti.
2082
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mi'kab
Kızdan sonra oğlan doğuran kadın. Bir oğlan sonra bir kız doğuran.
Mikâil
dünya işlerini düzenlemekle görevli melek.
Mikamme
Süpürge.
Mikat sünneti
Hacca niyet edenin ihrama girmesi.
Mikat
Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.) * Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.
Mikatî
Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse.
Mikatt
(C.: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet.
Mikdad
Demir kesme âleti.
Mikdam
(C.: Makadim) Çok ayaklı. * Kıdemli. * Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden.
mikdâr
miktar, nicelik.
Mikdar
Parça. Kısım. Bölük. * Kıymet. Değer. Derece.
Mikdar-ı kâfi
Yeter derecede.
Mikdar-ı kamet
Namaza başlamak için okunan kamet zamanı kadar.
Mikele
Sofra takımı.
Mikhal
(C.: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.
Mikleb
Eskiden ciltlenen kitapların sol tarafındaki fazlalık parçanın adı.
Mikleme
Kalemlik, kalem konacak âlet.
Mikne
(C: Mekenât) Süpürge.
Miknese
Süpürge.
Miknet
Güç, kudret, kuvvet.
Mikra'
Balta gibi bir alettir ve onunla taş parçalarlar.
Mikraa
(C: Mekâri) Davul çomağı. * Çoban değneği.
Mikram (mikrame)
(C: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez.
Mikram
Çok ikram ve kerem eden. Bağışlayan, ihsan eden.
2083
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mikrat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.) * Büyük havuz. * Büyük çanak.
Mikraz
(C.: Mekariz) Makas.
Mikreb
(C.: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.
Mikron
Fr. Metrenin milyonda biri. Milimetrenin binde biri.
Mikroskop
Fr. Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet.
Miksaha
(C.: Mekâsih) Süpürge.
Miksal
Çok keskin kılıç.
Miksar
Çok konuşan, sözü uzatan, geveze. * Çoğaltan, teksir eden.
Miksefe
(Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör)
Mikseha
(C.: Mekâsih) Süpürge.
Miksir
Çok söyleyici, çok konuşan.
Mikşat
Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet.
Mikta'
Kesecek âlet.
Miktebe
Tabak üstüne örttükleri nesne.
Miktel
Onbeş sa' miktarı nesne alır ölçek.
Mikval
Çok konuşan.
Mikved
(C.: Mekavid) Yular.
Mikvel
Lisan. Dil.
Mikyal
(C.: Mekâyil) (Keyl. den) Ölçek. Tahıl ölçeği.
Mikyas
Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek.
mikyas
ölçü, ölçek.
Mikyas-ı kuvvet
Kuvvet ölçer. Dinamometre.
Mikyas-ı mâ
Hidrometre.
Mikyas-ı zelazil
Yer sarsıntısının şiddet ve yönünü gösteren âletler.
2084
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mikyas-ül harare
Harâret derecesini ölçen âlet. Termometre.
Mikyas-ül mâyiat
Sıvıların yoğunluk derecesini ölçen âletin adı.
Mikyas-ür riyah
Rüzgâr hızını tâyin eden âlet.
mikyasvari
ölçü gibi.
Mil
İğne gibi ince ve uzun bir âlet. * Göze sürme çekecek âlet. * Ucu sivri çelik kalem. * Sivri dağ tepesi. * Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen. * Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk. * Selin bıraktığı en verimli münbit toprak. * Mesafeyi gösteren işaret çubukları. * Bir kilometreden fazla mesafe, uzaklık.
mil
ince metal, sel birikintisi.
Mila
Bir kap dolusu nesne.
Milad
(Velâdet. den) Doğum günü. * Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen yıl başı.
milâd
doğum günü.
Miladî
Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait. * İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir.
milâdî
milada dayanan.
Milah
(Milh. C.) Milhler, tuzlar.
Milahat
Gemicilik. Gemicilik bilgisi.
Milak
Bir nesnenin kıyam ve sebâtına sebep olan nesne.
Mil'aka
(C.: Melâik) Tahta kaşık.
Mil'aka-tıraş
f. Tahta kaşık yapan.
Mi'lat
(C: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez.
Milat
Duvara yaptıkları çamur. Sıva balçığı.
Milben
Kerpiç kalıbı. * Süt sağacak kap.
2085
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mildem (mildâm)
Çekirdek dövdükleri taş. * Ahmak ve iri vücutlu kimse.
Mildes
Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş.
Mil'e
Dolu, dolusu. * Cemaat. (Bak: Mele') * Havuz.
Milel
(Millet. C.) Milletler. Bir millet sayılan topluluklar. * Bir din veya mezhebde olan topluluklar.
milel
milletler.
Milel-i mütemeddine Medenileşmiş milletler. Milel-i sâire
Başka, diğer milletler.
Milezz
Katı, şiddetli, şedid.
Milg
Ahmak.
Milh
(C.: Emlâh-Milha-Milah) Tuz.
Milha
(Milhât) (C.: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş.
Milhab
(C.: Melâhib) Kesecek âlet. * Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet.
Milhafe
Bürünecek şey. Yorgan.
Milhe
Güzel kelâm, lâtif söz.
Milhez
Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet.
Milhî
(Milhiye) Tuzla alâkalı. Tuzdan.
Mil-i bahrî
İngiliz deniz mili. (1852 metre)
Mil-i berrî
Kara mili. (1609 metre)
Mili
f. Kedi.
Milis
Fr. Orduya yardımcı halk kuvveti.
milis
sivil ordu.
Milk
Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk.
Milka
Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham iplik.
Milkat
Cerrah cımbızı.
Milkdar
f. Hükümdar, pâdişah. Mülk sâhibi.
2086
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Milked
Nesne dövecek âlet.
Milk-i yemin
Köle, cariye.
millet
aynı dinden olanlar topluluğu.
Millet
Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan insan cemaatı. Sınıf. Topluluk. * Bir sülâleden gelenlerin hepsi. * Maddi, mânevi bir unsurdan sayılıp beraber yaşayanların hepsi.
milletdaş
aynı milletten olan.
Millet-i beyza
Bütün Müslümanlar.
Millet-i hâkime
Hâkim millet.
Millet-i merhume
Müslümanlar, İslâm Milleti. (Allah'a ve onları ebedi saadete sevkeden emirlerine itaat ettiklerinden, kendileri rahmete mazhar olmuşlardır.)
milletperver
milletini seven.
Millî
(Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub.
millî
milletle ilgili.
Milliyet
"Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf. (Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu, İslâmiyyet; aklı, Kur'ân ve imândır.)(Kimin himmeti milleti ise, o tek başiyle küçük bir millettir. M.)(Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zâlimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsâni var; gafletkârâne bir lezzet var; şeâmetli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, ""Fikr-i milliyeti bırakınız!"" denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir. Şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, mütayakkız
2087
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
davranır. Şu ise, muhâsamet ve keşmekeşe sebebdir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: $Ve Kur'an da ferman etmiş: $ İşte şu hadis-i şerif ve şu âyet-i kerime; kat'i bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünki: Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor... M.) (Bak: Türk)(Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:Evvelâ: şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla beraber; Merkez-i Hükümet-i İslâmiyye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakiki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek mânasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyet-perverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi mecbur olmuş; demiş: ""Dil, din bir ise; millet birdir."" Mâdem öyledir. Hakiki unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir. M.)" milliyet
aynı milletten olma hâli.
Milliyetperver
f. Milliyetini seven.
milliyetperver
milliyetçi, milletini seven.
Milsah
(C.: Melâsıh) Keten tarağı.
Milt
Nesebi bilinmeyen.
Miltan
Yağ değirmeni.
Miltat
Dimağa ermiş olan baş yarası. * Deniz kenarı.
Milvah
Tuzak yanında koydukları kuş. * Semiz olmayan hayvan.
2088
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Milvat
Mala.
Milzab
(C.: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis.
Mim
"Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır. * Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir. * Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve ""mâlum oldu, görüldü"" makamında konulan bir harftir. (Bak: Ebced)"
mîmar
bina tasarımcısı.
Mi'mar
İmar eden. Hüner sâhibi. İnşaat plânlarını yapan ve bunların kurulmasına bakan san'atkâr. Binâ inşa eden mühendis.
Mi'marân
f. Mimarlar.
Mi'marî
(Mi'mariyye) Mimarlıkla alâkalı. Mimarlığa âit. * Bir yapı için mimara verilen para.
Mimha
Meni silmeye mahsus bez parçası.
Mimhaza
Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.)
Mimî
(Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime.
Mimlaka
Yer düzeltecek taş.
Mimleha
Tuzlu yer.
Mimraz
Hastalıklı, illetli.
Mimsah
Yalancı.
Mimsaha
Adi basacak nesne. * Yüz silecek mendil.
Mimsiz medeniyet
"Vahşilik, denîlik. Alçaklık. * Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre ""mim"" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, ""mimsiz medeniyyet"" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır."
mimsiz medeniyet
deniyet, yani alçaklık.
2089
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mimtar
Yağmurluk.
Min gayr-ı haddin
Had harici, edeb dışı olarak. * Haddim olmayarak.
Min küll-il vücuh
Her yönden. Her cihetle.
Min
"Arabçada harf-i cerrdir. 1- Mekân ve bir şeye başlamayı ifâde eder.Meselâ: $ ""Haftadan haftaya"" da olduğu gibi.2- Teb'iz için olur. Meselâ: $""Kim bir kavme benzemeğe özenirse onlardan sayılır"" cümlesinde olduğu gibi. Bazılarını, bir kısmını ifâde ediyor. 3- Cinsi beyan için olur. Meselâ: $ ""İşlediğiniz hayrı Allah bilir"" cümlesinde ""min"" tebyine (açıklamaya) vesile oluyor.4- Bedel-i ivâz (karşılık) için olur. Meselâ: $ ""Ahirete bedel, dünya hayatına râzı mı oldunuz"" cümlesinde olduğu gibi.5- Tâlil (sebeb bildirmek) için olur. Meselâ: $ ""Allah'tan korktuğu için ağlıyor."" cümlesinde olduğu gibi. Önündeki kelime mef'ulün leh olur.6- İstiğrak ifadesi için olur. Gâyet, hiç bir, hiç... gibi. ""Bize hiç bir yorgunluk dokunmadı"" cümlesinde olduğu gibi. $ Bâzı fiiller mef'ul-ü bihini, ""min"" ile alır. Bu takdirde... den, dan... manası ile tercüme edilmez.7- Tahsis-i alel umum (katiyyet ifadesi) için olur. Bu da zâidedir. Meselâ: $ ""Hiç kimse bana gelmedi"" cümlesinde olduğu gibi. Bunlardan başka ""min"" harf-i icerri;fasıl mânasına, birbirine zıd iki kelimeden ikincisine dahil olur. Bâ-i cerreye, an $, fi $, ind $, alâ $'ya müradif olur. $ Rubbemâ, mânasına ve sıla olur. Lâm-ı zâide ve $ müz ve ba-i kasem yerinde de kullanılır."
Min.. İla
den... ye kadar.
Mina'
(C.: Miyâni) Liman.
minâ
cam, billur, sırça, parlak.
2090
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mina
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şişe, cam, billur. * Parlak saray. * Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça.
Minafam
f. Cam mavisi, sırça renkli.
Min'am
Çok in'am ve ihsan eden.
Minarat
(Minare. C.) Minareler.
minârât
minareler.
Minare
(C.: Minarat) (Aslı menare'dir) Nur mevzii. Ezan mevkii.
Mina-renk
f. Gök mavisi.
Mi'nas
Kız doğuran kadın.
Min-ba'd
Bundan sonra, bundan böyle.
Minbaz
Hallaç tokmağı.
Minber
Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan nebr'den ism-i âlettir.) (Bak: Hutbe)(... Minber, Vahy-i İlâhinin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makâm-ı âliye çıkabilsin. S.)
minber
camide hutbe okunan yer.
Minbeze
Yastık.
Mincab
Zayıf kimse. * Yeleği ve temreni olmayan ok.
Mincar
Havan. Havan eli.
Mincede
Küçük asâ, küçük sopa. * Yorgancı çubuğu.
Mincel
(C.: Menâcil) Orak. Ekin orağı.
Mincem
(C.: Menâcim) Terâzi kolu.
Mincere
"Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya ""necire"" derler.)"
Min-cihetin
Bir cihetten, bir bakıma göre.
Mincilab
Murdar su, pis su.
2091
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mindag
Hücum edecek âlet.
Mindas
Yeyni avret, hafif kadın.
Mindef
(C.: Menâdif) Hallaç yayı.
Mindel
Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. * Zorba, eşkiya.
Mindif
Atılmış pamuk.
Mindil
(C: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası.
Min-el evvel
Evvelden beri.
Min-el ezel
Ezelden beri.
Min-el kadim
Çok evvelden. Eskiden beri.
Min-el mühlikat
Helâk edenlerden. Mühlik olanlardan.
Min-el-arş ile-l-ferş
Arştan yeryüzüne kadar.
Minen
(Minnet. C.) Minnetler.
Minessera ilessüreyya (Mines serâ il-es süreyyâ) Yerden göğe kadar. Min-eş şems
Güneşten.
Minfah
(C.: Menâfih) Körük.
Minfak
Çok fazla nafaka veren.
Minfeha
Peynir mayası.
Minh (minhü)
(C.: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.)
Minha
(C: Minah-Menâyih) Atiyye, bahşiş.
Minhac
Meslek. Yol. Açık ve belli yol. * f. Büyük ve işlek cadde.
minhâc
yol, meslek, metod.
Minhac-ı hidayet
Doğru yol. Hidayet yolu.
Minhac-üs sünnet
Sünnet yolu. Sünnet caddesi. Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) gittiği, emrettiği şeriat yolu.
Minhar
Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan.
Minhas
(C.: Menâhis) Uğursuz şey.
2092
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Minhat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.
Min-haysü-layahtesib Hesab edilmedik ve umulmadık yerden veya kadar (mânasında). Minhüm
Onlardan.
minindillah
Allah katında.
Minkaa
Küçük taş çömlek.
Minkab
Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak.
Minkal
(C: Menâkıl) Çamur teknesi.
Minkale
Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki.
Minkar
(C.: Menâkir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. Taş yontmağa mahsus kalem.
Minkar-ı mahrut
Gagaları konik biçimde ve kuvvetli olan kuşlar. (Serçe, karga gibi)
Minkar-ı meşkuk
Kırlangıç ve çobanaldatan gibi gagaları kısa ve çok yarık olan kuşlar.
Minkarî
Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda.
Minkaş
(Minkaşe) Cımbız, kıskaç. * Demir kalem.
Minkaz
Uzunluğuna yarılmış, boylamasına bölünmüş.
Min-ma
(Mimmâ okunur) Şey, nesne. O şeyden.
Minmas
Kıl yolacak âlet.
minnet
iyiliğe karşı duyulan şükür hissi, başa kakma.
Minnet
İyiliğe karşı duyulan şükür hissi. * Birisine iyilik etmek. * Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.
Minnetdar
f. Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet.
minnetdâr
minnet eden.
Minnetdarane
f. Minnetli olarak. Minnet eder surette.
minnetdârâne
minnet duyarak.
Minnetdarî
f. Minnetdarlık.
2093
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
minnetdârlık
minnet hissetme.
Minnetdide
f. Minnet ve iyilik görmüş.
Minnetkeş
(C.: Minnetkeşân) f. Minnet altında bulunan. Minnet çeken.
Minnetkeşân
(Minnetkeş. C.) Minnet altında bulunanlar, minnet çekenler.
Minnetşinâs
(C.: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir.
Minnetşinâsî
f. İyilik tanıyıcılık, minnet bilirlik.
Minsaf
(C: Menâsıf) Hizmetkâr, hizmetçi.
Minsar (minsir)
Yardımı çok olan kimse. * Yardım edecek âlet.
Minsec
(C: Menâsic) Çulhaların bez tarağı.
Minsee (minessee)
Asâ, sopa.
Minsef
(C: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk.
Minsega
(C: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne. * Yufka yuvarlağı.
Minser
"(C: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. * Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker. * Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker. * Otuz ile kırk arasında olan at. * Kırktan elliye veya altmışa; ve yüzden ikiyüze kadar olan at."
Minşaa
Çulha mekiği.
Minşakka
Yarık, çukur, oyuk.
Minşar
(C.: Menâşir) Testere, biçki.
Minşefe
Sünger, bez gibi su silmeğe mahsus nesne.
Minşega
Ot ve yem koydukları kap.
Minşel (minşâl)
(C: Menâşil) Yemek çatalı.
mintarafillah
Allah tarafından.
Min-tarafillah
Allah tarafından. Cenâb-ı Hakk'ın emriyle.
Mintaş
(C: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız.
2094
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Minu
Şişe, sırça, cam. * Zümrüt. * Cennet, firdevs.
Minu-yu hâk
Mezar, kabir.
Minval
Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.
minvâl
tarz, yol, gidiş.
Min-vechin
Bir bakımdan, bir cihetten.
Minyatür
"Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca ""minyatura"" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan ""hurde nakış"" denilirdi. (O.T.D.S.) * İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler."
Minzar
Ayna. Bakma âleti. Gözlük.
Mir
Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli.
mîr
bey, amir.
Mira'
(Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma. * Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme. * İçindekinin aksini söyleme.
Mir-ab
f. Bir kentin su işlerine bakan kişi.
Mi'rac gecesi
Leyle-i Mi'rac da denir. Arabî aylardan Receb-i şeri'fin yirmiyedinci gecesidir.
Mi'rac
"Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. * Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasılki Arz ahâlisine inşikak-ı Kamer mu'cizesini göstermiş; öyle de: Semâvat ahâlisine, Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermiştir. İşte Mi'rac denilen şu mu'cize-i âzamı,
2095
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu'cize-i kübrâyı, ne kadar nurani ve âli ve doğru olduğunu kat'i bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da isbat etmiştir. Yalnız, mu'cize-i Mi'racın mukaddimesi olan Beyt-ül-Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş kavmi, Ondan Beyt-ül Makdis'in târifatını istemesi üzerine hâsıl olan bir mu'cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:Mi'rac gecesinin sabahında, Mi'râcını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: ""Eğer Beyt-ül Makdis'e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis'in kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize târif et."" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki: $Yâni: ""Onların tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül-Makdis'i bana gösterdi; ben de Beyt-ülMakdis'e bakıyorum, birer birer herşey'i târif ediyordum."" İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül-Makdis'ten doğru ve tam haber veriyor...Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: ""Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm kâfileniz yarın filân vakitte gelecek. Sonra o vakit kâfileye muntazır kaldılar. Kâfile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikın tasdikıyla, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yâni Arz, O'nun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tâtil etmiştir ve o tâtili, Güneş'in sükunetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın birtek sözünün tasdikı için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şâhid olur. Böyle bir Zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın, ne derece bedbaht olduğunu.. ve O'nu tasdik edip emrine $ diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla. M.)"
2096
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mîrâc
merdiven.
Mîrâc
Peygamberimizin semaya çıkma mucizesi.
Mîrâciye
Mevlidin mîraçla ilgili bölümü.
Mi'raciyye
Mi'raca âid. Mi'rac hakkında. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mi'rac mu'cizesi hakkında yazılmış manzume veya bu hususta yazılan eser.
Mi'rac-un nebi
Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) huzur-u İlâhîde yükselmesi.(Mi'râcun Nebi : Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) Efendimizin seyr-i sülukundan ibârettir. Zât-ı Muhammediye'nin bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bütün mahlukatın Hâlikı ile umumî, küllî, ulvî bir sohbetidir.)(Mi'rac meselesi erkân-ı imaniyyenin usulünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi'rac'dan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. S.) (Bak: Bast-ı zaman)
mîrâcvârî
mîraç gibi.
Mirade
Mancınık taşı.
Mirades
(C: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş. * El değirmeni.
Mirah
Sürur, neşat, sevinç.
Mir-ahur
f. Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır.
Miralay
Alay kumandanı. Albay.
miralay
albay.
Miran aşireti
Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı.
2097
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Miran
(C: Mârin) Vahşi canavar yatağı.
Mirar
Kerreler. Def'alar.
Miraren
Defalarca, birçok kere.
Miras
"Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk.( $ olan hükm-ü Kur'anî, mahz-ı adâlet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet adâlettir. Çünki; ekseriyet-i mutlaka itibariyle bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler; irsiyetteki noksanını telâfi eder. Hem merhamettir, çünki: O zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ana göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona, ""Benim servetimin yarısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebeb olacak zararlı bir çocuk"" nazariyle endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi ona, ""hânedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakib"" nazariyle bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sûreten, az bir şey kaybeder; fakat ona bedel akaribin şefkatinden, merhametinden, tükenmez bir servet kazanır. Yoksa rahmet-i Hak'tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür. Belki zaman-ı câhiliyette gayret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarâne bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi, merhametsiz bir şenâate yol açmak ihtimali vardır. M.)"
miras
ölen kimsenin yakınlarına kalan malı.
2098
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mirashar
f. Mirasyedi. Kendine kalan mirası yiyen. Mirashor.
Mir'aş (mer'aş)
Çok yüksekten uçan güvercin.
Mir'at
Ayine. Ayna. * Meşhur bir cins lâle.
mirât
ayna.
Mir'at-ül ayn
Bir şeyin dış görünüşü.
Mi'raz
(C: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok. * Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz.
Mirazza
Harmanı sürecek döven.
Mirba (mirbâe)
Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer.
Mirba
Ganimet malının dörtte biri.
Mirbaa
Asâ, değnek, sopa.
Mirbat
Davar bağlanacak bağ.
Mirbed
(C: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar). * Davar ahırı. * Davar duracak yer. * Hurma kuruttukları yer.
Mircel
(C.: Merâcil) Kazan.
Mirda
Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç.
Mirdiyan
(Mirdiyane) Mersin ağacı.
Mi're
(C: Miâr) Kin, adâvet, düşmanlık.
Miremme
Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı.
Mirfa(t)
İttifak etmek, bir olmak, birleşmek.
Mirfak
Dirsek. * Mutfak. Kiler. * Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.
Mirfaka
Dirsek yastığı.
Mirfed
Büyük kâse.
Mirfeşe
Kürek.
Mirgah
Kaymak alacak âlet.
Mirha
İrhâ denilen yelmekle yelip seğirten at.
2099
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mirha(t)
Salıverilmiş, bırakılmış perde.
Mirhaz (mirhâza)
Gasilhâne, abdesthâne, kenif. * Çamaşır tokmağı.
Mir'ızza (mir'ızâ)
Keçi kılının altında olan tiftik.
Mir-i kelâm
Güzel ve zarif konuşan.
mîrî
devlet malı.
Mirî
Devlete âid. Devlet hazinesine mensub.
Mirilu
"Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için ""Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi"" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türlü asker istihdamından vaz geçilmiştir. * Hükümete ait gelir menbaları yerinde de mirilu tabiri kullanılırdı."
Mirkak
Oklava.
Mirkam
(C.: Merâkım) Kalem.
Mirkat
Merdiven. Basamak. Derece.
mirkat
mertebe, derece.
Mirken
(C: Merâkin) Don yıkayacak kap. * Küçük leğen.
Mirliva
Tugay kumandanı. Tuğgeneral.
mirlivâ
tuğgeneral.
Mirma(t)
(C: Merâmâ) Nişan oku.
Mirre
Kuvvet. * Öd. * Akıl. * Kat. * Sağlamlık.
Mirrid
Müfsid, kötü ve şerir kimse.
Mirrih
"Uzun ok. (""Pertev oku"" derler) * Yeleği olmayan ok. * Bir yıldız adı."
mirsâd
gözetleme yeri.
2100
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mirsad
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gözetleme yeri. Rasad yeri. * Gözetleme âleti. * Suçluları gözleyip duran. * Pusu. * Suçlular için hazır bekleyen.
Mirsad-ı ibret
İbretle seyretme yeri.
Mirsad-ı tefekkür
Tefekküre sebep olan.
Mirsal
(C: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar. * Küçük ok.
Mirsat
Gemi demiri. Lenger.
Mirşah
(Mirşaha) Süzgeç.
Mirşaha
Eyer altına konulan keçeyi davardan almak.
Mirşeka
(C: Merâşik) Terzi yüksüğü.
Mirşem
Ekmek tozunu silecek tüy süpürge.
Mirt
(C: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise. * Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise.
Mirtac
Yarış atlarının beşincisi.
Mirtal (mirtale)
Bulaşmak.
Mirtaz
Dinin yasaklarından sakınan kimse.
Mirvaha cünbân
f. Yelpaze sallıyan.
Mirvaha
(C.: Merâvih) (Rih. den) Yelpaze.
Mirved
(C.: Merâvid) Milve makara ortasındaki demir, mihver.
Mirye
Şek, şüphe. * Münazara. Cedel. (Bak: Temâri)
mirzâ
reis, bey.
Mirza
Reis. Bey. * Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde. * Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır.
Mirzab
(C: Merâzib) Ululuk. * Uzun ve büyük gemi.
Mirzah
(C: Merâzıh) Çekirdek ve ona benzer şeyleri dövüp ezdikleri taş.
Mirzaz
Havan eli.
2101
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mirzebe
(C: Merâzib) Tokmak.
Mis
f. Bakır.
Mis'
Şimal yeli, kuzey rüzgârı.
Mis'ab
(C: Mesâib) Değirmen oluğu. * Havuz oluğu.
Misafir
Seferde olan. (Bak: Müsafir-Mukim)
misafirhâne
misafir evi.
misafirperver
misafiri seven.
Misaha
Ölçmek, miktarını bilmek.
Misak
Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz.
mîsak
sözleşme.
Misal
"Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. * Düş. Rüya. * Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye. * Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas. * Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime."
misâl
örnek, bir alem adı.
Misal-i vavî
"İlk harfi ""vav"" olan kelime."
Misal-i yayî
"İlk harfi ""ye"" olan kelime."
misâlî
misâl hâlinde, misâlle ilgili.
misâlîye
misâlle ilgili olan.
Misaliyye
Misale dair.
Mi'sam
Nabız yeri. Bilek.
Misane
Dizgin kayışı.
Mis'ar (mis'âr)
(C: Mesâir) Uzun. * Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet.
Mi'sar
(Mi'sara) Mengene.
Misas
El sürme, değme, dokunma. * Cima etmek. * Almak.
misbah
lamba, kandil.
2102
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Misbah
Lâmba. (Bak: Mısbah)
Misbah-ı sadrî
Göğüs yüzgeçi.
Misbah-ı zenebî
Balıkların kuyruğu.
Misbar
(C.: Mesâbir) Yaraya konulan fitil.
Misbeke
Mâden eritilip dökülecek kap.
Misdak
(Bak: Mısdak)
misdâk
onaylayıcı delil.
Mis'eb
Bal konulan tulum, bal tulumu.
Mi'sele
(Asel. den) Arı kovanı.
Miselle
(C: Misâl) Çuvaldız.
Misellî
Çuvaldızcı kimse.
Misem
Dağlama eseri. * Dağ yapılan âlet. * Güzelin çehresindeki cemâl eseri.
Misenn
Bileği taşı.
Misfat
Süzgeç. Tasfiye âleti.
Misfen
Törpü.
Misfere
Süpürge.
Misha(t)
(C: Mesâhi) Demir kürek, bel.
Mishab
Bel âletinin sapı.
Mishal
Eğe, törpü gibi yontma aletleri.
Mishane
Taş parçaladıkları nesne.
Mishat
Şarap koyacak kap.
Misheb
Siyah at.
Mishel
Dil, lisan. * Eğe, törpü. * Ziynet verecek nesne. * Yabâni eşek. * Dizgin.
Mishelân
Geminin iki tarafındaki iki halka.
Misil
(Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı.
2103
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
misil
eş, benzer.
Misilli
(Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı.
misillü
benzeri, gibi.
Misk ile anber
Tamamıyla isteğe uygun. (Misk ü anber de denir).
Misk
Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)
misk
güzel koku.
Miskâ'
Sıklık vermek.
Miska(t)
(C: Mesâki) Su bardağı. Su kovası.
Miskab
(C: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap.
miskal
4,5 gram ağırlık.
Miskal
Devamlı tenbel olmak.
Miskam
Hastalıklı, illetli.
Miskata
Düşürtücü ilâç veya sebep.
Misket
Fr. Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. * Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.)
Miskin
Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı. * Cüzzam hastası. * Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse.
miskin
yoksul, uyuşuk, tembel, zavallı.
Miskinâne
f. Tenbelcesine, miskincesine.
Misl
(Bak: Misil)
Mislah
Ham iken hurması dökülen hurma ağacı.
Mislak
Fesih lisanlı, güzel konuşan. * Kırkbeş sene yaşayan adam.
2104
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mislat
(C: Mesâlit) Anahtarın bir dişi.
mislen
benzer olarak.
Misliyet
Benzeri ve misli olmak. Benzerlik.
misliyet
benzerlik, eşlik.
Misma'
(C.: Mesâmi') (Sem'den) Kulak. * Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.
Mismak
Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç.
mismar
çivi.
Mismar
Ensiz çivi, mıh. Demir kazık.
Mismar-ı âhenin
Demir kazık.
Mismas
Karıştırmak.
Mismaz
Deyyus kimse.
Misred
Büyük taş, çanak.
Missik
Çok cimri. Hasis ve tamâhkâr.
Mistah
Yatık bardak. * Çadır direği. * Hurma yayıp kuruttukları yer.
Mistar
(Bak: Mıstar)
mistar
cetvel.
Mistik
Fr. Mistisizm ile âlâkalı. * Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi.
mistik
içle ilgili.
Misvak
Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.
misvâk
sünnet olan diş temizleme aleti, bir ağacın kökü.
Misvat
Kazan kepçesi.
2105
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Misyon
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Bir vazife ile bir yere gönderilen hey'et. * Bir şahıs veyâ hey'ete verilen vazife.
misyon
vazife.
Misyoner
Fr. Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse.
misyoner
Hıristiyanlığı yaymakla görevli kimse.
Miş'
Aşı dedikleri kızıl balçık.
Miş
f. Koyun, ganem.
Mişa'
Kumsuz yer.
Mi'şab
Otu bol olan çayırlık yer.
Mişail
(Bak: Mihâil)
Miş'al
(C: Meşâıl) Köylülerin deriden yaptıkları ayaklı küp.
Mi'şar (mişâr)
(C: Meâşir) Dülger testeresi.
Mi'şar
Mat: Onda bir. (1/10) * Bâzılarınca da binde bire denir.
mîşâr
onda bir.
Miş'ar
Şan, şeref, haysiyet ve vakar.
Mişar
Testere.
Miş'at
(C: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil.
Mişat
(Meşt. C.) Taraklar, baş taramağa mahsus taraklar.
Mişatiye
Tarak kılıfı.
Mişceb
(C: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes. * Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye.
Mişcer
(C: Meşâcir) Çamaşır asacak yer. * Mahfe ağacı. * Ağaçlık.
Mişezar
f. Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik.
Mişhaz
Bileği taşı.
Mişin
f. Meşin.
Mişk
Aşı dedikleri kızıl toprak.
2106
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mişka
Tarak.
Mişkas
(C: Meşâkıs) Ensiz uzun demir.
Mişkat
İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. * Kandil.
mişkât
lamba konan yer, kandil.
Mişmaa
Şamdan.
Mişmak
Kağnının iki kolu. * Bir nevi araba.
Mişmel
Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç.
Mişmiş
Zerdali yemişi.
Mişrak
Her zaman güneşli olan yer.
Mişrat
(C.: Meşârit) Keskin bıçak.
Miştat
Kış günlerinde oturulacak yer.
mişvâr
davranış, gidişat.
Mişvar
Tarz, tavır, gidiş, gidişât. * Gümeçten bal peteği sağılan âlet. * Davar satılacak yer.
Mişvare
Testi, çömlek.
Mişvargâh
f. Gösteri yeri. * Pehlivanların güreştikleri saha. * At pazarı. Satılık atların koşturulduğu meydan.
Mişvaz
Sarık.
Mişvel
Orak.
Mişvere
Minder.
Mişvez
(C: Meşâviz) Tülbend.
Mişya'
Boşboğaz. Çok konuşan.
Mişye
Bir yürüme çeşidi.
Mişzeb
Dişli orak. * Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri.
2107
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mita'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Geniş yol. * Yolların birleştiği yer.
Mitade
Matkap başı.
Mit'am
(C.: Matâim) Çok yemek yiyen. Yemeği bol olan.
Mitam
Her zaman ikiz doğuran kadın.
Mitan
(C: Meyâtın) At yarıştırdıkları yer.
Mitat
(Bak: Midhat)
Mite
Bir nevi ölmek.
Mit'em
Bir defalık ikiz doğuran kadın.
Mithara
(Tahâret. den) Matara.
Mitin
f.. Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç.
miting
bir gaye uğruna yapılan büyük toplantı.
Miting
İng. İçtimaî ve siyasî bir mes'ele için yapılan büyük toplantı.
mitoloji
efsane ilmi.
Mitoloji
Fr. Efsane bilgisi.
Mitralyöz
Fr. Makinalı tüfek.
mitralyöz
makinalı tüfek.
Mitres
Kapı ardınca koydukları ağaç.
Miv
f. Kıl.
Mi'van
Ahâliye yardım eden, halka yardımı çok olan kimse.
Mive
Meyve kelimesinin aslıdır.
Mi'vel
(C.: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma.
Mi'vez(e)
(C: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak. * Eski kaftan.
Miyah
(Mâ. C.) Sular.
Miyah-ı câriye
Akar sular.
2108
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Miyah-ı hârre
Kaplıca suları gibi olan sıcak sular.
Miyah-ı malihe
Tuzlu sular.
Miyah-ı merre
Acı sular.
Miyan
f. Orta, ara, vasat, meyan.
miyan
orta, ara.
Miyanbend
f. Kemer, kuşak.
Miyanbeste
f. Bel bağlamış. * Mc: Hemen işe hazır.
Miyane
f. Ara. * Orta, vasat. * Helva gibi bazı yemeklerin pişme kıvamı. * Ortaya serilen halı. * Gerdanlığın ortasındaki büyük inci.
Miyanî
(Minâ. C.) Limanlar.
Miyanser
f. Yarısı kıymetli taşlarla süslü bir cins taç.
Miyansera
(Miyânserây) Avlu. Ev meydanı.
mîyâr
ölçü.
Mi'yar
Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan.
Miyere
Taam, yemek.
Miysere
(C: Mevâsir) Eyer yastığı. * Eyer altına koydukları keçe. * Çul içine koyulan keçe. * Yatacak döşek, yatak.
Miz
Misâfir. * Sofra, mâide. * Temiz, pak.
Miz'a
Ayıracak alet. Kesecek alet.
Mi'za
Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer.
Mizab
(C.: Meâzib) Oluk, su yolu.
Mi'zab
(C: Meâzib) Dam oluğu.
Mizab-ı bârân
Yağmur oluğu.
Miz'ac
Bir yerde karar etmeyen kadın.
Mizac
Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
mizâc
huy, yaradılış.
2109
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mizac-dan
f. Mizac bilen, mizaçtan anlıyan.
Mizacgir
f. Mizâc ve keyiflere göre hareket eden.
Mizac-ı nâzik
İnce yaradılış. Nâzik tabiat.
Mi'zad
Ağaç veya tahta budama bıçağı. * Pazvant, kolçak.
Mizad
Sürur, sevinç, neşe.
Mizae
Abdest alacak kap.
mizâh
komedi, gülmece.
Mizah
Şaka, lâtife. * Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)
Mizahî
Mizahlı, eğlenceli.
Mizah-nüvis
f. Eğlenceli mizahlı yazılar yazan.
Mi'zal
(C: Meâzil) Zayıf ahmak adam. * Silâhsız kimse. * Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse.
Mizan
Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir. * Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.
mîzan
terazi, tartı, ölçü.
mîzancık
küçük terazi, ölçücük.
Mizan-ül harare
Sıcaklığı, soğukluğu ölçen âlet. Termometre. (Mikyas-ul hararet de denir.)
Mi'zar
(C.: Meâzir) Örtü, perde.
Mizbah
Bıçak.
Mizban
(C.: Mizbanân) f. Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse.
Mizbanân
(Mizban. C.) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri.
Mizbed
(C: Mezâbid) Hayvan ahırı.
2110
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mizber
(C.: Mezâbir) Kamış kalem.
Mizcel
"""Harbe"" denilen küçük kılıç."
Mizdea
Yüz yastığı.
Mizebbe
Yelpaze.
Mizec
Küçük süngü.
Mi'zef
(Mi'zefe. Azf) Çalgı âleti, saz v.s.
Mizeffe
Gelin mahfesi.
Mizek
f. İdrar, sidik.
Mi'zene (mizene)
Ezan okunacak yer.
Mi-zenend
"(f. Fiil) Söylüyorlar, vuruyorlar. "" : Zeden"" vurmak"" masdarındandır."
mîzenend
söylüyorlar, vuruyorlar.
Mi'zer
(C.: Meâzir) Peştemal.
Mizkâr
Dâima erkek doğuran dişi.
Mizlac (mizlâk)
El ile açılan kilit.
Mizlaka
Uzun burunlu ışık fitili makası.
Mizman
f. Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi.
Mizmar
Düdük, kaval. * Mukaddes Zebur Kitabının her bir suresi. * Hançere, nefes borusu. (Bak: Mezâmir)
Mizmar-zen
f. Düdük çalan.
Mizr
Bir nevi meşrubat. * Ahmak kimse.
Mizra
(C: Mezâri) Yaba, kürek.
Mizrak
(C: Mezârık) Harbe, kısa kılınç.
Mizraka
Küçük şırınga.
Mizvac
Çok koca değiştiren kadın. Çok kocalı kadın.
Mizved
(C: Mezâvid) Azık koyacak kab.
2111
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mizz
Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü.
Moda
Fr. Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır.
Model
Fr. Biçim, örnek, şekil. * Resim yâhut heykel yapılırken bakarak benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs.
model
örnek, misal.
Modern
Fr. şimdiki zamana uygun, asri. (Bak: Medeniyet)
Moğol
Asyada bir kavim.
Mola
İstirahat için işe ara vermek ve duraklamak. * Denizcilike: Gevşetme, koyverme manâsındadır.
Molekül
Fr. Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir maddenin en küçük cüz'ü, parçası.
Molla câmi
(Bak: Câmi)
molla
büyük âlim, medrese talabesi.
Molla
Eskiden büyük âlimlere verilen isim. * Büyük kadı. * Efendi, hoca, Medrese talebesi.
Mollayane
Mollaya yakışır şekilde. Mollaca.
Moloz
Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar. * Bir işe yaramaz insan.
Monarşi
"Fr. Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli monarşi adlı çeşitleri de vardır.Monarşi, istibdat demek değildir. 1877 yılına kadar Osmanlı Devletinde bir
2112
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
parlamento yoktu. Fakat kanunlar âdil bir şekilde tatbik ediliyordu. Bu tarihte mutlak monarşi sona ermiş, meşruti monarşi devri başlamıştır. Asırlardır İngiltere de, meşruti monarşi devlet şekline sâhiptir. Monarşi, bir devlet şekli olduğu için, hükümet şeklinden ayrıdır. Yâni monarşik bir devlette, hükümetin kurulması ve vazife görmesi hukuk ve adâlete uygun olabilir. Eğer meşruti monarşi ise, hükümetin teşkili ve faaliyeti, parlamenter demokrasi esaslarına uygun olarak tanzim edilebilir ve yürütülebilir." moral
ruh gücü.
Muabbir
(İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.
Muabbirîn
(Muabbir. C.) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.
Muaccel
Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz.
muaccel
acele, peşin.
Muaccelâne
Acele olarak. Peşin olarak.
Muaccelat
(Muaccel. C.) Peşin ödemeler.
Muaccele
Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım.
Muaccelen
Peşin olarak. * Çabuk ve acele olarak.
Muacciz
Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
muacciz
sıkıntı verici, rahatsız edici.
Muad
Geri çevrilmiş, iâde edilmiş, döndürülmüş.
Muadadat
Yardım etme, muvavenet etme.
Muadat
Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet.
Muadd
Hazırlanmış. İdâd olunmuş.
muâddel
düzeltilen.
2113
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muaddel
Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş.
Muaddıl
(Muazzıl) Güçleştiren, güç duruma sokan, daraltan.
muâddil
düzeltici.
Muaddil
Tadil eden. * Düzelten. Müsâvi ve beraber kılan. Denkleştiren.
Muadelat
(Muâdele. C.) (Adl. den) Beraberlikler, musâvilikler.
Muadele
Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik. * Karşılıklı anlayış. * Adâlet. * Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.
Muadelet
Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik.
muâdil
denk, dengeli.
Muadil
Müsâvi, eşit, denk. * Fiz: Eş değer.
muâf
affolunmuş, ayrı tutulmuş.
Muaf
Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest.
Muafat
Afvetmek. * Sıhhat vermek. * Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse. * Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma.
Muafese
Tedavi etmek.
Muafî
Afiyet verici. * Belâ ve musibeti def eden.
Muafir
Yavaş yürüyen kişi.
Muafiyyet
Bir hastalığa $karşı aşı ile elde edilen hâl. * Afvolunmuş olma. Bağışlanmış olma.
Muafname
f. Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt.
Muahat
Kardeşlik edinme.
Muahed
Zimmi kâfir.
Muahedat
(Muâhede. C.) Muâhedeler, antlaşmalar.
muâhede
antlaşma.
Muahede
Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma.
2114
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muahede-i ittifakiyye Bir savaş çıktığında birbirlerini desteklemek üzere iki veya daha fazla devletler arasında yapılan andlaşma. Muahede-i ticarî
Yalnız ticâret işleriyle alâkalı olmak üzere devletler arasında yapılan andlaşma.
Muahede-name
f. Ahdleşmenin yazıldığı ve imzalandığı kâğıt.
Muahez
Muâheze olunan. Tenkid edilen, çekiştirilen.
Muahezat
(Muâheze. C.) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar. * Azarlama ve paylamalar. Çıkışmalar.
Muaheze
Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.
muâheze
sorgulama, azarlama.
Muahezekâr
f. Tenkid ve itiraz edici. * Azarlayıp çıkışan. Paylayan.
muahhar
sonraki.
Muahhar
Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş, geriye bırakılmış. Sonradan.
Muahharen
Sonradan, bilâhare. Muahhar olarak.
Muahid
Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri. * İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim. (Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) Arab müşriklerinden muâhid ve halifleri vardı, beraber harbe giderlerdi.)
muâhid
antlaşma yapan.
Muahiz
(Ahz. den) Çekiştiren, muâheze eden. Tenkid edip itiraz eden.
Muakab
Cezalandırılmış.
Muakabe
Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma.
Muakade
(Akd. den) Mukavele yapma. Akid yapma. Anlaşma.
Muakara
Nefret etmek.
muâkıb
cezalandıran.
2115
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muakıb
Cezalandıran. * Takibeden.
muâkıd
sözleşen.
Muakid
Birbiriyle akid yapan, sözleşen.
Muakkab
(Akab. dan) Ardına düşülmüş, tâkib olunmuş, peşinden gidilmiş.
Muakkad
İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz. * Ukdeli, düğümlü.
Muakkıd
Düğümleyen, sihir yapan, cadı.
Muakkib
Ardına düşen, takib eden, ardından koşan. * Tağyir ve ibtal eden.
muakkib
izleyen.
Muakkibât
Gece ve gündüz melâikesi. * Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih. (Bak: Tesbih)
Muakkibîn
Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler.
Mualebe
Erkeğin, karısı ile oynaması.
Mualecat
Tedâviler, ilâç kullanmalar. * Bir hususta çalışmalar.
Mualece
Bir hususa çalışıp devam etmek. * Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek. * Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek.
muâlece
işe girişme.
muallâ
yüce.
Mualla
Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek.
Muallak
Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış. * Havada boşta duran. * Sürüncemede kalmış iş. * Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece. (Bak: Müsned)
muallak
boşlukta, askıda.
Mualleka
(C.: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar. * Kocası kaybolan kadın. * İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler.
mualleka
asılan.
2116
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muallekât
asılanlar.
Muallekat-ı seb'a
"(Yedi askı) Kur'ân henüz nâzil olmadan, câhiliyet devrinde meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe'nin duvarına astıkları yedi meşhur kaside.(Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefâhirlerini ve vukuatı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsâllerini kitabet yerine şiir ve belâğat kaydiyle muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtri neticesi olarak o kavmin mânevi çarşıyı ticaretlerinde en ziyade revac bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millisi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlariyle idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde ""Muallekat-ı Seb'a"" nâmiyle yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan nüzul etti. Nasılki, zamân-ı Musâ Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı İsâ Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülegâ-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye dâvet etti: $ fermaniyle onlara meydan okuyor. Hem der ki: ""İman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz."" Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli
2117
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de idâm-ı ebedî ile beraber dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: ""Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir.""İşte eğer muâraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin! En tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünki: Edipleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve mânevi helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular. Hem, Kur'anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var. Birisi, düşmanın hırs-ı muârazası; diğeri, dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-ı şedid altında milyonlar Arabi kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim O'na ve onlara baksa kat'iyyen diyecek ki: ""Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez."" Şu hâlde, ya Kur'an, bütününün altındadır. Bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkindedir. S.)" muallekatısebâ
Kâbe duvarına asılan yedi ünlü şiir.
Muallekiyyet
Muallak olma, askıda oluş, boşta durma.
Muallel
Sakat, eksik, noksan. * Hasta, illetli.
2118
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muallem asker
Tâlim görmüş asker.
Muallem
Ta'lim görmüş, ta'limli.
muallem
talimli, eğitilmiş.
Muallî
Yücelten, yükselten. * Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan kişi.
Muallil
Ta'lil eden. Sonradan bir sebeb ve bahane ileri süren. * Eyyam-ı acuzdan bir gün.
muallim
ilim belleten, öğretmen.
Muallim
Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten.
Muallimât
Öğretici kadınlar, kadın hocalar.
Muallime
Hanım hoca. Öğreten ve tâlim eden kadın veya kız.
muallime
hanım öğretmen.
Muallimîn
Muallimler. Hocalar, ta'lim edenler, öğretenler.
Muamelat
(Muâmele. C.) Muameleler.
muamelât
muameleler, işlemler.
Muamele
(C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.
muamele
davranış, işlem.
Muamere
İmaret etmek.
Muamil
(Amel. den) İş yapan. Muamele yapan. Muameleci.
Muamma
(Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
muammâ
bilmece.
muammââlûd
bilmeceli.
Muammem
Başı sarıklanmış. İmamelenmiş. Sarıklı olan.
Muammer
Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı.
2119
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muammer
uzun ömürlü.
Muammerîn
(Muammer. C.) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler.
Muanaka
Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
muânaka
sarılma.
muânân
ananeli, belgeli.
Muan'an
An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak.
Muanat
Bir şeyin zahmetini çekme. * Bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma. Ona göz kulak olma.
Muanber
(Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu.
Muanede
(Anud. dan) İnad etme, ayak direme.
Muanık
Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan.
muânid
aykırı, direnen.
Muanid
İnadcı. Kimseye uymayan. Dediğini yapmak isteyen.
Muanik
(Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan.
Muanne
Muhâlefet etmek, karşı gelmek.
Muannid
İnadcı. Muânid.
muannid
inatçı.
muannidane
inat edercesine.
Muannif
Ta'nif eden. Şiddetle azarlayan.
Muanven
İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı.
muanven
ünvanlı, namlı.
Muar
Ödünç alınmış olan mal.
Muaraza
Bir şeyden yan verip sapmak. * Biri ile yarışmak. * Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.
muâraza
çekişme, tartışma, muhalefet.
2120
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muaraza-i bil-huruf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele. (Bak: Muallekat-ı seb'a)
Muaraza-i bis-süyuf
Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak.
Muare
Zarar etmek.
Muarefe
Karşılıklı görüşme ve tanışma. * Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak. (Bak: Lâm)
muârefe
tanışma.
Muarekat
(Muâreke. C.) (Ark. dan) Vuruşmalar, savaşlar, kavgalar.
Muareke
(C.: Muârekât) Kavga. Vuruşma. Muharebe. Döğüşme.
muâreke
kavga.
Muarız
Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen. (Bak: Münâkaşa)
muârız
muarazacı, muhalif, çekişen, tartışan.
Muarızîn
(Muârız. C.) Muârızlar, muhalifler. Karşı gelenler.
Muarız-ül kelâm
(Bak: Maarîz-ül kelâm)
Muarra
Fenalıktan uzak. Boş. Beri. Yüksek. Temiz. Çıplak.
muarrâ
temiz, arınmış.
Muarreb
Arablaştırılmış. Arablaşmış.
muarreb
Araplaşmış.
muarref
tanıtılmış.
Muarref
Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen. * Gr: Harf-i târifli kelime. * Mat: Sınırlı. Hududlu.
Muarres
Çömlek koyacak yer. Gecenin geç vakitlerinde inilecek yer.
Muarrık
(Arak. dan) Tıb: Terletici ilâç.
Muarrız
Dokunaklı söz söyliyen.
muarrif
tanıtıcı.
Muarrif
Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman.
2121
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muarrifân
(Tesniye şeklindedir) İki tarif edici. * f. Tarif ediciler. Muarrifler.
Muarriye
Hekim bıçağı.
Muasame
Hıfzetmek, korumak.
Muasara
(Muâsarat) (Asr. dan) Muâsır olma. Aynı asır ve zamanda yaşama.
Muasat
İtâatsizlik etme. Baş kaldırma. İsyân etme.
Muasere
Fakirlik. * Zorluk, güçlük.
Muasfer
Usfur ile boyanmış nesne.
Muasır
Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan.
muâsır
çağdaş.
Muasırîn
(Muasır. C.) (Asr. dan) Aynı asırda yaşayanlar. Bir asırda yaşamış olanlar.
Muasî
İtaatsiz, isyan eden, baş kaldıran.
Muasker
(Asker. den) Ordu yeri, asker karargâhı. Ordunun muharebe zamanında toplandığı yer.
Muassel
İçine bal katılmış. Ballı.
muâşaka
sevişme.
Muaşaka
Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.
Muaşere
Karışmak.
Muaşeret
Birlikte yaşanılanlar. * Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.
muâşeret
iyi geçinme, görgü.
Muaşık
(Işk. dan) Seven, âşık olan. Muhabbet eden.
Muaşir
Muâşeret eden ve birbiriyle iyi geçinir olan.
Muaşirân
(Muaşir. C.) Muaşirler. Birbirleriyle iyi geçinen kimseler.
2122
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muaşşer
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş. * Edb: Onar mısralık bendlerden teşekkül eden manzumeler.
Muaşşeş
Ağaçlarında kuş yuvası çok olan yer.
Muaşşir
(Aşr. dan) Ondalıkçı. Öşürcü. Aşar memuru.
Muatat
Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek. * Vermek.
muâteb
azarlanmış.
Muateb(e)
Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış. * Paylamak, çıkışmak.
Muatib
(İtâb. dan) Tekdir eden, paylıyan, azarlıyan.
muattal
işlemez, işsiz.
Muattal
Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz. Tenbel.
muattar
ıtırlı, güzel kokulu.
Muattar
Itırlı, kokulu. * Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı.
Muattıl
Atıl bırakan. İşsiz eden. İşe yaramaz hâle getiren.
muattıl
îmansız, tanrıtanımaz.
Muattıla
Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak: Ta'til)
muattıla
îmansız, tanrıtanımaz.
Muattış
(Atş. dan) Susatan, susatıcı.
Muattis
(Ats. dan) Aksırtan, aksırtıcı.
Muâvaza
İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık.
Muâvazaten
Değiş yapma ile. İki tarafın da rızası dâhilinde değiştirme ile. * Hileli, dalavereli.
Muavede(t)
(Avdet. den) Dönüş, geri dönme, avdet etme. * Adet edinme.
2123
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muaveme
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Ağaç) bir sene meyve verip, bir sene vermeme. * Bir seneliğine tutma.
Muavenat
(Muâvenet. C.) Muâvenetler, yardım etmeler.
muâvenet
yardım.
Muavenet
Yardımcılık. Yardım. Teâvün.
muâvenetdârâne
yardım edercesine.
muâveneten
yardım olarak.
Muavenet-i nakdiye
Para yardımı.
muâvenetkârâne
yardımcı olurcasına.
Muavid
Geri dönen, avdet eden.
muâvin
yardımcı.
Muavin
Yardımcı. Yardım eden. Vekil. * Mekteblerde ve resmi dairelerde müdürden sonra gelen idare memuru.
Muâviye
Emevi Devletinin kurucusu olan bir sahabe.
Muaviye
Tilki eniği.
Muavvak
(Avk. dan) Ta'vik edilip geriye bırakılmış iş.
Muavvec
(İvec. den) Eğik, eğri, eğilmiş.
Muavvez
Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer. * Evin etrafındaki mer'a.
Muavvezetân
(Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)
Muavvık
Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan.
Muavvizat
(Bak: Felak)
Muayede
(Îd. den) Bayramlaşmak.
muâyene
gözden geçirme.
2124
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muayene
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak. * Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek.
Muayenehane
f. Hekimlerin, hastaları muayene ettikleri yer.
Muayere
Ayarlama.
Muayeşe
Beraberce hoşça geçinme.
Muayin
(Ayn. dan) Kat'i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan.
Muayyeb
(C.: Muayyebât) (Ayb. dan) Ayıplanmış.
Muayyebat
(Muayyeb. C.) Ayıp ve iğrenç şeyler.
muayyen
belli, ölçülü, tartılı.
Muayyen
Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
Muayyin
(Ayn. dan) Tâyin eden, belirten, belirtici.
Muaz ibn-i cebel
"(Ebu Abdurrahman el Ensarî) Ashâb-ı Kirâm arasında hürmetle yâd olunan büyük fakihlerdendir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sağlığında Kur'an-ı Kerim'i cem'edip ezberleyen bahtiyarlardandır. Peygamberimiz, ""Kur'ânı, Muaz İbn-i Cebel'den alınız"" buyurmuştur. 157 hadis rivâyet etmiştir. Ürdün nâhiyesinde otuz yaşında olduğu hâlde ebediyete intikal etti. (R.A.)"
Muazade
Yardım etme.
Muazale
Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme. * Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama. * Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.
Muazere
Ma'zeret, özür dileme.
Muazıd
Yardım eden.
Muazzam
Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca.
muazzam
pek büyük.
2125
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muazzamât
Büyük ve ağır işler. Muazzam şeyler.
Muazzeb
Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan.
muazzeb
eziyet çeken.
Muazzef
Nefsin arzularını terkeden, zühd sâhibi.
Muazzel
Ayıplanmış, ta'zil edilmiş. Azarlanmış, paylanmış.
Muazzez
Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş.
muazzez
izzetli, şerefli.
Muazzezen
İzzet ve ikram ile, ikram olunarak, ağırlanarak.
Muazzi
Sabredici.
muazzib
azap eden.
Muazzib
Ta'zib edin, azapla eziyet veren.
Muazzir
(Özür. den) Ta'zir eden, sahte özür süren.
Mubadil
(Bak: Mübâdil)
Mubah
(İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
mubâh
işlenmesinde sevap ve günah olmayan.
Mubahase
(Bak: Mübâhese)
Mubahat
(Mubah. C.) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler.
Mubahhal
Cimri, tamahkâr, pinti.
Mubahhar
Tütsülenmiş. * Buhar hâline gelmiş, buharlanmış.
Mubarek
(Bak: Mübârek)
Mubareze
(Bak: Mübâreze)
Mubasara
"Görme yarışına çıkma. İki kişinin, ""hangimiz evvel görüyor"" diye bir yere bakması."
2126
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mubassır
gözcü, bakıcı.
Mubassır
Gözetici, bekleyici, bakıcı. * Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur.
Mubaşeret
(Bak: Mübâşeret)
Mubataşa
İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma.
Mubattın
Kin tutan, hased eden. * Karnı zayıf ve içine çökük olan.
Mubemu
f. Tel tel, kıl kıl. Birer birer. İnceden inceye, çok dikkatle.
Mubend
f. Saç bağı.
Mubid
Zerdüşt. Mecusi din adamı. * Tedbirli, akıllı adam.
Mubik
(C.: Mubikat) Helâk edici. * İsyan. * Büyük günah.
mûbik
helak edici, büyük günah.
Mubikat
(Vebk. den) Helâk edici şeyler. Mühlik.
Mubikat-ı seb'a
"İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ, şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak, yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık. (Bak: Kebâir)"
Mu'bile
(C.: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni.
Mu'bir
Terkolunmuş, bırakılmış, terkedilmiş.
Mubsır
Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr. * Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.
mubsır
görünen.
Mubsırât
(Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem.
mubsırât
görünenler.
Mubtal
İptal edilmiş.
Mubtıl
İptal eden.
2127
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muceb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice. * Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret.
Mu'cem
İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı. * Hadis şeyhlerinin herbirisi. * Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir.
Mucer
(Ecr. den) Kiraya verilmiş olan şey.
Mucez
(İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca.
Mucî
(Vecâ. dan) Acıtan, ağrıtan.
Muci'
(Vecâ'. dan) Elem ve acı veren.
Mu'cib
(Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren.
Mucîb
(Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran.
Mucib
(Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
mûcib
gereken, gerektiren.
Mucibat
(Mucib. C.) Sebepler.
mûcibe
hüküm, gerektiren.
Mu'cibe
Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.
Mucibe-i külliye
Man: Müsbet ve umumi (şumüllü) olan kaziye.
Mucib-i bizzat
İster istemez kendisi işi yapmaya mecbur olan. Serbest ve istediği gibi hareket edemeyen. (Meselâ: Güneş ışığının, güneşin kendi zâtının zaruri neticesi olması gibi.)
Mucib-i istikrah
Nefrete, sevmemeye sebeb olan.
Mucib-i teyakkuz
Teyakkuzu, yâni uyanıklığı icâb ettiren.
mûcibibizzat
her şeyi yapmaya mecbur olan.
mûcid
" yeni bir şey yapan, ""yoktan var eden"" mânâsında ilâhî isim."
2128
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mucid
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan. * Yaratan. Yoktan var eden.(Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine fedâ et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksın!.. M.N.)
Mucid-i hakikî
İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında kullanılır.
Mucir
(Ecir. den) İcar eden, kiraya veren. (Bak: Mücir)
Mu'cir
Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp.
Mucîz
İcâzet veren, izin veren.
Mu'ciz
İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan.
mûciz
kısa, fakat çok mânâlı, özlü.
Muciz
Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni.
mûcizane
aciz bırakırcasına.
mûcizât
mûcizeler.
Mu'cizat
Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler.
Mu'cizat-ı ahmediye (a.s.m.) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mu'cizeleri. (Bak: Mu'cize) Mu'cizat-ı seb'a
Yedi meşhur mu'cize, yedi külli i'caz esasları.
Mu'cizbeyan
f. Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim.
mûcize
insanların yapamadığı harikalar.
Mu'cize
İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber
2129
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
verilmiş ve tesbit edilmiştir.(... Mu'cize davâ-yı nübüvvetin isbatı için münkirleri ikna etmek içindir. İcbâr için değildir. Öyle ise davâ-yı Nübüvveti işitenler için ikna edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır... S.) Mu'ciz-eda
f. Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan.
Mu'cizegu(y)
f. Mu'cize gibi söz söyleyen.
Mu'cizekâr
f. Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan.
mûcizekâr
mûcizeli, mûcize gösteren.
mûcizevârî
mûcize gibi.
mûcizevî
mûcizeli biçimde, mûcize ile ilgili olarak.
Mu'ciznüma
f. Mu'cize gösteren.
mûciznümâ
mûcize gösteren.
Mu'ciz-ül beyan
Beyanı herkesi âciz bırakan.
Muçine
f. Cımbız.
Muda'
Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse. * Serkeş ve oynak olmayıp, mazlum ve sâkin olan at.
Mu'dal
(Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift.
Mudarebat
(Mudarabe. C.) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar.
Mudarebe
(Darb. dan) Döğüşme, vuruşma. * Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek ile kurulan ticaret şirketi. (O.L.)
mudarebe
dövüşme.
Mudarib
(Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran.
Mudcer
(Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış.
Mudcir
(Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran.
Mu'dem
Bir şeyi yitiren, kaybeden.
2130
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mudga
Et parçası, bir çiğnem et.
mudga
et parçası.
Mudhak
Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen.
Mudhik
Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren.
Mudhikât
(Mudhike. C.) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler.
Mudhike
Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya.
mudhike
gülünecek şey, komedi.
mudıll
saptıran.
Mudi'
Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden.
Mudî
Işık verici, parlak ve ruşen olan.
Mu'dî
Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri.
Mudîk
(Bak: Muzîk)
mûdil
büyük, çetin, zor.
Mu'dil(e)
(C.: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin.
Mu'dilat
(Mu'dal. C.) Büyük, ağır, çetin ve zor işler.
Mudill
İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici.
Mudille
(Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.
Mu'dim
Öldüren, idam eden.
Mudiyyen
Giderek, geçerek.
Mufad
(Bak: Müfad)
Mufadala
(Bak: Mufâzala)
Mufaddel
Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş.
Mufaddıl
Faziletlendiren, iyilik eden ve nimet veren.
mufaddıl
üstün eden, yükselten.
Mufaddılîn
Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar.
2131
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mufahham
(Fahm. dan) Kömürleşmiş, kömür halini almış.
Mufarakat
Ayrılık, ayrılmak.
Mufarrit
(Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden.
Mufasala
Ayrılma.
mufassal
ayrıntılı.
Mufassal
Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
mufassalan
ayrıntılı biçimde.
Mufassalan
Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan.
Mufassıl
Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden.
Mufavvaz
Yapılması ısmarlanmış.
Mufavviz
Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan.
Mufaz
Çok, bol. Bereketli, feyizli.
Mufazala
Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma.
Mufazzal
(Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş.
Mufazzaz
Gümüş kaplamalı, gümüşlü.
Mufazzih
Rezil eden.
Mufî
İfa eden, ödeyen, yerine getiren.
Mufsih
Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan.
Muftır
(Fıtr. dan) Oruç açan, iftar eden.
Mug
(C.: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan.
Mugabber
Tozlu nesne.
Mugabene
(Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma.
Mugabese
Karıştırmak.
Mugaddî
(Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı.
mugaddi
besleyici.
Mugadere
(Mugaderet) Bırakmak, salıvermek.
2132
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mugafaza
Ansızdan tutmak.
Mugalaka
Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması.
Mugalata
(Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. * Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
mugalata
yanıltıcı için söz söyleme.
Mugalatat
(Mugalata. C.) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar.
Mugalaza
Düşmanlık, husumet, adâvet.
Mugalebe
Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek.
Mugalgal
Haber.
Mugallat(a)
(Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş.
Mugalleb
Defâlarca mağlup olan kişi.
Mugallî
(Galeyân. dan) İyice kaynatılmış. * Ihlamur, papatya gibi çiçeklerin kaynatılmış suyu.
Mugamere
(Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama.
Mugamese
Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak.
Mugameze
Birini göz işaretiyle zemmetme.
Mugamir
Nefsini tehlikeye koyan kişi.
Mugammed
(Gamd. dan) Örtülü, kılıflı. Kınına konmuş.
Mugammer
İşten anlamıyan bön kimse.
Mugan
(Mug. C.) f. Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler.
Mugane
Ateşe tapan mecusilerin âyini.
Mugannî
Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu. * Hoş sesle öten.
muganni
nağmeyle okuyan.
Muganniye
Şarkıcı kadın.
Mugar
Düşman üzerine hücum etmek.
2133
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mugarrak
(Gark. dan) Suya daldırılmış. * Gümüşle süslü.
Mugarrid
Pek güzel öten kuş. * Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.
Mugas
Yaban narının kökü.
Mugasmer
Kaba dokunmuş kötü bez.
Mugassas
Kalıba dökülmüş.
Mugaşşî
(Gaşy. den) Bayıltıcı, bayıltan.
Mugattî
Perdelenmiş, örtülmüş. Üstü örtülü.
Mugavele
Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak. * Helâk etmek.
Mugavere
Yağma, çapul.
Mugayebe
Kaybolma. * Bir kimseyi arkasından zemmetme. Gıybet etme.
Mugayeret
(Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma.
mugayeret
aykırılık.
mugayir
aykırı.
Mugayir
Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
Mugaylan
Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni.
Mugaylangâh
f. Dünya.
Mugaylanzar
f. Dünya. * Deve dikeni biten yer, dikenlik.
Mugayyeb
(C.: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş.
Mugayyebat
(Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen şeyler.
mugayyebât
bilinmeyenler.
Mugayyebât-ı hamse
"Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan beş şey:1- Kıyamet vakti, 2Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve mânevi simasının ne olduğu, 4- Yarın insan hayr ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefâtih-ül gayb da
2134
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
denir.(""Mugayyebât-ı Hamse""ye dair Sure-i Lokman'ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i mâderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: ""Rasathânelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da Allah'dan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla' kabildir""?Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlâhiyye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tâbi olduğunun, bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet, nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Kudret-i İlâhiyye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyyeye bakar. Sair masnuatta zahiri esbab; kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medâr-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit herkes herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve
2135
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rica kapısı kapanırdı. Güneşin tuluunda ne kadar menfaatler olduğu mâlumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar.İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebat-ı Hamse'ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla' suretinde bilmektir. Nasıl, en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el-vukuun bir nev'iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül-vücudu bilmektir. Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur.Kaldı İkinci Mes'ele: Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile $ âyetinin meâl-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız
2136
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zükuret ve ünuset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderatı hayatiyesinin mebâdileri, hatta simasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ülGuyub'a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı veçhisinden yüz defa daha harika olan istidadındaki sima-yı mâneviyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki; hayat, bütün cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe' ve medârı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zahiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakkın rahm-ı mâderdeki çocukların sima-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:Birisi : Vahdetini ve Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin envâında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: ""Bana bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi O'dur. Ve hem bütün zihayatın sânii O'dur.""İşte rahm-i mâderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine tâbi olduğu için mâlumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.İkinci Cihet : Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve
2137
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sima-yı veçhiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezeliden başkası, kabl-el-vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!Elhasıl: Ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti vardır. L.)" mugayyebâtıhâmse
beş bilinmeyen şey.
Mugayyebe
Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne.
Mugayyer
(Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş.
Mugayyir
Tağyir eden, değiştiren.
Mugazane
Gözün yanlarında olan büklüm.
Mugazebe
Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.
Mugazele
(Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.
Mugazıb
Gadap etmek, kızmak, hiddetlenmek.
Mugbeçe
(C.: Mugbeçegân) f. Meyhaneci çırağı. * Mecusi çocuğu.
Mug-beçegân
(Mugbeçe. C.) f. Mecusi çocukları. * Meyhâne çırakları.
Mugber
(Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün. * Tozlanmış, tozlu.
Mugberr-ül hâtır
Hatırı kalmış, gücenmiş.
Mugbir
Gücenmiş. İğbirar sahibi. * Toz koparan.
Mugf
Uyuyan.
Mugfel
(Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış.
Mugfil
Aldatan, iğfal eden.
Mugidd
Gadap edici, kızgın, hiddetlenici.
Mugîs
Yardım eden, yardıma koşan. Medet edici. Muin.
2138
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mugis
yardım isteyene yardım eden.
Mugişş
Birisini fenalığa bırakan, aldatan.
Mug-kede
f. Meyhane. * Ateşe tapanların ibadethanesi.
Muglak
(Galak. den) Kapalı, kilitli. * Anlaşılmaz, çapraşık söz.
Mugliyy
Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu.
Mugnat
İhtiyaç.
Mugnî
Def'edici, kovan. * Zengin eden, müstağni kılan. * Doyuran gönlünü tok eden.
Mugrak
(Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş.
Mugre
Bulanıklık.
Mugrem
Âşık, tutkun.
Mugremun
Ağır borca uğratılmış olanlar.
Mugrib
Anka kuşu.
Mugrîl
şişmiş maktul.
Mugşa
(Gaşy. den) Bürünmüş, örtülmüş.
Mugtab
Gıybet söyleyici, gıybet eden.
Mugtanem
Ganimet olarak alınmış olan, alınan.
Mugtasıb
Gasb eden, zorla alan.
Mugtebıt
Gıbta olunmuş, hâli iyi olan kimse.
Mugtedî
(Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen.
Mugtelim
Hırs ve şehveti çok olan.
Mugtemiz
Gammazlıyan.
Mugtenem
(Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış.
Mugtenim
Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen.
Mugterib
(Gurub. dan) Batan, gurub eden. * Gurub. * (Gurbet. den) Gurbete giden. Gurbete çıkan.
2139
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mugterif
Elini daldırarak avucuyla su alan.
Mugterik
Batan, suda boğulan, garkolan.
Mugtesil
(Gusl. den) Yıkanan, gusleden.
Mugve
(C: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu.
Mugzib
(Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran.
muğlak
kapalı, anlaşılması zor.
Muğlakat
(Muğlak. C.) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler.
Muğlakiyyet
Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık.
muğnî
zengin edici.
Muhab
Kendisinden ürkülüp korkulan.
Muhaba
Korku, perva, havf, çekingenlik.
Muhabbet
"Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)(Eğer denilse: Al-i Beyt'e muhabbeti, Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünki ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki, işâret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar.Elcevab: Muhabbet iki kısımdır:Biri : Mâna-yı harfiyle, yâni; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak nâmına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt'i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez.İkincisi : Mâna-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları
2140
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı düşünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamber'i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.İşte işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinde, Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir. M.)" muhabbet
sevgi.
muhabbetdâr
seven, sevgili.
Muhabbetdarane
Muhabbete yakışır şekilde.
muhabbetdârâne
severcesine.
muhabbethâne
sevgi evi.
Muhabbetkâr
Muhabbetli, sevgi gösteren.
muhabbetkârâne
severcesine.
Muhabbetname
f. Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı.
Muhabbetullah
"Cenab-ı Hakk'a karşı beslenen ihlâslı sevgi.(...Sende, senin nefsine olan şedid muhabbetin O'nun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen su-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise, nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, O'nun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen su-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahman-ür-Rahim ismiyle hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin
2141
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismani hevesatına ihzar eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedi ihsanatını, o cennette sana müheyya eden ve her bir isminde mânevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelinin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat O'nun bir cüz'i tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. S.)(Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâsdır. Çünkü, ihlâs ile hafi şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmıyan, o yollarda gezemez ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet; mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavi hüccetler hükmünde görür. Dâima mahbubuna tarafdardır.İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağı ile marifetullaha teveccüh eden zâtlar şübehata ve itirâzata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikisinin kemâline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve harici şeytanların ettikleri itirazât içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i imân ve dikkat-ı nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.İşte bu sırra binaendir ki, umum meratib-i velâyette, mârifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki, ubudiyyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında, mâna-yı harfîden mâna-yı ismîye geçmesi ile, tiryak iken zehir olur. Yâni gayrullahı sevdiği vakit Cenab-ı Hak hesabına ve onun nâmına, onun bir âyine-i esmâsı olmak ciheti ile rabt-ı kalb etmek lâzım iken; bazan o zâtı o zât
2142
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hesabına kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi nâmına düşünüp, mâna-yı ismîyle sever. Allah'ı ve Peygamber'i düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mâna-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir. M.)( $ âyetinde i'cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyleki: Şu âyet diyor ki: ""Allah'a (Celle Celâluhu) imanınız varsa elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz. Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki, Allah da sizi sevsin"". L.)" muhabbetullah
Allah sevgisi.
muhâberât
haberleşmeler.
Muhaberat
Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler.
Muhabere memuru
Telgrafçı.
muhâbere
haberleşme.
Muhabere
Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme.
Muhabir
Haber veren, haberci. * Gazeteye havadis gönderen kimse.
muhâbir
haberci.
Muhacat
Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.
Muhacce
(Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler gösterme. İsbatlar gösterme.
Muhacceb
Perdelenmiş, tecrid edilmiş. Perde ile ayrılmış.
Muhaccel
Ayağı sekili, beyazlı at. * Gerdeğe konulmuş.
Muhaccil
(Haclet. den) Utandıran, tahcil eden.
Muhacemat
Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler.
2143
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhaceme
Hücum etme, saldırma.
Muhacerat
Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik.
muhâcerât
göç etmeler.
Muhacere
Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak.
Muhaceret
(Hicret. den) Hicret etme, göç etme, göçme.
muhâceret
göç etme.
Muhacet
(Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme.
Muhaceze
Fısıldamak.
Muhacim
Hücum eden, saldıran.
muhacim
saldıran.
Muhacimîn
(Muhâcim. C.) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler.
Muhacir
Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. * Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan.
muhâcir
göç eden, göçmen.
Muhacirîn
Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler. (Bak: Ensar)
muhâcirîn
Medineye göç eden sahabeler.
Muhadaa(t)
(Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme.
Muhadat
Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek.
Muhadda'
Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan.
Muhaddab
Boyanmış.
Muhaddar
Yeşil renkle boyanmış. Rengi yeşil yapılmış.
Muhadde
Muhâlefet, uyuşmazlık.
Muhaddeb
Kamburlu, tümsekli, üstü yumru olan. Dürbin camı gibi yumru olan.
Muhadded
Eti buruşmuş olan.
Muhadder
(Muhaddere) Kapalı, örtülü. * Nâmuslu müslüman kadını.
2144
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muhaddes
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse. * Her zan, tahmine feraseti isabetli olan. * Nakil ve rivayet edilmiş olan.
Muhaddid
Keskinleştirici, bileyici. * Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid eden. Hududlandıran.
Muhaddir
Şişiren, kabartan.
Muhaddir(e)
Uyuşturucu ilâç.
Muhaddirat
(Muhaddire. C.) Uyuşturucu ilâçlar.
muhaddis
hadîs âlimi.
Muhaddis
Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı.
muhaddisin
hadîs âlimleri.
Muhaddisîn
Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar. Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler. (Bak: Hâfız)
Muhaddisîn-i muhaddesûn
Allah tarafından kendilerine ilham olunan muhaddisler.
Muhaddiş
Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden.
Muhadea
Aldatmak, hilecilik, oyun etmek.
Muhademe
Hizmet etmek.
Muhadenet
Yakın ahbablık, samimiyet. Dostluk.
Muhadere
Sür'at etmek.
Muhadese
(Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme.
Muhadeşe
Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme.
Muhadi'
(Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan.
Muhadiane
f. Aldatarak, hile yaparak.
Muhadiş
Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı.
2145
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muhafaza
koruma.
Muhafaza
Zarar ve ziyandan sakınıp korumak. * Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek. * Bir şeye devamlı olmak.
Muhafazakâr
f. Koruyucu. * Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan.
muhafazakâr
koruyucu.
Muhafazat
Muhafızlık, koruyuculuk.
Muhafete
Söyleme, yavaş okuma.
Muhaffef
Hafiflendirilmiş, hafif edilmiş olan.
muhaffef
hafifletilmiş.
Muhaffif
(Hıffet. den) Hafifleten, hafifletici.
muhâfız
koruyan.
Muhafız
Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi.
Muhafızîn
(Muhafız. C.) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler.
Muhaha
Kemikten çıkan nesne.
Muhak
(Mahâk - Mihâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
Muhakat
Bir kimseyi ahmak yerine koyma.
muhâkât
taklit etme.
Muhakemat
(Muhakeme. C.) Muhakemeler.
Muhakeme
(C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * Karar vermek için iyice düşünmek.
muhâkeme
düşünme, akıl yürütme, hüküm çıkarma, yargılama.
2146
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhakeme-i gıyabiye Dâvâcılardan biri veya her ikisi de bulunmadıkları hâlde mahkemece verilen karar. muhâkî
benzer.
Muhakî
Benzeyen, benzer olan.
Muhakka
Çekişme. * Hak iddia etme.
muhakkak
kesin, gerçekleşmiş.
Muhakkak(a)
(Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru. * Mutlaka ne olursa olsun.
Muhakkar
Hakir görülen. Hakarete uğramış.
muhakkik
araştıran, inceleyen.
Muhakkik
Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. * Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
muhakkikâne
araştırırcasına.
Muhakkikane
f. Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde.
muhakkikîn
araştırmacılar, büyük âlimler.
Muhakkikîn
Hakikatı bulup meydana çıkaranlar. * İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.
Muhakkir
Hakir gören, zelil ve hor gören.
Muhakkirâne
f. Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına.
muhâl
imkânsız, olması mümkün olmayan.
Muhal
İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye.
Muhalaa
(Muhâlaat) Birbirlerinden resmen ayrılma (karı-koca.)
2147
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muhalat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Muhal. C.) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler.
muhâlât
muhaller, imkânsız olmalar.
Muhalata
(Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma.
Muhalatât
Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar.
Muhale
Dostluk, sadâkat.
Muhalebe
Beraberce süt sağmak.
Muhalefet
Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık olmamak.
muhâlefet
karşı gelme, ayrı düşünme, uymama.
Muhalefet-ün li-l havadis
Cenab-ı Hakk'ın ne zâtında ne sıfâtında (mevcud olsun, mevhum
olsun, muhayyel olsun), hiç bir şeye hiç bir cihette benzememesi. Muhalese
Bir şeyi alıp kaçmak.
Muhaleset
(Hulus. dan) Birbirlerine iyi muamele etme. Birbirleriyle dostça geçinme.
Muhalhil
Havayı hafifleten.
Muhal-i âdi
Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de bilebileceği, mümkün olmayan iş.
Muhalib
Süt sağan. * Devrin hayır ve şerli işlerini tecrübe eden.
muhâlif
karşı, zıt, aykırı, uymaz.
Muhalif
Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan. * Başka şekilde düşünen. * Karşı duran.
Muhalifîn
Muhalif olanlar. Muhalifler.
muhâliyet
imkânsız oluş.
Muhalla
Tahliye olunmuş. Boşaltılmış. * Serbest bırakılmış.
Muhallak
Tıraş olmuş. * Hacıların Mina'da tıraş oldukları yer.
2148
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhallasa
Mevruz otu denilen bir nevi ot.
Muhalleb
Nakışı ve güzelliği çok olan elbise. * Cam. * Aldanmış.
Muhalled
(Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan.
muhalled
sürekli.
Muhalledat
(Muhalled. C.) Dâimî olarak kalacak şeyler. * şâheserler.
Muhalledîn
(Muhalled. C.) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler.
Muhalledûn
Bâki ve dâimî olanlar. * Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar.
Muhallef
Bir ölünün bıraktığı mal. * Geride kalan.
Muhallefat
(Muhallefe. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler. Metrukât.
Muhallefe
Ölen bir adamın dul kalan karısı.
Muhalles
Kurtarılmış. Tahlis olunmuş.
Muhallık
Tıraş eden. * Tıraş olan.
Muhallî
Süslendiren, yaldızlayan.
Muhallid
(Huld. den) Ebedîleştiren. Devamlı, sürekli ve ebedî kılan.
Muhallil
(Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden. * Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.) * Tıb: Şişlere, iltihablara yarıyan ilaç.
Muhallim
Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan.
Muhallis
(Halâs. dan) Kurtaran, halâs kılan, tahlis eden.
Muhallit
(Halt. dan) Karıştıran, tahlit eden.
Muhalün aleyh
Fık: Havaleyi ödeyecek kimse. Üzerine havale yapılan şahıs.
Muhalün bih
Fık: Birine havale olunan mal.
Muhalün leh
"""Lehine gönderilen"" Alacaklı olan kişi."
Muhamat
Korumak. * Avukatlık etmek. * Birinden birşeyi def etmek.
Muhamere
Karışmak. * Gizlemek.
Muhamese
Fısıldaşma.
2149
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhamî
Avukat. * Himaye eden.
Muhammat
Kızdırılmış nesne.
Muhammed suresi
Kur'an-ı Kerim'in 47. Suresi olup Kıtal Suresi de denir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
Muhammed
"Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir. (Allahımızın bütün insanlara son peygamberi olan Hz. Muhammed (A.S.M) Efendimiz, Arabistan'da Mekke-i Mükerreme şehrinde milâdi 571 tarihinde dünyaya teşrif etmişlerdir.Fahr-i Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim âilesindendir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, vâlidesinin adı ise Amine'dir.Peygamberimizin (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir. Hz. Muhammed İbn-i Abdullah, ibn-i Abdulmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusey, Hakim, Mürre, Keab, Lüey, Galib, Fihr, Mâlik, Nazr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmâil Aleyhisselâm'ın oğlu Kıyzar'ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlardan her birinin evlâdı birçok kabilelere ayrılmış, Mâlik'in oğlu Fihr'in evlâdından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) vâlidesi cihetinde yüksek nesebleri de şöyledir: Hz. Muhammed ibn-i Amine Bint-i Vehb, ibn-i Abdi Menaf, ibn-i Zühre, ibn-i Hâkim.Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafından mübârek nesebiyle anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hâkim'de birleşirler.Peygamber Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama'nın mütevellisiydi. Ebu Tâlib, Ebu Leheb, Hâris, Zübeyr, Hamza, Abbas,
2150
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Abdullah v.s. adında onüç oğlu vardı. Fakat bunların içinde en fazla Abdullah'ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik, başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi Vehb'in kızı Amine'yi nikâhla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere'ye gidip orada vefat etti ki, daha yirmibeş yaşında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.Peygamber Efendimizin çocukluk devresi pek kudsi bir halde geçmiştir. Daha doğar doğmaz bir takım hârikalar meydana gelmiştir. (Bak: Delâil-i Nübüvvet) Süt anası, Beni Sa'd kabilesinden Haris'in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Amine ile birlikte Medine-i Münevvere'ye dayı-zâdeleri bulunan Neccar oğullarını ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme'ye dönerlerken Hz. Amine, Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz kalan Peygamberimizi, Ümmieymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme'ye getirip dedesi Hz. Abdülmuttalib'e teslim etti. İki sene sonra da dedesi vefat edince amcası Ebu Tâlib'in yanında kaldı.Peygamber Efendimiz gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şeref ve şânı haiz bulunuyordu. Kendisine ""Muhammed-ül Emin"" deniliyordu. Yirmibeş yaşında iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli bir hânedana mensub olan ve daha genç iken dul kalmış olup çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince Peygamberlik şerefine nâil oldu. Kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde bulunan kişileri hususi surette İslâm dinine dâvet etmişti. Bu dâveti ilk önce Hz. Hatice vâlidemiz kabul etti. Sonra
2151
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kureyşin büyüklerinden olan Hz. Ebubekir-is sıddık ile Peygamberimizin âzatlısı olan Zeyd ibn-i Harise ve peygamberimizin amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup, henüz dokuz-on yaşlarında olan Hz. Ali kabul ettiler. Bir müddet sonra da Hz. Ebubekir'in vasıtasıyla Osman bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebu Vakkas, Zübeyr ibn-ül Avvam, Talha-t-übnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref oldular.Bi'setin ondördüncü senesinde Mekke'deki müslümanlar, Medine-i Münevvere'ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebubekir ile birlikte hicret etti. (Bak: Hicret)Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci senesinin Rebiülevvel ayının onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere'de hücre-i saadetinde vefat etti.) (B.İ.İ.)(Şu kâinatın Sâhib ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor. Ve her tarafı görerek tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlere konuşacak. Mâdem zifikirle konuşacak; elbette zişuurun içinde en cem'iyetli ve şuuru külli olan insan nev'i ile konuşacaktır. Mâdem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel ve istidâdı en yüksek ve ahlâkı ulvi ve nev'-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakı ile, en yüksek isti'datta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyası ile bin üçyüz sene ışıklanmış; ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde
2152
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-i rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed (A.S.M.) ile konuşacak.. ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır. M.) (Bak: Fahr-i Kâinat ve Resulullah ve Mefhar-ı mevcudat)(Zât-ı Zülcelâl (C.C.) demiş: $ Bütün ümmet, hattâ düşmanları da dahil olduğu halde icma etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmi'dir.Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamidenin kemâline tercüman olan Muhammed'ül Emin ünvaniyle iştihar etmişler.Hazret-i Aişe (R.A.) her vakit derdi: $ Demek Kur'an tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi idi. İşte o Zât-ı Kerimde icma-ı ümmetle tevatür-ü mânevî-i kat'îyle sabittir ki; insanların sîreten, sureten en cemili ve en halimi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevazii ve en afifi ve en cevâdı ve en kerimi ve en rahimi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afv, sıhhat-ı fehim, şefkat gibi ne kadar secâya-yı âliyye varsa en mükemmel bir fihriste-i nuranîsidir. Bunların içindeki nokta-i i'caz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemâlde birbirine müzaheme eder. Biri galebe çalsa öteki zayıflaşır. Meselâ: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat, hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet, hem kemal-i merhamet ve mürüvvet, hem tam iktisat ve itidal ile tamam-ı kerem ve sehavet, hem gayet vakar ile nihayet haya, hem gâyet şefkat ile nihayet Elbuğzu fillah, hem gayet afv ile nihayet izzet-i nefs, hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyyede bir zâtta içtimâı müzayakasız inkişafları mu'cizelerin mu'cizesidir. Bediüzzaman)"
2153
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muhammedî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. (Ecnebi dillerinde geçen bu mânadaki tabirlere göre Muhammedî, Muhammedîlik: Müslüman ve Müslümanlık mânasına gelmektedir.)
Muhammediye
Peygamberimizle ilgili.
Muhammediyyun
Müslümanlar. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ümmetinden olanlar.
Muhammen
(Hamn. den) Tahmin edilen. Ortalama olarak bir değer kabul edilen. Sanılan.
muhammen
tahmin edilen.
Muhammer
(Himâr. dan) Kendine eşek denilmiş. Eşeğe benzetilmiş. Tahmir olunmuş.
Muhammere
Başı beyaz, cesedi siyah olan koyun. * Örtülmüş nesne.
Muhammes
Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi)
Muhammes-i muntazam
Geo: Düzgün beşgen.
Muhammez
(Hamz. dan) Oksitlenmiş, paslanmış.
Muhammıs
Mısır, kahve gibi şeyleri kavuran veya kavurarak satan kimse. * Tava.
Muhammin
Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper.
Muhammir
Kızdırıcı ilâç.
Muhan
Kendine ihanet olunmuş. * Alçak kimse.
Muhanna
Çarpık, bükük, eğri. * Kınalanmış.
muhannes
kadınlaşmış erkek.
Muhannes
Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı. * Korkak. Nâmerd. Kalleş.
Muhannet
Mumyalanmış, tahnit edilmiş.
Muhannit
Mumyalayan, tahnit eden.
Muharebat
(Muhârebe. C.) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler, savaşmalar.
muhârebât
savaşmalar.
2154
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muharebe
(C.: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal.
muhârebe
savaşma.
Muharece
Parmaklarıyla hesap edip taksim etmek.
Muharede
Men'etmek, engel olmak.
Muharef
Fakir.
Muharese(t)
(Hirâset. den) Muhâfaza, koruma.
Muhareşe
Kışkırtma, halkı birbirine düşürme.
Muhareze
Saklamak.
Muharib
Harbeden. Cenkci. Cengâver. * Cesur. Atılgan. Kahraman. * İyi harbeden. Harb usullerini iyi bilen.
muhârib
savaşan.
Muharibeyn
İki savaşçı, iki cengâver, iki muhârib.
Muharrak
(Harik. den) Yakışmış, yanmış. Tahrik olunmuş.
Muharrece
Boynunda tasması olan köpek.
Muharref
(Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.
muharref
değiştirilmiş, bozulmuş.
Muharrefat
(Muharref. C.) Tahrif edilmiş ve değiştirilmiş şeyler.
Muharrem
Arabi ayların başı, birincisi. * Haram edilmiş olan. * Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. * Haram kılınmış, tahrim olunmuş. (Bak: Eşhür-ü hurum)
muharrem
Arabî ayların ilki.
muharremât
haram edilen şeyler.
Muharremât
Haramlar. Haram edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler.
2155
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muharrer
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Tahrir olunmuş. * Yazılmış. Yazılı.(Muharrer : İyice azadlanmış, tam hürriyetine kavuşturulmuş demektir ki; ibadette muhlis veya mâbed hâdimi yahut da dünyadan azade mânalarıyla da tefsir edilmiştir. E.T.)"
muharrer
yazılı, yazılmış.
Muharrerât
Yazılı şeyler. Yazılmış kâğıtlar. Mektuplar.
Muharrerât-ı resmiye Resmi mektublar veya yazılar. muharrık
yakan, susatan.
Muharrib
Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden.
muharrib
tahrip eden, yıkan.
Muharribîn
(Muharrib. C.) Yıkıp yok edenler. Harab edenler.
Muharric
(Bak: Tahric)
muharrif
değiştiren, bozan.
Muharrif
Tahrif eden. Bozan. Silen. Hilecilik yapan.
Muharrik
(Hark. dan) Tahrik eden, çok yakan. * Çok susatan, çok harâret veren. * Yakıp yıkan.
muharrik
hareket ettiren.
Muharrike
Hareket veren duygu.
Muharrir
Yazan. Tahrir eden. Kâtib. Kitab te'lif eden. Gazetede yazı yazan.
muharrir
yazar.
Muharrirîn
(Muharrir. C.) Muharirler, yazarlar. Eser sâhipleri, müellifler.
Muharris
Hırslandıran. Tamah ve hırsı artıran.
Muharrisâne
f. Hırslandırırcasına.
Muharriş
Tırmalayan, azdıran, tahriş eden.
Muharrit
İshâl verici bir ilâç.
Muharriz
Kışkırtan. Teşvik ve tahriz eden.
2156
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muhasama
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Muhasamet) (C.: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık. Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek.
muhâsama
düşmanlık.
Muhasamat
(Muhasama. C.) Düşmanlık. İki taraf arasındaki husumet.
Muhasamet
(Bak: Muhasama)
muhâsamet
düşmanlık besleme.
Muhasara
Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.
muhâsara
kuşatma.
Muhasebat
(Muhasebe. C.) Hesap işleri, hesap görme işleri. Hesap dâireleri.
Muhasebe
Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam.
muhâsebe
hesaplaşma, hesap görme.
Muhasede
(Hased. den) Birbirini çekememe, hased etme, kıskanma.
muhâsım
düşman.
Muhasım
Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan.
Muhasımeyn
Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse.
Muhasımîn
(Muhasım. C.) Düşmanlar, muhasımlar.
Muhasır
(C.: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran. Muhasara eden.
Muhasırîn
(Muhâsır. C.) Muhasara edenler, etrafını kuşatanlar.
Muhasırûn
(Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler.
Muhasib
Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib.
muhâsib
hesapçı.
muhassal
netice, sonuç, ürün.
2157
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muhassal
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası.
Muhassala
(Husul. den) Elde edilen netice, hâsıl olan sonuç. * Fiz: Bileşke.
muhassala
elde edilen sonuç.
Muhassal-i kelâm
Sözün kısası.
Muhassan
(Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış.
Muhassas
Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin edilmiş.
Muhassasat
(Muhassas. C.) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para. * Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın.
Muhassenat
(Muhassene. C.) Üstünlük sebepleri. * Güzel, hayırlı ve faydalı işler.
Muhasser
Hasret kalmış, tahsir olunmuş.
muhassıl
hasıl eden, neticelendiren.
Muhassıl
Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren.
Muhassın
Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan. (Bak: Muhsın)
Muhassır
Hasrette bırakan. * Mina ile Arafat arasında Muhassir vadisi. Ebrehe'yi mağlub eden Ebabil kuşlarının taş yağdırdıkları mevki.
muhassıs
hususileştiren, ayıran.
muhassısa
hususileştirici.
Muhassil
Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk.
Muhassin
(Hasen. den) Güzelleştiren, güzellik veren.
Muhassir
(C.: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara uğratan. Hasar ve ziyan verdiren.
Muhassirîn
(Muhassir. C.) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar.
Muhassis
Tahsis eden. Has kılan. Hususileştiren.
Muhaş
Yanmış nesne.
2158
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhaşşa
Hâşiye yazılmış. Tahşiye olunmuş.
Muhaşşem
Sarhoş, mest.
Muhaşşî
(Haşyet. den) Korkutan, ürküten.
Muhaşşi
Hâşiye yazan. Hâşiyeliyen.
Muhaşşi'
Kibirli bir kimsenin kibir ve gururunu kıran.
Muhaşşid
Tahşideden. Bir yere toplayan.
Muhaşşim
Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey.
Muhaşşin
Öfkelendiren, kızdıran. Gücendiren.
Muhat
İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan.
muhât
kuşatılmış.
Muhatab ittihaz etmek Karşısındakilerini dinleyen. * Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek. * Konuşmaya lâyık görmek. muhâtab
kendisine söz söylenilen.
Muhatab
Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs.
Muhataba
Birbirine söz söyleme, hitabetme. * Mc: Çekişme.
muhâtabâne
kendisine söz söylenilen kimse gibi.
Muhatabat
(Muhâtaba. C.) Konuşmalar.
muhâtabîn
kendisine söz söylenenler.
muhâtara
korkulu durum.
Muhatara
Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak. * Zarar. Ziyan. Korku. * Tehlike ve zarar ihtimali olan.
Muhatara-i izmihlâl
Dağılma tehlikesi.
Muhatarat
(Muhatara. C.) Zararlar, ziyanlar, hasarlar. * Korkular. Tehlikeler.
Muhatıb
(Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden.
Muhattat
(Hatt. dan) Çizilmiş, resmi yapılmış.
2159
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhattata
İstasyon.
Muhattıt
(Hatt. dan) Çizen, resmini yapan.
Muhavele
İsteme, taleb etme. Bir şeyi yapmaya girişme.
Muhaverat
(Muhavere. C.) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
muhâverât
konuşmalar.
Muhavere
(C.: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma.
muhâvere
konuşma.
Muhaveze
Muhalefet, uyuşmazlık.
muhavvef
korkulu.
Muhavvef
Korkulu. Korkutulmuş.
Muhavvel
Hâvâle edilmiş. Ismarlanmış. Tebdil ve tağyir edilmiş. Değiştirilmiş. Bırakılmış.
muhavvel
ısmarlanmış, değiştirilmiş.
Muhavven
Hâinleşen. Tahvin edilen.
Muhavvet
Etrafına sur ve duvar çekilmiş yer.
Muhavvıt
Duvar çeken, tahvit eden.
Muhavvic
Muhtaç edici.
muhavvif
korkutan.
Muhavvif
Korkutan. Korkutucu.
Muhavvifâne
f. Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle.
Muhavvil
Başka hâle koyan. Değiştiren. Tahvil eden.
muhavvil
değiştiren.
Muhavvile
(Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan. Transformatör.
2160
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhavvil-ül havli ve-l ahvâl Havli, kuvveti ve hâlleri değiştiren, başka şekle sokan Cenâb-ı Hak (C.C.) Muhaya
Bölünemiyen bir şeyi nöbetleşe ve sıra ile kullanma.
Muhayee
Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma.
Muhayene
Belirli bir zaman için kiralama.
Muhayya
Yüz, vech.
Muhayyeb
Yoksun bırakılmış, mahrum kılınmış.
Muhayyeben
Mahrum ederek. Yoksun bırakarak.
muhayyel
hayâl edilmiş.
Muhayyel
Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.
Muhayyelat
(Muhayyele. C.) Hayâl edilmiş olan şeyler. Muhayyel olan şeyler.
Muhayyem
(Hayme. den) Çadırı kurulmuş ordugâh. * Kurulmuş çadır. * Çadırda yatan insan. Kamp yeri.
Muhayyemgâh
f. Ordu çadırlarının kurulduğu yer. Ordugâh.
Muhayyer
(Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece.
muhayyer
seçmeli.
Muhayyib
Yoksun bırakan, mahrum kılan.
Muhayyibâne
f. Mahrum ve yoksun bırakırcasına.
Muhayyil
Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen.
muhayyile
hayâl kuvveti.
Muhayyile
Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti.
muhayyir
hayret ettiren.
Muhayyir
Hayret veren. Hayrette bırakan. Şaşkınlık veren.
Muhayyir-ül ukul
Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran.
2161
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhazah
Mukabele olmak, karşılık olmak.
Muhazane
Çocuklara şaşırtıp sevindirecek şeyler söylemek.
Muhazara
(C.: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler. * Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma. * Konferans verme.
Muhazarât
(Muhazara. C.) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler.
Muhazat
Yüz yüze gelme, karşılaşma.
Muhazat-ı nisa
Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.)
Muhazele
Hakirlik, aşağılık, rezillik.
Muhazere
Birbirini korkutmak. * İhtiraz etmek. * Uyanık olmak.
Muhazî
(Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel.
Muhazreb
Katı bükülmüş ip.
Muhazza
Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak.
Muhazzab
Boyanmış, tahzib olunmuş.
Muhazzar
Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş.
Muhazzi'
Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi.
Muhazzil
Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden.
Muhazzilâne
f. Alçaklık ve bayağılıkla.
Muhazzir
Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren.
Muhbir
Haber veren. Haberci. Haber toplayan. * Birisinin fenâlığını alâkadar makama haber veren. Jurnalcı.
muhbir
haberci.
Muhbir-i sâdık
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen
2162
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir. Muhbit
Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil.
Muhcen
Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi.
Muhda' (mıhda')
Kiler.
Muhdar
(Muhzar) Hazırlanmış. * Amellerinin sâhifelerini müşâhede etmiş olarak.
Muhdec
İçine esvap koydukları küçük ev, kiler. * Azâsı noksan olan.
Muhdes
İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
muhdes
sonradan meydana getirilmiş.
Muhdî
(Bak: Mühdi)
Muhdis
her şeyi sonradan var eden Allah.
Muheyh
Beyincik.
Muhfes
Seri, hızlı.
Muhh
Yumurtanın sarısı. * Eskiyip köhne olmak.
muhhakemât
akıl yürütmeler, hüküm çıkarmalar.
Muhıkk
(Muhik) Haklı. Hakkı yerine getiren. Haklı olan.
Muhıkkane
f. Haklı olarak. Haklı olmak suretiyle. İhkak-ı hak etmek suretiyle.
muhib
seven.
Muhibb
Seven. Muhabbet eden. Dost. Hayrı isteyen.
Muhibban
f. (Muhibbin) Dostlar. Muhabbet edenler. Sevilenler. Sevgi besleyenler. Bir kimsenin taraflıları.
Muhibbane
f. Severek. Dostça. Dosta yakışır surette.
Muhibbe
Kadın sevgili. Kadın dost.
Muhibbî
Muhibb ile alâkalı. * Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs.
2163
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhîf
(Muhife) Korkunç. Korkutucu.
Muhîl
İhâle eden. Havâle eden. * Fık: Borcunu başkası ödemesi için havâle eden kimse. Başkasının borcuna nakleden.
Muhîlî
Hilekârlık. Sahtekârlık. Hile.
Muhill
(Halel. den) İhlâl eden. Bozan. Sakatlayan. Karıştıran.
muhill
bozan.
Muhill-i âsâyiş
Asâyişi ihlâl eden. Güvenliği bozan.
Muhill-i nâmus
Nâmusa zarar veren, nâmusa dokunan.
mûhin
hor ve hakir eden.
Muhin
Zayıflatan, hor ve hakir eden. İhanet eden.
Muhîs
Zindan.
Muhiss
(Hiss. den) Hissettiren, duyuran.
Muhiş
Korkutan, korku veren.
mûhiş
korkutan.
Muhit
İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz. Okyanus. * Mc: Büyük âlim.
muhit
kuşatan, çevre.
muhita
kuşatıcı.
Muhitat
(Muhit. C.) Çevreler, muhitler.
Muhit-i arz
Dünyanın çevresi.
Muhit-i dâire
Mat: Daire çevresi. Çember.
Muhit-i nigâh
Göz çevresi.
Muhkem kaziye
Huk: Kat'i ve sağlam bozulmaz hüküm. Mahkemenin en sonunda vermiş olduğu kararlar. Temyiz mahkemesince tetkik ve tasdik edildikten sonra veyahut temyiz müddeti geçen bir mahkeme kararının, mevzuunu teşkil eden hâdise hakkında, kat'i bir karine ve
2164
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
delil ve kanunen değişmez bir hüküm olarak kabul edilmesi. (Bak: Kaziye-i muhkeme) muhkem
sağlam.
Muhkem
Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış. * Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.
Muhkemat
Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar. * İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar.
muhkemât
sağlam ve mânâsı açık olanlar, kuvvetliler.
Muhkemat-ı kur'aniyyeMânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya kıssaları (Ekasis-i enbiya) gibi. Muhkim
Kuvvetleştiren, sağlam kılan, ihkâm eden.
Muhla
Ot biçecek âlet, orak. * Nalbantların tırnak yonacak âleti.
Muhled
Saçı ve sakalı geç ağaran kişi.
muhles
ihlası devamlı olan.
Muhles
Orta yaşlı kimse.
Muhlevlak
Düz kaypak nesne.
Muhlik
(Bak: Mühlik)
Muhlis
Hâlis olan. İhlâsı kazanmak için gayret gösteren, samimi ve itikadı doğru olan. Her hâli içten ve riyâsız olan. Katıksız.
muhlis
ihlaslı, samimi, işini sadece Allah için yapan.
Muhlisâne
f. Hâlisâne. Samimi olarak. Dostlukla. Riyâsızlıkla.
2165
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muhlisâne
muhliscesine.
Muhlisen
Hâlis olarak. Muhlis olarak.
muhlisen
muhlisce.
Muhmel
Tüylü ve saçaklı nesne.
Muhmid
Ateşin alevini bastıran.
Muhnak
(C: Mehânik) Zayıflamış davar.
Muhnik
(Hank. dan) Boğucu, boğan.
Muhnis
"Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim."
Muhraza
(C: Mehârız) Çöğen koyacak kap.
Muhrec
(Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş. * Bir şeyin sureti çıkarılmış.
Muhrenbık
Başını eğip tınmayan, sükut eden, susan ve fırsat bulduğu gibi fevri söyleyen kimse.
Muhrenşim
Azametli, kibirli kimse. * Zayıf ve rengi değişmiş kişi.
Muhrenzim
Gadaplı, hışımlı, kızgın.
Muhrez
Kazanılmış, elde edilmiş. * Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi.
Muhrib
Tahribeden. Yıkan. Muharrib. Harâb eden.
muhrib
tahrip eden, yıkan.
Muhribîn
(Muhrib. C.) Muhribler. Yıkıp yok edenler. Harâb edenler.
Muhrice
Çıkrıkçı.
Muhrik
Yakan. Yakıcı. * Çok acıtan. İhrak eden.
muhrik
yakıcı.
Muhrik-dem
f. Nefesi yakıcı olan. Âşık.
Muhriz
(İhraz. dan) Elde eden, kendi payına alan, kazanan.
2166
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muhsan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fık: Akıl. Büluğ. İslâmiyet. Hürriyet. Nikâh-ı sahih ile teehhül vasıflarını câmi olan kimse.
Muhsanat
(Muhsana. C.) Muhsan olan kadınlar.
Muhsane
Muhsan olan kadın. Temiz ve namuslu kadın.
Muhsar
(Bak: İhsar)
Muhsın
Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan.
Muhsî
herşeyin sayısını bilen Allah.
Muhsin
İhsan eden, iyilik eden. Kerim. Cömert. * Allah'ı görür gibi O'na ibadet eden.
muhsin
yaptığı işi en güzel yapan, Allahı görür gibi ibadet eden.
Muhsinîn
(Muhsin. C.) Muhsinler.
muhsinîn
işini güzel yapanlar, Allahı görür gibi ibadet edenler.
muhtâc
ihtiyacı olan.
Muhtac
İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir.
Muhtac-ı ta'rif
Tarif edip anlatmağa muhtaç.
Muhtacîn
(Muhtac. C.) Muhtaç kimseler. İhtiyaç sâhibleri. Fakirler, yoksullar.
Muhtaciyet
İhtiyaç sahibi olmak. Muhtaçlık, fakirlik, sefalet, yoksulluk.
Muhtal
(Hile. den) Hilekâr, dalavereci, hileci.
Muhtale
Hileci ve dalavereci kadın.
Muhtan
Kendisine hıyanet edilen kimse. * Hâin. Hıyanet eden.
Muhtar
İhtiyar eden. Seçilmiş olan. * Hareketinde serbest olan. İstediğini yapmakta serbest olan. Hür. * Köyde veya şehrin mahallesinde seçimle o semtin idâre ve hükümet işlerini üzerine alan kimse. * Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ism-i şerifi.
2167
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muhtar
kendi iradesiyle hareket edebilen.
muhtariyet
hareket serbestisi olan.
Muhtariyet
Muhtarlık. Kendi kendine hareket edebilme. İhtiyar ve iradesi kendi elinde olma.
Muhtasar
Az. Kısa. Uzun olmayan. * Tekellüfsüz. * İhtisar edilmiş. Kısaltılmış.
muhtasar
kısa.
Muhtasaran
Kısa olarak. Muhtasar olarak. Kısaltılmış tarzda.
muhtasaran
kısaca.
Muhtasıd
(Hasad. dan) Ekinci, çiftçi. İhtisâd eden, ekin biçen.
Muhtasım
Düşmanlık yapan. Adavet eden. Husumet eden.
Muhtasıra
Kısaltma. Hülâsa.
Muhtass
(C: Muhtassin) (Husus. dan) Bir şeye veya bir kimseye ait olan.
Muhtassan
Ençok, bilhassa. Daha ziyâde.
Muhtassîn
(Muhtass. C.) (Husus. dan) Bir şeye mahsus olanlar, bir kimseye ait olan şeyler.
Muhtatib
Nikâhla isteyen.
Muhtatif
Göz kamaştıran. * Kapıp götüren.
Muhtazar
Hazırlanmış. * Ölüme hazır.
Muhtazı'
Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren.
Muhtazıâne
f. Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek.
Muhtazıb
Renklenen, boyanan.
Muhtazır
Can çekişen.
Muhtazırane
Can çekişiyormuşcasına.
Muhteba
"Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini iple bağlayıp oturan kimse."
Muhteber
Tecrübe ve imtihan eden, deneyen.
2168
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muhtebes
(Habs.den) Hapsedilmiş.
Muhtebıt
Gece vakti dilenen.
Muhtebil
Delirmiş olan.
Muhtebir
Yoklayan, deneyen, tecrübe eden. * Sağlam haberi olan. İyice bilen.
Muhtebirâne
f. Yoklar ve denercesine. Tecrübe eder tarzda.
Muhtebis
Zorla alan.
Muhtecib
Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen.
Muhted
(Hadd. dan) Hiddetlenmiş, kızmış. * Keskin. Keskinleşmiş.
Muhtedi'
Hilekâr. Dolandırıcı.
muhtedî
îmana gelen.
Muhtediâne
f. Hile ve dalaverecilikle.
muhtefi
gizlenen.
Muhtefî
Gizlenen. Saklı, gizli. * İftira eden.
Muhtefid
Seri kesici olan.
Muhtekir
İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan. (Bak: İhtikâr)
muhtekir
kıymetlensin diye mal saklayan vurguncu.
Muhtekirâne
f. Vurgunculukla, ihtikârcılıkla.
Muhtekirîn
(Muhtekir. C.) İhtikâr edenler. Vurguncular.
Muhtelef
Uyuşmamış. Birbirine uymamış. İhtilâf olunmuş.
Muhtelef-ün fih
Hakkında ihtilâf olunan mes'ele.
Muhteli'
Kocasından boşanan kadın. İhtilâ eden kadın.
Muhtelib
Hilekâr, aldatıcı, hile yapan, dalavereci.
Muhtelic
(Halecân. dan) (Kendi elinde olmıyarak) titreyen.
muhtelif
çeşit çeşit, birbirine uymayan.
Muhtelif(e)
Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.
2169
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muhtelife
başka başka.
Muhtelif-ül cins
Çeşit çeşit cinste. Muhtelif cinste.
Muhtelik
Yalancı. Yalan uyduran.
Muhtelim
İhtilâm olmuş.
Muhtelis
Beylik maldan çalan. Çalıp çırpan.
Muhtelisâne
f. Çalarcasına. Çalıp çırparcasına.
muhtelit
karışmış.
Muhtelit
Karışmış. Karışık. Karma.
muhtell
bozuk, hasta.
Muhtell
Bozuk. Berbâd. Karışmış. İşgal ve ihlâl edilmiş. * İntizamsız. Nizamsız olmuş. * Fakir kimse. * Çok susuz kalmış olan.
Muhtell-üs sıhha
Sıhhati bozulmuş.
Muhtemel
(Haml. den) Olabilir. Mümkün. Ümid edilir. Kabil. Me'mul.
muhtemel
olabilir.
Muhtemelat
(Muhtemel. C.) Olabilir ve umulur şeyler. İhtimâl dahilindeki şeyler.
Muhtemel-üz zıddeyn Edb: Birbirine zıt ve iki mânâya da gelebilen ifadelere denir. Muhtemer
Mayalandıran. Ekşiyip kabartan.
Muhtemî
Perhiz yapan. İhtima eden.
Muhtemir
(Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran. * Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan.
Muhtenik
(Hank. dan) Nefes alamayıp boğulan. Boğuk. Boğulmuş.
Muhter
Yol, tarik.
Muhtera'
İcad edilmiş. İhtira' olunmuş. Uydurulmuş.
muhtera
yoktan var edilmiş.
Muhteraat
Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar.
2170
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muhterem
hürmet edilen, saygın.
Muhterem
Hürmet görmüş. İhtiram olunmuş. Kıymetli ve şerefli kimse.
Muhteri'
Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni bir şey meydana getiren. * Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri.
Muhteriâne
f. Yeni bir şeyler icad ederek. Yenilikler ortaya koyarak. * İftirada bulunarak.
Muhterib
(C.: Muhteribin) (Harb. den) Savaşan, harbeden, muhârib.
Muhteribîn
(Muhterib. C.) Harbedenler, savaşanlar, muhâribler.
Muhterif(e)
(Hiref. den) Sanatkârlar. İş sâhibleri.
Muhterik
Ateşle yanmış olan. Yanan.
muhterik
yanan.
Muhteris
(Muhteriz) Sakınan. Çekinen. Çekingen.
muhteris
ihtiraslı.
Muhteriz
Sakınan. Çekinen. Çekingen.
Muhterizâne
f. Sakınarak, çekinerek. Çekine çekine.
Muhtesib
(Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur. * Kanundan ziyâde idâri ve örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası. (Bak: İhtisab)
Muhteşem
Büyük, debdebeli, tantanalı. * Etraflı ve taraftarlarının çokluğu ile büyük.
muhteşem
ihtişamlı, görkemli.
Muhteşi'
Kendini aşağı gören.
Muhteşid
Biriken, toplanan.
Muhtetıb
(Hatab. dan) Koruluk, orman, meşelik. * Odun toplıyan.
Muhtetim
Sona erdiren. Hitâma vardıran.
Muhtetin
Sünnet olmuş.
Muhteva
Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey.
2171
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muhtevâ
iç, öz, mânâ.
muhtevî
içine alan.
Muhtevî
İhtivâ eden. Bir yere toplayan. İçine alan. Kaplayan.
muhteviyat
içindekiler.
Muhteviyyât
İçindekiler. Kapladığı şeyler.
Muhtezen
Biriktirilip ambar veya hazineye konmuş.
Muhtezin
Kederli, hüzünlü, mahzun, mükedder.
Muhtezir
Sakınan, çekinen. (Bak: Muhteriz)
Muhtır
(Hatır. dan) Hatıra getiren, hatırlatan.
muhtıra
hatırlatma.
Muhtıra
Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere.
Muhtî
Hatâ işleyen. Günahkâr. Hatâlı. * Hatâya düşürten. Yanıltan.
muhtî
hata yapan.
Muhvil
Bir yaş tamamlamış.
Muhyem
(C: Mehâyim) İkâmet yeri, oturma yeri.
Muhyî
hayat veren, dirilten, Allah.
Muhyiddin-i arabî
(Hi: 560 - 638) İspanya'da doğmuş, Anadolu ve Arabistan'ı gezmiştir. Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmi eserler yazmıştır. Kendisine Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri meşhurdur. Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)
Muhzar
İnce belli. Beli ince olan.
Muhzır
(Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi.
Muhzin
(Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici.
2172
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muîd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yardımcı. Mubassır. * Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı. * Geri çevirtici. * Bir şeyi âdet edinmiş olan. * Tecrübeli. Hâzık. * Güçlü. Kuvvetli. * Arslan. * Gazâ ve cihad eden kimse.
Muidd
Hazırlayıcı. Amâde edici. * İâde eden. * Sayan.
Muîl
Evlâd ü iyâli, yâni çoluk çocuğu çok olan kimse.
Muill
Hasta eden.
muin
yardımcı.
Muîn
Yardımcı. Muâvin. İane eden.
Muîr
Ödünç olarak veren. Borç veren. Karz-ı hasen tarzında veren.
Muizz
İzzet ve ikram eden. Ağırlayan. Aziz ve şerif eyleyen.
Muje
f. Musibet, belâ. * Keder, gam, tasa, hüzün.
Mujik
(Rusça) Rus köylüsüne verilen isim.
Muk
Göz pınarı. * Akılsızlık. * Kanatlı karınca. * Mest üzerine giyilen çizme.
Muka
Islık çalmak.
Muka'ar
(Ka'r. dan) Oyuk, çukur, çökük.
Muka'ariyet
Çukurluk, oyukluk.
Mukabbeb
(Kubbe. den) Kubbeli.
Mukabbel
(Kabl. dan) Öpülmüş, takbil edilmiş.
Mukabbız
(Kabz. dan) Sıkan, daraltan.
Mukabbil
(C.: Mukabbilîn) Öpen, takbil eden.
Mukabbilîn
(Mukabbil. C.) Öpenler, takbil edenler.
Muk'abe
Kadeh gibi çukur göbek.
Mukabede
şiddet ve zahmet vermek.
Mukâbele
"Hapsetmek. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Meşveret etmek, danışmak. * Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; ""başka
2173
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kimse satın alsın, ben ondan şüf'a yolu ile alayım"" diye şirâsına muhtaç iken tehir etmek." mukabele
karşılık verme.
Mukabele
Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.
Mukabele-i bilhuruf
Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp mukabele etmek. (Bak: Muaraza-i bilhuruf)
Mukabele-i bilmisil
Karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı muameleyi yapmak. Mukabil hareketi karşısındakine icra etmek.
Mukabele-i bissüyuf
Silâha, kılınca sarılmak suretiyle karşı koymak.
mukabeleten
karşılık vererek.
Mukabil
Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.
mukabil
karşılık.
Mukad
Ağır yüklü.
Muk'ad
Kötürüm.
Mukadded
Parçalanmış.
mukaddem
önceki.
Mukaddem
Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan. * Askerin ön tarafına sevkedilen karakol. * Değerli, üstün. * Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen.
Mukaddema
Önce. Evvelce. Eskiden. Bundan evvel.
Mukaddemat
(Mukaddeme. C..) Başlangıçlar. Mebde'ler. İleride bulunanlar.
mukaddemât
öncekiler, başlangıçlar.
Mukaddemât-ı ihzariye Bir şeyi hazırlamak için önceden yapılan işler.
2174
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mukaddeme
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlk söz. Başlangıç. * Önde gelen. Medhal. Giriş. * Man: İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi.
mukaddeme
önsöz, başlangıç.
Mukaddeme-i istisnaiye
"Man: İçinde istisnâ edatı olan evvelki kaziye. ""Eğer güneş
doğarsa gündüz olacak. Güneş doğmuştur."" kaziyelerinde: ""Eğer güneş doğarsa"" kaziyesi Mukaddeme-i istisnâiyedir." Mukaddem-ül ayn
Gözün kenarı. Gözün pınarı.
Mukadder
"Tâyin olunmuş. * Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. * Kazâ. * Kıymeti biçilmiş. * Beğenilmiş. * Yazılmış olan. * Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lafzan zikredilmeyip, mânen murad edildiği anlaşılan. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de, her sureden evvel ""Bismillâh"" yazılı olması, bize her işimizde veya her okumaya başlarken Bismillâh diye emir olduğu ""mukadder"" dir. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de ( De ki:) mânasındaki Cenab-ı Hakk'ın hitabında: ""Ya Muhammed (A.S.M.), Sen kullarıma de ki!"" mânası, mukadder olarak vardır. Aynı zamanda Peygamber'in (A.S.M.) yolunda olanlara ve bütün vâris-i nebi olabilen büyük hakikatlı ve veli kullara aynı emir mukadderdir. Çünkü, emir olarak hitabdır. Hitab ise muhakkak bir muhataba söylenir. Vahiy hitabında birinci muhatab ise, Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. (Bak: Kader)"
mukadder
kader ile belirlenmiş.
Mukadderat
"(Mukadder. C.) Kader. Ölçü ve miktarı tâyin olunan şeyler. Alın yazısı. (Bak: Kader)(Hayat, ""İman-ı Bil'kader"" rüknüne bakıyor; remzen isbat eder. Çünki, madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlik-ı Kâinat'ın en
2175
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
câmi âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb yani mâzi, müstakbel yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlumiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i tekviniyeyi imtisâle müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler... Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit vücudları bir silsile-i vücudu ilmî teşkil eder. Ve vücud-u hârici gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin mânevi bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. Evet âlem-i gaybın bir nevi olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayatîye mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı mâneviyeye mazhariyetini
2176
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gösterir. Evet, Hayat-ı Ezeliye Güneşinin ziyası olan bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücud-u hâriciyeye münhasır olamaz; belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı. S.)(Eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvanı olan ""Kitab-ı Mübin""den haber veren ve işaret eden, ham nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhinin bir ünvanı olan ""İmam-ı Mübin"" den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var. Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddi keyfiyat ve vaziyetleri ve hey'etleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namiyle tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır. Şimdi; vücudundan sonra herşey'in sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise âlemde ""Kitab-ı Mübin"" ve ""İmam-ı Mübin""den haber veren bütün meyveler ve ""Levh-i Mahfuz""dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün
2177
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatiyle beraber kısmen âlemin hâdisatı mâziyesi kuvve-i hâfızasında öyle bir surette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem, tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadir-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem, beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânilerin mânalarını onlarda yazıyor... S.) (Bak: İmam-ı mübin)" mukadderât
kader ile belirlenenler.
Mukadderat-ı hayatiye Bütün canlıların hayatları müddetince geçirdikleri ve geçirecekleri tavır, hareket, şekil ve amelleri gibi hususiyetleri. Mukaddes
(Kuds. den) Takdis edilmiş olan. Temiz ve pâk. Noksan ve kusurdan müberra ve uzak olan. Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh ve uzak olan. Kudsi.
mukaddes
kutsal olan.
Mukaddesât
(Mukaddes. C.) Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar.
mukaddesât
kutsal olanlar.
Mukaddim
"(Kıdem. den) Takdim eden. Sunan. Öne, ileriye geçiren. Öne koyan. * Cür'etli çeri kimse. * Gözün pınarı, (""mukdim-ül ayn"" da derler.)"
Mukaddimat
(Mukaddime. C.) Mukaddimeler. İlk gelenler. İlk sözler.
mukaddime
başlangıç, önsöz.
Mukaddime
Evvel gelen. Öne geçen. Her şeyin evveli. * Bir kitapta asıl maksada başlamadan evvel kitapda olan bahisler hakkında ve kitabın
2178
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muhteviyatına dâir yazılan makale, önsöz. * Alın. Nâsiye. Alındaki perçem. Mukaddime-i kübrâ
Büyük başlangıç.
Mukaddir
" ""takdir eden, kıymet biçen"" mânâsında ilâhî isim."
Mukaddirâne
f. Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde.
Mukaddirîn
(Mukaddir. C.) Kıymet ve paha biçenler. Takdir edenler.
Mukaffa
Kafiyeli, kafiyelenmiş. Birbirini tâkib eden.
mukaffa
kafiyeli.
Mukaffel
(Kufl. den) Kilitlenmiş, kilitli.
Mukaffî
Resul-i Ekremin (A.S.M.) bir ismidir. (Çünkü, O'nu dünyanın hiç bir şeyi Allah'a tâbi olmaktan ayıramamış ve bütün enbiyâ ve resullerin iyi yollarını da tâkib etmiştir.)
Mukahhir
(Kahr. dan) Kahreden, tahkir eden, yok eden.
Mukalkal
Kararsız. * Şarap, hamr.
Mukalkale
şişe. Sürahi.
Mukalled
(Kald. dan) Boynuna gerdanlık takılmış. * Padişah tarafından nişan takılan kimse. * (Taklid. den) Taklid edilen. Örnek tutulan. Misal alınan.
Mukallef
Kalafatlanmış, taklif edilmiş.
Mukallib
(Kalb. den) Başka tavra geçiren. Başka hâle değiştiren. Bir başka tarafa döndüren.
Mukallid
Benzemeye veya benzetmeğe çalışan. Taklid eden. * Bir şeyi boynuna takan, asan. * Kuşatan.
mukallid
taklitçi.
2179
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mukallidâne
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe çalışırcasına.
Mukallidîn
(Mukallid. C.) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar. * Takınanlar. Boyuna takanlar.
Mukallis
Ağaç oynatıcı.
Mukam
Durduracak mekân. İkamet mevzii. * Durmak, ikamet.
Mukame
İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet.
Mukameha
Başını yukarı kaldırmak.
Mukamere
Kumar oynama.
Mukamik
Sözü boğazı içinden söyleyen.
Mukamir
Kumarbaz. Kumar oynatan.
Mukanat
Karıştırmak.
Mukanfez
Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Kirpi.
Mukanna'
Peçeli.
Mukannen
(Kanun. dan) Muntazam. Tertibli. * Kanun ile vâcib ve mukarrer olan. * Zaman ve miktarı hiç şaşmayan. Tertibe dahil olarak kararlaşmış olan.
mukannen
kanunla belirlenmiş, düzenli.
Mukannibe
Gelin süsleyen kadın.
mukannin
kanun koyan, düzenleyen.
Mukannin
Kanun yapan. İntizama koyan. Kanun tertib ve ihdas edici olan.
Mukannit
Yer altından kanalla su akıtan kişi. * Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi.
Mukantar(a)
(Kantara. dan) Kemer şeklinde olan köprü. * Birbiri üstüne yığılmış çok şey. * Muhkem.
Mukantarat
(Mukantara. C.) Köprüler. Kemer şeklinde olan yapılar.
2180
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mukaraa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme. * Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları. * Bir şeyin taksiminde atışmak.
Mukaraza
Kazanca ortak olup zararı sermâyeye ait olmak üzere bir kimseye belirli bir miktar sermaye verme.
Mukarebet
(Kurb. dan) Akrabalık, yakınlık.
Mukarenet
(A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek. * Bitişmek. Birleşmek. * Uygunluk. * Bir yere gelmek.
mukarenet
bitişiklik, yakınlık.
Mukarib
Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan.
Mukarib-ül vücud
Olması yakın, vücuda gelmesi yakın.
mukarin
bitişik, yakın.
Mukarin
Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan.
Mukarnes
Kubbe biçiminde olan. * İşlemeli, nakışlı ve rengarenk olan. * Merdiven şeklinde dereceleri olan kubbe.
Mukarr
"(Karâr. dan) İkrâr olunmuş. ""Vardır, öyledir evet."" denilmiş."
Mukarre
Göz yaşının durması.
Mukarreb
(Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. * Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan.
mukarreb
yakın olan.
mukarrebin
yakın olanlar.
Mukarrebun (mukarrebîn)
Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya
derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar. Mukarren
Bağlanmış nesne.
mukarrer
kararlaşmış.
2181
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mukarrer
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş.
Mukarrerât
Kararlaştırılan şeyler, kararlar.
Mukarri'
Azarlıyan, paylıyan, başa kakan.
Mukarrib
Takrib eden. Yaklaştıran.
mukarrib
yaklaştıran.
Mukarrib-ül vücud
Vücudunu yakın eden, yaklaştıran.
Mukarrih
(C.: Mukarrihât) Yara açan ilâç.
Mukarrihat
(Mukarrih. C.) Yara açmakta kullanılan etkili ilâçlar.
Mukarrin
Birlikte bulunduran.
Mukarrir
(Karar. dan) Yerleştiren. Takrir eden. Sabit kılan. * Tekrar eden. Dersi tekrar ederek anlatan müderris.
Mukarriz
(C.: Mukarrizin) (Karz. dan) Medheden, öven. Bir eseri medheden.
Mukarrizîn
(Mukarriz. C.) Medhedenler, övenler. Medih yollu yazı yazanlar. Bir eseri medhedenler.
Mukarrün-bih
Başka birisine âit olduğu, birisi tarafından haber verilen hak. İkrâr olunan hak.
Mukasat
Zahmet ve eziyet çekme.
Mukaseme
(Kısm. dan) Paylaşma, bölüşme, taksim etme.
Mukasım
(Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen, taksim eden.
Mukasmel
Asâsı çok şiddetli olan.
Mukassa
Kısas etmek. * Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek.
Mukassat
(Kıst. dan) Taksitli.
Mukassatan
Taksitli olarak, taksitle.
Mukassem
(Kısm. dan) Ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş. * Güzel yüzlü.
2182
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Mukassır
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Taksir eden, yapabilir iken yapmayıp çekinen. * Kusur işleyen. * Gücü yetmediği için yapmayan.
Mukassî
(Kasvet. den) Kasvet verici. Sıkıntılı, kasvetli. Sıkıcı, dar.
Mukassim
(Kısm. dan) Ayıran, bölen, taksim eden.
Mukaşşer
(Kışr. dan) Kabuğu soyulmuş.
Mukataa
(Kat'. dan) Kesişmek. * Ülfeti terk eylemek. * Birbirinden kesmek ve kesişmek. * Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi. * Ekilen toprak için verilen muayyen vergi.
Mukatane
Mukim olmak, oturmak, ikamet etmek.
Mukatelat
(Mukatele. C.) (Katl. den) Muharebeler, savaşlar, kavgalar, dövüşler. * Vuruşmalar, düello yapmalar.
Mukatele
(A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş.
mukatele
birbirini öldürme.
Mukatil
(Katl. den) Birbirini öldüren, birbiriyle vuruşan. Düello yapan.
Mukatilun
(Mukatil. C.) Düşmanla muharebe eden mücâhidler.
Mukatta'
Kesilmiş. * Parçalanmış.
Mukattaa
(Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı.
mukattaa
sûre başlarında bulunan şifreli harf.
Mukattaat
(Mukattaa. C.) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler. * Kısaltmalar. * Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler. * Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.
mukattaat
sûrelerinin başlarında bulunan şifreli harfler.
Mukattaat-ı huruf
Edb: Matlâsız şiir parçaları. Muhtelif olarak alınmış şiir parçaları. * Kısaltmalar. Tamamlanmamış cümleler. (Bak: Huruf-u mukattaa)
Mukattar
(Katr. den) İnbikten geçirilmiş saf su. Taktir edilmiş. Damıtılmış su.
2183
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mukattarat
(Mukattar. C.) Taktir edilmiş, damıtılmış sular.
Mukavelat muharriri
Noter. Kâtib-i adl.
Mukavelat
(Mukavele. C.) Mukaveleler.
Mukavele
Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek. * Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt.
mukavele
sözleşme.
Mukavelename
Anlaşma yazılı olan kâğıt. Mukavele yapılan kâğıt.
mukavemet
dayanma, direnme.
Mukavemet
Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
mukavemetsûz
dayanma gücünü bitiren.
Mukavemet-suz
f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti kıran.
Mukavemet-şiken
f. Mukavemeti kıran.
Mukavere
Zayıflamak.
mukavim
dayanıklı.
Mukavim
Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran.
Mukavimîn
(Mukavim. C.) Karşı koyanlar, direnenler.
Mukavva
(Kuvvet. den) Sağlamlaştırılmış, kavileştirilmiş.
Mukavver
Ziftle karışık veya ziftle kaplı. * Yuvarlak kesilmiş.
Mukavves
(Kavs. den) Yay gibi bükülmüş ve eğri olan. * Kavis teşkil etmiş, bükülü.
mukavves
kavisli, eğrilmiş.
Mukavvî
Takviye eden. Kuvvetlendiren. Kuvvet veren. Takviye eden ilâç.
Mukavvim
Kıvama getiren. Biçimine koyan. Tesviye ve tanzim edici. Eğriyi doğrultucu.
mukavvis
kavisli, eğri.
2184
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mukayaza
Trampa etme, değişme. Mübadele.
Mukayefe
Firâset etmek. * Bir kimsenin ardınca gitmek.
Mukayesat
(Mukayese. C.) Mukayeseler. Kıyas etmeler.
Mukayese
(Kıyas. dan) Kıyas etme. Ölçme. Karşılaştırma.
mukayese
karşılaştırma.
mukayyed
kayıtlı, bağlı, sınırlı.
Mukayyed
Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.
Mukayyi
Kay ettiren, kusturan.
Mukayyiat
(Mukayyi. C.) Kusturucu ilâçlar.
Mukayyid
Kayd eden. Kayıt me'muru. Kayıt takan.
Mukayyidîn
(Mukayyid. C.) Kayıt memurları, mukayyidler.
Mukazefe
Sövüşmek.
Mukazzez
Heyeti hafif olan kimse.
Mukbil
Mübârek. İkbali kutlu, mutlu. Mes'ud. Bahtiyar.
Mukbilan
(Mukbil. C.) (Kabl. den) Mutlular, bahtiyarlar, mes'ud kimseler.
Mukbilîn
(Mukbil. C.) (Kabl. den) Bahtiyarlar, mutlular, mes'udlar.
Mukdim
İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli olan.
Mukdimâne
f. Gayret ve dikkatle.
Mukes'al
İyi yonulmamış ok.
Mukhem
Cümle arasındaki lüzumsuz ve fazla kelime.
Mu'kıb
Ökçeli ayakkabı.
Mûkıd
Ateş yakan.
Mukıll
Malı az olan. Fakir.
Mukıllîn
Fakirler. Muhtaç olanlar.
2185
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mûkın
Şüphesiz ve kat'i olarak bilen.
Mûkınûn
Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar. (Bak: Yakin)
Mu'kır
Malı mülkü çok olan kimse.
Mûkır
Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç.
Mukırr
(Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen. * Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse.
Mûkız
(Yakaza. dan) Uyandıran, ikaz eden. * Gaflet ve dalgınlıktan kurtaran.
Mukibb
Lüzumlu olan, icab eden.
mukîl
hataları affeden.
Mukîl
Hataları, yanlışları afveden.
Mukîm
"İkamet eden. Ayakta duran. * Okuyan. * Bir memlekette devamlı duran. * Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene ""Misâfir"" denir.) * Esmâ-i İlâhiyyeden olup ""Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet sırrıyla bir an bile hiç bir şeyden alâkasız olmayan"" meâlindedir."
mukîm
oturan, yerleşik.
Mukîm-üs sünnet
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Tevrat ve Zebur'daki ismi, sünnet ikame eden.
Mukît
Muhafaza eden. Hâfız. Amelleri zâyi' etmeyip koruyan. Gizliyi bilen. Gıda ve rızık veren.
Mukka
(C: Mükâyâ-Mükâki) Hicaz diyarında yaşıyan bir cins beyaz kuş.
Mukle
(C: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği. * Göz. * Su taksimi için kullanılan taş.
2186
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mukmah
Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi.
Mukmehun
Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler. * Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.
Mukmir(e)
(Kamer. den) Mehtaplı. Ay ışığıyla aydınlanmış.
muknî
ikna eden, inandıran.
Mukni'
İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden. * Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran.
Muknia
Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli.
muknîyâne
ikna edercesine, inandırarak.
Mukraz
(Karz. dan) Ödünç verilmiş, borç verilmiş. İkrâz olunmuş.
Mukrem
Bir kavmin ulusu, seyyidi.
Mukri'
Kur'an-ı Kerimi kaidelerine uygun okuyan.
Mukrib (mukreb)
Nöbete tutulmuş at.
Mukrif
Babası köle, anası hürre olan kimse. * Anası arabi, babası arabi olmayan deve.
Mukrin
Birlikte. Berâber.
Mukriz
(Karz. dan) Ödünç veren. Borçla emânet para ve sâir şeyler veren.
Muksa
Uzaklaştırılmış. Uzak kalınmış.
Muksem
(Kasem. den) Yemin edilmiş, kasem edilmiş.
Muksim
(Kasem. den) Yemin edilecek yer. * Yemin eden, kasem eden.
Muksit
Adaletle iş gören. Haklı hareket eden. * Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen.
muksit
haklı hareket eden.
Muksitîn
(Muksit. C.) Haklı iş görenler. Hakkı edâ edenler.
Mukşa
Kabuğu çıkarılmış. * Derisi soyulmuş.
2187
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mukşairr
Ürperen.
Muktasır
Kısa kesen, uzatmıyan.
Muktataf
(C.: Muktatafât) (İktitaf. dan) Toplanmış, devşirilmiş. * Derleme, toplama. Derlenmiş.
Muktatafat
(Muktataf. C.) (İktitaf. dan) Derlemeler, toplamalar. Derlenmiş şeyler.
Muktatıf
(İktitaf. dan) Derleyen, toplayan.
muktazi
gerekçe, gerektiren.
Mukteb
(C: Mekâtib) Yazı talim eden kimse.
muktebes
bir yerden alınan.
Muktebes
İktibas olunmuş olan. Bir yerden alınan, bir kitab ve sâir yerden istifade ederek alınan.
Muktebesat
(Muktebes. C.) (Kabs. dan) Muktebes olan şeyler. İktibas edilmiş ve faydalanmak üzere alınmış olan şeyler.
Muktebis
(C.: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.
Muktebisîn
(Muktebis. C.) (Kabs. dan) Aktaranlar, iktibas edenler. Faydalanmak için alanlar.
muktedâ
kendisine uyulan.
Mukteda
Kendisine uyulan. Önde giden. * Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ. * Namazda kendine uyulan imam.
Muktedâ-bih
Kendisine tebaiyyet edilen. Kendisine uyulan.
muktedâbih
kendisine uyulan kimse.
muktedî
birine uyan.
Muktedî
Tâbi olan, uyan. İmama uyan.
Muktedir
Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı.
muktedir
iktidarlı, gücü yeten.
2188
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muktedirâne
gücü yeter biçimde.
Muktedirîn
(Muktedir. C.) İktidar sahibleri. Muktedirler, gücü yetenler.
Muktef
"""Kendine uyulmuş, kendisi tâkib edilmiş"" meâlinde olup, Hz. Resul-i Ekreme (A.S.M.) verilen isimlerden biridir."
Muktefa
(Kafâ. dan) İzinden gidilmiş. Ardına düşülmüş. Misâl alınmış, örnek tutulmuş.
Muktefî
Ardından giden. İzinden giden. İktifâ eden. Misâl alan, örnek tutan.
Muktehim
Mülâhazasız bir işe hücum edip giren. * (Bak: İktiham)
Muktela'
(Kal'. den) Kökünden koparılmış. Kökünden koparan.
Mukteli'
(Kal'. den) Kökünden koparan.
Mukterih
Bir şeye kasd eden, araştıran. * Yeniden meydana çıkaran. * Düşünmeden, aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden.
Mukterin
(İktiran. dan) Yaklaşan, yakın gelen, iktirân eden.
Mukteseb
(Bak: Mükteseb)
muktesid
iktisadlı, tutumlu.
Muktesid
İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan. (Bak: İktisad)
Muktesidan
(Muktesid. C.) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular.
muktesidane
iktisadlı şekilde, tutumlu biçimde.
Muktesir
Kısa kesen, iktisar eden.
muktezâ
gereken, gerekirlik.
Mukteza
Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen. (Bak: Dâll-i bi-l iktiza)
Mukteza-i hâl
Duruma göre. İcabına göre. Hal ve vaziyetin gerektirdiğine göre.
Mukteza-i hilkat
Yaradılışın gerektirdiği şey. Yaradılış itibariyle olan hal ve netice.
2189
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muktezî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Muktazî) Lüzumlu olduğu taayyün etmiş, anlaşılmış. * İktiza eden. Gerekli. Lâzım.
muktezî
gerektiren, gerekçe.
muktezîyât
gerektirenler, gerekçeler.
Mukteziyyat
İktiza eden şeyler. Gerekli olan ve icab eden şeyler.
Muktir
Dar hâlli, durumu sıkıntılı. * Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın.
Mukvere
İnce, zayıf kadın.
Mukza'
Seri, hafif nesne.
Mukza
Tamamlanmış. * Lüzumlu görülmüş.
Mukzı'
Fuhşiyat söyleyen, ahlâksızca şeyler konuşan.
Mukzî
Gerekli görülmüş. * Hüküm ve kazâ olunmuş. * Tamamlanmış.
Mu'lat
(C: Meâli) şeref kazanmak. * Yüksek derece.
Mulekkın
(Bak: Mülekkın)
Mu'lem
(İlm. den) Belirtilmiş, işâretlenmiş.
Muli'
Tutkun, düşkün, ihtiraslı.
Mulif
(Ülfet. den) Alışık, alışmış. Ülfet etmiş.
Mulim
(Elem. den) Elem ve keder verici.
Mu'lin
İlân eden. Herkese bildiren.
Mum
f. Yumuşak. * Mum.
Mumahele
Hile etmek. * Oyunla aldatmak. Hilekârlık.
Muma-ileyh
(Mumâileyhâ) Kendisine işâret edilen. İsmi evvelce geçen.
mumaileyh
adı geçen.
Muma-ileyhim
İsmi evvelce geçenler. * İmâ edilenler, yukarıda anlatılmış olanlar.
Muma-ileyhinn
(Mumâ-ileyhâ. C.) Adı geçen kadınlar, yukarıda anılan kızlar, imâ edilenler.
2190
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mumatala
sohbet eder gibi karşılıklı konuşma.
Mumatele
(Bak: Mümatala)
Mumdar
f. Mum tutan. Işık veren. Işık tutan.
mumdar
mum tutan, aydınlatan.
Mumîl
Bir tarafa doğru eğen. Meylettiren.
Mumiyan
f. Belleri ince olan güzeller. Kıl belliler.
Mumya
"f. Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. * Çok zayıf (kimse).(Kur'anda çok tekrar edilen kıssa-ı Musa Aleyhisselâm'ın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ: $ Fir'avun, vezirine emreder ki: ""Bana yüksek bir kule yap, semâvatın hâlini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa'nın (A.S.) dâva ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlâh var mıdır?"" İşte Î kelimesiyle ve şu cüz'î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlik'ı tanımadığından tabiat-perest olup Rububiyyet dâva eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nâm eden şöhret-perest olup dağmisâl meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenâsuha kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillu mezarlarda muhafaza eden Mısır fir'avunlarının an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder.Meselâ: $ Gark olan Fir'avuna der: ""Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim"" unvaniyle umum Fir'avunların tenâsuh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevtâlud, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Fir'avunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir
2191
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
beden, o mahali-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu'cizâne bir işaret-i gaybiyye, bir lem'a-yı i'cazı ve bu tek kelime bir mu'cize olduğunu ifade eder. S.)" mumya
çürümesin diye ilaçlanmış ölü.
Mumza
(Mazâ. dan) İmza edilmiş olan.
Mu'nan
Su arkı, su mecrâsı.
Munassab
(Nasb. dan) Birbirinin üzerine tertiplenmiş olan.
munâtıf
bir tarafa yönelmiş, meyletmiş.
Munazzaf
(Nazif. den) Temizlenmiş, arınmış, tanzif edilmiş.
munazzam
düzenlenen.
Munazzama
Tanzim olunmuş, yoluna konulmuş olan. İntizamlı teşkilât. Nizamlı. Adaletli.
munazzım
düzenleyen.
Munazzım
Sıralayıp dizen, tanzim eden. * Nazm yazan. Vezinli, kâfiyeli, tertibli yazan.
Mundak
Dövülüp ufalanmış.
Munfasıl zamir
Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi.
munfasıl
ayrılmış.
Munfasıl
İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş. İşinden ayrılmış.
Munfasılan
Ayrı ayrı olarak. Ayrılmış olarak. Munfasıl tarzda.
Munfasım
Kırılan, kırılmış olan, kırık. Eksilen.
Munfasî
Bir şeyden ayrılıp kurtarılmış olan.
Munfatır
Yarılan, infitar eden.
Munfazih
Rezil ve kepaze olmuş.
2192
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Munika
Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel.
mûnis
alışılmış, evcil, sevimli.
Munis
Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş.
Munise
Hayat yoldaşı. Can yoldaşı.
munkabız
sıkıntılı, büzülmüş.
Munkabız
Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı. * Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış. * Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız.
munkalib
dönüşmüş, değişmiş.
Munkalib
İnkılâb eden. Dönen. Dönmüş. Başka bir şekle ve kılığa girmiş olan. Değişmiş, değişen.
munkarız
bitmiş, batmış.
Munkarız
İnkıraz bulmuş. Batmış. Bitmiş. Son bulmuş. Mahvolmuş. Sönmüş.
Munsabb
(Bir denize veya nehire) dökülen, karışan.
Munsabig
(Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden.
Munsadı'
Yarılmış, bölünmüş.
Munsalih
Sulh üzere olan. Barış hâlinde olan.
Munsamî
Dökülüp akıtılmış.
munsarıf
geri dönen.
Munsarım
Kesilen, kat edilen.
Munsarif
(Sarf. dan) Geri dönen, çekilip giden. * Gr: Esre ve tenvin kabul eden isim.
Munsarih
(Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir.
munsıf
insaflı.
Munsıf
İnsaflı. Merhametli. Hakkı kabul eden. Hakka riayet eden.
munsıfane
insaflıca.
Munsıfâne
İnsaflıca. İnsaflılıkla.
2193
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Muntabı'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Tab. dan) Yaradılışdan olan, fıtraten. * Basılmış, tab' edilmiş, damgalanmış. * Hoş görülen, güzel.
Muntabıh
(Tabh. dan) Pişmiş, pişen.
Muntabık
İntibak eden. Birbirine uyan. Uygun.
muntabık
uygun.
Muntafi
Sönmüş. Sönen. * Bastırılmış.
Muntalik
(Talâk. dan) Salıverilmiş, bırakılmış. * Bağsız. * Kederi, hüznü ve gamı olmıyan. Sevinçli, mesrur, neşeli.
Muntamıs
Belirsiz olan. İntımâs eden.
Muntasıf
(Nısf. dan) Orta, yarı. * Yarıya varılmış, yarılanmış.
Muntasıf-ı sene
Yılın ortası. Senenin yarısı.
Muntasıh
(Nush. dan) Nasihat dinliyen. Öğüt dinliyen.
Muntasıhâne
f. Nasihat dinliyerek.
muntasır
öç alan.
Muntasır
Öç alan. İntikam alan.
Muntavî
(Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş.
Muntavi'
Söz dinler. Muti.
muntazam
düzenli.
Muntazam
Düzenli. Tertibli. İntizamlı. Düzgün sıralanmış. Her şeyin yerli yerinde olması. Derli toplu olma.
muntazaman
düzenli olarak.
Muntazaman
İntizamlı ve düzgün olarak. Muntazam bir tarzda. * Devamlı ve sürekli olarak. Dâima.
muntazar
beklenen.
Muntazar
Ümid ile gözlenen. Beklenen. Gözetilen.
muntazır
bekleyen.
2194
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Muntazır
Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen.
muntazıran
bekleyerek.
Muntazıran
Bekliyerek, intizâr ederek.
muntazırâne
beklercesine.
Muntazırâne
f. Bekliyerek, muntazıran, intizâr ederek.
Muntazırîn
(Muntazır. C.) Bekliyenler, gözliyenler. İntizar edenler.
Munzacır
Yüreği sıkılmış.
Munzalim
Kendi isteğiyle veya istemiyerek zâlimin zulmüne boyun eğen.
munzam
eklenen.
Munzamm
Zamm edilen. İlâve edilen. * Ek. Üste konan, katılan.
Munzar
Geciktirilmiş, te'hir edilmiş. Sonraya bırakılmış.
Munzic
Hazmettirici, sindirici. * Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren. * Kemâle eren, inzâc eden.
Munzicât
Yaranın iltihabını yok edici, irinini akıtıcı (ilâçlar).
Mur
f. Karınca. Neml.
Mura
Kedi sesi. Kedi miyavlaması.
Murabaa
Yazlığa çıkmak üzere mukavele yapma.
Murabaha
Bir malı kâr ile satmak. * Bir miktar ilâve ederek ödünç para alıp vermek. * Fâiz ile para alıp vermek.
Murabata
Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek. * Mülâzemet etmek. * Bağlamak.
Murabba'
Dört köşeli şekil. * Dörde çıkarılmış. Dörtlü. Dört şeyden olmuş. * Geo: Kare.
murabba
kare.
Murabba
Terbiye görmüş. * Kaynatıp kıvama geldikten sonra dondurulmuş. * Meyve suyu tatlısı. Reçel. Ezme.
2195
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Murabba-i tâmm
Geo: Tam kare.
Murabbanişin
f. Bağdaş kurup oturan.
Murabbayat
(Murabbâ. C.) Kaynatılıp kıvamına getirildikten sonra dondurulmuş meyve suyu tatlıları.
murabıt
bağlı.
Murabıt
Kalbini Allah'a bağlayan. * Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.
Murabıtîn
(Murâbıt. C.) Kalblerini Allah'a bağlayanlar. * Şeyhler, dervişler.
murâd
arzu, istek, dilek.
Murad
İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. * Gâye. Maksad. Emel.
Murad-ı hak
Allah'ın isteği ve muradı.
murafaa
duruşma.
Murafaa
Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak. * Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.
Murafakat
Beraberlik, arkadaşlık.
Murafık
Refakat eden, beraber bulunan, yoldaş, arkadaş.
Murafi'
(Ref'. den) Murâfaa eden.
Muragabet
Arzu etme, dileme.
Muragıb
Rağbet eden.
Murahham
Kısaltma. * Son harfleri veya heceleri düşürülmüş.
murahhas
delege, devlet adına görevli kimse.
Murahhas
Devlet veya herhangi bir teşekkül nâmına, salâhiyyetli olarak bir yere bir vazife ile gönderilen kimse. * Terhis edilen. İzin verilen. Tâlimat verilen kimse.
Murahhasa
Ermeni piskoposu.
2196
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Murahhasiyet
Murahhaslık, delegelik.
Murahhil
(Rıhlet. den) Bir yerden diğer bir yere göçüren. Terhil eden.
Muraî
Riayet eden. Bakıp gözeten.
murâkabe
denetleme.
Murakabe
Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. * Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. * Hıfz etmek. * Beklemek. İntizar. * Dalarak kendinden geçmek. * Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.
Murakasa
(Raks. dan) Raksetme, dans.
murâkıb
denetleyici.
Murakıb
Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. * Hıfzeden. * Allah'a (C.C.) bağlanmış olan.
Murakka'
(Ruk'a. dan) Yamalı, yamanmış.
Murakkak
(Rikkat. den) İnce. İncelmiş.
Murakkam
(Rakam. dan) Yazılı, yazılmış. * Numaralanmış, numara konulmuş, sayı konulmuş.
Murakkan
Bozulmuş, aradan çıkarılmış.
Murakkık
"Tecvidde bir harfi ince okumağa; terkik, ince okunan harflere ise; murakkık denir ki, şunlardır: Elif, nun, şın, ra, ha, dal, yâ, se, ayın, lam, mim, kef, sin, vav, fe, te, cim, he, ze, bâ, zel."
Murakkım
(Rakam. dan) Pusulanın iğnesi.
Muran
(Mur. C.) Karıncalar.
Murane
f. Karıncavâri, karınca gibi.
Murasade
(Rasad. dan) Rasad etme, gözetleme. * Dikkatle bakma.
murassâ
süslü, mücevherli.
2197
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Murassa'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı. * Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş. * Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit. * Bir nevi yazı.
Murassaat
(Murassa'. C.) Murassâlar. Cevher ve inciler gibi şeylerle. Süslenmiş olanlar. Takdir edilip yerleştirilmiş süslü ve kıymetli şeyler.
murassâât
süsler, mücevherler.
Murassas
Lehimlenmiş. * Kurşun veya kalayla kaplanmış.
Muravaga
Güreşme.
Muravaza
Bir kimseyi kahır veya hile ile iknâ etme, aldatma, kandırma.
Murazaa
(Rızâ. dan) Emzirme.
Murçe
f. Küçük karınca.
Murd
f. Mersin ağacı.
Murdar
f. Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. * İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan.
murdar
pis, kirli.
murdia
süt anne.
Murdia
Süt emziren. Süt anası.
Mu'reb
Gr: Sonu her çeşit harekeyi alabilir olan. Mebni olmayan. İrablanmış. Sonu harekelenmiş olan kelime.
Mu'rib
İzhar edici, izhar eden, gösteren.
Muris
Getiren. Veren. Kazandıran. * Fık: Miras bırakan.
mûris
miras bırakan, veren.
Mu'riz
İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan.
murtabıt
irtibatlı, bağlı.
Murtabit
Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli.
2198
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Murtad
(Bak: Mürted)
Murtaz
Alıştırılmış, tâlimli hayvan.
Murtazı'
(Rızâ. dan) Süt emen, irtiza eden.
Murteza
Beğenilmiş. Seçilmiş. Makbul. Rağbet gören. Beğenilen. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir lâkabı.
murteza
kendisinden razı olunan.
Murzı'
(Rızâ. dan) Çocuk emziren.
Murzia
(Rızâ. dan) Çocuğa süt emziren. Meme veren. Sütnine. Bebeğe süt vermek üzere para ile tutulmuş kadın.
Mus
Bıçak.
Musa bih
Vasiyyet olunan şey.
Musa
"Beni İsrâil peygamberlerinden Hz. Musa'nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitaptan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiştir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, İsa'ya (A.S.) kadar devam etti. Yusuf'un (A.S.) soyundan Yuşa nâmındaki peygamberi yerine tâyin ederek vefat etmiştir. Mısır firavununa karşı mücadele etti. Harun (A.S.) kardeşi ve kendi veziri hükmünde idi.(Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir'in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gâyet mahsuldâr bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraatı, ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı, kudsiye; ve vasıta-ı ziraat olan ""Bakar""ı ve ""Sevr""i mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti, sevr'e, bakar'a ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt'ada neş'et ediyordu ve o terbiyeden bir
2199
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hisse aldıkları, ""İcl"" mes'elesinden anlaşılıyor.İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakar-perestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakar'ın zebhi ile ifham ediyor. S.)" Mus'a
(C: Musu) Böğürtlen otunun meyvesi. * Bir kuşun adı.
Mu-sa(y)
f. Ustura.
Musaara
Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek.
Mus'ab
Aygır at. * Her nesnenin erkeği.
musâb
kendine bir şey isabet eden.
Musab
Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan.
Musabbag
Boyalı, boyanmış.
Musabe
Musibet, belâ, âfet.
Musaberet
Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak.
Musabiyet
Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma.
Musadakat
(Sıdk. dan) Karşılıklı dostluk.
Musadda'
(Sad'. dan) Başı ağrıtılmış, rahatsız edilmiş.
Musaddak
"Doğruluğu tasdik edilmiş. Sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş olan.(Hem zâtiyle, hem lisâniyle, hem delâlet-i hâliyle, hem kaliyle kâinatın Sâniine delâlet eden şu delil; hem hakikat-ı kâinatça musaddak, hem sâdıktır. Çünkü bütün mevcudatın vahdâniyete delâletleri, elbette vahdaniyeti söyleyen Zâtı tasdik hükmündedir. Demek söylediği da'vâ da umum kâinatça musaddaktır. M.)"
musaddak
tasdiklenmiş, onaylanmış.
Musaddar
(Sudur. dan) Çıkmış, sudur etmiş.
Musadde
Muhâlefet, uyuşmazlık, zıtlık.
musaddık
tasdik eden, onaylayan.
2200
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Musaddık
Tasdik eden. İmzalayan. * Doğruluğunu kabul eden.
musaddıkane
onaylayarak.
Musaddi'
Tasdi' eden. Baş ağrıtan. Rahatsız eden.
Mu'sade
(İ'sad. dan) Sımsıkı kapatılmış, kilitlenmiş olan.
Musade
Avlanan canavar.
Musadefe
Bulmak. * Yetişmek.
Musadeka
Dostluk.
Musademat
Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler.
Musademe
İki şeyin birbiriyle çarpışması. Çarpışmak. Vuruşmak.
Musadere
Zulüm ve cebir etmek. (Bak: Müsadere)
Musaf
Cenk, harp.
musâfaha
tokalaşma.
musaffa
safileşmiş, arıtılmış.
musaffi
safileştiren, arıtan.
musağğar
küçültülmüş.
musâhabe
sohbet etme.
musâhale
kolaylaştırma.
musâhere
akrabalık.
musahhah
düzeltilmiş.
musahhar
emir altında, esir alınan.
musahharane
emir altında gibi.
musahhariyet
emir altındaymışcasına.
musahhih
düzelten.
musahhihane
düzeltircesine.
musahhir
ele geçiren.
musâhib
sohbet arkadaşı.
2201
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
musâlâha
barışma, anlaşma.
musâlâhakârâne
barışarak, barışırcasına.
musallâ
namaz yeri.
musallat
sataşan.
musalli
namaz kılan.
musammem
hakkında karar verilmiş, kararlaştırılmış.
musanna
sanatlı.
musannif
derleyip düzenleyen.
musarrah
açıklanmış.
musavver
resimlenmiş.
musavvibe
tasvip edilen.
Musavvir
sûret veren, biçimlendiren, Allah.
musavvire
sûretlenen, biçimlenen.
musaykal
cilali.
Musevî
Musa aleyhisselâma tabi olan, Yahudi.
mushaf
sahife, kitap, Kurân.
musıka
musıki, müzik.
musıki
müzik.
musır
ısrar eden.
musırrane
ısrarla.
mûsî
vasiyet eden, tavsiye eden.
musîb
isabetli, doğru.
musîbât
musibetler.
musîbet
başa gelen acı verici olay.
musîbetzede
musibet gören.
musika
mızıka.
2202
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muslih
düzelten.
Mustafa
" Peygamberimizin ""arınmış, seçilmiş"" mânâsında bir ismi."
mustatil
uzayan, diktörtgen.
muta
kimseden bir şey istemeyen.
mutaassıb
kendi tarafını aşırı tutan.
mutaassıbane
kendi tarafını aşırı tutarcasına.
mutâbaat
tabi olma, uyma.
mutâbakat
uygunluk.
mutâbık
uygun.
mûtad
alışılmış, adet.
mutaffifin
alışverişte muhatabının hakkını tam vermeyenler.
mutahhar
temizlenmiş.
mutantan
tantanalı, gösterişli.
mutasallıf
bilgiçlik taslayan, şarlatan, gösterişçi.
mutasarrıf
kendinde kullanım hakkı bulunan.
mutasavver
tasarlanmış, düşünülmüş.
mutasavvıf
tarikat adamı.
mutasavvıfane
tasavvuf ehline benzer şekilde.
mutasavvıfin
tarikatta ilerleyenler.
mutasavvife
tarikatta ilerleyen.
mutasavvire
sûretlendiren.
mutavaat
itaat etme.
mutavassıt
ortalama. vasıtalık eden.
mutavattın
yerleşmiş.
mutazammın
içine alan.
mutazarrır
zarar görmüş.
2203
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mûteber
inanılır, güvenilir, saygın.
mûtedil
ılımlı, ölçülü.
mutekadât
inanılan şeyler.
mutekid
inanmış.
mûtekif
ibadet için bir köşeye çekilen.
mûtell
hasta.
mûtemed
kendisine güvenilen.
mûtemid
güvenen.
mûtemidâne
güvenerek.
mûtena
özenilmiş.
mûteriz
itiraz eden, karşı çıkan.
mûterizane
itiraz edercesine.
Mûtezile
akla haddinden fazla önem veren sapık bir mezhep.
mutî
itaat eden.
mutlak
sınırlandırılmamış, salıverilmiş.
mutlakıyyet
kayıtsız şartsız bir hükümdarın idaresi altında bulunan hükümet şekli.
mutmain
tatmin olmuş.
mutmainane
tatmin olarak.
mutmainne
tatmin olan.
muttala
bilgilenme noktası.
muttalî
meseleyi bilen.
muttarid
düzenli, sıralı.
muttasıf
sıfatlanan, özellik kazanan.
muttasıl
bitişik, aralıksız, sürekli.
muvâcehe
karşı, ön, yüzleşme.
muvâfakat
uygunluk, uygun bulma.
2204
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
muvaffak
başarılı.
muvaffakiyat
başarılar.
muvaffakiyet
başarı.
muvaffakiyetkârâne
başarılı biçimde.
muvâfık
uygun.
muvahhid
Allahın birliğine inanan.
muvahhidin
Allahı bir kabul edenler.
muvahhiş
korkutup ürküten.
muvakkat
vakitli, geçici.
muvakkaten
geçici olarak.
muvakkit
vakit bildiren.
muvâsal
ulaşan, kavuşan.
muvâsala
ulaşma, kavuşma.
muvâsalât
kavuşmalar, ulaşmalar.
muvâzaa
danışıklılık, bahse girişme.
muvâzenât
muvazeneler, dengeler.
muvâzene
denge, tartıda eşitlik.
muvâzenet
dengelilik, eşitlik.
muvâzi
paralel, aynı sırada.
muvazzaf
vazifeli, görevli.
muvazzah
açıklanmış.
muzââf
iki kat, kat kat.
muzâf
bağlanmış.
muzaffer
zafer kazanmış.
muzafferen
zafer kazanarak.
muzafferiyet
zafer kazanma.
2205
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muzahrefat
süprüntüler, atıklar.
mûzam
en büyük kısım, büyütülmüş.
muzari
Arapçada hem şimdiki zamanı hem de geniş zamanı ihtiva eden fiil kipi.
muzdarib
ızdırap çeken.
muzhir
gösteren, ortaya koyan.
muzır
zararlı.
muzî
ışık veren, aydınlatan.
muzîe
ışık verici, aydınlatıcı.
muzlim
karanlıklı.
muzmahil
çökmüş, dağılmış.
muzmer
gizli, saklı.
muztar
zorda kalmış.
mübâdele
değiştirme.
mübâh
haram edilmeyen.
mübâhât
haram edilmeyenler, güzellikler.
mübâhesât
söz etmeler, konuşmalar.
mübâhese
söz etme, konuşma.
mübâlağa
abartma.
mübâlağacûyâne
abartırcasına.
mübâlağakârâne
abartırcasına.
mübârek
bereketli, hayırlı, uğurlu.
mübârekât
mübarekler.
mübârekiyet
mübareklik.
mübâreze
çarpışma, dövüşme.
mübârezekârâne
çarpışarak, dövüşerek.
2206
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
mübâşeret
başlama, girişme, dokunma.
mübâşir
müjdeleyen, mahkemede çağırıcı.
mübâyaa
satın alma.
mübâyenet
ayrılık, uymazlık, tutmazlık.
mübâyin
aykırı, uymaz, ayrı.
mübdî
yeni şeyler ortaya koyan.
mübeccel
yüceltilmiş, yüce.
mübeddil
değiştiren.
mübelliğ
tebliğ eden, bildiren.
müberhen
delilli, ispatlı.
müberrâ
arınmış, temize çıkmış.
mübeşşer
müjdelenmiş.
mübeşşir
müjdeci.
mübeyyen
açıklanan.
mübeyyin
açıklayan.
mübeyyiz
temize çeken.
mübezzir
israfçı.
mübhem
belirsiz.
mübhîc
sevindiren.
mübîn
apaçık.
müblâ
dağıtılmış, yenilmiş.
mübrem
kaçınılmaz, vazgeçilmez.
mübtedâ
başlangıç, isim cümlesinde özne.
mübtedî
dinde olmayanı dine sokan.
mübtedi
yeni, acemi, ilkel.
mübtediyane
mübtedice.
2207
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mübtelâ
düşkün, tutkun.
mübtezel
bol, ucuz, değersiz.
mübtil
iptal eden.
mücâb
kabul cevabı alan.
mücâdele
savaşma, çarpışma.
mücâhedât
din için savaşmalar.
mücâhede
din için savaşma.
mücâhid
din için savaşan, çalışan.
mücâhidane
mücahide yakışır şekilde.
mücâhidîn
din için savaşanlar, çalışanlar.
mücânebet
çekinme.
mücânis
cinsi aynı olan.
mücâveret
komşuluk, yakınlık.
mücâvir
komşu, yakın.
mücâzât
cezalandırmalar.
mücâzefe
söz ile karşısındakinin hakkını örtme, aldatma.
mücbir
zorlayan, mecbur eden.
mücedded
yeni.
müceddid
yenileyici, hadîste her asırda geleceği müjdelenen ve îman hakikatlarını asrın anlayışına uygun olarak anlatmakla görevlendirilen nurlu âlim.
müceddidiyet
mücedditlik, yenileyicilik.
mücehhez
cihazlı, donanmış.
mücellâ
parlak, cilâlı.
mücelled
ciltlenmiş.
mücellid
ciltçi.
2208
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mücemmil
güzelleştiren, güzel yaratan, Allah.
mücerreb
tecrübe edilmiş, denenmiş.
mücerred
maddî varlıklardan ayrı olarak sadece zihinde düşünülen kavram, soyut
mücerredat
mücerretler, soyutlar.
mücessem
cisimlenmiş, cisimli.
mücessime
Allahı bir cisim gibi tasavvur eden sapkın.
mücevher
kıymetli taş.
mücevherat
kıymetli taşlar.
mücîb
duaya cevap veren, Allah.
mücîr
himaye eden, Allah.
mücmâ
toplanma.
mücmel
kısa.
mücmelen
kısaca.
mücrim
suçlu.
müctebâ
seçilmiş, kıymetli.
müctehid
âyet ve hadîslerden hüküm çıkaran büyük âlim.
müctehidîn
müctehidler.
müctemî
toplu.
müctemiân
topluca.
müctenibâne
kaçınırcasına, sakınırcasına.
müczil
çoğaltan, bollaştıran.
müdâfaa
savunma.
müdâfaanâme
savunma yazısı.
müdâfaât
savunmalar.
müdâfî
savunan.
2209
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müdâhale
karışma, girme.
müdâhene
dalkavukluk.
müdahhâr
depolanmış, birikmiş.
müdâhil
içeri giren.
müdâhin
dalkavuk.
müdakkik
inceleyen.
müdakkikâne
incelercesine.
müdakkikîn
incelemeciler.
müdârâ
yüze gülme, yüze gülücülük.
müdavele
alıp verme, konuşma.
müdavemet
devamlılık.
müdâvim
devamlı.
müdâyene
ödünç alıp verme.
müdd
875 gram ağırlık.
müddea
iddia edilen, dâvâ.
müddehar
biriken.
müddeharât
birikenler.
müddeî
iddiacı, davacı.
müddeîiumumî
savcı.
müddet
süre, zaman.
müdebbir
işinin sonunu gözeterek iş yapan.
müdebbirane
müdebbirce.
müdellel
delilli, ispatlı.
müderris
ders veren âlim.
müderrisîn
ders veren alimler.
müdevven
derlenip düzenlenmiş.
2210
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müdevveriyyet
yuvarlaklık.
müdhiş
müthiş, korkutan.
müdîr
müdür.
müdrik
anlayan, kavrayan.
müdrike
anlama kabiliyeti.
müebbed
ebedî, sonsuz, ömür boyu.
müeccel
ertelenmiş.
müeddeb
edeplendirilmiş.
müeddî
ödeyen, sebep olan.
müehhirîn
sonrakiler.
müekked
kuvvetli, sağlam.
müekkel
vekil edilmiş.
müekkid
sağlamlaştıran.
müekkil
vekil eden.
müellefât
yazılmış eserler.
müellefe
alıştırılmış, yazılmış.
müellif
kitap yazan.
müennes
dişil.
müesses
kurulu.
müessese
kurum.
müessif
üzücü.
müessir
tesirli, etkili.
müessiriyet
tesirlilik, etkinlik.
müessis
kuran, kurucu.
müeyyed
desteklenen, doğrulanan.
müeyyid
kuvvet veren, destekleyen.
2211
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müeyyide
destekleyen, yaptırım.
müezzin
ezan okuyan.
müfad
anlatılan anlam.
müfahere
üstünlük yarışı.
müfarakat
ayrılmalar.
müfehhimane
anlayarak.
müfekkire
düşünme kabiliyeti.
müferrah
ferahlanmış.
müfesser
tefsir edilmiş, açıklanmış.
müfessir
âyetleri tefsir eden, açıklayan, yorumlayan, yorumcu.
müfessirîn
müfessirler, Kuranı açıklayıp yorumlayanlar.
müfettiş
teftiş eden.
müfîd
ifadeli, faydalı.
müflih
kurtulan.
müflis
iflas etmiş.
müfred
tek, yalnız.
müfredat
ayrıntılar, parçalar.
müfreze
askerî birlikten ayrılan kol.
müfrit
aşırıya kaçan.
müfritane
aşırı gidercesine.
müfsid
bozan.
müftehir
iftihar eden, övünen.
müftehirâne
iftihar ederek, övünerek.
müftereyat
iftiralar.
müfteri
iftira eden.
müfteris
yırtıcı.
2212
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müfteriyane
iftira edercesine.
müfti
fetva veren, müftü.
mühakat
benzerini yapma, taklit.
mühdî
hidayete getiren.
mühec
ruhlar, canlar.
mühefhef
narin, ince.
mühendis
hendeseci, geometrici.
mühevvil
korkunç.
mühevvin
kolaylaştıran.
müheykel
heykelleşmiş.
müheymin
koruyan.
müheyyâ
hazır, amade.
müheyyic
heyecanlandıran.
mühezzeb
düzeltilmiş, temizlenmiş.
mühezzib
temizleyen.
mühîb
heybetli.
mühim
önemli.
mühimmât
lüzumlu şeyler.
mühimme
mühim, önemli.
mühlet
belli zaman, vade.
mühlik
helâk eden, öldüren.
mühmel
ihmal edilmiş, bırakılmış.
mühr
mühür, damga.
mühtedî
îman eden.
mühür
imza yerine kullanılan damga.
müizz
izzet veren, yükselten.
2213
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müjde
güzel, sevindirici haber.
müjdekârane
müjdeli biçimde.
müjgân
kirpik.
müjik
Rus köylüsü.
mükâbere
münakaşada ağız kalabalığı ile karşısındakini yenmeye çalışma, yanlışta direnme, büyüklenme.
mükâfât
ödül.
mükâfâten
ödül olarak.
mükâleme
konuşma.
mükâşefe
sırların açılması.
mükâtebe
yazışma.
mükebbir
" tekbir getiren, ""Allahuekber"" diyen."
mükedder
kederli, acılı.
mükellef
yükümlü, yüklenmiş, aşırı süslü.
mükellefîn
mükellefler, yükümlüler.
mükellefiyet
mükellef olma, yükümlülük, görevli oluş.
mükemmel
ergin, tamam, olgun.
mükemmelen
mükemmel bir biçimde.
mükemmeliyet
mükemmellik, tamamlık.
mükemmil
tamamlayıcı.
mükerrem
kerîm olan, kendisine değer verilen, saygıdeğer.
mükerrer
tekrarlı.
mükerreren
tekrar tekrar.
mükesser
çoğaltılmış.
mükevvenât
yaratılmışlar.
mükezzib
yalanlayan.
2214
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
mükreh
zorlanan.
mükrim
ikram eden.
mükrimane
ikram edercesine.
mükteseb
kazanılmış.
mülâbeset
karışma, bulaşma.
mülâebe
oynaşma.
mülâene
lânetleşme.
mülâet
bir örtü adı.
mülâhaza
dikkatle bakma, iyice düşünme.
mülâhhas
özet, hulâsa.
mülâkat
kavuşma, konuşma.
mülâki
buluşan, kavuşan.
mülâtefe
lâtifeleşme, şakalaşma.
mülâyemet
yumuşaklık.
mülâyimane
yumuşakça.
mülâzemet
bağlanma, devam.
mülâzım
gerekli, lüzumlu, teğmen.
mülevven
renkli.
mülevves
kirli, pis, bulaşık.
mülga
kaldırılmış.
mülhak
katılmış.
mülhem
ilham olunmuş, kalbe doğmuş.
mülhemane
ilham alarak, ilham olunurcasına.
mülhid
dinsiz.
mülhik
ekleyen.
mülhim
ilham eden.
2215
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mülk
mal, sahip olunan şey.
mülkiye
ülkenin idaresi için çalışanların bulunduğu daire.
mülkiyet
mal sahipliği.
mülsak
yapıştırılmış, bitiştirilmiş.
mültebis
karıştırmış, yanılmış.
mülteci
iltica eden, sığınan.
mültefit
iltifat eden, iyi davranan.
mültefitane
iltifat ederek, iyi davranarak.
mültehab
yaralı, iltihaplı.
mülteka
kavuşma yeri, kavşak.
mültekit
yerden alan.
mülûk
melikler, hükümdarlar.
mülzem
ilzam edilmiş, susturulmuş.
mülzim
susturan.
mümaileyh
kendisinden söz edilen.
mümâlata
karşılıklı şiir söyleme.
mümânaât
engelleme.
mümânea
karşılıklı engelleme.
mümârese
uzmanlaşma.
mümas
temas eden, dokunan.
mümaselet
misil olma, benzerlik.
mümasil
benzeri, misli, dengi.
mümaşaat
maslahat namına hoş geçinme, anlaşma yolunu seçme.
mümaşaatkâr
hoş geçinen, anlaşma yolunu seçen.
mümatala
savsaklama, borcu uzatma.
mümehhed
hazırlanmış, serilmiş.
2216
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
mümessel
temsil getirilen.
mümessil
temsilci.
mümevveh
vehmî, hayâlî.
mümeyyiz
ayıran, ayırd eden.
mümeyyize
ayıran, temyiz eden.
mümidd
yardım eden, uzatan.
mümin
îman eden.
müminane
mümine yakışır şekilde, inanarak.
müminât
kadın müminler.
müminîn
müminler, îman edenler, inananlar.
müminûn
erkek müminler.
Mümît
ölümü yaratıp öldüren Allah.
mümkin
mümkün, olabilir.
mümkinât
mümkün olanlar.
mümkine
mümkün olabilen.
mümsike
tutan, yapışan.
mümtâz
seçkin, üstün.
mümtâzâne
seçkin bir biçimde.
mümtâze
seçilmiş, ayrılmış.
mümtâziyet
seçkinlik, üstünlük.
mümted
uzayan.
mümtenî
olması imkânsız.
mümtenîa
olması imkânsız olan şey.
mümteniât
olması imkânsızlar.
mümtezic
birleşen, kaynaşan.
mümtezicen
birleşerek.
2217
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
münâcât
dua, kurtuluş için Allaha yalvarma.
münâdi
seslenen, çağıran.
münâdim
yok olan.
münâfât
aykırılık, birbirinin aksine olma.
münâferet
karşılıklı nefret.
münâfık
iki yüzlü, fitneci, görünüşte Müslüman gerçekte kâfir.
münâfıkane
münafıkça.
münâfi
zıt, aykırı.
münâkale
taşıma.
münâkaşa
sert tartışma.
münâkaşât
sertçe tartışmalar.
münâkaza
zıtlık, uymazlık.
münâkız
birbirine zıt.
münâkis
yansıyan.
münakkaş
nakışlı.
münâsebât
uygunluklar, ilgiler.
münâsebet
uygunluk, ilgi.
münâsebetdâr
münasebetli, ilgili.
münâsebetdârâne
münasebetli bir biçimde.
münâsib
uygun, yakışır.
münavebe
nöbetleşme.
münavebeten
nöbetleşe, sırayla.
münâzaa
niza etme, çekişme, kavga.
münâzara
tartışma.
münâzarât
tartışmalar.
münâzaünfih
niza sebebi, çekişme vesilesi.
2218
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
münazır
tartışmacı.
münbais
ileri gelen, çıkan.
münbasıt
yayılan, genişleyen.
münbit
verimli.
münceli
parlayan.
müncelib
celbedilen, çekilen.
müncemid
donmuş.
müncer
sürüklenen, sonuçlanan.
müncezib
çekilen, cezbedilen.
müncezibane
cezbedilircesine, çekilircesine.
müncî
kurtarıcı.
mündefî
defetme, giderme.
mündemic
içine bırakılmış.
münderecât
içindekiler.
münderic
içine konulmuş.
münderis
izi kalmayan.
münebbih
uyandıran, dalgınlıktan kurtaran.
müneccemen
parça parça, kısım kısım.
müneccim
yıldızlarla uğraşan, falcı.
münekker
bilinmeyen, meçhul.
münekkid
tenkid eden, eleştiren, değerlendiren.
münevver
nurlanmış, aydın.
münevvil
nimet veren.
münevvim
uyutucu.
münevvir
nurlandıran.
münezzeh
temiz, arınmış.
2219
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
münezzehiyet
temizlik, kusursuzluk, noksansızlık.
münfail
etkilenen.
münfasıl
ayrılmış.
münfekk
ayrılan.
münferid
tek, yalnız.
münferiden
tek olarak.
münfesih
bozulmuş, hükümsüz.
münhal
boş, işsiz.
münhani
eğri.
münhaniye
eğri, çarpık.
münharif
yoldan çıkmış, çarpık.
münhasır
yalnız birinin olan, özel olarak ayrılan.
münhasıran
yalnız birine özgü olmak üzere, özel olarak.
münhasif
sönükleşen, parlaklığını yitirip görünmez hâle gelen.
münhezim
bozguna uğramış.
münib
pişman olup dönen.
münîf
meşhur, yüce, büyük.
Münîm
nimet veren, nimetlendiren, Allah.
Münîmane
nimet vererek.
münîr
nurlandıran.
münkabız
sıkıntılı, tutuk.
münkad
inkıyad eden, uyan, boyun eğen.
münkalib
dönüşen, değişen.
münkasım
bölünen.
münkatı
kesilen.
münker
haram, günah.
2220
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Münker
kabirdeki sual meleklerinden biri.
münkerat
haramlar, günahlar.
münkesif
tutulmuş.
münkesir
kırılmış.
münkeşif
açılmış, bulunmuş.
münkız
kurtaran.
münkir
inkâr eden, dinsiz.
münkirane
inkâr edercesine.
münsed
set çekilmiş, engellenmiş.
münşaib
kollara ayrılan.
münşakk
yarılan.
münşi
inşa eden, yapan.
müntabık
uygun.
müntafi
sönen.
müntakil
nakledilen, taşınan.
müntakim
intikam alan, öc alan.
müntebih
uyanık.
müntec
sonuçlanmış.
müntefi
sönen.
münteha
son, en son derece.
müntehab
seçilmiş.
müntehi
sona eren.
müntehib
yağmacı.
müntehir
kendini öldüren.
müntesib
bağlı, ilgili.
müntesibîn
bağlananlar, ilgililer.
2221
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
münteşir
yayılmış.
münteşire
yayılan.
müntic
netice veren.
münzel
indirilmiş.
münzevi
yalnız yaşayan.
münzeviyane
yalnız yaşayarak.
münzil
indiren.
münzir
korkutan, sakındıran.
mürâât
uyma.
mürââten
uyarak.
müracaat
başvurma.
mürâdif
eş mânâlı.
mürâfaa
duruşma.
mürâi
iki yüzlü, riyakâr.
mürcie
sapık bir topluluk.
mürcif
fitneci, yalancı.
mürebbi
terbiye eden, eğiten, terbiyeci.
mürebbiyane
terbiye edercesine.
mürebbiye
terbiyeci kadın.
müreccah
tercih edilen, seçilen.
müreccih
tercih eden, tercih ettiren sebep.
müreffeh
refah ile yaşayan, rahat.
mürefref
gerçek gibi ağaç resmi.
mürekkeb
terkib edilmiş, birleşik, boya.
mürekkebat
terkipler, bileşikler.
müretteb
sıralanmış, dizilmiş.
2222
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
mürettebat
iş ekibi, personel, gemide çalışanlar.
mürettib
tertib eden, sıraya koyan.
mürevvic
geçerli kılan, değer veren.
Mürîd
irade eden, isteyen, Allah.
mürîd
isteyen, tarikata girip şeyhe bağlanan.
mürîdane
irade ederek, isteyerek.
mürsel
gönderilmiş. peygamber.
mürselîn
gönderilenler, peygamberler.
mürşid
irşad eden, îman yolunu gösteren.
mürşidane
mürşit gibi.
mürtecâ
umulan.
mürteci
geri dönmek isteyen, geri dönen, gerici.
mürtecî
rica eden, ümit eden, ümitli.
mürted
dinden çıkan.
mürtedane
dinden çıkarcasına.
mürtefî
yükselen.
mürtehil
ölen.
mürtesem
resimlenmiş.
mürteşi
rüşvetçi.
mürtezık
rızıklanan.
mürûr
geçme.
mürüvvet
insaniyet, mertlik.
mürüvvetkârâne
insanca, mertçe.
müsâade
izin.
müsâadekâr
izin verici, müsaade eden.
müsâbaka
yarışma.
2223
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müsâbakât
yarışmalar.
müsâbık
yarışmacı.
müsademat
çarpışmalar.
müsademe
çarpışma, vuruşma.
müsadere
toplama, elden alma.
müsâdif
rastlayan.
müsadim
çarpışan.
müsait
uygun.
müsâlâha
barışma.
müsâlemet
barışıklık.
müsâmaha
hoş görme, kusuru görmezlikten gelme.
müsâmahakâr
hoş gören.
müsâmahakârâne
hoş görerek.
müsamere
eğlence, piyes.
müsâraa
acele, teşebbüs.
müsâvât
eşitlik, denge.
müsâvi
eşit, dengeli.
müsbet hareket
yapıcı ve düzeltici hareket.
müsbet
isbat olunan, pozitif, olumlu.
müsbit
isbat eden.
müsebbeb
sebeplerin sonucu.
müsebbebât
sebelerin sonuçları.
müsebbib
sebep olan.
müsebbih
tesbih eden, Allahı anan.
müsebbihane
tesbih ederek, Allahı anarcasına.
müsebbit
tesbit eden.
2224
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müseccel
sicilli, kayıtlı.
müsehhil
kolaylaştıran.
müsekkin
yatıştırıcı.
müsellah
silahlı.
müsellem
doğruluğu kabul edilen, teslim edilmiş.
müsellemât
doğruluğu kabul edilen şeyler.
müselsel
zincirleme, ard arda gelen.
müsemmâ
isimlendirilen.
müsemmeât
isimlendirilenler.
müsemmem
zehirli.
müsemmim
zehirleyen.
müsennâ
kat kat.
müsevvid
müsveddeyi yazan.
müsevvik
sevk eden.
Müseylime
peygamberlik dâvâ eden yalancının adı.
müseyyeb
tembel, uyuşuk, üşengeç.
müsî
teselli veren.
müsi
yaramaz.
müsîn
yaşlı, ihtiyar.
müskir
haram içki.
müskirât
haram içkiler.
müskit
susturan.
müslim
islâm olan.
Müslim
ünlü hadîs kitaplarından biri, bu kitabı yazan âlimin namı.
müsliman
islâma girmiş, Müslüman.
müslimât
kadın Müslümanlar.
2225
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müslimûn
erkek Müslümanlar.
müsmî
işittiren.
müsmir
meyveli, verimli.
müsned
isnat edilmiş, dayandırılmış.
müsrif
israfçı.
müsrifane
israf edercesine.
müstâcel
acele yapılması gereken.
müstâcil
acele yapan.
müstâfi
istifa eden, ayrılan.
müstağfir
günahları için af dileyen.
müstağni
tok gözlü, çekingen, başkalarından bir şey beklemeyen.
müstağniyane
müstağnice
müstağrak
dalmış, batmış.
müstahak
hak eden.
müstahdem
hizmet eden.
müstahkem
sağlamlaştırılmış.
müstahrec
çıkarılmış.
müstahsen
beğenilen.
müstahsil
üretici.
müstahsin
beğenen.
müstahsinane
beğenerek, güzel bularak.
müstaid
yetenekli, uygun.
müstain
yardım isteyen.
müstakar
kararlı.
müstakbel
gelmesi beklenen zaman.
müstakil
kendi başına, bağımsız.
2226
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müstakillen
bağımsız olarak.
müstakim
doğru, düzgün.
müstakimane
istikametle, dosdoğru, düzgün biçimde.
müstâmel
kullanılmış.
müstantık
sual soran, sorgu hakimi.
müstârib
Araplaşmış.
Müstean
kendisinden yardım istenen, Allah.
müstear
takma.
müstebîd
uzak gören.
müstebîdane
diktatör gibi, baskı yaparcasına.
müstebşir
müjdeleyen.
müstecab
kabul gören.
müstêcir
kiracı.
müstecir
korunma dileyen.
müstedir
daire şeklinde olan.
müstedlel
delillendirilmiş, kanıtlı.
müstefad
isifade olunan.
müstefid
faydalanan.
müstehab
sevilmiş, sevaplı.
müstehak
hak eden, layık.
müstehan
değersiz.
müstehcen
açık saçık, ayıp, edepsizcesine.
müstehlek
tüketilmiş.
müstehlik
tüketici.
müstehzi
alay eden, alaycı.
müstehziyane
alay edercesine.
2227
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müstekar
karar kılan, yerleşen, sabit.
müstekbir
büyüklenen.
müstekreh
tiksinilen.
müstelzim
gerektiren.
müstemi
dinleyici.
müstemidd
yardım isteyen.
müstemir
devamlı, sürekli.
müstemirane
devamlı, aralıksız.
müstemirre
devam eden, sürüp giden.
müstemirren
devamlı, yerleşmiş.
müstemlekât
sömürgeler.
müstemleke
sömürge.
müstenid
dayalı, dayanmış.
müsteniden
dayanarak.
müstenife
müstakil olan ara cümle.
müstênis
alışık.
müstenkif
çekimser, kaçınan.
müstenkifane
çekimser kalarak.
müstensih
yazarak çoğaltan.
müsterhimane
istirham ederek, merhamet dilercesine.
müsterih
istirahat eden, rahat.
müsterihane
rahatlıkla, gönül rahatlığıyla.
müstesna
kural dışı, ayrı, sıra dışı.
müsteşar
kendisiyle istişare edilen.
müsteşrik
doğu kültürünü inceleyen Batılı.
müstetbeât
sözün yan mânâları, söze tabi olan mânâlar.
2228
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müstetir
örtülü.
müstevî
düzlem.
müstevlî
istilâ eden, kaplayan.
müstevlîyane
istilâ edercesine, kaplayarak.
müsül
misaller, temsiller.
müsvedde
ilk yazılış, karalama.
müşabbih
benzeten.
müşâbehet
benzeyiş.
müşâbih
benzer.
müşâğabe
aldatıp kötülük etme.
müşâhedât
gözlemler.
müşâhede
gözlem.
müşâhedeten
gözlemle.
müşahhas
şahıslanmış, somut.
müşahhat
kavga, niza, çekişme.
müşâhid
gören, şahid olan.
müşâkelet
şekilce benzeyiş.
müşâkil
şeklen benzer.
müşâreket
ortaklık.
müşârünileyh
işaret edilen, kendisinden söz edilen.
müşâşâ
parlayan, debdebeli.
müşâvere
danışma, konuşma.
müşâvir
danışılan, danışman.
müşebbeh
benzetilen.
müşebbehühbih
kendisine benzetilen.
müşebbıt
ayak kaydıran, tehlikeye atan.
2229
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müşebbihe
Allahı insana benzeten sapık görüş.
müşedded
şiddetlendirilmiş.
müşerref
şereflenen.
müşerrefiyet
şereflenme.
müşerrî
şeriatın kurucusu.
müşevveş
düzensiz, karışık.
müşevveşiyet
karışıklık, dağınıklık.
müşevvik
teşvik eden, isteklendiren.
müşevvikâne
teşvik edercesine, isteklendirircesine.
müşeyyed
kuvvetlendirilmiş, sağlamlaştırılmış.
müşfik
şefkatli.
müşfikâne
şefkatlice, acıyıp severek.
müşfikkârâne
şefkat edercesine.
müşir
bildiren.
müşîr
mareşal, askeriyede yüksek bir makam.
müşîriyet
mareşallik.
müşkil
zor, zorluk, müşkül.
müşkilât
müşkiller, zorluklar.
müşkilküşâ
zorluğu gideren.
müşkilpesend
zor beğenen.
müşrik
Allaha ortak koşan.
müştak
iştiyaklı, çok istekli.
müştakane
çok isteyerek, iştiyakla.
müştakk
türemiş.
müştebih
birbirine benzeyen.
müştehi
iştahlı.
2230
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müştehir
ünlü.
müştehiyane
iştahlı bir şekilde.
müştehiyat
nefsin hoşuna giden şeyler.
müştekâ
şikayet olunan.
müştekî
şikayet eden.
müştekiyane
şikayet edercesine.
müştemil
içine alan.
müştemilât
kaplanan şeyler, içeriye alınanlar.
müşterek
birlikte, beraber, ortak.
müştereken
ortaklaşa, beraberce.
müşteri
alıcı.
Müşteri
bir gezegen.
mütâ
haram nikah.
mütabaat
uyma.
mütahaccir
taşlaşmış.
mütâlââ
inceleme, düşünme, okuma.
mütâlââgâh
inceleme yeri.
mütâlî
inceleyen.
mütâreke
anlaşma.
müteaccib
şaşıp kalan.
müteaccibane
şaşıp kalırcasına.
müteaddi
sataşan.
müteaddid
birçok, birkaç, adetli, sayılı.
müteaffin
kokuşan.
müteafir
birbirinden nefret eden.
müteahhid
işi üzerine alan.
2231
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müteahhir
sonraki.
müteahhirîn
sonrakiler.
müteâkib
takip eden, izleyen.
müteâkiben
hemen arkasından, peşi sıra, daha sonra.
müteâl
yüce.
müteallik
alâkalı, ilgili.
müteallikat
alâkalılar, ilgililer, yakınlar, akrabalar.
müteanik
birbirinin boynuna sarılmış durumda olan.
müteannid
inat eden, direnen.
mütearife
açıkça bilinen.
müteassıb
aşırı taraftar, mutaassıb.
müteassife
hak yoldan sapan.
müteassir
zor.
müteavin
yardımlaşan.
müteazzir
zor, özürlü.
mütebâdir
birdenbire akla gelen.
mütebahhir
derya gibi ilmi olan büyük âlim.
mütebahhirin
deryalar gibi geniş ilim sahibi âlimler.
mütebâid
uzaklaşan.
mütebâkî
geri kalan kısım.
mütebâriz
açığa çıkan.
mütebasbıs
yaltaklanan.
mütebâyin
uymaz, zıt, aykırı.
mütebeddil
değişen, değişken.
mütebessim
gülümseyen.
mütecâhil
bilmez görünen.
2232
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
mütecâhir
açıktan günah işleyen.
mütecânis
cinsi aynı olan.
mütecâviz
saldıran, haddini aşan.
mütecâvizane
tecavüz edercesine, saldırırcasına.
mütecebbir
cebreden, zorba, zorlayan.
müteceddid
yenilenen.
mütecelli
görünen, beliren.
mütecerrid
tecerrüt etmiş, soyutlanmış.
mütecessid
cesetlenen.
mütecessim
cisimlenen.
mütecessis
gizlice araştıran.
mütecezzi
parçalanan.
mütedâhil
iç içe olan.
mütedâir
dolayı, için, üzerine.
mütedâvil
ellerde dolaşan, kullanılan.
mütedenni
gerileyen.
mütederric
derece derece ilerleyen.
mütedeyyin
dinli, dindar.
müteeddib
edeplenen.
müteeddibe
edep kazanmış, terbiyeli.
müteehhil
evli, evcilleşen.
müteellim
acı duyan.
müteellimane
acı hissedercesine.
müteemmil
derin derin düşünen.
müteessif
üzüntülü.
müteessifane
üzülürcesine.
2233
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
müteessir
etkilenen, üzülen.
müteessirâne
üzüntü duyarak, etkilenerek.
müteevviğ
ağa olmaya çalışan.
müteezzi
incinen.
mütefârık
ayrı ayrı.
mütefâvit
çeşitli, farklı.
mütefekkir
düşünen, fikir üreten.
mütefekkirâne
düşünerek.
mütefelsif
filozoflaşmış, felsefe ile fikri bulanmış.
mütefennin
fen adamı.
müteferrik
ayrı ayrı, parça parça.
müteferrikan
ayrı ayrı bir hâlde.
mütefeyyiz
feyizlenen, manen gıdalanan.
mütegallib
zor kullanarak galip gelen, zorba.
mütegallibe
zorba.
müteganni
ırlayan.
mütegannim
koyun şeklinde görünen, ganimetçi.
mütegayir
birbirine zıt.
mütegayyir
başkalaşan, değişken.
mütehaccir
taşlaşmış.
mütehâcim
saldıran.
mütehakkık
doğrulanan.
mütehakkim
hükmeden, zorba.
mütehakkimane
hükmedercesine, zorlayarak.
mütehâlif
birbirine karşı, uymaz.
mütehallik
huy edinen.
2234
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
mütehammil
yüklenen, dayanan, tahammül eden.
mütehammilâne
tahammül ederek, dayanarak.
mütehammir
ekşiyen, mayalanan.
müteharri
araştıran.
müteharrik
hareket eden.
müteharrike
hareketli.
mütehassıl
meydana gelen.
mütehassıs
uzman, işin ustası.
mütehassir
hasret çeken, özleyen.
mütehassirane
özleyerek, hasret çekerek.
mütehassis
duygulanan.
mütehavvif
korkan.
mütehavvil
değişen, değişken.
mütehayyel
hayâl edilen.
mütehayyer
şaşılacak.
mütehayyil
hayâl kuran.
mütehayyir
şaşmış, şaşırmış.
mütehayyiz
yer tutan.
mütehevvisane
heveslenerek.
müteheyyic
heyecanlı.
mütekabil
karşılıklı.
mütekabile
karşılıklı olan.
mütekaddim
önceki.
mütekaddimin
öncekiler.
mütekaid
emekli.
mütekalkıl
deprenen, sarsılan.
2235
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
mütekallid
bir görevi üzerine alan ve yapan.
mütekâmil
olgun.
mütekâsil
tembel, üşenen.
mütekatı
kesişmiş, kesik kesik.
mütekebbir
büyüklenen, büyüklük taslayan.
mütekebbirane
kibirlenerek, büyüklenerek.
mütekeffil
kefil olan.
mütekellif
külfetli, zorlu.
mütekellim
söyleyen, konuşan.
mütekellimane
konuşarak, söz söylercesine.
mütekellimimaalgayr başkaları adına da konuşan. mütekellimîn
îman konularındaki âlimler.
mütekellimivahde
sadece kendi adına konuşan.
mütekerrir
tekrarlanan.
mütekeyyifane
keyiflenerek.
mütekkeffil
kefil olan.
mütelebbis
giyinmiş.
mütelemmi
parıldayan.
mütelevvin
renk değiştiren.
mütelezziz
lezzet duyan.
mütelezzizane
lezzet alarak.
mütemadi
devamlı.
mütemadiyen
devamlı, sürekli.
mütemasil
benzer, eş.
mütemayil
meyili, taraftar.
mütemayiz
ayrı, seçkin.
2236
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
mütemeddin
medenileşmiş.
mütemehhil
büyüyüp gelişmek için zamana ihtiyacı olan şey.
mütemekkin
yerleşen.
mütemerkiz
merkezleşmiş.
mütemerrid
inat eden, direnen.
mütemerridane
direnircesine.
mütemessik
sımsıkı yapışan.
mütemessil
benzeyen, sûretlenen.
mütemmim
tamamlayan.
mütenâfir
birbirinden nefret eden.
mütenâhi
tükenen, biten.
mütenaîm
nimetlenen.
mütenâkıs
noksanlaşan.
mütenâkız
birbirine zıt.
mütenâsık
dizili, birbirine uygun biçimde.
mütenâsib
uygun, birbirine yakışan.
mütenâvil
yiyen.
mütenâzır
simetrik.
mütenazilen
inerek, inmekle.
mütenebbih
uyanmış.
müteneccis
pislenmiş.
mütenevvi
türlü, çeşitli.
mütenevvir
nurlanan.
mütenezzih
tenzih eden.
mütenneffir
nefret eden, tiksinen.
müterâdif
eş anlamlı.
2237
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müterâfık
arkadaşlık eden.
müterakim
birikmiş.
müterakki
yükselmiş.
mütercim
tercüme eden.
mütereddi
soysuzlaşmış.
mütereddit
tereddüt eden, kararsız.
müterennim
şarkı söyleyen.
müterettib
sıralı, rütbeli.
mütesâdif
rastlayan.
mütesâfile
alt alta gelen.
mütesâide
yükselen.
mütesallib
katılaşmış.
mütesânid
dayanan.
mütesânidane
dayanırcasına.
mütesâvi
eşit, denk.
müteselli
teselli bulan.
müteselsil
zincirleme.
müteselsilen
zincirleme olarak.
müteşââb
şubelere ayrılan.
müteşâbih
birbirine benzer, mânâsı kapalı âyet ve hadîs.
müteşâbihât
edebî sanatlarla ifade edilmesi sebebiyle mânâsı kapalı olan sözler, âyet ve hadîsler.
müteşâbike
birbirine girmiş, örgülenmiş, karışık.
müteşâib
şubelenen, kollara ayrılan.
müteşâkil
şakelce benzer.
müteşebbih
benzeyen.
2238
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müteşebbis
teşebbüs eden, işe girişen.
müteşekki
sızlanan, şikayetçi.
müteşekkil
şekillenmiş, oluşmuş.
müteşekkir
şükreden, teşekkür eden.
müteşekkirâne
şükrederek, teşekkür edercesine.
müteşeyyih
şeyhlik taslayan.
mütetâbık
birbirine uygun olan.
mütetâbıkan
birbirine uyarak.
mütetahhir
temizlenen.
mütevafık
birbirine uyan.
mütevaggıl
bir işle pek fazla meşgul olan.
mütevahhiş
ıssız, kimsesiz, korkutucu, ürkütücü.
mütevakkıf
bağlı olan.
mütevâkki
sakınan.
mütevâli
devamlı.
mütevâtir
yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun bir olay hakkında verdikleri kesin haber.
mütevâtiren
kesin ve şüphesiz bir haber olarak.
mütevattın
vatan edinmiş.
mütevâzı
alçakgönüllü, tevazu sahibi.
mütevâzıane
alçakgönüllü bir biçimde.
mütevâzî
vezinli, tartılı.
mütevâzin
tartıları aynı olan.
müteveccih
yönelik, yönelen.
müteveccihen
yönelerek.
müteveffa
vefat etmiş, ölmüş.
2239
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
mütevehhim
kuruntulu.
mütevekkil
vekil eden, tevekkül eden.
mütevekkilane
tevekkül edercesine, Allaha güvenerek.
mütevelli
vakıf idarecisi.
mütevellid
doğan, ortaya çıkan.
mütevessî
genişleyen.
müteyakkız
uyanık.
mütezâhim
kalabalıktan sıkıntı çeken.
mütezâyid
artan.
mütezellil
alçalan, zillete katlanan.
mütezellilâne
zelil olarak, alçalarak, zilletini bilip göstererek.
mütezelzil
sarsılan.
mütezelzile
sarsılmış.
mütezeyyin
süslenen.
mütezeyyine
süslenmiş.
müttaki
günahtan çekinen, takva sahibi.
müttebi
tabi olan, uyan.
müttefekunaleyh
üstünde birleşilen mesele.
müttefik
birleşmiş, kendisiyle birleşilen kimse.
müttefikan
hep birlikte.
müttefikane
birleşerek.
müttehem
suçlanan.
müttehid
birleşmiş, kaynaşmış.
müvazi
aynı ağırlıkta, denk, eşit.
müvekkil
vekil tayin eden.
müvellid
doğuran.
2240
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müvellide
doğuran, meydana getiren.
müvellidülhumûza
oksijen.
müvellidülmâ
hidrojen.
müverrih
tarihçi.
müvessî
genişlettiren.
müvesvis
vesvese veren.
müvezzi
dağıtıcı.
müvvellide
doğurtan.
müyesser
nasip olma.
müyul
meyiller, yönelmeler.
müzafünileyh
belirtili isim tamlamasında belirtilen isme denir.
müzâheme
sıkışıklık.
müzâhemet
karşılıklı olarak sıkıntı ve zahmet verme.
müzâheret
koruma, yardım.
müzâhir
koruyan, yardımcı.
müzahref
süprüntü, dışı süs içi pis şey.
müzahrefât
süprüntüler, dışı süs içi pis şeyler.
müzahrefiyet
dışı süs içi pis olma, fıtri olmama, yapmacık.
müzâkere
bir konuyu anlamak için karşılıklı konuşma, ders çalışma.
müzâyaka
darlık, yokluk.
müzâyede
artırma, satış.
müzdad
artırılmış, çoğaltılmış.
Müzdelife
Kâbede mukaddes bir yer.
müzehheb
yaldızlı.
müzehher
çiçekli.
müzehhib
yaldızcı.
2241
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müzekkâ
temizlenmiş.
müzekker
erkek.
müzekki
temizleyen, ıslah eden.
müzekkir
hatırlatan.
müzevver
uydurma, düzme.
müzevvir
yalancı, arabozucu.
müzeyyen
süslü.
müzeyyenât
süslüler.
müzeyyene
süslü, süslenmiş.
müzeyyifane
tezyif ederek, aşağılayarak.
Müzeyyin
süsleyen, her eserini harika nakışlarla süsleyen Allah.
müzhir
gösterici.
müzîc
taciz eden, rahatsız eden.
müzil
izale eden, gideren.
Müzill
indiren, alçaltan, zillete düşüren, Allah.
müzmahil
perişan olmuş, dağılmış.
müzmin
yerleşmiş, eski.
müznib
günahkâr.
müznibîn
günahkârlar.
Na
"Arabçada ""Biz"" mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ $ : ""Kitabımız"" misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir."
nâ
olumsuz yapan ön ek.
Na'ab
Aceleci. Hızlı yürüyen, tez giden kişi.
Na'al
Nalbant. Nalin yapan.
Naam
(Bak: Neam)
2242
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Na'ar
Fesad ve fitneye çalışan. * Kanı kaçmış olup sâbit olmayan damar.
naarât
naralar, gürlemeler.
Na-aşna
f. Bilinmeyen, yabancı.
Naat
(Bak: Na't)
naat
Peygamberimizi övmek için yazılan şiir.
Nab
(C.: Enyâb) Azı dişi. * Yaşlı deve.
Na'b
Karga veya horoz ibiği.
Na-balig
f. Henüz büluğa ermemiş, daha bâliğ olmamış. * Erişmemiş, yetişmemiş.
Na-bayeste
f. Lüzumsuz, gereksiz. Uygun ve münasib olmıyan.
Nabazan
Nabız atması, damar vurması.
Na-beca
f. Yersiz, uygunsuz, münasebetsiz.
Na-bedid
(Bak: Nâ-bercâ)
Na-behencar
f. Usulsüz, kuralsız, yolsuz, kaidesiz.
Na-behengâm
f. Vakitsiz, mevsimsiz, zamansız.
Na-behre
f. Azim, ulu. * Karışık. * Soysuz.
Na-bekaide
f. Kural ve kaideye uymayan. Kaidesiz, kuralsız, nizamsız.
Na-bekâr
İşsiz, işe yaramaz.
Na-bemahal
f. Yerinde olmadan. Mahallinde olmayan. * Münasebetsiz. Yersiz.
Na-berca
(Nâ-bedid) Belirsiz, görünmez olan.
Na-besî
f. Yokluk, adem.
Na-besud
f. El dokunulmamış, el değmemiş, yeni şey.
Nabız
Atar damarın vuruşu. Şah damarının atması. Kırmızı kan damarının oynaması hali.
nabız
atardamarın vuruşu.
Nâbız
Hareket eden.
2243
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nâbıza
(C.: Nevâbız) Nabız damarı.
Nabız-âşnâ
f. Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen.
Nabız-gir
f. Her mizaç ve tabiata göre davranıp muamele etmesini bilen.
Nabi'
(Nâbia) (Nebean. dan) Yerden fışkıran, kaynayan, akan.
Nabi
Haber veren, haberci. * Urfa'lı kıymetli bir şâirin ismi. (Mi: 16261712)
Nabiga
(C.: Nevabig) Şanı, şöhreti büyük adam. ulu, şerefli kimse. * Sonradan şâir olan. * Üstün zekâlı hârika ve çok fasih kimse.
Nabigat-ül ca'dî
Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın duasına mazhar olmuş mühim bir Arab şâiridir. İran'ın fethinde bulundu. Rivayete göre Mi: 684'de İsfehan'da Rahmet-i Rahman'a kavuştu.
Nabigat-üz zübyanî
Câhiliyet devrinde meşhur ve Suk-ı Ukaz'da hakemlik yapmış Arab şâirlerindendir. Tahminen Mi: 535-604'de yaşamıştır.
Nabil
Ok yapan. * Üstad, hâzık kimse. * Irgaç.
Na-bina
(C.: Na-binayan) Kör, a'mâ, gözleri görmez. Anadan doğma kör.
Na-binayan
(Na-bina. C.) Gözü görmeyenler, a'mâlar, körler.
Na-binayî
f. Körlük, a'mâlık.
Nabit
Ağaç ve nebat gibi yerden bitip büyüyen.
nâbit
yerden biten.
Nabite
Bir kabilede yeni çıkan küçük çocuk.
Nabiz
Savaşçı, muharip, savaşan.
Nabud
(Nâ-bud) f. Mâdum, yok olan, bulunmayan. * İflas etmiş. Perişan olmuş. * Sonradan yok olan.
Na-budmend
f. Yoksul, fakir.
Na'büdü
"""Biz ibadet ederiz"" mânâsında fiil. ( Bak: Nun-u na'büdü)"
2244
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nâbüdü
biz ibadet ederiz.
Nabz
(Bak: Nabız)
Nabza
Damarın bir defa atması.
Nabz-aşna
f. Nabızdan anlayan, mizac bilen.
Nabz-gir
f. Mizaca göre hareket etmesinden anlıyan, nabza göre davranmasını bilen.
Nabzî
Damarın atmasıyla ilgili.
Na'c
(C: Niâc-Neacât) Koyun.
Na-caiz
f. Yapılmaz, câiz değil.
Nacak
Bir ağaç sapa geçirilen, ağzı keskin, genişçe demir âlet. Balta.
Na'cat
(Na'ce. C.) Dişi koyunlar.
Na'ce
(C.: Niâc-Na'cât) Dişi koyun. * Dişi sülün. * Kadına da istiare ile söylenir.
Naci
"Kurtulan. Necat bulan. * (Mi: 1849-1892) Muallim Naci diye meşhur olan bir İstanbul'lu şâir. Lügat-ı Naci'yi ""Fetva"" kelimesine kadar hazırlamıştır."
Naci'
Hazmı kolay olan yiyecek.
nâcî
kurtulan.
Naci(ye)
Kurtulmuş, necat bulmuş. Cennetlik olan.
Nacil
Nesli kerim, şerefli olan, soyu temiz.
Nacileyn
Ana ve baba, ecdad ve evlâd, dedeler ve babalar.
Na-cins
f. Aynı cinsten olmayan. * Cinsi bozuk.
Nacir
Ağaçlarda yaprak saplarının dibindeki filiz.
Nacis
İyileşmez hastalık.
Naciş
Avı ürküterek avcının tarafına kovalayan adam.
Naciye
(C.: Nâciyât) Sür'atli deve.
2245
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Naciz
Azı dişi.
Nacu
f. Çam ağacı.
Nacud
f. Büyük kadeh.
Na-cunban
f. Kımıldamaz. Yerinde durur. Sağlam.
Nacur
Sırça tabak.
Nacüv
f. Çam ağacı.
Na-çar
f. Çaresiz, elinden iş gelmeyen. Mecbur kalmış olan.
Na-çarî
f. Çaresizlik.
Na'çe
f. Yumuşak yer.
Na-çespan
f. Uygun ve yakışık olmıyan.
Naçiz
(Nâ-çiz) f. Çok küçük, ehemmiyetsiz şey, değersiz, hükümsüz.
nâçiz
değersiz.
Naçizane
f. Çok ehemmiyetsiz olarak. Pek ufak olarak.
Na-çizî
f. Naçizlik, ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, değersizlik.
nâdân
cahil, haddini bilmez.
Na-dan
f. Cahil, bilmez, haddini bilmez.
Nâ-danî
f. Terbiyesizlik, haddini bilmezlik. * Cahillik.
Nâ-danist
(Nâ-dâniste) f. Câhil, bilmez.
Nadar
(Nadâret) Altun.
Na-darî
f. Olmamazlık, bulunmayış.
Nadas
Tarlayı temizleyip otlarını kurutmak için önceden sürüp hazırlama.
Na-daşt
f. Hayâsız, utanmaz.
Nadc
Kıvam. Büluğa erme. Pişme.
Nadd
Azık, rızık.
Naddahatan
Püsküren çifte pınarlar.
Na-demsaz
f. Uymayan, uygun olmayan, âhenksiz.
2246
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Na-deride
f. Delinmemiş, delik açılmamış.
Nadh
Su serpmek, sulamak. Su içip kanmak. * Musallat olanı defetmek. * Suyun feveran etmesi, püskürmesi.
Nadıc
(C.: Nevadıc) Olgunlaşmış, olmuş, kıvama gelmiş.
Nadi
"Nidâ eden, haykıran, çağıran. * Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. Nitekim İslâmdan evvel Mekke'de Kureyş'in toplandığı meclis binasına ""Darünnedve"" denilirdi. Nâdi; orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki; bezm, meclis, mahfil, kongre tâbirleri gibidir. (E.T.)"
Nadib
Geçmiş. * Hafif adam. * Yas tutan.
Nadic
Olgun meyve. * İyi pişmiş et.
Nadid
Salkımları sık olan üzüm veya muz. * İçi doldurulmuş yastık, minder, şilte gibi şeyler.
nâdide
az bulunur, değerli.
Na-dide
f. Az bulunur, çok değerli. Az görülen, görülmemiş.
Nadim
Nedamet etmiş, pişman.
nâdim
pişman.
Nadimâne
f. Pişmanlıkla, pişman olarak, nedamet duyarak.
Nadimiyet
Pişmanlık, nedamet.
nâdir
az bulunan.
Nadir(e)
Az bulunan. Seyrek.
Nadirât
Az bulunan şeyler.
nâdirât
az bulunanlar.
nâdire
nadir olan.
Nadiredân
f. Zarif, âlim.
Nadirekâr
f. Nâdir işler ve san'atlar yapan.
2247
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nâdiren
nadir olarak.
Nadiren
Nâdir ve az olarak. Çok aralıklı. Pek az bulunur.
Nadire-perdâz
f. Güzel söz söyleyen.
Nadire-senc
f. Nükteli konuşan, güzel fıkralar anlatan, zarif kimse.
Nadiret
Güzellik, parlaklık, tazelik. * Hoş ve lâtif.
Nadiye
Sudan uzak olan hurma ağacı.
Na-dürüst
f. Doğru olmayan. Eğri. * Sağlam, dürüst ve gerçek olmayan. * Yanlış, haksız.
Na-dürüstî
f. Gerçek olmama, doğru olmama.
Na-ehil
f. Ehliyetsiz, beceriksiz. Ehil olmayan.
nâehil
işin adamı olmayan.
Na-endam
f. Muntazam olmıyan. Biçimsiz, gayr-ı muntazam.
Na-endiş
f. Uzun uzadıya düşünmeğe değmez. Açık, muhakkak.
Na-endişîde
f. Düşünülmemiş.
Nâ-evs
f. Manastır, kilise.
Nâf
f. Göbek. * Mc: Orta.
Na'f
Sütü çok olan deve.
nafaka
geçim için gereken para.
Nafaka
Yiyecek parası. Geçim için lüzumlu olan şey. * Geçindirmeğe mecbur olduğu kimselere veya çocuklarına mahkeme karariyle verilen iaşe parası.
Nafaka-i iddet
Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.
Nafaka-i makziyye
Fık: Hâkim tarafından takdir olunan nafaka.
Nafakat
(Nafaka. C.) Nafakalar.
2248
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nafata
Vücutta çıkan sivilce veya kabarcık.
Nafe
f. Derisi kürk yapımında kullanılan hayvanların postlarının karnı altındaki deri kısmı.
Na-fercam
f. Asıl ve esastan âri olan, akibetsiz olan. Faydasız.
Nafe-riz
f. Koku saçan. * Göbek düşüren.
Nâf-ı âlem
Mekke-i Mükerreme.
Nâf-ı şeb
Gece yarısı.
Nâf-ı zemin
Zeminin ortası. Mekke-i Mükerreme.
Nafıa
Bayındırlık işleri.
nâfık
geçer akçe.
Nafık
Geçer para. Geçer akçe.
Nafıka
"(C.: Nevâfık- Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı; tarla fâresi dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan kasia dedikleri yuvasında tehlike hissederse hemen nâfıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği için nifak, münafık kelimeleri bu kelimeden gelmiştir. (Kamus)."
Nafız
Çok titreten. Sıtma.
Nafi
(Nefiy. den) Giderici, yok eden, nefyeden, menfi yapan.
nâfî
faydalı.
Nafi'
Menfaatli. Faydalı. Yarar. Şifalı. * Esma-i Hüsnâdan bir isim.
nâfia
faydalı olan.
Nafia
İnşaat işleri. * Faydalı işler. Menfaatli olanlar.
Nafic
(C.: Nevâfic) Kaburga kemiklerinin sonu.
Nafice
(C.: Enfice) Misk göbeği.
Nafih
(Nefh. den) Üfürücü, üfleyici.
2249
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nafika
(Nüfeka) (C.: Nevâfık) Keler yuvalarından biri.
Nafile
Fık: Farz ve vâcibden gayrı mecburiyet olmadığı hâlde yapılan ibadet. Fazladan yapılan iş. * Menfaatli olmayan. Ziyâdeden olan. * Torun. * Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye.
nâfile
isteğe bağlı ibadet, boş.
Nafir
Nefret eden. Ürken, korkan. Sevmeyen. * Galip olan. * Öksürüp burnundan sümüğü saçılan koyun.
Nafis
(Nefs. den) Gözü nazar değer olan kimse. * Açan ve ferahlandıran.
Nafis-ül kerb
Sıkıntı ve belâlara, göz değmesine, nazara te'sir edip kaldıran.
Nafiz
İçe işleyen. Delip geçen. İçeri giren. * Sözü geçen, kendine itaat edilen. Te'sirli, nüfuzlu.
nâfiz
nüfuz eden, içe işleyen.
Nafize
Karından vurulup arkaya çıkmış olan yara.
Nafiziyet
Sözü geçerlik, nâfizlik.
Nafiz-ül emr
Emri geçip sözü dinlenilen. * Kendisine itaat edip boyun eğilen.
Nafiz-ül kelim
Sözü geçen.
Nafur
(Nâfure) Fıskıye, fevvâre.
nâgâh
birdenbire.
Nagâh
f. Birdenbire, ansızın, hemen. (Nâgeh, nâgehan, nagehâne, nagehânî)
Nagam
(Nağme. C.) Nağmeler, âhenkler, türküler.
Nagamât
Nağmeler, âhenkler, güzel sesler.
Nagam-kâr
f. Nağmeler söyleyen, ezgici.
Nagam-perver
(C.: Nagamperverân) f. Türkü söyleyen, nağmeci. Nağme seven.
Nagaşan
Iztırab, acı.
Na-gehan
f. Birdenbire, ansızın, âniden.
2250
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nagfa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Ceviz ağacına benzer bir ağacın adıdır ve Beyrut dağlarında olur; dut gibi yemiş verir."
Nagız
Şaşırdığında başını sallayan kimse. * Kürek başında olan kıkırdak.
Nagk
(C.: Nuguk) Karga çağırmak.
Nagl
Çürük sahtiyan.
Nagm
Gizli kelâm, gizli söz.
Nagr
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Kin tutmak. * Çömlek kaynamak.
Nags
Kederli, gamlı olmak.
Na-güşade
f. Kapalı, açılmamış.
Na-güvar
(Nâ-güvâre) f. Midede zor hazmolunan şey. Sindirimi zor. * Yenilmesi veya içilmesi acı olan şey.
Nagz
Devekuşunun erkeği. *Başını sallayıp depretmek. * Bulutun koyu ve kesif olması.
nâğamât
nağmeler, ezgiler.
Nağme
(C.: Nağamât) Ahenk, güzel ses, âvaz, ezgi, teganni.
nâğme
ezgi.
Nağme-ger
f. Türkü söyleyen, öten.
Nağme-hân
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
Nağme-hânî
f. Türkü söyleyicilik, nağme söyleyicilik.
Nağme-hiz
f. Nağme uyandıran. Türkü, şarkı söyleyen.
Nağme-keş
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
Nağme-perdaz
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
Nağme-saz
f. Ahenkle söyleyen, terennüm eden.
Nağme-sera
f. Türkü okuyan, şarkı söyleyen.
Nağme-zen
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
2251
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nah
f. İp, ince ip. * Tel. * Halı, kilim.
Nah'
Kesme, boğazlama.
Naha'
Boyun kemiğindeki beyaz iliğe varana kadar kesmek. * Yemen taifesinden bir kavim. * Hâlis etmek. * Uzaklık, ıraklık.
Nahabe
(C.: Nuhab) Geçit ağzı. * Çokluk asker. * Her nesnenin iyisi.
Nahafet
Zayıflık, arıklık, cılızlık.
Na-hah
f. İstemeyerek, râzı olmayarak. Zoraki.
Na-hak
f. Haksız, beyhude, boş.
nâhak
haksız.
Na-hande
f. Câhil, ümmi, okumamış.
Naharir
(Nihrir. C.) Bilgili, akıllı ve âlim kimseler. Fâzıl ve mâhir kişiler.
Nahaset
Esircilik. * Canbazlık.
Na-hast
f. İsteksiz. İstenilmemiş. İstemeden.
Nahb
Yüksek sesle ağlama. * Önemli iş, mühim iş. Nezretmek, adamak. * Seri seyr. * Vakit, müddet. Ecel, ölüm, mevt.
Nahçir
f. Av hayvanı. Sayd. * Av yeri. * Yaban keçisi.
Nahçir-gâh
f. Av yeri.
Nahçir-gir
f. Avcı, sayyad.
Nahçir-vân
f. Avcı.
Na-hemta
f. Denk ve eşit olmayan. Müsavi olmayan.
Na-hemvar
f. Eğri, düz olmayan. * Uymayan, mutabık gelmeyen. * Uygunsuz.
Na-hencar
f. Doğru olmayan.
Nahf
Aksırmak. Nefes almak.
Nahh
Davar sürmek. * İplik. * Zeyli denilen döşek. * Güç seyr. * Deve çökertmek için söylenen söz.
2252
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nahham
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tamahkâr, cimri, hasis, pinti. * Boğazını temizlemek için fazlaca soluyup balgam çıkaran adam.
Nahhas
Bakırcı.
Nahhat
Gururlu, kibirli.
Nahı'
Âlim.
Nahi
(Nehy. den) Nehyeden, yasak eden, önleyen.
Nahib
Korkak, cebin.
Nahide
Yeni yetişmiş kız. * Zühre (Venüs) yıldızı.
nahîf
cılız.
Nahif
Çelimsiz, zayıf, ince. Arık.
nahîfe
cılız olan.
Nahik
(Nehak. dan) Eşek gibi anıran, eşek sesli.
Nahika
(C.: Nevâhik) Dudaklı hayvanların göz pınarı.
Nahil
Hurma ağaçları, hurmalık. * Hurma ağacı. * Balmumundan yapılan ağaç, yapraklı dal ve yemiş taklidi işlere denir ki, sathı altın ve gümüş yapraklarla süslenerek, eskiden gelin giderken önünde alayla götürülür ve gelin odalarına süs olarak konurdu. (O.T.D.S.)
Nahile
Huy, tabiat, mizac.
Nahir
Çürümüş kemik. * İçine rüzgâr girip çıkmakla öten kemik.
Nahiran
Atın göğsünde olan iki damar.
Nahire
Ayın birinci günü. * Ayın son gecesi.
Nahis
Vuran, vurucu. * Devenin kuyruğunda veya göğsünde olan uyuz.
Nahise
Koyun sütüyle karışık keçi sütü.
Nahit
(Nahite) İnilti.
nahiv
dilbilgisinin konusu cümle olan kısmı.
nâhiye
belde.
2253
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nahiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yan taraf, kenar, civar, çevre. * Küçük yer, bölge. İdari taksimatta, kazadan küçük, köyden büyük olan yerleşme merkezi.
Nahiz
Uçmaya hazırlanmış ve kanatları bitmiş olan kuş. * Tavşancıl yavrusu.
Nahizgâh
f. Pusu yeri.
Nahl suresi
Kur'an-ı Kerim'de 16. Suredir. Mekkîdir.
nahl
balarısı.
Nahl
Hurma ağacı. * Gelinler için yapılan süs ağacı. * Un elemek.
Nahl-bend
f. Ağaçları budayıp tanzim eden kişi. * Balmumundan taklid süs ağacı yapan, balmumcu.
Nahle
Tek hurma fidanı. * Bir fidan.
Nahlistan
f. Hurma fidanlığı, hurmalık. * Ağaçlık, fidanlık.
Nahliye
Hurmalar.
Nahme
Göğüsten çıkan ses.
Nahnaha
Deveyi çökertmek.
Nahnu
Biz.
nahnü
biz.
Na-hoş
f. Hoş olmayan, hoşa gitmeyen.
nâhoş
hoş olmayan.
Na-hoş-güvar
f. Hazmı zor, sindirimi güç. Tatsız.
Na-hoşî
f. Nahoşluk, fenalık, iğrençlik. Hoşa gitmemeklik.
Na-hoşnud
f. Razı ve hoşnud olmayan. Gayr-i memnun.
nahr
boğazlama.
Nahr
Eskimek. * Çürümek. * Parçalamak.
Nahr-ün nehar
Gündüzün evveli.
Nahr-üş şehr
Ayın evveli.
2254
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nahs
Uğursuzluk, yümünsüzlük. * Bahtsız, uğursuz.
Nahş
Zayıflamak.
Naht
Sümkürmek.
Nahu
(Kürdçe) Öyle ise şöyle ki, işte.
nâhu
öyle ise, şöyle ki, işte.
Na-huda
f. Allah'tan korkmaz. * Gemi kaptanı.
Nâhun
f. Tırnak.
Nâhun-be-dendân
f. Hayretten veya kederden dolayı parmağını ısırmış olan.
Nâhunbür
f. Tırnak makası.
Nâhun-bürâ(y)
f. Tırnak makası, tırnak çakısı.
Nâhun-tıraş
f. Tırnak makası, tırnak çakısı.
Nahv
(Nahiv) Yol, cihet. Etraf, yön. * Misâl. * Miktar. * Kasd ve azmeylemek. * Gr: Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemeleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim. Nahiv ilmi ile Arapça kelimelerin yeri ve usulü bilinir, yani cümle tahlili yapılır.
nahv
dilbilgisinin konusu cümle olan kısmı.
Nahve
Çörek otu.
Nahvet
Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
Nahvetfüruş
f. Böbürlenen, gururlanan.
Nahvî lisan
Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.
Nahvî
Nahiv ilmine ait. Arapça gramere ait. Nahiv ilmini iyice bilen.
nahvî
nahivle ilgili.
Nahviyyun
Kelime dizimi ve nahiv ilminin ehli olan âlimler. Arapça dil âlimleri, gramerciler.
Nahz
Kemiğin etini ayıklama.
Nahza
Et parçası.
2255
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Naıt
Dağ. * Hemeden kabilelerinden bir kabile.
Naî
Kötü haber veren.
Naib
Karga gibi çirkin sesli kuşların ötüşü.
nâib
vekil.
Naib(e)
(Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. * Şeriat hâkimi olan kadı vekili. * Nöbet bekleyen.
Naib-i fâil
"Meçhul fiilin mevzuu olan kelime ki, harekesi merfu olur. (Küsirel kalemü: ""Kalem kırıldı"" cümlesinde "" kalem"", ""Naib-i fâil"" olmuş ve fâilin yerine geçmiştir.)"
Naib-ül âm
Cumhuriyet müddei-i umumisi. Cumhuriyet savcısı.
Naice
Yumuşak yer.
Naif
Zayıf, cılız.
Naik
Karga ötüşü veya horoz sesi. * Çobanın koyuna bağırması.
Naikan
Cevzâ burcundan iki yıldız.
nâil
erişen, kavuşan.
Nail(e)
Muradına eren, nâil olan, ele geçiren. Erişmiş.
Nailiyet
Ele geçirmek, murada ermek, elde etmek.
nâiliyet
erişme.
naîm
cennet, bolluk.
Naim
Taze, körpe. * Kılçıksız, yumuşak, kemiksiz. * Etli sebze.
nâim
uyuyan.
Naimâne
f. Uyur gibi, uyuklayarak, uyurcasına.
Naime
Rahatlık içinde nazlı büyütülmüş kadın. * Yumuşak yapılı hayvancıklar.
Naimîn
(Nâim. C.) Uyuyanlar, uykuda bulunanlar.
Na-insaf
f. İnsafsız. İnsafı bulunmayan.
2256
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nair
Haykıran, nâra atan. * Uzak. Irak, baid.
Naire
(C.: Nevâir) Alev, ateş. * Hararet, sıcaklık.
Naiye
Ölüm haberi götüren, kötü haber veren.
Naiz
Kuvvetlendiren. Kaldıran.
nâk
" ""lı, li, lu, lü"" mânâsında son ek."
Nak'
(C: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer. * Kuyu içinde olan su. * Deve kuşu avazı. * Feryâd etmek, bağırıp çağırmak. * Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek. * Sıcak suda haşlama. * İlâç olarak çıkarılan su. * Suda ıslanma. * Toz.
Nak
f. Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk $ : Gamlı, kederli.
Na'k
Karga avazı. * Çobanın koyuna haykırıp çağırması.
Naka
(C.: Enkâ) Kumdan meydana gelmiş tepe.
nâka
dişi deve.
Nâka
Dişi deve. * Bir yıldızın ismi. * Sivilce.
Naka'
Temiz olma.
Na-kabil
f. Mümkün olmayan. Kabil olmayan. * Câhil, kabiliyetsiz.
Na-kabul
f. Kabiliyetsiz, istidatsız.
Na-kâfi
f. Kâfi olmayan. Yetersiz, kâfi değil.
Nâka-i sâlih
Salih Peygamber'in (A.S.) bir mu'cizesi olarak kayadan çıkan devesi. (Bak: Sâlih A.S.)
Nakais
(Noksan. C.) Eksiklikler. Noksanlar.
Nakaka
Kurbağaların çağrışıp ötmeleri. * Tavuğun yumurtladığında ötüp gıdaklaması.
Nakal
Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar. * Devenin tabanına ârız olur bir hastalık.
2257
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nakale
(Nâkıl. C.) Haberciler, nakledenler.
Na-kâm
f. Muradına eremeyen, tali'siz. Arzusuna kavuşamayan.
Nâ-kâmî
f. Mahrumiyet, bahtsızlık. isteğine kavuşamama.
Nakarat
(Nakra. C.) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler. * Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça.
nakarât
tekrar.
Na-kâre
f. Bir işe yaramaz olan.
Nakare
f. Davul, kös. Dümbelek.
Na-ka'ryab
f. Dibi bulunmayan, dipsiz.
Na-kaste
f. Eksiksiz, noksansız. Tamam.
Nakave
Temizlik.
Nakb
(C.: Enkâb) Delmek, delik açmak. * Girmek. * Dağ içindeki yol.
Nakba
Tabanı aşınmış deve.
Nakd
(C?: Nukûd) Madeni para, akçe. * Bir şeyin bedelini peşinen ödemek. * Para olarak bulunan servet. * Vezin ve ayarı tamam olan para. * Bir şeye hırsızlamasına bakma. * Seçmek. * Saymak.
nakd
para.
Nakden
Para olarak, peşin, elden.
Nakd-i cân
En kıymetli olan şey.
Nakd-i mevcud
Mevcud olan para, elde bulunan para.
Nakdî
Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik.
Nakdine
Hazır ve peşin para. * Kıymetli ve değerli mal.
Nakdine-i hayat
Hayatın kıymeti.
Na-kerde
f. Yapılmamış, olmamış.
Na-kes
f. Hasis olan. * Zelil, insaniyetsiz, alçak, deni.
2258
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Na-kesan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Nâ-kes. C.) Alçaklar, âdi insanlar, insaniyetsiz kimseler. * Cimriler, tamahkârlar, pintiler, hasis kişiler.
Na-kesâne
f. Alçakçasına. * Cimrilik ve tamahkârlıkla.
Nakf
(C: Nuküf-Enkâf) Başı dimağından yarmak. * Bakış, nazar.
Nakh
Teftiş etmek, kontrol etmek.
Nakıbe
(C.: Nukab) Kişinin yan tarafında çıkan çıban.
Nakıd
Bir şeyin iyisini kötüsünden veya bozuğundan ayıran. * Tenkidci, ayarcı. Paranın kalbını anlayan. * Dinar, dirhem.
Nakıf
Kırıcı, kıran. * Bakan, nâzır.
Nakıh
(C.: Nukuh) Tam olarak iyileşip hastalıktan kurtulmayan.
Nakıl
İleten, taşıyan, aktaran, nakleden. * Tercüme eden. * İşittiğini anlatan.
Nakıle
Nakleden. * Cereyan geçiren.
Nakıl-ı ahbar
Haberler nakleden.
Nakılmeclis
Söz taşıyan. Dedikoduculuk yapan. Gammaz.
Nakır
Nişana isabet eden ok.
Nakıs
Ekşi şarap.
nâkıs
noksan, eksik.
Nakısat
(Nâkıs. C.) Nâkıslar. Noksanı olanlar. Eksiği bulunanlar.
Nakısat-ül akl
Aklı kısa. * Mc: Kadın.
Nakıs-ul iyar
Ayarı bozuk.
nakış
süs, bezek.
Nakıyy
Pak, temiz, nazif.
Nakız
(Nakz. dan) Bozan, bozucu.
nakızeyn
iki zıt.
Naki'
(C.: Enkia) Kuru üzümü su içinde ıslatarak yapılan şarap. * İçinde hurma ıslatılan havuz. * Suyu çok olan kuyu. * Kandıran, kandırıcı.
2259
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Naki
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Nakiye) Temiz, pâk. * Çok takvalı, temiz insan. * Has undan yapılmış beyaz ekmek.
nâki
takva sahibi, günahtan arınmış.
Nakia
(C.: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek. * Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun. * Damat için hazırlanan yemek. * Ziyafet.
nakîb
vekil.
Nakib
Vekil. Bir kavim veya kabilenin reisi veya vekili. Halkın hayırlısı. * En eski derviş veya dede. * Müfettiş.
Nakibe
Akıl. Nefs. * İnsan ruhu.
Nakid
(Bak: Nakd)
Nakih
(Nekahet. den) Hastalıktan yeni kurtulmuş olup henüz zayıf olan kimse.
Nakihe
Nikâhlı kadın eş.
Nakik
Kurbağa, akrep ve tavuk sesleri.
nâkil
nakleden, taşıyan.
nakil
nakletme, taşıma.
Nakil
Yol, tarik. * Bir yürüme çeşidi.
Nakile
(C.: Nekâyil) Ayakkabıya yapılan yama.
nâkile
ileten.
Nakime
Asıl, cevher. Kendi, nefis. * Nefsi mübarek olan.
Nakir
Gadaplı, kızgın.
Nakis
Bayağı, alçak. * Başını daima öne eğen adam.
Nakise
Kusur, ayıb, eksiklik, kabahat, noksanlık. * Gıybet.
nâkise
noksanlık, eksiklik.
Nakisedâr
f. Eksiği bulunan. Kusuru olan. Kusurlu.
2260
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nakiş
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Parça parça ve dağınık olan eşyaların bir yerde veya bir çuval içinde toplanması. * Benzer, misil.
Nakit
Dişi keklik.
nâkiz
nakzeden, çelişen.
Nakiz(e)
"(Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş. * Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. (Meselâ: ""Her insan hayvandır. Bazı insan hayvan değildir."" kaziyeleri birbirinin nakizidir. Nakiz ile zıd beyninde fark vardır. Nakizeyn; ne cem' olurlar, ne de ma'dum. Zıddeyn; cem' olmazlar, ikisi de bir arada olmazlar, ma'dum olurlar. * Eyer ve semerden çıkan ses."
Nakiza
Dağ içindeki yol.
nâkize
zıt olan.
Nakizeyn
Karşılıklı iki zıt şey.
Nakka'
Yanında olmayan şey için mübalağa yapan kimse.
Nakkab
(Nakb. dan) Delici, delik açıcı.
Nakkad
(Bak: Nekkad) Nakd eden. Paranın kalbını, sağlamını ayıran. * Tenkidci, bir şeyin iyisini kötüsünü ayıran. * İmam, hatib.
nakkad
doğruyu yanlıştan ayıran kimse.
Nakkaf
Temkinli kimse, iyi niyet sâhibi olan kişi.
Nakkal
(Nakl. dan) Nakledici. * Hikâyeci. Hikâye anlatan.
Nakkar
Müzik, çalgı. * Gagalıyan. * Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar.
Nakkare
(Bak: Nakare)
nakkaş
nakış yapan.
Nakkaş
Nakış yapan. Duvar nakışları yapan usta. Süsleme san'atkârı.
2261
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nakkaşe
Nakış yapan kadın. Nakışçı.
Nakkaş-ı ezelî
Ezeli Nakkaş. Ezeli olup her şeyin nakşını yapan. Allah (C.C.)
Nakl
Bir şeyi başka bir yere götürmek, taşımak, yer değiştirmek. * Anlatmak, duyduğu bir şeyi başkasına hikâye etmek, rivâyet etmek. * Bir dilden başka dile çevirmek, terceme etmek. * Eski mest ve çizme. * Yırtık elbiseyi yamamak.
nakl
taşıma, nakil.
Nakl-bend
f. Hikâyeci. Masal uyduran.
Naklen
Nakil yoluyla. Anlatmak veya hikâye etmek suretiyle.
Naklî delil
"Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur'andan herkesin istifade etmesine ait hususlar ise: Tefekkür, faziletler ve havf ü rica ve bilhassa, ahkâm-ı diniyenin hikmetlerini ve hakkaniyet delillerini görmek gibi ibret derslerine ait olup, ahkâm-ı şer'iyeye ait değildir. (Bak: Edille-i erbaa, Fetva)"
Nakl-i hadis
Hadis-i şeriflerin nakledilmesi.
Nakl-i sahih
Doğru, şüphesiz gelen haber nakli.
Naklî
Nakliye ile, taşıma ile ilgili. * Akla değil de nakle dayanan, yani söylenen hakikat.
Nakliyat
Nakil işleri, taşıma işleri. * Anlatılanlardan öğrenilenler. * Nakiller.
nakliyât
taşımalar.
2262
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nakliyat-ı askeriye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Askerî kıt'aların; top, tüfek, cephane, teçhizat ve levazımatı ve her türlü seferî ihtiyaçlarıyla birlikte bir yerden kaldırıp başka bir yere gönderilmesi, nakledilmesi. Askerî nakliyat."
Nakliye
(C.: Nakliyat) Eşya taşıma işi. * Taşıma parası.
nakliye
taşımayla ilgili olan.
Nakl-üd dem
Kan aktarma.
Nakm
(Nakmet) İntikam, öç alma. Eza vererek cezalandırma.
Naknaka
(C.: Nekanık) Kurbağanın ötmesi. Tavuğun gıdaklaması. * Ses.
Nakr
Oymak, kazmak. Taş oymak. * Kuşun yem toplaması. * Vurmak. * Sıklık vermek. * Ağaç üstüne nakşetmek. * Tanbur çalmak. * Üflemek. * Dille ıslık çalmak. * Parmak çıtlatmak.
Nakra
Hususi dâvet, özel dâvet.
Nakreşe
Gizli his.
Naks
Eksiklik, noksan, kusur. * Azaltma, eksiltme. (Bak: Nâkıs)
naks
noksanlık, eksiklik.
Nakş
Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak. * Resim. * Tezyin etmek. * Bedene batmış dikeni çıkarmak. * Bir şeyin esasını araştırmak. * Yaymak. * Suda ıslanmış hurma. * İpekle, sırma ile işleme. * Mc: Hile.
nakş
nakış, bezek.
Nakş-bend
f. Kumaşların nakışlarını bağlayarak ipek tellerle tezgâhı hazırlayan. Nakış işleyen. * Ressam.
Nakş-bendî
"f. Kalbde zikir yoluyla, tefekkür ile İlâhî sevgiyi, uyanıklığı nakşa çalışan mânâsiyle, Şeyh Bahâüddin Nakş-bendî nâmındaki azîm bir velinin kurduğu ve en ziyade hafî zikre dayanan tarikata mensub olan.(Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: ""Hakaik-ı imaniyeden bir mes'elenin
2263
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
inkişafını, binler ezvak ve mevaâcid ve keramata tercih ederim.""Hem demiş ki: ""Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.Hem demiş ki: ""Velâyet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velâyettir. Biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübradır. Velâyet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.""Hem demiş ki: ""Tarik-ı Nakşîde iki kanad ile sülûk edilir."" Yâni: Hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez." Nakş–bendî
bir tarikat, bu tarikatı kuran zat.
nakşetmek
nakışlamak, bezemek.
Nakş-ı dil-firib
Gönül aldatıcı suret.
Nakş-ı kadem
Ayak izi.
Nakş-ı kilkî
Kalemle yapılan nakış.
Nakşî
Nakşibendi tarikatına mensub olan.
Nakş-perdaz
f. Nakış yapan ressam.
Nakş-perdazî
f. Ressamlık.
Nakş-tıraz
f. Süslü işlemeler.
Nakt
Çıkarmak.
Nakur
"Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. Çünkü boru çalındığı zaman, içinden hava tazyiki ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği cihetle boruya ""minkar"" mânasıyla alâkadar olarak ""nâkur"" denilmiştir. Boru çalınmak, askerin seferi için hareket kumandası demek olduğu
2264
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gibi, borusu ötmek de emir ve kumandasının nüfuzundan kinaye olur. E.T.)" Nakus
Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. Kilisenin büyük çanı.
Nakvet
Bir şeyin seçkini.NAKZ : Bozmak. Çözmek. Kırmak. * Bir sözleşmeyi yok saymak. * Kalın bir şeridi çözüp dağıtmak. * Parmaklarda veya âzâda oynak yerler. * Kiriş. * Palan. Deri.
Nakz
(Nakazân) (C.: Nevâkız) Sıçramak. * Talep etmek, istemek.
nakz
bozmak, bir hükmü yok saymak.
Nakzan
(Nakzen) Bozarak, hükmü bozulmuş olarak.
Nakzeyn
İki zıt, zıtlar. Birbirine muhalif iki şey.
Nakz-ı ahd
Anlaşmayı bozma, muâhede hükümlerini bozma. Verilen sözde durmama. (Nebz-i ahd da denir)
Na'l
Nal. Ayağa giyilen tahta ayakkabı veya hayvanların ayağına çakılan demir. * Oturulacak yerlerin en aşağısı.
Nal(e)
f. İnilti, figân. * Kamış kalem. * Kamış düdük. * Şeker kamışı.
Nalan
f. İnleyen, sızlayan, figân eden.
nâlân
inleyen, sızlayan.
Na-layık
f. Lâyık olmayan.
nâlâyık
lâyık olmayan.
Nalbant
(Na'l-bend) f. Nal takan.
Na'l-bur
f. Nal, çivi vs. satan veya yapan kimse. Nalbur.
Nalçe
Küçük nal. * Yemeni, çizme gibi ayakkabılara vurulan hafif demir parçaları. (O.T.D.S.)
Nale
(Bak: Nâl)
nâle
inilti.
2265
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nalekâr
f. İnleyen, figân eden, feryad eden.
Nalekünan
(Nâle-künân) f. Feryad ederek, inleyerek.
Nalende
f. İnleyen, feryad eden, inleyici.
Nalesenc
f. İnleyen, inildiyen.
Nalesencî
f. İnleyicilik, feryad edicilik.
Na'leyn
Bir çift ayakkabı. * Bir çift nalın.
Nalezen
(Nâle-zen) f. İnleyen. İnildeyen.
Nalezenan
f. İnildiyerek, inleyerek.
Na'lî
Nal biçiminde olan.
Naliş
f. İnleme, inilti, inleyiş.
Nalişkâr
(Nâlişker) f. İnleyen, inildiyen.
Nalişzen
f. İnleyen.
Na'l-tıraş
f. Ağaç ayakkabı yapan kimse. * Nalıncı.
Nam
f. İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. * Vekillik. * Adres.
nâm
lâkap, ün, ad.
Na'ma
Rahatlık, nimet. Minnet, ihsan ve atiyye. İyi halde bulunmak.
Na-ma'dud
f. Sayılmaz, çok. Sayısız.
nâmâdud
sayısız.
Na-mağlub
f. Yenilmez, mağlub edilmez.
nâmağlub
yenilmez.
Na-mahdud
f. Hudutsuz, sınırsız, sonsuz.
Na-mahrem
f. Aralarında evlenmeğe mâni olacak kadar yakınlık bulunmayan. Şer'an evlenmeğe mâni akrabalığı olmayan erkek veya kadın. * Yabancı.
nâmahrem
mahrem olmayan, nikâh düşen.
Na-mahremiyet
f. Namahremlik.
2266
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Na-mahsur
f. Sonu olmayan, sınırlanmamış, sonsuz.
Na-makbul
f. Makbule geçmez, kabul olmayan. Kabul edilmeyen.
Na-ma'kul
f. Akla uygun gelmeyen. Akıl almayan. Mâkul olmıyan.
Na-ma'lum
f. Bilinmiyen, bilinmemiş, ma'lum olmayan.
Naman
(Nam. C.) f. İsimler, adlar.
Na'man
Tâif yolunda Arafata çıkar bir derenin adı.
Na-ma'ruf
f. Tanınmayan, bilinmeyen, ma'ruf olmayan.
Na-marzi
f. Beğenilmeyen, arzu ve isteğe uygun olmayan.
Na-matbu
f. Basılmamış, tab edilmemiş yazı.
Nam-aver
(C.: Nam-âverân) f. Ünlü, meşhur, ad salmış.
Nam-âverân
(Nam-âver. C.) Namlı kişiler, ad salmış kimseler, ünlüler, meşhurlar.
Namaz
"f. İslâmın beş şartından birisidir. * Duâ. * Zikir. * Kur'an. * Kunut. * Rüku. * Salât. * Şükür. * Tesbih. * Secde. * Hamd. (Bak: Salât Târik-üs salât)(Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe'nindendir. Namazın erkânı, ""Fütühat-ı Mekkiye""nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe'nindendir. Namaz, Hâlik-ı Zülcelâl tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde mânevi huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe'nindendir ki, her kalb, kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi'racvari olan o yüksek münâcâta mazhar olsun.Namaz; kalblerde azamet-i İlâhiyyeyi tesbit ve idame.. ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyyenin kanununa itaat.. ve nizam-ı Rabbâniye imtisal ettirmek için yegâne İlâhî bir vesiledir. Zaten insan, medeni olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlâhîye muhtaçtır. O vesileye
2267
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müracaat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar câhil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar, ama iş işten geçer. İ.İ.)" namaz
en mühim ibadet.
namazgâh
namaz kılınan yer.
Namazgâh
Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır. * Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş sahaya da bu ad verilirdi. Bayramlarda ve fevkalâde günlerde kasaba ve civar köyler halkı hep birden orada toplanırlardı.
Namazgüzar
f. Namazlarını kılan, namazlarını eda eden.
Namberdar
f. Şanlı, ünlü, ad salmış, meşhur.
Namcu(y)
(C.: Namcuyân) f. Nam arayan. * Yiğit.
Namcuyân
(Namcu. C.) f. Ün arayanlar, nam arayanlar. * Yiğitler, kahramanlar.
Namdar
f. Ünlü, şöhretli, meşhur.
nâmdâr
namlı, ünlü.
Namdarân
(Namdar. C.) Ünlüler, namlılar, meşhurlar.
Namdarî
f. Namdarlık, ünlülük, meşhur olma.
Na'me
Derinin nazik olması. * Hoş dirlikli olmak.
Name
f. Mektub. Risale. Kitap.
nâme
mektup.
Nameaver
(Name-âver) f. Mektup götüren.
Nameber
f. Mektup götüren, nameâver.
Na-mefhum
f. Anlamsız, mânasız, anlaşılmaz.
Name-i hicran
Hicrân mektubu. Ayrılık, mektubu.
2268
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Name-i hümayun
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tar: Osmanlı Padişahları tarafından İslâm ve Hristiyan Hükümdarlarla Osmanlı Devletine tâbi imtiyazlı olar Mekke Şerifine, Kırım Hanına, Eflâk ve Boğdan Voyvodalarına, Erdel Kralına, Gürcü ve Dağıstan Hanlarına gönderilen mektublara verilen addır.
Name-i nur
Nurun mektubu. Saadet verici mânâlar yazılı kâğıt.
Na-me'mul
f. Umulmadık, beklenmedik anda.
Na-merbut
f. Rabıtasız, mânâsız, anlamsız, saçma sapan.
Na-merd
f. Korkak. * İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz.
nâmerd
korkak, alçak.
Nâ-merdâne
f. Namerdcesine, alçakçasına.
Nâ-merdî
f. Namerdlik, alçaklık, zillet. * Korkaklık.
Name-res
f. Mektup ulaştıran, mektup eriştiren.
Na-mergub
f. Beğenilmeyen, rağbet olunmayan.
Na-mer'î
f. Görülmez. Mer'î olmayan.
Na-mesbuk
f. Benzeri hiç olmamış, geçmemiş.
Na-mesmu'
f. İşitilmeğe değmez. * İşitilmemiş, duyulmamış.
Na-mestur
f. Açık, meydanda, âşikâr. * Örtülmemiş.
Na-mes'ud
f. Mes'ud ve mübârek olmayan. Uğursuz.
Na-meşhud
f. Gözle görülmemiş, şâhit olunmamış.
nâmeşrû
dine uymayan, yasak.
Na-meşru
f. Meşru olmayan, şeriat harici. * Kanunsuz, uygunsuz. * Günah olan şeyler.
Na-mevzun
f. Ahenksiz, ölçüsüz, vezinsiz, orantısız. * Edb: Vezni bozuk veya hiç olmayan manzume.
Na-meysur
f. Ele geçirememiş. Elde edememiş. * İşi kolaylaştırılmış.
2269
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nam-ı müstear
Takma isim.
Nam-ı şerif
Mübarek isim, şerefli ad.
Namık kemal
"(Mi: 1840 - 1888) Tekirdağ'lı olup İslâm mücahidlerindendir. Yeni Osmanlılık hareketine vatan mefhumunu sokmuş, ""Firâki, hapsi, nefyi kadr-i nâmusumla gördüm hep"" diye haklı olduğunu dâima müdâfaa etmiştir. Ehl-i kemâl bir zat olduğu, davasının istikameti ve samimiyetinden anlaşılır.Hayatının sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun ve İslâm dünyasının kurtuluşunu ""ittihad-ı İslâm"" da görmüş ve bu uğurda gayret göstermiştir. Bu emelini, yazdığı "" Celâleddin-i Harzemşah, Salahaddin-i Eyyubi, Yavuz Sultan Selim ve Fâtih Sultan Mehmed"" isimli eserlerinde ortaya koymuştur. Mezarı Bolayır'dadır."
Namık
Kâtib, yazıcı.
nâmi
büyüyüp gelişen.
Nami(ye)
Büyüyen, artan, ürmee kuvveti olan. Nebat ve hayvandaki büyüyüp gelişme kuvveti. * Farsçada: Namlı, şöhretli, ünlü.
Na-mihr-ban
f. Vefasız, sevgisiz, muhabbetsiz.
Na-mihr-banî
f. Vefasızlık, sevgisizlik, muhabbetsizlik.
Namisa
(C.: Namisât) Kadınları süsleyip yüzlerinin kılını yolan kadın.
Namiye
(Bak: Nami)
nâmiye
büyüyen.
Namiyeber
f. Hayat verici.
Na-mizac
f. Keyifsiz, rahatsız, hasta.
Na-mizacî
f. Keyifsizlik, rahatsızlık, hastalık.
Na-murad
f. Mahrum kalan, muradına eremeyen.
nâmus
ırz, ahlâklılık, kanun, melek.
2270
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Namus
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Irz, iffet, edeb, hayâ. * Şeriat. * Melâike. * İrade-i İlâhiyenin tecellisi. * Nizam. * Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet. * Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali kimseye denir. * Hayırlara ait gizli hâllerin hâmil ve vâkıfı olan. Bu mânada Cebrâil Aleyhisselâm'a ıtlak olunur. Sair melâikenin vâkıf olmadıkları vahyin sırlarına vakıf ve mahrem olması cihetiyle ona namus-u ekber denilmiştir. * Hâzık. * Mahir. * Av ve tuzak. * Nemmam mânâsiyle fitneci ve koğucu. * Birisinin hilesine siper ettiği şeye ve arslan yatağına da bu mâna verilmiştir. * Temizlik, doğruluk. ( Bak: Desâtir)
Namusiyye
Yatan kimselerin başkaları tarafından görülmemeleri için, yatağın etrafına çekilen perde.
Namuskâr
f. Namuslu. * Doğru adam.
nâmuskâr
namuslu.
nâmuskârâne
namusluca.
Namusperver
f. Namuslu.
nâmusşikenâne
namusu kırarcasına.
Namus-u mücessem
Çok namuslu olan.
Na-mutasavver
f. Hatır ve hayale gelmez.
Na-muvafık
f. Muvafık gelmeyen, uygun olmayan.
nâmuvâfık
uygun olmayan.
Na-mübarek
f. Uğursuz, meymenetsiz.
Na-mühezzeb
f. Terbiye görmemiş, ıslah edilmemiş.
Na-mülayim
f. Uygun olmayan. * Çetin, sert.
Na-münasib
f. Münâsebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, uygun olmayan.
nâmüsâid
elverişsiz.
2271
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Na-müsaid
f. Elverişsiz. Müsaid olmayan.
Na-müstaid
f. Müstaid olmayan. Olgunlaşma kabiliyeti olmayan. İstidatsız.
Na-mütenahi
f. Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz.
nâmütenâhi
sonsuz.
Na-müvecceh
f. Yöneltilmemiş, tevcih edilmemiş.
Na-müyesser
f. Elden gelmeyen, müyesser olmayan.
Namver
(C.: Namverân) Namlı, adlı, meşhur, ünlü.
Namzed
(Nâm-zed) f. İsteyen veya istenilen kimse. * Sözlü. Nişanlı. * Bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi. Aday.
namzed
namzet, aday.
Nan
f. Ekmek.
Na'na
(C.: Neâni-Ne'nâ') Nâne. * Uzun boylu adam.
Na'naa
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Hızlı konuşmak, tez tez söylemek. * Katı deprenmek. * Yemeğe nane koymak.
Nancu
(Nâncuy) f. Ekmek arayan. Dilenci.
Nane molla
Mc: Beceriksiz, işe yaramaz, ağır hareketli mânalarında kullanılan bir tâbirdir.
Nanhah
Ekmek isteyen. Dilenci.
Nanhor
f. Dilenci.
Nankör
f. Gördüğü iyiliği unutan, nimeti inkâr eden. Nimetin şükrünü eda etmeyen, gafil.
nankör
iyilik bilmez.
Nanpare
f. Ekmek parçası. Bir lokma ekmek. * Geçime yarayan iş.
Nanpüz
f. Ekmekçi, ekmek pişiren.
Nanü
f. Ninni.
Na-pâk
f. Temiz olmayan, pis, kirli.
2272
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nâpâk
temiz değil, kirli.
Na-pâkân
(Nâpâk. C.) Murdarlar, pisler.
Nâ-pâkî
f. Pislik, murdarlık.
Na-paydar
f. Süreksiz, geçici. Sebatsız, kararsız, durmaz.
Na-perva
f. Pervasız, korkusuz, aldırışsız, çekinmez. * Sersem.
Na-pesend
f. Beğenilmez.
Na-peyda
f. Görünmeyen, açıkta değil, belirsiz.
Na-pezir
f. Olmaz, olamaz, kabul etmez.
Na-puhte
f. Ham, çiğ, pişmemiş. * Mc: Acemi, tecrübesiz, toy.
Nar
(C.: Niran, envar, niyere, niyâr) Ateş. Cehennem. * Bir meyve adı. * Mc: Allahın gadabı. * Yakıcı, azab verici her şey. Şer. Dalâlet. Sefâhet.
nâr
ateş, cehennem.
Na'r
Çağırmak. * Haykırmak. * Burun içinden çıkan ses. * Gitmek. * Firar, kaçmak. * Galeyan.
Na'ra
"(C.: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma. * Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden ""naracı"" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle sokağa fırlayan halkı çiğnenmekten kurtarmak için insanî bir maksad tâkib edilmekle beraber, daha ziyade caka satılırdı. (O.T.D.S.)"
nâra
bağırma.
Na-rast
f. Eğri. Doğru olmayan.
Na'rat
(Bak: Na'ra)
Narbac
Nar aşı.
2273
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Narbün
f. Nar ağacı.
Narcil
Hindistan cevizi.
Narcis
Nergis.
Narcistan
Nergislik.
Narçil
f. Hindistan cevizi. Ceviz-i Hindî.
Narda
f. Lâyık değil.
Nardan
f. Gözyaşı damlaları. * Nar tâneleri. * Mangal.
Nardenk
f. Erik, nar, elma, kızılcık gibi meyvelerden çıkarılan ekşimsi pekmez.
Nardeşir
Tavla oyunu.
Na're
Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma. * Burun içinden çıkan ses.
Na're-endâz
f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran.
Na-refte
f. Gidilmemiş, geçilmemiş. Kimsenin gidip geçmediği yer.
Narenc
f. Portakal. * Turunç.
Narencî
Turunç renginde.
Narenciye
Turunçgiller. (Mandalina, portakal, limon gibi meyveler.)
Narenec
(Nârnic) Hindistan'da yetişen ve turunç ağacına benzeyen bir ağaç.
Na-resa
f. Yetişmemiş, ham. * Uygun ve münasib olmayan.
Na-resayî
f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik. * Hamlık.
Na-reside
Yetişmemiş, körpe. * Büluğa ermemiş.
Na-reşid
f. Kemâle ermemiş, olgunlaşmamış.
Na-reva
Yakışıksız, reva olmayan. Münâsib ve lâyık olmayan.
Na'rezen
f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran.
Nargil
f. Hindistan cevizi.
Narh
"(Aslı ""Nirh"" dir) Yiyecek maddelerine belediyenin koyduğu fiat."
narh
resmî fiyat.
2274
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nar-ı beyza
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"""Akkor, beyaz ateş"" mânâsında olan bu tâbir fizikte: 1800 derece kadar olan hararette erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir. * Bir meyve adı.(Hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza hâlinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına câmi olan Cehennem içinde, elbette zemherir'in bulunması zaruridir. S.)"
Nar-ı hayat
Canlıya lüzumlu bulunan sıcaklık. Vücudun harareti. (Bak: Hararet-i gariziye)
Narî
(Bak: Nariyye)
Narin
f. İnce, zayıf, nazik. * İç oda.
nârin
ince.
Naris
f. Ham meyva.
Nariyye
Nar ile alâkalı, nara mensub. Ateşten, yanıp tutuşur, patlar olan şey.
Narkotik
yun. Afyon, morfin gibi uyuşturucu maddelerin genel adı.
Nas suresi
Kur'an-ı Kerim'de 114. Sure. (Bak: Muavvezetân)
Nas
Iraklık, uzaklık.
nâs
insanlar.
Na's
Uykusu gelmek. Uyku bastırmak.
Nasa
Kaldırmak. * Engel olmak, men'etmek.
Nasab
Dert. * Zahmet, meşakkat.
Na-saf
f. Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan.
Nasaf
Hizmetçi, uşak.
Nasafe
Hizmet etmek.
2275
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nasaha
Öğüt vermek, nasihat etmek.
Nasaib
(Nasibe. C.) Dikili taşlar.
Nasal
Temrenci.
Na'san
Uykusu gelmiş olan adam.
Nasara
"Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara ""Nasara"" ismi verilmiştir."
Nasâra
Hıristiyanlar.
Na-savab
f. Doğru olmayan, yanlış.
Nasayih
(Nasihat. C.) Nasihatlar. Öğütler.
nasâyih
nasihatlar, öğütler.
Na-saz
f. Münasebetsiz. uygunsuz, uymaz.
Na-sazî
f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik, uymazlık.
Na-sazkâr
f. Uygun görmeyen, muhâlif. * Beklenmemiş, işitilmemiş. * Münâsebetsiz işle uğraşan.
Na-sazkârî
f. Uygunsuz iş yapma, münâsebetsiz iş görme. * Zıtlık, uygunsuzluk.
Nasb
"Dikme. Bir rütbe alma. Bir memurluğa tayin edilme. * Gr: Arapçada kelimenin i'rabının mensub ( üstün) olması, yani; (e, a) diye okunuşu."
nasb
atama, dikme.
Nasba
Doğru boynuzlu koyun ve keçi.
Nasbetmek
Kelimenin son harfinin harekesini (E) diye okutmak. * Tâyin etmek.
Nasb-ül ayn
Göz dikilmesi. Bir şeye hırsla ve şiddetli arzu ile bakmak, göz dikmek.
Na'sel
Erkek sırtlan. * Uzun sakallı bir kimsenin adı.
Na'sele
Yaşlıların yürüyüşü.
Na-sencide
f. Ölçülmemiş, tartılmamış. * İyi düşünülmemiş. * Değerlenmemiş.
2276
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nasere
f. Ayarı bozuk para.
Na-seza
f. Münasib olmayan, lâyık olmayan.
nâsezâ
lâyık olmayan.
Nasfet
(Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi.
Nası'
Her nesnenin hâlisi. * şiddetli beyaz olan.
Nasıbe
(Bk: Nasibe)
Nasıf
Geo: Açıyı iki eşit parçaya bölen doğru. Açı ortayı.
Nasıfe
(C.: Nevâsıf) Su mecrası, su yolu.
Nasıh
(Bak: Nâsih)
nâsır
yardım eden.
Nasır
Yardımcı, yardım eden, nusret veren. Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi.
Nasırîn
(Nâsır. C.) Yardım edenler, yardımcılar.
Nasi
Unutan, nisyan eden.
nasib
nasip, kısmet.
Nasib
Pay, hisse, kısmet. * Bir kimsenin elde edebildiği şey.
Nasibdar
f. Nasibi olan. Hissedar.
Nasibdaş
f. Hissede beraber, nasipte eş olan.
Nâsibe
Haricilerden olan sapkın bir zümre.
Nasibe
Müfrit Haricîlerden ve Emevîlerden ve Hz. Ali'ye (R.A.) çok muhalif olan zümrenin adı.
Nasic
(Nesc. den) Dokuyan, nesceden. * Düzenleyen, tertib eden, sıralayan.
Nasif
Baş örtüsü.
nâsih
hükmünü kaldıran.
2277
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nasih
Nasihat eden, öğüt veren. * İçi temiz adam.
nasîh
öğütçü, nasihat eden.
Nasihâne
f. Öğüt vererek, nasihat ederek.
Nasihat
İbret verici ders, tavsiye, ihtar, öğüt.
nasihat
öğüt.
Nasihat-âmiz
f. İçinden öğüt alınacak söz.
Nasihatger
f. Nasihat eden, öğüt veren.
Nasihatkâr
f. Nasihat eden, öğüt veren.
Nasihat-nâpezir
f. Nasihat dinlemez, öğüt tutmaz.
Nasihatpezir
f. Nasihat tutar, öğüt tutar, öğüt dinler.
Nasik
Allah yolunda ibâdet eden, dine bağlı, zâhid.
Nasil
Kıl dökücü ilâç.
Na-sipas
f. Nankör. Şükretmeyen.
nâsir
nesir yazarı.
Nasir
Nusret eden, zafer veren. Yardımcı. Muin.
nasîr
zafere ulaştıran.
nâsiye
alın, yüz.
Nasiye
Çehrenin gösterişi, alın, yüz.
Nasiye-pira
f. Alnı süsleyen.
Nasiyesâ
f. Alnını yere süren.
Nasiye-sâzî
f. Alnını yere sürme.
Nasiyy
Yaş ot.
Nasiyye
Nass oluş. Kat'ilik, şüphesizlik, kesinlik. (Bak: Nass)
nasl
ok demiri.
Nasl
Okun ucundaki sivri demir. okun uçmasına yardım eden kanatlar.
Nasnaa
Depretmek. * Devenin, kalkarken dizi üstünde çok eğlenmesi.
2278
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nasr suresi
Kur'an-ı Kerim'deki 110. Sure. İza-câe veya Tevdi' Suresi de denir.
Nasr
Yardım, üstünlük, yenme, galip kılma. * Yağmurun her yeri sulaması.
nasr
yardım.
Nasrânî
Hıristiyan.
Nasrani
Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan. (Bak: Nasara)
Nasraniyet
"Hristiyanlık.(Nasraniyet, ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet, bir kaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor, ya intifa bulup sönecek veya hakiki Nasraniyetin esasını câmi' olan Hakaik-ı İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.İşte bu sırr-ı azime Hz. Peygamber (A.S.M.) işaret etmiştir ki; ""Hz. İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir."" M.)"
Nasrâniyet
Hıristiyanlık.
Nasreddin hoca
(Mi: 1208 -1284) Mizahlı, güldürücü sözleri ile meşhur bir zâttır. Akşehir, Sivrihisar Medreselerinde okumuş, Selçuklular zamanında yaşamıştır.
Nasreddin
(Nasr-üd din) Dine yardımı dokunan.
Nasrullah
Allah'ın yardımı.
Nass
Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil. * Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide. * Bir haberi kimden aldığını söyleyerek, en nihayet o haberi ilk söyleyene kadar nakledilişi isbat etmek.Bazılarınca istihraç ve izhar mânâlarından
2279
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
me'huzdur. Bir şeyin belâğ ve nihayetine denir. Bundan başka: Delil, haber, seyr-i şedid, ref', hüccet, bürhan, zuhur mânalarına da gelir. nass
kesin, tartışılmaz olan, âyet ve hadîs.
Nassah
Terzi, hayyat.
nassen
kesin olarak.
Nass-ı hadis
"Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan ""Nass-ül fukaha"" bundan alınmıştır."
Nass-ı katı'
Mânâsı açık olan Kur'an âyetlerinden delil olarak gösterilen âyet.
Nassî
Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet. * Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan.
Nassiye
"(yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer dogmatizm mâhiyetindedirler. İslâmda zorlama yoktur, inanç için bilgi ve tefekkür esastır. Hakiki düşünce hürriyeti İslâmda vardır. İslâm dışında ...izmle biten görüşler önderlerini tartışılmaz otorite olarak kabul eder ve karşı görüşte olanlara her türlü baskı ve zulmü reva görürler."
Nast
Sükut. Konuşurken dinlemek için susmak.
Na-sude
f. Dinlenmemiş, istirahat etmemiş.
Nasuh
Hâlis. Temiz. Kesin, kat'i. * Çok nasihat eden.
nasûh
kesin, halis.
Nasuhî
(Nasuhiyye) Bozulmaz şekilde tövbe eden.
2280
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nasur
Göz pınarında, mak'at havâlisinde ve diş etlerinde olur bir hastalık.
Nasus
(Bak: Nass)
Nasut
İnsanlık. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler.
Nasutî
Dünya ile ilgili, insanlığa ait, insanlıkla ilgili.
Nasutiyân
İnsanlar.
Na-süfte
f. Delinmemiş, deliksiz.
Nasye
Her nesnenin iyisi.
Na'ş
Kefene sarılıp tabuta konmuş ölü. * Cansız vücud.
nâş
tabuttaki ölü.
Na-şad
f. Sevinçli olmayan, mahzun, tasalı, kederli.
nâşâd
şâd olmayan, üzgün.
Na-şadî
f. Hüzünlü ve kederli oluş, gamlılık.
Na-şayeste
f. Lâyık olmayan. Lâyık değil.
Naşıt
Büyük yoldan ayrılan küçük yol. * Vahşi sığır. Bir burçtan başka burca varan yıldız. * Neşeli ve şen adam.
nâşî
dolayı.
Naşi
Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş. * Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle. * Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey. * Yetişmiş oğlan veya kız.
Naşib
Hâfız. * Ok sahibi. İçine girip yapışan nesne.
Naşid(e)
(Neşide. den) Şiir söyleyen, şiir okuyan, şiir yazan.
Naşie
Delil. Zuhur. * Gündüz veya gecenin evvelki saati. * Uykudan sonra kalkmak hali ve uyanık olduğumuz hal.
Na-şikib
f. Sabırsız.
Na-şikibâne
f. Sabırsızlıkla.
Na-şikibânî
f. Sabırsızlık.
2281
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Na-şikibî
f. Sabırsızlık.
Naşile
Eti az olan.
Na-şinas
f. Bilmez, câhil. * Tanımaz olan, tanımayan.
Na-şinide
f. Duyulmamış, işitilmemiş.
nâşir
neşreden, yayan, yayıncı.
Naşir
Neşreden, yayan. * Bir müellifin eserini bastırıp çıkartan. Editör.
Naşire
(C.: Nevâşir) Kolu açan adale. * Kuruyup yağmurdan yeşeren ot.
Na-şita
f. Sabahtan beri hiç bir şey yememiş olma.
Naşitat
Meleklerden bir tâife.
Naşiz
Karısına karşı çok zâlim olan koca. * (Kalb) heyecanla coşma. * Kalkmış, kabarmış, atan (damar).
nâşize
kocasına üstünlük taslayan kadın.
Naşize
Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir. * Kabarmış, şişmiş.
Na-şüküfte
f. Açılmamış, taze.
Na-şüste
f. Yıkanmamış.
Nat' (nata'-nıt')
(C.: Nütu'-Entâ') Sahtiyan döşek. * Zahir olmak, âşikâre olmak, görünmek.
Na't
Medih ve senâ ederek, vasıflarını göstererek bir şeyi anlatmak. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı medhederek yazılan kaside.
Natafan
Suyun seyelân etmesi, akması.
Natafe
(C.: Nutuf) Küpe.
natakte
söyledin.
Natakte
Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır)
Na-tamam
f. Tamamlanmamış, bitmemiş, yarı kalmış.
2282
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Na-tamamî
f. Eksiklik, noksanlık.
nâtaman
tamamlanmamış.
Natef
Bulaşmak. * Fâsid olmak, bozulmak.
Na-teraş
Mc: Terbiye görmemiş, kaba saba. Yontulmamış.
Nates
(C.: Entâs) Üstad, âlim.
Na-tevan
f. (Bak: Na-tuvan)
Natfe
(Nıtfe) : Kabarcık. * Ufacık sivilce.
Nath
Süsmek. Hayvanın, başı ile saldırması.
Nat'-ı zemin
Yer yüzü. Sath-ı Arz.
Natıf
Beyaz kaba helva.
Natıh
(C.: Nevâtıh) Boynuzuyla vuran, süsen hayvan. * Keder, sıkıntı, elem, mihnet.
nâtık
konuşan.
Natık
Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen. * Altın ve gümüş gibi olan mal.
Natıka
(Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti.
nâtıka
konuşabilme.
Natıka-i cemiyet
Cemiyetin nâtıkası, yâni: Söz söyleme kudreti.
Natıkaperdaz
f. Düzgün ve te'sirli söz söyleyen.
Natıkıyyet
Konuşmaklık, söz söylemeklik.
Natır
(Nâtur) Bekçi. Bağ ve bostan bekçisi.
Na-tıraş
f. Yontulmamış, tıraş olmamış, terbiye görmemiş. Ham, kaba.
Natıs
Bilgili, faziletli adam.
Natih
(Nâtıh) : (C: Nevâtıh) Sana karşı gelen hayvan. * Şiddetli emir.
2283
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Natiha
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Netâyıh) Başka davar tarafından boynuzlanıp öldürülmüş olan davar.
Natiş
Kuvvet ve hareket.
Natm
Ulaştırmak, vardırmak.
Natnat
(C.: Netânıt) Çok konuşan uzun boylu, akılsız kimse.
Natnata
Çok söylemek, çok konuşmak. * Çekmek.
Nats
Nadas.
Natş
şiddet. Kuvvet.
Natşan
Susuz kalmış kişi.
Natuh
Çok süsen hayvan.
Natuk
(Nutk. dan) Güzel ve düzgün söz söyliyen.
Natul
İlaçlarla kaynatıp mâlül kişinin az az başına dökülen su.
Natura
Lât. Her canlının yapılış hususiyeti, bünye, yaratılış hali.
Na-tuvan
(Nâtüvân) f. İktidarsız, zayıf, halsiz, kudretsiz, çâresiz.
nâtuvan
kuvvetsiz, çaresiz.
Na-tuvanî
f. Güçsüzlük, zayıflık, kuvvetsizlik.
Natüralizm
(Osm: Tabiiye) Fls: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve müessir kuvvet ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş.
Natv
Iraklık, uzaklık, bu'd.
Naur
Kanı durmayan damar. * Değirmen kanadı. * Döndükçe gıcırdayan dolap.
Naure
(C.: Nevâir) Bostan dolabı.
Naus
f. Manastır, kilise.
Na-ümid
f. Ümidsiz. Ümidi kırılmış.
Na-ümidî
f. Ümit kırıklığı, ümitsizlik, me'yusiyet.
2284
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Na-üstüvar
f. Dayanıksız, sağlam olmıyan. * Münasebetsiz.
Nav
f. Küçük gemi. Sandal, kayık. * İçi oyuk şey.
nâvâkıf
bilmeyen, anlamayan.
Navdân
f. Oluk.
Nave
f. Hamur teknesi.
Navek
f. Ok.
Navek-endaz
f. Okçu. Ok atıcı.
Navek-i kalbî
İçten, kalbden çekilen âh.
Naver
f. (C.: Naverân) Olabilir, mümkün, kabil.
Naverân
(Naver. C.) Olabilir şeyler, mümkün olan şeyler.
Naverd
f. Savaş, harb, dövüş, ceng.
Naverdgâh
f. Savaş alanı, harb sahası, muharebe meydanı.
Naverdhâh
f. Savaş isteyen, muharebe arzulayan.
Navi
f. Üç direkli gemi. * İçi oyuk olan şey.
Navice
f. Murdar, pis, habis, mülevves.
Navus
(C.: Nevâyis) Kâfirlerin ve Mecusilerin mevtalarını koydukları yer.
nây
ney, ölüm haberi.
Nay
Ney. Kamış düdük. (Bak: Ney)
Na'y
Ölüm haberi getirmek.
Na-yab
f. Bulunmaz. * Benzeri olmaz. Nâdir. Ender.
Nayban
f. Ney çalan.
Nay-çe
f. Küçük ney.
Na'ye
Birisinin öldüğünü bildiren söz. * Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz.
Na-yeste
f. Lâyık olmıyan.
Nayi'
Susuz. * Mâil, eğik.
2285
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nayî
Uzak.
Nayibe
(C.: Nâibat-Nevâib) Musibet, belâ. * Zahmet, meşakkat. * Şiddet.
Nayiha
Yas tutan kadın.
Nayil
Atâ, bahşiş, hediye.
Nayin
f. Kamıştan yapılmış, sazdan yapılmış.
Nayveş
f. Ney gibi.
Nayzen
f. Ney çalan.
Naz
"f. Bir şeyi beğenmeyiş, şımarıklık. * Beğendirmek maksadiyle kendini ağır satmak. * Celb-i muhabbet için edilen nezâket, letâfet ve zarafet. * Yalvarma, rica.(İşte ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Uluhiyete karşı secde etmeğe bedel, naz ve fahr suretinde gidenler; zerrecik kalbini arşa müsavi tutar, katre gibi makamını deniz gibi evliyanın makamatı ile iltibas eder; kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, mânâsız hodfüruşluğa ve birçok müşkülâta düşer. L.)"
nâz
kendini ağıra satma.
Na'z
Münteşir olmak, yayılmak. * Kıvama gelmek.
Nazad
(C.: Enzâd) şeref. * Üzerine herhangi bir şey konulan yüksekçe yer.
Na-zad
(Na-zade) f. Doğmamış. * Olmayacak.
Nazafet
Pâklık, temizlik.
Nazah
(C.: Enzâh) Havuz.
Nazaif
(Nazif. C.) Nazifler. Nazafetli, temiz kimseler.
nazâir
benzerler.
Nazair
Nazire. Nazireler. Benzerler, örnekler.
Nazan
f. Nazlı. Nazdar.
2286
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nâzan
nazlı.
Nazar
(Nazaret) Altın. * Tazelik.
nazar
bakış, görüş, göz değmesi.
nazaran
göre, bakarak.
Nazaran
Nisbeten, nisbetle kıyaslıyarak. * Bakarak, görerek.
Nazar-bâz
f. Neşe ile bakan.
Nazar-endaz
f. Göz atmak. Göz atan, bakan, nazar eden.
nazarendaz
nazar eden, bakan.
Nazar-firib
f. Göz aldatan.
nazargâh
bakış yeri, bakılan yer.
Nazar-gâh
f. Bakılan yer. Nazar edilen yer.
Nazar-ı haram
"Haram nazar. Nâmahremlere bakmak. (Bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: ""Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?"" Dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafii'nin (R.A.) dediği gibi: Haram nazar, nisyan verir. Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su'-i istimalât ile israfa girer. Haftada bir kaç def'a gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su'-i nazardan su'-i istimalât, umumi bir unutkanlık hastalığını netice vermeğe başlıyor. Herkes, cüz'î küllî o şekvadadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdiyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin te'vili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: ""Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur'an nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor."" Demek bu hastalık dehşetlenecek bazılarda o su'-i
2287
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nazarla hıfz-ı Kur'an'a sed çekilecek; o hadisin te'vilini gösterecek. $ K.L.)" Nazar-ı san'at-perverane
San'atkârane bakış.
Nazar-ı şâri'
İlâhi nazar.
Nazar-ı şuhud
Şâhidlerin, şehâdet edenlerin görmesi ve tetkikleri.
Nazar-ı takdir
Kıymet biçme bakışı, takdir bakışı.
Nazarî (nazariye)
Nazara ve düşünceye ait. Yalnız görüş ve düşünce hâlinde bulunan ve tatbik edilmemiş hâlde olan bilgi.
nazarî
henüz düşünce hâlinde olan.
nazariyât
kitabî bilgiler, görüşler, ispatlanmamış düşünceler.
nazariye
görüş, ileri sürülen fikir.
Nazariyyât
(Nazariye. C.) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler.
Nazar-rübâ
f. Göz çeken.
Nazbalin
f. Yastık.
Nazbaliş
f. Yastık.
Nazc
Olgunluk, olma, pişme, kıvam bulma. Yetişme. * Büluğa erme. Bâliğ olma.
Nazc-ı kabl-el vakt
Zamanından önce büluğa erme.
Nazd
Her şeyi yerli yerine koymak.
Nazdar
f. Nazlı. Naz yapan. Şımarık. * Meşhur bir cins lâle.
nâzdâr
nazlı.
nâzdârâne
naz edercesine.
Nazekî
Nâziklik, incelik.
nâzen
nazik, ince.
Nazende
f. Nazlı, naz edici, naz yapan.
2288
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nazenin
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. İnce, nazlı, zayıf, lâtif, hoş eda olan, nazlı yetişmiş, şımarık. Oynak. Nazik endamlı
nâzenin
nazlı, ince, edalı.
nâzeninâne
nazlı nazlı.
Nazh
Su çekme. Herhangi bir yer, çukur veya kuyudan bir şeyler çıkarma.
Nazha
Yağmur.
Nazıc
Olgun, pişmiş, kıvama gelmiş, yetişmiş.
Nazıh
(C.: Nevâzıh) Deve ile su çekilen kuyu.
nâzım
düzenleyen.
Nazım
Nizamlayan, nazmeden. Manzume yazan, düzenleyen.
Nazımâne
f. Nazım olana yakışır surette.
Nazımîn
(Nâzım. C.) Tanzim edenler, düzenleyenler, nizama koyanlar.
nâzır
nazar eden, bakan.
Nazır
Taze, tazeleşen.
Nazıra
Nazar eden, nezaret eden, bakan. * Göz.
Nazıra-hân
f. Bakarak taklid eden.
Nazıyy
(C.: Enzâ) Boğaz.
Nazi'
Çekici kimse. * Husumet eden, düşmanlık eden.
Naziat suresi
Kur'an-ı Kerim'in 79. Suresidir. Sâhire ve Tâmme Suresi de denir.
Naziat
"Hz. Azrâil'in (A.S.) avenesi olan bir taife melâike ki; şerli ve kötü ruhlu insanların canlarını şiddetle alırlar. * Nez'edenler. Çekip koparanlar."
Nazic
Pişmiş, yetişmiş, olgunlaşmış, kıvamına ermiş.
Nazid
(Nazide) Tertibli, nizamlı, yerli yerinde. * Minder yastık vs. gibi ev eşyası.
nazif
temiz.
2289
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nazif(e)
Temiz, pâk, nazik.
Nâzik
f. Nezaketli. Terbiyeli. Zarif. İnce, dayanıksız. * Ehemmiyet verilmesi icab eden. * Tehlikeli husus.
nâzik
ince, kibar.
Nâzikâne
f. Nazik kimseye yakışır şekilde, kibarlıkla, terbiyelice.
nâzikâne
nazikçe.
Nâzik-beden
f. Vücudu, bedeni nâzik olan.
Nâzik-edâ
f. Nâzik tavırlı, kibar.
Nâzik-endâm
f. Lâtif ve güzel vücutlu. Nâzik endamlı.
Nâzik-güzin
f. Çok nâzik. Seçkin, nâzik.
Nâzik-hulk
Yaradılışı ve tabiatı nâzik olan.
Nâzikî
f. Nâziklik. Nezaket.
Nâzik-ten
f. Nâzik vücudlu.
Nâzik-ter
f. Çok nâzik.
Nâzik-terin
f. En nâzik, daha nâzik.
Nâzil
(Nüzul. dan) Nüzul eden, inen, yukardan aşağıya inen, bir yere konan. Bir yerde konaklayan.
nâzil
nüzul eden, inen.
Nâzile
Belâ, sıkıntı. * İnme, nüzul. * Nezle hastalığı.
Nazim
Sıra sıra, dizi dizi olan şey.
nazîr
eş, benzer.
Nazir
Tâze. * Altın.
Nazir(e)
Bir şeye benzemek üzere yapılan şey. Denk, eş, örnek. Benzeyen. * Edb: Bir şairin manzumesine, başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer.
nazîre
eşi, benzeri.
2290
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nazire
Mühlet vermek, tehir etmek.
Naziregû
f. Nazire söyliyen.
Naziye
Kenarı az olan çanak.
Naziz
(C: Nizâz-Nezâyız) Az miktar su. * Az yağmur. * Az az akmak.
Nazl
Ok atmak.
nazm
düzen, şiir, nazım.
Nazm
Sıra, tertib. * Kafiyeli, vezinli, söz, şiir. * Dizili olan şey. * Kur'an âyetleri.
Nazmen
Nazım olarak, manzume halinde. Sıralı ve tertibli olarak.
Nazm-ı celil
Pek büyük kıymetli nazm edilmiş güzel söz. * Kur'an-ı Kerim'in bir vasfı. * Celil olan Cenab-ı Hakk'ın nazmı.
Nazm-ı lafz
Kelâmın, lâfız esas alınarak düzenlenmesi.
Nazmiyyat
(Nazm. C.) Manzum yazılar.
nazmşiken
düzeni bozan.
Naznaza
Yılanın dilini çıkarıp hareket ettirmesi.
Naz-perdar
f. Birinin nazını çeken.
Naz-perdarî
f. Naz çekme.
Nazperver
f. Naz eden, naz yapan.
Naz-perverd
(Nâzperverde) f. Naz içinde büyümüş, nazlı.
Nazr
(Nazir) : (C.: Enzur) Altın.
Nazra
(Bir tek) bakış.
Nazragâh
f. Gözle bakılan yer, bakış yeri. Göz önü.
Nazrakünân
f. Seyrederek, bakarak.
Nazre
Cin gözü. * Nazarı değen adam.
Nazret
Tazelik, tarâvet.
Nazume
Bir cins renkli kumaş.
2291
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nazur
(C.: Nevâzır) Gece bekçisi.
Nazükî
f. Nâziklik, incelik.
Nazz
(Nâzz) : Dirhemler ve dinarlar.
nazzam
düzenleyen, dizen.
Nazzam
En çok nazmedici, en güzel nazmedici, en güzel tanzim eden.
Nazzare
Bir şeye bakan kavim.
Ne
"f. ""Değil, yok,"" mânasına nefy edâtıdır."
Neab
Karga yavrusu. * Horoz veya karga gibi ötme.
Neaim
(Neâme. C.) Deve kuşları.
Ne'al
Nalbant.
Neam
"""Evet, olur"" mânâsında cevap edâtıdır. * Pek iyi, âferin mânâlarında tasdik ve tahsin kelimesidir. * At, deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvana da denir."
neâm
evet, olur.
Neama'
Nimetler. İhsan, atiyye. * Rahatlık. Refah-ı hâle sebep olan şey.
Neamat
(Neâme. C.) Deve kuşları.
Neame
(C: Neâm-Neamât) Deve kuşu. * Cemaat. * Gölgelik, gölgelenecek yer.
Neam-la
"Evet, hayır. "" Doğru fakat, mes'elenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var."" mânâsınadır."
Ne'ar
Baş kaldıran, âsi, kafa tutan, serkeş.
Neayim
Menazil-i kamerden dört nurlu yıldızın adı.
Ne'b
(C: Niyeb) Sâfi nesne. * Yaşlı dişi deve.
Neb'
Gizli ses.
neba
kaynak olma, fışkırma.
Neba'
Kaynak olmak, pınardan su çıkarmak, su akması. * Akçaağaç.
2292
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Neb'a
Yay yapacak yer.
Nebaa
Oturacak yer, kıç, mak'at.
Nebac
Sesi yüksek olan.
Nebagat
Meydana çıkma.
Nebah
(Nibâh-Nübâh) Köpek havlaması. * Yılan seslenişi. * Keçi ve geyik inleyişi.
Nebahe(t)
(Nebahat) şeref, şan, onur, itibar. * şan, şeref ve itibar sâhibi.
Nebail
(Nebile. C.) Yüceler, ulular, yüksekler.
Nebair
(Nebire. C.) Torunlar.
Nebale(t)
Zekâ, fazilet ve neciblik sâhibi olmak. * Büyüklük, azamet. * İyi olmak. * Cömertlik, elaçıklık. * Okçu, ok yapıp satan. Okçuluk.
Nebat
(C: Nebatât) Topraktan yetişen, biten her çeşit şey. Bitki. * Yemen diyarında bir kabile adı.
nebat
bitki.
Nebatât
(Nebât. C.) Nebâtlar, bitkiler.
nebatat
bitkiler.
nebatî
bitki ile ilgili, bitki cinsinden.
Nebatî
Nebat cinsinden, nebata mensup ve nebata ait, yerden biten cinsinden olan.
nebatiyet
bitki olma hâli.
Nebatiyyun
Botanik bilginleri, botanik âlimleri.
Nebbac
Sesi sert olan.
Nebbah
Havlayıcı.
Nebbal
Ok yapıp satan kimse. Okçu.
Nebbar
Fasih dilli, güzel konuşan adam.
Nebbaş
Mezar soyucu, kefen soyucu.
2293
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nebe' suresi
Kur'an-ı Kerim'de 78. Suredir. Amme Suresi de denir.
Ne'be
(C: Nâibat) Musibet, belâ.
nebê
haber.
Nebe'
Haber. (Peygam)
nebeân
kaynayıp çıkma.
Nebean
Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak.(Demek ki şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor. S.)
Nebe'-aver
f. Haber getiren.
Nebehrece
Geçmez bakırlı para. Sahte akçe. * Her nesnenin kötüsü.
Nebeke
(C: Nübük-Nebâk) Tepe.
Neberd
f. Muhârebe, savaş, harb, ceng.
Neberd-azmâ
f. Çok muhârebelerde bulunmuş tecrübeli kimse.
Neberde
f. Savaşçı, muhârib.
Neberdgâh
f. Savaş yeri, muharebe sahası.
Neberd-pişe
f. Harb etmeyi sanat edinmiş kimse. Savaşçı.
Nebevî
Nebiye ait. Peygambere dâir. Peygamberle alâkalı.
nebevî
peygamberle ilgili.
Nebez
(C: Enbâz) Lâkab.
Nebg
Un öğütülürken tozan un. * Görünmek, zâhir olmak.
Nebh
Köpeğin ürüyüp uluması.
Nebha
Yüksek, beyaz yer.
Nebi
Haber getiren. Peygamber. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettiren Peygamber. (Bak: Resül)
2294
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nebî
peygamber.
Nebib
(C: Enbüb) Boğum, kamış boğumu.
Nebih
(Nebihe) Namlı, şanlı şerefli.
Nebik
(C: Nebâyık) Sedir ağacının yemişi.
Nebil
(Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi. * Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu. * Bilgili ve faziletli kimse.
Nebile
Büyük, iri. (Bak: Nebil)
Nebir
(Nebire) Torun.
Nebise
Kız torun.
Nebit
Muhkem, sağlam, katı.
Nebi-yi efham
En büyük, en kıymetli olan Hz. Peygamber (A.S.M.)
nebiyy
nebi, peygamber.
Nebiyy
Yükseklik. * Yol.
Nebiyyü-l haram
Mescid-i Haram Nebisi meâlinde. Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi.
Nebiyyü-r rahmet
Bütün âlemler için Rahmete vesile olduğundan peygamber Efendimiz için söylenmiş bir isimdir.
Nebiyyü-t tevbe
Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi. (Ümmetinin tevbelerinin kabul edileceğine işâreten bu isim verilmiştir.)
Nebiz
(C: Enbize) Hurma şarabı. * Yola bırakılıp atılan çocuk.
Nebk
Yazmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak. * Düz etmek, düzleştirmek.
Nebl
Ok. Ok hazırlamak.
Nebr
(Nibr) : (C: Enbâr - Nibâr) Keneye benzer bir küçük böcek. * Yukarı kaldırmak, yükseltmek.
Nebras
(Nibrâs) (C.: Nebâris) (Süryânice) Kandil. Çıra. Lâmba. * Mc: Nur merkezi.
2295
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nebre
Demir parçası.
Nebs
Söylemek.
Nebş
Gömülü bir şeyi yerden çıkarma. * Bir şeyi diğer bir şey vasıtasıyla meydana çıkarma.
Nebt
Suyun yerden çıkıp akması.
Nebta
Yanları beyaz olan dişi koyun.
Nebv
Sakız.
Nebve
Uzaklaşmak. * Ok hedefe varamamak. * Bir yerin havasının mizaca uygun olmaması. * Kılıncın vurulan şeye saplanmayıp geri sıçraması. * Pek çirkin ve kötü suretten gözün kaçması.
Nebz
Bir kimseyi ayıplamak. Kötü lâkabı takmak, istihzâ etmek. * İhtiyarlık işareti belirmek.
Nebze
Az miktar, cüz'i, bir şeyin artığı.
nebze
azıcık miktar.
Nebz-i ahd
Muâhedeyi feshetme.
Neca
Göz değmek.
Necabet
Neciblik, temiz soyluluk. Huy temizliği.
necâbet
soyluluk.
Necadet
Kahramanlık, efelik, yiğitlik.
Necah
Ses, sadâ.
Necaib
(Necib. C.) Şerefli, necib, asil, temiz kimseler.
Necare
Dülgerlik, neccarlık.
Necaset
Pislik, kazurat, murdarlık. (Bak: Habes)
necâset
pislik.
Necaset-i galiza
Pisliği hakkında şer'î bir delil mevcut olup hilâfına başka bir delil bulunmayan necasettir. ( Lâşe gibi)
2296
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Necaset-i gayr-i mer'iye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Câmid, bir hacmi olmayan veya bulaştığı yerde görülmeyen
herhangi bir pis maddedir. Görünmez halde olan pisliktir. (İdrar gibi) Necaset-i hafife
Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.
Necaset-i kalile
"Katı şeylerden ise miskalden; sıvı ise el ayası sahasından geniş olan necaset, namaza mânidir. Bu miktardan fazlası necaset-i galizadır."
Necaset-i mer'iye
Hacmi olan veya kuruduktan sonra görünen herhangi bir pis maddedir. (Akmış kan gibi)
Necasetten taharet
Pislikten temizlenmek. (Bak: Taharet)
Necaşe
Süratle yürümek, hızlı yürümek.
Necaşi (nicâşi)
"Habeş Meliki olan ""Eshame"" nin lâkabıdır. Kamus Şârihinin dediğine göre, mutlaka bu isim, Habeş Meliklerinin has isimleridir."
Necaşî
Habeş hükümdarı.
Necat
Kurtuluş, selâmet. * Hırs ve hased. * Yüksek mekân. * Ağaç budağı. * Mantar.
necât
kurtuluş.
Necatî
Kurtulmaya ait, kurtulmakla ilgili.
Necb
Ağaç kabuğunu soymak.
Neccad
Yorgancı. Yatak, yastık, yorgan gibi şeyler yapan.
Neccah
Yorgancı.
Neccar
Doğramacı. Marangoz. * Dülger.
Neccaş
Hayvan sürücüsü.
Neccina
Bizi kurtar, bize selâmet ver, bizi hıfzeyle (meâlinde dua).
neccinâ
bizi kurtar.
2297
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Necd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Açık ve işlek yol. * Yüksek yer. * Minder, döşeme gibi oturacak şeyler. * Ağaçsız mekân. * Hâzık ve mâhir kılavuz. * Yiğitlik hâli. Gamlılık, gussa. * Hasma galip gelmek. * Çok terlemek. * Meme. * Suudi Arabistan'ın doğu mıntıkası.
Necdet
Yiğitlik, şecaat, kahramanlık. * Harp ve kıtal. *Yeis, korku.
Nec'e
Şiddetli nazar. Şiddetli bakış.
Neceb
Ağaç kabuğu.
Necef
(Necefe) : (C: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt. * Irakta bir şehrin adı.
Necefe
Büyük askı kandil.
Necel
Büyük gözlülük. İri gözü olmak.
Necer
Koyun ve devenin suyu içip kanmaması.
Neces
Murdarlık, pislik, necâset.
Neceş
Değeri artırmak için almak. * Bir kumaşın pahasını artırmak. * Dağılmış şeyleri bir yere toplamak. * Örtmek, setretmek.
Nech
Men' ve reddetmek.
necib
soylu, asil, temiz.
Necib
Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cömert. Asilzâde. Güzel huylu ve ahlâklı.
Necibe
Soyu sopu temiz kimse. Cömert. Asilzâde.
Necid
Arabistanda bir bölge adı.
Necif
(C: Nicef) Geniş temrenli olan ok.
Necih
Galip ve muzaffer. * Sabırlı. * Sağlam rey.
Necil
(Necile) Soyu temiz. Soylu. * Ağaç yaprağından bir cins.
necim
yıldız.
2298
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Necire
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bulamaç aşı.* Kızgın taş ile kızdırılmış su. * Kârgir duvar. * Tahtadan veya ağaçtan olan sofa. * Çulhaların beze sürdükleri haşil.
necis
pis.
Necis
Yavaş hareketli insan veya hayvan. * Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek. * Gizlenen sır, nişan. * Bir nevi yeşillik.
Necise
Kuyudan çıkardıkları toprak.
Necis-ül ayn
Pisliğin ta kendisi.
necisülayn
pisliğin ta kendisi.
Neciy
Sırdaş, sır saklayan.
Neciyya
(Münâcât. dan) Gizli yalvararak, gizli söyleyerek.
Neciyyullah
Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. (Devamlı Cenab-ı Hakk'a karşı teveccühle meşgul ve münacatla, İlâhî feyizlerle inşirah bulan meâlindedir.)
Necl
(C: Encâl) Oğul, evlât, çocuk. * Kuşak, nesil, sülâle. * Atmak. * Ayak ucuyla vurmak. * İstihrac etmek, meydana çıkarmak. * Yerden çıkan su.
Necl-i necib
Soyu temiz çocuk.
Necm suresi
Kur'an-ı Kerim'in 53. Suresidir. Vennecmi Suresi de denir. Mekkîdir.
Necm ü hilâl
Yıldız ve ay.
Necm
(Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir. (Peygamberimiz (A.S.M.) hepsini de görür idi.) * Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi) * Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.* Belirli vakitte yapılan vazife. * Kur'an-ı Kerim. * Ceste ceste, kısım kısım oluş. * Kur'an-ı Kerim'in her defa inzal
2299
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
edildiği kısım. * Huk: Bir borcun taksitlerini ödemek için hulül eden muayyen borç. necm
yıldız.
Necmeddin
(Bak: Necm-üd din)
Necmeddin-i kübra
"(Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî elHarzemî.Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine ""Ettâmmet-ül Kübra"" lâkabı verilmiş, sonradan sadece ""Kübra"" denilmiştir. Moğolların Harzem'i istilâsında şehri terk etmeyerek, onlara karşı kahramanca çarpışarak şehid düşmüştür. (K.S.)"
Necm-i dırahşan
Parlayan yıldız.
Necm-i sâkıb
Karanlığı delerek geçen parlak yıldız.
Necmî
Yıldıza dair, yıldızlarla alâkalı.
necmisakıb
karanlığı delen parlak yıldız.
Necm-üd din
(Bizde daha çok Necmeddin şeklinde telâffuz olunur) Dinin necmi, yıldızı meâlindedir.
Necnece
Geriye döndürmek. * Engel olmak, men'etmek. Bir nesneyi aşağı getirmek. * Zayıf etmek, zayıflatmak.
Necr
Ağaç yonmak. * Şiddetli sevk. * Asıl. * Renk. * Halâs, kurtuluş.
Necran
"Susuz. * Kapı ökçesi. (""süve"" denir). * Yemen diyarında bir yerin adı."
Necs
Yerden define çıkarmak. * Kuyuyu ayıklamak.
Necş
Avı yatağından çıkarma. * Dağılmış parçaları toplamak.
Necv
(C: Nicâ) Yüzmek. * İki kişi arasında olan sır. * Karından çıkan necis.
2300
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Necva
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gizli fısıltı. İki kişi arasında fısıldamak. * Ağız koklamak. * İki kişi arasındaki sır.
Necve
Tümsek, yüksek yer.
Necz
Bitip tükenmek. * İhtiyaç bitirmek. * Vâdeyi yerine getirmek.
Ned'
Dikkat etmek.
Neda
Rutubet, çiğ, nem.
Nedaid
(Nedid ve Nedide C.) Emsâller, akranlar, eşler.
Nedalet
Kir, pislik. * Çalma, sirkat etme, aşırma.
Nedamet
(Nedm. den) Pişmanlık, nedâmet etmek.
nedâmet
pişmanlık.
Nedametgâh
f. Pişmanlık yeri.
Nedametkâr
f. Nedamet eden. Pişman olan.
nedâmetkârâne
pişman olurcasına.
Nedametkârî
f. Pişmanlık, nâdim oluş.
Nedan
f. Bilmeyen, bilmez.
Nedaret
Tazelik, parlaklık, letafet, taravet.
Nedavet
Yaşlık, ıslaklık, nemlik, rutubet.
Nedb
Dua etmek.
Nedbe
(Bak: Nedebe)
Nedd
Gitmek. * Kaçmak.
Neddaf
Hallâç. Pamuk atan kimse.
Nedebe
Yara izi.
Nedem
Pişman olma, nedamet, pişmanlık.
Nedf
Pamuk ditme, pamuk atma.
Nedg
Kılıçla veya sözle taan etmek, çekiştirmek.
Nedh
Geniş yer.
2301
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nedhe
(Nüdhe) : Çokluk, fazlalık.
Nedi'
Ateş veya kül içinde pişmiş olan.
Nedib
Yara izi kalan âzâ.
Nedid(e)
(C.: Nedâid) Emsâl, akran, eş.
Nedif
Atılmış, hallaçlanmış pamuk. Yün.
Nedim
(C.: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı. * Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan. * Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren.
Nedime
Kadın nedim. * Zengin veya şerefli, itibarlı bir kadının arkadaşı.
Nedis
Akıllı kişi.
Nedl
Kir. * Hırsızlık.
Nedm
Pişman olmak.
Nedman
Pişmanlık, nedâmet. Pişman olma. Pişmanlık duyma.
Nedret
Azlık, seyreklik, az bulunmak.
Neds
Huruç etmek, çıkmak.
Nedş
Her nesneyi eritip sormak. * Pamuk atmak.
Nedve
Yaşlık, nemlilik. * Meşveret etmek. Bir işi hakkında görüşmek. * Konuşmak.
Neec
Yel esmek, rüzgâr esmek. * Yalvarmak, tazarru etmek.
Need
Belâ, musibet. Zahmet, meşakkat.
Nef u zarar
Kâr ve zarar.
Nef'
"Fayda, yararlılık. * Fls: Faydacılık. Yani: Bir şeyin doğru olup olmadığını, o şeyin faidesine göre değerlendiren yanlış bir nazariyedir. Kudsi dinimiz olan İslâmiyette ise: Bir şeyin doğru veya yanlış; iyi ve kötü olması, Allahın emir ve nehyine tâbidir."
nef
fayda.
2302
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nefad
(Nefed) Bitip tükenmek, yok olmak.
Nefais
(Nefise. C.) Değerli, güzel ve beğenilir şeyler.
Nefais-perest
f. Nefis şeyleri beğenenen, güzel şeyleri seven.
Nefak
(C.: Enfâk) İki kapılı ev.
Nefaset
Beğenilir olmak, kıymetlilik, değerlilik, çok güzellik, pek iyilik. Nefis ve mergub olmak.
nefaset
hoşluk, güzellik.
Nefaz
Ağaçtan kendi düşen yemiş ve yaprak.
Nefc
Çıkmak, huruc etmek.
Nefd
Tükenmek, bitmek. * Geçici ve fâni olmak.
Nefean li-l-umum
Herkes için faydalı oluş.
Nefean
Faydalı olarak.
Nefed
Bitirme, tükenme, bitirilme.
Nefehat
(Nefha. C.) Esintiler. Üfürmeler.
Nefel
Düşmandan alınan mal, ganimet. * Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat.
Nefer
"Bir kişi, tek kişi. * Asker, er. (Bazılarınca insan cemaati. Ona kadar olan adam topluluğuna denir. Üçten ona kadar olan kişilere ""Reht"" denir.)"
nefer
er, asker.
Neferât
(Nefer. C.) Neferler, askerler, erler.
neferât
neferler, erler.
Nefes
Soluk, üfürülen hava. Soluma, soluk verip alma. * Uzun söz. * Bolluk. * Hased etmek. *Edb: Bektaşi tekkelerinde okunan manzum söz.
nefes
soluk.
Nefeza (nefza)
(C: Nefâyız) Düşmanın ahvâlini bilmek için dolaşan kavim.
2303
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nefezan
Sıçramak.
Neffa'
(Nef'. den) Çıkarı çok olan kimse.
Neffac
Mütekebbir. Kendini beğenen. Mağrur. * Şişkin.
Neffah
Hayır sâhibi ve iyiliksever kimse. * Kokusu çok.
Neffas
Sihir yapan, üfüren, üfürükçü.
neffâs
üfleyen.
Neffasât
(Neffâse. C.) Neffâseler, büyücü kadınlar.
Neffase
(C: Neffâsât) Büyücü kadın.
Neffata
Neft yağı çıkan pınar.
Nefh
Rüzgâr esmek. * Güzel kokunun yayılması. Kokmak. * Vurmak. * Def'etmek, kovmak. * Vuruşmak, kat'etmek.
nefh
üfleme.
nefha
esme, esinti, üfürük.
Nefha
Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku.
Nefh-i sur
"İsrafil Aleyhisselâm'ın Kıyamet gününde ""Sur' denilen boruyu üflemesi. * Kıyamet kopması. (Bak: Acbüzzeneb)"
Nefi
(Bak: Nefy)
Nef'î
Menfaat ile alâkalı, faydacı. * Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde bir hicviyesinden dolayı boğdurulup denize atılmıştır.
Nefif
Hevâ.
Nefir
Cemaat, topluluk. * Harp için seferber olan cemaat.
Nefis
(Bak: Nefs)
nefis
can, maddî arzuların kaynağı olup sınır tanımayan bir duygu.
Nefis(e)
Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi.
2304
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nefisperest
nefsine aşırı düşkün olan.
Nefis-perest
Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.
Nefis-perver
f. Nefsini çok sevip besleyen, nefsi isteklerine çok düşkün.
nefisperver
nefsini seven.
nefisperverâne
nefsini severcesine.
Nefit
Kaynamak, galeyan.
Nefite
Unu suya koyup kaynatıp koyulaşıncaya kadar karıştırmak.
Nefiy
(Bak: Nefy)
nefiy
olumsuzluk, yok sayma, sürme, sürgün.
Nef'iyyet
(Nef'î) Fls: Faydacı, faydacılık.
Nefiz (nefeze)
Okun geçmesi gibi içe geçmek, işlemek. * Sözü geçer olmak.
Nefk
Helâk olmak.
Nefl
Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile. * Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek. * Yemin etmek.
Nefr
"Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan ""Nüfur"" da bu mânâdandır. Fakat ""Nüfur"" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; ""nefr"", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate ""nefir"", herbirine de ""nefer"" denilir.İmamın, halkı cihada dâvet ve tahrik etmesine de ""istinfar"" tâbir olunur ki, lisanımızın şimdiki ıstılâhında ""seferberlik emri"", frenklerde de ""mobilizasyon"" yâni, halkı yerinden oynatma tâbir edilir. (E.T.)"
nefret
tiksinme.
2305
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nefret
Tiksinmek, ürküp kaçmak. * Birisinin yakını ve akrabası.
Nefretbahş
f. İnsana nefret veren, iğrendiren, tiksindiren.
nefretkârâne
nefret ederek, tiksintiyle.
Nefrin
Lânet, beddua. * Söğüp saymak.(Hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıylae o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tağutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklid edip ittiba' edenlere binler nefrin ve teessüfler. L.)
nefrin
lânet.
Nefrin-hân
f. Sövüp sayan.
Nefrin-künân
f. Lânet okuyan, sövüp sayan.
nefs
can, kendi, istek duygusu, nefis.
Nefs
Gülme hususunda ifrata gitmek. * Çok fazla gülmek.
Nefsa
(C.: Nefsâvât-Nüfüs-Nifâs-Nevâfis) Yeni doğum yapmış kadın. Loğusa.
Nefsanî
Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub.
nefsanî
nefsin hoşuna giden.
nefsaniyet
nefsine düşkünlük.
Nefsaniyet
Nefsini çok beğenmişlik. * Gizli düşmanlık, garez, kin.
Nefs-i amel
Amelin ta kendisi.
Nefs-i emmare
"İnsanın çirkin ve şeytanın teşviklerine itirazsız ve mücahedesiz tâbi olması hâli.(Nefs-i emmârenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz İslâmiyete istinad iledir. O habl-ül metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdat iledir. H.)(Bir zaman evliya-yı azimeden; nefs-i emmaresinden kurtulanlardan birkaç
2306
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassüngâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören; ve mücahedeyi, âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevi nefs-i emmareyi gördüm. Ve anladım ki, o mübârek zatlar, hakiki nefs-i emmareden değil; belki mecazi bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbani dahi bu mecazi nefs-i emmareden haber veriyor.Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslâh olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip, veya tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etsin. K.L.)" Nefs-i hayvanî
Hayvanî istekler. Canlılardaki yaşama ve hareket kuvvetleri.
Nefs-i ihbar
Tam haber. Haberin tam esası.
Nefs-i levvame
Kötülüğü işledikten sonra fenâlığını hatırlayarak insanı rahatsız eden pişmanlık hâli ve vicdan rahatsızlığı. * İnsanın, kendine ait kötülük ve günahını görüp fenalığını bilen ve hayra meyleden iradesi.
Nefs-i mardiye (marziyye)
Kusurlarını bilen, kendisinden râzı olunan nefis. Rabbinin
indinde makbul olan nefis. Nefs-i mutmainne
İyiliği kötülükten ayırt ettirerek insanlık vazifesini tanıttıran ve vicdanına rahatlık veren hâl. İnsanı Allah'a yaklaştıran hâl. Günaha meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak kurb-u İlâhiye itmi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi.
2307
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nefsin, Allah'ın emirleri altına sakin ve şehevâta muâraza ederek ıztırabdan kurtulmuş olma hâli. Nefs-i mülheme
Tas: Lüzumu hâlinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatlar ilham edilen, tasaffi ve tekâmül etmiş nefis.
Nefs-i mütekellim
Gr: Birinci şahıs. (Bak: Mütekellim-i vahde)
Nefs-i nâtıka
Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.
Nefsî nefsî
"""Benim nefsim"", ""nefsim nefsim"" mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir."
Nefs-i râdiye
f. Rabbinden râzı ve hoşnud olanın nefsi.
Nefsî
Nefis ile, kendisi ile alâkalı. Şahsa ait, nefse dair.
nefsî
nefisle ilgili, nefsim!
nefsiemmâre
insanı kötülüğe sürükleyen nefis.
Nefs-ül emir
Hakikatın kendisi. İşin hakikatı.
nefsülemir
işin kendisi, hakikatı.
Nefş
Açmak. * Yapmak. * Yün ve pamuk atmak. * Davarların, geceleyin yayılıp çobansız otlaması.
Nefşele
Yürüken toprağı ayağıyla tozutmak.
Neft (nefit)
Çömleğin kaynayıp taşması ve içinde yemeğin kuruması. * Galeyan.
Neft
Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.
Nefta
(Nifta) (C: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık.
Neftî
f. Neft yağı renginde olan, siyaha yakın koyu yeşil.
Nefuh
Sütü sağılmadan çıkıp akan deve.
Nefur
Ürken, ürküp kaçan. * Herkese iyiliği dokunan kimse.
2308
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nefuz
Çocuk düşüren kadın.
Nefy edâtı
"Arabçada ""Lâ"", Farsçada ""Nâ"" gibi olumsuzluk bildiren edât."
Nefy
"Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek. * Gr: Bir şeyin olmadığını ifade eden (olumsuzluk) edatı. Müsbetin zıddı, menfi olan. Bir şeyin yokluğunu veya olmadığını iddia. (Bak: İnkâr)(İşte küffarın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir. Meselâ: Bütün İstanbul ahalisi, Ramazanın başında Ayı görmediğinden nefyetse, iki şâhidin isbâtiyle o cemm-i gafirin nefiy ve ittifakı sukut eder. L.)(Nefiy dahi iki kısımdır.Birisi: ""Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur."" der. Bu kısım ise, isbat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imani ve kudsi ve âmm ve muhit olan mes'eleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise... hiçbir cihetle isbat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temâşâ edecek bir nazar lâzımdır; tâ o gibi nefiyler isbat edilebilsin. Ş.)"
nefy
nefiy, yok sayma, sürme, sürgün.
Nefyan
Vurma ânında yara ve cerahatten akan kan.
nefyetmek
yok saymak, sürgün etmek.
Nefy-i ebed
Bir daha dönmemek üzere nefyedip sürme.
Nefy-i mülk
Bir malın başkasına ait olduğunu söyleme.
Nefz
Saçma, yayma. Neşretme. * Silkmek. * Nazar etme, bakma.
2309
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Negatif
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Mat: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. * Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi)
Negühide
f. Çirkin, kötü.
Neha
Pek akıllı adam. * İhtiyacı terkeylemek. (Güya kendi nefsi cihetinden menedilmiş demektir.)
Nehabik
Bildikleriyle amel etmeyip halka da öğretmeyen.
Nehabir
(Nühbur. C.) Kum yığınları, kum tepeleri.
Nehafe
Tıksırmak, aksırmak. * Nefes verip almak.
Nehak
Eşek anırtısı.
Nehake(t)
Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * Keskinlik.
Nehamî
Demirci.
Nehar
(C.: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık. * Toy kuşunun yavrusu. * Altın.
nehâr
gündüz.
Neharen
Gündüzün. Gündüz vakti.
Nehar-ı ebyaz
Gündüzün beyazlığı, gündüze benzeyen beyazlık. Beyazlığın parlaklığı.
Nehar-ı örfî
Güneşin tuluundan gurubuna - doğuşundan batışına - kadar olan zaman.
Nehar-ı şer'î
Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar olan müddet.
nehârî
gündüzcü.
Neharî
Gündüzlü, gündüz ile alâkalı. * Yatılı olmayan mekteb veya talebe.
Nehave
(Et) çiğ olmak.
Nehb
Yağma, yağmacılık, çapul. * At oynatmak, koşturmak. * Kahr ile bir kişinin malını elinden almak.
2310
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nehbe
Kapmak.
Nehber
Helâk olacak yer.
Nehc
Yol, usul. * Doğru yol.
Nehd
İri gövdeli ve karınlı at.
Nehda'
İyi otlar yetişen kumlu arâzi.
Nehdan
Dolu, dolmuş.
Nehec
(C: Menâhic) Yol, tarik. * İstikâmet.
Nehel
Susuz olmak. * İçmenin evveli. * Yaşlı, ihtiyar. * Semiz etli deve.
Nehem
(Nehim - Menhum) Aç gözlü oluş. şikemperver olmak. Doymak bilmemek. Bir şeye çok düşkün, şehvetli, haris.
Neheng
(C.: Nehengân) f. Timsah.
Nehengân
(Neheng. C.) f. Timsahlar.
Neher
Genişlik, bolluk. * Nehir, ırmak.
Nehhab
(Nehb. den) Yağmacı, çapulcu.
Nehhac
(Nehc. den) Kılavuz, rehber, mürşid. Doğru yolu gösterici.
Nehhal
Toprak kazan, kazıcı.
Nehham
Yüksek ve gür sesli kimse. * Arslan.
Nehhas
Esirci.
Nehhat (nühhat)
Çalıştırılan sığır. * İnce. * Hımar, eşek. * Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması.
Nehhat
Yüce avazlı, gür sesli kişi.
Nehib
(Nehb. den) Korku, dehşet, ürküntü. * Yağmacı, çapulcu.
Nehide
Kalın kaymak.
Nehif
Zayıf.
Nehih
Boğaz içinden gelen ses.
Nehik
Anırtı, eşek anırtısı.
2311
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nehim
Aç gözlü, doymaz. * Yırtıcı. * Arslan kükremesi.
Nehir
Burun içinden çıkan ses, hırıltı.
Nehire
Ayın evveli.
Nehit
Eşek anırtısı. Hımar avazı.
Nehite
(C.: Nehâyet) Tabiat.
Nehiy
Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli.
nehiy
yasaklama.
Nehizet
Tabiat. * At kulağına benzer dokunmuş nesne.
Nehk
Zayıf etmek, zayıflatmak. * Eskitmek. * Mübâlağa etmek.
Nehme
Hastaların ve çocukların yiyeceğe karşı olan hırsı, oburluğu.
Nehmet
Himmet, maksat, yüksek himmet. Harislik. şehvet.
Nehnehe
Dar kaftan, dar elbise.
Nehr
Boğazlamak, kesmek. * Namazda sağ elini sol eli üzerine koymak. * Sadr, göğüs.
nehr
nehir, ırmak.
Nehren
Nehirden. Nehir yoluyla.
Nehreyn
İki nehir.
Nehrî
(Nehriye) Nehirle ilgili, nehre ait.
Nehr-üs sema
Samanyolu. Kehkeşan.
nehrüssema
samanyolu da denilen yıldızlar kümesi.
Nehs
Kabzetmek, almak. * Yılan sokması. * Eti ön dişiyle almak.
Nehsek
Yaban havucu.
Nehş
Yılan sokmak. * Almak, kabzetmek. * Ön dişiyle bir nesneyi ısırır gibi tutmak. * Et almak.
Nehşel
Kurt, zi'b. * Çakır. * Erkek ismi.
Neht
Yontmak. Oymak.
2312
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nehud
f. Nohut.
Nehur
Burnuna vurmayınca veya burnuna parmak sokmayınca sütünü salıvermeyen deve.
Nehus
(C.: Nehâyıs) Gebe eşek.
Nehuset
(Bak: Nühuset)
Nehva
Bir şey kasdetmek. Bir şey söylemeği istemek. * Bir şey yapmağa evvelden hazırlanmak.
Nehy
(Bak: Nehiy)
nehy
nehiy, yasaklama.
Nehyi an-il münker
Allah'ın haram kıldığı şeyleri işlemekten men'etmek, haram işleri yaptırmamak ve buna çalışmak.
nehyianilmünker
kötülükten sakındırma.
Nehz
Ayağa kalkmak, deprenip kalkmak, hareket.
Nehzat
Hareket, davranma, kalkışma. Yola çıkma.
Neib
Karga sesi. * Ağaçtan yemiş indirmek. * Süt sağmak.
Nek'
Dizine ayağın arkasıyla vurmak. * Def'etmek, kovmak.
Nek'a
Kalkan dikeni üstündeki kızıl kap. * Her kırmızı olan şey.
Nekâ'
Yarayı kaşımak. * Soymak. * Çok azap etmek, acı çektirmek.
Nekab
Devenin tabanı aşınmak.
Nekâbet
Dönme, vazgeçme, cayma.
Nekabet
Muayyen zümrelerin başları. * Bir topluluğun vaziyetlerine nezâret etmek, kontrol.
Nekabet-i ulemâ
Âlimlerin başı olma.
Nekad
(C.: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun. * Büyümesi geç olan çocuk. * Ağızda dişler çürüyüp ufanmak. * Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.
2313
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nekahet
hastalıktan sonraki zayıflık.
Nekahet
Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl. * Fehmetmek, anlamak, bilmek. * Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.
Nekais
(Nakise. C.) Nakiseler. Noksanlar.
nekais
noksanlıklar.
Nekaiz
(Nakize. C.) Nakizeler. Birbirine zıd şeyler.
Nekâl
Şiddetli azab. İşkence ve ukubet. * İbret.
nekâl
şiddetli azap.
Nekam
(A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak.
Nekâre
Güçlük, zorluk. * Belirsizlik.
Nekave(t)
Her şeyin iyisi, seçkini. * Temizlik, paklık.
Nekavet-i vicdân
Vicdan temizliği.
Nekâyat
Çarklar. * Vakitler.
Nekayi'
(Nakia. C.) Ziyâfetler.
Nekaz
(C: Enkâz) Her nesnenin kötüsü, kıymetsizi.
Nekb
Musibet ve kedere uğrama. * Meyletmek, eğilmek. * Udul etmek, vazgeçmek, haktan dönmek.
Nekba
Esince adamı eğip düşüren rüzgâr. Fırtına.
Nekbe
(C.: Nekebât) şiddet, meşakkat. * Bir şeyin kesilmesiyle olan cerahat.
Nekbet
(C.: Nekebât - Nükub) Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık. * Musibet, felâket. * Düşkünlük.
Nekbethane
f. Tâlihsizlik yuvası. * Mc: Dünya.
Nekbetî
f. Tâlihsiz, bahtsız, şanssız, uğursuz.
Nekbetzede
f. Felâket görmüş, musibete uğramış.
2314
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nekd
(Nekâde) (C.: Enkâd) Hayırsız olmak.
Nekda'
Sütü olmayan deve.
Nekeb
Hastanın iyileşmesi. * Devenin omuzlarında olan bir hastalık.
Neked
Sıkıntı, dert, keder. Belâ, musibet.
Nekefe
(C.: Nüküf-Nükfân) Çene altında olan küçük bez.
Nekel
Kuvvetli kişi.
Nekes
(Nâ-kes) Cimri, tamahkâr, hasis.
Nekesan
Ardına dönmek.
Nekf
Göz yaşını yanağından parmağıyla silip gidermek. * Kuyudan su çekmek. * Arlanmak.
Nekh
(Nikâh) (C.: Enkihe) Tezevvüc, evlenme, cimâ etme. * Akit.
Nekhet
(Bak: Nükhet)
Nekib
(C.: Nukabâ) Halkın iyisi. * Kâhya. * Kefil. * Müfettiş, kontrolcü.
Nekibe
Nefsi mübârek.
Nekir
"Bilinmemiş olan. Muayyen olmayan. * Mezarda iki sual meleğinden birisinin adı. (Diğerininki; münkerdir)"
Nekîr
kabirdeki sual meleklerinden biri.
Nekire
(C.: Nekerât) Belirsiz.
Nekise
Hilâf, ters. * Nefs.
Nekkad
Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse. * Paranın sağlamını kalpından ayıran. * İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam etmiyenlere tenbihat, icra ve devamsızlıkları tesbit eden vazifeli kişi.
nekkad
iyiyi kötüden ayıran.
Nekkar
Ağaçkakan kuşu. * Değirmenci. * Çok hayırlı. * Çok kokulu.
Nekl
Yular. At gemi. * Ezâ, cefâ etmeğe ve işkence yapmağa yarayan şey.
2315
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nekmet
(Bak: Nikmet)
Nekr
Zeki, akıllı kimse. Pek zeyrek olan. * Dehâ, fetânet.
Nekre
Belirsiz olan. * Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin. * Garip ve gülünç fıkralar. * Hoş sohbet ve hazır cevap kimse. * Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim.
nekre
belirsiz.
Nekre-gû
f. Tuhaf hikâyeler fıkralar anlatan. Gülünç sözler söyleyen.
Nekre-i mevsule
İki kelime veya mânâyı birbirine bağlayan kelime.
Nekre-i tâmme
Mübhem mânâ ifade eden kelime.
Neks (nüküs)
Başaşağı etmek, ters döndürmek. * Aynı hastalığın geri gelmesi. (Bak: Nüks)
Neks
Çok çekinmek, kaçınmak.
Nekş
Kuyunun çamurunu temizlemek. * Bir şeyi bitirmek. Bir işden fâriğ olmak. * Bir şey üzerine gelip toplanmak.
Nekt
(C: Nikât) Süngüyü yere vurmak. * Taan etmek, çekiştirmek.
Neküs
(Nekis - Neküs) Baş aşağı etmek.
Nekz
Gayret etme, uğraşma, çok çabalama.
Nell
Yüz üstüne bırakmak.
Nem
f. Rutubet, az yaşlık. Hafif ıslaklık.
nema
artma, çoğalma, büyüme, uzama.
Nema
Gelişme, büyüme. * Uzamak, artmak, çoğalmak, üremek. * Faiz.
Nemadâr
f. Çoğalan, ziyadeleşen. Artan, büyüyen.
Nemaik
(Nemika. C.) Mektuplar.
Nemaim
(Nemime. C.) Dedikoducular, çekiştiriciler.
Nemarık
(Nemraka. C.) Yastıklar.
Nemas
Kılın ince olması.
2316
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nemat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Enmut-Nimât) Usul, tarz. * Yol, tarik. * Örtü, ihram. * Topluluk, insan cemaati. * Döşek yüzü, yatak yüzü.
Nemat-ı takrir
Söyleme tarzı.
Nemçe
Tar: Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi.
Nemdar
f. Nemli, ıslak, yaş, rutubetli.
Ne'me
Nağme, ses.
Nemed
f. Keçe.
Nemedîn
f. Keçeden yapılma.
Nemed-pâre
f. Keçe parçası.
Nemed-puş
f. Keçe giyen. Derviş.
Nemed-zîn
f. At eğeri altına konulan keçe.
Nemek
f. Tuz. Milh. * Lezzet, tat. * Bağlılık, hak.
Nemek-çeş
f. Tadına bakma, tatma.
Nemek-dân
f. Tuzluk, tuz kabı.
Nemek-efşan
f. Tat veren. Lezzetlendiren. * Tuz serpen.
Nemek-haram
f. Tuz haini. * Mc: Nankör.
Nemek-helâl
f. Tuz hakkı tanıyan. Bağlı, sâdık kimse.
Nemekîn
f. Tuzlu, lezzetli, tadı yerinde. * Tuzlu gözyaşı.
Nemek-perver
f. Sâdık ve bağlı kimse.
Nemek-sud
f. Tuzlanmış, tuza bastırılmış, tuzlu şey. * Pastırma.
Nemek-şinâs
f. Tuz tanıyan. * Mc: İyilik bilen.
Nemeş
Dağınık, parçalanmış şeyleri toplamak. * Nakış hatları. * Yüzde olan siyah ve beyaz noktalar.
Nemf
Küçük kurt (böcek).
Nemga
Çocukların beyni deprendiği yer. * Dağ üstü.
2317
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nem-i dide
Göz yaşı.
Nemidanem
Bilmiyorum.
Nemididem
Görmüyorum.
Nemika
(C.: Nemâik) Mektub. Name.
Nemime
Söz götürme. Lâf taşıma. Bir kimse aleyhindeki sözleri ifsad maksadıyla kendisine eriştirme.
nemîme
söz taşıma.
Nemimekâr
f. Koğucu, fitneci, dedikoducu, münafık.
Nemin
Fısıltı. * Koğucu.
Nemir
(C.: Nümur) Kaplan.
Nemire
Dişi kaplan. * Yün kaftan.
Nemis
Bittikten sonra yine biten ot.
Nemk
Yazmak. * Düzeltmek.
Nemkeşide
f. Islak, nemli, yaş, rutubetli.
Neml suresi
Kur'an-ı Kerim'de 27. Sure olup Süleyman Suresi de denir. Mekkîdir.
Neml
Karınca.
neml
karınca.
Nemle
Bir tek karınca. * Vücutta olan karıncalanma.
Nemm
Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk.
Nemmal
Koğucu, dedikoducu, münafık.
Nemmam
(Nemmas) : Koğuculuk ve nemimecilik eden. Dedikoducu.
nemmam
söz taşıyıcı.
Nemnak
f. Nemli, yaş, ıslak.
Nemnakî
f. Nemlilik, ıslaklık, yaşlık, rutubet.
Nemreka
(C.: Nemârık) Yastık.
2318
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nemrud
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm zamanında yaşamış ve onu ateşe atarak yakmak istemiş, mu'cize ile İbrahim Aleyhisselâm ateşten kurtulmuştur. Bâbil'in müessisi ve hükümdarı olup, en evvel hükümranlık ve tecebbür eden bu olduğu mervidir. (Bak: Enaniyet)
Nemrudane
Nemrut gibi.
Nems
Süt ve yağın ekşimesi. * Ekşimek ve kokmak. * Sırrı ketmetmek, gizlemek.
Nemş
f. Hile, oyun, dalavere, desise.
Nemy
Kaldırmak. * Yetiştirmek.
Ne'nee
Zayıflık.
Ne'nehava
Anason, kimyon.
Neng
f. Ayıp, utanma, hayâ etme. * Ün, şöhret, nam.
Ner
f. Erkek, er.
Nerbdan
"f. Merdiven. (Neverdi bâm'dan alınmıştır. Neverd; kıvrım, büküm; neverdiden; tayyetmek, dürmek; bam, ban; tavan mânalarına gelirler. Üst kata merdivenle çıkıldığından, neverdibâm yerine hafifletilmişi olan nerdbân denilmiştir.)"
Nere
f. Dalga. * Erkek.
Nere-i âb
Su dalgası.
Nergis
(Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır.
nergis
bir çiçek.
2319
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nergis-dân
f. Nergis saksısı.
Nergisî
f. Nergis biçiminde kesilip yapılan bir çeşit hamur işi.
Neriman
f. Pehlivan, yiğit, kahraman.
Nerimanî
f. Nerimanlık, kahramanlık, yiğitlik.
Nerm nerm
f. Yavaş yavaş, âheste âheste.
Nerm
(Nermi - Nermin) f. Yumuşak.
Nerm-âhen
f. Gevşek şey.
Nermdil
f. Yüreği yumuşak. Merhametli.
Nermgû
f. Yumuşak sözlü.
Nermî
f. Gevşeklik, yumuşaklık.
Nermin
f. Yumuşak.
Nermiyet
Yumuşaklık, gevşeklik.
Nermligam
(Nerm-ligâm) f. İtaatli, muti, söz dinler. * Başı sert olmayan at.
Nermsaz
f. Yumuşak adam.
Nerre-şir
f. Erkek arslan.
Nesa
(C.: Ensâ) Uyluk başından tırnağa kadar varan bir damar. * Te'hir etmek, sonraya bırakmak.
Nesai
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
Nesaic
(Nesice. C.) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular. (Bak: Nesc)
Nesaih
(Nesâyih) (Nasihat. C.) Nasihatler, öğütler.
Nesaik
(Nesike. C.) Kesilen kurbanlar.
Nesaim
(Nesim. C.) Hafif ve lâtif rüzgârlar.
Nesais
(Nesise. C.) Fesatlık için yapılan fısıltılar.
Nesak
Tarz, usul, yol, şekil, üslub.
Nesak-ı vâhid
Tek şekilde, tek tarzda, tek biçimde.
2320
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nesaksâz
f. Tertib eden, düzenliyen, tanzim eden, düzen veren.
Nesar
(C.: Nüsür - Ensür) Bir kuş adı. Gerges de denir.
Nesc
(Nesic) Dokunuş, dokuma. * Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)
nesc
dokuma, örme.
Nescî
Nesc ile alâkalı.
Nescolmak
Dokunmak, örülmek, örülü hâle gelmek. Kumaş dokunması, bez dokunması. (Canlıların vücudundaki nescolunmak gibi)
Nes'e
Veresiye alma. Vade ile alma. * Tehir etmek.
neseb
soy, sülale.
Neseb
Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri. * Vuslat.
neseben
soyca, soy bakımından.
Neseben
Soyca, sülâlece, soy bakımından.
Nesebî
Neseb ve soya âit. Sülâle ile alâkalı.
nesebî
soy yönünden, neseble ilgili olarak.
Nesel
Davar sağıldıktan sonra meme başlarında arta kalan sütü. * İki tarafı saf saf ağaçlar olan yol.
Nesem
Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet. * Rüzgârın lâtif, hoş esmesi.
Neseme
(Nesme) : (C: Nüsüm) Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı.
Nesevî
(Neseviye) Kadına mensub, kadınla alâkalı, kadınlık.
Neseviyyet
Kadınlık.
Nesf
Bir yapıyı temelinden yıkma.
Nesfe
Dökülmüş ve saçılmış un.
2321
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nesg
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gitmek. * Almak. * Ağaç kesildiğinde çıkan su. * Vurmak. * Dürtmek.
Nesh
Ist: Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmaktır. (İtikada ait olan ve zamanla değişmeyen hükümlerde nesih olmaz, bunlar sabit birer hakikattırlar.) * Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak. * İbtal etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek. * Nakletmek, kaldırmak, bir şeyi zâil kılmak. (Güneşin, gölgeyi giderdiği gibi.)
nesh
kaldırma, hükümsüz bırakma.
Neshî
Nesihle alâkalı, neshe ait. * Bir cins yazı.
Nesi'
(C.: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap. * Unutkan. * Unutulan. Unutulmuş olmak.
Nes'î
Câhiliyet devrinde belirli vakti geciktirilmiş haram aylar.
Nesib
Asil kadının vasfı. * Edb: Kasidenin âşıkâne olan mukaddemesi.
Nesic
(C: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş.
Nesice
(C: Nesâyic) Dokunmuş, nescolunmuş şey.
Nesie
Veresiye almak. Satın alınan şeyin bedelini vermeyip sonraya bırakmak.
Nesif
İki kişi arasındaki sır.
Nesig
Ter.
Nesik
Düzenli, tertibli, nizamlı * Süslü, bezenmiş, donanmış.
Nesike
Hak yoluna kesilen kurban. * Altın veya gümüş külçesi. (Bak: Akika)
Nesil
Erimiş mumsuz bal.
nesîm
hoşa giden rüzgâr.
Nesim
Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr.
Nesim-i nevbahâr
İlkbahar rüzgârı, tan yeli.
Nesim-i seher
Lâtif sabah rüzgârları.
2322
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nesim-i subh
Sabah rüzgârı.
Nesim-i subh-dem
Sabah vakti esen rüzgâr, sabah rüzgârı.
Nesimî
Hafif hafif ve lâtif bir tarzda esen rüzgârla ilgili.
nesir
düz yazı.
Nesir
Hayvan aksırması.
Nesire
Kuyu toprağı.
Nesis
Bir sıvının sızıp kabından dışarı çıkması.
Nesise
(C.: Nesâis) Fesatlık için yapılan fısıltı.
Nesk
Bir kelâmı başka kelâma atfetmek.
nesl
nesil, soy, kuşak.
Nesl
Soy, sop. Zürriyet, döl, kuşak. * Halk. * Çocuk hâsıl etmek. * Kıl yolmak. * Mumsuz, süzme bal.
Neslan
Çok yelmek. Evmek.
Nesle
Geniş gömlek.
neslen
nesil bakımından, soyca.
Nesme
Fık: Satın alınan köle.
Nesnas
Koğuculuk eden kişi. * Maymun.
Nesne
şey, herhangi bir şey.
nesne
şey, tamlayıcı, tümleç.
Nesr
(Nesir) Çoğaltmak, saçmak, yaymak. * Manzum olmayan söz veya yazı.
nesr
nesir, düz yazı.
Nesre
Büyük geniş gömlek. * Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması. * Menazil-i kamerden iki yıldız.
Nesren
Nesir olarak, manzum olmadan yazılan yazı. * Çoğaltmak suretiyle.
Nesrin
Yabani gül.
2323
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ness
İfşa etmek, açıklamak. * Gayret ve hamiyyet etmek.
Nessabe
Nesepleri iyi bilen kimse.
Nessac
Dokuyucu, dokuyan, çuhacı.
nessac
dokuyucu.
Nessaf
Gagası büyük bir kuş.
Nessar
Dağıtan, saçan, neşreden. * Parlatan.
Nest
Sâkin olmak.
Nesteinu
"""Biz senden yardım, inayet dileriz, istiane ederiz"" meâlinde duâ."
Nester
(Nesteren-Nesterin-Nesterun) f. Ağustos gülü, yaban gülü.
Nesterinzar
f. Gül bahçesi. Güllük.
Nesuc
Üstünde yük doğru durmayan deve.
Nesv
İzhar etmek, göstermek, açıklamak.
Nesy
Unutma, nisyan. * Unutulmuş.
Nesyen mensiyyen
Tamamıyla unutulmuş, tamamen hatırdan çıkmış.
Neş' (nüşu')
Yiğit olmak. * Yüksek olmak. * Rüzgâr esmek. * İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak.
Neş'
Bir nesneyi zorla çekmek.
Ne'ş
şiddetle ve kahirle almak. Zorla almak.
Neşa
Nişasta.
Neşabet
Okçuluk san'atı.
Neşaid
(Neşide. C.) Meşhur kaside ve beyitler, mısralar.
Neşak
Burna su ve sâire çekme. Burunla çekme.
Neşame
Yüksek beyaz bulut.
Neşasa
Beyaz yüksek bulut.
Neşastec
Nişasta.
2324
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Neşat
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sevin. Şen şâd ve hoşdil olmak. Sürur, keyf. * Bir iş işlemek. Çalışmak.
neşat
sevinç.
Neşat-âver
f. Sevinç ve sürur getiren.
Neşat-bahş
f. Sevinç ve neşe bağışlayan.
Neşat-efza
f. Neşe ve sevinç artıran.
Neşât-engiz
f. Sevinç uyandıran.
Neşb
(İğne ve diken) batma, girme.
Neşc (neşic)
(C.: Enşâc) Sesli sesli ağlamak. * Ses.
Neşd
Talep etmek, istemek. * Yüksek yerde düz yer olmak. * Kaybolan şeyi aramak. * Bir şeyi gereği gibi bilmek.
Neş'e
Gönül açıklığı, sevinç. * Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey. * Yiğit olmak. * Yüksek olmak.
neşe
keyif, sevinç.
neşê
yeniden meydana gelme, dirilme.
Neşeb
Mal, mülk.
Ne-şebem
f. Ben karanlık gece gibi nursuz değilim (meâlinde.)
neşebem
gece değilim.
Ne-şebperestem
Karanlık ve zulümatı seven ve isteyen değilim.
Neşef
İçmek. * Sinmek. * İçine girmek, dühul etmek.
Neşefe
(C.: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş.
Neş'e-i uhrâ
"Ölümden sonra mahşerde yeniden dirilmek. Buna ""Neş'e-i sâniye"" de denir."
Neş'e-i ulâ
"İlk hayat. Ruhun bedene girmesi. Dünyaya gelmek.(...Peygamber'in (A.S.M.) emrettiği gibi, "" Neş'e-i ulâyı gören adam, neş'e-i uhrâyı
2325
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
inkâr edebilir mi?"" Çünkü ikinci teşekkül, yâni ikinci yapılış birinci teşekkülden daha kolaydır. İ.İ.) (Bak: Taaccüb)" Neş'e-i ulyâ
Ahiretteki yüksek dereceli hayat, âhiret hayatı.
Neş'e-nisar
f. Neşe dağıtan.
Neşer
Dağılmış, intişar etmiş, münteşir.
neşêt
meydana gelme, çıkma.
Neş'et
Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek. * Çıkmak. Kaynak olmak.
Neş'et-i uhrâ
(Bak: Neş'e-i uhrâ)
Neş'et-i ulâ
(Bak: Neş'e-i ulâ)
Neş'e-yab
f. Keyifli, neşeli, sevinçli.
Neşf
İçmek, suyu emerek içmek. * Sızmak. Sünger gibi sızmak. * Suyu çekmek.
Neşg
Aşk galebe edip haykırıp çağırmak. * Tâlim etmek.
Neşide
Manzume. Şiir. * Yüksek sesle okunan şiir. * Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.
neşîde
şiir.
Neşidehân
f. Neşide okuyan.
Neşil
Çömlekte pişmiş et.
Neşir
Dağıtma, yayma, herkese duyurma.
neşir
yayım, dağıtım.
Neşiş
Kaynayan şeyden çıkan ses.
Neşit
Neş'eli, sevinçli, şenlikli. Faal.
Neşita
Bir şeyin, aramaksızın bulunması. * Ansızın bulunan nesne. * Gâzilerin kastettikleri yere varamadan yolda buldukları ganimet.
Neşk
Burna çekme.
2326
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Neşl
Taan etmek. * Cezbetmek, kendine çekmek.
Neşm
Zerdali ağacı gibi bir ağaç. * Bir çiçek cinsi.
Neşneşe
Koyun derisini yüzmek. * Zırh sesi. * Su kaynarken ötüp ses çıkmak.
Neşr
Neşretmek, yaymak, bir haberi fâşetmek, herkese duyurmak, şâyi kılmak. * Başıboş cemaat. * Bulutlu günde yel esmek. * İzhar etmek. * Katetmek. * Mecnun veya hastaya duâ yazmak veya okumak.
neşr
yayma, dağıtma, ölülerin mahşerde dirilip toplanmasından sonra yayılması.
Neşren
Yayılmak suretiyle, neşir yoluyla. Yazarak, dağıtarak.
neşretme
yayımlama.
Neşr-i suhuf
Sahifelerin neşri. * Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.( $ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele kendi kendine çok acib olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat, surenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların nazîresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki: Her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlariyle beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisaniyle gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâlini neşreder. İşte gözümüzün önünde bu Hakimâne, Hafizâne, Müdebbirâne, Mürebbiyâne, Lâtifâne şu işi
2327
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yapan O'dur ki, der: $Başka noktaları buna kıyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et. S.) Neşrî
Neşir ile alâkalı.
Neşriyât
Gazete, kitap, radyo ve sâir vasıtalarla neşrolunmuş, yayılmış şeyler.
neşriyât
yayınlar, yayıncılık.
Neşriyât-ı kâzibe
Yalandan, uydurma sözler.
Neşş
Kaynamak, galeyan. * Her nesnenin yarısı. * Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak. * Yirmi dirhem. * Karıştırmak.
Neşşab
Okçu, ot atan.
Neşşabe
Ok yapıcılık, ok yapma sanatı.
Neşşaf
Bir şeyi kendine çeken. * Emen.
Neşşal
Pişmemiş yemeğe saldıran.
Neşt
Yılan sokmak ve ısırmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Çözmek. * Çıkarmak. * İpi bağlamak.
neşter
ameliyat bıçağı.
Neşter
Ameliyat bıçağı. Hekim bıçağı.
Neşur
Ziyadesiyle neşreden. Fazla yayan. Dağıtan.
Neşut
Bir balık cinsi. * Kovası katı çekilmeyince su çıkmayan kuyu.
Ne-şüküfte
f. Açılmamış.
Neşv ü nema
Büyümek ve gelişmek.
Neşv
f. Canlıların büyümesi, yetişmesi, boy atması. * Yeniden hayata gelmek.
neşv
yeşerme.
Neşvan
Sarhoş.
Neşvar
Davar gevişi.
Neşvat
(Neşvet. C.) Keşifler, neş'eler, sevinçler.
2328
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Neşve
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Nişve - Nüşve) Sevinç, keyif. * Büyümek ve yetişmek. * Koklamak. * Rayiha. * Bir şeyi tekrarlamak. * Mest ve sarhoş olmak. * İyice duyup vâkıf olmak.
neşve
sevinç.
Neşvebahş
f. Keyif ve neşe veren. Neşelendiren.
Neşvedâr
f. Keyifli, neşeli.
Neşvegâh
f. Neşe ve keyif yeri.
Neşvemend
f. Keyifli, neşeli.
Neşverüba
f. Neş'e verici.
Neşvet
Keyif, neşe. Sevinç sarhoşluğu.
Neşveyab
f. Neşeli, keyifli.
neşvünemâ
büyüme ve gelişme.
Neşz
(C.: Enşâz-Nişâz) Yüksek yer.
Neta
(Nütü') Yaranın şişmesi. * Yüksek olmak.
Netaic
(Netayic) (Netice. C.) Neticeler.
netâic
neticeler, sonuçlar.
Netane
Çirkin kokmak, pis kokmak.
Netb (nütüb)
Büyük olmak, gövdeli olmak.
Netc
Doğurmak.
Netf
Kıl yolma.
Netg
Alayla gülmek. * Bir kimseyi ayıplamak.
Neth
Koparmak. * Çıkarmak.
Netice
(C.: Netâic) Son, gaye. Semere, hülâsa. * Döl, evlâd.
netice
sonuç.
Neticebahş
f. Neticelendiren, sonuçlandıran. Netice veren.
Netice-i hayat
Hayatın neticesi ve gayesi.
2329
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Netice-i hilkat
Yaratılışın sonu, gayesi. Yaratılmanın neticesi.
Netice-i kelâm
Sözün kısası.
Netice-i ma'kûse
Aksi netice, ters netice.
Neticepezir
f. Son bulmuş, neticelenmiş.
Netk
Bir şeyi şiddetle çekmek ve cezbetmek.
Netl (netel)
Önüne çekmek. * Deve kuşu yumurtasının içini su ile doldurup bir yere gömmek.
Netn
Fena kokmak. Kötü, kerih koku.
Netnun
Bir ağaç cinsi.
Netr
Cezbetmek, kendine çekmek. * Taan etmek, çekiştirmek. * Bozulmak, fâsid ve zâyi olmak.
Nets
Deri yüzmek. * Bir şeyin yerinden ayrılması.
Netş
Çıkarmak. * Yolmak.
Netuc
Çıkma. *Ağaç posası.
Neur
Çivit.
Neuzü
"""Sığınırız"" meâlinde fiil."
Neuzü-billâh
Allah'a sığınırız, Allah korusun.
neûzübillah
Allaha sığınırız.
Nev'
Çeşit, sınıf, cins. * Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak.
nev
çeşit, tür, yeni.
Nev
f. Yeni, tâze, cedid. Son zamanda çıkmış.
Neva
f. Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz. * Musikide bir makam ismi. * İntizamlı hâl. * Azık, zahire, rızık.
nevâ
ses, nağme, çekirdek.
Nevabız
(Nâbıza. C.) Nabız damarları.
2330
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nevabig
(Nâbiga. C.) Şerefli ve ulu kimseler. * Sonradan şâir olan kişiler.
Nevabit
(Nabite. C.) Nebatlar. Bitkiler. * İmar ve ihdas. * Dünya ahvâlinden habersiz. * Taze, genç kimse.
nevâbit
bitkiler.
Nevaciz
(Nâciz. C.) Azı dişlerinin arkasındaki altlı üstlü bulunan dişler.
Nevad
f. Zarar, ziyan, hasar. * Mahzen. * Dil.
Nevade
Torun.
Nevadi
(Nâdi. C.) Toplantılar, meclisler.
nevadir
az bulunanlar.
Nevadir
Az olanlar, nâdirler.
Nevafil
(Nâfile. C.) Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.
nevafil
isteğe bağlı ibadetler, nafileler.
Nevafis
(Nefsâ. C.) Loğusalar. Yeni doğum yapmış kadınlar.
Nevager
f. Okuyucu, hânende.
Nevah
Kül renkli beyaza benzer kumru gibi bir kuş cinsidir ve sesi gayet lâtiftir.
Nevahi
(Nahiye. C.) Taraflar, yanlar, nahiyeler.
nevahi
nahiyeler, taraflar, yanlar.
nevahî
nehiyler, yasaklar.
Nevahi-i kaza
bir kazâya bağlı olan nahiyeler.
Nevahi-i mekke
Mekke civarı. Mekke'nin yakınları, nahiyeleri.
Nevaht
f. Okşama. * Saz çalma.
Nevahte
f. Okşanmış. * Saz çalmış.
Nevahten
f. Çalgı veya saz çaldırmak.
Nevaî
f. Ahenkle, makamla ilgili.
2331
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nevaib
(Naibe. C.) Musibetler, kazalar, belâlar.
Nevaib-i eyyam
Günlerin belâları.
Nevair
(Naire. C.) Ateşler, alevler.
Nevaket
Hamakat, ahmaklık.
Nevakıs
(Nâkis. C.) Başlarını devamlı olarak önlerine eğen adamlar.
nevakıs
noksanlıklar, eksiklikler.
Nevakis
(Nakus. C.) Çanlar. İbadet vakitlerinde kiliselerde çalınan çanlar.
Neval(e)
Bahşiş. Kısmet, tâli', nasib. * Yiyecek içecek. * Bir tek porsiyon.
nevale
yiyecek içecek.
Nevale-çin
f. Yiyecek toplayan, kısmetini alan.
Nevamis
(Namus. C.) Namuslar, kanunlar, şeriatlar. (Bak: Desâtir)
nevâmis
namuslar, kanunlar.
Nevamis-i ilâhiye
İlâhî kanunlar. (Bak: Şeriat-ı fıtriye)
Nev-amuz
f. Acemi. Yeni alışan.
Nev'an
Cins bakımından, çeşitçe. * Biraz.
nevân
tür bakımından.
Nev-a-nev
f. Yeni yeni.
Nev'an-ma
Bir dereceye kadar, bir bakıma göre, bir suretle.
Nevar
(C.: Niver) Ürkmek, korkmak.
Nev-arus
(C.: Nev-arusân) f. Yeni gelin.
Neva-saz
f. Çalgıcı, okuyucu.
Nevasi
(Nâsiye. C.) Alınlar. * Bir topluluğun ileri gelenleri. Ulular.
Nevat
Çekirdek, hurma çekirdeği. * Yirmi veya on adet. * Bir veya on okka altın. Beş dirhem altın. * Düşman.
Nevatıh
şiddetler.
Nevatır
Kirişi kesik olan yay.
2332
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nevati
(Nevtî. C.) Gemiciler.
Nevatir
(Nâtur. C.) Hamam hademeleri. * Bostan bekçileri.
Nevaye
Devenin semiz olması.
Neva-yi ney
Ney sesi.
Nev-ayin
f. Yeni tarz, yeni üslub. * Yeni üslub çıkaran.
Nevaz
f. Okşayıcı, taltif edici, iyi edici. (Bak: Nüvaz)
nevâz
okşayıcı, hoş ses.
Nevazende
f. Okşayan, okşayıcı.
Nevazıc
(Nâzıc. C.) Kıvama gelmişler, olgunlaşmışlar.
Nevazil
Nezleler. * Hâdiseler. Belâlar.
Nevaziş
(Nüvaziş) f. Okşayış, iltifat.
nevâziş
okşayış.
Nevazişgâr
f. Gönül alan, okşayan. İltifat eden.
Nevazişgârane
f. Gönül alarak, okşayarak, iltifat ederek.
Nevb
Yakınlık. * İsabet.
Nevbahar
f. İlkbahar.
Nevbahar-ı ömr
Ömrün ilkbaharı.
Nevbaharî
f. İlkbaharla ilgili.
Nevbave
f. Yeni yeşillik. * Turfanda yemiş. * Hediye, armağan.
Nevbe
(C.: Nüveb) Nöbet.
Nevbenev
f. Tâzeden tâzeye. Yeniden yeniye.
Nevber
f. Turfanda meyve. * Memeleri yeni belirmeye başlamış kız.
nevbet
nöbet, sıra.
Nevbet
Nöbet, sıra. Sıra ile görülen iş.
Nevbetî
f. Mehter başı.
Nevbet-zen
f. Belirli vaktin geldiğini bildiren, nöbet çalan.
2333
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nevbünyan
f. Yeni yapılı, yeni yapılmış.
Nevbüride
f. Yeni koparılmış, yeni kesilmiş.
Nevcah
f. Bir makama veya memuriyete yeni geçmiş olan. * Tahta yeni oturmuş (padişah).
Nevcet
Fırtına.
nevcivan
delikanlı.
Nevcivan
f. Genç, delikanlı.
Nevcivanî
Gençlik, delikanlılık.
Nevdel
Sarkık ve sülpük olmak.
Neve
Torun.
Neved
f. Doksan. 90
Nevend
(Nevende) f. Postacı. Atlı postacı. * Hızlı giden at.
Neverd
f. Dönen, gezen, dolaşan.
Nevesan
Kımıldama, hareket etme.
Nevey
(Nevât. C.) Çekirdekler.
Neveyat
(Nevâ) Nüveler, çekirdekler.
Nevf
(C.: Envâf) Hörgüç. * Uzun ve yüksek olmak.
Nevfel
Deniz, derya, bahr. * Atâsı çok olan kişi. Çok bahşiş dağıtan.
Nevfele
Tuzluk.
Nevfer
Nilüfer çiçeği.
Nevgüşade
f. Yeni açılmış.
Nevh (nevha)
Ağıt etmek. * Bağırıp çağırarak sesle ağlamak.
Nevh
Yükseltmek, yüceltmek. * Kuvvetli ve kavi olmak.
nevha
ölüye sesli ağlamak, güvercin ötmesi.
Nevha
Ölüye sesli ağlamak. * Nağme ile güvercin ötmesi.
Nevhast
Taze ve genç hayvan.
2334
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nevhat
Sakalı yeni çıkmış genç.
Nevheves
(C.: Nevhevesân) f. Bir işe yeni olarak ve büyük bir hevesle başlayan. * Sık sık iş değiştiren. Hevesi çabuk geçen.
Nevhiz
f. Genç, taze. * Yeni çıkmış, yeni yetişmiş.
Nev-i beşer
(Bak: Nev')
Nev'-i beşer
İnsanlar, beşer nev'i.
Nev'i şahsına münhasır Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan. Nevi
f. Yenilik.
Nev'î
Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
nevi
tür, çeşit.
nevî
türle ilgili.
nevibeşer
insan cinsi, insanlık.
Nev-icad
f. Evvelce yok iken sonradan yapılmış. Yeniden meydana getirilmiş.
Nevid
f. Müjde, beşaret, iyi ve sevinçli haber.
Nevin
f. Yeni, yepyeni, yeni şey.
Nev-inan
f. Acemi at, bineğe yeni alıştırılan at.
Nevis
Kuvvet.
neviyet
aynı türden olma.
Nevk
f. Sivri uç.
Nevka
Ahmak, akılsız kimse.
Nevkar
f. Acemi. İşe yeni başlamış.
Nevk-i müjgân
Kirpiklerin ucu.
Nevl
Yolcuların verdiği vapur parası. Gemi kirâsı. * Bahşiş, atiyye.
nevm
uyku.
Nevm
Uyku. Uyumak. Rüya. * Sönmek. Sükun. (Bak: Kaylule)
2335
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nevmâlûd
uyku ile karışık.
Nevm-âlud
Uykulu, uykuya bulaşmış, uyumuş.
Nevmî
Uyku ile alâkalı, uykuya âit.
Nevmid
f. Ümidsiz, me'yus, mükedder, cesareti kırılmış.
nevmîd
ümitsiz, üzgün.
Nevmidâne
f. Ümitsizce, kederli ve ümidsiz olarak.
Nevmidî
Ümidsizlik, cesaret kırıklığı.
nevmiye
uyku ile ilgili.
Nevnihal
f. Taze fidan, yeni filiz.
nevnihâl
taze fidan.
Nevniyaz
f. İşe yeni başlayan.
Nevpeyda
f. Yeni çıkma.
Nevr
(C.: Envâr) Parlaklık. * Ağaç çiçeği. Tomurcuk.
Nevrah
f. İlk olarak seyahata çıkan. Yeni yolcu. * Yeni yol.
Nevrec
(Nevâric) Kağnı.
Nevred
f. Gezen, yol alan, dolaşan.
Nevres
(Nevrese) f. Yeni yetişmiş, yeni yetişen, yeni biten. * Genç, taze.
Nevresid
f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme.
Nevreside
f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme. * Tâze, genç.
nevresîde
genç, taze.
Nevresidegân
(Nev-reside. C.) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler.
Nevresm
f. Yeni çıkma. * Yeni moda.
Nevreste
(C.: Nevrestegân) f. Yeni yetişmiş, yeni bitmiş, yeni meydana gelmiş, yeni hâsıl olmuş.
Nevroz
Fr. Tıb: Sinir sistemi bozukluğu. Sinirlilik hastalığı.
2336
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nevrûz
bahar başlangıcı.
Nevruz
f. Yeni gün. İlkbahar. Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Marta rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsâvi olur. İranlıların yılbaşısıdır.
Nevruziye
Nevruz gününe âit olan. Hususan o gün için yazılan, söylenen manzume.
Nevrüste
f. Yeni yetişme.
Nevs
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Kaçmak, firar etmek. * Vahşi hımar, yabani eşek.
Nevsale
f. Genç. Küçük. Tâze.
Nevsefer
f. Yeni yolculuğa çıkan.
Nevş
Bir şeyi el uzatıp almak ve istemek. * Yürümek. * Sür'atle deprenip kalkmak. * Alıp yemek.
Nevşah
f. Yeni dal. * Yeni bitmiş geyik boynuzu.
Nevşe
f. Genç hükümdar. * Yeni damat.
Nevşüküfte
f. Yeni açılmış (çiçek).
Nevt
(C.: Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma.
Nevta
Göğüste olur bir verem.
Nevtî
Gemici.
Nev'umma
Bir derece, bir suretle.
Nev'un münhasırun fiş-şahs Nev'i şahsına münhasır. Başka bir benzeri olmayan. Nevür
Çivit. * Damga için kullanılan içyağı isi.
Nevvab
Nâiblik eden. Birinin yerine vekil olarak iş gören.
Nevvah(e)
Ağlayan, çığlık koparan.
nevvar
nurlu, aydınlık.
Nevvar(e)
Nurlu, aydın. Aydınlık.
2337
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nevvare
aydınlatan.
Nevz
(C.: Envâz) Dere, vâdi.
Nevzad
f. Yeni doğmuş. * Yeni doğmuş çocuk.
nevzad
yeni doğmuş bebek.
Nevzemin
f. Yeni çeşit, yeni tarz.
Nevzuhur
f. Yeni çıkma. Yeni zuhur etme.
Ney
Kamıştan yapılan damaksız düdük. * Kamış kalem. * Mc: Kâmil insan. * Farsçada : Yokluk. (Bak: Nay)
Ney'
Susuzluk. * Meyletmek, eğilmek.
Ne'y
Uzak olmak.
ney
üflemeli bir çalgı.
Neyb
Dişle ısırmak.
Neyçe
f. Küçük ney.
Neydelan
Kâbus denilen ağırlık ki uyku arasında olur.
Neyelan
İsteğe ulaşma. Arzulanan şeye vâsıl olma.
Neyfak
Tilki derisinden olan kürk.
Neyh
Vücudun kemikleri taze iken pekişmek.
Neyistan
f. Kamışlık, sazlık.
Neyk
Cima etmek.
Neyl
Merama erme. İsteğe ulaşma. * Ulaşılan şey.
Neynüfer
Nilüfer çiçeği.
Neypare
f. Kamış parçası.
Neyrenc
(C.: Neyrencât) Tılsım.
Neyrencât
(Neyrenc. C.) Tılsımlar.
Neyrib
Koğuculuk, dedikoduculuk.
Neyruz
Yaz günü.
2338
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Neyseb
Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları.
Neysitan
f. Sazlık, kamışlık.
Neyşeker
f. Şeker kamışı.
Neyt
İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek.
Neytal
(C: Neyatîl) Belâ, musibet, felâket, meşakkat. * Kova. * İçki ölçeği.
Neyy
Pişmemiş çiğ et vs. * Devenin semiz olması. * Semiz ve besili deve.
Neyyif
Küsur. Ziyade. Artık. Fazla. * İhsan. * Yakın.
Neyyir
(Nur. dan) Nurlu, parlak, ışıklı cisim. * Yıldız. Cisim halindeki nur. * Güneş, şems.
neyyir
nurlu, parlak.
Neyyirat
(Neyyir. C.) Nurlular, nur saçanlar.
neyyirat
nurlular.
Neyyireyn
Cisimlenmiş iki nur, yâni: Güneş ile Ay.
Neyyir-i asgar
Ay. Kamer.
Neyyir-i a'zam
Güneş, şems.
Neyz
Çok olmak.
Neyzar
f. Kamışlık, sazlık.
nez
can çekişme.
Nez'
Halkı birbirine düşürmek, ifsâd, bozmak.
Neza'
Başta, alnın iki yanında saç olmayan açık yer.
Nezafet
Temizlik, paklık, pakizelik.
nezâfet
temizlik.
Nezahet
Ahlâk temizliği, temizlik. * İncelik, rikkat.
nezâhet
temizlik, incelik.
Nezair
(Nazire. C.) Nazireler, benzerler, emsâl olanlar.
nezâir
benzerler.
2339
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nezâket
naziklik, incelik, zariflik.
Nezaket
Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.
Nezale
Sefillik. * Hasislik.
Nezare
Korkutmak.
Nezaret (t)
(Nazar. dan) Bakmak, seyir, bakış. * Nâzırlık etmek. Göz etmek. * Tenezzüh. * Reislik. * Vekillik, nâzırlık, bakanlık.
Nezaret
(Nedâret) Tazelik. Parlaklık. Letafet.
nezaret
bakma, gözetme.
Nezaza
Az olmak, kıllet. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı ve âhiri.
Nezb
Çağırmak. * Ses, sadâ, savt.
Nezd
"f. Yan. Yakın. Karib. * Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki ""ind"" mânâsındadır)"
Nezdik
f. Yakın, karib.
Neze
Hafif deve.
Nezel
Menzil, mekân.
Nezele
Akmak, seyelan.
Nezevan
Atlama, sıçrama.
Nezf
Kuyunun suyunu tamamen boşaltma. * Aklı gitme, sarhoş olma. Zevâle gitme.
Nezg
İfsad etmek, halk içine fitne ve fesad bırakmak. Vesvese.
Nezga
Taan etmek, çekiştirmek.
Nezh
(Nezih) Nezihlik, temizlik, saflık. * Hiçbir kötü hareketi olmamak. * Kerim, pak, pâkize.
Nezia
(C.: Nezâyı') Aşiretinden başkasına nikâhlanmış olan kadın.
Nezib (nezâb)
Geyik ve sair hayvanların cima zamanı çıkardıkları ses.
2340
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nezif
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Nezf. den) Çok kan kaybından kuvvetsiz kalan kimse. * Sarhoş kimse.
Nezih
(Nezihe) Pâk, temiz. (Bak: Nezh)
nezih
temiz, pak, hoş.
Nezihâne
f. Temizce, iyice, güzelce.
Nezil
Misafir. İnen, konan.
Nezir
"(Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. (""Beşir"" in zıddıdır) * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için ""Nezir"" denmiştir."
nezîr
korkutan, adak.
Nezire
Nezredilmiş olan şey, adak.
Nezk
Hafiflik. * Acele. * Sebkat.
Nezk
Yaramaz söz. * Süngü ile vurmak.
Nezle
(C.: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık. * Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması.
nezr
adak.
Nezr
Suâlde ısrar etmek. * Az miktar, azlık.
Nezur
Evlâdı az olan kadın.
Nezv
Sıçramak.
Nezz
Hafif zeki kimse. * Susuz nadas.
Nezzam
Nizâm veren, düzenleyen, tertipleyen.
nezzâre
gözcü, seyirci.
Nezzare
Seyirci, seyreden, bakan. Nezaret eden, müfettiş, mürakabe ve kontrol eden. Vekillik eden.
2341
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nıhle
(C.: Nihal) Millet. * Yol. * Diyânet. * Bahşiş, atâ. * Dâva.
Nıhv (nihâ)
(C.: Enhâ) Tulum. Yağ tulumu.
Nıkbe
(C.: Nakıb) Zarar ve ayıp verecek derece eziyet.
Nıkk
Kurbağa sesi.
Nıkmet
(Bak: Nikmet)
nıkmet
şiddetli ceza, intikam alma.
Nıkris
(Nıkrîs) (C.: Nekaris) Ayak ağrısı.
Nıky
İlik.
Nı'me
(C.: Niam) Mal. * Sanat.
Nısa'
Bir cins beyaz elbise.
Nısaf
Bir şeyi tam olarak ikiye bölme.
nısf
yarı.
Nısf
Yarım, yarı.
Nısfet
(Bak: Nasfet)
Nısf-ı kutr
Dairenin merkezinden geçen ve onu iki eşit kısma ayıran doğru çizginin yarısı. Yarı çap.
nısfıarz
yeryüzünün yarısı.
nısfıkutr
yarı çap.
nısfiyet
yarı olma, yarılık.
Nısfiyet
Yarımlık. Yarı yarıya bölme.
Nısf-ül leyl
Gece yarısı.
Nısf-ün nehar
Öğle vakti, gündüzün ortası. * Meridyen.
Nısh (nısâh)
Terzilik. * Bir şeyi temizleyip yaramazını içinden çıkarıp hâlis yapmak.
Nıt'
Ağız tavanının pütür yerleri.
Nıtab
Baş. * Boyun damarı.
2342
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nıtaf
Ter.
Nıtnıt
Uzun boylu adam.
Nızar
(C.: Nuzarâ-Nizâr) Her nesnenin misli ve benzeri. Nazir.
Nızv
(C.: Nuzuv, Enzâ') Gitmek. * Sebkat etmek. * Kesmek, kat'etmek. * Çekip çıkarmak. * Bırakmak. * Zayıf deve. * Eski elbise.
Ni
f. Nefy edatıdır. (Bak: Na-Ne)
Niac
(Na'ce C.) Dişi koyunlar.
Nial
(Na'l. C.) Ayakkabılar, pabuçlar. * Hayvanların ayaklarına çakılan demirler, nallar.
Niam
(Ni'met. C.) İyilikler. Yiyecekler. Nimetler. * Hidayetler.
niâm
nimetler.
niâmât
nimetler.
Niam-ı esasiye
Esas nimetler, en lüzumlu maddeler. İman, din gibi en kıymetli İlâhi ihsanlar.
Nibah
Köpek havlaması.
Nibal
Küçük tepe. * (Nebl. C.) Oklar.
Nibras
(Süryânice) Lâmba, çıra.
Nibz
Hurma ağacının dış kabuğu.
Nicad
Kılıç bağı.
Nicaf
Kapının üst eşiği.
Nicar
Asıl.
nidâ
seslenme, ünleme, ünlem.
Nida'
Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek. * Gr: ünlem (!)
Nidal
(Nizâl) Özür beyan ederek bir zararı def etmek.
Nidd
Aynı, eş. Benzer, denk.
2343
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nidd
eş, misil, aynı.
Nidre
Et parçası.
Nifa'
Menfaat, fayda.
nifak
içi dışı başka olma, inanır görünüp inanmama.
Nifak
Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük. * Bozuşukluk, ara açılmak. * Dinde riyâ etmek. * İhtiyaca sarf olunacak şeyler.
Nifakî
Nifakla alâkalı.
Nifar
İntikal etmek, göçmek. * Dağılıp kaçmak. * Ürkme, korkma, çekinme. * Nefret gösterme.
Nifas
"Yeni doğurmuş kadının hâli. Loğusalık. Böyle bir kadına ""Nüfesâ"" da denir. Hanefi Mezhebine göre bu hâl kırk gün devam eder."
nifâs
lohusalık.
Nifaz
Çocuğa sarılan bez. Çocuk bezi.
Nigâh
(Nigeh) f. Bakmak, nazar etmek. Bakış.
nigâh
bakış.
Nigâhban
Bekçi. Gözcü. Gözleyen.
Nigâhbanî
f. Bekçilik, gözcülük.
Nigâhdar
f. Bekçi, gözcü. * Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı.
Nigâh-ı gazab
Öfkeli bakış, kızgınlık bakışı.
Nigâh-ı hayret
Hayret bakışı.
Nigâh-ı tedkik
Araştırma bakışı, tedkik etme nazarı.
Nigâh-ı tegafül
Hâli ve gayeyi anlamazlıktan gelen bakış.
Nigâl
f. Ateşli kömür parçası.
Nigâr
f. Güzel yüzlü sevgili. * Nakış. Resim. * Nakşeden. * Put, sânem. * Resmi yapılmış, resmedilmiş.
nigâr
resim, sevgili.
2344
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nigârende
f. Ressam.
Nigârhane
f. Resim ve heykeller bulunan yer. Resim ve heykel sergisi. * Ressamların çalıştıkları atölye. * Puthâne. * Güzelleri çok olan yer.
Nigârin
f. Resim gibi güzel sevgili. * Resimlerle ve nakışlarla süslü.
Nigâristan
f. Resim ve heykel sergisi. * Güzelleri çok olan yer. * Puthane.
Nigâriş
f. Resim yapma. Tasvir yapma.
Nigâşte
f. Resmolunmuş. Musavver. * Yazılmış.
Nigeh
(Bak: Nigâh)
Nigehbân
f. Gözcü, gözetici, bekçi.
Nigehbânî
f. Bekçilik, gözcülük.
Nigehdâr
f. Gözcü, bekçi. * Saklayıcı, koruyucu.
Nigeh-endâz
f. Bakan, bakıcı, bakıveren.
Nigeran
f. Bakıveren, bakıcı.
Nigin
f. Mühür, hâtem. * Yüzük.
Nigindân
f. Yüzük mahfazası, yüzük kutusu.
Niginsây
f. Mühür kazıcı. Hakkak.
Nigu
f. Güzel, iyi, hasen.
Niguhâh
f. Hayır temenni eden, iyilik isteyen.
Niguhide
f. Çekiştirilmiş, zemmolunmuş, gıybet edilmiş.
Niguhiş
f. Çekiştirme, gıybet, zemm.
Nigun
f. Tersine dönmüş, altüst olmuş, başaşağı. * Ters, uğursuz, aksi.
Nigunbaht
f. Tâlihi ters dönmüş, tâlihsiz, şanssız.
Nigunsâr
f. Başaşağı.
Nih
"f. (Nihâden: ""Koymak"" mastarından emir kökü) Koy. * Memleket, şehir, belde."
Niha (niyâha)
Yas tutmak.
2345
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nihab
(Nehb. C.) Çapullar, yağmalar.
Nihad
f. Huy, tabiat, hilkat, bünye, yaratılış.
nihâd
huy, yaradılış.
Nihade
f. Konmuş, konulmuş.
Nihadî
f. Yaradılışta olan, fıtrî.
Nihaf
(Nahif. C.) Cılız, zayıf kimseler.
Nihaî
(Nihâiye) Sona ait, son ile alâkalı, sonuncu.
nihaî
sona ait, sonuncu.
Nihal
f. Taze, düzgün. Fidan, sürgün.
nihâl
fidan, taze.
Nihalan
(Nihal. C.) f. Taze fidanlar, sürgünler.
Nihale
f. Yeni, taze fidan. * Avcı korkuluğu. * Sahan altlığı. * Döşenecek şey. Döşeme.
Nihal-i zarif
İnce, güzel dal.
Nihalî
f. Sahan altlığı.
Nihalistan
f. Fidanlık.
Nihan
f. Gizli, saklı. Bulunmayan. Mevcut olmayan. * Sır.
nihân
gizli, saklı.
Nihanhane
f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen.
Nihanî
f. Gizlilik, saklılık.
Nihas
Asıl. Tabiat.
Nihavend
İran'ın batı tarafında meşhur bir şehir adı. * Musikide bir makam.
Nihavendî
f. Nihavend şehrine ait. Nihavendli.
nihâyât
nihayetler, sonlar.
Nihayet
Son, uç, son derece. * Çok.
nihâyet
son.
2346
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nihayet-i azm
Kemik ucu.
Nihayet-pezir
Son bulan. Nihâyet bulur olan.
nihâyetpezir
sona erme.
nihâyetsiz
sonsuz.
Nihayet-ül emr
İşin nihayetinde, işin sonunda. Netice.
Nihayet-ün nihaye
En sonunda. Akıbet.
Nihle
Cenab-ı Hakk'ın ihsanı. Atıyye. * Millet. * Yol. Tarik. * Diyânet. Mezheb.
Nihrir
(C.: Nahârir) Tecrübeli, bilgili, fâzıl, âlim, mâhir kimse.
Nihvar
f. Gururlu, kibirli, kendini beğenmiş adam.
Nihy
Gölcük.
Nijad
f. Nesil, soy, neseb. * Cibilliyet, tabiat.
Nijm
f. Bazı kış sabahları inen koyu sis.
Nik ü bed
İyi ve kötü.
Nik
(C.: Niyâk) Dağın yüksek yeri, dağ tepesi. * Kızgın, hiddetli, gadaplı kimse.
nikab
perde.
Nikab
Yüz örtüsü, peçe, perde.
Nikabe (nekabe)
Kâhyalık. * Ululuk.
Nikâbet
Rüzgârın ters yönlerden esmesi.
Nikâh
Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme. * Resmi evlenme muâmelesi. (Bak: Mücâhede)
nikâh
meşru evlenme.
Nikâh-ı dâhilî
İçerden evlenme, akrabadan kız alma.
Nikâh-ı hâricî
Dışardan evlenme, akraba hâricinden kız alma.
Nikâh-ı mut'a
Bir zamanlık, geçici nikâh olup meşru değildir.
2347
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nikâh-ı sahih
Sıhhat şartlarını cami' olan nikâh.
Nikahter
(Nik - ahter) f. Tâlihli, şanslı, mutlu.
Nikal
Devenin suyu içip gittikten sonra gelip yine içmesi.
Nikâl
f. Ateşli kömür parçası.
nikal
şiddetli işkence.
Nikam
(Nikmet. C.) İntikamlar, öc almalar.
Nikan
(Nik. C.) f. İyiler, iyi kimseler.
Nikar
İnat. Kin.
Nikaşe
Nakış yapma san'atı. Nakışçılık.
Nikat
(Nokta. C.) Noktalar.
Nikât
(Nükte. C.) Nükteler. İnce mânâlar. * İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler.
nikât
nükteler, incelikler.
Nikâyet
Düşmanı kılıçtan geçirme.
Nikbaht
(Nîk-baht) f. Bahtlı, tâlihli, şanslı.
Nikbaz
(Nîk-bâz) f. Davranışları ve işleri iyi olan.
Nikbin
(Nîk-bin) f. İyi gören, iyimser, her şeyi iyi tarafından gören.
nikbîn
iyimser.
Nikda
Yaş kanbel otu.
Nikendiş
(Nîk-endiş) f. Her vakit iyilik düşünen. Herkesin iyiliğini istiyen.
Nikfercam
(Nîk-fercâm) f. Sonu, âkıbeti hayırlı ve iyi olan.
Nikhaslet
(Nîk-haslet) f. Ahlâkı ve huyu iyi olan.
Nikhu
f. Güzel huylu, iyi huylu.
Nikî
f. İyilik, iyi olma.
Nikkirdar
(Nîk-kirdâr) f. Hareket ve davranışları iyi ve beğenilir olan.
Nikl
(C.: Enkâl) Köstek. * Kayd. * Dizgin demiri.
2348
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nikmanzar
(Nîk-manzar) f. Görünüşü ve manzarası güzel olan.
Nikmet
Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
Niknam
f. İyi nam kazanmış, iyi ünlü.
Niknihad
(Nîk-nihâd) İyi huylu.
Niks
Elbisenin ve örülmüş şeylerin eskilerini bozup gidermek, tekrar yine iplik yapmaya kabil olanı ip eğirip yenilemek.
Nikter
(Nik-ter) f. Çok beğenilmiş, çok iyi.
Nik-terin
f. Çok iyi, hepsinden iyi olan.
Niku
Güzel, iyi, hoş.
Nikubaht
f. Bahtı açık.
Nikukâr
f. İşleri doğru ve iyi olan, iyi işli.
Nikuyî
f. Güzellik, iyilik.
Nikz
(C.: Enkaz) Bina yıkıntısı.
Nil
Mısırda bulunan büyük bir nehir.
Nile
f. Çivit.
Nilî perde
Gökyüzü, sema.
Nilî
Mavi, çivit rengi.
Nilu-berg
f. Nilüfer.
Nilüfer
f. Beyaz, mavi ve sarı çiçekler açan bir cins su bitkisi. * Bursa yakınlarında akan bir akarsu.
Nim
Eski kürk. * Bir ot cinsi.
nîm
yarı.
Nimal
(Neml. C.) Karıncalar.
Nimar
(Nimr. C.) Kaplanlar.
Nimat
(Nemat. C.) Örtüler, ihramlar.
nîmbedevî
yarı bedevi, yarı medeni.
2349
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nimbismil
f. İyice boğazlanmayıp yarı kesilmiş olan.
Nime nime
f. Parça parça, yarım yarım.
Nime
f. Yarım, nısf, yarı.
Ni'me
Ne iyi, ne âlâ, ne güzel.
Nime-i ruz
Günün ortası. Yarım gün.
Ni'me-l matlub
Tam aradığımız. İsteyip aradığımızın en âlâsı.
Ni'me-l mevla
Ne iyi sâhib ve mâlik, ne iyi Allah (C.C.)
Ni'me-l vekil
Ne güzel, ne iyi vekil.
Ni'me-l vesile
Ne güzel sebeb, ne âlâ vesile.
nîmelvekil
ne iyi vekil!
Ni'me-r rakib
Ne iyi gözetici, koruyucu.
Nime-ruz
(Bak: Nime-i ruz)
Ni'met
(Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saadet. Hidayet. * Giyecek şeyler. * Yiyecek faydalı şey, rızık.(Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, dâima rahatsız olursun. Çünkü noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile dâimâ evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki o nimetler Mün'im-i Kerim'in taahhüdü altındadır. Senin işin O'nun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in'amı görmek demektir. İn'amı görmek, nimetin zevalinden hâsıl olan elemi defeder. Zira nimet zâil olduğundan Mün'im-i Hakiki, onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın. M.N.)
nîmet
iyilik, ihsan, rızık.
nîmetdîde
nimet gören.
2350
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ni'met-i ilâhiye
Allah'ın nimeti. Allah'ın verdiği nimet.
nîmetiyet
nimet oluş, nimetlik.
nîmetperverâne
nimet vermeyi severcesine.
Ni'met-şinas
f. Kendisine yapılan iyiliği bilip unutmayan.
Nimgerm
f. Pek sıcak olmayan. Ilık.
Nimhab
f. Yarı uykulu, mahmur.
Nimhande
f. Gülümseme, tebessüm.
Nimküşte
f. Yarı öldürülmüş, yarı kesilmiş olan.
Nimlahza
f. Yarım bakış. Gözucuyla bakış. * Çok kısa zaman.
nîmmanzum
yarı şiir.
Nimmanzur
f. Yarı görülen. Bulanık olarak görülen.
Nimmest
f. Sarhoşça.
Nimmuzlim
f. Yarı karanlık.
Nimmürde
f. Ölüm derecesinde olan. Ölüm hâlinde bulunan.
Nimnigâh
f. Yarı bakış. Gözucuyla bakma.
Nimnime
Birbirlerine yakın çizgiler. * Tırnakta olan beyazlık.
Nimnimeteyn
Tırnak işareti.
nîmnurânî
yarı nurlu.
Nimpuhte
f. Tam pişmemiş, yarı pişmiş.
Nimr
(C.: Enmâr - Nümur - Nimâr) Kaplan.
Nimre
Dişi kaplan.
Nimres
f. Yarı ham, yarı olgunlaşmış olan.
nîmresmî
yarı resmî.
Nimruz
f. Yarı gün, öğle.
Nims
Bir ot cinsi.
Nimsüfte
f. Yarım olarak söylenmiş, tam denmemiş.
2351
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nimşeb
f. Geceyarısı.
nîmşeffaf
yarı saydam.
Nimten
f. Mintan.
Nimzinde
Yarı canlı. Ölü ile diri arası.
Nimzulmet
f. Yarı karanlık.
Ninan
(Nun. C.) Balıklar, semekler.
Nir
(C.: Nirân-Enyâr) Öküz boyunduruğu. * Bez damgası. * Irgaç.
Niran
(Nur ve Nâr. C.) Nurlar, ziyalar. Ateşler, nârlar.
nîran
nurlar, ateşler.
Nirenc
(C.: Nirencât) Düzen, hile. * Resim, taslak.
Nireng
f. Düzen, hile, aldatmaca. * Taslak, resim. * Büyü, efsun.
Niru
f. Kuvvet, güç, zor.
Nirumend
f. Güçlü, kuvvetli, zorlu.
Nirumendî
f. Kuvvetlilik, zorluluk, güçlülük.
Nis'
(C.: Ensu') Gizlemek. * Gitmek. * Sarkık olmak. * Kuzey rüzgârı.
Nisa suresi
Kur'an-ı Kerim'in dördüncü suresi.
Nisa
(C.: Nisvân) Kadınlar.
Nis'a
(C.: Nüsu'-Ensu'-Ensâ') Devenin göğsü için yapılan enli kolan.
nisâ
kadın, hanım.
Nisab
"Zekât ölçüsü, ölçü miktarı. * Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı. * Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had. * Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir. * Bir mecliste görüşmeye başlanabilmek, yahut karar verebilmek için bulunması şart olan âza sayısı. * Hisse, nasib. * İstenilen had, derece. (Bak: Zekât)"
nisab
zekat ölçüsü.
2352
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nisab-ı ekseriyet
Ekseriyet derecesi. Çoğunluk derecesi.
Nisacet
Dokumacılık.
nisâen
kadın olarak.
Nisaî
(Nisâiye) Kadınlarla alâkalı, kadınlara dâir.
Nisal
(Nasl. C.) Ok ve kargı gibi şeylerin uçlarındaki sivri demirler.
Nisar
"""Saçan, saçıcı"" mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar $ : Işık saçan."
nisâr
saçmak.
Nisarçin
f. Saçılan şeyleri toplayan.
nisbet
ilgi, bağlantı, oran.
Nisbet
Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
Nisbeten
Nisbetle, kıyaslanarak. Öncekine göre. Bir dereceye kadar. Şöyle böyle.
nisbeten
nisbetle, oranla, göre.
Nisbî
(Nisbiye) Kıyaslama ile olan. Diğerine, öncekine göre. Diğerlerine göre kıyaslıyarak olan. Nisbete, ölçüye göre.
nisbî
diğerine göre.
Niseb
Nisbetler, kıyaslamalar ve ölçüler.
niseb
nisbetler, oranlar, ölçüler.
Nist
f. Değildir, yoktur.
Nistî
f. Yokluk, adem.
Nisun
(Nisvan. C.) Kadınlar.
Nisvan
(Nisa. C.) Kadınlar. Nisalar.
Nisvan-ı zelil
Ahlâken ve dinen düşmüş, zelil olmuş kadınlar.
Nisvî
Nisa taifesine mensub. Kadınlarla alâkalı.
2353
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nisyan
unutma.
Nisyan
Unutmak, hatırdan çıkarmak.
Nisyan-i ebedî
Ebedî unutma.
Niş
f. (Arı, akrep gibi böceklerde olan) İğne. * Diken. * Ağu, zehir.
Nişa
f. Nişasta.
Nişad
Bir kimseye yemin vermek.
nişân
iz, bellik.
Nişan(e)
f. İz. Nişan. Alâmet. İşaret. * Yara izi. * Hedef, vurulması istenen nokta. * Hâtıra için dikilen taş. * Taltif için verilen madalya. * Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya merasim. * Tuğra. * Ferman.
Nişande
Hedef. Nişan olarak dikilmiş şey.
Nişane
(Bak: Nişan)
nişâne
iz, alâmet, bellik.
Nişane-i tasdik
"Kabul edildiğine dâir işaret, tasdik işareti. * Mu'cizeler.(Kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı (olduğunu) ihbar eden 124 bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişane-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri, keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan 124 milyon evliyanın aynı hakikata şehadetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin kat'i delilleriyle o enbiya ve evliyanın aklen ilmelyakîn derecesinde isbat ettikleri ve yüzde doksandokuz ihtimal-i kat'i ile ""idam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaatledir"" diye ittifaken haber veriyorlar. S.) (Bak: Muhbir-i sâdık)"
2354
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nişangâh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Hedef yeri. Nişan tahtası. * Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım.
Nişde (nişdân)
Talep etmek, istemek. * Söz vermek, and vermek.
Nişdet
Araştırıp sorma. * Kaybolan bir şeyi arama.
Nişe
f. Çoban düdüğü. Kaval.
Nişest
f. Oturan.
Nişeste
(C.: Nişeste-gân) f. Oturan, oturmuş.
Nişeste-gân
(Nişeste. C.) f. Oturanlar, oturmuş olanlar.
Nişestgâh
f. Oturacak yer.
Nişhar
f. Diken batmış, iğnelenmiş.
Nişib ü firaz
İniş ve yokuş.
Nişib
f. (Yukarıdan aşağıya) iniş.
Nişibgâh
f. Çukur yer.
Nişimen
f. Oturacak yer.
Nişimengâh
f. Durak, yurt. Toplanılacak yer.
Nişin
"f. ""Oturan, oturmuş"" gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir."
nişîn
oturan.
Nişinende
f. Oturan, oturucu.
Nişter
f. Hekim bıçağı, neşter.
Nişve
Koklamak. * Bilmek. * Haber vermek.
Nita'
(C.: Nutu') Deri döşek.
Nitac
Yavrulama, yavru doğurma.
Nitaf
(Nutfe. C.) Saf ve duru sular.
Nitah
Tos vurma, toslaşma. Boynuzla vurma. * Vuruşup kavga etme.
Nitak
Kemer, kuşak. * Kuşak yeri. * Peştemal.
2355
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ni'tal
Kova.
Nitasî
Anlayışlı tabib, doktor.
Niva
Düşmanlık. * Besili, semiz deve.
Nive
f. İnleme, ağlama, sızlanma.
Nivend
f. İdrak, anlayış, akıl.
Niver
f. Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller.
Niya
(C.: Niyâgân) Dede, cedd.
Niyabe
Nöbet.
Niyabet
Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği.
Niyagân
(Niyâ. C.) Dedeler, ceddler. Ecdad.
Niyam
f. Kılıf, kın. Kılıç kını.
Niyamger
(C.: Niyamgerân) Kın veya kılıf yapan san'atkâr.
Niyar
(Nâr. C.) Ateşler.
Niyat
(Niyet. C.) Niyetler.
Niyaz
f. Yalvarma, yakarma. Dua. * Rağbet ve istek. * Hâcet, ihtiyaç.
niyâz
yalvarma, yakarış.
niyâzdâr
yalvaran.
Niyazi-i mısrî
(Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Hasaneyn, Mevâid-ül İrfan ve Avâid-ül İhsan, Hidayet-ül İhvan, Mektubat gibi eserleri ve bir de şiirlerini cami' divanı vardır.
Niyazkâr
f. Yalvarıp yakaran. Dua eden. İhtiyacı olan.
Niyazkârâne
Yalvararak, niyaz ederek. * Muhtaç olarak, muhtaçlıkla.
2356
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Niyazmend
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Niyazmendân) f. İhtiyacı olan, muhtaç. * Yalvaran, yakaran, niyaz eden.
Niyere
(Nâr. C.) Ateşler.
Niyet
"Kasd. Kalbin bir şeye yönelmesi. * Fık: Yapılan bir vazife ile Cenabı Hakk'a taatta bulunmayı ve O'na mânen yaklaşmayı kasdetmektir.(Niyet, ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur. Ve keza niyette öyle hâsiyet vardır ki; seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiâta tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâsdır. Öyle ise necat, halâs ancak ihlâs iledir. İşte bu hasiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binâendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezâiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, dâimî bir şâkir olur. Şükür sevabını kazanır. M.N.)"
niyet
kalbin bir işe yönelmesi.
niyeten
niyetçe.
Niylec
Çivit.
Niyy
Çiğ, olmamış, ham.
Niyyat
(Niyet. C.) Niyetler.
Niza'
"Çekişme, kavga. (Dünya öyle bir meta' değil ki; bir niza'a değsin. ""Çünki fani ve geçici olduğundan kıymetsizdir."" Koca dünya böyle ise dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın. M.)"
Niza
Cima etmek.
nizâ
çekişme, kavga.
Niza-i lafzî
Boşuna çene yarıştırma. Sözle yapılan kavga.
Nizal
Nişan, işaret, alâmet.
2357
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nizam
düzen, düzenlilik.
Nizam
Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. * İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. * Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.
nizamât
nizamlar, düzenler, sistemler.
Nizamât
(Nizam. C.) Nizamlar, muntazam şeyler, düzenler.
Nizamât-ı lâzime
Lüzumlu, gerekli nizamlar.
Nizamen
Nizam dairesinde. Nizama ve kanuna tabi olarak.
Nizam-ı âlem
Kâinatta Allah'ın koyduğu umumi nizam. (Nizam-ı âlem saadet-i ebediyeye işaret ediyor. S.) (Bak: Delil-i inayet)
Nizam-ı cedid
Yeni nizam. Osmanlı Devletinde III. Sultan Selim zamanında yeni nizamla yetiştirilen bir askerî teşkilât.
Nizamî
Düzenli, tertipli, usulüne uygun. * Kanun ve nizama ait, onunla alâkalı.
Nizamiye
İlk askerlik devresi. * Bu nevi askerlik işleriyle uğraşan daire. * Tanzimat ordusunun asıl silâh altında bulunan kısmı.
nizamnâme
düzen yazısı, düzenleme ile ilgili belge.
Nizam-üd din
(Nizameddin) Dinin nizam ve düzeni.
Nizar
Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için söylenilen söz.
Nizaret
f. Zayıflık, arıklık.
Nize
Mızrak.
Nizedâr
f. Mızraklı. Kargılı. Süngülü.
Nizek
f. Câriye. * Küçük mızrak, süngü.
Nizezen
f. Mızrakla vuran. * Mızrakçı.
Nizk
Küçük süngü.
2358
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nobran
Sert mizaçlı, inatçı, nâzik olmayan.
Noksan
(Nuksan) Eksik, kusurlu, nâkıs. * Eksiklik, azlık. Eksilme, azalma. * Yokluk.
noksan
eksik.
Noksanî
Eksiklik ve noksanlıkla alâkalı.
Noksaniyet
Eksiklik, noksanlık.
noksaniyet
noksanlık, eksiklik.
Nokta
(Nukta) Benek. * Durak, mevki. Mahâl. * Göze ârız olan leke. * Durak işareti. * Tek karakol, tek nöbetçi. * Yazıdaki durak işâreti. * Mat: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil.
nokta
benek, konu.
Nokta-i biniş
Gözbebeği.
Nokta-i galeyân
Suyun buhara çevrildiği harâret derecesi.
Nokta-i istimdad
Yardım isteme noktası. İnsanın kalbindeki sonsuz emel ve arzuların yerine getirilmesine olan ihtiyaç.
Nokta-i istinad
Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.
Nokta-i mihrakiye
Yanma noktası. Odak noktası. * Çok Esmâ-i İlâhiyyenin tecellisinin toplandığı nokta.
Nokta-i nazar
"Görüş, bir nevi fikir. (Bak: Rasyonalizm)(Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve imân; vahdete, âhirete, Uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbâba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usulü'd-din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmiyecek bir derecede küçük ve
2359
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ehemmiyetsizdir.İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mâhiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmiş fakat hakiki hikmet olan Ulûm-u Aliye-i İlâhiyye ve Uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmiyenler, muhakkıkin-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki, akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, Veraset-i Nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.Hem herbir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyyesi, Kur'anın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz:Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazariyle bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazariyle bakıldığı vakit hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaif, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin: Semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi... bütün mu'cizat-ı san'atının meşheri, sergisi... bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyyenin mahşeri, ma'kesi.. hadsiz Hallâkıyet-i İlâhiyyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-i sagiresinden cevvadâne icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işliyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtin-i
2360
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dâimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.İşte Arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakim; semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semâvata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. O'nu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren: $ diyor. İşte sair mesâili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur'an'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür. S.)" Nokta-i tekatu'
Kesişme noktası.
Nokta-i telâki
Karşılaşma noktası. Uygun ve karşılıklı nokta. Buluşma noktası, yeri. * Münâsebet. Uygunluk.
Nokta-i temas
Değme noktası. Temas etme noktası.
Nokta-i zerrin
Güneş. Altun nokta.
noktainazar
bakış açısı, görüş.
Noktateyn
İki nokta.
Normal
Fr. Kanun, usul ve âdetlere uygun olan. Uygun. * Mat: Bir eğri çizgiye teğet olan doğrunun değme noktasından bu doğruya çizilen dik çizgi.
Nota
(İtalyancadan) Emir ve istek bildiren yazı. * Bir şeyi sonradan hatırlamak için konan işaret. * Resmi ve siyasi mektup, muhtıra. * Mülâhazat. * Hesap pusulası. * Müziğe ait yazı.
nota
özlü düşünce, not.
nöbetdâr
nöbetçi.
Nuaa
Yumuşak ot.
2361
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nuak (naik)
Çobanın koyuna haykırıp çağırması.
Nuas
Uyuklama, uyuşukluk. (Bak: Nüas)
Nuf
f. Yankı. Aks-i sadâ.
Nufaha
Su üzerindeki kabarcık.
Nu'fe
Erkeklerin iki yanına sallanan saçı.
Nugaşi
Kısa boylu adam.
Nugbe
(C.: Nugab) Bir içim su.
Nuger
f. Köle, kul.
Nugerî
f. Kölelik, kulluk.
Nugnug
(C.: Negânig) Boğaz içinde olan et. * Kulak içinde fazlalık olan nesne.
Nugre
(C.: Nugur-Nugrân) Serçe kuşu büyüklüğünde olup kırmızı olan bir kuşun adı.
Nugz (nagz)
Kürek ucuna bitişik olan kıkırdak.
Nuh (aleyhisselâm)
"Kur'an-ı Kerim'de adı geçen bir peygamber ismi. (Elli yaşında iken kavmini imana dâvete memur edilmiş ve kavmi kendisini dinlemediğinden, iman etmeyenlere ceza olarak dünyayı kaplayan su tufanı olmuş ve zâlimler mahvolmuşlar; iman edenler Nuh Peygamber'in (A.S.) yaptığı gemiye alınarak kurtulmuşlardır.)"
Nuh suresi
Kur'an-ı Kerim'de 71. Suredir ve Mekkîdir.
Nuh
tufan için gemi yapan büyük bir peygamber.
Nuha'
Boyun kemiği içindeki murdar ilik.
Nuhaa
Tükürmek.
Nuhame
Balgam.
Nuhas
Bakır. Bakır para. * Kızgın mâden. * Kıtr. Ateş. Tunç ve demir döğülürken sıçrayan şerâre. * Dumansız alev. * Bir şeyin aslı. * Tütün.
2362
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nuhasî
Bakırlı, bakırla alâkalı, bakırdan.
Nuhat
Nahiv (gramer) âlimleri.
Nuhbe
Herşeyin seçkini, iyisi. * Seçkin, seçilmiş, müntehab, güzide. * Korkak.
Nuhbe-i âmâl
Mefkure, ideal. Emellerin en sonu.
Nuhî
Nuh (A.S) ile ilgili. * Pek eski.
Nuhl
Karşılıksız hediye ve hibe.
Nuhla
Atiyye, hediye.
Nuhre
Kemik dokusunun çürümesi.
Nuhrub
(C.: Nehârib) Kaya yarığı. * Arı kovanı. * Arı sesi.
Nuht
Çocukla birlikte karından çıkan su.
Nuhul
Zayıflık, arıklık.
Nuhur
(Nahr. C.) Ayların evvelleri. * Göğüsler. (Bak: Nahr)
Nuhuset
Uğursuzluk.
Nuhust
f. Birinci, ilk, evvel.
Nuhustîn
f. Birinci, ilk, evvel.
Nuhustzâd
f. İlk doğmuş olan. Evvel doğan.
Nuk
(Naka. C.) Dişi develer.
Nuka
Her şeyin kötüsü.
Nukaa
Birşeyi ıslamada kullanılan su.
Nukat
(Nokta. C.) Noktalar.
nukat
noktalar.
Nukave
Temizlik, paklık. * Her şeyin iyisi, seçkini.
Nukaye
Her nesnenin iyisi.
Nukaz
Küçük serçe kuşu.
Nukaza
Binâdan yıkılmış veya örülmüş iplikten sökülmüş nesne.
2363
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nukbe
(C.: Nukab) Yol. * Yırtık, delik. * Paçasız don. * Levn, renk. * Pas.
Nukre
Külçe hâlinde gümüş. * Ense çukuru.
Nukre-i kafa
Ense çukuru.
Nuksan
Eksilmek, noksanlaşmak.
Nukta
(C.: Nukat-Nukut-Nikât) Nokta.
Nukud
(Nakid. C.) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar.
nukûd
nakitler, paralar.
Nukud-ı mevkufe
Vakfedilen paralar.
Nukul
Nakiller, rivâyetler. Başkasından anlatılanlar. Hikâyeler.
nukuş
nakışlar, bezekler.
Nukuş
Resimler, nakışlar.
Nukz
(C.: Enkâz) Binâ yıkıntısı.
Nul
f. Kuş gagası.
Nu'm
Sürur, neşe, sevinç, neşat.
Nu'man
(Niam. C.) Dört ayaklı hayvanlar. * Kan. * İmam-ı Azam Hazretlerinin adı. * Şakayık-ı nu'man denen bir lâle çiçeği.
Numid
f. (Bak: Nevmid)
Numruka
(C.: Nemarik) Küçük yastık.
Numud
(Bak: Nümud)
Numude
f. Gösterilmiş, gözükmüş olan. Nişan verilmiş. (Bak: Nümune)
Nun suresi
Kur'an-ı Kerim'de 68. sure ve Kur'anda müteşabih ve şifre olan bir harf.(Bütün kalemlerin ve tastir ve kitapların aslı, esası, ezelî me'hazı ve sermedî üstadı Kader'in kalemi ve Nur ve İlm-i Ezelî'nin nuruna işaret eden bir kelimedir. Ş.)
2364
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Nun
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kur'an alfabesinde yirmibeşinci harf. Ebced hesabına göre değeri ellidir. * Divid, kalem. * Kılıcın ağzı. Kılıç. * Çene çukuru. * Balık, semek.
Nun-u mütekellim-i maa-l gayr
"Mütekellim-i maalgayrın ""nun"" harfi. Fiildeki cemi'
sigasındaki nun. (Bak: Mütekellim-i maalgayr)" Nun-u na'büdü
"(Bak:Na'büdü) (Arkadaş! deki un ifade ettiği cem' ve cemaat; fikri ve kalbi ayık olan musallinin nazarında, sath-ı arzı bir mescid şekline getirir ve bütün mü'minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları havi o cemaat-i kübra içinde namaz kıldığını ihtar ettirir. M.N.)"
Nu'nu
Uzun boylu adam.
Nu'nua
Devenin boyun eti. * Horozun boyun tüyü.
Nur suresi
Kur'an-ı Kerim'in 24. Suresinin ismi.
Nur
"Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık. * Kur'ân-ı Kerim. İman. İslâmiyet. Peygamber. * Zulmeti def eden, şule, ışık. (Bazılarınca ziya, nurdan daha sağlamdır ve daha hastır. Nur; dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki nevidir. Dünyevi olanı da iki çeşittir: Biri: Envar-ı İlâhiyeden intişar eden nurdur. Akıl ve Nur-u Kur'an gibi. İkincisi: Görmekle hissedilir ki, nurlu cisimlerden ibarettir, güneş, ay ve yıldız gibi... Uhrevi nur: $ ilâ âhir.. âyet-i kerimesinde mensus olan nurdur. Nur, âlemin mânen aydınlığına sebep olan Hazret-i Peygamber'e de (A.S.M.) denir. $ âyetinde beyan olunduğu gibi eşyanın hakikatını olduğu gibi beyan eden şeye de ""nur"" denir. Meşhur bir zata ""Nuri"" denmiştir; bunun sebebi her ne zaman vaaza ve nasihata başlasa gayb âleminden nurun şimşek gibi parıltısı ona tecelli ederdi. L.R.)"
2365
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nur
ışık, aydınlık.
Nuran
Nurlu, parlak.
Nuranî
Nurlu, ışıklı, nura yakışır, parlak, münevver.
nurânî
nurlu, ışıklı.
nurâniyet
nurluluk, aydınlık.
Nuraniyyet
Nurlu olanın hali, parlaklık, nurluluk.
Nurbahş
f. Işık saçan, aydınlatan, parlatan.
Nurcu
Nur Risalelerini okuyan, yaşayan ve yayan kimse.
Nurculuk
"Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile Türkiye'de başlayan dinî bir hareket ve faaliyettir. Bu hareketin en mühim istinad noktası, Risale-i Nur namındaki eserlerdir.Risale-i Nur eserleri 1926 - 1949 seneleri arasında yazılmıştır ve Kur'anın bu asra bakan mânevî bir tefsiridir. Bilhassa iman ve İslâm esaslarını ve Kur'anın hikmetlerini izah ve isbat eder.Siyasî ve dünyevî cem'iyetçilikten mücerred; ve aynı eserleri okumaktan doğan mânevî alâkadarlık ile gönüllerde kurulan nur irfan müessesesi mensublarına, yani Risale-i Nur eserlerini okuyanlara: ""Risale-i Nur Talebesi""; kısaltılmış şekli ile ""Nur Talebesi"" veya ""Nurcu"" denilmektedir.Daha başka bir tarif ile Nurcu : Risale-i Nur Külliyatı'nı okuyanların meydana getirdiği maddîlikten, teşkilâttan, cemiyet kademelerinden mücerred, aynı eserleri okumaktan doğan mânevî alâkadarlıktan ibaret olan ekol mensublarına da Nurcu denmektedir.Risale-i Nur ve Talebeleri, Âlemi İslâma, hattâ dünyanın her tarafına kadar genişlemiş ve hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.Diyanet İşleri Başkanlığının 2.7.1963 tarih, 18746 sayılı yazısına ekli, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu'nun 29.6.1963 tarih, 326 sayılı kararında:""Nurculuk: Bir
2366
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tarikat veya bir mezheb olmayıp, Said Nursî adındaki zâtın, son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı, Kur'an-ı Kerim âyetlerini ele alarak, Risale-i Nur namıyla yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler, imanı fikirlerle birleştirmeye çalışmaktadır."" şeklinde beyan edilmiştir." Nu're
(C.: Near-Nerât) Eşeğin burnuna giren bir cins sinek.
Nurefşan
f. Etrafı aydınlatan, nur saçan, ışık veren.
nurefşân
nur saçan.
Nur-feşan
(Bak: Nurefşan)
Nur-i ayn
f. Göz nuru. * Pek sevgili olan.
Nur-i çeşm
Göz nuru. Gözün iyi görür olması. * Mc: Saadet.
Nur-i iman
İman nuru. Kur'an ve kâinat hakikatlarının görünmesine ve bulunmasına vesile olan imanın mânevi nuru.
Nur-i kasd
Kasd ve irâdenin nuru. Kasd ve iradeden gelen parlaklık. Bir istek ve kasıtla yapıldığına âit alâmet ışığı.
Nur-i mübin
Mübin olan nur. Aşikâr ve açıklayıcı olan ve hak ile batılı ayıran nur. Bilhassa iman ve Kur'an ilminin mânevi nuru.
Nur-i mücessem
Çok parlak ve güzel olan. Canlı kılığına girmiş gibi olan nur.
Nuri
Nura mensub, nura ait. * Erkek ismidir.
nuristân
nur ülkesi, cennet.
Nuriye
Nura âit, nura mensub. * Kadın ismidir.
Nurpaş
f. Nur saçan, nur saçıcı.
Nurtal'at
Nur yüzlü.
Nur-ul envâr
Nurların nuru.
Nurulenvar
nurlara nur veren Allah.
Nurun ala nur
Daha âlâ, daha iyi, nur üstüne nur.
2367
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nurunâlânur
nur üstüne nur.
Nusaha
(Nasih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler.
Nusara
(Nasir. C.) Yardımcılar.
Nusb
(C.: Ensâb) Meşakkat, zahmet, elem. * Zehir, ağu. * Belâ, musibet. * Put, sanem, heykel.
Nush
Nasihat, ögüt.
nush
nasihat, öğüt.
Nusha
(Bak: Nüsha)
Nusret
(Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak.
nusret
zafer için yardım.
Nussa
Saç kırpıntısı.
Nussah
(Nâsih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler.
Nussar
(Nâsır. C.) Yardımcılar.
Nusu'
Çok beyaz olmak. * Hâlis olmak.
Nusul
Huruç etmek, çıkmak. * Dühul etmek, girmek. (Ezdaddandır) * (Nasl. C.) Mızrakların uçlarındaki sivri demirler. Temrenler.
Nusus
(Nass. C.) Nasslar. (Bak: Nass)
nusûs
nasslar, kesin hükümler, âyet ve hadîsler.
Nuş
f. İçen, içici. * Tatlı şerbet gibi içilecek şey. * Zevk ve safâ.
nûş
içici, şerbet.
Nuşa nuş
f. İçtikçe içerek, tekrar tekrar içerek, defalarca içerek, içe içe.
Nuşadur
f. Nişadır.
Nuşdaru
f. Panzehir. * Tiryak. * şarap.
Nuşe
f. şâd ve sevinçli. Mesrur olan.
nûşe
şerbet içen, sevinçli.
2368
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nuşende
(C.: Nuşendegân) f. İçki içen kimse.
Nuşhand
f. Tatlı gülüşlü.
Nuşiden
"""İçmek"" mastarındandır. İçen ve içiçi gibi mânâlara gelir."
Nuşin
f. Lezzetli, tatlı.
Nuşirvan
İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur.
nutfe
döl suyu, meni.
Nutfe
Duru ve sâfi su. * Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi. * Taşmış, dökülmüş su. * Deniz.
Nutî
(C.: Nevâti) Gemici.
Nutk
(Nutuk) Söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet. * Dervişlerce büyüklerin manzum sözleri.
nutk
konuşma.
Nutk-u iftitahî
Açış nutku.
Nutu'
(Nat'. C.) Meşinden yapılmış döşekler. * Sofra bezleri.
Nutuf
(Nutfe. C.) Nutfeler, dölsuları, spermalar.
Nutuh
Boynuzuyla vuran davar.
nutukhân
konuşmacı.
Nuumet
Yumuşaklık.
Nuut
(Na't. C.) Vasıflar, keyfiyetler, umuma şâmil sıfatlar. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm hakkındaki medhiyeler.
Nuyan
f. Şehzâde. Pâdişah oğlu.
Nu'z
Hicaz'da yetişen misvak ağacı.
Nuzar
Altın. * Her nesnenin hâlisi ve iyisi. * Necid diyârında yetişen bir ağacın adıdır, ondan tas ve kâse yaparlar.NUZC $ (Nazc) Yemişin tam
2369
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olarak yetişmesi, olgunlaşması. * Etin kemikten dökülür derece pişmesi. Nuzera
(Nazir. C.) Akranlar, eşler.
Nuzub (nazab)
Sinmek. * Iraklık, uzaklık. * Suyun, toprak tarafından emilmesi.
Nüame
Eksen. Çark veya çıkrık ortasındaki mihver.
Nüamî
Güney rüzgârı.
Nüans
Fr. İnce fark.
Nüas
Uyuklama, uyku gelip basma. * Hislere ârız olan uyuşukluk ve fütur. Pineklemek.
Nüasî
Uyuklama ile ilgili.
Nübah
Havlama.
Nübea
(Nebi. C.) Nebiler, peygamberler.
Nübele
(C.: Nübel) İstincâ taşı. * Kesek parçası.
Nüble
İhsan, atiyye. Fazl.
Nübta
Atın kolanı veya karnı altında olan beyazlık.
Nübu'
Suyun, yerden çıkıp akması.
Nübub
Bitmek.
Nübut
Suyun, yerden çıkıp akması.
Nübüvvet da'va etmek Peygamber olduğunu bildirip doğruluğunu isbat için deliller göstermek, peygamberliğini ileri sürmek. Nübüvvet
"(Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak. (Bak: Muhammed (A.S.M.) - Resül)(.... Hem mâdem nev-i beşerde Nübüvvet vardır. Ve yüzbinler zât -Nübüvvet dâva edip mu'cize gösterenler - gelip geçmişler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyyet ile Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünkü İsa (A.S.) ve Musa
2370
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(A.S.) gibi umum resüllere nebi dedirten ve risâletlerine medar olan delâil ve evsâf ve vazifeler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resül-i Ekrem'de (A.S.M.) daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuddur... M.)(Enbiya-yı Sâlifinde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muâmeleleri hakkında yalnız zaman ve mekânın tesiriyle bazı hususat müstesnâ olmak şartiyle yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha yüksek bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh nübüvvet mertebesine nâil olanların hey'et-i mecmuası mu'cizeleriyle vesair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile nev-i beşerin sinni kemâle geldiğinde Üstad-ül beşer ünvânını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sıdk-ı nübüvvetine ilân-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (A.S.M.) bütün mu'cizeleriyle Saniin vücub ve vahdetini nurlu bir bürhan olarak âleme ilân etmiştir. O Zat'ın (A.S.M.) ahvâl ve harekâtı birer birer yani tek tek O'nun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse hey'et-i mecmuası O'nun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki; şeytanları bile tasdike mecbur eder.İ.İ.)(Bil ki nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak saadetin fihristesidir. İman bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zâhir bir hak, fâik bir kemâl görünüyor. Bilbedâhe hak ve hakikat, Nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhâlifindedir... M.N.)" nübüvvet
nebilik, peygamberlik.
nübüvvetdârâne
peygamberlik şeklinde.
nübüvvetkârâne
peygamberce.
2371
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nübüvvet-penah
Peygamber, nebi. Nübüvvet kendisine istinad eden zât.
Nüc'a
Otlu yer istemek.
Nüceba
(Necib. C.) Necib kimseler. Nesli, soyu sopu temiz ve pâk olan kişiler.
Nücebe
Lütuf ve keremi çok olan. Cömert insan.
Nüceym
Yıldızcık. Küçük parıltısı olan. Küçük yıldız.
Nüch (necâh)
Zafer bulmak. Hâlâs olmak. Kurtulmak. İhtiyaçlarını giderip zafer bulmak.
Nücme
Bir ot cinsi.
Nücu'
Yemeğin hazmolup sindirilmesi. * Eser yapmak. * Duhul etmek, girmek.
Nücum
Tulu' etmek, doğmak. * Görünmek, zuhur etmek.
nücûm
yıldızlar.
Nücumî
Yıldızlarla ilgili. * Yıldızlarla uğraşan.
Nücum-perest
f. Yıldıza tapanlar.
nücûmperest
yıldızlara tapan.
Nücum-u sâkıbe
Işığıyla karanlığı delip geçen yıldızlar.
Nücum-u seyyare
Seyyar, gezici yıldızlar.
Nüda
(C.: Endâ-Endiye) Yağmur. * Boğaz ıslatıcı nesne. * Çiy, rutubet. * Atâ, bahşiş. * Sesin uzaklara gitmesi.
Nüdbe
Ölen bir kimsenin iyilikleri, mehasini sayılarak ağlamak.
Nüd'e
Mal çokluğu. * Kavs-i kuzeh. Gökkuşağı. * Et köpüğünün üstü. * İç yağı.
Nüdema
(Nedim. C.) Nedimler.
Nüdfe
Atılmış az nesne. * Sağılmış az süt.
Nüdga
Tırnak sonunda olan beyazlık.
Nüdha
Genişlik, vüs'at.
2372
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nüdub
(Nedebe. C.) Yara izleri, nedbeler.
Nüfase
Diş arasında kalan yemek parçası.
Nüfaz (nüfâze)
Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne.
Nüf'e
(C.: Nifâ) Seyrek ve dağınık olan ot.
Nüfesa
Loğusa kadın.
Nüffaha
(C.: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı.
Nüfha
Yüce beyaz tepe.
Nüfture
(C.: Nefâtir) Müteferrik, dağılmış ot.
Nüfuk
Helâk olmak.
Nüfur
Ürküp kaçma, dağılma, firar etme. * İntikal etme. * Hacıların Mina'dan Mekke'ye doğru gitmeleri.
Nüfus
(Nefs. C.) Nefisler, canlar, şahıslar.
nüfûs
nefisler.
Nüfus-u seb'a
1- Nefs-i emmare, 2- Nefs-i levvame, 3- Nefs-i mülhime, 4- Nefs-i mutmainne, 5- Nefs-i râdiye, 6- Nefs-i mardiyye, 7- Nefs-i sâfiye. (Bak: Nefs)
Nüfuş (nefâş)
Yabana yayılmak. * Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları.
nüfûz
içe geçme, sözü geçer olma.
Nüfuz
Sözü geçer olmak, sözü dinlenmek. * Vücudundan işleyip geçmek. İçine alan.
Nüfz
Arka ve kürek eti.
Nüfza
Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan.
Nügak (nagik)
Çobanın koyuna çağırıp haykırması.
Nüh
f. Dokuz.
Nüha
Yüksek olmak. * Miktar. * Bir kimse hakkında olan yasak ve men.
2373
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nühab
Deve öksürüğü.
Nühak
Eşek anırtısı.
Nühale
Kepek.
Nüham
Bir kuş cinsi.
Nühame
Tükrük.
nühas
bakır.
Nühas
Bakır. * Duman. (Bak: Nuhâs)
Nühat
Mağrur ve kibirli kimse. Kendini beğenmiş insan.
Nühate
Yonga. Talaş.
Nühaz
Yokuş. * Güç yer.
Nühbe
(C.: Nuheb) Her nesnenin iyisi.
Nühbur
(C.: Nehâbir) Kum yığını.
Nühs
Dağ.
Nühu'
Kusmak.
Nühud
Atın iri gövdeli olması.
Nühul
Arık, zayıf olmak. * Arılar. Bal arıları. (Bak: Nuhul)
Nühur
f. Göz, basar, ayn.
nühûset
uğursuzluk.
Nühuset
Yaramazlık, uğursuzluk. (Mübârek'in zıddı)
Nühust
f. İlk gelen, evvel doğan, evvelki olan.
Nühuz
Hareket etme, deprenip kalkma.
Nühüft
f. Saklı, gizli.
Nühüfte
f. Saklı, gizli.
Nühüftegî
f. Gizlilik, saklılık.
Nühüm
f. Dokuzuncu.
Nühüve
(Et) çiğ olmak.
2374
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nühye
(C.: Nühâ) Akıl. * Gayet. Son.
Nühza
Devenin göğsünde olan bir hastalık.
Nühze
Fırsat.
Nükaf
Deveyi öldüren bir verem.
Nükah
Tatlı soğuk su.
Nükas
Devenin dudağında olan bir hastalık.
Nükat
(Bak: Nikât- Nüket)
Nüket
(Nükte. C.) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.
nüket
nükteler, ince mânâlar.
nükhet
koku.
Nükhet
Râyiha. Ağız kokusu. * Günahlı sözler. Hoş olmayan günah olan söz, kelime.
Nükke
Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve.
Nükr
Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak. * Zorluk. * İnkâr.
Nükre
Bilinmezlik. * Zorluk, güçlük. * Kabile ismi.
nüks
geri dönme.
Nüks
Hastalığın geri dönmesi, depreşmesi.
nükte
dikkat edilince anlaşılabilen ince mânâ.
Nükte
İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ. * Yere ağaçla vurup eser bırakmak.
Nükte-âmiz
f. Nükte karıştıran.
Nüktebîn
f. İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki.
Nüktedân
f. Nükte bilen. İnce ve zarif kimse.
Nüktedânî
Nüktecilik, nüktedanlık.
2375
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nüktedâr
f. Nükteli söz söyleyen. Nükteli konuşan.
Nüktegu
f. Nükteli konuşan, nükteli söz söyleyen.
Nükteguyî
f. Nükteli konuşma. Nükteli söz söyleme.
Nükteperdaz
(C.: Nükteperdâzân) f. Nükteli söz söyleyen, nükteli konuşan.
Nüktepira
f. Nükteye süs veren.
Nüktesenc
(C.: Nüktesencân) f. Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan.
Nüktever
f. Nükteyi anlamakta mâhir olan, nükte bilen.
Nüku'
Kısa boylu kadın.
Nükub
Rücu' etmek, geri dönmek. * Udul etmek, ayrılmak. * (Nekbet. C.) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler.
Nükul
Vazgeçme, geri dönme, cayma.
Nükus
Ardına dönmek.
Nülk
Alıç adı verilen dağ yemişi.
nümâ
" ""gösteren, gözüken"" mânâsında son ek."
Nüma
f. Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır.
Nümayan
f. Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan.
nümâyan
görünen.
Nümayanter
f. Fazla görünen, en çok görünen.
Nümayende
f. Gösterici.
Nümayiş
.f Görünüş, gösteriş, dış görünüş. Gösteri.
nümayiş
gösteri.
Nümayişgâh
f. Gösteri yeri.
Nümayişkâr
f. Gösterişli.
Nümruk (nümruka)
(C.: Nemârık-Nemârıka) Yüz yastığı.
Nümud
f. Gösteren, görünen, benzeyen.
2376
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nümudar
f. Görünen. * Nümune, örnek.
Nümude
f. Görünmüş, gösterilmiş, gözükmüş.
Nümun
f. Gösteren, benzer, müşabih olan.
Nümune
f. Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey.
nümûne
örnek, model.
nümûnegâh
örneklerin bulunduğu yer.
Nümunehane
f. Nümunelik şeylerin konulduğu yer. * Müze.
Nümune-i imtisal
Örnek tutulacak şey.
Nümur
(Nimr. C.) Kaplanlar.
Nümuzec
Enmuzec. Örnek, nümune, misal.
Nümüvv
Bereketlenip artmak. * (Canlılarda) büyümek, yetişmek, gelişmek.
nümüvv
büyüyüp gelişme.
Nümüvv-ü tabiî
Normal şartlar altında büyüyüp gelişme.
Nümy
Pul.
Nüsafe
Buğdaydan ayrılan saman.
Nüsah
Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler.
nüsah
nüshalar, sayfalar.
Nüsal
Hayvandan dökülen tüyler.
Nüsare
Saçılan şey. * Yemek döküntüsü.
Nüsha
(C.: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret. * Muska, duâlı kâğıt. * Gazete ve dergilerde (sayı).
nüsha
dualı kağıt, sahife, yazılı şey.
Nüsha-i kübra
Büyük sahife. Kâinat, dünya, çok manayı ifade eden âlem.
Nüsha-i suğra
Küçük sahife, küçük nüsha. Küçük mâna ifade eden, küçük mahluk, âlemin küçük bir nüshası mânasında insan.
Nüshateyn
İki nüsha.
2377
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nüsu'
Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması.
nüsûc
dokumalar.
Nüsul
Tüy dökme.
Nüsur
(Nesr. C.) Kartallar. Akbabalar (kuş).
Nüsük
(Nüsk) Allah için ibadet etmek.
Nüsüse
Kurumak.
Nüşab
(Nüşabe. C.) Oklar. Temrenli oklar.
Nüşabe
(C.: Nüşab) Ok. Temrenli ok.
Nüşafe
Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük.
Nüşare
Kesilen ağaçtan dökülen talaş, yonga.
Nüşbe
Sırnaşık. Ciddi olmayan adam.
Nüşhar
f. Geviş.
Nüşk
Buruna birşey koymak. * Koklamak.
Nüşka
Davarın boynuna takılan ip.
Nüşre
Sihir, efsun.
Nüşu'
İlâç içirmek.
Nüşub
Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * İlgilendirmek, alâkalandırmak, taalluk etmek.
Nüşuh
Az miktar su.
Nüşuk
Buruna çekilen ilâç, toz, enfiye vs. * Buruna çekme.
Nüşur
Neşirler. * Yaymalar, dağıtmalar. * Öldükten sonraki dirilmeler.(Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zaman ise ölmüş bir şeyin dirilip kalkması mânasınadır ki, Kur'anda nüşur, ekseriyetle bu mânayadır. (E.T.)
2378
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nüşûr
yaymalar, dağıtmalar.
Nüşus (neşs)
Yüksek olmak, yücelmek. * Nefret etmek.
Nüşut
Tohumun baş vermesi, uç göstermesi.
Nüşuta
Devenin ayağındaki ilmikli düğüm. (İcabına göre çekip uzatılarak çözülür.)
nüşûz
kadının kocasına itaat etmemesi.
Nüşuz
Yüksek olmak, yücelmek. * Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi.
nüşûze
asi kadın.
Nüşuze
Kadının, kocasından nefret edip kaçması. * Fık: Kocasına karşı üstünlük iddia eden kadın.
Nütac
Doğurmak. * Gebe devenin karnındaki yükü.
Nütu
Yumru, çıkıntı. * Yumruluk.
Nütuc
Doğurucu hayvan. * Doğurması yakın olan.
Nüub
Seri seyir.
Nüume
Yumuşaklık.
Nüut
(Bak: Nuut)
Nüütî
(C.: Nevat) Gemi reisi, kaptan.
Nüv'
Açlık.
Nüvah
Ölü için sesle ağlama.
Nüvaht
f. Çalgı çalma.
Nüvat
(Nüve. C.) Nüveler, çekirdekler.
nüvat
nüveler, çekirdekler.
Nüvatî
(C.: Nüvâta) Gemici, mellah.
Nüvaz
"f. ""Okşayıcı, taltif edici, iyi edici"" mânâsına kelimenin sonuna gelebilir."
nüvaz
okşayıcı.
2379
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nüvb
Bir siyahi kabile adı. * Bal arısı sürüsü.
Nüvbe
Yetişmek. * Siyahi bir kabile.
Nüve
"Çekirdek, asıl, menba. (Sayısız hatemlerden canlı mahlukata vaz' edilen hayat hâtemine bakınız. Evet canlı bir mahluk, câmiiyeti itibariyle kâinata küçük bir misaldir. Şecere-i âleme güzel ve tatlı bir meyvedir. Kevn ve vücuda bir nüvedir ki; Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini dercetmiştir. Sanki o zihayat, gayet hakîmane muayyen nizamlar ile bütün vücutlardan sağılmış bir katre veya bir noktadır. Bu itibarla bir zihayatı halketmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenab-ı Hak'tan maada hiçbir şeye isnad edilemez. M.N.)"
nüve
çekirdek.
Nüveyt
Çekirdekçik.
Nüvid
f. Müjde, beşaret. Hayırlı haberlerle tebşir.
nüvid
müjde.
Nüvid-i vasl
(Nevid-i vasl) Kavuşma müjdesi.
Nüvis
f. Yazan, yazıcı.
nüvis
yazıcı.
Nüvisende
f. Yazıcı, kâtib.
Nüvişt
f. Yazılı, yazılmış. * Mektub.
Nüvne
Çene çukuru.
Nüvre
Alçı taşı. * Kireçten yapılan.
Nüvvar
(C.: Nevâre) Ağaç çiçeği.
Nüy'e
Ham ve çiğ olmak.
Nüyub
(Nâb. C.) Azı dişleri.
Nüz'
Erkek ister kösnek davar.
2380
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Nüza
Koyunda olan öldürücü bir hastalık.
Nüzera
(Nezir. C.) Doğru yola getirmek için korkutmalar.
Nüzfe
(C.: Nüzüf) Az miktar, cüz'î.
Nüzhet
f. İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. * Temizlik, paklık. * Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud.
nüzhet
neşe, eğlence, ferahlık.
Nüzhet-efzâ
f. Eğlenceli ve gönül açacak yer.
Nüzhet-fezâ
(Bak: Nüzhet-efza)
nüzhetgâh
seyir ve eğlence yeri.
Nüzhet-gâh
Seyir yeri, gezinti, eğlence yeri.
Nüzhet-pezir
f. Safa ve neşe bulmuş olan.
Nüzl
(C.: Enzâl) Konak yeri. * Misafir için hazırlanan yemek.
Nüzu'
Çekilmiş. * Su çeken deve.
Nüzul
İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak. * Nüzül, felç hastalığı. * Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları.
nüzûl
inme, iniş.
Nüzul-i sefine
Geminin denize inişi.
Nüzur
Korkutmak.
nüzûr
nezirler, adaklar.
Nüzü' (nez')
İfsad etmek, bozmak, aldatmak, yaramaz nesneye kandırmak.
Nüzzar
(Nâzır. C.) Bakanlar. Nâzırlar.
Oba
Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı. * Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk. * Göçebe ailesi. Çadır halkı.
Objektif
Fr. Hakikatı olduğu gibi aksettiren. * Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. * Gaye. * Fls: Varlıkla alâkalı.
2381
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Obüs
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.
Ocak imamı
Tar: Yeniçeri Ocağı'nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi.
od
ateş.
Od
t. Ateş, nar.
ofis
büro.
Ofis
Fr. Yazıhane, daire, büro.
Oğlak
Keçi yavrusu.
Ok
Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir. (O.T.D.S.)
okıyye
eskiden kullanılan bir ağırlık birimi, dörtyüz dirhem.
Okiyye
"(Veya hemzenin hazfı ile ""Vekiyye"") Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer'an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir. (Bak: Direm)"
okka
1200 gram ağırlık.
2382
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Okka
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
t. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye. (Bak: Direm)
okyânus
büyük deniz.
Okyanus
Büyük deniz. Bahr-ı muhit. * Arapça büyük lügat kitabı.
Oligarşi
Yun. Siyasi iktidarın, bir zümreden olan kişilerin elinde bulunması.
Operasyon
Fr. Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat.
Oran
Ölçü, mikyas. * Biçim, tenasüb, endam. * Tahmin, keşif.
Ordu (urdu) dili
Pakistan'da Müslümanların konuştukları Arapça, Türkçe, Farsça ve Hintçeden müteşekkil olan dil.
ordu
askerlerden meydana gelen düzenli topluluk.
Ordu
t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi. * En büyük askerî birlik. * Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi. (Maarif Ordusu, İlim Ordusu gibi mecazî olarak da söylenir.)
Ordugâh
f. Ordunun konakladığı yer. Açıkta konaklayan ordunun konaklama yeri.
ordugâh
ordunun konaklama yeri.
ordumisâl
ordu gibi.
Ordu-yu müblâ
Perişan edilmiş, dağıtılmış ordu.
Organ
t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi) * Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan. * Âlet.
organ
uzuv.
Organizasyon
Fr. Düzenleme, hazırlama, tanzim. * Teşkilât.
2383
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Orhan gazi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbesi Bursa'dadır. (R. Aleyh)
Orijinal
Fr. Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan. * Değişik. * Nev'i şahsına mahsus, kendine mahsus. * Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün. * Bir nümuneye göre olan.
orijinal
kendine has, özgün.
Orsa
Yelkenleri mümkün olduğu kadar rüzgârın estiği cihete yaklaştırarak seyretmek hâli. * Geminin sol tarafı, iskele.
Ortodoks
Hıristiyanlıkta bir mezhep.
Oruç
(Bak: Savm - Ramazan)(Oruç en gafillere ve mütemerridlere za'fını ve aczini, fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtası ile midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkata muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin fir'avunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise... M.)
oruç
mühim bir ibadet.
Osman (r.a.)
"Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere'den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr'den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın üçüncü halifesi ve damadıdır. Hazret-i Osman (R.A.) çok zengindi. Bütün malını Peygamberimiz ve İslâmiyet için feda etti. Çok
2384
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hayâ ve hilm sahibi idi. Peygamberimizin (A.S.M.) iki kızı ile evlenmek nasib olduğu için kendisine ""Zinnureyn"" nâmı da verilmiştir. Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) toplayıp cem'ettiği Kur'ân-ı Kerim nüshalarını teksir ederek mühim merkez ve vilâyetlere gönderdi. Sekseniki yaşında şehid edildi. (R.A.)" Osmanî
(Osmaniye) Osman'a ait, mensup. * Osmanlı devletine mensup. Osmanlılarla alâkalı. Osman oğullarına ait.
Osmanîler
Osmanlılar.
Osmaniyân
(Osmanî. C.) Osmanlılar.
Osmanlı
Osmanlı Devleti teb'asından olan. * Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, Mi: 1288'de yerine geçen Osman Beyin kurduğu devlete mensup olan.
Osmanlıca
Osmanlılar zamanındaki Türkçe.
Ost
(Bak: Heme ost)
Otağ
"Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine ""Otağ-ı Hümayun"", sadrazamınkine ise ""Otağ-ı Asafî"" denilirdi."
Otomatik
Fr. Kurularak veya vakti gelince harekete geçen, işleyen.
Otorite
Fr. Kumanda etme hakkı, itaat ettirme iktidarı. * İdari veya siyasi iktidar. * Muhakemeleri veya doktrini umumiyetle doğru olarak kabul edilen ve bir sahada derinleşmiş olan şahıs veya eser.
Ozan
t. Edb: Eski Türk şâiri ve âlimi.
Ömer (r.a.)
Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında
2385
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
çok fütühat ve ilerleme kaydedildi. Hilâfeti esnasında bütün Âlem-i İslâm, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın devrindeki gibi huzur ve rahat içinde yaşadı. Onbuçuk sene yedi gün, dünyada hiç kimseye nasib olmayan bir adâlet içinde halifelik yaptı, 63 yaşında iken şehid edildi. (R.A.)Hak ile bâtılı ayırmada çok mâhir olduğundan Resül-ü Ekrem (A.S.M.) kendisine Ömer-ül Fâruk ismini vermiştir.Bir zaman Hz. Ömer Radıyallâhü Anhu demiştir ki: Üç şey olmasa Hazret-i Kibriya'ya göçmek isterdim:1- Allah yolunda yürümek.2- Alnını toprağa sererek secde etmek.3- En güzel semereleri toplar gibi, sözün güzelini veren insanlarla sohbet etmek. Ömer bin farıd
(M. 1180-1234) Kahire'de doğdu ve orada vefat etti. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şâirlerdendir. Divanı vardır.
Ömer hayyam
Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran'ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır.
Ömer ibn-i abdülaziz (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh) ömr
ömür, yaşama.
Ömr
Yaşama, hayat, yaşayış.
Ömre
(Bak: Umre)
Ömr-ü cahim
Cehennem hayatı.
Ömr-ü câvid
Ebedî hayat.
Ömr-ü güzeşte
Geçmiş ömür. Geçmiş hayat.
Ömr-ü hazin
Hazin ömür. Hüzünlü hayat.
Ömr-ü sâni
İkinci hayat, âhiret hayatı.
2386
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ömr-ü tavil
Uzun ömür.
Ömr-ü zâil
Geçici ömür, fani hayat.
Örf
"İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan hüküm, müstahsen, yani Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) iyi gördüğü şeyler, gibi mânalara gelir. * Fık: Şer'an ve şeriata bağlı. Akl-ı selim sahiplerince müstahsen olup münker olmayan şey demektir. Örf, şeriata eğer muhalif olursa, gayr-i meşru olur, onunla amel edilmez ve onun izâlesi lâzım gelir."
örf
âdet, gelenek.
örfen
âdet bakımından, gelenekçe.
Örfen
Örf bakımından, âdetlere göre.
Örfî idare
(İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. Sıkı yönetim.
örfî idare
sıkıyönetim.
Örf-i nâs
f. İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri.
Örfî
Âdete âit ve onunla alâkalı.
örfî
gelenekle ilgili, âdet olan.
Örfiyat
Örf, âdet ve geleneğe bağlı olan şeyler.
örfünas
insanlar arasındaki genel anlayış.
Öşr-ü mişar
Onda birin onda biri, yâni yüzde bir.
2387
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Öşr-ü mişar-ı aşir
Binde bir.
öşrümişar
yüzde bir.
Öşür
Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur'an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât.
öşür
tek yıllık ürün veren buğday gibi mallardan alınan onda bir ölçüsünde zekât.
Özür
Bir kusurun afvı için gösterilen sebep. * Bahane, sebep. * Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık. * Fevz. Zafer. * Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması. * Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.
özür
geçerli bahane, kusur, eksiklik.
Özürhâh
f. Özür dileyen. Özür dileyerek affını isteyen.
P
"Osmanlı alfabesinin üçüncü harfi olup, ebced hesâbında ""b"" harfi gibi iki sayısına tekabül eder."
Pâ (pây)
f. Ayak. * Takat, mukavemet. * İz.
pâ
ayak.
Pâ-bend
Ayak bağı. Köstek. Ayağa vurulan zincir. * Engel, mâni.
Pâ-bend-i terakki
İlerlemeğe mâni olan zincir, köstek.
Pâ-bercâ
Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır.
Pâ-bercâ-yi hareket
Hareket etmek üzere bulunan, âmâde.
Pâ-be-rikâb
Hareket etmek üzere olan.
Pâ-beste
f. Ayağı bağlı. Hareketsiz.
Pâ-bus
f. Ayak öpen.
Pâ-bürehne
f. Yalın ayak.
Pâ-câme
f. Şalvar, don, çakşır. Pijama.
Paçan
f. Saçan, saçıcı.
2388
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Paçavre
f. Paçavra, kirli bez.
Pa-çe
f. Küçük ayak. Pantolon, şalvar gibi şeylerin dizden aşağı olan kısmı. Paça. * Koyun, keçi ve sığır ayağı. * Koyun, keçi ve sığır ayağından yapılan yemek.
Paçek
f. Tezek, mayıs.
Paçeng
f. Küçük pencere. * Baca, menfez delik.
Pa-çile
f. Karda yürüyüp yol açmak gayesiyle ayağa giyilen bir çeşit ayakkabı.
Pad
f. Saklayan, hıfzeden. * Büyük, ulu. * Bekleyen, muhafaza eden, koruyan.
Pa-dam
f. (Ayaktan yakalayan) Kuş tuzağı.
Padaş
(C.: Padaşân) f. Mükâfat, ecr. * Yoldaş. Yol arkadaşı.
Padaşân
(Padaş. C.) f. Arkadaşlar, ayakdaşlar. * Mükâfatlar.
Padav
f. Kocakarı.
Pade
f. Eşek ve sığır sürüsü. * Çoban sopası. * Yayla.
Padergil
(Pâ-der-gil) f. Ayağı çamurda. * Mc: Davranamaz. * Sıkıntıda.
Paderhava
(Pâ-der-hava) f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük.
Paderikal
(Pâ-der-ikal) f. Ayağı köstekli, ayağı bağlı, hareketsiz.
Paderpa
(Pâ-der-pâ) : f. Ayak ayağa. Yanyana.
Pa-deş
f. Mükâfat.
Padgâne
f. Yüksek dam. * Kapı içinde olan pencere.
Padişah
(Pâdşâh) f. Büyük hükümdar, sultan. Cihan sahibi. Zararı def' eden, ıslah eden, muslih.
pâdişah
ülkeyi idare eden devlet başkanı.
Padişah-ı sâni
İkinci padişah.
Padişahî
f. Padişahla ilgili, padişaha ait.
2389
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Padzehr
f. Panzehir.
Pafersud
(Pâ-fersud) f. Ayağı incinmiş, aşınmış olan.
Pagande
f. Atılmış pamuk. * Atılmış pamuktan yapma yumak.
Paguş
f. Suya dalma.
paha
değer, fiyat.
Pa-hast
f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş olan.
Pajeh
f. İnleme, inilti.
Pajir
f. Panzehir.
Pak
f. Temiz, saf, katıksız. Hep, tamam, mübarek, kudsi.
pâk
temiz.
Pakan
(Pâk. C.) f. Temizler, pâklar. * Mc: Veliler, evliya.
Pakâr
f. Tahsildar.
Pakârî
f. Tahsildarlık.
Pak-baz
(C.: Pâk-bâzân) f. Temiz oynayan. * Mc: Sadakatli âşık.
Pakdamen
f. Eteği temiz. * Mc: Namuslu.
Pak-damenî
"f. ""Eteği temiz oluş"" * Mc: Namusluluk."
Pakend
f. Yakut. * şarap, bâde.
Paki
f. Temizlik, paklık. * Ustura.
Pakize
f. Temiz, pak. Lekesiz. Hâlis, saf, katıksız.
pâkize
temiz olan.
Pak-meşreb
Gidişi, yaratılışı temiz. İyi huylu olan.
pakt
andlaşma.
Pakt
Fr. Akid, sözleşme, andlaşma. Siyasi anlaşma.
Pa-kub
f. Çengi.
Pak-zad
f. Temiz asıllı. Aslı temiz olan.
2390
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Pala
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç.
Palad
(Pâlâde) f. Yedek at.
Palade
f. Kötü söyleyen, ayıp arayan.
Palaheng
f. Yular, dizgin. * Av veya suçlu bağlanacak kement. * Kemer. * Tazı boynuna geçirilen ağaç halka.
Palamar
Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat. * Büyük halat. (O.T.D.S.) * Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)
Palan
f. Palan, semer, eğer.
Palan-duz
f. Semerci, palancı. Semer diken.
Palanî
f. Semerci.
Palar
f. Çatı direği.
Palas pandıras
Hemen, birden bire, hazırlıksız, habersiz.
palaska
asker kemeri.
Palavan
(Pâlâven) f. Süzgeç, helvacı süzgeci.
Palavra
(İspanyolca) Mübalâğalı söz, yalan söylenen söz.
Palay
f. (Bak: Pala)
Paldüm
f. Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış.
Paleng
f. Postal. Çarık.
Paleng-i fersude
Eski çarık.
Palide
f. Süzülmüş, durulmuş. * Ziyade olmuş, büyümüş.
Palikane
f. Büyük han kapılarının ortasındaki küçük kapı.
Palikarya
Mc: Kabadayı, yiğit, cesur. * Rum gençleri.
2391
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Palude
f. Süzülmüş, saf hâle getirilmiş.
Paluş
f. Karışık.
Palvane
f. Dağ kırlangıcı.
Palvaye
f. Dağ kırlangıcı.
Pa-mal
f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş.,
Pa-mal-i adüv
Düşmanların ayakları altında çiğnenmiş.
pan
" ""bütün, hepsi"" mânâsında ön ek."
Pan
"Yun. ""Bütün, karşı"" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir $ : Zehire karşı ilâç."
Panayır
Yun. Yılda bir - iki defa muayyen bir yerde kurulan ve bir müddet devam eden büyük pazar.
Pandomima kopmak
Karışıklık çıkmak. * Seyircileri eğlendiren kavga çıkmak.
Pandomima
Yun. Vahşi ve gürültülü karışıklık, anarşi. * Sessiz tiyatro oyunu.
Pa-nihade
f. Ayak koymuş, ayak basmış. Gelmiş, ulaşmış, vâsıl olmuş. * Doğmuş, tevellüd etmiş.
Pan-islamizm
Bütün müslümanların birleşmesi siyaseti. İttihad-ı İslâm. İslâm birliği siyaseti.
panislâmizm
islâm birliği ülküsü.
Pano
Fr. Üzerine ilân, tablo, vs. asmaya yarayan levha.
Panzde(h)
f. Onbeş.
panzehir
zehire karşı ilaç.
Panzehir
Zehire karşı ilâç.
papa
büyük papaz.
Papa
İtl. (Baba kelimesinden) Roma Katolik kilisesinin ruhâni reisi.
Papağan
İtl. İnsan konuşmasını taklid edebilen bir kuş.
papaz
kilisenin önde gelen din adamı.
2392
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Papez
f. İnişi ve yokuşu olan yer.
Papure
f. İki çift öküz koşulan ağır bir cins saban.
Pa-puş
f. Ayak örten. Ayakkabı, pabuç.
Par
f. Geçen yıl, bıldır. * Para.
Parafe
Fr. Kısa imza, işâret.
parafe
kısa imza.
paragraf
yazı bölümü.
Paragraf
Yun. Düz yazıda bölümlerden herbiri.
Paralel
Yun. Müvazi. * Geo: Bütün noktaları birbirinden aynı uzaklıkta olan çizgi veya hat, düzlük, satıh.
Parantez
Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.
Parav
f. Kocakarı, acûze.
Paravan(a)
İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler. * Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli perde. * Gizleme vasıtası.
Parazit
Yun. Radyo gibi ses veya elektrik âletlerinin zırıltı ve gürültü çıkarması. * Başka bir hayvan veya nebatın üzerinde onun zararına yaşayan canlı. Asalak. Tufeylî.
Parçe
f. Ufak şey, küçük nesne, parça.
Parduz
f. Eskici, yamacı.
Pare
"f. Cüz, parça. Kesinti. * Para. Kuruşun kırkta biri. * Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. * Sayı, bölük. * ""Parça"" mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Mehpâre $ : Ay parçası. * Güzel. Yek-pâre $ : Tek parça, bir parça."
pâre
parça.
2393
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pare-duz
f. Eskici, yamacı.
Pa-renc
f. Ayak teri. Ücret.
Pare-pare
f. Parça parça.
Pargî
f. Mutfak ve banyo sularının toplandığı çukur. * Orospuluk.
Parin
(Pârine) f. Geçen yılki, geçen sene olan, bıldırki.
Parir
f. Dayak, destek, direk.
Parlamento
İng. Millet meclisi. Milletvekillerinden meydana gelen meclis ve senatonun tamamı.
Pars
f. Dine bağlı kimse. * Nâmuslu, iffetli, temiz ve doğru insan. * Fars milleti, İran kavmi.
Parsal
f. Geçen yıl, bıldır.
Parse
f. Dilencilik.
Parsel
Fr. Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası.
Parseng
f. Teraziyi denkleştirmek için kefesine konulan şey.
Partizan
Fr. Kendi partisine aşırı düşkün olup başkasına hak tanımak istemeyen kimse.
Paru
(Pârub) f. Kocakarı, acûze.
Parule
f. Şakacı, lâtifeci. * Yonga. * Hayırsız ve işe yaramaz kişi.
Paryab
f. Irmak ve çay suyu ile sulanan ekin.
Pas
f. Gecenin sekizde biri. * Gözetleme, bekleme. * Keder, hüzün, gam. * İç sıkıntısı.
Pa-sar
f. Tekme. Tepme.
Pasban (pâsuban)
f. Nöbetçi, gece bekçisi, bekçi.
Pasbanî
f. Bekçilik.
Pasdar
f. Gece bekçisi.
Pasdarî
f. Bekçilik, gözcülük.
2394
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pa-sebük
f. İşine sarılmış, ayağına çabuk.
Pasek
f. Esneme, esneyiş.
Pa-sitade
f. Ayakta duran. Kaim.
Paskal (pascal)
Fr. Hristiyanlıkta dindarlığı ile beraber fizik, edebiyat, hesap, hendese ve felsefede (Milâdi 17. asırda) büyük bir âlim olarak tanınmıştır.
Pas-par
f. Tekme.
Pastoral
Yun. Kır hayatına, köy âlemine dair yazılan manzume.
Pasuh
f. Karşılık, cevap.
Pasuhgüzar
f. Cevap veren, karşılık veren.
Pasuhşinev
f. Cevabı dinleyen.
Pa-süvar
f. Yaya olan, yaya, piyade.
Pasvan
f. Gece bekçisi.
Paş paş
f. Parça parça, ufak ufak. * Dağınık.
Paş
"f. ""Serpen, saçan, dağıtan"" mânâsında birleşik kelimeler yapılır."
Paşa
"Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden ""mir-i liva"" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül ümera rütbelerine tahsis edilmiştir. Damat Paşa, Ağa Paşa, Vali Paşa o cümledendir.Paşa kelimesinin aslı hakkında pek çok ihtilâf vardır. Lügat erbabının bazıları, Farsça ""Pây-i şah"" lâfzından değiştirilmiş olduğunu; bâzıları da Türkçede büyük birâder mânasına gelen ""Beşe"" kelimesinin telâffuzunun zamanla ""paşa""ya değiştiğini; bir kısmı da evin, ailenin büyüğü, reisi anlamına gelen ""Baş ağa"" dan tahrif edildiğini yazarlar. Ayrıca Türklerde büyük evlâda da paşa derler.
2395
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Paşa tâbiri, hürmet ifadesi olarak, ulema ve meşâyihten bazılarına da verilmiştir. Bugün dilimizde generâl anlamına kullanılır. (O.T.D.S.)" paşa
general.
Paşalı
Paşa ünvanını alan vezir ve beylerbeyi gibi büyük devlet adamlarının hizmetinde bulunan gedikli ağalar.
Paşan
f. Saçan, saçıcı.
Paşazâde
Paşa oğlu.
Paşende
f. Saçan, dağıtan, saçıcı.
Paşib
f. Basamak, merdiven.
Paşide
f. Saçılmış, serpilmiş, dağılmış.
Paşna
f. Topuk, ökçe.
Paşnin
f. Ağaç ve tahta parçaları.
Patile
f. Tencere.
Patinî
f. Harman yabası.
Patrik
Yun. Rum ve Ermeni kiliselerinin ruhâni reislerine verilen isim.
Patrikhane
Patrik adı verilen Rum başpapazının oturduğu yer.
Patriklik
Osmanlı saltanatı zamanında muhtelif gayr-i müslimlerin dinî ve medenî bazı işlerini idare eden makamlar.
Pa-yab
f. Kuvvet, kudret, tâkat. * Su birikintisi. * Havuzun dibi. * Kuyu basamağı. * Son, nihayet.
Payan
f. Kenar, son nihayet, uç. * Tas: Ehl-i tarikatın ulaşacağı birlik âlemi. * Akıbet.
pâyân
son, uç.
Paybaf
f. Çulha.
Paybend
f. Ayakbağı. * Mani, engel. * Köstek.
Paybeste
f. Hareketsiz. Ayağı bağlı.
2396
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Paydar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Pâyidar) f. İyice yerleşmiş. Devamlı, kadim. * Sağlam. Muhkem. * Sermedî. * Bedi. '* Sâbit.
Paydarî
f. Devamlılık, süreklilik.
Pay-der-gil
f. Ayağı çamurda. * Sıkıntıda, dertte. * Mc: Davranamaz.
Pay-der-hava
f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük.
paydos
dağılma, tatil.
Paydos
f. Tatil, teneffüs, serbestlik.
Paye
f. Rütbe, derece. * Merdiven ayağı. * İlim sahibi olanların bir derecesi.
pâye
rütbe, basamak, derece.
Payedâr
f. Rütbeli, pâyeli, itibarlı.
Payedârî
f. İtibarlılık, rütbelilik, pâyedarlık.
Pay-efzar
f. Ayakkabı.
Pay-endaz
f. Ayak atan, ayak atmış. * Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. * Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş.
Payende
(C.: Payendegân) f. Payanda, destek, dayak. * Duran, sürekli.
Payendegî
f. Devamlılık, süreklilik.
Pay-fersud
f. Ayağı incinmiş, aşınmış.
Paygâh
f. Derece, mertebe, rütbe.
pâyidâr
kalıcı, kalımlı.
pâyimâl
ayak altında kalmış.
Payin
f. Aşağı. Aşağı taraf. * Merdivenin ilk basamağı.
Payitaht
(Bak: Pâytaht)
pâyitaht
başşehir.
Payiz
f. Güz, sonbahar. * Yaşlılık, ihtiyarlık. * Eski, köhne, yıpranmış.
2397
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Paykub
f. Ayak vuran. * Mc: Rakseden, köçek.
Paymal
(Pâyimal) f. Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş.
Paymüzd
f. Bahşiş, ayak teri.
Paytaht
(Pâyitaht) f. Merkez-i hükümet, başşehir, başkent.
Payûe
(Bak: Pâ)
Payzar
f. Ayakkabı, pabuç.
Payzede
f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış.
Payzen
.f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri. * Suçlu. * Esir. * Hizmetçi, uşak.
Pazac
f. Ebe kadın. * Dadı, sütnine.
Pa-zede
(Bak: Pâyzede)
Pazen
f. Pezevenk.
Pazin
f. Gecenin bir kısmı.
Pazir
Destek, payanda, dayak.
Pazubend
(Bak: Bâzubend)
Peçe
(C.: Peçegân) İnsan veya hayvan yavrusu. * Oğlan, çocuk. * Sarmaşık bitkisi.
Peçegân
(Peçe. C.) f. İnsan veya hayvan yavruları.
Peçel
f. Üstü başı pislik içinde ve iğrenç olan adam.
Pedagog
Yun. Çocuk terbiyecisi, mürebbi.
Pede
f. Çakmak, kav. * Kavak ağacı.
Pedender
f. Üvey baba. Babalık.
peder
baba.
Peder
f. Baba.
pederâne
baba gibi.
Pederâne
f. Babaya yakışır tarzda, pedercesine.
2398
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pederî
f. Babalık, pederlik.
Pederze
f. Çıkın, bohça.
Pedid
f. Aşikâr, görünür, açık, belli.
Pedme
f. Nasib, kısmet. Pay, hisse.
Pedrud
f. Vedâlaşma.
Pehin
f. Çok enli.
Pehle
f. Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen ad.
Pehlev
f. Şehir, belde. * Yiğit, kahraman.
Pehlevan
f. Pehlivan. Yiğit. Kahraman. Güreşçi.
Pehlevanî
f. Pehlivanlık, güreşçilik, yiğitlik, kahramanlık.
pehlivan
güreşçi.
Pehlu
f. Vücudun iki yanından biri, yan.
Pehn
f. Enli, geniş, yassı. * Genişlik, enlilik.
Pehna
f. Genişlik, enlilik. * Enli, geniş, yaygın.
Pehnane
f. Beyaz pide. * Bir cins maymun.
Pehnaver
f. Pek geniş. Pek açık. * Soluk, solmuş.
Pehnaverî
f. Enlilik, genişlik. Vüs'at.
Pejgale
f. Pay, hisse. * Yırtık, yama.
Pejm
f. Sis, duman.
Pejman
f. Pişman, nâdim. * Kederli, hüzünlü.
pejmürde
dağınık.
Pejmürde
f. Dağınık. * Eski, yırtık. * Perişan. * Buruşuk, buruşmuş.
Pejmürde-hal
f. Kılığı kıyafeti pejmürde olan, üstü başı pis bir halde bulunan.
Pejuh
f. Araştırma, soruşturma.
Pejuhende
f. Gizli şeyleri araştıran. Mütecessis.
Pejuhide
f. Çok akıllı, olgun, bilgili.
2399
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pejulide
f. Solmuş, bozulmuş, dağılmış, karışmış.
Pejvin
f. Kirli, pis. Çirkin.
Pelade
f. Fesatçı. Müfsid.
Pelas
f. Çul, aba. * Eski kilim, keçe vs.
Pele
f. Terazi kefesi.
Pelid
f. Pis, murdar. * Rezil ve alçak kimse.
Pelite
f. Lâmba veya kandil fitili. Fitil. * Yaralarda kullanılan fitil.
Pelle
f. Derece. * Merdiven.
Pelme
f. Yazı tahtası.
Pelus
f. Hilekâr. Hile yapan.
Pelvas
f. Yaltaklanma.
Penagâh
f. Sığınacak yer. Sığınak. Melce'.
Penah
f. Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta.
penâh
sığınak.
Penah-âverde
f. Sığınmış, iltica etmiş. Mülteci.
Penahende
f. Sığınan, iltica eden.
Penahgâh
f. Sığınacak yer, melce.
Penahî
f. Sığınma.
Penahide
f. Sığınmış, iltica etmiş.
Penam
f. Gizli, saklı. Örtülü.
Penbe
f. Pamuk. * Açık kırmızı renk.
Penbezâr
f. Pamuk tarlası.
Penbezen
f. Hallaç. Pamuk atıcı.
Penc
f. Beş.
Pencah
f. Elli. (50)
Pencahsâle
f. Elli yaşında.
2400
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pencgane
f. Beşli, beşten ibâret, beş tâneli.
Penciş
f. İncinme.
Penckuşe
f. Beş köşeli. Muhammes.
Pencpay
f. Beş ayaklı. Yengeç.
Pencruze
f. Beş günlük. * Süreksiz, pek az.
Pencsale
f. Beş yaşında.
Pencşenbih
f. Beşinci gün. Perşembe.
Pencüm
f. Beşinci.
Pencümin
f. Beşinci.
Pençe
f. El ayası ile beş parmağın tamamı. * Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. * Eskiden Şark hükümdarlarının imza yerine ellerini kırmızı boyaya sürüp, kâğıdın üstüne basmalarıyla olan şekil, tuğra. * Mc: Kuvvet. Savlet, satvet.
Pençe-i kahr
Kahir pençesi. Mahveden el.
Pençezen
f. Pençe vuran, düşman.
Pend
f. Nasihat, vaaz, öğüt.
Pendimi guş etti
Nasihatımı dinledi.
Pendkâr
(C.: Pendkârân) f. Nasihat eden, nâsih. Öğüt veren.
Pendnâme
f. Öğüt kitabı.
Penduz
f. Çuvaldız.
Penir
f. Peynir.
Per
f. Kanat.
Perakende
f. Dağınık. Dağıtma. * Azar azar yayılan veya satılan.
Perakendegû
f. Saçma sapan konuşan. Saçmalayan.
Perandah
f. Sepilenmiş deri sahtiyan.
Per-aver
f. Kanat açan, kanat açıcı. Keskin uçan.
2401
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Perçem
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Kâkül. * Tepede bırakılan saç. * Mızrak ve bayrak gibi şeylerin başlarına konulan püskülümsü şeyler.
perçem
kakül, zülüf.
Perd
f. Kıvrım, büklüm, kat.
Perda
f. Yarın.
Perdaht
f. Cilâ. Parlaklık, parlama. * Düzleme, temizleme.
Perdahte
f. Cilâlanmış, parlatılmış. * Temizlenmiş, düzenlenmiş, tertib edilmiş.
Perdar
f. (Bak: Berdâr)
perdâz
düzelten, yönlendirici.
Perdaz
f. Tertib eden, düzenleyen, düzeltici.
Perde yırtılmak
Hayasızlık etmek, utanmazlık.
Perde
f. Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. * Mc: Irz, namus, iffet.* Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. * Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. * Ekran, sinema perdesi. * Tıb: Aksu. * Mc: Gaflet. Basiretsizlik. (Bak: Esbabperest.)
Perdeberdar
f. Perde kaldırıcı. Perde açıcı.
Perdeber-endaz
f. Perdeyi kaldırıp atan. * Utanmayı bırakan, sıkılmayan, utanmayan, hayâsız.
Perdebirun
f. Utanmaz, açıksaçık konuşan.
perdebirûnâne
edep perdesini yırtarcasına, hayasızca.
Perdebirunâne
f. Sıkılmadan, utanmazcasına. Perdeyi kaldırırcasına. Edebsizce.
Perdedâr
f. Perdeci, kapıcı, odacı. Bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mâni ve perde olan.
perdedâr
perdeci, perdeleyen.
2402
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Perdedâr-ı felek
Ay, kamer.
Perdeder
f. Perde yırtan. Utanmaz, hayâsız.
Perdegî
(C.: Perdegiyân) f. İyi örtünmüş ve namuslu kadın.
Perde-i cümud
Donmuş, katı perde. * Mc: Alem, tabiat. * Akıl ve hissiyatı kendisi ile meşgul edip, dini ve ulvi hakikatlardan ayıran, gaflet veren perde.
Perde-i nilgün
Gökyüzü, sema.
Perde-i türabiye
Toprak perdesi, yer yüzü.
Perdekâr
f. Perdeli. Perde ile örtülü yer.
Perdekeş
f. Perde çekici, örtücü. Engel, mâni.
Perdenişin
f. Perde arkasında oturan. * Mc: Namuslu, temiz.
Perdepuş
f. Örten, örtücü.
Perdeserâ
f. Şarkı söyleyen, şarkıcı. * Saz çalan, çalgıcı. * Küçük çadır.
Perdeserây
f. Küçük çadır. * Şarkı söyleyen, şarkıcı, hânende. Çalgıcı, saz çalan.
Perdeşinâs
f. Şarkı söyleyen, şarkıcı.
Pere
f. Uç, kenar.
Pere-i binî
Burun ucu.
Pere-i kûh
Dağ eteği.
Perend-aver
f. Çok keskin kılınç, pala veya hançer.
Perende
f. Uçan, uçucu. * Av kuşu. * Çark gibi dönerek atılan takla.
Perendebâz
f. Takla atan kimse. Cambaz.
Perendek
f. Küçük tepe.
Perendin
f. İpek elbise, ipek kumaş veya ipek mendil.
Perendun
f. Evvelki gece.
Perenduş
f. Dün gece.
Perenduşine
f. Dün geceki şey.
Perendvar
f. Evvelki gece.
2403
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pereng
f. Suyu iyi verilmiş kılınç.
Perest
(C.: Perestân) f. Tapan, tapınan, taparcasına seven.
perest
taparcasına düşkün.
Perestan
(Perest. C.) f. Tapanlar, tapınanlar, taparcasına sevenler.
Perestar
(C.: Perestarân) f. Hizmetçi. * Kul. * Tapan, tapıcı. * Dalkavuk.
Perestarân
(Perestar. C.) f. Kullar, köleler. * Hizmetçiler. * Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. * Tapanlar, tapıcılar.
Perestar-ı hayâl
Şâir, ozan.
Perestarî
f. Hizmetçilik. * Kulluk. * Tapıcılık. * Dalkavukluk.
Perestide
f. Sevgili, mahbub, sevilen.
perestiş
aşırı düşkünlük, tapınış.
Perestiş
f. Pek çok sevmek. Bendelik etmek. İbâdet etmek.
Perestişkâr
İbâdet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen.
perestişkâr
tapınan.
perestişkârâne
taparcasına.
Pergâl
f. Pergel.
Pergâle
f. Kaba iplikten yapılan bir cins dokuma. * Parça.
Pergâm
f. Döl yatağı. Rahim.
Pergâr
f. Pergel. Dâire çizmeğe mahsus âlet.
pergâr
pergel.
Pergârvâr
f. Pergel gibi.
Pergaze
f. Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı.
Pergem
f. İşsiz güçsüz, boşta dolaşan adam.
Pergul
f. Bulgur. * Bulgur pilavı. * Un helvası.
Pergune
f. Yakışıksız, çirkin.
Per-güşa
f. Kanat açıcı, uçucu. * Keskin uçucu.
2404
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Perh
f. Hisse, pay. * Değersiz mal.
Perhaş
f. Savaş, harb, muharebe, cidâl, ceng. Kavga.
Perhaşcu(y)
f. Muharib, savaşçı. Kavgacı.
Perhide
f. İşaret olunmuş.
Perhiz
"f. Sakınmak, çekinmek. * Vücuda zararlı ve tıbben muzır; ve dinen, zevk veren şeylerden sakınmak. * Hastalıkta bazı yiyecek ve içeceklerden sakınmak."
Perhizkâr
Perhiz eden, nefsini tutan. Zararlı şeylerden, günahlardan sakınan.
Perhun
f. Pergelle çizilmiş çember, dâire, halka.
Perhüde
f. Saçmasapan söz, hezeyan. * Ateşten dolayı sararmış eşyâ.
Peri peyker
Peri yüzlü güzel.
Peri
f. Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. * İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. *Mc: Güzel insan. Güzel kimse.
Peri-çihre
f. Peri yüzlü, güzel yüzlü.
Peride
f. Uçmuş. *Solmuş, soluk.
Peridereng
f. Rengi uçmuş, solmuş.
Peri-i melâhat
Güzellik perisi.
Perir
f. Evvelki gün.
Peri-ru
f. Peri gibi güzel yüzlü.
perîşan
dağınık.
Perişan
f. Dağınık, karışık. * Bozuk, tertibsiz, düzensiz. * Kederli, hüzünlü, kaygılı.
Perişanhâtır
f. Dalgın, düşünceli.
Perişanî
f. Perişanlık, dağınıklık. * Düzensizlik, bozgunluk. * Yoksulluk, fakirlik.
2405
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
perîşaniyet
dağınıklık.
Periz
f. Haykırma, bağırma. Feryâd. * Su kenarlarında yetişen yeşil saz, ot.
Perize
f. Ateşte pişirilen ekmek. * Kırmızı altun.
Permer
f. Ümid etme, umma, bekleme. İntizar.
Permun
f. Süs, bezek.
Pernih
f. İnce düz taş.
Perniyan
f. Nakışlı atlas. İpekten dokunmuş, bir cins işlemeli kumaş.
Pernun
f. İnce ve zarif dokunmuş ipek kumaş.
Perran
f. Uçan, uçucu.
Personel
Fr. Şahsa dâir. Şahsî. * Bir işte çalışanların hepsi.
Pertab
f. Atılma, sıçrama. * Hız almak için geriden koşarak atılma. * Uzağa düşen ok veya başka bir şey.
Pertev
(Pertav) f. Ziya, ışık. * Atılma, sıçrama, hız.
pertevefşan
ışık saçan.
Pertev-endâz
Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran.
Pertev-feşan
Işık saçan, ziya saçan.
Pertev-i mihr
Güneş ışığı. Güneşin parlaklığı.
Pertev-suz
Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek.
Peruş
f. Küçük çıban, sivilce.
pervâ
çekinme, sakınma, korku.
Perva
f. Korku, çekinmek. * Alâka, ilgi, bağ. * Takat. * Durup dinlenmek. * Bilmek. * Vesvese. * Kayd. * Iztırab. * Terk, feragat. * Hayran, şaşmış. * Meyl, teveccüh, iltifat, kayırmak. * Gussalanmak. (L.R.)
Pervane
f. Fırıldak çark. * Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. * Haberci, kılavuz.
2406
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
pervâne
ışık etrafında dönen küçük kelebek.
Pervanegân
(Pervane. C.) Gece kelebekleri.
Pervanek
f. Karakulak adı verilen bir hayvan. * Ask: Öncü, pişdâr.
Pervar
f. Besili, beslenmiş.
Pervas
f. El ile dokunup temas etme, eli ile yoklama.
pervâsız
korkusuz.
Pervaz
f. Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. * Nur. * Karargâh. * Saçmak. * Hücre. * Saçak. * Ayna. Dolap. * İnce, uzun tahta. * Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır.
pervâz
uçuş.
Pervaze
f. Kır gezisi için hazırlanan yemek. * Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı.
Pervazgâh
f. Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı.
Pervaz-ı berdâr
Yükselip uçan. Uçarak dolaşan.
Perver
"(Pervar) f. ""Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan"" mânâsında birleşik kelimeler yapılır."
perver
koruyan, besleyen, seven.
Perverân
(Perver. C.) f. Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler.
perverde
beslenmiş, korunmuş, sevilmiş.
Perverde
f. Terbiye görmüş, yetiştirilmiş, beslenmiş.
Perverende
f. Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. * Terbiye edici, yetiştirici.
Perverî
f. Büyütücülük, besleyicilik. Terbiye.
Perveriş
f. Besleme, besleyiş. Beslenme. * Terbiye etme, yetiştirme, eğitme. Terbiye edilip yetiştirilme, eğitilme. * İlerleme, terakki.
Perverişyâb
f. Beslenen. * Terbiye edilen, terbiye gören, eğitilen, yetiştirilen.
2407
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Perverişyâfte
f. Terbiye edilmiş, büyütülmüş, yetiştirilmiş, eğitilmiş.
Pervin
f. Ülker denilen yedi yıldızın tamamı.
Perviz
f. Üstün, galib, muzaffer. * Elek. Süzgeç. * Güzellik. * Balık. * Cilve. * Tar: İran Hükümdarı Husrev'in lâkabı.
Pervizen
f. Elek, kalbur.
Perviz-i felek
Güneş, şems.
Pes ü piş
Arka ve ön.
pes
arka, geri, öyle ise.
Pes
f. Arka, art, geri. * Öyle ise, imdi...
Pesadet
f. Veresiye alışveriş.
Pesavend
f. Kafiye.
pesend
beğenen.
Pesend
f. Beğenmek, kabul eylemek. Beğenici. Muvâfık.
Pesendâne
Beğenecek yolda, beğenmek suretiyle.
Pesendide
f. Beğenilmiş, seçilmiş, müntehab.
Pes-i divâr
Duvarın arkası.
Pes-i perde
Perde arkası.
Pesin
f. Sonraki, gerideki, en son.
Pesmande
f. Geri kalmış, geride bulunan, bâkiye. * Artmış, artık.
Pesmande-hor
f. Artık yiyen.
Pesperde
f. Perde arkası, gizli iş.
Pesrev
f. Arkadan gelen. * Uşak, hizmetçi.
pest
alçak, yavaş.
Pest
f. Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. * Sesi galiz, kalın ve korkunç olan.
Pestbaht
f. Talihsiz. Bahtı fenâ olan.
Pestî
f. Alçaklık, âdilik, zillet.
2408
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Pestpaye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Pestpayegân) Payesi, derecesi aşağı olan, âdi. Alçak. Bayağı. Pespaye.
pestpaye
pespaye, alçak.
Pestperde
f. Alçak ve hafif sesle.
Pestsada
f. Hafif ses.
Peşe
(Bak: Peşşe)
Peşiman
f. Pişman. Nâdim.
Peşimanî
f. Pişmanlık, nedamet.
Peşin
f. Nakdî para. * Önceden, önce.
Peşinât
f. Peşin verilen paralar.
Peşiz
(Peşize) f. Akçe, mangır. Pul. * Balık pulu.
Peşkeş
"(Pişkeş) f. Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek.(Bir şeyde mehâsin ve şeref hâsıl oldukça, havassa peşkeş ederler; seyyiât olsa, avâma taksim ederler! M.)"
peşkeş
saçıp savurma.
Peşleng
f. Geri kalan, geri kalmış.
Peşm
f. Yapağı, yün. * Keten helvası.
Peşmin
(Peşmine) f. Yünden yapılmış. Yapağıdan yapılma. * Sâde ve süssüz elbise.
Peşrev
f. (Aslı: Pişrev) Önde giden. * Türk müziğinde bir saz eseri. * Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. * Bir çeşit ok.
Peşşe
f. Sivrisinek.
Peşşegir
f. Sinek avlıyan. * Mc: İşsiz güçsüz, boş gezen kimse.
Peter
f. Düz maden levha.
2409
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Petgir
f. Kıl elek.
Pey
f. İz, işaret, nişan. * Ard, arka, akab.
pey
iz, art.
Peyam
(Peygam) f. Haber.
peyam
taze haber.
Peyam-âver
(C.: Peyamâverân) f. Haber getiren.
Peyam-ber
f. Haber getiren. Peygamber.
Peyam-ı hasret
Hasret, özleyiş haberi.
Pey-a-pey
f. Birbiri ardınca, birbirinin arkasından. * Azar azar, tedricen, peyderpey.
Peyda
f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan.
peydâ
var olan, açık, meydanda.
Pey-der-pey
f. Birbiri ardınca. Yavaş yavaş, azar azar.
Peyemres
f. Haber getiren, haber ulaştıran, haberci.
Pey-ender-pey
f. Ardısıra, arka arkaya, durmadan. Azar azar.
Peygam
(Bak: Peyam)
Peygamaver
(Peygam-âver) f. Haber getiren, haberci.
Peygamber
(Peyamber) f. Allah'tan haber getiren. Allah'ı, âhireti, zararlı ve faydalı şeyleri tanıtan. Nebi. (Bak: Mefhar-ı kâinat, Muhammed (A.S.M.), Nübüvvet, Resül)
peygamber
ilâhî hakikatları insanlara bildirmek ve onlara örnek olmak üzere Allah tarafından tayin edilen, vahiy yoluyla sahip olduğu ilmini yaşayıp neşreden mübarek zatların umumî ismi.
Peygamberân
(Peygamber. C.) Peygamberler.
peygamberân
peygamberler.
Peygamberî
f. Peygamberlik. * Peygamberle alâkalı.
2410
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Peygar
f. Savaş, harb, muharebe, cidal. Kavga.
Peygare
f. İftira.
Peygule
f. Köşe, bucak.
Peygulegüzin
Bir köşede oturan. Köşeye çekilmiş olan.
Peygule-i nisyan
Unutulma köşesi.
Peygun
f. And, şart, ahd, peyman.
Peyk
f. Bir şeyin etrafında, ona tabi olarak dönen. Seyyare. * Haber ve mektup getirip götüren.
peyk
uydu.
Peykan
Okun ucundaki sivri demir.
Peyke
f. Tahta sedir.
peyke
tahta sedir.
Peyker
f. Yüz, çehre, surat.
Peyk-i felek
Ay. Dünyanın etrafında dönen ay. Dünyanın peyki.
Peym
f. Haber.
Peyma
f. Ölçen, ölçücü.
Peyman
f. And, yemin, muahede, ahitleşmek.(Cihet-ül vahdet-i ittihadımız, tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü'min ilâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda bunun mühim bir sebebi maddeten terakki etmektir. H.Ş.)
peymân
yemin.
Peymane
f. Büyük kadeh. * Ölçek, kile. * Şarap bardağı.
peymâne
kadeh.
Peymanekeş
f. İçki içen.
Peymane-şikest
f. Kadehi kırık.
Peyman-şiken
(Peyman-şikân) Yemin bozan, ahdini yerine getirmeyen.
2411
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Peymay
f. Tartıcı, ölçücü.
Peymude
f. Ölçülmüş.
Peyrev
f. Ardı sıra giden, tâbi olan, izinden giden, uyan.
peyrev
izleyen.
Peysiper
f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış.
Peyug
(C.: Peyugân) f. Gelin.
Peyugan
(Peyug. C.) Gelinler.
Peyvend
f. Ulaşma, varma, vasıl olma. * Bağ, alâka.
Peyvest
f. Ulaşma, vasıl olma, kavuşma.
Peyveste
f. Her zaman, dâima. * Ulaşmış, ermiş. * Bitişik, muttasıl.
Peyvestegî
f. Bitişme, ulaşma, bitişiklik.
pezir
" ""eden, edici, alan"" mânâsında son ek."
Pezir
"f. Kabul eden, olan, olabilen. * ""Söz dinleyici, emir tutan"" mânasında birleşik kelimeler yapılır."
Pezira
f. Kabul eden.
Peziray-hitam
Sona eren, biten, hitam bulan.
Pezire
f. Karşılama, karşılayış.
Peziriş
f. Kabul edilmiş. Kabul ediş.
Pılaçka
(Arnavutça) Tar: Muharebede ve yağmada alınan eşya, çapul.
pırlanta
işlenmiş elmas.
Pırlanta
İtl. Çok tıraş edilmiş, foyasız parlak elmas. Taşı pırlanta olan.
pırlantamisal
pırlanta gibi.
Piç ü tab
Iztırab ve sıkıntı.
Piç
f. Büklüm, kıvrım, dolaşık. * Nesebi gayr-ı sahih olan, gayr-ı meşru münâsebetten doğan çocuk. * Aslına benzemiyen. * Ağacın kökünden biten sürgün. Aşılanmamış ağaç. * Sarmaşık. * Vida.
2412
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Piçan
f. Büklüm büklüm, kıvrım kıvrım olan.
Piç-a-piç
f. Karma karış, pek dolaşık, kıvrım kıvrım.
Piçide
f. Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış.
Piçidemuy
f. Saçı kıvrılmış.
Piçiş
f. Büklüm, kıvrım.
Piç-pa
f. Yengeç.
Piçtab
f. Sıkıntı, telâş. * Şaşkınlık.
Pih
f. İçyağı. Şahm.
Pih-suz
"f. ""Yağ yakıcı"": Toprak kandil."
Pijuh
(Bak: Pejuh)
Pil
f. Fil.
Pil-bân
f. Fil besleyen, filci.
Pile
f. İpek kozası. İpek.
Pileste
f. Fildişi.
Pil-ten
Fil gibi iri, fil vücutlu.
Pilvaye
f. Kırlangıç.
Pil-zur
f. Fil gibi kuvvetli, fil kuvvetinde.
Pindar
Sanma, zannetme. * Böbürlenme.
Pine
f. Yama.
Pineduz
Yamacı. * Ayakkabı tamircisi, eskici.
Pineduzî
f. Eskicilik, yamacılık.
Pineduzluk
Yamacılık. Eskicilik.
Pingan
f. Fincan, tas.
Pingançe
f. Küçük fincan.
Pinhan
f. Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir.
pinhan
gizli.
2413
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pir ü berna
İhtiyar ve genç.
Pir
"f. Yaşlı, ihtiyar. * Reis. * Bir tarikatın kurucusu. * Herhangi bir meslek ve san'atın başlatıcısı, te'sis edicisi.(Kur'an-ı Hakim; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların mânevi kemâlatını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Mânevi kemalât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev'-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (Aleyhisselâm) bir mucizesi olan saatı; en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikata lâtif bir işârettir ki: San'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pir ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm) ... S.)"
pîr
ihtiyar, öncü, şeyh.
Pira
f. Süsleyici, düzenleyici, donatıcı.
Pirahen
(Pirehen) f. Gömlek. Kamis.
Pirahen-i ismet
Namus perdesi.
Piramen
f. Çevre, etraf, yan.
Piramun
f. Yan, etraf, çevre.
Piran
(Pir. C.) f. İhtiyarlar, yaşlılar.
2414
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Piraste
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Tertibedilmiş, düzenlenmiş donatılmış, süslü.Pirastegî $ . f. Düzen, intizam.
Piraye
f. Zinet. Süs.
Pirayebahş
f. Süsleyici, süs veren.
Pirayende
f. Süsleyici, donatıcı.
Pirayiş
f. Düzen, nizâm, intizam, tertib. * Süs, zinet.
Pirehen
f. Gömlek.
Pirezen
f. Kocakarı, acuze.
Pir-i fanî
Pek yaşlı, zayıf adam. Dünyayı terketmiş ihtiyar.
Pir-i moğan
(Pir-i muğan) Meyhaneci. * Mc: Mürşid.
Pirî
İhtiyarlık. Kocamışlık.
pîrifâni
çok yaşlı kimse.
Piristu
(Piristuk) f. Kırlangıç kuşu.
Piristubeçe
f. Kırlangıç kuşu yavrusu.
Pirsal
f. Kocamış, ihtiyar, yaşlı.
Piruz
f. Uğurlu, hayırlı.
Piruzî
f. Uğurluluk, hayırlılık.
Pirzen
f. Kocakarı, acuze. Yaşlı kadın.
Pise
f. Saksağan. * Alaca renk.
Pistan
f. Meme.
Piste
f. Fıstık.
Pister
f. Yatak, döşek.
Piş
f. Huzur, ön, ileri taraf.
piş
ön.
Pişadest
f. Peşin para ile alış veriş. * İşçiye, çalıştıktan sonra verilen para.
Pişaheng
(Piş-âheng) Önde giden, öne düşen.
2415
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pişan
f. En ön, en ileri.
Pişanî
f. Alın, cebin.
Pişanîdâr
f. Yüzsüzlük yaparak işini beceren.
Pişbin
f. İlerisini gören. Basiretli, ihtiyatlı.
Pişdar
f. Öncü. Harpte ileriden düşmana gönderilen askerler. * Önde giden. Önayak olan. * San'at, meslek. * Kumandan. * Mc: Yüzsüz. Yüzsüzlükle iş beceren.
pişdâr
öncü, önder.
Pişe
"f. İş, kâr. Meşguliyet. * Alışkanlık, huy, âdet. * Meslek, san'at. * ""Huy edinmiş, alışmış"" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe $ : İyi şeyleri âdet edinmiş olan."
pîşe
alışmış, huy edinmiş.
Pişegâh
f. İş yeri. Fabrika.
Pişegân
(Pişe. C.) f. Meslekler, san'atlar. İşler. * Huylar, âdetler, tabiatlar.
Pişeger
f. San'atkâr işçi.
Pişekâr
f. Sanatkâr, oyuncu.
Pişever
f. Sanat ehli, işçi.
Piş-geh
f. Ön, huzur.
Piş-gir
f. Havlu, peşkir.
Pişhane
f. Balkon. * Bir yere gidileceği zaman önceden gönderilen çadır ve yol eşyası.
Pişhayme
f. Pâdişah veya vezirlerin divan çadırı.
Piş-i nazar
Göz önü.
Piş-i nazara getirmek Göz önünde bulundurmak. Pişî
f. İlerleme, üstünlük, tefevvuk. * Önünü gören, ileri görüşlü.
Pişigâh
Huzur.
2416
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pişin
f. Peşin, önce, önden. * Evvelki, eski. * Önden verilen.
Pişinî
(C.: Pişiniyan) f. Evvel zaman adamı.
Pişkeş
f. Hediye, armağan, hibe.
Piş-müzd
f. Pey, pey akçesi. Satılık bir şeye talip olan kimsenin, sonradan caymayacağını temin makamında olmak üzere satıcıya peşin verdiği bir miktar para.
Pişnemaz
f. İmam.
Pişnihad
f. Usûl, kanun. * Temel, esas.
Pişrev
f. Önden giden.
Piştahta
f. Çekmece. Küçük sandık. * Mal serilen yer, vitrin.
Pişva
(Pişuva) f. Reis, baş. Hâkim. * Mukteda, imâm.
Pişvayan
(Pişvay. C.) Reisler, başkanlar. Hâkimler.
Piyade
Narin yapılı bir çeşit kayık adıdır. Eskiden ekseriyetle İstanbul ve civarında kullanılan bu kayıklar, pek makbul gezinti vasıtası idi. * Ask: Orduda tüfekle teçhiz edilmiş olan ve muharip sınıfların asli unsuru bulunan efrada da bu ad verilir. Yaya askeri. * Yaya.
Piyale
f. Kadeh. Şarap bardağı.
Piyaz
f. Soğan. * Zeytinyağlı ve sirkeli fasulye haşlaması.
Plan
Fr. Yapı, makine, bina...gibi yapılacak şeylerin ayrı ayrı parçalarını kâğıt üzerinde gösteren çizgilerin hepsi.
plân
tasarı.
Polat
(Pulat da denir) Çelik. * Mc: Sağlam, sert.
polat
çelik, sert.
Politika
İtl. Memleket işlerini idare için tutulan ölçülü yol. Siyaset.
politika
siyaset.
Post
f. Tüylü hayvan derisi. * Mc: Makam, mevki.
2417
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
post
tüylü hayvan derisi.
Posta
İtl. Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emânetlerin hepsi. * Bu emânetleri toplayan ve dağıtan idare ve onun yeri. * Belli zamanlarda sefer yapan ve çok zaman posta taşıyan vasıta. * Takım, kol. * Hizmet nöbetinde bulunan er. * Sefer.
Postin
f. Kürk.
Postinduz
f. Kürk diken.
Postinpuş
f. Kürk giyen.
Postnişin
Posta oturan. Daha evvelkinin yerine geçen.
Pot kırmak
Farkında olmıyarak karşısındakine dokunacak söz söylemek.
pot
falso, dokunaklı söz.
Pot
t. Irmakları geçmek için kullanılan sal. * Dikişin bir tarafında görülen kumaş kabarığı.
pota
bir çeşit tas.
Pota
f. Toprak veya mâdenden yapılmış, kimyacı, eczâcı, mâdenci veya kuyumcu âletlerindendir. Altın, gümüş ve benzeri mâdenlerin eritilimesine mahsustur.
poz
duruş.
Poz
Fr. Fotoğraf alınırken kendine düzen vermek, tavır takınmak. Kımıldamadan durduğu halde kalmak.
pozisyon
durum.
Pozisyon
Fr. Vaziyet, durum, duruş.
Pozitif
Fr. Tecrübe neticesine dayanan, müsbet, isbatlı. Negatifin zıddı.
pozitif
müsbet, ispatlı.
Pozitivist
Fr. Fls: Pozitivizm taraftarı.
2418
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Pozitivizm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Fls: Hakikatın yalnız tecrübe ve müşahede ile vakıalara istinaden tam olarak bilineceği iddiasında olan felsefe sistemi. (Bak: İsbatiyecilik)
pozitivizm
gerçeğe erişmek için sadece deneye güvenen sapık felsefe.
Pranga
İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir. * Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır. * Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç nizamını bozan ve taşkınlık gösteren mahkûmların ayaklarına da pranga vurulurdu.
pratik
uygulama.
Prens bismark
(1815 - 1898) Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber'i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir.
prensip
düstur, ilke.
Prensip
Fr. Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi * Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan.
program
düzenli niyetler.
Program
Fr. Yapılacak işler için önceden hazırlanmış tasarı. Plân.
Proje
Fr. Tasarlanan ilk şekil. Tasarı. Mütehayyel.
proje
tasarı, layıha.
Projeksiyon
Fr. Kuvvetli ışık âleti.
propaganda
bir fikrin tanıtılması faaliyeti.
Propaganda
Fr. Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat.
Protein
Lât. Tıb: Albüminli besleyici madde.
Protestan
Purut mezhebinden olan.
2419
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Protestanlık
Purutluk, Hıristiyanlıkta bir mezhep.
Proton
yun. Atom çekirdeğinde pozitif yüklü zerrecik. (Bak: Delil-i inayet)
Prutluk
(Bak: Protestanlık)
Psikolog
Fr. Ruhiyatçı, ruh ilmiyle uğraşan.
psikolog
ruh ilmiyle uğraşan.
Psikoloji
Fr. Ruhiyat, ruhî hâdiseleri tetkik eden ilim kolu.
psikoloji
ruh ilmi, ruhiyat.
psikoz
akıl hastalığı.
Psikoz
Fr. Tıb: Akıl hastalıklarının umumi adı.
Pu
(Puy) f. Araştırma, arama. * Koşma.
Puç
f. Kaba, çirkin. * Boş ve faydasız şey. * İçi boş.
Puç-magz
f. Boş kafalı.
Puhte
(C.: Puhtegân) f. Pişmiş, pişkin. Olgun, kâmil insan.
Puhtegân
(Puhte. C.) Olgun kimseler, pişkin kişiler.
Puhtegî
f. Olgunluk, kemalât, pişkinlik.
Pujine
f. Kantar.
Pul
f. Para.
Pulad
f. Çelik.
Puladbâzu
f. Çelik pazulu. Kuvvetli, yiğit.
Puladsenc
f. Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen.
Pur
(C.: Purân) Oğul. Evlâd.
Purân
(Pur. C.) Oğullar, veledler.
Pur-i duht
Hemşirezâde, yeğen.
Purmend
f. Evlâd sahibi.
Purutluk
Hıristiyanlıkta bir mezhep, protestanlık.
Puside
f. Çürümüş, paslanıp çürümüş, çürük.
2420
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
pusula
yön bulmaya yarayan âlet, kısacık mektup.
Puş
"f. ""Örten, giyen, giyinmiş"" mânasına birleşik kelimeler yapılır. * Örtü, elbise, zırh."
Puşe
(Bak: Puşide)
Puşende
f. Örten. Örtücü.
Puşende-i hatâ
Ayıp örten.
Puşide
(Puşe) f. Örtülmüş. * Örtü. * Örtülü, gizli.
pûşîde
örtülü, gizli.
Puşide-çeşm
f. Örtünecek, giyilecek şey. * Örtü.
Puşidenî
f. Örtünecek, giyilecek şey. Örtü.
Puşide-raz
f. Sırrı gizli.
Puşiş
f. Örtecek şey. Örtü.
Put
Allah'tan başka tapılan herşey. * Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim.
put
heykel, büst.
Pute
Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası. * İçinde mâden eritilen tava.
puthane
putların konulduğu yer.
Put-perest
f. Allah'tan başka şeyleri ilâh kabul eden, puta inanıp ona ibâdet eden. Puta tapan. (Bak:Büt-Perest)
putperest
puta tapan.
Puya(n)
f. Koşan. Seğirten.
Puyan olmak
Koşmak. Batmak. Dalmak.
Puye
f. Koşma, seğirtme.
Puyeger
f. Koşucu.
2421
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Puyende
f. Koşan. Seğirtici. Koşucu.
Puzen
f. Nadas edilmiş, sürülmüş tarla.
Puzine
f. Maymun.
Puziş
f. Özür, mâzeret.
Pül
f. Köprü.
Pülpül
f. Karabiber.
Pünçüşk
f. Serçe.
pür
çok dolu.
Pür
f. Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) *Sâhib, mâlik.
Pür-âmâl
İstek ve emellerle dolu.
Pür-âteş ü hevl
Ateş ve korku dolu.
Pür-bâd
f. Kibirli. * Çok rüzgârlı.
Pür-bim
f. Korkmuş.
pürcemâl
pek güzel.
Pür-çin
f. Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık.
Pür-dil
(C: Pür-dilân) f. Yürekli, cesur.
Pür-dilân
(Pür-dil. C.) f. Cesurlar, yürekli kimseler.
Pür-dud
f. Çok tüten, çok dumanlı.
Pür-emvât
Ölüler dolu.
püremvat
ölülerle dolu.
Pür-envâr
(Pür-nur) Çok parlak, çok nurlu.
Pür-fer
f. Çok parlak. Çok aydınlık.
Pür-gazab
f. Çok kızgın ve hırslı.
Pür-gû
f. Çok söyliyen, çok konuşan.
Pür-gubâr
f. Çok tozlu. Toz içinde.
2422
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Pür-hânde
Neş'e dolu, çok gülme ve sevinç dolu. Sevinçli, neşeli.
Pür-hayâl
f. Hayal ile dolu.
Pür-hazân
f. Sonbahara uğramış, solup sararmış.
Pür-heves
f. Çok hevesli. Heves dolu.
pürheves
hevesle dolu.
Pür-heyecân
f. Heyecan dolu. Çok heyecanlı.
Pür-hun
Kan içinde. Kan dolu.
püriştiyak
arzu ve istekle dopdolu.
pürkemâl
tam anlamıyle olgun.
Pür-kine
f. Düşmanlık ve gazab dolu.
pürmerak
merakla dolu, pek meraklı.
Pür-nâr
Çok ateşli. Çok kızgın. Ateş dolu.
Pür-nâz
Çok nazlı.
Pür-nevâl
Çok lütuf ve ihsan. Çok çok ihsan etmek, vermek.
pürniyaz
dua ve yakarış ile dopdolu.
Pür-nur
(Bak: Pür-envar)
pürnur
çok nurlu.
Pür-paye
f. Kırkayak.
pürrahm
pek merhametli.
Pür-sâle
f. Yaşlı. Yaşı dolgun.
Pürsan
(Pürsâ) f. Soran, sorucu.
pürsevda
sevda dolu.
Pürsiş
f. Soruş, sorma, sual ediş.
Pürsiş-i hâtır
Hatır sorma.
Pür-suz
f. Çok yakıcı. Çok yanık.
Pür-şa'şaa
Çok gösterişli, şa'şaa dolu.
2423
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
pürşaşaa
çok gösterişli.
pürşer
çok şerli, kötülüklerle dolu.
Pür-temkin
f. Çok ağır başlı. Çok temkinli.
Püryan
f. (Bak: Biryan)
Püsender
f. Üvey oğul. Üvey evlâd.
Püser
(C.: Püserân) f. Erkek çocuk, oğul.
Püşt
f. Sırt, arka.
Püşte
f. Tepe, yığın.
Püşte-i bağ
Çimenlik, çayırlık.
Püşter
f. Arka, sırt.
Püştiban
f. Payanda, destek, dayanak. * Yardımcı, muin.
Püştivan
f. Destek, dayanak, payanda. * Yardımcı.
Püştmal
f. Peştemal.
Püşt-pa
f. Ayak tabanı.
Püştvare
f. Bir hamal yükü. Bir arkalık yük.
Ra
f. İsim veya zamirin sonuna ilâve edilirse, Türkçedeki i, im, in, a, e eklerinin yerine kullanılır. Meselâ:Hâne: Ev. Hâne-râ: Evi, evin, eve.Tû: Sen. Tû-râ: Seni, senin, sana.
Ra'
Küçük kene.
Raa'
Boğazına hizmet eden adi insan.
Raabe
Genişlik, vüs'at. * Büyük olmak.
Ra'ad
Geveze kimse. Çok konuşan adam. * Torpil balığı.
raad
gök gürültüsü.
Raale
Hamakat, ahmaklık.
Raaş
(Ra'şe-Ra'şen) Titretmek.
Ra'b
Doldurmak. * Efsun, (sihir yapanlar okurlar.)
2424
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rab'
Vasat, orta boylu. * Avlulu ev.
Rab'at
(C.: Rabeât) Attarların dağarcığı ve kutusu. * Orta boylu kimse.
Rabb
"Sâhib, mâlik, seyyid. Cenab-ı Hak (C.C.) * Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. Müstahik. Hüdâvend. (Kur'an-ı Kerim'de bu ""Rabb"" ismi ile Cenab-ı Hak 846 def'a zikredilir.) (Bak: Âlem)( Yâni : Herbir cüz'ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasiyle terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz'lerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder. Evet Cenab-ı Hak herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki mânevi bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve mânilerini def'eden, şüphesiz Cenab-ı Hakk'ın terbiyesidir. Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı, münferiden ve müçtemian Hâliklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. "" Yalnız bedbaht insanlar müstesna!"" İ.İ.)"
Rabbanî
Rabbimize ait.
Rabbaniyyun
(Rabbaniyyîn) Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk'a vermiş olanlar. Putperestlikle alâkası olmayanlar.
Rabbat
Kadınların efendileri, sâhipleri, kocaları.
Rabbe
Üveyana.
Rabbena
Ey bizim Rabbimiz! Ey Sâhib-i Hâlikımız! Ey bizi terbiye edip besleyen sâhibimiz! (meâlinde).
Rabbenâ
ey bizim Rabbimiz.
2425
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Rabbi yessir velâ tüassir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ey Rabbim! Kolaylaştır, zorlaştırma, bana imdad eyle, yardım
eyle (meâlinde). Rabbî
Ey benim Rabbim.
Rabb-üd dâr
Ev sâhibi.
Rabb-ül âlemîn
"Bütün âlemlerin Rabbi. Her âlemi doğrudan doğruya Rububiyyeti ile tâlim, terbiye, tedbir ve idâre eden Cenab-ı Hak.(Kur'an-ı Kerim) (bazan iki kelimede, meselâ... Rabbüke tabiri ile ehadiyyeti ve Rabbül âlemîn ile vâhidiyyeti bildirir. Ehadiyyet içinde vâhidiyyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede bir zerreyi bir göz bebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi; güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün göz bebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar. M.N.)(Her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet nâmına zabteder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, bir tek zerreye Rabb olamaz. S.)"
Rabb-ül erbab
Bütün sâhiblerin, terbiyecilerin Rabbi, Allah. (C.C.)
Rabb-ül mal
Mal sâhibi. Sermaye sâhibi.
Rabbülâlemîn
âlemlerin Rabbi.
Rabe
Yoğurt damızlığı.
Rabea
Devenin katı katı yelmesi.
Rabıt(a)
"Rabteden, bağlayan, bitiştiren. * Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip. * Nefsini dünyadan men edip âhirete, Allah'a (C.C.) bağlanmak. * Tertip, sıra, düzen, usûl.(...Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyyeyi iktiza eder. Evet inkâr edemezsin ki: Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir râbıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşane bir alâka telâkki edersin. M.)"
2426
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
râbıta
bağ, ilgi, irtibat.
Rabıtabend
f. Rabtedici, bağlayıcı.
Rabıta-i iman
İman bağı, insanları hususan iman edenleri birbirine bağlayan iman.
Rabıta-i mevt
Ölümünü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülâhaza edip nefsin desiselerinden kurtulmak.
Rabıta-i şeyh
Tarikat-ı Nakşiyede, müridin hayalen şeyhinin huzurunda kendini tasavvur etmesine denir.
râbıtaimevt
ölümü düşünmek.
Rabız
Koyun ağılı.
Rabi'
Dördüncü.
Rabia
(Müe.) Dördüncü. * Saatteki sâlisenin altmışta biri.
Rabia-i adeviye
"(Hi: 95 - 185) Basra'lı bir hatun. Bütün hayatını dine hizmet için vakfetmiş, zengin kimseler evlenmek teklifinde bulundukları halde; ""Allah'ı anmaktan, dine hizmetten beni alıkor"" fikri ile reddetmiş, fakirliği ve istiğnayı kabul edip dine hizmetten vaz geçmemiştir. Talebe okutmuş meşhur bir veliyedir. (R. Aleyha)"
Rabian
Dördüncü olarak.
rabian
dördüncüsü.
Rabib
Yoğurt.
Rabih(a)
(Ribh. den) Kârlı, kazançlı, faydalı.
Rabi-i aşer
Ondördüncü.
Rabit
Bağlı, bağlanmış, merbut.
Rabiye
(C.: Revâbi) Yüce, yüksek yer.
Rabt edatı
Gr: Bağlama edatı. Kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan harf veya kelime. (Hem, ve... gibi)
rabt
bağlama.
2427
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Rabt
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak. * Nizam vermek, intizam bulmak. * Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak.
Rabt-ı kalb
Kalb bağlama, gönül bağlama.
Rabtiyye
Rabtiye. * Bağlayacak şey.
Rac
f. Mide.
Ra'c
Şimşeklerin birbiri ardınca şakımaları.
Raci'
(Rücu. dan) Geri dönen, ric'at eden. * Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik. * Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir.
râci
geri dönen.
Raci
Rica eden, eden, uman, yalvaran. Niyaz eden. Ümitli.
râcî
rica eden, ümit eden.
Racibe
(C.: Revâcib) Parmağın el ayasına bitişik olan boğumu.
Racife
Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha.
Racih
Üstün olan. Kıymetli, faziletli ve itibarı fazla olan. * Fık: Beyyinatta, bürhan ve delilin tercihinde delili üstün, beyyinesi evlâ ve makbul olan taraf.
râcih
üstün, seçilen.
Raciha
Tercihli, daha önce diğerlerinden üstün.
râcihane
üstün olurcasına.
Racih-i mercuh
Bürhan ve delillerin tercih ve üstünlük esasları.
Racil
Yaya olarak, yürüyerek.
Racilen
Yaya. Piyade. * Mc: Cahil, bilgisiz.
Racin
Adama alışmış davar.
Raciyane
f. Rica ederek, yalvararak.
Ra'd suresi
Kur'an-ı Kerim'in 13. Suresi.
Ra'd u berk
Gök gürültüsü ve şimşek.
2428
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rad
f. Cömert, eli açık, faziletli, üstün, değerli.
Ra'd
Gök gürültüsü. * Bulutları sevk ve nezaret ile vazifeli bir melek adı. * Tehdit etmek, korkutmak.(Terennümat-ı hava, na'rât-ı ra'diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz... Lemeat'tan)
râd
gökgürültüsü.
Rad'
Men'etmek, engel olmak. * Bırakmak, terk etmek. * Güzellik eseri. * Kına.
Radaf
Üzerine ateş yakıp kızdırdıkları taş.
Radafe
(C.: Razf) Kızdırılmış sıcak taş (süte bırakıp sıcaklık verirler.)
Râdd
(Redd. den) Geri döndüren, reddeden, geri bırakan.
Radd
Süt ile pişmiş hurma. * Vurmak, dövmek.
râdde
derece, sıra.
Radde
Derece. Rütbe. Sıra. Kerte. Mertebe. * Aşağı yukarı. * Fayda, menfaat. * Çizgi, hat.
Râdd-üs selâm
Başkasının verdiği selamı alan.
Rade
Faide, menfaat.
Ra'de
Muztarib oluş, azablı ve sıkıntılı hâl. (Rı'de şeklinde de okunur)
Ra'dendaz
(Ra'd-endaz) f. Gürleyen, gürleyici. Gök gürültüsü gibi gürleyen.
Radga
(C.: Radg-Ridag) Sulu ve sıvı balçık.
Radh
Az bir şey verme. Az verilen şey. * Fık: Cihada iştirak eden kadınlara, kölelere, çocuklara ve zimmilere ganimet malından verilen mal.
Radhe
(C.: Radh-Ridh) Taşlı yer, taşlık arazi. * Büyük taşlardan olan çukur yer. (İçinde su birikip kalır.)
Ra'd-ı kasıf
Korkunç gök gürültüsü.
Ra'd-ı kaza
Kaza yıldırımı, kaza şimşeği.
2429
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Radı'
(Rıda'. dan) Süt kardeş. * Süt emen çocuk. * Levmedilen kimse.
radıyallahuanh
Allah ondan razı olsun!
Radıyallahü anh
"Allah (C.C.) ondan razı olsun, mealinde duâdır. Aslında Allah ondan razı oldu demektir.(Sahabe-i Kiram Hazeratına Radıyallahu Anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânada söylemek muvâfık mıdır?Elcevab: Evet denilir. Çünki Resul-i Ekrem'in bir şiarı olan Aleyhissalâtü Vesselâm kelâmı gibi Radıyallahu Anh terkibi, Sahabeye mahsus bir şiar değil, belki Sahabe gibi veraset-i nübüvvet denilen velâyet-i kübrada bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şâh-ı Geylanî, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemâda sahabeye, Radıyallahu Anh; Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne, Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah; ve Evliyaya, Kuddise Sırruhu denilir. M.)"
Radıyallahü anha
(Kadın için) Allah ondan razı olsun.
Radıyallahü anhüm
Allah onlardan razı olsun.
Radıyallahü anhüma
Allah onların ikisinden razı olsun.
Radi'
(C.: Ruzâa-Ruzâ) Süt emen çocuk.
Radi
(Râdiye) Razı olan, rıza gösteren, itaat eden.
Radib
Zayıf yağan yağmur. * Sidre ağacından bir cins.
Ra'did
Korkak.
Radif
Kızmış taşla ısıtılan süt. * Kızmış taş üzerine pişirilen et. (Merzuf da derler.)
Radife
Kıyametteki ikinci Sur'un ismi. (O'nunla bütün ölüler hayat bulurlar.)
Radig
Ahmak, akılsız kimse.
Ra'din
Gürleyen. * Gürültülü.
Radin
Za'feran çiçeği.
2430
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Radiyen
Razı olarak, beğenilerek, hoşnud olmak suretiyle.
Radk
Her nesnenin evveli.
Radm
Büyük set.
Radme (radmâ)
Büyük taş.
râdmisâl
gökgürültüsü gibi.
Radua
Kuzusunu emziren ve hem de sağılır olan koyun.
Radyasyon
(Fr. Radiation) Bir enerjinin ışık demeti halinde yayılması.
radyumvârî
ışık saçan radyum elementi gibi.
Rafız
Terk eden. Salıveren. Bırakan.
Rafıza
Şii fırkalarından bir tâife. Hak mezhepten ayrılmış, namazsız, itikadı bozuk kimse. * Asker kaçağı güruhu. * Düstur, akide ve nizam kabul edilen esaslardan ayrılanlar.
Rafızî
(Râfiziyye) Rafıza fırkasından olan. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (R.A.) halifeliklerini kabul etmeyenlerden olan.
Râfızî
hak mezheblerden ayrılıp sapan kimse.
Rafıziyyun
(Rafızî. C.) Rafızîler.
râfi
yükseltici, kaldırıcı.
Rafi'
Yükseltici. Hâmil. Sâhib. Kaldırıcı, kaldıran. * Esma-i İlâhiyedendir.
Rafia
Yükselten. * Kaldırmak için destek.
Rafidan
Dicle ve Fırat ırmakları.
Rafide
Binanın direği.
Rafih
Rahat içinde ve refahla yaşıyan.
Rafit
Nikâh. Cima. Fuhşiyyat.
Rafi-üd derecat
Dereceleri yükselten. Allah. (C.C.)
Rafz
Bırakma. * Rafızîlik.
Rag
f. Çimenlik, çayırlık, bahçelik, bağlık. * Dağ eteği.
2431
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ragabat
Rağbetler, istekler, istekle karşılamalar.
Ragad
Refah, genişlik, kolaylık. * Geçim kolaylığı.
Ragame
(C.: Rugâm) Toprak.
Ragba'
Rağbet etmek.
Ragd
Maişet genişliği, geçim bolluğu.
Ragıb
(Râgıbe) (Ragbet. den) İsteyen, rağbet eden.
Ragım
Galebe eden, galip olan.
Ragıye
Dişi deve.
Ragib
İçi geniş olan nesne.
Ragibe
Rağbet olunan veya rağbetle istenilen şey. * İhsan, hediye.
Ragid
Süt bulamacı.
Ragif
Pide. Yufka.
Ragife
Sütlü bulamaç.
Ragmiyyat
Aksine, rağmına, inadına, zıddına yapılan işler.
Ragn
Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
Rags
Nimet. Lütf-u İlâhî. Bereket. Hayır. * Çoğalmak ve uzamak.
Ragsa'
İçinden sütün aktığı meme içindeki damar.
rağabât
rağbetler, istekler.
Rağbet
(Ragbet) İstek, arzu. İyi sayılmak. Bir şeyi çok iştiyakla istemek. İhlasla dua etmek, teveccüh etmek.
rağbet
istek, ilgi.
Rağbeten
Rağbet ederek, istekle.
Rağbet-i umumiye
Umum tarafından rağbet edilip beğenilme. Herkes tarafından istenme.
râğıb
istekli.
Rağm
(Ragm) Bir şeyden hoşlanmayıp kerih görmek. Bir işi birisine zor ile tutturmak. Züll ve hakaret. Kahretmek.
2432
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rağm
tersi, aksi.
Rağmen alâ-enfihi
Tahkir maksadıyla, birinin kibrini, burnunu kırmak için.
Rağmen li-enfihi
(ve alâ rağmihi) Zoraki ve mahsus tahkir ve tezlil için olan hareket.
Rağmen
Aksine olarak, inadına, zıddına olarak, zoraki.
rağmen
inadına, zıddına.
Rah
"(C.: Rayâh) Şarap, içki, hamr. * El ayası mânâsına olan ""Râha'nın C."" * Gitmek."
râh
yol.
Raha
Değirmen.
Rahabe
Genişlik, vüs'at.
Rahah
Davanın tırnağının geniş ve büyük olması.
Rahal
(C.: Rihâl) Semer. Palan.
Rahamet
Rahim hastalığı.
Rahasa
Yumuşaklık.
rahat
sıkıntısız, üzüntüsüzlük.
Rahat
Üzüntüsüz, tasasız, kedersiz bir halde olmak. İstediği her şeyi bulup telâşsız olmak. Müsterih. * Dinlenmek. * El ayası.
Rahat-efza
f. Rahat arttıran.
Rahat-ı dil
Gönül rahatı.
Rahat-nişin
f. Rahat eden, rahat oturan.
Rahcen
Ağırlık, sıklet. * Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
Rahdan
f. Yol bilen.
Rahe
Avuç içi, el ayası.
Rahf(e)
Kaymak. * Elde durmaz derecede sıvı olan hamur.
Rah-ı hak
Hak yolu.
Rah-ı necat
Kurtuluş yolu.
2433
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rah-ı rast
Doğru yol.
Rah-ı vatan
Vatan yolu.
Rahi
Rahat yürüyüşlü binek. * Sâkin, rahat.
râhib
Hıristiyan din adamı.
Rahib
Kendisinden korkulan şey. Korkulu.
Rahiban
(Râhib. C.) Râhibler. Keşişler.
Rahibe
Kadın rahib.
râhibe
kadın rahip.
Rahib-ür râhe
Cömert, eli geniş.
Rahih
Yumuşak, sulu balçık.
Rahik
Safi şarap, Cennet şarabı.
Rahil
"(C.: Ruhal-Rihâl) Dişi olan koyun kuzusu. (Erkeğine ""hamel"" derler.)"
Rahile
Yük hayvanı. * Yük getiren deve. * Topluluk, kafile. * Üzerine binilen deve.
Rahilezen
f. Yük hayvanını süren.
Rahim
(Rahm. dan) Rahmet edici, acıyan, merhamet eden.
rahim
döl yatağı, akrabalık.
Rahîm
merhametli, acıyan.
Rahim(e)
Hafif sesli, lâtif sözlü kız.
Rahimallah
Allah rahmet eylesin.
rahîmane
acıyarak.
Rahimane
Şefkat ederek, acıyarak. Merhamet ve rahmet ile Cenab-ı Hakk'a yakışır tarzda.
Rahime
Rahmet eylesin.
2434
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Rahimehullah
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"""Allah ona merhamet eylesin, Allah rahmet eylesin"" meâlinde duâdır."
rahîmehullah
Allah merhamet eylesin.
Rahimehumallah
"""Onların ikisine de Allah rahmet eylesin"" meâlinde duâdır."
Rahimehumullah
"""Allah onlara rahmet eyleye"" meâlinde duadır."
Rahimîn
(Rahîmûn) Merhametliler, acıyıp esirgeyenler, rahmet edenler, şefkat edenler.
rahîmiyet
merhamet edicilik.
Rahimiyyet
(Bk: Rahmaniyet)
Rahin
Rehin veren, malını rehine koyan. *Sâbit, dâim, devamlı. * Devenin ve adamın zayıfı.
Rahis
Ucuz, yumuşak elbise. * Ansızın ölüm.
Rahiye
(C.: Revâhi) Bal arısı.
Rahiyye
Yolluk. Yol masrafları.
Rahk
Sarmak, istilâ etmek.
Rahl (rıhl)
Göçmek, irtihal etmek.
Rahl
(C.: Rihâl) Semer, palan. * Yağmurluk ve saire gibi yol levâzımı.
Rahlâ'
Arkası beyaz, diğer yerleri siyah olan dişi koyun. * Yalnız arkası kara olan deve.
Rahle
Küçük masa.
rahle
küçük masa.
Rahle-i tedris
Üzerine ders verilen veya alınan rahle. * Bir âlimden alınan ders.
Rahm ü şefkat
Merhamet ve şefkat etmek.
rahm
acıma, esirgeme.
Rahm
Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek. * Hısımlık, karabet, akrabalık.
2435
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rahma'
Başı beyaz olan dişi koyun.
Rahman suresi
(Errahman Suresi de denir.) Kur'an-ı Kerim'in 55. suresidir. Bu sureye Arus-ül Kur'an da denilmiştir. Mekkîdir.
Rahman
Bütün yaratıklara rızıklarını veren, her an bütün mahlukat hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, bütün mahlukatına sayısız nimetler veren. Nizam ve adâlet sâhibi. (Allah)
Rahmân
sonsuz merhametli, Allah.
Rahmanî
Rahman'a ait ve müteallik. Allah'tan gelen, her hususta hayırlı olan.
Rahmânî
Rahmanla ilgili.
Rahmânirrahîmîn
Rahman ve Rahîm olan Allah.
rahmâniyet
Allahın kullarına merhamet etmesi.
Rahmaniyyet
"Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu.(Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi' bir mahzen yapmış. Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levâzımat-ı insaniyye ve hayatiyyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi; ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahimane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş...Evet, bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır. Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duyguları ile bir sofra-i nimet gibi koca cismâni âlemde hadsiz nimetlerinden
2436
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
istifade eder. Ve öyle bir insaniyet bize lutfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleri ile hem maddi hem mânevi âlemin nihâyetsiz hediyelerinden zevk alır. Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki; âlemi gayb ve âlem-i şehâdetin nihâyetsiz hazinelerinden nur alır. Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki, dünyâ ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envarından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder. Güyâ Rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak olan anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.İşte böyle dünyayı ve âhireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet, elbette o rahmet, Vahidiyyet içinde bir Ehadiyyetin cilvesidir.Yani nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihâta etmesi ile Vahidiyyete bir misâl olduğu gibi, parlak ve şeffaf her bir şey dahi kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misâlini almakla Ehadiyete bir misâl olduğundan elbette o ihâtalı ziyayı gören adam, arzın güneşi vâhiddir, bir tektir diye hükmeder. Ve her parlak şeyde hatta katrelerde güneşin ışıklı, harâretli aksini müşâhede eden o adam, güneşin ehadiyyetini, yâni; bizzat güneşi sıfatları ile ""her şeyin yanındadır ve her şeyin âyine-i kalbindedir"" diyebilir.Aynen öyle de: Rahmân-ı Zülcemâlin geniş rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihatası o Rahmânın Vahidiyetini ve hiç bir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi, her şeyde hususan her bir zihayatta ve bilhassa insanda o cemiyetli Rahmetin perdesi altında o Rahmânın ekser isimlerinin ışıkları ve birnevi cilve-i zâtiyyesi bulunarak, her
2437
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ferdde bütün kâinata baktıracak ve münâsebettarlık verecek bir cem'iyyet-i hayatiye vermesi dahi, O Rahmânın ehadiyyetini ve herşeyin yanında hâzır ve herşeyin her şeyini yapan (O) olduğunu isbat eder.Evet nasıl ki, O Rahmân, o rahmetin vahidiyyetiyle ve ihatası ile kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de ehadiyyetin cilvesi ile her bir zihayatta, hususan insanda bütün nimetlerin nümunelerini o ferdde toplayıp o zihayatın âlât ve cihâzâtına geçirip tanzim ederek mecmu-u kâinatı (parçalanmadan) o tek ferde bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesi ile dahi cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda enva-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.Hem nasıl ki, bir kavunun (meselâ) her bir çekirdeğinde o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat, elbette odur ki, o kavunu yapar. Sonra ilminin hususi mizanı ile ve hikmetinin ona mahsus kanunu ile o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiç bir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir. Aynen öyle de: Rahmaniyyetin tecellisi ile kâinat bir ağaç, bir bostan; ve zemin bir meyve, bir kavun; ve zihayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan elbette en küçük bir zihayatın Hâlikı ve Rabbi bütün zeminin ve kâinatın Hâlikı olmak lâzım gelir.Elhâsıl: Nasıl ki, ihâtalı olan Fettahiyet hakikatı ile bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle isbat eder. Öyle de, her şeyi ihata eden Rahmaniyyet hakikatı dahi vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zihayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemâl-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiç birini
2438
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesi ile bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyyeti gösterir. Ş.)" Rahmânürrahîm
dünyada da âhirette de âcizlere merhamet eden Allah.
Rahme
(C.: Ruham) Kartal. * Rahmet, muhabbet.
rahmet
acıma, esirgeme, şefkat.
Rahmet
Merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek. * Mc: Yağmur.(...Sâni-i Âlem'in her şeyi içine almış ve her şeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet -i vâsiası vardır. Vâlidelerin, hattâ bir cihette nebatatın evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının sühuleti rızkları, o rahmet deryasından bir katredir. M.N.)
Rahmetenlilâlemîn
âlemler için rahmet olan Peygamberimiz.
Rahmeten-li-l-âlemin Bütün âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm. rahmetfeşân
merhamet saçan.
Rahmet-i bîpayan
Sonsuz rahmet.
Rahmetullâhi-aleyh
"""Allah'ın (C.C.) rahmeti onun üzerine olsun"" meâlinde vefat etmiş müslümanlar için söylenen duâ."
rahmetullahialeyh
Allahın rahmeti üzerine olsun!
rahmımâder
ana rahmi.
Rahmi
Rahmete mensub, rahmetle alâkalı, rahmete müteallik.
Rahmut
Mübalağa ile esirgemeklik.
Rahname
f. Yol ve yön gösteren kâğıt. Harita.
Rahne
f. Gedik, yarık. Gemilerin bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi isabetiyle veya herhangi bir te'sirle açılan delikler, yarıklar. * Yara. * Bozukluk. Zarar.
rahne
yara.
Rahnedâr
f. Eksiği, bozuğu olan. * Zarara uğramış. * Yıkığı olan.
2439
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rahnedâr
yaralı.
Rah-nüma
f. Yol gösteren, kılavuz. (Bak: Rehnüma)
Rahrev
f. Yolcu.
Rahs
Yıkamak. * Yumuşak.
Rahş
Gösterişli, güzel at. * Rüstem adlı bir pehlivanın atı.
Rahşa
(Rahşân) f. Parlak.
Rahşende
f. Parıldıyan, parıldayıcı.
Rahşiş
f. Parlayış.
Raht
(C.: Ruhut) Binek atlarına vurulan eyer, takım. * Pencere ve kapıların menteşe takımı. * Yol levazımı. * Döşeme ve ev takımı.
Raht-ı arus
Gelin eşyası.
Raht-ı hümayun
Padişahın mücevherli eyer takımı.
Rahtlamak
Ata raht ve takım takmak.
Rahum
Doğurduktan sonra rahminde hastalık meydana gelen deve.
Rahv
Gevşek, sölpük, rahâvetli.
Rah-var
f. Sarsmadan yürüyen at, rahvan at. * Atın sarsmadan yürüyüşü.
Rahve
(Bak: Rihve)
rahve
harf cezimli olarak söylenirken sesin akması hâli.
Rahyan
Kaburganın omuz kemiği ile bitişmesi.
Rahye
Düz meydan.
Rahz
Yıkamak.
Rahzen
f. Yol vuran. Yol kesen. Eşkiyâ, haydut.
Rahzenî
f. Haydutluk, eşkiyâlık. Yol kesicilik.
Ra-i mühmele
"Noktalı ze'den ayırmak için ""rı"" harfine verilen bir ad."
Rai
(Rü'yet. den) Görücü, gören. * Gr: R harfiyle alâkalı. R harfine mensub.
2440
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Raib
Korkmuş. * Semizliğinden yağı damlar olan. * Dolu.
Raic
Revaçta olan, sürümü olan. Rağbet bulan.
râic
sürümlü, revaçta olan.
Raic-i mal
Malın değeri.
Raic-i vakt
Bir şeyin şimdiki değeri.
Raid
Konaklanacak yeri görmek için önceden gönderilen kimse. * El değirmeni.
Raide
(C.: Revâid) Gürleyen bulut. * Sözü çok olan kişi.
Raif
"Önde giden at. (""pişnek"" derler) * Burun ucu. * Dağ burnu."
râif
merhametli.
râik
sade.
Raik(a)
Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız.
Rain
Muhkem, sağlam yapılı, berk yer.
Raiş
Huk: Rüşvet veren kimse ile rüşvet alan arasında vasıtalık eden kimse.
Raiyane
f. Çobanca. Çobanlığa ait.
Raiyye
(C.: Raâyâ) Saklı, mahfuz.
Raiyyet
Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar. * Sürü. Otlatılan hayvan sürüsü.
raiyyet
idare edilenler, halk.
Raiyyet-perver
f. Halka iyi bakan, iyi idare eden. İnsanların ihtiyacını te'min eden, onların iyiliğini seven ve onlar için iyilik isteyen.
raiyyetperver
halkını seven.
Raiz
(Râyiz) Öfkeli, kızgın.
Rak'
Eğilmek.
Rak
Erkek yengeç.
Rakaat
Hamâkat, ahmaklık.
2441
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rakabat
(Rakabe. C.) Boyunlar. Ense kökleri. * Köleler, câriyeler. Kullar.
Rakabe
Ense kökü, boyun. * Kul, köle, câriye.
Rakadan
Oynayıp sıçrama.
Rakaha
Ticaret. * Kesb, kazanma.
Rakak
Üstü yumuşak, altı sert olan düz yer.
Rakam
Bütün satıcı, bütün satan.
Rakamî
Rakam ve sayıya ait. Rakamla alâkalı.
Rakamkeş
f. Rakam atan. Yazan çizen.
Rakamzede
f. Yazılan, söylenen. Yazılmış.
Rakamzen
f. Yazıcı, yazan. Kayıt ve işâret eden.
Rakan
(Rakun) Za'feran çiçeği. * Kına.
Rakb
Muntezir olmak, beklemek.
Rakd
Uyumak üzere bulunma. Uykuya dalar gibi olma.
Rakde
Uyku. Berzah.
Rakıb
Gözeten, bekleyen.
Rakıde
Mertek adı verilen uzun ince ağaç.
Rakım
Belâ, musibet. Zahmet. Dâhiye.
râkım
kod, denizden yükseklik.
Raki'
Rüku' eden. Huzur-u İlâhîde eğilen.
Rakian
Rüku' ederek, huzur-u İlâhîde eğilerek. Rüku' etmek suretiyle.
Rakiane
f. Rüku' eder gibi. Eğilerek.
Rakib
Binen. Binici. * Herhangi bir nakil vasıtasına binmiş olan.
rakîb
gözetleyen, denetleyici.
râkib
rakip, rekabet eden, yarışan.
Rakiban
(Rakib. C.) f. Rakibler. Birbirleriyle yarışanlar. * Bekçiler.
rakîbane
denetlercesine.
2442
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
râkibane
rakip gibi.
Rakiben
Binmiş olarak, binerek.
râkid
durgun.
Rakid(e)
Hareketsiz, durgun.
Rakik ü nizâr
İnce ve zayıf.
rakik
ince, duygulu.
Rakik(a)
(Rikkat. den) Yufka yürekli, ince merhamet ve şefkat sahibi olan. * Köle, câriye.
Rakik-ül kalb
Yufka kalbli, çok merhametli, ince duygulu.
Rakim
"Yazılmış nesne. Yazı yazılacak levha. * Ashab-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağ; veya bazılarınca mağaranın bulunduğu dere; veya Ashab-ı Kehf'in başka bir ismi. * Ashab-ı Kehf'in isim ve kıssalarının yazılı bulunduğu kitabe."
Rakime
Yazılmış kâğıt. Mektub.
Rakis
Yol gösteren, kılavuz. * Harman yerinde harmanı döğerken öküzün dönmesi.
Rakk
Kitap, sahife. * Kâğıt yerine kullanılan ince deri parçası. * Tomar. * Yama.
Rakka
Dere yanında olup sel geldiğinde üzerine yayılan arazi. * Bir yerin adı.
rakkas
dans eden, sarkaç.
Rakkas
Oynayan, dans eden, köçek.
rakkasane
dansöz gibi.
Rakkasâne
f. Oynar şekilde. Raksederek.
Rakkase
Oynayıp dans eden kadın.
Rakle
(C.: Rikal) At sürüsü. * Uzun hurma ağacı.
2443
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rakm
Yazmak. * Mühür yapmak.
Rakme
Derenin kenarı. * Bahçe.
Rakmiyyat
Medine yakınında bir yere nisbet edilen oklar.
Rakrak
Şuleli ve ziyâlı, parlak, nurlu.
Rakraka
Nâzik ve derisi yumuşak olan kadın.
rakraka
suyun akması.
Rakrakan
Serap.
raks
dans, oyun.
Raks
Sıçrayarak oynamak, dansetmek.
Raksân
Rakseden, dans eden, oynayan.
Raks-ı mükerrer
Tekrar tekrar yapılan raks. Döne döne oynama.
Rakskünân
f. Raksederek, raksede ede, oynıyarak, oynıya oynıya.
Rakş
Nakşetme, süsleme.
Rakşa'
(C.: Rukaşâ) Alaca yılan. * Süslü kadın.
Rakud
(C.: Revâkıd) Derinliği fazla olan küp.
Raky
Yükselmek, terakki etmek.
Ral
(C.: Rilâl-Ri'lân-Er'ül- Reele) Deve kuşunun yavrusu.
Ra'l
Koyunun kulağından kesilen parça.
Ra'la'
(C.: Rual) Akılsız kadın. * Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.
Ra'le
(C.: Riâl-Erâl-Erâil) At sürüsü. * Hurma ağacının uzunu.
râm
boyun eğme.
Ram
f. İtaat eden, boyun eğen, itaatli, münkad.
Ramad
Kül, ateş külü.
ramâd
kül.
ramak
az şey.
2444
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ramak
Nefes alacak kadar kalan hava, az bir hayat eseri. * Çok az şey.
Ramas
Göz çapağı.
Ramaz
Güneşin sıcaklığı şiddetle ve yakarak gelmek, şiddetli olmak, yakmak. * Kesinleştirmek.
Ramazan
oruç ayı.
Ramazaniye
Ramazana ait. Ramazan hakkında. * Ramazan ayına dair medhiye veya kaside.
Rametmek
Boyun eğdirmek, itaate getirmek.
Rami
(Remy. den) Ok, mermi v.b. şeyler atan atıcı.
Ramih
Süngü batıran, mızrak saplayan.
Ramik
Miskle karıştırılan siyah bir madde.
Ramile
Yelmek. * Şam vilâyetine bağlı bir yerin adı.
Ramis
Toprağı her yöne sürüp savuran rüzgâr.
Ramişe
İyilik, gökçelik, hasene.
Ramişger
f. Çalgıcı. Saz çalan.
Ramk
Nazar etmek, bakmak.
Rampa
Fr. İki geminin birbirine veya bir geminin iskeleye yanaşıp bitişmesi. * Şose veya demiryolundaki yokuş. * Trenin eşya almağa mahsus yanaştığı set.
Rampacı
Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek için güverteye yayılan silâhendazlar.
Ramt
Ayıplama.
Ramuz
Deniz.
rân
" ""süren, sürücü"" mânâsında son ek."
2445
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ra'n
(C.: Ruun-Riân) Ahmaklık. * Sarp dağ. * Önüne sivrilmiş dağ burnu.
Ran
(Reyn. den fiil) Kalb katılaşması, lekelenmek. Kalbin kasavetlenmesi. * Pas, kir. (Bak: Reyn)
rânâ
güzel, hoş.
Ra'na
İyi, güzel, hoş, lâtif. Pür ve revnak olan.
Ranec
Hindistan cevizi.
Ranin
f. Pantolon. şalvar. Don.
Rapor
Fr. Bir tedkik neticesini bildiren yazı.
rapor
inceleme sonucunu bildiren yazı.
Rapörtaj
(Bak: Röportaj)
Ra'ra'
(C. Raâri') Kötü, alçak kimse. * Yaramaz gönüllü. * Çok uzun boylu adam. * Güzel itidalde olan kimse.
Ra'raa
Suyun şiddetle akması. * Depretmek. (Çocuk) büyümek. * Bitirmek.
Ra's
Boyanmış renkli yün. * Süt vermek. * Süt içmek.
Ras'
Yapışmak.
Ra'sa'
Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.
Rasaa
(C.: Rusâ) Bal arısının yavrusu.
rasad
gözetleme, bakma.
Rasad
Gözetlemek, beklemek, pusuda olmak.
Rasadgâh
f. Bekleme yeri, gözetleme yeri. Gözlemevi.
Rasadhâne
f. Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer.
Rasaf
Kaldırım. Kaldırım taşları.
Rasafe
(C.: Risâf) Ok üstüne sarılan kiriş.
Rasafet
Dayanıklılık, sağlamlık.
2446
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ra'san
Yorgunluktan dolayı yab yab yürümek.
Rasanet
Sağlamlık, dayanıklık. * Sabit, muhkem, metin.
rasânet
sağlamlık.
Rasas
Kurşun, kalay, lehim.
rasâs
kurşun.
Rasas-ı müzab
Eritilmiş kalay.
Rasasî
Kalaycı. * Kurşun renginde olan.
rasathâne
gözlem evi.
Rasd (rusud)
Yol gözlemek.
Ra'se
(C.: Riâs) Kulağa takılan küpe.
Rasf
Oka kiriş sarmak. * Birbirine zammetmek. * Kaldırım döşemek.
Rasğ
Bilek, elbileği.
Rasıd
(C.: Râsıdân) (Rasad. dan) Gözleyen, gözeten, rasad eden. Dikkatle bakan.
Rasıdân
(Râsıd. C.) Dikkatle bakıp gözliyenler, rasad edenler.
Rasi'
Hırs ve tama eden.
Rasî
Kımıldamıyan, sâbit. * Lenger atmış olan gemi. Demirlemiş gemi.
Rasia
(C.: Rasâyi) Halka.
Rasib (râsibe)
Tortulaşan, dibe çöken.
Rasid
Muntazır, bekleyen kimse. * Avını bekleyen ve yaklaştığında hemen üzerine sıçrayan canavar.
Rasif
Dayanıklı, sağlam, muhkem. * Taş temel, rıhtım. * Denizin yüzüne çıkmış kayalar.
Rasife
Su içinde yapılan sed. Rıhtım.
râsih
iyice oturmuş, yerleşmiş, sağlam.
2447
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Rasih(a)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam. * Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan. * İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan.
râsihane
derinlemesine, sağlamca.
Rasihâne
f. Sağlamca, sağlam delil ve bürhana dayanmak suretiyle.
Rasihun
(Rasihîn) (Râsih. C.) Âlimler, din bilgisi çok sağlam ve derin olan büyük zatlar. * Temeli kuvvetli ve sağlam olanlar.
Rasim
Resim yapan, çizgi çizen. * Akar su.
Rasime
Âdet. Eskiden kalma âdet.
Rasin
Andız otu.
rasin
sağlam.
Rasiye
(C.: Revâsi) Büyük dağ.
Rasn
İkmal etmek, tamam etmek, muhkem kılmak.
Rasras
Sağlam ve sert yer.
Rasrasa
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
Rass
Binayı sağlamlaştırmak. * Birbirine darlık getirmek. * Bazısını bazısına ulaştırmak.
Rassad
(Rasad. dan) Rasad eden. Dikkatle gözleyen.
Rassas
Kalaycı.
Rast u çep
f. Sağ sol, sağdan soldan.
Rastan
(Râst. C.) Doğru olanlar. Haklı kimseler.
Rastbîn
f. Herşeyin hak ve doğrusunu görüp farkeden.
Rastgû
(C.: Râstguyân) f. Doğru konuşan, hak konuşan.
Rastî
f. Doğruluk, gerçeklik.
Rastkâr
f. Doğru adam.
2448
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Rasyonalizm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Fr. Fls: Akliyecilik. Her şeyin yalnız akıl ile bilinebileceğini iddia eden bir felsefi görüş. (Bak: Felsefe)(Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyyete baktığı için hakaiki ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı ehl-i usul-id din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mâhiyetinde ve ince ahvâllerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler. Hem her bir şey, iki nazar ile bakıldığı vakit iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiç bir hakikat-ı kat'iyyesi Kur'anın hakaik-ı kudsiyyesine ilişemez. Fennin kısa eli onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz.Meselâ : Küre-i arz, ehl-i hikmet nazarı ile bakılsa, hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'ân nazarı ile bakıldığı vakit hakikatı şöyledir ki; semere-i âlem olan insân, en câmi, en bedi' ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan beşik ve meskeni olan zemin semaya nisbeten maddeten küçüklüğü ile ve hakareti ile beraber, manen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün
2449
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mu'cizat-ı sanatının meşheri, sergisi, bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet Rabbaniyenin mahşeri, ma'kesi; hadsiz hallakıyet-i İlâhiyenin, hususan, nebatat ve hayvânâtın, kesretli enva-ı sagiresinden cevadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besatin-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.İşte arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakim semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren $ diyor. İşte sair mesaili buna kıyas et. Ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatları Kur'anın parlak, ruhlu hakikatları ile müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür. S.)(...Acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi ""aklımız bize yeter"" deyip sana ittiba'dan istinkâf mı ederler? Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünkü bütün dediğin mâkuldür. Fakat akıl kendi başı ile ona yetişemez...Yahut inkârlarına sebeb, tâgi zâlimler gibi hakka serfüru etmemeleri midir? Halbuki mütecebbir zâlimlerin rüesaları olan fir'avunların, nemrudların âkibetleri mâlumdur... S.) (Bak: İsbatiyecilik)" rasyonalizm
aklı tek ölçü kabul eden sapkın felsefe.
rasyonel
akla uygun.
Rasyonel
Fr. Fls: Akla uygun, hesaplı, ölçülü, biçili.
2450
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ra'şan
Titreme, titreyiş.
râşe
titreme.
Ra'şe(t)
Titreme, titreyiş. * Korkmak, havf ve dehşete giriftar olmak.
Ra'şeaver
(Ra'şe-âver) f. Titretici.
Ra'şedar
f. Titreyen, ürken.
Ra'şe-i dest
El titremesi.
râşet
titreme, ürperme.
Ra'şever
f. Titretici.
Raşi
Rüşvet veren.
râşid
erişkin, doğru yola erişen.
Raşid(e)
(Rüşd. den) Hak dinini kabul eden, doğruya giden, rüşde erişmiş olan. * Akıllı.
Raşidîn
Hakka erişmiş olanlar. Kâmil ve çok ileri olgun kimseler. Akıllılar.
raşidin
raşidler, erenler, ermişler.
Raşih
Yürüyebilen geyik yavrusu.
Raşin
Adı tufeylî olan ve davetsiz olarak ziyafetlere giden kimse.
Rat'
(Bak: Ret')RATA' : Hamakat, ahmaklık.
Ratabet
(Ratb. dan) Rutubet, nem, yaş.
Ratanet
Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma.
Ratb
Rutubet, nemlilik yaşlık. * Rutubetli, yaş. * Yaş hurma. * Mülâyim, yumuşak.
ratb
rutubetli, yaş.
Ratbe
(C: Ritâb) Genç ve güzel sevgili. * Yonca otu.
Ratb-ül lisân
Yumuşak sözlü. Mülâyim lisanlı.
Rath
Yoğurmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak.
Ratıb
Islak, nemli, çok yaş, rütübetli. Tâze.
2451
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ratık
Bir şeyin yarığını bitiştiren, yırtığını kavuşturup birleştiren.
Ratib
Tertib edip sıraya koyan.
Ratibe
(C.: Revâtib) Maaş. Vazife.
Ratibehâr
f. Vazifeli. Görevli.
Ratic
Çam sakızı.
Ratin
Reçine. Çam sakızı.
Ratit
Avaz, ses. * Ahmak, akılsız kişi.
Ratiyan
(Râtiyâne) f. Çam sakızı, reçine.
Ratk
Ulaşmak, yetişmek.
Ratl
(Ratıl) Eskiden kullanılan sıvı ölçüsü olup bâzı yerlerde yüzotuz dirhem sayılmıştır. Bâzen oniki kıyyedir. Kıyye kırk dirhemdir.
Ratrat
Bir nevi pelte. * Deve su içtiğinde havuz içinde artıp kalan su.
Rats
El ayasıyla vurmak.
Rauf
acıyan ve esirgeyen, Allah.
Raufe
Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş. * Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş.
Rauk
Süt süzeği.
Raum
Burnundan sümükleri akan zayıf hasta koyun.
Raus
İhtiyarlıktan dolayı başını titreten kişi.
Rav'
Ürkmek, korku, halecan. Hareket-i nefsaniye. Havf.
ravh
rahatlık.
Ravh
Rahatlık. Rahmet ve kolaylık. * Serin serin esen rüzgârın vücuda dokunmasiyle verdiği serinlik ve sefa. * Koklamak.
Ravhullah
Allah'ın verdiği rahatlık.
râvî
rivayet eden, söz nakleden,
2452
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ravi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rivayet eden. İnsanlara haberleri nakleden. * Hadis nakleden. * Söyleyen, anlatan.
Ravi-i hadis
Hadis rivayet eden.
Ravi-i kıssa
Bir hâdiseyi hikâye eden. Hikâye anlatan.
Raviyan
(Râvi. C.) Rivayet edenler. Hikâye anlatanlar.
Raviye
Su taşıyan hayvan.
Ravuk
Süzek, süzgeç.
Ravvah
Rahat ettirmek. (Bak: Ravh)RAVZ : Bahçeler. Ağaçlık ve çimenlik yerler.
ravza
bahçe.
Ravza
Sulu yer, bahçe, bostan, çimenlik yer.
Ravza-i cinân
Cennet bahçeleri. Cennetlere giden yol.
Ravza-i mutahhara
Fahr-i Kâinat Aleyhi Efdal-üs-Salavat ve Efdal-üt-tahiyyât Efendimizin Kabr-i Şerifiyle Minberin arasındaki saha.
Ravza-i rıdvân
Cennet.
Ravzaimutahhara
Peygamberimizin pak ve mübarek kabri.
Ravzat
(Ravza. C.) Bahçeler. Çimenlik ve ağaçlık yerler.
Ray
Re'y, fikir, Hüküm ve itikad. (Bak: Re'y)
Ra'y
Teslim olma. * Otlatma, gütme. Otlama.
Ray'an
Her nesnenin evveli.
Rayat
(Râyet. C.) Bayraklar.
Rayb
şek, şüphe, reyb.
rayb
şüphe.
Rayb-el menun
Zamanın hâdiseleri. * Ölüm. * Iztırab veren hâdiseler.
Rayet
Bayrak, alem, livâ, sancak. * Gerdanlık.
Raygan
f. Parasız, bedâva. * Pek fazla, pek çok.
2453
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rayi'
Acib nesne. * Cömert kişi.
Rayic
(Bak: Râic)
Rayiha
Koku, hoş koku.
rayiha
koku.
Rayihadar
f. Kokulu. Hoş kokulu.
Rayihanisar
f. Koku saçan.
Rayik
Acib ve hâlis nesne.
Rayiş
(Bak: Raiş)
Rayiz
Seyis.
Raz puş
f. Sır saklayan, sır gizleyen.
Raz
f. Gizli sır, saklı şey. * Mimar. * Marangozların işini tanzim eden.
râz
sır.
Razan
f. Gizli sırlar, gizlilikler.
Raz-aşna
f. Bir sırrı bilen.
Raz-dan
f. Sırrı bilen, sırra ortak olan dost.
Raz-ı nihan
Gizli tutulan sır.
râzı
hoşnud, memnun.
Razı
Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden. * Boyun eğen, itaat eden.
Razıa
Emzikli, çocuklu kadın.
Razık
"Rızık veren; yiyecek, içecek, giyecek gibi canlı mahlukata lüzümu bulunan her çeşit ihtiyacını te'min edip veren. (Allah)"
Râzık
rızık veren, Allah.
Razık-ı hakiki
Hakiki rızık veren. Hiç bir vasıtaya ihtiyacı olmadan en güzel nimetleri yaratan ve bütün rızıkları ancak kendisi veren Allah (C.C.)
Raziyane
(Rezene) Dere otu nev'inden bir nebat adı.
Raziz
Dökülmüş ve parçalanmış.
2454
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Razraz
İri vücutlu kimse. * Dökülmüş ve ufanmış taş.
Razz
Kesmez âlet.
Razze
(Razz. dan) Ezen, ezici.
Realist
Fr. Fls: Hakikatçı. Nefs-ül emre uygun düşünen. Realizm taraftarı.
realist
gerçekçi.
Realite
Fr. Gerçekten olan şey. Olduğunun tıpkısı. Gözümüzle gördüğümüz gibi. (Bak: Rasyonalizm)
realite
gerçek.
realizm
gerçekçilik felsefesi.
Realizm
Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri.
Reaya
(Raiyet. C.) Bir kimsenin emri altında bulunanlar. * Bir hükümdar idaresi altında bulunan halk. * Hristiyan tebaa. * Bütün halk.
reâyâ
idare edilenler.
Reb'
Ev, arazi. Barınılan, iskân olunan yer.
Re'b
Mantar. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek, düzeltmek.
Reba'
Uzunluk.
Rebabe
(C.: Ribâb) Bazısı bazısına binmiş olan beyaz bulut.
Rebace
Bönlük, ahmaklık, biladet.
Rebah
Faide, menfaat. * Kediye benzer bir canavarın adı.
Rebaiye
(C.: Rebâıyyât) Seniyye ile nâb arasında olan dört diş.
Rebaz
"Şehrin yarısı ve etrafı. * Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri. * Koyun ağılı. * ""Göden bağırsak"" denilen büyük bağırsak."
Rebaze
Zeki ve anlayışlı kimse. Zarif kimse.
Rebbi
İlmiyle amel eden kişi.
Rebeb
Tatlı ve çok su.
2455
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rebele
(Buğday) Çok olmak.
Re'bele
Cür'et, ikdam.
Rebez
Ayağı hafif. Hızlı yürüyüşlü.
Rebeze
(C.: Rebez-Rebezât) Devenin boyun yünü.
Rebi'
Yaz günü. * Küçük nehir.
Rebib
(C.: Rebâib) Üvey oğul. * Evde beslenen koyun. (Müe: Rebibe)
Rebibe
Üvey kız. * Dadı.
Rebie
(C.: Rabâyâ) Gözcülük eden kişi.
Rebih
Organları sülpük ve sarkık olan iri insan.
Rebi-i evvel
İlkbahar. Çiçeklerin açıp otların bittiği mevsim. (Bak: Rebi-ül Evvel)
Rebi-i sâni
Sonbahar.
Rebiî
Bahara ait, baharla ilgili.
Rebika
İp ile bağlanan davar.
Rebike
Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek. * Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek. * Bulamaç aşı.
Rebil
(C.: Rubul) Yoğun, semiz, besili. * Yer kuruyunca biten bir ot. * Uyluğun iç yanı.
Re'bil
Câriye, kadın esir.
Rebile
Semizlik, besililik.
Rebis
Bahadır, kahraman. * Meşakkat.
Rebi-ül ahir
(Rebi-i Sâni) Kamerî ayların dördüncüsü.
Rebi-ül evvel
Arabî ayların üçüncüsü.
Rebiz
Semiz ve kuyruğu büyük olan koç.
Rebk
Karıştırmak.
Rebrak
Tilki üzümü.
Rebreb
Yaban sığırı sürüsü.
2456
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rebs
Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek.
Rebsa'
Müenneslik özelliğindendir. * Katı nesne.
Rebt
Şişmek. * Terbiye etmek. * Uyusun diye çocuğun yan taraflarına yab yab vurmak.
Rebub
Üvey oğul. * Üvey baba.
Rebun
Pey akçesi, pey olarak verilen para.
Rebuz
Büyük.
Rebvet
(Rubve - Ribve - Rebâvet) Yüce, yüksek yer.
Rec'
Geri döndürmek. * Döndürülmek. * Yağmur. * Menfaat, fayda. * Rücu' etmek veya ettirmek.
reca
dönüş.
Rec'a
Geri gelme, dönüş. * Öldükten sonra tekrar diriliş.
Reca
Kenar, yan. Taraf.
recâ
ümit.
Recac
Her şeyin zayıfı.
Recah
(C: Rucah) Oturak yeri etli ve büyük olan kimse.
Recai
Ricacı. Ricayla ilgili. Dua ve yalvarmağa, ümide dair.
Recale
Yayan yürümek.
Recaze
Mahfeden küçüktür ve deve arkasına vurup üzerine binerler.
Recc
Deprendirmek. Sarsılmak. Gidip gelmek.
Recca'
Hörgücü büyük dişi deve.
Receb
Arabî ayların yedincisi.
Receban
Receb ile Şaban ayları.
Recefan
Şiddetle sarsılma, sallanma. * Şiddetle gürüldeme. Şiddetli ıztırab, büyük acı.
2457
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Recefe
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zelzele. * Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir. (Bak: Mürcif)
Recel
Saçın ne sarkık ve ne de çok kıvırcık olması. * İstedikçe emsin diye davarı yavrusuyla beraber otlağa salmak.
Recen
Hapsetmek.
recez
bir nevi şiir.
Recez
Vezni altı defa müstef'ilün'den ibaret olan bir nevi şiir veya bahire denir. * Kaside tarzında yazılan manzume. (Bak: Kaside, Ercüze)
Recf
Şiddetle sarsmak veya sarsılmak.
Recfe
(C: Recefât) Zelzele, deprem.
Reci'
Necis, pislik. Terslemek.
Recif
Şiddetli ıztırab.
Recil
Çok yürüyen.
Recim
(Recm. den) Taşlanmış, taşa tutulmuş. * Lânetlenmiş, mel'un.
Recin
Devecilerin ini.
Recla'
Katı, sağlam, sert. * Bir ayağı beyaz olan dişi koyun. (Müz: Ercel)
Reclan
(C.: Raclâ-Rıccâl) Yayan kimse.
recm
taşa tutma, taşlama.
Recm
Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek. * Atılan taş. * Kabre taştan nişan dikmek. * Şeytan üzerine atılan nücum. * Tardetmek, kovmak, sövmek. Terketmek. * Zan ve kıyas etmek. (L.R.)
Recmetmek
Taşlamak, taşlamak suretiyle öldürmek. * Mc: Aleyhte konuşmak.
Recrace
Asker kalabalığı. * Ses çokluğu.
Recrece
Sarsılma, titreme, sallanma.
Recs
(Recse) şiddetli gök gürültüsü. * şiddetli ses.
2458
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Recsan
Gök gürlemesi sesi.
recûliyet
erkeklik.
recül
erkek.
Recül
Yetişkin erkek. Bir işin ehli. Er kişi. Adam.
Recüle
Giyiniş ve hareketleriyle kendini erkeklere benzeten kadın.
Recület
Erlik, erkeklik.
recülifâcir
günahkâr adam.
Recüliyet
Erkeklik, erkek olmak. * Cesâretlilik, erişkenlik.
Red'
Geri verme, reddetme.
red
kabul etmeme.
Reda'
Önleme, men'etme, yasaklama.
redâ
süt emme.
Redaet
Kötülük, fenalık, bayağılık.
Redah
(C.: Rudüh) Dolu büyük çanak. * Etli ve şişman kadın.
Redane
Tentelerin kenarlarında açılan ufak deliklerin yırtılmaması için o deliklere geçirilen mâdeni halka.
Redd
Geri döndürmek, kabul etmemek, çevirmek, def etmek. * Bir şeyin karşılığını icra etmek. * Sözü selâset ve talâkatla eda edemeyip harfleri geri çevirerek konuşmağa sebep olan dilin tutukluğuna denir. * Cerhetmek. * Kötü ve fena şey.
Reddet
Güzellikler arasında nazara çarpan çirkinlik. * Bir defa reddediş.
Redd-i cevab
Suâlin cevabını vermek.
Redd-i hâkim
Taraf tutan hâkimi kabul etmeyip reddetmek.
Redd-i kelâm
Söze itiraz etme, karşılık verme.
Redd-i selâm
Selâm verenin selâmını almak.
2459
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Reddiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.
reddiye
red için yazılan yazı.
Rede
Sıra. Bir duvardaki tuğla veya taş sırası.
Reden
Hazz denilen kumaş. * Silâhların biribirine dokunmasından çıkan ses. * İplik eğirmek.
Red'-i ceyb
Mc: İçinden sıkıntıyı atma.
Redi
(Rediye) Fenâ, kötü, bayağı.
Redif
Arkadan gelen, birisinin ardından giden. * Birbiri ardınca zuhur etmek. * Terhis olup ihtiyata geçen asker. * Edb: Beytin sonunda kafiyeden sonra tekrarlanan kelime.
Redig
Yere vurulmuş. * Nâdan, ahmak.
Redim
Eski, köhne kaftan.
Redm
(C.: Rüdum) Bir şeyin önüne sed yapma. * Bir şey dâimi olmak ve akmak. * Pencere, kapı ve delik gibi yerleri tıkama. Tamâmen kapama. * Zülkarneyn seddinin ismi.
Redm-i azim
Zülkarneyn Seddi'nin ismi.
Reds
Taş atmak.
Redyan
Davar yelmek.
Ree
(Bak: Rie)
ree
akciğer.
Reel
Fr. Gerçek, hakiki, sahici.
reel
gerçek.
Ref'
Kaldırma, yüceltme, yukarı kaldırma. * Lağvetme, hükümsüz bırakma. * Gr: Arapça bir kelimenin sonunu merfu' (ötreli) okumak.
ref
kaldırma.
2460
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Refagat
Bolluk içinde geçinme.
refah
bolluk, rahatlık.
Refah(et)
Bolluk, rahatlık.
Refakat
Arkadaşlık, beraberlik.
refakat
eşlik etme, arkadaşlık.
Refd
Atâ etmek, hediye vermek. * Yardım etmek. * Büyük kadeh.
Re'fe
Esirgemek, korumak. Acımak. Şefkat etmek.
Refenn
Kuyruğu uzun olan at.
Refes
(Rüfâs) Kinayesi icab eden şeyi açık söylemek. * Kinâye olarak. * Cimâ, nikâh. * Fuhşiyyât.
refet
merhamet, acıma.
Re'fet
Merhamet, acımak. * Yüce.
refetkârane
merhamet edercesine.
Re'fetlü
Eskiden kumandanlara, serdarlara mahsus resmi ünvan.
Re'fetmeâb
f. Çok merhametli.
refetmek
kaldırmak.
Refez
Bölük bölük olan cemaat. (C: Erfaz) Kap dibinde kalmış azıcık su.
Reff
Elbise koymak için duvara çıkıntı yapmak veya duvara tahta çakmak. Raf.
Refh
Yağlanmak.
Refhan
(Refâh. dan) Varlık içinde yaşıyan.
Ref'-i cidal
Kavga ve çekişmeye son verme.
Ref'-i imtiyaz
İmtiyazın, sınıflamanın kalkması. Aynı hakka sahip herkese aynı muâmele yapılması.
Refi'
Yüksek, bülend, âli, yüce.
Refif
(Ateş) Parlamak.
2461
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Refig
Bolluk ve rahat içinde geçinen adam.
Refih
Rahatlık ve huzur içinde geçinen. Refah ve rahat ile yaşıyan.
refik
arkadaş, eş.
Refik(a)
"Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş.(Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklid eder, refikasını, hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyânetine bakıp, "" Ebedi arkadaşımı kaybetmiyeyim"" diye takvaya girer. Veyl o erkeğe ki: Saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer. L.)"
refika
eş, arkadaş.
refikaihayat
hayat arkadaşı, eş.
Refik-i a'lâ
En iyi, en yüksek refik. Cenab-ı Hak (C.C.)
Refik-i râh
Yol arkadaşı.
Refil
Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen. * Ahmak kimse. * Kuyruğu uzun at.
Refiş
Ağaç kürek. * Dövmek.
Refi'-üd derecât
Derece ve itibarı yüksek olan.
Refi'-ül kadr
Şanı, kadri, değeri yüce olan.
Refiz
(Rafz. dan) Atılmış, bırakılmış, terkedilmiş. Metruk.
Refl
Kaftanını uzun diktirip yürürken eteklerini çekip sallamak.
reform
düzeltme, ıslah.
Reform
Fr. Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme. Islah etme. Avrupa'da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların insanlarına her cihetle cevap verecek câmiiyette olduğundan ve ilmi esaslara dayanmış olarak asliyetini muhafaza ettiğinden, İslâm dininde reform
2462
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olamaz. Ancak dinde yeni izah ve isbat şekli vardır. (Bak: Müceddid, Ehl-i bid'a) Refref
Kuşu çok olan çimenlik, kır. * Mânevi bir binek. * Dalları salkım salkım olan ağaç. * Kenar saçağı. * Yeşil elbise. * İnce yumuşak kumaş. * Döşek. * Cennet.
Refrefe
Kuşun kanatlarını oynatıp açması.
Refs
Edeb hârici söz söyleme. * Kadınlara lâf atma.
Refse
Tokuşmak.
Refş
Küçük kazma. * Çapa. * Büyük kulaklık. * Kulağı büyük olma.
Reft
Bir şeyi ufalıyarak kırıntı hâline getirme. Bir şeyi ufalama.
Reftar
f. Gidiş, salınarak yürüyüş.
reftâr
gidiş.
Refte refte
f. Git gide, azar azar.
Refte
f. Gitmiş.
Reften
f. Gitmek.
Refuşe
f. Lâtife, şaka. * Suç, günah.
Refv
Sabretmek. * Korkudan emin etmek. * Islah etmek, düzeltmek.
Refz
Terketmek.
Reg
f. Damar.
Regabe
Yumuşak arazi.
Regad
Varlık, genişlik.
Regaib gecesi
Receb ayının ilk perşembe gününün akşamı (Cuma gecesi).
Regaib
(Ragibe. C.) Çok istenilecek şeyler. Hediye, atiyye. Çok rağbet olunan şeyler. Bol bol ihsan etmek.
regaib
rağbet edilenler, mübarek bir gece.
Regami
Çekirge çokluğu.
2463
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Reg-i cân
Can damarı, şah damarı.
Reh
f. Yol, kaide, tarz, usul. (Bak: Râh)
Reha
f. Kurtuluş, kurtulma. Halâs. * Urfa şehrinin eski ismi. (Bak: Rüha)
Reha'
Geniş yer.
rehâ
gevşeklik, kurtuluş.
reha
kurtuluş.
Rehabe (rihâbe)
Göğüs üzerinde olan yumuşak kemik.
Rehabin(e)
(Ruhban. C.) Râhibler. Ruhbanlar.
Rehafe
İncelik.
Rehafeşan
f. Kurtarıcı.
Rehah
Yumuşak. * Geniş.
Rehain
(Rehine. C.) Rehineler. Garanti olarak elde tutulanlar.
Rehak
Gaşyetmek, sarıp bürünmek. Bir adamın arkasından yaklaşıp çatmak. * Haramlara ve menhiyata dalıp, hep onunla uğraşmak. (E.T.)
Rehakâr
(C.: Rehakâran) f. Kurtarıcı.
Rehamet
Sözün, sesin yavaş, ince ve tatlı olması.
Rehan (rihân)
Bahadırlık, kahramanlık. * Denemek, tecrübe etmek. * At yarıştırmak, müsabaka.
Rehaset
Tazelik, yumuşaklık, incelik. * Ucuzluk. * Bir işi gevşek tutma.
Reh-averde
f. Yolcunun getirdiği hediye.
Rehavet
Tembellik, gevşeklik, pörsüklük, ihmalkârlık.
rehâvet
tembellik, gevşeklik.
Rehavî
f. Urfa'lı.
Rehayab
f. Kurtulan. * Yolcu olan.
Rehayafte
f. Kurtulmuş.
Rehayî
f. Kurtulma, halâs, necat.
2464
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rehb
Korku. Havf.
Rehbaniyyet
Râhiblik. Papazlık.
Rehbele
Yelmek.
Rehber
"f. Yol gösteren, kılavuz. (Bak: Mürşid)(...Hem Rabb-ül-Âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs'at-ı istidat verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan; bir rehber vasıtasiyle yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en âzami bir derecede, en eblâğ bir surette, Kur'an vasıtasiyle en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden yine bilbedahe O Zâttır... S.)"
rehber
yol gösteren.
Rehberî
Kılavuzluk, rehberlik.
Rehbet
Fazla korku, yılmak, çekinmek.
Rehbeten
Korkup çekinerek, çekingenlikle.
Rehc
Toz, gubar. * Fitne.
Rehd
Bastırarak ezme.
Rehden
(C.: Rahâdin) Serçeden büyük bir kuş.
Reheb
Korkmak, yılmak. Çekinmek. * Korku, havf.
Rehebut
Çok korkmak.
Rehec
Toz.
Rehf
Keskinleştirmek, bilemek.
rehgüzâr
yol üstü.
Reh-güzer
(Reh-güzâr) : f. Geçilen yol. Yol üstü. Geçit.
Rehhas
Kârgir bina yapan.
Reh-i narefte
Gidilmemiş yol.
2465
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rehide
f. Sıkıntı ve dertten kaçmış olan.
Rehin
(Rehn-Rehine) Bir şeyin yerine teminat olarak tutulmuş olan şey, rehin edilmiş. * Mevkuf ve mahpus kılmak.
rehin
bir şeyin yerine garanti olarak tutulan.
Rehk
Aradan yetişip yaklaşma. * Yürüme. * şaşa kalma, taaccüb etme, hayrette kalma. * Kötü şeylere düşkünlük.
Rehket
Güçsüzlük, kuvvetsizlik, zayıflık.
Rehl
Sülpük olmak. Kendini salıvermek. * Acı çekmek, muztarib olmak. * Çok uyumaktan yüzü şişip uyuşuk olmak.
Rehlet
şişkinlik, şişme.
Rehmet
Yağmur, rahmet.
Rehn
Sâbit ve dâim olmak. *Devamlı oluş. * Hapsetmek.
Rehneverd
f. Yola çıkan. Yolcu.
Rehnüma
f. Yol gösteren. Kılavuz.
rehnüma
yol gösteren.
Rehnümun
Rehberler, yol göstericiler.
Rehnümunî
f. Kılavuzluk, rehberlik.
Rehpeyma
f. Yol ölçen.
Rehpeymayî
f. Yolculuk.
Rehrehe
Parlamak.
Rehrev
f. Yolcu. Yola giden.
Rehs
Kârgir bina yapmak. * Bir nesneyi çok sıkmak.
Rehş
Asmacık.
Reht
(C.: Erhüt-Erhât-Erâhit) Cemaat, kalabalık. * Kavim, kabile. * Ondan az olan adamlar. * Göbekle diz arası miktarı deri. (Hayızlı avretler giyerler)
2466
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Rehv(e)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer. * Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır) * Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark. * Üveyik kuşu. * Arası açılmış ve ayrılmış.
Rehvac
Kebabı iyi pişirmek.
Rehvece
Sür'atle gitmek.
Rehyab
f. Yolunu bulabilen, girebilen.
Rehyat
Acizlik. * Zayıflık, süstlük. * Bir dengi birinden ağır etmek.
Rehz
Hareket etmek.
Rehzen
f. Yol kesen, haydut, eşkiya.
Reim
(C.: Arâm) Beyaz geyik.
Reis
Baş, başkan.
reis
başkan.
Reis-i âlem
Âlemin reisi. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. (Bak: Mefharı Kâinat)
Reis-i kabile
Kabile reisi.
Reis-i vükelâ
Vekillerin başı. Başvekil. Başbakan.
reisiâlem
âlemin reisi, Peygamberimiz.
reisicumhur
cumhurbaşkanı.
Reis-ül küttab
Eskiden Hâriciye Nâzırı, Dışişleri Bakanı.
rejim
bir devletin yönetim biçimi.
Rejim
Fr. Bir devletin sevk ve idare usulü, yolu. * Tıb: Hastanın tedavisinde tatbik edilen gıdalandırma yolu. Perhiz.
Rekabet
Kıskanmak. * Hıfzetmek. * Gözetmek. * Terakkub üzere olmak, başkalarından ileri geçmeğe çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak. * Kendi işini yürütmeğe çalışmak.
rekabet
yarışma.
2467
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rekabetkârâne
yarışırcasına.
Rekaik
(Rakik. C.) İnce ve nâzik olan şeyler.
Rekaket
Kekeleme, dil tutukluğu. * Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak. * Zayıf ve ince olmak, yufka olmak. * El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak. * Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.
Rekam
Birbiri üstüne kat kat yığılmış nesne.
Rekanet
Vakarlılık, ağırbaşlılık.
Rek'at
(Rik'ât) Huzur-u İlâhîde beli eğip yüzü üzeri kapanmak. * Bir kıyam, bir rüku' ve iki secdeden ibaret olan namazın bir rüknü.
rekât
namazın bir bölümü.
Rek'ateyn
İki rekât.
Rek'at-ı sâniye
İkinci rekât.
Rek'at-ı ulâ
Birinci rekât.
Rekb
Atlılar alayı, süvari takımı. * Diz ile vurmak. Dizi vurmak.
Rekd
Kımıldamamak, durgun olmak.
Rekeat
(Rek'at. C.) Rekâtlar.
Rekeb
(C.: Erkâb) Kasığın kıl bittiği yeri.
Rekik
Dili tutuk, kusurlu, peltek. * Rey ve idraki zayıf olan. * Gayret ve namusu olmayan. * Zayıf, kuvvetsiz.
Rekik-ül lisân
Dili tutuk. Peltek. Kekeme.
Rekin
Yüce, yüksek, âli. * Ağırbaşlı, ciddi, vakarlı.
Rekiz
(Rekz. den) Sağlam. * Gizli, gömülü define.
Rekk
İlzâm etmek, susturmak. * Birbiri üstüne bırakmak.
Rekl
Ayağıyla vurmak.
Rekm
Biriktirme, yığma.
Rekme
Cem'olmuş, toplanmış. * Yön, cânip. * Parça, cüz'.
2468
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rekn
Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
Reks
(Rekkese) Geri döndürmek, çevirmek, tepesi aşağı etmek.
Rektör
Fr. Üniversitenin başkanı.
Reku'
Sâkin olmak. * Kesilme.
Rekub
Erkeğinin ölümünü bekleyen kadın. * Evlâdı durmayan avret. * Kalabalıktan suya yaklaşamıyan deve.
Rekud
Uyumuş.
Rekve
(C.: Rukâ-Rekavât) İbrik.
Rekye
(C.: Rekâyâ-Rekâ) Örülmemiş kuyu.
rekz
dikme, saplanıp kalma.
Rekz
Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
Rekz-i alem
Bayrağı bir yere dikme.
Rekz-i hiyâm
Çadır kurma.
Re'l
(C.: Riâl-Ri'lân-Er'ul) Deve kuşu yavrusunun erkeği.
Rem
f. Titreme. * Ürkme. * Sürü.
Rema
Bir yerde ikamet eylemek. * Ziyade olmak. * Riba, faiz. * Bir haberi zan ile anlayıp idrak etmek.
remâd
kül.
Remad
Kül. (Bak: Ramad)
Remadet
İnsan veya hayvan kırımı.
Remak
Bedende ruhun bakiyyesi. * Koyun sürüsü.
Reman
(Remen) f. Sürü. * Ürken, ürkücü.
Remas
Göz pınarında toplanan çapak.
Remaz
Güneşin harâretinin çoğalması.
Remaze
Oturak yeri. * Zina eden kadın.
Remd
Helâk olmak. * Gözün çapaklanması. Göz hastalığı.
2469
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Reme
Ürkek, ürken. * İyi nesne.
Remed
Gözün ağrıması, göz kapağı iltihabı.
Remeke
(C.: Rimâk-Ramek-Ramekât-Ermâk) Kısrak.
Remel
(C.: Ermâl) Yelmek. * Yağmurun az yağması. * Vahşi sığırın ayağında olan hatlar.
Remende
f. Ürkek, ürkücü.
Remes
(C.: Ermâs) Denizde üzerine binilen sal. * Kalan süt artığı.
Remg
Bâtıl etmek. * Baş yarmak.
Remgerde
f. Titremiş. * Ürkek, ürkmüş.
Remh
Süngü ile vurmak. * Tekme vurmak.
Remi
(C.: Ermiye) Yağmuru iri olan ve yere şiddetle inen bulut.
Remide
f. Ürkmüş, korkmuş, çekingen.
remil
bir fal türü.
Remim
f. Kemiğin çürümesi. Çürük.
Remiyye
Bir nesne ile atılmış olan av.
remiz
kapalı söyleyiş, işaretle anlatma.
Remk
Durmak, ikâmet. * Boz renk.
Reml
(Remil) Kum falı, bir takım nokta ve çizgilerle fala bakmak oyunu. * Filistin'de bir kasaba.
Remla'
Ayakları siyah, diğer tarafları beyaz olan dişi koyun.
Remlî
"(Şihâbüddin Remlî) (Mi: 1371-1440) Filistin'in Reml kasabasında doğmuş, Şeyhülislâm'dır. Mecmuat-ul Ahzab'da namı Kutb-ül Ârifîn diye geçer. Kimya-yı Saadet namında salâvatları ile meşhurdur. Fıkh ve tevhide, tasavvufa dair manzumeleri vardır. "" İmam-ı Remlî"" diye anılır."
Remm
Islah etmek, düzeltmek. * Yemek, ekletmek.
2470
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Remma'
Beyaz tenli kadın.
Remmaa
Oturak yeri. * Çocukların başındaki oynak yer.
Remmah
Mızrakçı, süngücü.
Remmaz
(Remz. den) İşaretlerle konuşan.
Remram
Bir ağaç cinsi. * Yazın biten bir ot.
Rems
Sürtme odunu. * El ile meshetmek. * Islah etmek, düzeltmek.
Remy
Atma. Tüfek atma.
Remz
İşaret. İşaretle anlatmak. * Güç anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme.
remz
remiz.
Remza'
Güneşin tesiriyle kızmış taş.
Remzen
İşaretle. Remz olarak.
remzen
remizle.
Remzî
İşarete ait, işaretle alâkalı.
remzî
remizle ilgili.
Remzşinas
f. Bir maksad anlatan şekil, resim vb. * Gizli ve kapalı olarak anlatılan şeyleri ve işaretleri bilen.
remzünâz
remiz ve naz.
Rena
Nazar olunan, bakılan.
Renak
Mastar. * Suyun bulanık olması. * Kederli olmak, mükedder olmak.
Renanet
İnleme.
Renc
f. Sıkıntı, zahmet, eziyet. * Ağrı, sızı. * Öfke, gazab, hışım.
Renc-ber
"f. (Renc; sıkıntı, zahmet. Ber; çeken) Tarla ve bahçede yahut başka işlerde kazmak veya taş, toprak taşımak gibi işlerde çalıştırılan gündelikçi. Amele, ırgat. * Çiftçi."
Rencide
f. İncinmiş, kırılmış.
rencide
kırılmış, incinmiş.
2471
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rencidegî
f. İncinip hatırı kırılmış olma. * Dertlilik, kederlilik.
Rencidehâtır
f. Gücenmiş, hatırı kırılmış.
Renciş
f. Sızlanış, inciniş, eziyet ve sıkıntı veriş. Keder.
Rencur
f. İncinmiş. Sıkıntılı, rahatsız, dertli, hasta.
Rencurî
f. Dertlilik, rahatsızlık, hastalık. İncinmiş olma.
rençber
tarım işi yapan kimse.
Rend
Mersin ve defne ağaçları.
rende
düzeltme aleti.
Rende
f. Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. * Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet.
rendeçlenme
rendelenme, düzeltilme.
rendeleme
düzgün hâle getirme.
Rendelemek
Pürüzlerini gidermek. Rende ile düzlemek, pürüzlü yerlerini kazımak. Rende ile ufalamak.
Rendide
f. Rendelenmiş, ufalanmış.
Renem
Avaz, ses, savt. * Ayrılmak.
Renevna
Dâim sâkin olmak, devamlı durmak.
Renf
(Davar) zayıflığından kulaklarını sarkıtmak.
Reng ü bu
Renk ve koku.
Reng
f. Renk, levn. * Suret, şekil. * Oyun, hile, dalavere.
Reng-amiz
f. Renk renk, çeşitli renkli.
Rengâreng
f. Renkli, çeşit çeşit.
rengârenk
renk renk, güzel renklerle bezenmiş.
Reng-aver
f. Dalavereci, hilekâr.
2472
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rengin
f. Renkli, boyalı. Parlak. Hoş. Süslü. Mülevven. Lâtif.
rengin
süslü, güzel, parlak.
Renim
Türkü söylemek.
Renin
Bağırma, haykırma. * İnleme, inilti.
Renk
Bulanık su.
Renna'
Devamlı kadınlara bakan kimse.
Rennan
Çok ses çıkaran, inleyip duran. Çınlıyan.
Renne (rinne)
Avaz, ses, savt.
Renv
Bakma hususunda mübâlağa etmek.
Re'ree
Gözü tez tez döndürmek. * Koyun çağırmak.
Res
"f. (Residen: Erişmek mastarının emir köküdür.) ""Ulaşan, erişen, yetişen"" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır."
rês
baş, kafa.
Re's
Baş, kafa. * Tepe. Uç. * Başlangıç. * Reis.
Re'sa
Başı ve yüzü siyah olan koyun.
Resa
f. Yetişen, erişen. Yetiştiren.
Resa'
Şiddetli hırs.
Resae
Ölünün üzerine ağlayıp, onun iyiliklerini saymak.
Resag
Devenin ayaklarında olan gevşeklik.
Resail
(Risale. C.) Risaleler, bir mevzuda yazılan mektuplar veya küçük kitaplar. * Dergiler, mecmualar.
resail
risaleler, küçük kitaplar, mektuplar.
Resail-ün nur
Nur Risaleleri. (Bak: Risale-i Nur)
Resalet
Saçı salıverme. * Deveyi eşkin yürütme. (Bak: Risalet)
resan
" ""yetişen, getiren"" mânâsında son ek."
Resan
Ulaştırı yağan yağmur.
2473
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Resane
f. Teessüf. * Hasret.
Resanehâr
f. Hasret çekici.
Resanende
f. Ulaştırıcı, getirici.
Resanet
(Bak: Rasanet)
Resas
(Bak: Rasas)
Resaset
Eskilik, köhnelik. Yıpranmış olma.
Resatik
(Rustâk. C.) Köyler, çiftlikler.
Resd
Eşyaları birbiri üstüne yığmak.
Resed
f. Lâyık, şâyan, şâyeste.
Resel
(C.: Ersâl) Deve ve koyun sürüsü. Topluluk, cemaat.
Resem
Atın üst dudağında olan beyazlık.
Resen
(C.: Ersân) Atı veya davarı ip ile bağlamak. * İp, halat, urgan.
Re'sen
Kendi başına, bizzat. * Kimseye danışmadan. Müstakil olarak. * Doğrudan doğruya.
rêsen
kendi başına.
Resenbaz
f. İple oynayan. İp cambazı.
Resenbend
f. Halat atmış, halatla bağlı.
Resf (resfân)
Ayağı köstekli gibi yürümek.
Resh
Bir şeyin, yerin sabit olması.
Resibe
(C.: Rasibât) Dizlerde ve mafsallarda olan hastalık.
Reside
f. Erişmiş, ulaşmış, yetişmiş.
Reside-i hitâm
Sona ermiş, hitâm bulmuş, bitmiş.
Resif
Su yüzüne kadar gelen sıralanmış kayalar.
Resil
(C.: Rüsül - Rüselâ) Elçi.
Resim
Bir çeşit deve yürüyüşü.
Resis
Yaralı, mecruh. * Köhne, eski. Eskimiş, yıpranmış.
2474
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Resiyy
Hayır veya şerde musırrâne direnen. * Çatıyı ayakta tutan direk.
Resl
Kıvırcık olmayan saç.
Resm
(Resim) Yazma, çizme, desen. * Eser, iz, nişan, alâmet. * Suret. * Tertib. Tarz, üslub. * Fotoğraf resmi. * Âdet, usul, tavır, davranış. * Alay, merâsim. * Man: Bir şeyi başkalarından ayırdeden tarif.
resm
resim.
Resmen
Devlet namına, resmî olarak, devlet tarafından. * Kat'i olarak anlaşıldığına göre. * İsteye isteye. Bile bile. * Görünüşte, âdet yerini bulsun diye. Nezaket icabı olarak.
Resm-i geçit
Askerî bir kıt'anın yahut bir mektebin talebelerinin gösteri mahiyetinde geçişi. Geçit resmi.
Resm-i gümrük
Gümrük vergisi.
Resm-i kadim
Eski usûl.
Resm-i küşad
"Yeni yapılan mekteb, fabrika, kışla, hükümet konağı, demiryolu vs. gibi şeylerin umuma açılışı yerinde kullanılan bir tâbirdir. Yeni tabirde "" Açılış töreni"" demektir."
Resmî
Devlet adına veya devlet tarafından. * Ciddi. Çok sert. * Resme, yazıya, çizgiye ait. Resme dair.
resmigeçit
özel günlerde yapılan geçit töreni.
resmiküşâd
açılış töreni.
Resmiyât
Resmî olan işler.
resmiyet
resmîlik.
Resmiyet
Resmîlik. Resmî olmaklık.
Ress
Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu. * Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı. * Maden. * Dere. * İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek.
2475
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ressam
Resim yapan, resim çizen.
Resse
Avcıların gizleneceği yer. * Hastalığın başkasına bulaşması.
Reste
(C.: Restegân) f. Kurtulmuş.
Restegân
(Reste. C.) f. Kurtulmuş olanlar.Restgâr : f. Kurtulan.
Restgârî
f. Kurtulma, necat.
Restorasyon
Fr. Tarihî eserlerin aslına uygun tarzda tamiri.
resûl
yeni bir kitapla gönderilen peygamber.
Resûliekrem
" ""en kerim peygamber"" mânâsında Peygamberimiz."
Resûlullah
Allahın resulü, Peygamberimiz.
Re's-ül mal
Ana para, sermâye, kapital. * İnsan ömrü, hayat.
Resül
Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmiş olan zât. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettirirse, ona Nebi denir. * Haberci. * Huk: Tasarrufta hakkı olmaksızın, birisinin sözünü olduğu gibi bir başkasına bildiren kimse. * Elçi.
Resül-i ekrem (a.s.m.) (Bak: Muhammed (A.S.M.) rêsülmal
sermaye, ana para.
Resülullah
Allah'ın (C.C.) gönderdiği Peygamber. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
Resül-ül melâhim
Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Cenk ve muharebe ile de vazifeli olduğundan ümmeti ve kendisi din için, dinin ihyası uğrunda büyük muharebelere mükellef olduğundan bu isim ile de yâd edilmiştir.
Resül-ür rahat
"Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Kendisine tâbi olup onun getirdiği hakikatları tasdik ve iman ile insanlar büyük nimetlere ve
2476
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rahatlara mazhar olduklarından kendisine bu isim verilmiştir. Ve kendisi buyurmuştur ki: ""Ben dinin doğruluğu ve kolaylığı için peygamber gönderildim."" ... İnsanlara en büyük selâmeti ve rahatı bahş eden Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) getirdiği İlâhî hakikatlar, beşeriyeti Cemalullâh'a ulaştırır ve en büyük rahata kavuşturur. (D.H.)" Resül-ür rahmet
Peygamberimize (A.S.M.) verilen bir isim. Çünkü bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmeten lil-âlemîn'dir.
Resve
(C.: Rasa) Kadınların kollarına boncuktan veya inciden yaptıkları kolbağı.
Resy
Sâbit olmak, devamlı olmak.
Resye
Romatizma.
Reşa'
Yürüyebilen geyik yavrusu.
reşad
doğru yolda olma.
Reşad
Hak yolda yürümek. Doğru yolda olmak. Doğru yolu bulup ondan sapmamak. * Aklın kuvvetli olması.
reşadetpenah
doğru sığınak.
Reşad-penah
Reşada sebep olan. Kurtuluşa sebep.
Reşahat
(Reşehât) (Reşha. C.) Reşhalar. Sızıntılar, serpintiler.
reşahat
sızıntılar.
Reşahat-i ihtiyar
İstekle yapılma alâmetleri. İhtiyar sızıntısı, yâni bir irade ve tercih ile yapıldığını gösteren alâmetler.
Reşahat-i kalem
Kalem sızıntısı, kalemden dökülen fikirler, yazılar.
Reşak
Helâk etmek. * Atmak.
Reşakat
Bel inceliği. * Davranma ve kımıldanıştaki incelik ve hoşluk.
Reşaş
(Reşâşe) Serpinti ve toz gibi ince yağmur.
2477
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Reşaşat
Su sızıntıları, serpintiler.
Reşaşet
Su serpintisi. * Emmek, emerek içmek.
Reşat
(Bak: Reşad)
Reşed
Hayır. Rahmet. Hidayet.
Reşehat
(Reşha. C.) Reşhalar, damlalar, sızıntılar.
Reşem
İlk evvel çıkan ot.
Reşen
Tar: Yeniçeri maaşlarının üçüncü üç aylığı.
Reşf
Suyu dudakları ile emmek, emerek içmek.
Reşh
Sızma, terleme, sızıntı.
Reşha
Damla, katre. Sızıntı, ter, rutubet, yaşlık.
reşha
sızıntı.
Reşhapâş
f. Damla saçan.
Reşhariz
f. Damla döken.
Reşhayâb
f. Sızıntı bulmuş.
reşid
hak yolda giden, ergin, olgun.
Reşid(e)
Doğru yolda giden, hak yolunda olan. * Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun. * Büluğ çağına girmiş kimse. * Doğru yola sevkeden, hayra delâlet eden. * Fık: Malını muhafaza hususunda aklı eren, istediği gibi meşru yolda sarfedebilen kimse.
Reşidiyye
Reşid olanla ilgili. * Şeker ve nişasta ile yapılan bir çeşit tatlı.
Reşih
Ter.
Reşik
Boyu, endamı lâtif ve güzel olan.
Reşk
Kıskanma. Kıskanmayı uyandıran. Kıskanılmış. Hased ve gıpta veren.
Reşk-âver
f. Hasede düşüren, kıskanmayı uyandıran.
Reşk-endâz
f. İmrendirici, gıpta ettirici. Kıskandırıcı.
Reşk-i âlem
Herkesi kıskandıracak kadar üstün durumda olan.
2478
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Reşkin
f. Kıskanç. Kıskanan. Hased eden. Hâsid.
Reşk-saz
f. Gıpta ettiren, imrendiren.
Reşn (rüşün)
Köpeğin, başını kaba sokması.
Reşraş
Kavak ağacı. * Su veya yağ damlayan kebap. * Su saçmak.
Reşreş
Yumuşak döş kemiği.
Reşş
Serpmek, püskürtmek. * Serpinti, serpintili yağmur, çisilti.
Reşv
Rüşvet almak.
Ret'
(Rita' - Rütu') Yemek, içmek. Bolluk içinde dilediğini yiyip içmek. * Oynamak.
Retaim
(Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.
Retc
Kapıyı sürgülemek. Kapının kilitlenmesi.
Reteb
Zahmet. Şiddet. * Şehadet parmağı ile orta parmak arası.
Retec
(Ritâc) Büyük kapı.
Reted
Defne ağacının yaprağı.
Reteh
Bündük-i Hindî denilen yuvarlak taş.
Retel
Muntazam, hoş. Gönül çeken.
Reteme
(C.: Ratem) Bir ağaç cinsi.
Retime
(C.: Retaim) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplik.
Retk (retkân)
Adımların birbirine yakın olması. * Deve kuşunun sür'atle gitmesi.
Retk ü fetk
Noksanları düzelterek idare etme. * Ayırmak ve bitiştirmek. * İyi idare etme.
Retk
Yırtığı onarmak, yarığı düzeltmek, bitiştirmek.
Retl
(Diş) seyrek olmak. * Bir şeyi okurken her kelimenin arasını ayırıp açıklamak.
Retm
Kırmak.
Retn
Karıştırmak.
2479
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rett
şerif, seyyid.
Retv
Kuyudan kova çekmek.
Retve
Adım. Hatve.
Reum
Yavrusunu seven deve. * Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun.
Rev
"f. (Reften mastarının emir kökü) ""Giden, yürüyen"" mânasında olup birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Piş-rev $ : Önde giden."
Rev'
Korku, halecan. Ürkmek. * Nefsanî hareket.
Reva
f. Lâyık, uygun. Meydana gelmek. * Gidici.
Rev'a
Korkak kadın. * Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' : Tatlı.
revâ
uygun, lâyık.
Revabıt
(Rabıta. C.) Râbıtalar, bağlılıklar. Münasebetler. * Düzenler, sıralar, tertibler.
revâbıt
rabıtalar, bağlılıklar.
revac
geçerlik, değer, sürüm.
Revac
Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.
Revacdâr
f. Sürümlü ve revâcda olan mal.
Revadaşte
f. Uygun bulmuş.
Revah
Öğleden akşama kadar olan vakit. * Bir şeyin tahsilinden dolayı gelen sürur ve şâdlık, neş'e.
Revahi
(Râhiye. C.) Bal arıları.
Revahil
(Râhile. C.) Yük hayvanları.
Revaid
Göçebe topluluk.
Revaih
(Bak: Revâyih)
2480
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Revak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Rivak) Ev önündeki saçak. * Kemer. Kubbe. Çardak. Önü açık, üstü örtülü yer.
revak
sundurma, çardak.
Revak-ı uhreviye
Âhirete açılan yer, mezar. * Cennet bahçesi. Âhiretin mukaddemesi.
Revakid
(Râkid. C.) Durgun olanlar.
Revak-ül ayn
Kaş.
Revalver
(Bak: Rovelver)
Revan
f. Giden, akıcı. * Derhal. * Ruh, can. Nefs-i nâtıka. * Edb: Su gibi akıp giden güzel söz.
revan
giden, akan.
Revan-bahş(a)
f. Canlandırıcı, can bağışlayıcı.
Revane
f. Yürüyen, giden.
Revan-ı tabiat
Âlemin canlılığı, akıcılığı, hareketli oluşu.
Revani
f. Değerli, rağbetli revaçlı. * Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi.
Revani-füruş
f. Revanici. Revani satan.
Revasi
(Râsiye. C.) Büyük dağlar.
Revasib
(Rüsub. C.) Tortular.
Revasib-i remliye
Kum tortuları.
Revasim
Akarsu.
Revasir
(Reysar. C.) Reçeller.
revâtib
vazifeler, maaşlar.
Revatib
Vazifeler, maaşlar. * Farz namazından önce kılınan müekked sünnetler.
Revayih
(Revâih) Râyihalar, güzel kokular. (Aslı: Revâih)
revâyih
rayihalar, kokular.
2481
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Revazin
(Revzen. C.) f. Pencereler.
Revb (rub)
Sütün yoğurt olması.
Revban
(C.: Rübâ) Sütün yoğurt olması. * Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar.
Revc
(Revac) Geçmek. * Rüzgârın karışık esmesiyle ne taraftan geldiği belli olmaması.
Revende
f. Giden, gidici. * Çok yürüyen.
Revendegân
(Revende. C.) f. Yürüyenler, gidenler.
Revg
Talep etmek, istemek. * Yönelmek, eğilmek, meyletmek.
Revgan
f. Yağ. * Hafif hafif esen rüzgârın verdiği serinlik, rahatlık. * Üstü yağ gibi kayan parlak nesne. * Parlak deri.
Revgandân
f. Yağ kandili.
Revgan-ı zeyt
Zeytinyağı.
Revgani
f. Revani tatlısı.
Revh u reyhan
Rahat ve rızık, bolluk ve hoşluk.
revh
rahat.
Revh(a)
İç açıklığı. Rahat. * Rahmet. * Hafif esen rüzgârın verdiği tatlılık, canlılık. (Bak: Ravh)
Revhanî
İyi ve pâk olan, ferahlık veren yer.
Revhaniyet
Gönül açıcılık, güzel görünüşlülük.
Revhat
Öğlen vaktinden akşama kadar gitmek.
Revhullah
(Bak: Ravhullah)
Revir
Alm. Okul, kışla gibi yerlerde ufak hastalıkları olanların yatırıldıkları hasta odası, ilk bakım yeri. * Bölge, mıntıka.
Reviş
f. Gidiş, hal, tavır. * Tutum, yol.
Reviy
Edb: Kafiye olan kelimenin son harfi. Şiirde kafiye harfi.
2482
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Reviyyet
(C.: Reviyyât) Bir işin her cihetini iyice düşünme.
Revk
(C.: Ervâk) Perde, hicâb. * Boynuz. * Ev önü. * Saf, hâlis, katıksız.
Revk-uş şebab
Gençlik başlangıcı.
Revm
Maksad. Taleb, istek. * Tevcidde: Sükûndan ayırd edilmeyecek derecede olan belirsiz hareke.
Revnak
f. Zinet. Parlaklık. Göz alıcılık, güzellik. Safa, taravet.
revnak
parlaklık, tazelik, süs.
Revnak-bahş
f. Güzellik, tazelik ve parlaklık veren.
Revnak-dâr
f. Parlak, lâtif, güzel, hoş.
revnakdâr
parlak, taze, hoş.
Revnak-efza
f. Bir şeyin parlaklığını artıran. Güzelleştiren.
Revnak-ı bahar
Baharın güzellik ve tazeliği.
Revnak-ı cemal
Yüzün güzellik ve parlaklığı.
Revnak-nüma
f. Tâzelik, güzellik ve parlaklık gösteren.
Revnüma
(Ru-nüma) f. Zuhur eden, kendini gösteren. * Yüz görümlüğü.
Revs
Sabit olmak.
Revse
Pislik. * Fışkı, tezek.
Revv
Çift, karı-koca, zevc.
Revy
(Davar) Suya kanmak.
Revz
Sınamak, denemek, tecrübe.
Revzat
(C.: Ravz-Ravzât-Riyaz-Rizât) Çayırlı, çimenli ve sulu yer. * Bostan.
Revzeke
(C.: Revâzik) Küçük kuzu ve oğlak.
Revzen
(C.: Revâzin) Pencere.
Revzene
(C.: Revâzin) Pencere.
Revzen-i mahlu
İndirilmiş pencere.
Rey'
Arpa, buğday, tahıl. * Rücu', geri dönme, avdet. * Ziyade, çok.
2483
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Re'y
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Görüş, görmek, rey. Hüküm ve itikad. Kıyas etmek. Bir iş hakkında söylenen söz, fikir.
rey
oy, görüş, fikir.
Reyah
(Râh. C.) şaraplar. * Gökçek kokulu küçük bir kuyu.
Reyb
(Bak: Rayb)
Reyc
Akça, para, pul. * Örtülmüş ve kilitlenmiş olan büyük kuyu.
Reyde
(C.: Ruyud) Dağın sivri ve yumru tarafı. * Yavaş ve yumuşak esen rüzgâr.
Reyean
Artma, çoğalma, ziyâdeleşme, bereketlenme. * Her şeyin evveli, tazelik zamanı.
Reyean-ı şebab
Gençlik çağı.
reyhan
güzel bir koku, hoş kokulu bir bitki.
Reyhan
Hoş güzel koku. * Rızık ve maişet, rahmet. * Ekin yaprağı. * Fesleğen denilen kokulu bir ot.
Reyhanî
Fesleğen gibi ince nakışlı. * Divanî hat da denilen bir yazı tarzı.
Reyhekan
Za'feran.
Re'y-i âm
Umumun re'yi, ekseriyetin fikri. Umumun görüşü.
Re'y-i sâlim
Doğru fikir ve düşünce.
Reyk
Her nesnenin evveli ve efdali, iyisi.
Reym
Alçak yer. * Kabir. * Derece. * Deveyi boğazlayıp taksim ettikten sonra kalan kemik. * Ziyâde çok, fazla.
Reyn
Leke, kir, pas. * Gönül karası, kalb katılığı, günahın artması. * Uyku, mestlik galebe etmek. * Çıkması mümkün olmayan şey.
Reys
Eğlenmek, eğlendirmek.
Reyş
Ok yeleklemek.
Reyta
(C.: Riyat-Riyâtâ) Car denilen örtü.
2484
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Re'y-ül ayn
Kendi gözüyle görerek.
Reyya
Güzel koku.
Reyyan
(C.: Rivâ) Suya kanmış, sudan doymuş. * Sarhoş.
reyyan
suya kanmış, tatmin olmuş.
Reyye
Çokluk, fazlalık, kesret.
Rez
f. Bağ kütüğü, asma.
rez
üzüm, asma.
Reza'
(Bak: Reda')
Rezaat
Süt emme.
Rezag
Sıvı balçık. * İnce çamur.
Rezahat
Yorulmak. * Hali yaramaz, vaziyeti kötü olmak.
Rezail
(Rezile. C.) Utanılacak çok fena işler, alçakça hareketler.
rezâil
rezillikler, utanılacak şeyler.
Rezalet
Utanç verici şey. Utanılacak hal. * Alçaklık, rezillik. * Maskaralık. * Arsızlık.
rezâlet
utanılacak hâl ve iş.
Rezan
Ağır, ciddi, vakarlı, ağırbaşlı ve temkinli kimse.
Rezanet
Ağırbaşlılık, vakarlılık, temkinlilik, ciddilik.
Rezaya
(Rezie. C.) Musibetler, belâlar.
Rezayil
(Rezile. C.) Çörçöp. * Faydasız ve asılsız nesne.
Rezaz
Zayıf yağan yağmur.
Rezban
f. Bağ bekçisi, bağcı.
Rezeme
(C.: Ruzum) Devenin ağzını açmadan boğazından çıkan ses.
Rezen
(C.: Revâzin) İçeri çukurca olup su toplanabilen yüksek ve sağlam yer.
Rezie
(C.: Rezâyâ) Musibet, felâket, belâ.
2485
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rezil ü rüsva
Kusur ve ayıpları meydana çıkarılmış, kepâze olmuş olan.
Rezil
Alçak, adi, utanmaz, hayâsız, soysuz.
rezil
utanmaz, alçak.
Rezile
(C.: Rezâil) Fenâ ve kötü huy.
rezilürüsva
ayıpları meydana çıkmakla alçalıp kötü hâle düşmek.
Rezim
Arslan kükremesi.
Rezin
Vakarlı, temkinli, ağır başlı, sağlam.
Reziz
Elbise boyamada kullanılan bir ot cinsi.
Rezm
Akmak, seyelân.
Rezmgâh
f. Savaş meydanı, muhârebe sahası.
Rezmî
f. Savaşla ilgili.
Rezmyuz
f. Savaşçı, kavgacı, muhârib.
Rezn
Koparmak.
Rezz
Bir şeyi yere batırmak. * Çekirgenin, kuyruğunu yere batırıp yumurtasını dökmesi.
Rezzak
bütün yaratıkların rızkını veren, Allah.
Rezzakane
rızık verircesine.
Rezzakıyet
Allahın rızık vermesi.
Rezzakiyet
Her mahluka münasib rızkını verici olmak.
Rezzaz
Pirinç satan. Pirinç satıcı.
Rezze
İçine kilit sokulan kapı razzesi.
Rı
Kur'an alfabesinin onuncu harfi olup, ebcedî değeri 200'dür.
Rıas
Tâç.
Rıbh
(Bak: Ribh)
rıbh
kâr, kazanç.
Rıbka
(C.: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip.
2486
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rıd'
Yardımcı, muavin. * Gözleyici.
Rıda'
(Bak: Red'a)
Rıddidî
Reddetmek.
Rıddis
(Mübalağa ile) Taş atan.
Rı'de
Titremek, hareket etmek.
Rıdfe
(C.: Ruzuf) Diş aşığı kemiği.
Rıdvan
Memnunluk, razılık, hoşnudluk. * Cennet'in kapıcısı olan büyük melek.
rıdvan
memnunluk.
Rıdvanullahi aleyh
"""Allah ondan razı olsun"" meâlinde dua."
rıfk
yumuşaklık, tatlılık.
Rıfk
Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket. (Zıddı: unf)
Rıfkî
(Rıfkıye) Yumuşaklıkla, tatlılıkla ilgili.
Rıhal
Büyük halı.
Rıhlet
(Bak: Rihlet)
rıhlet
yolculuk, göç.
Rıhtım
f. Gemilerin yanaşmalarına müsait şekle getirilmiş kıyı.
Rıhv (rahv)
Yumuşak.
Rıhvet
Gevşek ve sölpük olma. Rahavet.
Rıka
Darbolunmuş dirhem.
Rık'a
Kur'an-ı Kerim'in harfleri ile bir yazı çeşidi.
Rıkak
Yer yarığı.
Rıkk
(C.: Erkâ) Kul, abd. * Kulluk, esirlik, kölelik, ubudiyet. * Yufka nesne.
Rıkkıyyet
Kölelik, kulluk.
Rışk
Atılan ok.
2487
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rıtane
Arap lisanından başka dille konuşmak.
Rıtl
(Bak: Ratl)
Rı've
Depretmek.
Rıyy
Suya kanmak. * Beni Amir vilâyetinde bir dağın adı.
Rıza
Memnunluk, hoşluk, razı olmak. * İstek, arzu. Kendi isteği.
rızâ
memnunluk, hoşnutluk.
Rıza-cu
f. Allah'ın rızasını arayan. Razı etmeyi gaye edinen.
Rıza-dâde
f. Razı olmuş, kabul etmiş.
rızâdâde
hoşnut olmuş.
Rızaen
Razı olarak.
Rızaen-lillâh
Allah rızası için.
rızâenlillah
Allah rızası için.
Rızam
Büyük kaya parçası.
Rıza-yı bâri
Allah'ın rızası.
Rıza-yı ilâhî
"Allah'ın kulundan memnun olması. Her hangi bir hareketinde mü'minin en yüksek derecesi.(Rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in'ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür. Yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez. M.)"
Rıza-yı tarafeyn
İki tarafın isteği.
rızık
Allahın ihsanı olan maddî ve mânevî nimetler.
Rızk
"Yiyip içecek şey. Maddi mânevi ihtiyaca lâzım nimet. Allah'ın herkese lütuf ve kısmet ettiği ve bekaya sebeb olan nimet.(Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i
2488
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kat'i; iktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dik-ı mâişeti; hem, zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zaifliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkusen mütenasiptir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtelâ olur. S.)(Rızk ise; hayattan sonra ni'metlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cem'iyetli bir mâdeni olmasından, suret-i zâhirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Tâ her vakit Rezzak-ı Kerim'in dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızk istemek kapısı kapanmasın. Yoksa muayyen olsa idi, mâhiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirane, minnetdarane ricalar, dualar, belki mütezellilâne ubudiyet kapıları kapanırdı. Ş.)( $ sarahatiyle; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünki şu âyet taahhüd ediyor. Evet, rızk ikidir:Biri hakiki rızktır ki, onunla yaşıyacak. Bu âyetin hükmü ile o rızk, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, su-i istimâlât ile hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsiyle tiryaki olup, terkedemiyor. İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. R.N.)" rızk
maddî ve mânevî nimetler.
rızkıfıtrî
yaşamak için gereken normal rızık.
rızkımecazî
alışkanlık sebebiyle ihtiyaç hâline gelen anormal rızık.
Rızvan
(Bak: Rıdvan)
2489
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ria
Yüksek yer.
Riat
(Rie. C.) Akciğerler.
Riayet
İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. * Uymak, tâbi olmak. * Otlamak veya otlatmak. * Hıfzetmek, korumak.
riayet
uyma, uygunluk.
Riayeten
Saygı ve hürmet göstererek. Sayarak. Hürmet ederek. * Tâbi olarak.
Riayetkâr
f. Hürmetkâr, itaatkâr. Sevgi ve saygı gösteren.
riayetkâr
riayet eden, uyan.
Rib'
Sıtmanın bir gün tutup iki gün tutmaması ve dördüncü gün yine tutması.
Riba
Bahar evleri, çadırlar. Arazi. * Yaz yağmurları.
ribâ
faiz, haram para.
Ribab
Arap kabilelerinden Zubeh, Sevr, Akl, Teym ve Ady denilen beş kabilenin adı.
Ribabe
Ahd, söz, yemin, misak.
Ribac
Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı.
Ribah
(Ribh. C.) Kazançlar, kârlar, ticaretten elde edilen kârlar.
Riba-har
f. Faizle para işleten, tefeci.
Riba-i fazl
"Tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında fazlasıyla satılması. Meselâ: Bir kilo buğdayı aynı cins bir kilo yüz gramla değiştirmek gibi.(Beşerin hayat-ı içtimaiyesinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir. Birisi: ""Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne..."" İkincisi: ""Sen çalış, ben yiyeyim.."" Bu iki kelimeyi de idame eden; cereyan-ı riba ve terk-i zekâttır. Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki; o da vücub-u zekâttır. İkinci kelimenin devası hürmet-i ribadır.
2490
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Adalet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya: ""Yasaktır, girmeğe hakkın yoktur"" der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müdhişini yemeden dinlemeli. M.)(Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef'i, beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâm'a zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşerin refahı nazara alınmaz, zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir. M.)" Ri'bal
(Ri'bân) Arslan.
Ribat
(C.: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke. * Bağ, ip. * Sağlam yapı.
Ribatet
Kalb kuvveti. * Tahammül, sabır. * Kalbi sağlam olma.
Ribatî
Hancı, odacı.
Ribbî
(C.: Ribbiyyun) Büyük kalabalık.
Ribbiyyun
(Rabb. dan) Âlimler, fakihler. * Büyük topluluk.
Ri'be
(C.: Riâb) Sihir.
Ribet
(C.: Riyeb) şüphelilik. şüpheye düşme.
Ribh
Kâr, kazanç. * Fâiz.
ribh
kazanç.
Ribhale
Azası büyük olan, organları iri olan.
Ribh-i ticarî
Ticaret kazancı.
Ribka
Kement. Kement bağı. İlmekli ip.
Ribze
Deveye katran sürmede kullanılan yün parçası.
rica
ümid etme, isteme.
Rica
Yalvarmak, niyaz eylemek. * Canib. Taraf. (Bak: Recâ)
ricakârâne
rica edercesine.
2491
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Rical
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Recül. C.) Erkekler, er kişiler. * Mevki sahibi kimseler, devlet adamları. * Yaya olanlar.
ricâl
erkekler.
ricâlen
erkek olarak.
Ricalen
Yaya olarak. Yayan. * Erkek olarak.
Rical-i devlet
Devlet adamları, devletin ileri gelenleri. Devlet ricali.
Rical-i gayb
Her devirde bulunan ve herkesçe görülmeyen ve bilinmeyen ve Allah'ın (C.C.) emirlerine göre çalışan mübârek, büyük zatlar. Ricâlullâh.
Ricalullah
Mânevi kudret ve kuvvet sahipleri olan evliya. (Bak: Ebdal)
Ricam
Büyük taş.
Ricaname
f. Bir iş için yazılan rica mektubu.
ricânâme
rica yazısı, ümit ifade eden yazı.
Ric'at
Geri dönme, çekilme, kaçma, vazgeçme.
ricat
geri dönme, kaçma.
Ric'î
Geri dönmeye ait ve mensub. * Üç talakla boşanmamış kadın. Tekrar kocasına dönmesi mümkün olan. Buna talak-ı ric'î denir.
Ricl
Ayak, kadem.
Ricle
Semizlik otu.
Ricl-ül bahr
Körfez.
Rics
Dinin haram kıldığı şey. Günah, pislik, murdarlık.
Ricz
Azab, vesvese. * Maddi ve mânevi pislik. * Puta tapma.
Riçal
f. Reçel.
Riçar
f. Reçel.
Rida
Örtü, belden yukarı örtülen şey, çar ve şal. * Akıl. İlim. Seha. * Zinet. Parlaklık veren şey. * Hırka.
2492
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ridâ
örtü.
Ridas
Taş atmak.
Rida-yı memat
Ölüm örtüsü.
Riddet
İslâm dininden dönme. İrtidad. * Doğumdan evvel davarın memesinin süt ile dolu olması.
Ridf
(C.: Erdâf) Arka.
Ridfan
Gece ve gündüz.
Rie (re')
Akciğer.
Rieteyn
İki akciğer.
Rif
(C.: Eryâf) Mâmur, bayındır yer. * Ekini bol ve ucuz olan yer.
Rifa'
Ekini tarladan getirip harman yerine ilettikleri vakit.
Rifade
Yara üstüne sarılan bez. * Ziyâfet.
Rifas
Ayakla vurmak, tepmek.
rifât
yükseklik.
Rif'at
Yükseklik. Yüksek ve büyük rütbe sahibi olmak, âlişan olmak.
Rifd
(C.: Erfâd - Rufud) Atâ, hediye, bahşiş. * Yardım, muavenet.
Rig
f. Kum. * Toz.
Rih
Rüzgar, yel. * Sızı, romatizma. * Mc: Galebe, kuvvet. Rahmet. * Devlet. Hoş ve iyi şey. * Koku.
Rihal
(Rahl. C.) Deve palanları.
Rihale
At semeri, eyer.
Rihat
Kayış yapımında kullanılan deri.
rîhireyhan
hoş kokulu rüzgâr.
Rihlet
Geçmek. Göç etmek, göçmek. Ölmek.
Rihme
(C.: Ruhum-Rihâm) Yağmur çisintisi.
Rihs
(C.: Revâhıs) Alçak duvar.
2493
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rihte
f. Dökülmüş, akıtılmış.
Rihte-ger
(C.: Rihte-gerân) Dökmeci.
Rihve
(Ruhve) Rehâvetli, gevşek. * Tecvidde: Harf sükun ile söylenirken sesin akması hâli.
Rihve-i mechure harfleri
Dad, zı, zel, gayın, ze, vav, yâ, elif.
Rihve-i mehmuse harfleri
"""Fe, ha, se, he, şın, hı, sad, sin"" Bu harflerde sesin kemâli ile
nefes birlikte akar. Rehavet ve hems sıfatı, zayıf sıfatlardır, bunun için rehavet sesin kâmilen akmasını, hems de nefesin kâmilen akmasını icabettirir." Rik
Salya. Ağız suyu.
Rikab
(Rakabe. C.) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler. * Boyun, ense kökü.
Rikâb
Özengi. * Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı.
Rikâbdar
Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.
Rikâbî
Binici, binen.
Rikase
Davar bağlanan yer.
Rikaz
Yer altında bulunan madenler. * Câhiliyet zamanından kalmış gömülü mal.
Rikbe
"(C.: Rikeb-Rekebât) Diz. (Diz, insanın ayaklarında olur; dört ayaklının ön ayaklarında olur.)"
Rikk
Kulluk, ubudiyet. * Ist: Esir olmuş, hürriyetini kaybetmiş olan ehl-i harb. * Yufka, yumuşak nesne.
Rikkat
Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık.
rikkat
acıma, yumuşaklık, yufka yüreklilik, kalb inceliği.
Rikkat-âmiz
Acıma veren, kalbe hüzün verecek olan, acındıran.
2494
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rikkat-âver
f. Acıma ve merhamet uyandıran.
Rikkat-engiz
f. Acıklı.
Rikkat-i cinsiye
Cinsi şefkat. İnsanın kendi cinsinden olana acıması.
Rikkat-i kalb
Kalb rikkati, kalb yufkalığı.
Rikkat-yâb
f. Acıyan, merhamet eden.
Riks
Adam topluluğu. * Pis, necis.
Rikz
Gizli söz.
Rim
(C.: Arâyim) Beyaz geyik.
Rima
Atmak. * Atışmak. * Bırakmak.
Rimah
(Rumh. C.) Mızraklar, kargılar, süngüler.
Rimaha (remuh)
Tepici davar, tepen davar.
Rimahat
Mızrakçılık sanatı.
Rimak
Nifak, ayrılık. * Darlık.
Rimal
(Reml. C.) Kumlar.
Ri'mam
Sevmek.
Riman
Eğilip meyletmek.
Rimayet
Ok, gülle, kurşun gibi şeyleri atmada mâhir olma. Atıcılık.
Rimdida'
Gül.
Rime
f. Çapak.
Rime-i çeşm
Göz çapağı.
Rimm
(Rimme) Çürümüş kemik. Kemik çürümesi. * Yer. * Çok mal.
Rimme
(C.: Rimem-Rimâm) Çürümüş kemik.
Rimnak
f. Murdar, pis. * İrinli.
Rims
Devenin yediği otlardan ekşi cins bir ot. * Islah etmek, düzeltmek.
rind
aldırışsız, kalender.
2495
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Rind
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. * Laübali meşreb feylesof. * Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse.
Rindân
f. Kalenderlik. * Rindler.
Rindî
f. Kalenderlik, rindlik, aldırışsızlık.
Rir
Fâsid, bozuk, yaramaz.
Ris
f. Öfke, gazab, gayz.
Risail
(Bak: Resail)
risale
küçük kitap, mektup.
Risale
Mektub. * Bir ilme dair yazılmış küçük kitap. * Haber göndermek. * Elçinin götürdüğü mektub, name. * Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.
Risale-i Nur
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin îman ve islâmiyet hakikatlarını izah ve ispat eden çok değerli kitaplarının umumî adı.
Risale-i nur
f. Nurun Risalesi. Kur'an'dan alınan âyetlerin tefsiri ile tahkikî iman dersi veren kitap. Büyük mücahid Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri.(Risale-i Nur'un vazifesi:... Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla, gayet kat'i ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur'ana hizmet etmektir. Ş.)
Risalet
Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. * Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik. * Elçilik.
risalet
resullük, peygamberlik.
Risalet-penah
Risaletin kendine istinad ettiği Hazret-i Muhammed (A.S.M.). (Risalet-meab da denir)
2496
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Risaletpenahi
peygamberlik kendisinde noktalanan Peygamberimiz.
Risalet-ün nur
Risale-i Nur tabirinin Arapçası. (Bak: Risale-i Nur)
Risar
(C.: Ravâsır) Reçel. * Turşu.
Risde
İnsan cemaatı, insan topluluğu.
Rise
Miras yemek.
Risl
Vakar, ciddiyet, sekinet. * Sabır.
Rism
Kırmak. * Bulaştırmak.
Risman
f. İp, halat.
Risman-bâz
f. İp oynayan. * Mc: Cambaz.
Riş (riyâş)
Çok pahalı elbise.
Riş
f. Yara. * Yaralı. * Tüy. Kıl. Kuş kanadı. * Sakal.
riş
kabuk, yara.
Rişa'
"(C.: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan. * Menazil-i Kamer'den ""Balık karnı"" dedikleri menzilin adı."
Rişa
(Rişvet. C.) Rüşvetler.
Rişaş(e)
Döküntü, serpinti.
Rişbüz
f. Keçi sakalı gibi sivri olan sakal.
Rişdar
f. Sakallı.
Rişdet
Doğruluk, dürüstlük. Temizlik.
Rişe
Saçak, püskül.
Rişe-gir
f. Kökleşmiş, kök tutmuş.
Rişhand
f. Bıyık altından gülme. Alay.
Rişsaz
f. Cerrah.
Riştab
f. Kıvırcık saç ve sakal.
Rişte
f. Tel, iplik, hayt.
Rişte-füruş
f. İplik satan. İplikçi.
2497
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rişte-i hürmet
Sevgi, hürmet bağı.
Rişvet
Bir işi yapmak veya bitirmek için haksız yere alınan mal veya para. (Bak: Rüşvet)
Rişvet-hâr
f. Rüşvet yiyen.
Ritam
(Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.
Ritic
Çıkmaz yol. Yasak olan şey. Haram.
Ritl
(Retl) Hoş, lâtif, pâkize şey.
Ritm
(Reythme) Fr. Mısra ve cümlelerdeki ses uygunluğundan gelen iç âhengi. Duygunun ses hâline gelişi. * Müvazeneli ve tenasüblü hareket.
ritm
ahenk.
Ritmik
Ölçülü, âhenkli.
Riv
f. Hile, düzen.
Riva'
(C.: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip.
Riva
(Reyyân. C.) Suya kanmış olanlar.
Rivad
Talep etmek, istemek, arzulamak.
Rivak
(Bak: Revak)
Rivayat
(Rivâyet. C.) Rivayetler.
rivâyât
rivayetler.
Rivayet
"Hikâye edilen hâdise veya söz. * Bir hâdisenin başkalarına anlatılması. * Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması. * Kuyudan halk için su çekmek.(Eğer denilse : Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın her hal ve hareketini kemal-i ihtimam ile Sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mu'cizat-ı azime, neden onyirmi tarik ile geliyor? Yüz tarik ile gelmeli idi. Hem neden Hazret-i
2498
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Enes, Câbir, Ebu Hüreyre'den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?Elcevab: Nasılki insan, bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mes'ele-i şer'iyye, müftüden haber alınır ve hâkezâ.. Öyle de, sahabe içinde, ehadis-i Nebeviyeyi, gelecek asırlara ders vermek için, ulemâ-i sahabeden bir kısım, ona mânen muvazzaf idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet Hazret-i Ebu Hüreyre, bütün hayatını, hadisin hıfzına vermiş; Hazret-i Ömer, siyaset âlemiyle ve hilafet-i kübra ile meşgul imiş. Onun için, ehâdisi, ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zatlara itimad edip; ondan, rivayeti az ederdi. Hem mâdem sıddık, saduk, sâdık ve musaddak bir sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarik ile bir hâdiseyi haber verse; yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bâzı mühim hâdiseler, iki-üç tarik ile geliyor. M.)" rivâyet
hikâye edilen, anlatılan, hadîs nakli.
Rivayet-i sâdıka
Senet ve delillerle sâbit, şüphesiz, doğru rivâyet.
Rivayetkerde
f. Söylenilen. Rivayet edilen.
Ri'y
Hey'et. * Güzel halet, iyi hal. * Güzel elbise.
riyâ
gösteriş, ihlassızlık.
Riya
Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket. (Bak: İhlâs)
Riyad
Ot aramak.
Riyah
(Rih. C.) Rüzgârlar, yeller. * Letaif ve in'amlar. * Mc: Galebe, kuvvet, rahmet, devlet. * Mazarrat.
riyâkâr
gösterişçi.
2499
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Riyakâr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü.
Riyakârâne
f. İkiyüzlülükle. Riyakârlıkla.
riyâkârâne
gösteriş yaparcasına.
riyaset
başkanlık.
Riyaset
Reislik. Bir işi idarede başta bulunmak. Başkanlık.
Riyasetpenah
f. Başkanlık makamında bulunan. Başkanlık eden, başkan olan. Reislik yapan.
Riyaz
(Ravza. C.) Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler.
Riyazat
(Riyazet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak.
riyâzât
riyazetler.
riyâzet
nefsi ıslah için az gıda ile yaşama.
Riyazet
Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. * Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak. * İdman.
Riyazet-i bedeniye
Cimnastik. Bedenî riyazet.
riyâzetkârâne
az gıda ile yaşayıp nefsi terbiye edercesine.
Riyaz-ı cennet
Cennet bahçeleri.
Riyazi
Hesap ve hendeseye dair. Matematiğe dair.
riyazî
matematikle ilgili.
Riyaziyat
Matematik ilmi, hesap-hendese ilmi. Aritmetik-geometri.
riyaziyat
matematik ilmi.
Riyaziyat-ı âliye
Yüksek matematik.
Riyaziye
Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı. * Bir yazı çeşidi.
2500
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
riyaziye
matematik.
Riyaziyyun
(Riyazî. C.) Matematik âlimleri.
Ri'ye
(C.: Riin) Sihir.
Riyeb
(Ribet. C.) Şüpheye düşmeler.
Riz
f. Döken, saçan, akıtan.
Rizam
Kabile, kavim, topluluk.
Rizan
f. Akan, dökülen.
Rize rize
f. Parça parça, ufak ufak.
Rize
f. Döküntü, kırıntı. Ufak parça.
Rizeçin
f. Kırıntı ve döküntü toplayan.
Rizehâr
f. Kırıntı ve döküntü yiyen.
Rizehor
f. Kırıntı, döküntü yiyen.
Riziş
f. Akış, dökülüş.
Rizme
Esvap koyulan bohça.
Rizne
Su toplanacak yer.
Rizz
Gizli ses.
Robot
Fr. Elektrikle veya mekanik yollarla hareket ettirilerek çeşitli işler yaptırılabilen otomatik cihaz.
Rol
Fr. Oyun. Sahnede gösterilen oyun hareketlerinden her bir oyuncuya düşen kısım.
Roman
"Hayalî veya hakiki, kitap halinde yazılmış büyük hikâye. * Eski Roma devletinin diline de Roman denirdi.(Edebsizlenmiş edeb, ""müsekkin hem münevvim"" hakiki fayda vermez. Tek bir ilâcı bulmuş o da romanları imiş.Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez...Hem tiyatro gibi tenasuhvari, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi
2501
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
romanları ile hiç de utanmaz. Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş. Hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış. Dünyaya bir alüfte fistanını giydirmiş. Hüsn-i mücerred tanımaz... Lemaat)" Roman-vâri
f. Roman gibi hayalî olabilen. Hakikatla alâkası olmayan veya az olan.
romanvârî
roman gibi.
Romörk
Fr. Denizde veya karada başka bir vasıta tarafından çekilen motorsuz taşıt.
Rota
Vapur ve gemilerde istikamet yolu. Geminin seyir yolu.
Rovelver
Fr. (Aslı: Revolver-Lüverver) Tabanca. Küçük silâh. Toplu tabanca. Altı patlar denilen, altı mermi alan tabanca.
rovelver
tabanca.
röntgen
ışın, ışın aleti.
Röntgen
Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır. * Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.
Röportaj
Fr. Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı.
Ru (ruy)
f. Yüz, cihet. Sebep. Çehre.
Ru
f. Olan, biten manalarında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hod-ru: Kendiliğinden.
Ru'
Kalb, fuad. Kalbde korku ârız olacak yer. * Zihin ve akıl.
Ruaf
Burun kanaması.
Ruam
Burun suyu, sümük. * Sakağı (mankafa) hastalığı.
Ruama
Çekirge çokluğu.
Ruat
(Râî. C.) Çobanlar.
rub
dörtte bir.
2502
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rub'
Dörtte bir. Bir şeyin dört kısmından bir kısmı.
Rub
f. Süpürge. * Süpürme.
Ru'b
Sütün yoğurt olması.
Ruba
(Bak: Rüba)
Rubah
(Rubeh) f. Tilki. * Mc: Kurnaz, hilekâr.
Rubaî
(Bak: Rübaî)
Rubaî-i mezid
Kendisine harf ilâve edilmiş olan aslı dört harfli mastar.
Rubb
Meyva suyu.
Rubban
Kaptan.
Rubbe
"Gr: Harf-i cerdir, nekre ile beraber olur. Çokluk veya azlığa işaret eder. ""Öylesi var ki"" mânâsındadır."
Rubbema
(Rubbe-mâ) Bâzan, bâzı kere.
Rubehane
f. Kurnazca, tilkicesine.
Rubehî
f. Kurnazlık. Tilkilik.
Ruberah
f. Gitmeğe hazır, yüzü yola doğru.
Ruberu
f. Yüzyüze.
Rubh
Deve yavrusu. * Bir kuşun adı. * İç yağı.
Rub'-ı daire
Dairenin dörtte biri.
Rub'-i meskûn
Dünyanın kara olan dörtte bir kısmı.
Rubu'
(Rub'. C.) Dörtte birler. * Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.
Ru'bub
Zayıf, korkak kişi.
Rububiyet
"Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti. * Artırmak. Ziyade kılmak.(Ey gözleri sağlam ve kalbleri
2503
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kör olmayan insanlar, bakınız! İnsan âleminde iki daire ve iki levha vardır. Birinci daire: Rububiyyet dairesidir. İkinci daire: Ubudiyyet dairesidir. Birinci levha, hüsn-ü san'attır. İkinci levha ise tefekkür ve istihsandır. Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dâiresi bütün kuvvetiyle rububiyyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleri ile hüsn-ü san'at ve nimet levhasına bakıyor. Bu hakikatı gözün ile gördükten sonra rububiyet ve ubudiyyet dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Sâniin makasıdına kemal-i ihlas ile hizmet eden ubudiyet reisinin Sâni' ile azîm bir münasebatı ve kavi bir intisabı ve o intisab ile her iki daire reisleri arasında bir muârefe ve mükâleme ve alış verişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyle ise, bilbedahe tahakkuk etti ki; Ubudiyyet Reisi, Rububiyyetin hâss mahbub ve makbulüdür. M.N.)" Rubûbiyet
ilâhî terbiye, Allahın bütün varlıkları eksik bir hâlden mükemmel bir hâle doğru götürmesi, bu esnada her nevi ihtiyaçlarını vermesi ve onları emrine itaat ettirmesi.
rubûbiyetperver
terbiye etmeyi seven Allah.
Rububiyyet-i mutlaka "Herşeyi kaplayan ve idaresi altına almış olan Allah'ın rububiyeti.(Evet bütün kâinatta hususan zihayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakimâne, rahimâne bir dest-i gaybi tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir Rububiyyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat'îdir. Madem bir Rububiyyet-imutlaka vardır; elbette şirk ve iştirâki kabul etmez. Çünkü, o Rububiyyetin kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve
2504
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kıymetli san'atlarını teşhir ve gizli hünerleri göstermek gibi en mühim maksad ve gayeleri cüz'iyyatta ve zihayatta temerküz ve içtimâ' ettiğinden en cüz'i bir şeye ve en küçük bir zihayata kendi başı ile müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harab eder. Ve zişuurun yüzlerini o gayelerden ve o gâyeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet Rububiyyetin mahiyetine bütün bütün muhâlif ve adavet olduğundan elbette böyle bir Rububiyyet-i mutlaka hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. ş.)" Rubuz
"Koyun, sığır, at, katır ve köpeğin ayaklarını büküp yatması. (Yattıkları yere ""merbaz"" derler)"
Rubz
Her nesnenin ortası. * Bazısı bazısının üzerine sağılmış süt.
Rud
f. Irmak, çay. * Saz teli, saz kirişi. * Kemençe.
Ruda'
Hastalığın insana yine dönmesi. * Gövde ve beden ağrısının her birisi.
Rudaa'
(Radi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler.
Rudab
Ağızdan akan su.
Rud-averd
f. Nehir sularının akarlarken etraftan sürükleyip getirdikleri ağaç, dal gibi şeyler.
Rudbar
f. Irmak kenarı. * Büyük ırmak.
Rudda'
(Râdı. C.) Süt emenler.
Rude
(C.: Rudegân) f. Bağırsak.
Rudha
Perde, setre.
Rudsaz
f. Çalgıcı.
Rufaî
Rufailik diye bilinen bir tarikatı kuran, bu tarikattan olan.
Rufse
Su nöbeti.
Rufud
(Rifd. C.) Bahşişler.
Ruga'
Sada, ses. * Deve, sırtlan ve deve kuşunun bağırması.
2505
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rugba'
Rağbet etmek, istemek, arzulamak.
Rugerdan
f. Yüz döndüren, yüz çeviren.
Rugl
Bir acı ot. * Sünnetsizlik. * Bol olmak, bolluk.
Ruh
"f. Yanak, yüz, çehre. * Arabçada: Efsânevi bir kuş. (Bak: Ruhsâr)RUH : Can, nefes, canlılık. * Öz, hülâsa, en mühim nokta. * His. * Kur'an. * İsa (A.S.). * Cebrail (A.S.). * Korkmak. (Bak: Vicdan)(Ruh, bir kanun-u zivücud-u haricîdir. Bir namus-u zişuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i lâtifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şâyet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse yine lâyemut bir kanun olurdu. H.)(Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun dâima bakidir. Dâima müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine te'sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek baki kalır. İşte madem en âdi ve zaif emrî kanunlar dahi böyle beka ile devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki: Ruh dahi Kur'an'ın nassı ile: $ ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve
2506
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bir namus-u zihayattır ki: Kudret-i Ezeliyye, ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek, nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavânin, dâima veya ağleben baki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'idir, lâyıktır. Çünki: Zivücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavidir, daha ulvidir. Çünki: Zişuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki: Zihayattır. S.)" rûh
can, his, öz.
Ruha
Ferahlık. * Yumuşak rüzgâr.
Ruham
Mermer.
Ruhama
(Rahim. C.) Rahim olanlar.
Ruham-ı hâm
İşlenmemiş mermer.
Ruhamî
Mermerden yapılmış. Mermerle ilgili.
Ruhanî
Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek. * Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.
rûhanî
ruh ile ilgili, görünmez varlık, ruh, melek, cin.
rûhaniyat
ruhanîler.
rûhaniyet
ruh hâli, ölen insanın devam eden ruhî kuvveti.
Ruhaniyyat
"Madde âleminden başka olan ruh âlemleri, ruhaniler. (Bak: Cinn, Melek)(Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat; burçları ile, yıldızları ile; zişuur, zihayat, ziruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zihayat ve o ziruhlara ve o zişuurlara şeriat-ı garra-i Muhammediye
2507
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, ""Melâike ve cânn ve ruhaniyattır"" der, tesmiye eder. Melâikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pek çok ecnas-ı muhtelifeleri vardır. S.)" Ruhaniyyet
Yalnız ruhtan ibaret olan şeyin hali. Ölmüş bir kimsenin devam etmekte olan ruhi kuvveti. * Ruhanilik.
Ruhaniyyun
(Ruhanî. C.) Ruh âlemine mensub olanlar. Âlem-i gayba nüfuz eden çok nuraniyet kazanmış zâtlar.
rûhaniyyûn
ruhlar âleminden olanlar.
Ruhas
(Ruhsat. C.) İzinler, ruhsatlar, müsaadeler.
Ruhasa'
Sıtma teri.
Ruhb
Genişlik, vüs'at.
Ruh-bahş
f. Ruh veren, ruh bahşeden.
Ruhban
"Korkmak, çekinmek, yılmak. * Rahib, Hristiyan din adamı. (Bak: Rehbaniyyet)(Hâsıl-ı kelâm; biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi' oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi, ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette, bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek. Hutbe-i Şâmiye)"
rûhban
Hıristiyan din adamı.
Ruhbaniyet
(Bak: Rehb, Rehbaniyet)
Ruhda'
Sıtma.
Ruh-efza
f. Cana can katan. Canlılık veren. (Ruhfeza da denir)
rûhefzâ
ruhu okşayan.
2508
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rûhen
ruh bakımından, ruhça.
Ruhî
Ruha ait, ruhla ilgili. Ruhça.
rûhî
ruhla ilgili.
Ruhiyat
Ruh ilmi, psikoloji.
rûhiyat
ruh ilmi.
Ruhlet
Göçüp giden kimseler.
Ruhperver
f. Ruha ferahlık ve kuvvet veren.
Ruhs
Ucuzluk. * Hafif pahalı olmak.
Ruhsar (ruh)
Yanak. Çehre. Yüz.
Ruhsat
(C.: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade. * Genişlik. * Kolaylık. * Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisinin malını itlaf etmek de bu kabildendir ki, bu halde bu itlaf hakkında bir ruhsat-ı şer'iyye bulunmuş olur. Bir hâdisede, azîmet ile ruhsat içtima' edince, azîmet tarikını iltizam etmek, bir takva nişanesi sayılır. (Bak: Azîmet)
Ruhsât
(Ruhsat. C.) Ruhsatlar, müsaadeler, izinler.
ruhsat
izin, müsaade.
Ruhsatiyye
San'at veya ticaret için verilen izin kâğıdı.
Ruhsatname
f. İzin kağıdı.
Ruhsatyâb
f. İzin ve müsaade alma.
Ruh-u revan
Ruhun zuhuru. Ruhun ferahlığı. Ruhun akışı.
Ruhud
Etli, besili, şişman, semiz. (Müe: Ruhude)
Ruhul
Binmek için kullanılan deve.
Ruhullah
Allah'ın emriyle meydana gelen. * İsa Aleyhisselâm'ın bir lakabı.
2509
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ruhum
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Esirgemek, korumak, rahmet.
Ruh-ül emin (ruh-ül kudüs) Cebrail Aleyhisselâm'ın iki ayrı ismi. Emin ve mukaddes ruh. * Allah'ın ism-i azamı. * İncil. * Kur'an. Ruhve
(Bak: Rihve)
Ruk'a
(C.: Rıka'-Ruka') Kısa mektub. * Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası. * Dilekçe. * Yama.
Rukaba'
(Rakib. C.) Bekçiler.
Rukad
Uyku, nevm. Uyuma.
Rukak
Yufka ekmeği.
Rukba
"Muntazır olmak, beklemek. * Bir kimseye, ""Ben senden evvel ölürsem bu elbiseler senin olsun, eğer sen evvel ölürsen yine benim olsun"" demek."
Rukde
Uyuma. * Berzah âlemi. (Bak: Rukud)
Rukk
(C.: Rikâk) Yer, arz.
Rukta
Siyah bir maddenin üzerinde yer yer beyaz beneklerin olması.
Rukud
Uyuma, nevm.
Rukum
(Rakam. C.) Rakamlar.
Rukye
(C.: Rukâ) Duâ, efsun.
Rum suresi
Kur'an-ı Kerim'in 30. suresidir. Mekkîdir.
Rum
Anadolu. * Osmanlı Devleti ve Arabistan hârici yerler. * Romalı.
Ru-mal
f. Yer süren.
Rumeli
Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa Kıt'asındaki kısmı.
Rumh
(C.: Rimah-Ermâh) Süngü. Mızrak. Saban kolu. Mc: Fakirlik.
Rumî
bir nevi takvim.
Rumi
Rumelinden olan, Anadolulu olan. * Rum. Türkiye'de yaşayan Yunanlı.
2510
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rumman
Nar. (Bir meyva adı)
Rumus
(Rems. C.) Mezarlar, kabirler.
Rumuz
(Remz. C.) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler.
rumûz
gizli anlamlar.
Rumuzât
(Rumuz. C.) Remizler, işaretler.
rumûzât
remizler, gizli mânâlar.
Ru-nüma
f. Yüz gösteren, meydana çıkan. * Yüz görümlüğü.
runümâ
yüzünü gösteren.
Ru-nümun
f. Meydana çıkan, yüz gösterici.
Ru-puş
f. Yüz örtüsü, peçe. * Yüz örten.
Rusde
(C.: Risâd) Ziynet, süs.
Rusg
Bilek.
Rusg-ül kadem
Ayak bileği.
Ru-siyah
f. Kara yüzlü. Ayıbı olan.
Ruspi
Fâhişe, orospu.
Rusta
f. Köy, karye.
Rustaî
f. Köylü.
Rustak
(C.: Resâtik) Köy, karye. Çiftlik.
Rustakî
Köylü.
rusül
resuller, peygamberler.
Ruşen
f. Parlak, aydın. Belli, âşikâr.
rûşen
parlak, aydın.
Ruşenbeyan
f. Fasih konuşan. Açık ifadeli.
Ruşendil
Kalbi nurlanmış. Kâmil ve çok temiz dindar.
Ruşengir
Cilâcı, parlatıcı.
2511
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ruşenî
f. Açıklık, aydınlık. * Belli olma.
Ruşenzamir
Hakikatları bilen. Kalbi, gönlü hakikatlara vakıf olan.
Ru-şinas
f. Bilen, tanıyan.
Ru-şinasî
f. Aşinâlık, tanırlık.
Rutab
Hurma.
Rutb
Yaş ot.
Rutebî
Rütbelere ait.
Rutube
(C.: Rutebât-Ruteb) Olmuş yaş hurma.
rutubet
nem, ıslaklık.
Rutubet
Yaşlık, nem, ıslaklık. * Havadaki veya yapı içindeki nem.
Ruud
(Ra'd. C.) Gök gürültüleri.
Ruunet
İnsana ağır gelecek hâllerde bulunma. * Sünepelik, bönlük.
Ruval
Salya.
Ruvat
(Râvi. C.) Hikâye edenler. Rivayet edenler.
Ruy
(Bak: Ru)
Ruya
f. Yerden biten (bitki).
Ruy-i derya
Denizin yüzü.
Ruy-i hub
Güzel yüz.
Ruy-i zemin
Yeryüzü.
Ruy-i zişt
Çirkin yüz.
Ruyin
f. Tunç. * Tunçtan.
Ruyin-ten
f. Güçlü kuvvetli, tunç vücutlu.
ruyizemin
yeryüzü.
Ruy-ver
f. Tunçtan.
Ruz u şeb
Gece ve gündüz.
Ru'z
(C.: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri.
2512
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ruz
f. Gün, 24 saatlik müddet. * Gündüz.
rûz
gün.
Ruzaa'
(Razi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler.
Ruzan
(Ruz. C.) Günler. Gündüzler.
Ruzane
f. Gündelik. Yevmiye.
Ruzban
f. Kapıcı.
Ruzberuz
f. Günden güne.
Ruze
f. Oruç.
Ruzedâr
f. Oruçlu.
Ruz-efzun
f. Uzun ömürlü.
Ruzegüşa
f. Oruç bozan, oruç açan, iftar eden.
Ruzehar
f. Oruç yiyen. Oruçsuz.
Ru-zerd
f. Sararmış, sarı yüzlü.
Ruz-i ceza
Kıyamet günü. * Haşir günü.
Ruz-i haşir
(Ruz-i hesab) Kıyamet günü. * Âhiretteki toplanma günü. Haşir günü. Dirilip toplanıp hesap görülecek gün. (Bak: Yevm)
Ruzî
f. Azık, rızık. Nasib, kısmet. * Gündüzle alâkalı. Gündüze âit.
Ruzîhâr
f. Rızık yiyici. Canlı, mahlûk.
Ruzine
f. Gündelikçi.
Ruziresan
f. Rızık yetiştiren, rızık ulaştıran, Allah (C.C.)
Ruzmerre
f. Her günkü. Her günlük.
rûznâme
günleri gösteren yazı, takvim, günlük yazı.
Ruzname
Vakit cetveli, takvim. * Günlük gazete, günlük hâdiselerin yazıldığı kâğıt. * Bir meclis veya hey'etin müzakerat proğramı. * Hergünkü gelir ve giderin kaydedilip yazıldığı defter.
rûzumahşer
öldükten sonra dirilip toplanma günü.
2513
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rüavi
Köy yakınında ve halk yöresinde güdülen deve.
rübâ
" ""alan, çalan, kapan"" mânâsında son ek."
Rüba
(C.: Ravâbi) Tepe, yüksek yer.
Rübaî
Dörtlük olan. Dörtle ilgili. * Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir. * Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi de aslî olan kelimeler.
rübai
dörtlük.
Rübb
(C.: Rubub) En aşağı derece ile pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm.
Rübba
(C.: Ribâb) Yakında doğurmuş koyun.
Rübbah
Erkek maymun.
Rübbema
(Bak: Rubemâ)
Rübd
Kılıcın cevheri ve rengi.
Rübde
Siyaha yakın boz renk.
Rü'be
(C.: Rüâb) Ağaç parçası.
Rübubiyet
(Bak: Rububiyet)
Rübud
Dâim. * Yüreğin oynaması. * Durdurmak. * Hapsetmek.
Rübude
f. Kapılmış, kapılan.
Rübye
(C.: Rubâ) Arz haşeratından bir cins. * Çok, ziyâde.
Rüc'a
Rücu' mânâsına mastar.
Rücbe
Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.)
Rüceme
(C.: Rucâm-Rucum) Büyük taş.
Rüchan
Üstünlük, yükseklik, üstün olma. Fazilet, haslet veya her hangi bir şey cihetiyle diğerinden üstün olmak.
2514
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rüchan
üstünlük.
Rüchaniyet
Üstün oluş, rüçhanlık, daha mühim olma hali.
rüchaniyet
üstünlük.
Rücu'
Geri dönme, vazgeçme, cayma. Sözünden dönme. * Edb: Bir fikri daha kuvvetli anlatmak için söylenilen sözden caymış gibi görünmek.
rücû
geri dönme.
Rücum
(Recm. C.) Taşa tutmalar, taşlamalar.
Rücun
Mahbus olmak, hapsolunmak. * Bir yere durmak.
Rücz (ricz)
Devenin mak'adında olan bir hastalık. * Pis, necis. * Azap. * Put, sanem.
Rüdab
Ağızdan akan su, salya.
Rüdn
(C.: Erdân) Kaftan ve gömlek yeninin koltuktan tarafı.
Rüdum
(Redm. C.) Bendler, sedler.
Rüesa
(Reis. C.) Reisler, reislik yapanlar. Başkanlar.
rüesa
reisler, başkanlar.
Rüfaî
Ahmed-i Rüfaî tarikatına mensub.
Rüfat
Parçalanmış, dağıtılmış. * Çürümüş.
Rüfaz
Müteferrik. dağılmış, parçalanmış.
Rüfeka
(Refik. C.) Arkadaşlar.
rüfeka
refikler, arkadaşlar.
Rüfka
(C.: Rifâk) Yoldaş olan, aynı fikirde olan cemaat.
Rüft
f. Süpürme.
Rüful
Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
Rüha
Urfa şehri.
Rühavî
f. Urfa'lı.
Rühşuş
Sütlü deve.
2515
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rühun
(Rehin. C.) Rehinler.
Rühus
Çok yiyen obur, ekvel.
Rükam
Yığın. Birbiri üzerine kat kat yığılmış olan.
Rükban
(Râkib. C.) Biniciler, binenler, binmişler.
Rükbe
(C.: Rükeb-Rükebât) Diz. Dizkapağı.
Rükeb
(Rükbe. C.) Dizler, dizkapakları.
Rükkab
(Râkib. C.) Biniciler, ata binenler.
Rükn
Direk. Esas. * Kuvvet. * Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli. * Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan. * Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse.
rükn
rükün, direk, sütun.
Rükn-ü dâhilî
İçteki esas unsur. Namazın içindeki farz ve şart olan esas.
Rükû'
Huzur-u İlâhîde eğilmek. Namazda elleri dize dayamak suretiyle yere doğru eğilirken baş ile sırtı düz hale getirmek.
rükû
namazda eğilme.
Rükub
Binme. * Bir vasıtaya binme.
Rükud
Durgunluk. Durgun olma.
Rükudet
Durgunluk, durulma.
Rükud-i heva
Havanın durgun olması.
Rükun
Bir şeye samimi olarak meyletme. Can ve gönülden meyil.
Rükunet
Ağırbaşlılık. Vakar ve temkin sâhibi olma.
Rükuz
Seğirtmek, koşmak.
Rüküb
(Rikâb. C.) Üzengiler.
Rükün
(Bak: Rükn)
rükün
direk, sütun.
Rümam
Kuru ot.
2516
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rümh
(C.: Rimâh) Mızrak, kargı, süngü. * Mc: Yoksulluk, fakirlik.
Rümis
Sözüne güvenilmeyen kimse. Verdiği söze itimad edilmeyen kişi.
Rümle
(C.: Ermal-Rumul) Siyah hat.
Rümman
Nar denilen yemiş.
Rümmane
Kapan taşı. * Kırkbayır.
Rümme
(C.: Rumem-Rumam) Eskimiş urgan parçası.
Rümuk
Durmak. * İkamet etmek, oturmak, mukim olmak.
Rümye
Ağaçtan nakşolmuş bir suret.
Rüs'
Göz kapağında olan hastalık.
Rüsela
(Resül. C.) Resüller, peygamberler.
Rüsg
(C.: Ersâg) Bilek. * Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer.
Rüsta-hiz
f. Mahşer, kıyamet.
Rüstaî
(Rüstâyi) f. Köyle ilgili. * Köylü.
Rüstak
(C.: Resâtik) Büyük köy.
Rüste
"f. ""Çıkmış, bitmiş, yetişmiş"" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste $ : Yeni yetişmiş bitki."
Rüstem
kuvvetiyle meşhur bir efsane kahramanı.
Rüstî
f. Üstünlük, muvaffakıyet. * Yiğitlik. * Kuvvet.
Rüsub
Kab içinde kalan su. * Suyun dibine batmak. * Tortu, dibe çöken, çöküntü.
rüsûb
tortu.
Rüsubat
Çöküntüler, tortular.
rüsûbât
tortular.
Rüsuh
İlim ve fennin derinliğine vukufiyet. Sağlamlık. Devamlılık. Yerinde, sağlam, sâbit ve devamlı olmak. * Meharet, meleke.
2517
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rüsûh
ustalık, sağlamlık, maharet.
Rüsuhiyet
Rüsuhluluk, rüsuhlu oluş.
Rüsum
Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi. * Merasim, usûl.
Rüsumat
(Rüsüm. C.) Gümrük idâresi.
Rüsül
(Resül. C.) Peygamberler, resüller. Bir kitapla gelen nebiler.
Rüsva
(Rüsvay) f. Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış.
rüsva
rezil, maskara.
Rüsva-yı âlem
En aşağılık ve âdi adam.
Rüsvayî
f. Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik.
Rüsve
Muhkem ve sağlam olmak. * Sâbit olmak.
Rüşa
(Rişvet. C.) Rüşvetler.
Rüşd ü irşad
Rüşd ve irşad. Doğru yola sevketmenin mükemmeliyeti. İslâmiyeti en mükemmel şekilde öğretmek.
Rüşd
Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek. * Hayra isabet etmek. * Büluğa ermek. * İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek. * Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak. (Bak: İrşâd)
rüşd
doğru yolu bilme, olgunluk.
Rüşdî
Rüşdle ilgili. Olgunluğa dair.
Rüşdiye
Eskiden orta tahsil derecesindeki mektep. * Rüşde dair.
Rüşeda
(Reşid. C.) Reşid olanlar. Rüşd, olgunluk sâhibleri.
rüşeym
oğulcuk, embriyon.
Rüşeym
Rahimde yavrunun bütün azalarının teşekkül etmiş şekli. (Harekete başlayan rüşeyme, cenin denir)
2518
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rüşvet
bir işin yapılması için haksız alınan veya verilen haram para.
Rüşvet
Kanunen bir iş gördürmek gayesi ile vazifeli olan kimseye, gayr-i meşru olarak verilen para vesâir menfaat ve fayda.
Rütbe
Basamak, derece. * Memuriyet derecesi. * Sıra. Mertebe, menzile. * Efkârın sonu. * Merdiven ayağı.
rütbe
derece, basamak.
Rütbe-i akl
Aklın derecesi.
Rütbeşinas
f. Derece bilir. Rütbe tanır.
rütbeten
rütbece.
Rüteb
(Rütbe. C.) Rütbeler, dereceler.
Rüteb-i askeriye
Askerlik rütbeleri.
rütebî
rütbelerle ilgili.
Rütebî
Rütbeye dair ve rütbelere mensub.
Rütte'
Otlayan hayvan.
Rütte
Pelteklik, kekemelik.
Rütub
Sâbit olmak, kaim olmak, devamlılık, süreklilik.
Rüus
(Re's. C.) Re'sler. Başlar. Kafalar.
rüûs
başlar, kafalar.
Rüüd
Genç kadın. Kız.
Rüval
Salya, ağız suyu.
Rüveyde
(Rüvide) İnce, hoş, nazik. * Bitmiş, neşvünema bulmuş.
Rüveyha
Zariflik, incelik.
Rüya
"(Rü'ya) Uykuda görülen misalî âlem. Düş.(Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden; o cüz'î hâdise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve
2519
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
düsturî olarak altı nükte-i hakikatı, âyât-ı Kur'aniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz.Birincisi: Sure-i Yusuf'un mühim bir esâsı, rüya-yı Yusufiye olduğu gibi; $ âyeti misillü çok âyetlerle, rüyada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatlar var olduğunu gösterir.İkincisi: Kur'an ile tefe'üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Çünki Kur'an-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait şiddeti, tefe'ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor. Hem rüya dahi hayr iken, bâzı aks-i hakikatla göründüğü için şer telâkki edilir, yeise düşürür, kuvve-i mâneviyeyi kırar, su'-i zan verir. Çok rüyalar var ki: Sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken; tâbiri ve mânası çok güzel oluyor. Herkes rüyanın suretiyle mânasının hakikatı mâbeynindeki münasebeti bulamadığı için; lüzumsuz telâş eder, me'yus olur, keder eder.Üçüncüsü: Hadis-i sahih ile nübüvvetin kırk cüz'ünden bir cüz'ü nevmde rüya-yı sâdıka suretinde tezahür etmiş. Demek rüya-yı sâdıka hem haktır, hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Şu üçüncü mes'ele, gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte tâlik ediyoruz; şimdilik o kapıyı açmıyoruz.Dördüncüsü: Rüya üç nevidir: İkisi, tabir-i Kur'an'la $ da dahildir; tabire değmiyor. Mânası varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın inhirafından kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir-iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyic hâdisatı, hayal tahattur eder; ta'dil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım $ dır, tabire değmiyor. Üçüncü kısım ki, rüya-yı sâdıkadır. O, doğrudan doğruya mâhiyet-i insaniyedeki lâtife-i Rabbaniye âlem-i şehadetle
2520
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur; bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz'un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin nümuneleri nevinden birisine rastgelir, bâzı vâkıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o vâkıatta, bazan hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir. Bu kısmın çok envaı ve tabakatı var. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazan bir ince perde altında çıkıyor, bazan kalınca bir perde ile sarılıyor.Hadis-i Şerifte gelmiş ki: Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bidayet-i vahiyde gördüğü rüyalar; subhun inkişafı gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.Beşincisi: Rüya-yı sâdıka, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î-küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır.Altıncısı ve en mühimmi: Rüya-yı sâdıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübatımla, kader-i İlâhînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i katı' hükmüne geçmiştir. Evet bu rüyalar, benim için hususan bir birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki; meselâ: Yarın başıma gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelât ve hattâ en âdi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu ve gecede onları görmekle, dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kat'i olmuştur. Bir değil, yüz değil, belki bin def'a; gecede, hiç düşünmediğim halde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim mes'eleler, o gecenin gündüzünde, az bir tabir ile aynen çıkıyor. Demek en cüz'î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir. M.)" rüyâ
uykudayken girilen misalî bir âlemde görülenler.
2521
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Rüya-yı sâdıka
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Makbul ve muteber kimselerin gördükleri ve gördükleri gibi dünyada hakikatları zuhur eden sâdık rüya.
rüyâyısâdıka
doğru rüya.
rüyet
görme.
Rü'yet
Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek. * Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek. * Araştırmak.
Rü'yetullah
"Cennet'te mü'minlerin Allah'ı görmeleri.(Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mes'udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyevîdeki hüsün ve cemal, O'nun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi... ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti... ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel'in, bir Mahbub-u Lâyezâl'in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet'e çağrılıyorsunuz. Öyle ise; kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. M.)"
rüyetullah
Allahı görme.
Rüyub
(Reyb. C.) şekler, şüpheler.
Rüyuh
Zelillik, horluk, hakirlik. * Zayıflık.
Rüyun
Galebe etmek, üstün gelmek.RÜZ' : Noksan etmek, eksiltmek, noksanlaştırmak.
2522
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Rüzah (rüzuh)
Davarın çok zayıf olması.
Rüzam (rüzum)
Davarın çok yorulup zayıflaması.
Rüzaz
Ufalanmış taş. * Her maddenin ufağı.
Rüzdak
(C.: Rezâdik) Köy.
Rüzela
(Rezil. C.) Reziller.
Rüzgâr
f. Zaman, devir, hengâm, vakit. * Dünya, âlem. * Yel.
rüzgâr
yel, zaman, dünya.
Rüzz
Pirinç.
Sa
(-Sây) f. Sürücü, süren.
sâ
3120 gram ağırlık.
Sa'
Çiy, rutubet, şebnem. * Kur'an-ı Kerim alfabesindeki dördüncü harfin adı.
Saab
Zor, güç, çetin.
saâdât
saadetler, mutluluklar.
Saade
Yokuş başı.
Saâdet
Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak.
saâdet
mutluluk.
saâdetâver
mutluluk verici.
Saâdet-âver
Saâdet verici.
Saâdet-bahş
f. Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran.
saâdetfeşân
mutluluk saçan.
saâdetgâh
mutluluk yeri.
Saâdet-hah
Saâdet isteyen. Saâdet dileyen.
Saâdet-hane
f. Büyük bir kimsenin evi.
Saâdet-i dâreyn
İki cihan saadeti, dünya ve âhiret saadeti.
2523
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Saâdet-i ebediye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Büyük ve ebedî saâdet. Âhiret saâdeti.(Saâdet-i ebediye iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah'ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır. İkinci kısmı ise; saâdet-i cismaniyedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre saâdet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saâdeti ikmal ve itmam eden hulud ve devâmdır. Çünkü saâdet devam etmezse, zıddına inkılab eder.Cennet'te lezzetin devamı mes'elesi ise: Evet, lezzetin hakiki lezzet olması zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir; hatta zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazî âşıkların eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir. Ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş'et eden elemdendir. Evet pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevâlleri daimi elemleri intac ettiği gibi, çok elemlerin zevali de leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartiyle lezzet ve nimet sayılabilir. İ.İ.)(...Saâdet-i ebediyyeye muktazi vardır. Ve o saâdeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vâki' olacaktır. Yeniden ihya-yı âlem ve haşir mümkündür hem vâki' olacaktır. S.)(Dikkat edilse şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahat-ı ihtiyar ve lemaat-ı kasd görünür. Hattâ her şeyde bir nur-u kasd, her şe'nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem'a-yı ihtiyar, her terkibde bir şule-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte eğer saâdet-i ebediyye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan
2524
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mâneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider. Demek nizamı nizam eden, saâdet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem saâdet-i ebediyeye işaret ediyor... S.)" Saâdet-i uzma
Büyük saâdet. Âhiret saâdeti, saâdet-i ebediye.
saâdetkârâne
mutlu olarak.
Saâdet-meâb
f. Saâdet sâhibi. Saâdet bulan.
Saâdet-mend
f. Bahtiyar, mutlu. Saâdet bulmuş olan.
Saâdet-mendî
f. Mutluluk, bahtiyarlık.
Saâdet-resan
f. Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan.
saâdetresân
mutluluğa götüren.
Saâdet-saray
Saâdetli saray.
Saâdet-saray-ı ebediyye
Ebediyyetin saâdetli sarayı. (Cennet kastediliyor)
Saâdet-saray-ı istikbal İstikbalin saâdetli sarayı. Saâdet-saray-ı medeniyet
Hakikî ve İslâmî bir medeniyet vasıtasıyla olan bir hayat saâdeti.
Saak
Bir şiddet sebebi ile helâk olmak, ölmek, bayılmak. * Aklın gitmesi.
Saal
Dikkat.
Saalib
(Sa'leb.C.) Tilkiler.
Saalik
Dilenciler. * Serseriler. * Kalenderler. * Dervişler.
Saan
Suya yakın yerde develerin yattığı yer.
saat
saat, zaman, devir, kıyamet.
Saat
Saatler. Vakitler.
Saat-i icabe
Duaların kabul olduğu ve insanlarca gizli ve gaybî olan, Cuma gününde bir vakit.
Saat-i muhtar
Uğurlu vakit.
Sab
Bir acı otun suyu.
Sab'
Parmakla işaret etmek.
2525
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sâb
zor, güç.
Sa'b(e)
(C.: Sıâb) (Suubet. den) Zor, güç, çetin. * Zorlu, güçlü kuvvetli.
Saba
Hevâ ve nefsine meyletme. Delikanlılık.
sabâ
hoş bir rüzgâr.
Saba-beraber
f. Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif.
Sababet
Şiddetli sevgi. Âşıklık.
Sabae
Bir dinden bir dine geçmek.
Sabah
Gün doğmasına yakın vakitten, öğle vaktine kadar olan zaman.
sabâhat
yüz güzelliği.
Sabahat
Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl.
Sabahat-ı sima
Yüz güzelliği.
Sabahgâh
f. Sabah vakti.
Sabareftar
f. (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. * Hoş ve lâtif yürüyüşlü.
Sabaret
Kefalet.
Sabat
(C.: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.)
Sabavet
Çocukluk, sabilik.
sabâvet
çocukluk.
Sabaya
(Sabiyye. C.) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları.
Sabb
Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek. * Aşık, tutkun.
Sabbag
Boyayan, boyacı. * Deri altındaki boyalı madde.
Sabbar
Çok sabırlı, sabur. (Bak: Sabr)
Sabbare
Soğukluk.
Sabbur
Katı, şiddetli, şedid.
Sabeb
(C.: Asbâb) Çukur yer, iniş yer.
2526
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sa'ber
Sedir gibi bir ağaç.
Sabg
Boyama. Boyanma.
Sabga'
Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun.
Sabhid
Bey, emir.
sâbık
önceki, geçen, geçmiş.
Sâbık(a)
Geçmiş. Önceki. * Zamanca veya rütbece ileride olan. * Eskiden işlenmiş suç.
sâbıka
önceden işlenmiş suç.
Sâbıka-i mükerrere
Birden fazla suç işleme.
Sâbıkan
Bundan önce, evvelce.
sâbıkan
önceden.
Sâbıkîn-ı islâm
En evvel müslüman olan sahabeler. (Bak: Ashab-ı Suffa, Saff-ı evvel)
Sâbık-ul beyân
Yukarıda söylenillmiş, zikri geçmiş.
Sâbıkûn (sâbıkîn )
(Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler.
Sabırsûz
f. Sabrı yakan, sabırsızlık veren.
sabırsûz
sabrı yıkan, taşıran.
Sabır-şiken
f. Sabrı kıran, sabrı bozan.
sabırşiken
sabrı kıran ve bozan.
Sâbi'
(Sabi'a) Yedi, yedinci.
sabî
bebek, küçük çocuk.
Sabi
Henüz süt emen çocuk. * Büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. * Üç yaşını tamamlamayan erkek çocuk.
Sabi'
Yavru sesi. * Fil, hınzır ve fâre sesi.
Sâbian
Yedinci olarak.
sâbian
yedincisi.
Sâbi'aşer
Onyedinci.
2527
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sabib
Susam yaprağının suyu. * Kına yaprağının suyu.
Sâbig
(Sâbiga) Tam. Tafsilâtlı. Uzun. Bol.
Sabih
(Sabiha) Güzel, latif, şirin.
Sâbih
Yüzen, yüzücü.
Sâbiha
(C.: Sâbihât) Gemi. * Yüzen.
Sabiha
Fecir vakti.
sâbiha
yüzen.
Sâbihât
Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler. * Ehl-i imânın ruhları. * Yıldızlar.
Sabiî
İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. * Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar.
Sâbiî
yıldıza tapan.
Sabiîn
(Sâbiî. C.) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar.
Sâbiîyyûn
yıldıza tapanlar.
Sabikîn
(Bak: Sâbıkûn)
Sabil
Gezkere denilen nesne. (Onunla ters, balçık ve gayri ne olursa taşırlar). * Yolcu kimse.
Sabir
(C.: Sıber) Kefil. * Yağmursuz beyaz bulut.
sâbir
sabreden.
Sabir(e)
Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.
Sabirî
Bir çeşit ince giyim eşyası. * Bir cins hurma.
Sabirîn (sâbirûn)
Sabredenler. (Bak: Sabr)
Sabit
Duran, yerinde durup hareket etmeyen. * Doğruluğu isbat edilmiş olan.
sâbit
durgun, duran, kesinleşmiş.
2528
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sabite
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yerinde durur gibi olan yıldız. * Yerinde durup hareket etmeyen herhangi bir şey. (Seyyare'nin zıddı)
sâbitiyet
sabitlik.
Sabit-kadem
Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran.
Sabiyy
(C.: Sıbye-Sıbyan) Oğlan. * Meyl ve muhabbet eden kimse.
sabiyy
sabi, bebek, küçük çocuk.
Sabiyye
Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk.
Sabn
Men'etmek, engel olmak.
Sabr (sabır)
"Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muharebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak. * Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.(Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz'etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları; ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır... Cenab-ı Hakk'ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür. Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir, şu sabır takvadır... İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir... Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevkediyor. M.)"
sabr
sabır, acıya katlanma.
Sabr-ı cemil
Allah'tan gelen bir acıya sabretme. Şükrederek sabır.
2529
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sabr-ı eyyüb
Eyyüb'ün (A.S.) dillere destan olan sabrı.
sabrıcemîl
güzel bir sabır.
Sabsab
Irak, uzak, baid.
Sabsaba
Dövmek. * Ateş etmek. * Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek. * Çok inceltmek.
sabûr
çok sabırlı.
Sabur
f. Çok sabır gösteren, çok sabreden.
Saburâne
f. Çok sabır göstermek suretiyle.
sabûrâne
sabırlı olarak.
Sabye
(Sabi. C.) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar.
Sac
Hint vilâyetinde yetişen siyah ve büyük cins bir ağaç. * Geniş, yuvarlak libas. (Araplar giyerler)
Sace
Hatıl ağacı. * Altın ve gümüş ayarını astıkları ağaç.
Sa'cez
Dökmek.
Saci'
Seci'li ve kafiyeli söz söyleyen, konuşan. * Kasdedici, kasdeden.
Sacid
"Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: ""Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır."""
sâcid
secde eden.
Sacim
(C: Secâm) Akıcı, akan, sâil.
Sacir
Selin gelip su ile doldurduğu yer.
Sacur
Köpeğin boynuna takılan tasma.
Sa'd bin ebi vakkas (r. A.)
Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir.
Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve
2530
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe şehrinin kurulmasına vesile oldu. Kufe ve Irak vâliliklerinde bulundu. Vefatı 55 Hicri yılındadır. Sad suresi
Kur'an-ı Kerim'de 38. Suredir. Dâvud Suresi de denir. Mekkîdir.
Sad
Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir.
Sa'd
Uğur, uğur getiren şey, iyilik, mübareklik, kuvvetlilik. * Kutlu, uğurlu.
Sad'
Yarılmak, yarmak. * Kesmek, kat'etmek. * Göstermek. İzhar etmek. * Beyân ve meyl etmek, açıklamak.
sad
yüz sayısı.
Sada'
"Baş ağrısı. (""Suda""' diye de okunur)"
Sadâ
Seda. Ses. Avaz. Savt. * Erkek baykuş. * Bir böcek adı. * Susuzluk. * Yankı.
sadâ
ses, seda.
Sadaga
Zayıflık.
Sadak
"Okları koymağa mahsus torba veya kutu şeklindeki kılıfın adıdır. Boyuna asılan bu âlete ""tirkeş"" veya ""tirdan"" da denilirdi."
Sadaka
"Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.) (Bak: Belâ)(...Ehl-i keşiften rivayeten bu geçen Ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif, neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünuhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:Hadis-i Şerifte vârid olmuştur ki: ""Bazen belâ nazil oluyor;
2531
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir. "" Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbat'ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelî'ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihrâca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallak oldukları şerâiti bulamadıkları için, vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünkü: Mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duâların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasılki sâbık hadisin sırriyle: Sadaka belâyı ref' eder. Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder. Kuvve-i câzibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi. L.)" sadaka
Allah için yapılan yardım.
Sadaka-i câriye
Hayrı, sevabı dâimî olan sadaka. Sevabı öldükten sonra da devam eden hayırlı ameller. (Kur'an ve iman hizmeti gibi.)
Sadaka-i fıtr
Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları,
2532
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hizmetçisi için sadaka-i fıtır verir. Fıtra: Fıtrat sadakası, yaratılış atiyyesi demektir. Sadaka-i fıtr: Buğday veya buğday unundan 1667 gram veyahut da arpa, kuru üzüm, hurmadan 3334 gram kadar yahut verildiği zamandaki rayice göre bedellerinin muhtaç olanlara verilmesidir. Sadakat
(Sadaka. C.) Sadakalar.
sadâkat
bağlılık, dostluk, doğruluk.
Sadakatkâr
f. Sâdık, sadakat sahibi.
sadâkatkârâne
sadakat edercesine, bağlılığını gösterircesine.
sadâkatmedâr
sadakat vesilesi, bağlılık sebebi.
Sadakte
"""Doğru söyledin, sâdıksın"" mânasına karşısındakine söylenilen söz."
sadakte
doğru söyledin.
Sa'dane
(C.: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot. * Devenin göğsü. * Tırnak dibinin siniri. * Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme. * Kadın memesinin etrafı.
Sadare
Rücu etmek, geri dönmek. * Doğmak.
sadâret
başbakanlık.
Sadaret
Vezirlik, başvezirlik. Osmanlı Devleti zamanında Başvekillik makamına verilen isim. * Öne geçme, başta bulunma.
Sadaret-penah
f. Sadrazam bulunan kimse.
Sadat
"(Seyyid. C.) Seyyidler. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın soyundan gelenler ve onun izinden gidenler. Hususen Hazret-i Hasan neslinden gelenlere seyyid; Hazret-i Hüseyin neslinden gelenlere de Şerif denmektedir."
sâdât
seyyidler, Peygamberimizin neslinden olanlar.
2533
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sadat-ı kabile
Kabilenin ileri gelenleri.
Sadâ-yı basit
Sesin, bir defa tekrarı.
Sadâ-yı mürekkeb
Sesin bir çok defalar tekrarı.
Sadbar
f. Yüz kere.
Sad-berk
Yüz yaprak.
Sadd
(Sedd. den) Örten, kapıyan, mâni olan engel olan.
Sadda'
Suyu lezzetli olan örülmüş kuyu.
saddaknâ
tasdik ettik, onayladık.
Sade
(Seyyid. C.) Seyyidler.
Sade'
Demir pası.
Sa'de
Dişi eşek. * Süngü ağacı.
sâde
yalın, süssüz, katkısız.
Saded harici
Konuşulan mevzudan dışarı çıkmak. Hududdan dışarı çıkmak.
Saded
Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir. * Niyet, kasıd. Teşebbüs. * Yakınlık, civar.
saded
konu, maksat.
Sa'deddin-i taftazanî
(Hicr: 722-792) Horasan taraflarında Teftazan'da doğdu. İslâmiyete kıymetli eserleriyle hizmet eden büyük âlimlerdendir. Asıl ismi Ömer oğlu Mes'ud'dur.
Sadedil
f. Kalb sâfi, derin mes'elelere aklı ermeyen insan. Temiz kalbli olup, kolayca aldatılabilen kimse.
sâdedil
kolay aldanan.
Sadedilâne
f. Saflıkla, bönlükle.
Sadedilî
f. Bönlük, saflık.
Sadef (suduf)
Yüksek büyük dağ. * Her yüksek nesne. * Devenin her dört ayağı. * Bir yöne ğilmek.
2534
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sadef
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. * Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu.
sadef
kap, kabuk.
Sadefçe
f. Küçük sadef.
Sadefe
(C.: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu. * Kulak içi.
Sadegî
f. Sâdelik, süssüzlük, düzlük.
Sadegî-i ifade
İfade sadeliği.
Sadegî-i libas
Giyim sadeliği.
Sadelevh
Saf, bön.
Sademat
(Sadme. C.) Vuruşlar, patlamalar. * Ansızın başa gelen belâlar.
sademât
vuruşlar.
Saderu
(C.: Sâderuyân) f. Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı.
Sadgune
f. Çeşitli. Yüz türlü.
Sadh
Horozun ötmesi.
Sadha
Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı.
Sadhezar
f. Yüzbin.
Sadhezarân
Yüzbinlerce.
Sa'd-ı taftazanî
"(M. 1322-1389) Horasan'da doğmuş büyük bir İlm-i Kelâm âlimidir. En meşhur eseri, ""Makasıd"" adlı kelâm kitabıdır. (Bak: Sa'deddin-i Taftazanî)"
Sadıh
Kavi, sağlam, kuvvetli.
Sadıha
Teganni eden.
sâdık
doğru, samimi, bağlı.
Sadık(a)
Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst.
Sadıkan
f. Sâdıklar, sâdık dostlar.
sâdıkane
doğruluk üzerine, samimiyetle, bağlılığını gösterircesine.
2535
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sadıkane
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Sâdık kimseye yakışır şekilde. Sadakatle.(...Hem o delil-i sâdık ve musaddak madem umum enbiyanın fevkinde binler mu'cizât ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cin ve inse şâmil bir davet sâhibi olduğundan elbette umum enbiyanın reisidir. Öyle ise umum enbiyanın mu'cizatlarının sırrını ve ittifaklarını câmidir. Demek bütün enbiyanın kuvvet-i icmaı ve mu'cizatlarının şehadeti, Onun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder. M.)
sâdıkıyet
doğruluk, bağlılık.
Sadıkıyyet
Sâdık oluş, sâdıklık.
Sadık-ul kavl
Doğru sözlü.
Sadık-ul kelâm
Doğru söyleyen. Doğru konuşan. Sözü doğru.
Sadık-ul va'd
Va'dinde duran, söz verdiği şeyi yerine getiren, ahdine sâdık olan. Cenab-ı Hak.
sâdır
çıkan.
Sadır
Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
Sa'dî
(M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır. (Bak: Sa'di-i Şirazî) * Saadete, uğura mensub.
Sâdî
Gülistan isimli ünlü eserin de yazarı olan hakîm bir zat.
Sadi'
Sabah vakti. * Koyun ve deve bölüğü. * Yedi günlük oğlan.
Sadic
Nakışı olmayan, nakışsız. * Çıplak. * Temiz, pak.
Sadid
Tıb: Yaradan akan sarı su. İrin.
Sadidel
Yaprağı katmerli olan gül.
Sadig
Zayıf.
Sadih
Erkek baykuş.
Sadiha
Bulutun kat kat olması.
2536
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sa'di-i şirazî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hicrî: 587-691) Şiraz'da doğdu. 30 yıl ilme, 30 yıl seyahate, 30 yıl da inzivada ibadetle çalıştı. En meşhur eserleri Bostan ve Gülistan adındaki ahlâkî ve imanî kitaplarıdır.
Sadik
Çok sâdık, içten ve dıştan sadakatlı dost. Doğru sözlü.
sadîk
çok sadık.
Sadik-ı ahmak
Ahmak dost.
Sadik-ı kadim
Eski dost.
Sadin
(C.: Sedene) Kapıcı. Perdedar. * Kâbe hizmetçisi.
Sadir
Şaşan, hayrette kalan.
Sadis(e)
Altıncı. (6.)
Sadis-aşer
Onaltı. Onaltıncı.
Sadisen
Altıncı olarak.
sâdisen
altıncısı.
Sadk
Berk, sağlam, muhkem süngü.
Sadm
Def'etmek, kovmak. * Güç işe giriftar etmek.
Sadme
Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. * Birden bire patlama. * Ansızın başa gelen musibet.
sadme
vuruş.
Sadpare
f. Yüz parça. Parça parça olmuş.
sadr
göğüs, yürek, ön, baş, ileri.
Sadr
Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. * Kalb, göğüs, ön. * Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer. * Rücu. * Bir aruz kalıbı. * Baş, reis, başkan. * Oturulacak yerlerin en iyisi.
Sadreyn
Rumeli ve Anadolu kazaskerliği.
Sadrgâh
f. Tam orta yer. * En mühim yer.
Sadr-ı âli
Vezirlerin veya vekillerin başkanı. Sadrâzam.
2537
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sadr-ı azam
Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.
Sadr-ı islâm
Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.
Sadrî
(Sadriye) Göğüsle ilgili, göğüse ait.
Sadrnişin
f. Bir toplantıda baş sedirde oturan.
Sadsal
f. Asır, yüzyıl.
Sadtu(y)
Çok katlı, yüz katmerli.
sadûk
çok sadık, gayet bağlı.
Saduk
Çok sâdık.
Sadukat
Mehir. Evlenirken erkeğin kadına vereceği para. (Bak: Mehr)
Sady
Taarruz eden kimse. * Bedeni, endamı hoş olan. * Dimağ. Başın içini dolduran haşev. * Ölü insan cesedi. * Baykuş.
Saet
Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde.
Saf (sâfi)
Katışıksız, berrâk, temiz. * Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz.
Saf
(Bak: Saff)
Sa'f
Bir şarap cinsi.
sâf
katkısız, duru, temiz, bön.
Saf'
Sille vurmak, tokat atmak.
safâ
gönül şenliği, ferahlık.
Safa
Yüzü beyaz olan düz taş.
Safa-bahş
f. Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden.
Safa-cu
(C.: Safacuyân) f. Rahat ve eğlence arıyan.
Safa-engiz
Safa koparan. Neşe, sevinç yapan.
Safahat
(Safha. C.) Safhalar. * İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı.
safahât
safhalar, devreler.
2538
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Safaih
(Safiha. C.) Düz şeyler. Levhalar.
Safak
Yeni kırba içine konulmuş su.
Safal
Alçaklık. * Rüzgârın dokunduğu yer.
Saf'an
(C.: Safâıne) Sille vurulmuş kişi.
Safaperver
f. Safa veren. İç açan, safalı.
Safare
Zurna.
Safayab
f. Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş.
Safa-yı gülşen
Gülşen safası. Gül bahçesi eğlencesi.
Safa-yı sadr
f. Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak.
Safbeste
Saf bağlamış, saf olmuş.
safbeste
saf bağlamış, saf tutmuş.
Safbeste-i hareket
Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.
Safd
Yağlamak. * Sağlamlaştırmak, muhkem etmek.
Safderun
f. Safi, içi temiz, kolay aldanabilen.
sâfderun
kolay aldanan.
Safderunan
(Safderun. C.) f. Kalbi temiz, içi saf olanlar.
Safderunane
f. Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette.
Safdil
f. Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse.
sâfdil
gönlü saf, kalbi temiz.
Safdilâne
f. Bönlükle, saflıkla. Safdillikle.
sâfdilâne
kalbi saf biri gibi, safça.
Safe
(C.: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş.
Sa'fe
Çocuğun başında çıkan çıban. * Kel.
Safed
(C.: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ. *Atâ, bahşiş, hediye.
2539
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Safen
(C.: Esfan) Haya derisi.
Safer
(C.: Esfâr) Boş ve hâli olmak. * Arabi aylardan ikincisi. * Karın içinde durabilen bir yılanın adı.
Safeviler devleti
(1499-1737) Safeviler adında bir hanedana mensub olan Şah İsmail'in kurduğu bir devlettir. İran'da kurulmuş olan bu devlet şii idi. Osmanlılarla münasebetleri iyi değildi. Çaldıran'da 1514'de Yavuz Sultan Selim tarafından büyük bir mağlubiyete uğratıldılar. Nihayet 1737'de bir ayaklanma neticesinde Afganistan padişahı Nadir Şah tarafından ortadan kaldırıldılar.
Safevîler
iranda kurulmuş eski bir devlet.
Saff suresi
Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir.
Saff
Bir sıra dizilmiş şey, bir şeyi sıra ile uzun uzadıya dizmek. * Câmide cemâatın sırası.
saff
sıra, dizi.
Saffat suresi
Kur'an-ı Kerim'in 37. suresidir. Mekkîdir.
Saffat
(C.: Sıfâ-Esfâ-Sufâ) Düz kaygan taş.
Saff-beste
f. Saf bağlamış, saf olmuş.
Saff-der
(C.: Saff-derân) f. Düşman saflarını yaran yiğit.
Saff-derâne
f. Yiğitçesine.
Saffeyn
İki sıra. * Muharebede karşılaşan iki taraf.
Saff-ı evvel
İlk saf, birinci saf. * İlk sahabeler. * Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri.
Saff-saff
Dizi dizi. Sıra sıra.
Saff-şikaf
f. Düşman saflarını yararak bozan yiğit.
Saff-zen
f. Düşman saflarını vurup yaran yiğitler.
2540
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
safh
bağışlama.
Safh
Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme. * Bir şeyin bir tarafı. * Bir şey içirme. * Yüz çevirme.
Safha
Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri. * Yazılmış ve yazılabilir sahife.
safha
devre, dönem.
Safi
Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis.
sâfî
temiz, katışıksız, duru.
Safif
Kuru ot.
Safih
Gökyüzü, semâ. * Yassı veya düz olan şey.
Safiha
(C.: Safayih) Yüzün derisi. * Kapı tahtası. * Kâğıdın bir tarafı. * Yassı ve düz nesne. * Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)
sâfil
aşağı.
Safil
Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz.
Safile
Dip, alt taraf. Bir şeyin aşağısı.
Safilîn
Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar. * Aşağı taraflar.
sâfilîn
aşağılar.
Safiliyyet
Alçaklık, aşağılık.
Safin
(C.: Sâfinât) Cins at. * Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at.
Safine
(C.: Sevâfin) Yel, rüzgâr, riyh.
Safir
Islık veya kuş sesi. * İnce ve güzel ses * Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd.
2541
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sâfiyâne
saf hâlde, safça.
sâfiyât
saflık, temizlik.
Safiye
(C.: Sevâfi) Toz. * Rüzgâr, yel.
sâfiye
saf, arı, temiz.
Safiyet
Saflık, hâlislik, temizlik.
sâfiyet
saflık, temizlik.
Safiyullah
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir.
Safiyy
Temiz, pak. Hâlis, saf, katıksız.
Safiyy-üd din
Dini temiz. Dini pak.
Safiyy-ül kalb
Kalbi temiz.
Safk
Sesi işitilen vuruş. * Sarfetmek. * Reddetmek. * Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek. * Kullanmak.
Safka
"Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, ""hayrını gör"" demeleri. * Yapılan satış."
Safra
Dengeyi sağlamak için yelkenli gemilerin sintinelerine konan mâden, taş, kum gibi ağırlıklar.
Safragun
Bir cins serçe kuşu.
Safre
Açlık.
Safriye
Güz mevsiminden önce biten ot.
Safsaf
(C.: Safâsıf) Yüksek düz yer. * Serçe kuşu.
Safsafa
Elemek. * Asılsız yapmak. * İşe yaramaz hâle getirmek, yaramaz etmek. Hor ve hakir etmek.
Safsafe
Ekşi aş. * Ekşili nesne.
2542
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Safsata
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas. (Bak: Dimağ)
safsata
uydurma, aldatıcı mantık oyunu.
Safsataperdaz
f. Safsata kabilinden söz söyliyen adam.
safsatiyât
safsatalar, uydurmalar.
Safsatiyât
Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler.
Safvan
(Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası. * Çok soğuk ve açık olan gün.
Safve
Hâlis ve seçkin. * Katı yüzlü merhametsiz kimse.
Safvet
Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik.
safvet
saflık, duruluk, temizlik.
Safvet-i kalb
Fikir ve niyetinde hiçbir garazı ve kötü gâyesi olmamak, temiz kalbli olmak.
Safvet-i vicdan
Vicdan saflığı.
Saga
(C.: Sayâg) Kuyumcu.
Sagair
(Sagire. C.) Küçük günahlar.
Sagan
Mâverâünnehir diyarında bir şehir adı.
Sagar
Zelillik, alçaklık, âdilik.
Sagat
"Aslı ""sagavet"" olup, bir cihete meyil demek olan ""sagav"" masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi : ""tasgi"" gelir. "" Velitasgi ileyh""; söz dinlemek veya dikkat edip kulak vermek, imâle-i guş etmek demek olan ısga da, bundan müştaktır. (E.T.)"
Sagg
Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
Sagıb (sagbân)
Aç kimse. (Müe: Sagbâ)
Sagır
Zelil ve aşağılık kimse.
Sagıye
Koyun. * Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır.
2543
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sagir(e)
Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk.
Sagire
(C.: Sagair) Küçük günah.
Sagir-üs sinn
Yaşı küçük.
Sagr
(Sügur. C.) Etrafı kale ile çevrili şehir. * Sahil şehri. * Tepe veya başka bir yerde mağara. * Ağız. Ön dişler.
Sagsag
Galat kelâm konuşmak.
Sagsaga
Dişi çıkmamış küçük oğlan. * Bir şeyi ısırmak.
Sagsega
Toprak içine bir şey gömmek. * Yemeği yağlı ve iyi pişirmek. * Dişi depretmek.
Sagy
(Sagv) Meyletmek, yönelmek. * Güneşin batmaya meyletmesi.
sağir
küçük, ufak.
Sağnak
Birdenbire ve çok fazla yağıp geçen yağmur.
Saha'
(Bak: Sehâ)
sâha
alan, meydan.
Saha
Kirli ve paslı olmak.
Sahabe
"(Sahâbi) Sâhibler. Sâhib çıkanlar. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü'min olarak görmüş, mü'min olarak vefat etmiş erkek müslüman. (Bak: Ashab, Sohbet.)(Eğer desen : ""Sahabeler de insandırlar, hatâdan, hilâftan hâli olmazlar. Halbuki, içtihadın ve ahkâm-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet ""Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler. "" diye, ittifak etmişler.Elcevab: Evet, sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünki, yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arş'tan Ferş'e kadar açılmış. Esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i
2544
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kezzâb'ın derekesinden Alâ-yı İlliyyinde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet, Müseylime'yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm'ı âlâ-yı iliyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.İşte hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvet'in ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylime'nin maskara-âlud müzahrefat dükkânındaki kizbe, ihtiyariyle ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi'râc-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet'in, hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şa'şaa-i cemaliyle, içtimaat-ı insaniyyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka -ve bilhassa ahkâm-ı şer'iye rivayetinde ve tebliğinde- elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat'idir, zaruridir, şüphesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz. S.)(Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men'etmişler. Çünki Vâkıa-i Cemel'de Aşerei Mübeşşere'den Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (R.Anhüm) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip: Hazret-i Ali (R.A.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi
2545
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olduğu cihetle afvedilir. Hem Vehhabîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhebleri İslâmiyete zarar vermesin diye Sıffîn Harbindeki bâgilerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.Haccac-ı Zâlim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm'ın büyük allâmesi olan Sa'deddin-i Taftazanî, ""Yezid'e lânet câizdir"" demiş; fakat ""Lânet vâcibdir"" dememiş. ""Hayırdır ve sevabı vardır"" dememiş. Çünki, hem Kur'anı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer'an bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünki zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar, amel-i salihde dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... R.N.)(İmam-ı Ali (kerremallahü veche)nin şahsına ve hayatına ve adalet-i hakiki üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zâhirîsinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i mânevîsine ve kemalât-ı ilmiyesine ve makamat-ı velâyetine ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman ortasında nasıl böyle vukuat olabilir? diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı azamı, İmam-ı Ali'nin (R.A.) hârika kemalâtına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil; belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmağa çalışmışlar, hatâ etmişler. R.N.)" sahâbe
sahipler, Peygamberimizin arkadaşları.
2546
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sahabet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sâhib olma, sâhib çıkma. * Sohbetinde bulunmuş olma. * Yardım etme, koruma, arka olma.
sahâbet
sahip olma, sahiplik.
Sahabetkâr
f. Koruyan, sahib çıkan, arka olan.
sahâbetkârâne
sahip çıkarcasına, korurcasına.
Sahabi
(Bak: Sahâbe)
sahâbî
Peygamberimizi görerek îman eden hayırlı kimseler.
Sahabiye
Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı sağ iken görmüş olan ve mü'mine olarak vefat etmiş bulunan kadın müslüman. (Bak: Ashab)
Sahad
Yakmak.
Sahafet
Zayıflık, bozukluk. * Hafiflik.
Saha-i zuhur
Görünme meydanı.
Sahaif
(Sahife. C.) Sahifeler.
sahâif
sayfalar.
Saha-kâr
f. Eli açık, cömert, sahi.
Saham
(Bir kimse) güneşte yanma.
Sahanet
Kızgınlık, sıcaklık.
Sahari
(Sahrâ. C.) Çöller, sahrâlar, kırlar.
Saharî
(Sahrâ. C.) Sahrâlar. Çöller.
Sahat
(Sâha. C.) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar.
Sahavet
"Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek.(İhsan ihsandır. Eğer nev'e olsa; veya muhtaca ve fakire olsa, sahavet o vakit tam sahavettir. Eğer, millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tenbel
2547
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
eder, çingeneliğe alıştırır. Elhâsıl, millet bâkidir, fert fâni. Münazarât)" sahâvet
cömertlik.
Sahavetkâr
f. Eli açık, cömert olan. Herkese ihsan eden.
Sahb
(Sâhib. C.) Yakın dostlar. Sâhipler.
Sahb(et)
Şarabın kırmızı olması. * Saç kılının kırmızıya yakın olması.
Sahc
Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi. * Kaşımak. * Tırmalamak.
Sahe
İnce ve zayıf deve.
Sahf
Süngü demirinin keskin olması. * Soymak. * Yüzmek.
Sahfe
Zayıf akıllılık ve az fikirlilik.
Sahh
şiddetinden kulaklar tutulan çığlık. * Sağlam bir şeyle vurmak. * Cemetmek, toplamak.
Sahha
Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık.
Sahhab
Gürültücü, patırtıcı.
Sahhaf
(Sahf. dan) Eski kitap alıp satan kimse.
Sahhaka
Sevici kadın.
Sahıb
Yoldaş, yol arkadaşı. *Gözcü. (C.: Sıhab-suhban) (Sahıb'in C: Sahb Sahb'ın C: Eshab-Eshab'ın C: (Esâhıb))
Sahıre
(C.: Savahır) Topraktan yapılmış bir kap.
Sahıt
Dargın, kırgın.
Sahi
(Sehv. den) Hata işleyen.
sahî
cömert.
Sâhib
(Sohbet. den) Sohbet edilen kimse. * Bir şeyi koruyan ve ona mâlik olan. * Bir iş yapmış olan. * Bir vasfı olan.
sâhib
sahip, koruyucu, sohbet arkadaşı.
Sâhibat
(Sâhibe. C.) Kadın sâhibler.
2548
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sâhibe
(Müe.) Bir şeyin sahib ve mâliki olan kadın.
Sâhibe-i cemâl
Güzellik sahibi kadın. Güzelliği olan kadın.
Sâhibe-i hâne
Ev sahibi kadın.
Sâhibet-ül beyt
Ev sâhibesi. * Kadın ev sâhibi.
Sahib-fıraş
f. Hasta. Yatağa düşmüş.
Sahib-huruc
f. Ayaklanmış, isyân etmiş, âsi. Ayaklanıp isyân ederek idâreyi ele geçirmiş kimse.
Sâhib-i arz
Devleti temsil eden zât.
Sâhib-i hâne
Ev sâhibi. Sahib-ül beyt.
Sâhib-i hayrât
Câmi, yol, çeşme vs. gibi hayırlı işler yapıp bırakmış kimse. Hayrat sâhibi.
Sâhib-i huruc
f. İsyan edip ayaklanarak idareyi ele geçirmiş olan kimse. * Büyük kahraman. * Şarktan zuhuru beklenen mehdi.
Sâhib-i imtiyaz
İmtiyaz sahibi.
Sâhib-i kemâl
Kemal sahibi, olgun insan.
Sâhib-i nun
(Sâhib-i Zünnun) Hz. Yunus Peygamber'in (A.S.) bir nâmı.
Sâhib-i tahric
(Bak: Tahric)
Sahib-kemal
f. Olgun, kemal sahibi.
Sahib-kıran
f. Her zaman muvaffak olan ve üstünlük kazanan hükümdar.
Sahib-nazar
f. Görüşü, tecrübesi ve düşüncesi kuvvetli olan.
Sahibu bil-cenb
Arkadaş. Refik.
Sâhib-ül beyt
Ev sâhibi.
Sâhib-ül hut
Peygamber Hazret-i Yunus'un (A.S.) bir nâmı. (Bak: Yunus)
Sâhib-ül yed
Mal sahibi, malı elinde tutan kimse.
Sâhib-üs seyf
Kılınç sahibi. Maddeten kuvvetli olup, maddi cihad ile vazifeli olan.
Sâhib-üt tâc
Tâc, sâhibi, İncil'de mezkur Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismi.
2549
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sâhib-üz zaman
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zamânın sahibi. Zamânında İnd-i İlâhide en makbul insan. Müceddid. *Mehdi-i zaman.
Sahib-vücud
Sözü geçer, mevki sâhibi kimse.
Sahib-zuhur
Baş kaldıran, isyan eden, ayaklanan. Başa geçen.
Sahid
Uyanık.
Sahif
(Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse. * Gevşek dokunmuş. Boş.
Sahife
Sayfa, kitap sayfası. *Mc: Bir mâna ifade eden her hangi bir şeyin hâli.
sahife
sayfa.
Sahife-i hâliye
Boş sahife.
Sahih
"Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz. * Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade. * Gr: Kelimenin kök harfleri (Huruf-u asliye) : 1- Hemzeden; 2- İki aynı harf yanyana geldiği zaman, yalnız biri yazılıp üzeri şeddelenmekten; 3- Harf-i illet ""vay-ye"" ve bunlardan dönen ""elif""den sâlim bulunursa kelime sahih olur."
sahih
doğru, sağlam, kesin hadîs.
Sahihan
Doğru olarak, cidden, hakikaten, gerçekten.
Sahih-i müslim
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
Sahik
Uzak. * Müretteb olan söz. * Hemen anlaşılmaz derece. * Çok karışık ve anlaşılmaz söz.
sâhil
kıyı.
Sahil
Kişneyen. Kişneyici.
Sahilhane
f. Yalı evi.
Sahilnişin
f. Sâhilde oturan.
2550
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sahilreside
f. Sâhile varmış, kıyıya ulaşmış.
Sahilsaray
Deniz kenarındaki kâşâne, büyük yalı.
Sahime
Zayıf dişi deve.
Sahimet
Kin, çekememezlik. * Hased.
Sahin(e)
(Suhunet. den) Sıcak, kızgın, ısınmış.
Sahir
(Seher. den) Uykusuz kalan. Uyuyamayan.
sâhir
büyücü.
Sahirâne
f. Büyülercesine olan. Büyüleyici gibi.
Sahire
Yer yüzü, arz. * Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza. * Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl. * Cehennem.
Sahir-pişe
f. Sihirbazlığı meslek edinmiş olan.
Sahk
Dövmek. * Ezmek. * Eski kaftan, eski elbise.
Sahl
Az az vermek.
Sahle
(C.: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.)
Sahmem (sahmim)
Hâlis (hayırda ve şerde kullanılır.) *Yaramaz huylu deve.
Sahn
Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk. * Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık. * Sahne. * Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer. * Büyük kâse. Sahan. * Zil.
sahn
sıcaklık, boşluk.
Sahnan
Çifte zil.
Sahne
Manzara. * Tiyatro oynandığı yer. Oyun yeri.
sahne
oyun yeri.
Sahn-i dureng
Dünya.
Sahn-i gülşen
Gül bahçesinin ortası.
2551
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sahn-i lâle-zâr
Lâle bahçesinin ortası.
Sahr
Örtmek.
Sahra
(C.: Sahârâ-Sahravât) Kır, ova, çöl. * Yazı. * Kızıl dişi eşek. (MüzEshar)
sahrâ
kır, ova, çöl.
Sahra-neverd
f. Çölde dolaşan. Göçebe.
sahrânişin
çölde oturan, bedevi.
Sahra-nişin
f. Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren.
Sahravat
(Sahra. C.) Sahralar, çöller. Ovalar. Kırlar.
Sahra-yı kebir
Büyük çöl. Cezayir, Tunus ve Libya'nın güneyinden Çat Çölü hizasına kadar uzanan Afrika'nın en büyük çölü.
Sahre(t)
Büyük ve sert taş.
Sahret
tarihi bir kaya.
Sahretullah
"Kudüs'te, Beyt-i Mukaddes'te çok eski ve tarihî bir kaya. Hazret-i Peygamber (A.S.M.), Mir'ac gecesinde bu kayadan uruc ettiği hakkında rivayet vardır. Bu kayaya ""Hacer-i Muallak"" da denir.(Felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-i arziye ve vaziyet-i fıtriyesini bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda, ""Sevr ve Hut"" namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennet'ten getirilen ve fâni Küre-i Arz'ın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride baki Cennet'e bir kısmını devr etmeğe bir işaret için Sahret nâmında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip ""Sevr ve Hut"" meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş, diye Benî-İsrail'in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbni Abbas'tan dahi mervidir. Maatteessüf bu kudsi mânâ, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telâkki edilmekle aklın
2552
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hâricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi, toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler, elbette onların ve Küre-i Arz'ın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihiyaçları yoktur. Ş)" Sahrınç
Yağmur sularını biriktirmek için bina altında ve toprak içinde yapılan etrafı duvarlı veya çimento sıvalı su mahzeni.
Sahsah
(C.: Sahâsıh) Düz yer.
Sahsah(a)
Döndürmek. * Evin ortası.
Sahsalik
Katı, şiddetli, şedid. * Yaşlanmış, ihtiyar kadın. * Şiddetli ses.
Saht (suht)
Hışım, hiddet, kızgınlık, gadap.
Saht
Zor güç, * Sert, katı, çetin. * Güçlü, kuvvetli, sağlam.
Sahtdil
f. Katı yürekli.
sahte
düzme, yapmacık.
Sahte
f. Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. * Kalp, karışık.
Sahtegî
f. Sahtelik, yalan, düzme.
Sahtekâr
f. Sahte iş yapan, hilekâr. Kalpazan.
sahtekâr
sahteci, aldatıcı.
Sahtekârî
f. Hilekârlık, sahtekârlık.
Sahtevekar
f. Yapmacık tavırlar takınan, kendini satmaya çalışan.
Sahtgir
f. Bir şeyi sıkıca tutan.
Sahti
f. Sertlik, katılık. * Güçlük. * Sıkıntı.
sahtiyân
cilâlı deri.
Sahtiyan
f. Boyanmış, cilâlanmış deri. Tabaklanmış deri.
Saht-ligam
f. Gem almaz, sert başlı at.
Sahtru
f. Suratı asık, dargın, kırgın.
Sahun
Adım tutan eşek.
2553
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sahûr
oruçta gece yemeği.
Sahur
Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr.
Sahv
Ateş ve ocaktan kül çıkarmak.
sahv
sahve, ayılma.
Sahv(e)
Ayılma, ayıklık, aklı başında olmak. * Hastanın iyileşmesi. * Tas: Kendinden geçme hâlinin sona ermesi, his âlemine tekrar dönmek. * Uyanıklık.
Sahva'
(C.: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer.
Sahve
En yüksek dağ. * Atın sırtı, eğer konulan yeri. * Su menbaı.
Sahy
Nemli olmak. * Islaklık, rutubet.
Sâ-i müselles
Üç noktalı sâ' harfi. (Se harfi de denir.)
Sai
Çalışan. * Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. * Bir yere vâli olan. * Cemaat başı. * Yan yan giden. * Hızlı yürüyen. * Koğuculuk yapan.
Saib
(Savab. dan) Maksada uygun. * Hedefe doğru ulaşan. * Doğru. Yanlışsız. Yanlışlık yapmayan.
Saibe
Başı boş bırakılmış hayvan. Sâime.
Said bin zeyd (r.a.)
Hz. Ömer'in (R.A.) amcasının oğluydu. Aşere-i Mübeşşere'den ve Ashabın ileri gelenlerindendi. Vazifeli olarak Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Şam'ın fethine ve bir çok mühim muharebelere iştirak etti. Hicri 51 yılında vefat etti.
Saîd Nursî
zamanımızın en büyük âlim ve mütefekkiri, asrın müceddidi, Nur Risalelerinin yazarı.
Said
(Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar.
saîd
saadetli.
2554
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Saidan
Kol ve bacak.
Said-i nursî
"(Bediüzzaman) (Mi: 1876 - 1960, Hi: 1293 - 1379) Babası Mirza, Annesi Nuriye olan bu büyük mütefekkir zât, Bitlis vilâyetimizin Hizan kazası, Nurs köyünde doğmuştur. Ateşîn zekâsı ve takvası ve dinine sadakatı kısa zamanda etrafta tanınmasına sebeb olmuştur. Bir müddet Van'da kaldı. Başta Vâli Tahir Paşa olmak üzere bütün halk kendisine hürmet ediyordu. Kısa zamanda ilmi ile hocalarına ders verecek hale gelmişti. İslâmiyete bütün varlığıyla hizmet etmek cehdi içerisinde idi. İhsan-ı İlâhî olan hârika kabiliyeti ile mütâlaa ettiği kitapları kısa zamanda ezberden okuyabiliyordu. Cesaret ve şecaatta da hârikaydı. Rusların Şark vilâyetlerimize tecavüzü sırasında Enver Paşa Kumandasında Milis Teşkilâtı Gönüllü Alay Kumandanı olarak talebeleriyle birlikte harbe iştirak etti. Büyük fedakârlıklar gösterdi. Hiçbir zaman birlik ve İslâmî beraberlikten ayrılmadığı gibi dâima millî vahdetimiz için bütün gücüyle çalışıyordu.31 Mart isyan hareketinde yatıştırıcı ve müsbet rol oynamış; bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate getirmişti. (31 Mart Olayı, 1970 SBF. Yayınları sh: 129 - 253 Doktor Sina Akşin'in eserinden.)Kendisini verdikleri Divanı Harb-i Örfî'de Mahkeme Reisi Hurşid Paşa'nın ""Sen de şeriat istemişsin"" sualine karşı şöyle cevap veriyordu:""Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!..""1327 (Mi: 1911) tarihinde Şam'da Cami-ül Emevî'deki hutbesinde İslâm Âlemindeki hastalıkları teşhis ederek anlatıyor ve bir bir tedavi çarelerini söylüyordu. O hutbede hülâsa olarak İslâmî uyanışı ve çarelerini anlatmıştır. O hutbeden birkaç satır:""Hâsıl-ı
2555
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kelâm : Biz Kur'an şakirdleri olan müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek.""Aynı zamanda şark vilâyetlerinde müsbet ilimlerle ve dinî bilgilerle mücehhez Medreset-üz Zehra nâmında büyük bir üniversite açılmasına çalışıyordu ve Sultan Reşad kendisine bu iş için 19 bin altun lira vermeyi kabul etmişti. Van Gölü kenarında Artemid'de temeli atılan bu müessese 1. Cihan Harbi sebebi ile geri kalmıştı.Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul'da 25 Ağustos 1918'de kurulan Dar-ul Hikmet-il İslâmiye'ye Erkân-ı Harbiye-yi Umumiyye'nin teklifi neticesinde âzâ kabul edildi.Bu yüksek ilmî hey'ette bütün İslâm Âlemini alâkadar eden mes'eleler görüşülüyordu. Devrin hastalığını ve milletin maddî, manevî ihtiyaçlarını o zamanda bilen ve teşhis eden bu zat, eserlerini neşretmeğe başladı. İşârât-ül İ'caz, Münâzarat, Muhâkemât, Tuluât, Lemaât, Nokta, Rumuz, Hutuvât-ı Sitte, Sünühât, Şuâât gibi eserlerinde ecnebilerin İslâm Âlemini parçalamak, mânen ve maddeten yıpratmak için ortaya attıkları bâtıl fikirleri çürüten, Kur'anî İslâmî hakikatleri neşrediyor, ilân ediyordu.Millî hükümetin Ankara'da teşkiline ve İstanbul'daki kuvvetlerin bu hükümete yardımlarına bütün gücüyle çalışıyordu. İngiliz ve Fransız gibi emperyalistlerin ye's verecek fikirlerine, neşriyatlarına karşı milleti uyandıracak faaliyette bulunarak, ""Hutuvât-ı Sitte"" gibi neşriyatıyla millî birlik ve beraberlik, İslâmî gayret ve şecaate kuvvet vermeğe çalışıyordu.En büyük tehlikenin
2556
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ilim nâmı altında Avrupa emperyalistlerinin ortaya attıkları, milleti birbirine düşürecek, imanı zedeleyecek, Kur'an'dan ve imandan, millî birlik ve beraberlikten ayıracak fikirler olduğunu biliyor ve bunların ilmî esaslarla, müsbet delillerle çürütülmesi yolunda çalışıyordu. (Tarih Sohbetleri 1966, Cilt: 4)Diyarbekir havalisinde din nâmına ihtilâle teşebbüs eden (15 Şubat 1925) Şeyh Said, Bediüzzaman'ın büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettiğinde cevaben onlara mektubunda şöyle demişti:""Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de çekmeyiniz. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir."" (Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı)Ecnebilerin propagandasının te'siri altında kalanlar bu büyük mücahide çeşitli iftiralarda bulundular. Fakat O, hakikatları ilândan, milli birlik ve beraberliği te'mine çalışmaktan aslâ vaz geçmedi. 130 parçadan fazla olan bütün eserlerinde, siyasetten tecerrüd ederek ve bilhassa menfî ve tarafgir siyasetçiliklerden, şeytandan kaçar gibi kaçıp, müslümanlar arasında kardeşlik şuuruyla ve bîtaraf bir makamda Kur'an'a hizmet etmeyi bu zamanda en mühim bir vazife olarak kabul etmiş ve bu hakikatı iman hizmetindeki talebelerine değişmez bir düstur halinde tesbit etmiştir.Eserlerinin muhtelif yerlerinde tekrarla üzerinde durduğu mesleğinin bu düsturuna dair birkaç bahsi nümune olarak aşağıya dercediyoruz.şöyle ki:""Risale-i Nur şakirdlerinin mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki hâlisane hizmet-i Kur'aniye, onlara her şeye bedel, kâfi geliyor..... Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru
2557
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve amisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risalei Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş."" Şualar: 362""...Nur şakirdleri hiç siyasete karışmadılar, hiç bir partiye girmediler. Çünki iman, mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalâlete karşı cephe alır."" Emirdağ Lâh: 180""...Ben de Nur-u Kur'anı elde tutmak için euzubillahi mineşşeytani vessiyaseti deyip, siyaset topuzunu atarak iki elim ile nura sarıldım.Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında; hem muvafıkta hem muhalifte o Nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telâkkiyatlarından müberra ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envar-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir...Elhamdülillâh siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim..."" Mektubat : 49""... Otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebep; bir mübarek âlimin tâkib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile sâlih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü senâ etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye Eûzü billahi mineşşeytani vessiyaseti dedim, o zamandan beri siyaseti terkettim."" Emirdağ Lâh: 272Bediüzzaman siyasetten bu kadar çekinmesine rağmen yine de gizli din
2558
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
düşmanlarının iftira ve iğfalatiyle (siyasî maksad taşımak ve cemiyet kurmak) gibi iddialarla müteaddid defalar mahkemeye verilmiş ve zamanımıza kadar bine yakın mahkeme ve beraet teselsülen olagelmiştir ki, dünya hukuk tarihinde böyle bir hâdise mevcud değildir.Son derece mütevazi ve fakirane bir hayat yaşadığı, maddî manevî hiçbir makam iddia etmediği halde, yabancıların te'siri altında ve hariçten içimize girmiş cereyanlar sebebiyle muhtelif yerlere nefyedildi. Fakat yine, o felsefecilerin ve kendisini münevver telâkki edenlerin bâtıl fikirlerini köküyle ortadan kaldıracak ilmî, aklî, müsbet delilleri yazmak ve neşretmekten bir an bile geri durmadı. Eserleri köy odalarından başlıyarak üniversite muhitlerine kadar elden ele, dilden dile dolaştı. Kur'an-ı Kerim ve onun tefsiri etrafında bir Hizb-ül Kur'an meydana geldi.Bu lügatta Bediüzzaman Said Nursî'ye geniş yer verilmesinin sebepleri şunlardır:Bu zât eserlerinde Âmentü'nün altı esasını ilmî ve delilli olarak izah etmiştir. Bu sebeple pek çok kimsenin Sünnet-i Seniyyeyi yaşamasına sebep olmuştur. Din büyüklerini tanımak ve tanıtmak, şahıslara bağlanmak için değil, İslâmiyete bağlanmak yönünden önemlidir.Din düşmanları dine hizmet eden âlimleri, mürşidleri çürüterek halkı dinden uzak bırakmak istediklerinden, dindar kimseler de İslâmiyete hizmet edenleri tanımak, onlardan faydalanmak zorundadır. İslâmiyet ilim dinidir, âlimler sayesinde devam eder. Âlimleri yok kabul edersek, din de nazariyede kalır. Bunun için âlimlerimize sahip çıkmalıyız.Her İslam âlimine geniş geniş yer vermek isterdik. Fakat Said Nursî herkesten daha fazla hücuma uğramış. Kendisi, talebeleri ve eserleri hakkında bine yakın mahkeme açılmış, 780 beraet kararı alınmıştır. Elbette ki
2559
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
en çok hücum edileni, en fazla tanıtmak, hakikatı ortaya çıkarmak için lüzumludur.Biz, Bediüzzaman Said Nursî'yi övmedik. Sadece hayatının ve eserlerinin bir kısmına ayna tuttuk. Daha geniş bilgi almak isteyenler, onun hayatı hakkında yazılmış kitapları ve Risale-i Nur Külliyatını tetkik edebilirler.Din büyüklerini tanıtmak, bir bakıma İslâmiyeti tanıtmak demektir. Din büyüklerini tanıtmak, Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'i takdimdir. Çünkü İki Cihan Serveri Peygamberimiz olmasaydı, din büyükleri de olamazdı. Meyvayı övmek, ağacı tanıtmaktır. Peygamberimizin övdüğü âlimleri övmemek, Peygamberimizin sevdiği âlimleri sevmemek, İslâmiyetten uzaklaşmaktır. En çok hücum edileni en çok korumak, aklın ve ilmin gereğidir.Bir İslam büyüğü buyuruyor ki: Ya Rabbi ne hikmettir ki, Sen'i sevenleri bulmak, Sen'i sevmektir. Sen'i sevmek ise, Sen'i sevenleri bulmaktır." Saig
Boğazdan kolay ve hoş geçen yiyecek veya içecek.
Saigan
Boğazdan kolayca geçerek.
Saih
Seyahat eden. * Çok zaman oruçla veya ibadetle meşgul olan.
Saik
Dürten, sevkeden, sürükleyen, götüren. * Sebep.
sâik
sevkeden, götüren.
sâika
sevkedip götüren bir his.
Saika
Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek.
Saika-vari
f. Yıldırım gibi. Şiddetli korkutarak.
sâikavârî
yıldırım gibi.
Saika-zede
f. Yıldırım çarpmış.
Sail
(Savlet. den) Saldıran. Kibirli olup başkasına tecavüz eden.
2560
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sâil
soran, isteyen, dilenen, dilenci.
Sail(e)
(Sual. den) Dilenci. * Fakir. * Soran. * İsteyen. * Akan, seyelan eden.
Sailiyet
Akıcılık. * Dilencilik.
Saim
(Savm. dan) Oruçlu, oruç tutan.
sâim
oruçlu.
Saime
Çayıra başı boş olarak salıverilen hayvan.
Saimîn
(Sâim. C.) Oruç tutan kimseler.
sâir
diğer, başka.
Sair
Seyreden, harekette olan. * Bir şeyden geri kalan. * Maadâ. Geçen, dolaşan. * Yolcu. Seyyar. * Başkası, diğeri.
Sait
(Savt. dan) Sesli. Ses çıkartan.
Saiyan
(Sâi. C.) Haberciler, haber götürenler. * Çalışanlar.
Sak
Bir şeyin aslı. * Topuktan baldıra doğru bacağın incik yeri. * Mc: Şiddet.
Sak'
Horozun ötmesi. Bir kimseye vurmak. * Udul etmek, geri dönmek, vazgeçmek.
Sa'k(a)
Ansızın düşmek. * Çağırmak. * Helâk olmak.
Sa'ka
Bayılma. Baygınlık.
Sak'a
Güneş. * Başın ortası. * Beyaz renkli tavşancıl kuşu.
Saka
Ordunun gerisi, ordunun gerisinde bulunan asker takımı. * Üzengi kayışı.
Sak'ab
Uzun, tavil.
Sa'ka-i şedide
Şiddetli baygınlık.
Sakalan
(Sakaleyn) İnsanlar ve cinler.
Sakam
(Sekam) İllet, hastalık, dert. * Hata ve yanlış. * Zillet.
sakam
hastalık, bozukluk.
2561
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sakamet
bozukluk, hastalık.
Sakamet
Bozukluk, ziyan, noksan, zarar, eksiklik. * Keyifsizlik. * Dert.
Sakar
(C.: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu. * Çok ekşimiş süt ve pekmez. * Bir şeyi kırmak.
sakar
cehennem.
Sakare
Kâfir. * Koğucu, dedikoducu, nemmam. * Müstehak olmayana lânet eden. * Pekmezci.
Sakat
Bir tarafı bozuk, eksik veya asla bir işe yaramaz olan. * Yanlışlık (yazıda veya sözde).
Sakatî
Yanlışları çok olan muharrir veya şâir.
Sakayn
İkizkenar.
Sakb
(C.: Sukub) İnce, uzun. * Ev ortasında olan direk. * İçi boş olmayan kuru cisme vurmak. * Yakınlık.
Sakbe
Çadır direği. * Oklava.
Sakek
At kusurlarından bir kusur.
sakf
dam, çatı, tavan.
Sakf
Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü.
Sakf-ı merfu'
Yükseltilmiş dam, tavan.
Sakf-ı muallâ
Yüksek gökyüzü.
Sakıa
(C.: Savâkı) Yıldırım.
sâkıb
parlak.
Sakıb
Parlak. * Bir yandan bir yana delip geçen.
sâkıt
düşen, düşük.
Sakıt
Düşen, düşük. Kıymetsiz, sukut eden. Ölü olarak düşmüş çocuk.
Sakıye
(C.: Sevâki) Su arkı, su dolabı.
Sakıyy
(C.: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut. * Hurma ağacı.
2562
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Saki
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu. * Kadeh sunan. İçki sunan.SAKİ' : Kırağı, şebnem, çiğ.
sâkî
sucu, su veren.
Sakib
(Sâkibe) Dökülen.
Sakif
Nüfuz eden, sözünü dinletip geçiren.
Sakil
(Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba.
sakîl
ağır, can sıkıcı, çirkin.
sakîle
ağır olan.
Sakim
Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan. * Yanlış.
sâkim
hasta, sakat.
Sakin
Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.
sâkin
hareketsiz.
Sakinan
(Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar. Sâkinler.
Sakinâne
f. Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce.
sâkit
suskun.
Sakit(e)
Susan, ses çıkarmayan.
Sakitâne
f. Ses çıkarmayarak, sessizce.
sâkitâne
susarak, sessizce.
Sakk
Kin tutmak.
Sakka
Çok su dağıtan, çok sulayan, sucu.
Sakka'
Kulağı çok küçük olan koyun.
Sakl
Törpü ile eğeleme. Cilâlama.
Sakme
şiddetle ve kakarak vurmak.
Sakn
Timsah derisi gibi katı ve sert olan deri.
sako
ceket, üste giyilen elbise.
2563
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sako
Üst tarafa giyilen elbise. (Ceket, aba, palto gibi)
Sakre
Güneşin çok olan tesiri. * Çakır kuşunun dişisi.
Saksaka
Sığırcık kuşunun ötmesi. * Çok söylemek, çok konuşmak. * Serçenin terslemesi.
Sakta (sıkat)
Kapmak. * Düşmek.
Sakta
(C.: Sakatât) Sözdeki bozukluk veya yanlışlık.
Sakur
Sivri burunlu büyük balta. Külünk.
Saky
Sulamak. Su içirmek. * Bedende su toplamak.
Saky-ı mâ
Su dağıtma.
Sal'
Baş tepesinin saçsız oluşu, kellik.
Sa'l
Başı küçük olan kimse. * Başı küçük deve kuşu. * Tüyü gitmiş eşek.
Sal
f. Sene, yıl.
sâl
yıl, sene.
Salâ
"Namaza davet için çağırmak. Minarede okunan salavat, dua. (Kelimenin aslı ""Essalât"" veya ""Salât"" dır.)"
Sal'a
Belâ, âfet. * Ağaç olmayan kumlu yer.SALA' : Kuyruğun sağı veya solu.
Sala'
Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması.
Sa'la
Küçük başlı kadın.SA'LA : Zâid dişli kadın. (Müz: Es'al)
salâ
minarede okunan dua.
Salaa
Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri.
salâbet
katılık, sağlamlık, merdane tavır.
Salabet
Metanet, katılık, sulbiyet. * Peklik, dayanma. Sağlamlık. * Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik) (Bak: Dimağ)
2564
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Salabet-i diniye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık.
Salaet
(C.: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş.
Salah
Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)
salâh
iyilik, rahatlık.
Salahaddin-i eyyubî
"(Doğumu: Hi: 532, Mi: 1137) Ehl-i Salib zihniyetinin İslâm dünyasına açtığı Haçlı seferlerini maddeten durduran şarkın en kahraman kumandanlarından ve sultanlarından olan bu zât hakkında bir Avrupalı tarihçi: ""İslâmın en saf kahramanı"" diye bahseder.Düşmanın çokluğundan bahsederek geri dönmek isteyen kumandanlarına şöyle hitab etmiş ve az bir kuvvetle Haçlı kuvvetlerini perişan etmiştir.- Madem ölümden korkuyoruz, niçin evlerimizde oturup da çocuklarımızla keyfimize bakmadık, askerliğe girdik... Bizim borcumuz, düşmanın azlığını çokluğunu kıyaslamak değil, ona karşı durmaktır...Sultan Salahaddin, Eyyübiye Devletinin başında 24 sene kaldı. Avrupa'nın Haçlı ordularını iman ve şecaatla çok defa perişan hale getirdi. Onlara mağlub olmadı. Namazını vaktinde ve cemaatla kılardı. Kerim, sabur, halim ve mütevazi idi. 57 yaşında Şam'da vefat etti. (R. Aleyh)"
Salâ-han
f. Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse. * Meydan okuyan kişi.
salâhat
günahsızlık ve temizlik, dindarlık.
Salahat
Sâlihlik, günahsız ve temiz oluş, dindarlıkta çok ileri olmak hâli.
Salahattin
(Bak: Salah-üd din)
2565
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Salahdem
Katı, şiddetli, şedid.
Salahdi
Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem.
Salah-i hal
Durumun düzelmesi.
Salahiyet
Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak. * Bir dâvaya bakabilmek.
salâhiyet
yetki.
Salahiyetdar
f. Vazifeli, salahiyet sâhibi.
salâhiyetdâr
yetkili.
Salah-üd din
"Salâhattin şeklinde yaygın olan bu kelime, ""dine bağlı"" mânasına gelir."
Sâlâr
f. Kafile veya kabile reisi. Baş. Başkan. Reis. En büyük âmir. Başkumandan.
Sâlâr-ı beyt-ül haram Beyt-ül Haram'ın reisi ve başkumandanı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm. Sâlâr-ı rusül
Resüller kafilesinin reisi, kumandanı. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
salât
namaz.
Salat
Namaz. Belirli vakitlerde Kur'an'da emredildiği tarzda ve Hz. Peygamber'in tarifi vechi ile yapılan ibadet. * Tebrik, tezkiye. * Dua. Peygamberimize (A.S.M.) yapılan dua. * İstiğfar. * Rahmet. (Bak: Namaz)(Namaz, dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, bütün hasenata fihrist ve örnektir. Kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir. İ.İ.)
Salât-ı fecr
Sabah namazı.
Salât-ı hamse
Beş vakit namaz.
Salât-ı havf
Muharebeden evvel kılınan iki rekât namaz.
2566
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Salât-ı istihâre
İstihareden evvel kılınan iki rekât namaz.
Salât-ı istiska
Yağmur duasına çıkıldığı zaman kılınan namaz.
Salât-ı sefer
Yola çıkıldığı zaman kılınan iki rekât namaz.
Salât-ı vusta
(Bak: Vusta)
Salatîn
(Sultan. C.) Sultanlar.
Salât-ül asr
İkindi namazı.
Salât-ül fecr
Sabah namazı.
Salât-ül îd
Bayram namazı.
Salât-ül işâ
Yatsı namazı.
Salât-ül mağrib
Akşam namazı.
Salât-ül vitr
Vitir namazı.
salâtüselâm
dua ve selâm, salâvat getirme.
Salât-üz zuhr
Öğle namazı.
Salavat
(Salât. C.) Namazlar. * Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar. * Nimetten çıkan şükürler. İbadetler. * Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar. * Nasârâ kilisesi.
salâvât
Peygamberimiz için edilen dualar.
Salavatullah
Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi.
Salaye
(C.: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş.
Salayık
Yufka yapmak.
Salb
Asmak. Darağacına çekmek. Çarmıha germek. * Kemikten yağ çıkarmak.
Salben
Asarak, asmakla öldürmek suretiyle.
Salbetmek
Asarak öldürmek.
Sald
Kaypak taş. * Taş gibi çok dayanıklı şey. * Dağa çıkmak. * Şiddetle ellerini yere vurmak.
2567
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Saldah
Sağlam ve katı nesne.
Sal-dide
f. Yaşlı, ihtiyar. * Tecrübeli, gün görmüş.
Sale
Âfet, belâ, musibet, dâhiye.
Sa'le
Eğri hurma ağacı. * Küçük başlı dişi devekuşu.
Sa'leb(e)
(C.: Seâlib) Tilki. * Süngü demirinin ağaç geçirecek yeri.
Salef (salf)
Kibirlilik. Tekebbürlük hali. * Kin tutmak, buğz etmek. * Zevci indinde zevcenin kadri olmamak. * Misafir için olan yemeğin yetmemesi.
Salehba
Dayanıklı ve kuvvetli deve. (Müe: Salehebât)
Salenbac
Uzun ince balık.
Salfa'
Sağlam ve sert yer.
Salha
(Sâl. C.) f. Yıllar. Seneler.
salhâne
mezbaha.
Salhhane
f. (Bak: Selhhane)
Salhurde
f. Çok yaşlı, pek ihtiyar.
Sal-i hal
İçinde bulunulan yıl.
Salib
(C.: Sulub-Salbân) Haç. * Şiddetli, şedit. * Heybetli.
salîb
haç.
Salib(e)
Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden. * Kapıp götüren, zorla alan. * Alan. * Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden.
Salibe
Ayakları yarık olan kadın.
sâlibe
negatif, olumsuz.
Salibe-i külliye
"Man: Bir şeyin nefyine delâlet eden kaziye. Bir şeyin bütün bütün olmadığını veya mevcudattan hiç birisine hâkim ve müessir olmadığını iddia ve isbat eden hüküm.(Halk-ı eşya hakkında
2568
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""mucibe-i külliye"" sâdık olmadığı takdirde ""salibe-i külliye"" sâdık olur. Yâni ya bütün eşyanın Hâlikı Allah'tır veya Allah hiçbir şeyin Hâlikı değildir. Çünkü: Eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi kabul etmez bir küldür. Baziyet yoktur. Ya ""mucibe-i külliye"" olacaktır veya ""salibe-i külliye"" olacaktır. Başka ihtimal yok. Her şeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh, ednâ bir şeyde Hâlıkiyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder. Ve keza Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir, evsat yoktur. Zira sani' vâhid-i hakiki olmazsa, kesir-i hakiki olacaktır. Kesir-i hakiki ise gayr-i mütenahîdir. Maahaza nuru neşredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, icab ettirenin vücubsuz olması muhaldir.Ve keza ilim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsân edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi verenin iradesiz, kâmil şeylerin sani'i gayr-ı kâmil olduğunu telâkki etmek muhaldir.Ve keza, aynı tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir edenin basarsız olduğunu düşünmek, ancak basar ve basiretten mahrum olan adamın işidir. Maahaza, masnu'daki kemalât tamamen Sâni'deki kemalden akan bir feyizdir. Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan bir mikrop, kartalı gördüğü zaman ""bu kuş değildir"" der. Çünkü, sinekteki şeyler onda yoktur. M.N.)" Salibiyyun
Hristiyanlar.
Salid
Pak, temiz.
Salif
Boynun genişliği, kalınlığı.
salif
geçen, geçmiş.
Salif(e)
Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem.
Salif-ül arz
Dünyanın ve arzın evveli veya geçmiş zamanı. * Evvelce arz olunan.
2569
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Salif-ül beyan
Bildirilmiş, beyanı geçmiş.
Salif-üz zikr
Bildirilen, zikri geçen, mezkûr. Yukarıda ismi geçen. Yukarıda, daha evvel söylenen.
Salig
(C.: Sulag) Altı yaşındaki sığır.
Salih (a.s.)
"Büyük peygamberlerden olup Hicaz ile Şam arasında oturmuş olan Semud kavmine gönderilmişti. Semud kavmi Âd kavminden sonra Arap yarımadasında kuvvet ve ma'muriyet bulup küfür ve dalâlete meyl ile putlara ibadet ediyorlardı. Salih (A.S.) kendilerini hak dine davet etmiş ise de, inanmayıp kendisinden mu'cize istemeleri üzerine; Allah, bir kayadan bir dişi deve çıkarmış ve deve derhal yavrulamış; bu hayvanla yavrusuna bakılması Salih Peygamber tarafından kavmine tavsiye olunduğu halde, bunlar deveyi dahi öldürdüklerinden Allah'ın gazabına uğramışlardı. İmana gelen küçük bir kısmın gerisi, mahv ve helâk olmuştu. Hz. Salih (A.S.), bir rivayette Mekke'ye ve bir rivayette de Kudüs'e çekilip orada vefat etmiştir. Enbiya-i Arab'dan olduğu halde Tevrat'ta zikredilmiştir."
sâlih
dindar, uygun, iyi hâlli.
Salih
Kara yılan.
Salih(a)
(Salâh. dan) İşe yarar, elverişli, uygun, iyi. Haklı olan, itikatlı, dindar, dinî emirlere uyan. * Faziletli, ehl-i takva olan.
sâliha
iyi hâl üzere olan dindar hanım.
Saliha
Safi gümüş. * İyi, sâlih kimse.
Salihat
Dine uygun iyi hareketler. Cenab-ı Hakk'ın ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beğeneceği işler, iyilikler. * Hayır ve hasenat sâhibi müslüman kadınlar.
sâlihât
iyilikler, dine uygun ameller.
2570
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Salihûn
Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler.
Sâlik
(Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan.
sâlik
giden, yürüyen.
Sâlikân
(Sâlik. C.) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler.
Sâlikûn (sâlikîn)
(Sâlik. C.) Sâlikler. Sülûk edenler.
Salil
Demirden çıkan ses. Demir sesi.
sâlim
sağlam, eksiksiz, korkusuz.
Sâlim(e)
Sağlam. * Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. * Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan. * Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler. * İçinde harf-i illet bulunmayan kelime.
Sâlimen
Sağ, sağlam ve sıhhatta olarak. * Emin olarak, emniyetle.
sâlimen
sağlam ve eksiksiz bir hâlde.
Sâlimîn
(Sâlim. C.) Sağ, sağlam ve sıhhatta olanlar. Sâlimler.
Sâlis(e)
Üçüncü. * Sâniyenin altmışta biri.
Sâlisât
(Sâlise. C.) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler.
sâlise
üçüncü.
Sâlisen
Üçüncü olarak.
sâlisen
üçüncüsü.
Saliye
Edb: Yeni yılı tebrik maksadıyla sene başında yazılan tarihli medhiye.
Salk
Şiddetli ses. * Vurmak. * Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması.
Salkame
Azı dişlerinin birbirine dokunması.
Sall
(C.: Sellât) Dar su yolu.
2571
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Salla
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir.
Sallallâhü teâlâ aleyh """Allah (C.C.) onun şanını yüceltsin; duasını, isteklerini kabul etsin; her isteğini versin"" meâlinde Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında söylenilen duadır." sallallahüaleyhivesellem
Allah ona salât ve selâm eylesin.
Salle
(C.: Sılât) Kuru yer. * Deri, cild.
Salm
Kesmek.
Salma'
Kesmek.
Salname
f. Yıllık, senelik.
Salsal
Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık. * Çok anırgan eşek.
Salsale
Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları.
Salt
Bileyi taşı. * Kişinin kendi öz kızı. * Erkek ismi. * Geniş alın. * Vurmak mânâsına mastar.
saltanat
idarî kuvvet ve kudret, hâkimiyet, sultanlık, padişahlık.
Saltanat
Kudret, kuvvet. * Hâkimiyet, padişahlık. * Tantana, gösteriş, debdebe. * Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik. (Bak: Siyaset)
Saltanat-ı seniyye
Osmanlı İmparatorluğunun bir adı.
Salus
f. İkiyüzlü, riyakâr.
Salusî
f. İkiyüzlülük, riyakârlık.
Salv
Uyluk.
Salvele
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a okunan salavat ve dua.
salvele
Peygamberimize okunan salavat ve sair dualar.
Saly
Pişirmek. * Yakmak.
Sam
Ölüm, mevt. * Yer altındaki altın damarı. * Gök kuşağı. * Ateş. * Sersemlik hastalığı. * Hazret-i Nuh'un (A.S.) oğullarından birinin ismi.
2572
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sa'm
Soymak.
Sam'a
Küçük kulaklı kadın. (Müz: Asmâ) * Kuvvetlenip olgunlaşan ot.
Samahmah
Uzun ve çok yoğun olan madde.
Samam
Belâ. * Zahmet, meşakkat.
Sâmân
f. Servet. Zenginlik. * Rahmet. * Dinçlik. * Düzen, tertip. * Bir kimsenin varı-yoğu, serveti.
sâmân
servet, zenginlik.
Sâmânsuz
f. Rahat ve huzuru bozan.
Samanyolu
uzaktan parlak bir yol gibi görünen yıldızlar kümesi.
Sam'ar
Katı şiddetli, şedid.
Sam'are
Sağlam ve dayanıklı, sert.
Samd
Kasdetmek. * Yüksek yer. * Galiz, yoğun.
Samece
(C.: Samec) Kandil.
Samed
Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah) *Pek yüksek, dâim. * Refi' ve âli ve içi dolu şey. * Kavmin ulusu.
Samedanî
Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus.
Samedanîyet
Samedanîlik.
Samediyet
Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi.
Samekmek
Çok kuvvetli adam.
Samem
Sağırlık.
Samer
Bozulup fena kokmak.
Sameyan
Sıçramak. * Kalkmak. * Yürekli, cesaretli, kahraman, bahadır kişi.
Samg
Zamk, ağaç sakızı.
Samgî
Zamk gibi, zamk halinde olan.
2573
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Samha
Kolaylık. Asânlık. Sühulet.
sâmî
dinleyici.
Sami'
İşiten, duyan, dinleyen.
Sami
Sertlik, katılık. Kuruluk.
Samia
Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti.
sâmiâ
işitme duyusu.
Samid
Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan. * Hayrette kalan. * Gafil.
samie
yüksek, yüce.
Samih
Cömert, eli açık sahavet sahibi ve civanmert olan.
Samiîn
(Samiûn) Dinleyiciler. * Bir nevi icraatta alâkadar olmayıp dinleyici olanlar, devam edenler.
Samil
Kuru, yâbis.
Samim
İç, asıl, öz.
samim
iç, asıl, öz.
Samimâne
f. Samimi olarak. İçten duyarak, riyasızlıkla.
samimane
samimi bir hâlle.
samimî
candan, içten.
Samimî
İçten, gönülden, candan. * İçli, dışlı.
Samimiyet
"İçten ve kalbden olan sevgi ve bağlılık.(Niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde; ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatın şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir. İnayata mazhar olur. M.)"
samimiyet
içtenlik.
Samim-ül kalb
Kalbin içi.
2574
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Samin
Semiz, yağlı, besili.
Samin(e)
Sekizinci.
Saminen
Sekizinci olarak. Sekizinci derecede.
sâminen
sekizincisi.
Samir
Gece toplantıları.
Samirî
Hz. Musa Peygamber zamanında Yahudileri şirke sevk eden. Hz. Musa'nın (A.S.) bulunmadığı yerde kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi.
Samit
Tatsız bayat süt. * Tuzsuz ekmek.
Samit(e)
Susan, sükût eden. * Ses çıkarmaz, sessiz. * Gr: Sessiz harf.
Samitane
f. Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane.
sâmite
suskun.
Samite-i meyyite
Ses çıkarmayan ölü. * Hareketsiz. * Haksızlıklar karşısında gayrete gelmeyen, ölü gibi sükût eden.
Samkuk
Kaba adam.
Saml
Katılık, sertlik. * Dimdik olmak. * Pekişip kaskatı olmak.
Samlah
Kulak deliği. * Kulak kiri.
Samm
Sağır olmak. * Şişenin ağzını tıkamak. * Katı, sağlam ve sert madde. * Vurmak.
Samm(e)
Zehirleyen. Ağulu. * Sam Yeli denen öldürücü rüzgâr.
Samma
Sesi çıkmayan, sessiz. * Sağır ve dilsiz. * Katı ve son kaya. * Sağlam ve sert yer. * Belâ. * Zahmet, meşakkat.
Samme
(C.: Sevvâm) Zehirli hayvan.
Samsam
Keskin olmak. * Keskin kılıç. Seyf-ü sârim.
Samsame
Cemaat, topluluk. * Bölük.
Samt
Susma, sükût.
2575
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Samu
İyi olma, afiyet bulma.
Samut
(Samt. dan) Az konuşan. * Susmuş. Surat asarak susan.
Samyeli
Sıcak memleketlerde esen bunaltıcı rüzgâr.
sân
" ""benzer, andırır"" mânâsında son ek."
San
"f. ""Benzer, andırır"" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır."
San'
Sağlam ve muhkem yer.
San'a
Yemen diyarında bir şehrin adı.
Sanabir
Şiddet.
Sanadid
Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar.
Sanadid-i kureyş
Kureyş'in ileri gelenleri, seraskerleri, büyükleri.
Sanadik
(Sunduk. C.) Sandıklar.
Sanai'
(Sania. C.) Tertibli, uydurma işler. Tuzaklar. * Sanayi.
San'at
Ustalık, hüner, mârifet.
sanât
ustalık, hüner.
sanâten
sanatça.
San'atger
f. San'atçı.
San'atkâr
f. Usta, san'atçı.
sanâtkâr
sanatçı.
San'atkârane
f. San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde.
sanâtkârâne
sanatlıca.
San'atnüma
San'atkârlığını gösteren, san'at gösteren.
sanâtperver
sanatsever.
San'atperverane
f. San'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek.
sanâtperverâne
sanatseverce.
2576
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük San'at-üt tedelli
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İlm-i belagatın bir kaidesi. En âlâdan başlayıp ednaya doğru gitme, yukarıdan aşağıya inme san'atı. (Bak: Tedelli)
sanâtüttedelli
muhatabın söyleneni anlayabilmesi için onun seviyesine inme mânâsında belagat ilminde bir sanat türü.
Sanavber
Çam fıstığı kozalağı veya onun şeklinde olan. Çam fıstığı.
sanavber
kozalak, koni şeklinde.
Sanavberî
Kozalak biçiminde. Koni şeklinde.
San'avî
(San'aviye) San'atlı oluş. San'ata mensub. Muntazam yapılı.
sanâvî
sanatlı.
Sanayi
San'atlar.
sanâyî
sanatlar.
Sanayi-i lafziye
Söz ile, lâfızla yapılan san'at şekilleri. (Cinas, tenasüb ve tezad gibi.)
Sanayi-i maneviye
Mâna delâletiyle olan san'at. (Teşbih ve istiâre gibi.)
Sanayi-i nefise
Güzel san'atlar. insanın çok hoşuna giden ve çok üstün san'atkârlıkla yapılmış eserler.
Sanbur
Yalnız olan hurma ağacı. * Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi.
Sanc
Zil.
Sancak beyi
"Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara ""Sancak"" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de ""Sancak Beyi"" adı verilirdi."
Sancakdar
f. Sancak taşıyan. Alemdar.
Sance
(C.: Sanecât) Terazi. * Taş.
Sand
Bendetmek, bağlamak.
Sandal
(C.: Sanâdil) Büyük başlı deve. * Güzel kokulu bir ağaç.
2577
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sandid
Bela. * Meşakkat, zahmet. * Şiddetli yağmur ve rüzgâr.
Sanduk
(C.: Sanadik) Sandık.
Sanduka
Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan yapılır, baş ve ayak uçlarına taş dikilerek baştakinin üzerine kitabe yazılırdı. (O.T.D.S.)
sandukça
küçük sandık, kutu.
Sandukçe
f. Küçük sandık.
Sandukkar
Veznedar.
Sa'neb
Başı küçük olan kimse. Küçük başlı kişi.
Sanem
Kâfirlerin, önünde ibadet ettikleri heykel, put. * Mc: Çok güzel olan. * Putperestlerin İlâhı.
sanem
put, heykel.
Sanem-hane
f. Tapınak, puthane.
sanemmisal
put gibi.
Sanem-perest
"f. Puta tapan.(Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suret-perestliği de meneder. Medeniyet ise; suretleri kendi mehasininden sayıp Kur'ana muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. S.)"
sanemperest
puta tapan.
Sa'net
Et yağı. * Yağ.
2578
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sanevber
(Bak: Sanavber)
sanevberî
koni biçiminde olan.
sanevî
ikinci derecede.
Sanevî
İkinci. İkinci derecede.
Sâni aşer
Onikinci.
Sani'
Görülen iş.
Sâni
herşeyi sanatlı yaratan Allah.
Sani
İkinci.
sani
ikinci.
Sania
Uydurma, düzme. Tuzak, hile. * İş, amel, fiil.
Sanife
Bez kenarı.
Sanih
Mübarek fiil, iyi iş.
Saniha
Zihne gelen fikir. Mütâlâa. Çok düşünmeden gelen fikir.
Saniha-ârâ
f. Hatıra gelen, akla gelen.
Sanihât
(Sâniha. C.) Çok düşünmeden akla, fikre gelen şeyler. (Bak: Sünuh)
Sani'-i hakikî
Doğrudan doğruya, hiç bir şeye muhtaç olmadan her şeyin aslını, esasını ve teferruatını yapan, yaratan. Allah (C.C.).
Sâni'-i hakîm
Hikmet sâhibi olan yaratıcı. Allah (C.C.)
saniiyet
sanilik, sanatlı yapıcılık.
Sani'iyyet
Ustaca ve tertibli yapıcı oluş. Sâni'lik.(Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Meselâ, Ayasofya'nın bânisi inkâr edildiği takdirde her bir taşı Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyle ise kâinatın Sânia olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zâhir, daha evlâdır. Öyle ise kâinatın inkârı mümkün olsa bile, Sâniin inkârı mümkün değildir. M.N.)
2579
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Saniye
Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman.
saniye
ikinci.
Sa'niye
Takkenin tepesi.
Saniyen
İkinci olarak. İkinci derecede.
saniyen
ikincisi.
Sansür
Fr. Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi.
sansür
yayınların denetlenmesi.
Santit
Ulu, kerim kişi.
santrifüj
merkezkaç kuvveti.
Santrifüj
yun. Merkezden uzaklaşan kuvvet. Merkezkaç kuvvet. (Bak: Kuvve-i an-il merkeziye)
Sanvan
(Sunvân) (C.: Esvane) Kaftan. * Giyecek eşyaların muhafaza edildiği dolap veya sandık.
Sar'
Düşmek. * Yıkıp yere çalmak. * Edb: Şiirin beytini iki mısra' veya iki kafiyeli yapmak. * Tıb: Bir hastalık ki, teneffüs cihâzını his ve hareketten meneder.
Sar
İntikam, öç.
Sa'r
Katil zehiri. * Kısa boylu adam. * Küçük hıyar. * Yaban soğanının kökü.
sarâ
bir çeşit asabi hastalık.
Sara
f. Hâlis, saf, katıksız. *Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi.
Sara'
Sararmış hanzal otu.
Sar'a
Tıb : Bir nevi baygınlık hastalığı.
Sarad
Yer bağırsağı.
Sarah
Her şeyin hâlis ve safisi.
2580
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sarahat
açıklık.
Sarahat
Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık. * Kaymağı alınmış süt.
Sarahaten
Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa.
sarahaten
açıkça.
Saramet
Yiğitlik, mertlik.
Sa'ran (sa'revân)
Koyunun memesinin etrafında olan ve memeye benzeyen sivilceler.
Sararî
(C.: Sarariyyûn) Gemici.
Sarasır
(Sarsar. C.) şiddetli ve gürültülü rüzgârlar.
Sarasıra
Şam vilâyetinde yetişen bir otun adı.
Sarat
Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi.
Saray
(Seray) f. Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev.
saray
büyük ve güzel bina.
Sarb (sareb)
"Sütü birbiri üstüne sağmak. * Bevlini hapsetmek. * Çok ekşimiş süt. * ""Zamk-ı talh"" denilen ağaç sakızı."
Sarban
f. Deve sürücüsü. Deveci.
Sard
Nüfuz etmek, sözü geçer olmak. * Katıksız, saf, hâlis. * Soğuk.
Sardah (sırdâh)
Düz yer. * Sahrâ, çöl.
Sare
Cemaat, topluluk.
Sarf u nahiv
Dilbilgisi. Gramer.
Sarf
(C.: Süruf) Harcama, masraf, gider. * Fazl. * Hile. * Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme. * Farz. * Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. Kelime şekli bilgisi. Morfoloji. Tasrif çeşitlerini, isim ve fiil nevilerini öğreten ilim. * Para bozma.
2581
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sarf
harcama, gider.
Sarfe mezhebi
"Kur'an-ı Kerim'in mu'cize olduğuna dair ikinci mercuh bir mezheb ismi.(İ'caz-ı Kur'an'da iki mezheb var. Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur'an'daki letaif-i belâgat ve mezaya-yı meâni, kudret-i beşerin fevkindedir.İkinci mercuh mezheb odur ki:Kur'an'ın bir suresine muâraza, kudret-i beşer dâhilindedir. Fakat Cenab-ı Hak, mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir, fakat eser-i mu'cize olarak bir Nebi dese ki: ""Sen kalkamıyacaksın."" O da kalkamazsa, mu'cize olur. Şu mezheb-i mercuha, Sarfe Mezhebi denilir. Yâni Cenab-ı Hak cin ve insi men'etmiş ki; Kur'an'ın bir suresine mukabele edemesinler. Eğer men'etmeseydi, cin ve ins bir suresine mukabele ederdi. İşte bu mezhebe göre ""Bir kelimesine de muâraza edilmez"" diyen ulemânın sözleri hakikattır. Çünkü mâdem Cenab-ı Hak i'caz için onları men'etmiş, muârazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa, kelimeyi çıkaramazlar. M.)"
Sarfe
Kuranın mûcize olduğunu gösteren usûllerden biri.
Sarf-ı mehâret
Maharet sarfetme.
Sarf-ı nazar
Bir şeyden vazgeçme, cayma. * Nazar-ı itibare almama.
Sarf-ı zihn
Akıl sarfetme, akıl harcama.
sarfınazar
gözden kaçan.
Sarfî
(Sarfiye) Masrafa, sarfa ait, gidere dair. * Gr: Sarf kaidesine dair, gramere ait, dilbilgisiyle ilgili.
sarfiyât
masraflar, giderler.
Sarfiyyat
Masraflar, giderler.
Sarh
(C.: Suruh) Büyük köşk, yüksek yapı.
2582
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sarha
Çağırmak, bağırmak, feryad etmek.
sarhoşane
sarhoşça.
Sârık
(Sârıka) Çalan, hırsızlık yapan. Hırsız.
sarık
başa sarılan bez.
sârık
hırsız.
Sârıkane
f. Hırsız gibi, hırsızcasına.
sârıkane
hırsızcasına.
Sarî
(C.: Surrâ) Gemici.
sârî
bulaşıcı.
Sari'
Düşmüş. Yere düşmüş sar'alı kimse.
Sari
f. Süren, sürücü.
Sar'î
Sar'a hastalığı ile ilgili.
Sarib
Yol, tarik.
Sarif
Kapı gıcırtısı. * Diş gıcırtısı. * Makara sesi.
Sarife
(C.: Savârif) Değişiklik. Değişme.
Sarih
Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan.
sarîh
açık.
Sarihan
Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak.
sarîhan
açıkça.
Sarik
(Bak: Sârık)
Sarim
Kesilmiş. * Biçilmiş ekin, döğülmemiş harman.
Sarime
Ekini biçilmiş yer.
Sarir
(Kapı, kalem vs. de) Cızırtı, gıcırtı.
Sarir-i hâme
Kalem cızırtısı.
Sariye
(C.: Sevari) Direk. * Gece yağmur yağdıran bulut.
Sarm
(Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak.
2583
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sarma'
Susuz sahra. Suyu olmayan çöl.
Sarnıç
(Bak: Sahrınç)
Sarr
Sevindiren, sürura sebeb olan.
sarrâf
kuyumcu.
Sarraf
Sarfeden. Para işleri ile uğraşan. * Cevherci, kuyumcu. Cevherin kıymetini san'atı ile azaltan veya çoğaltan.
Sarrafân
(Sarraf. C.) Sarraflar.
Sarram
Ham deri satıcısı.
Sarrar
Orak kuşu denilen ve yaz sıcaklarında öten bir hayvan.
Sarre
Kapı, kalem ve semer cızıldaması. * Çağırıp söylemek. * Sayha, yüksek ses.
Sarsar
Gürültü ile gelen pek soğuk rüzgâr, yel. Kasırga. * Ağustos böceği.
Sarsara
Doğan sesi. * Horoz sesi.
Sarsarani
(C.: Sarsaraniyyât) Bir deve cinsi. * Bir cins balık.
Saruc
Alçı. * Hamam otu.
Sary
Kalem ve kapı cızıltısı.
Sa'sa
İnci, sedef.
Sa'saa
Keçiyi sağmak için çağırmak.
Sa'sae
Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi.
Sasaniler
İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâmiyetin karşısında sarsılmışlar, nihayet 636'da Nihavend muharebesi ile ortadan kaldırılmışlardır.
Sa'sea
Âciz olmak. * Sözünde kasır olmak.
2584
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sasim
Kara ağaç. * Abnus ağacı.
Sat'
Yüksek olmak. Kesmek, kat'etmek.
Sa'ter
Güvey otu. * Kekik otu.
Sa'terî
şen ve keyifli kimse. * Kekik otu ile alâkalı. * Soytarı.
Sath
(Bak: Satıh)
sath
yüzey.
Sathen
Dış yüzden, dıştan.
Sath-ı arz
Yer yüzü. Ruy-i zemin.
Sath-ı derya
Denizin yüzü.
sathî
derinliksiz, sığ, yüzeyden.
Sathî
Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit.
Sathiyât
Sathi ve âdi şeyler.
Sathiyyen
Dıştan, dış yüzden. * Üstten. Derinleştirmeden.
Satı'
(Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan. * Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak.
sâtı
parlak.
Satıh
Düz. Bir şeyin dış yüzü, üstü. * Evin damı. * Yayıp döşemek. * Genişlik.
satıh
yüzey.
Sati
Adımlarını geniş atan at.
Satîh
bedeni kemiksiz etten ibaret olan hilkat garibesi bir kâhin, falcı.
Satih
(Bak: Şıkk)
Satim
(C.: Sutem) Galiz, kaba.
Satir
Setreden, örten, kapatan. * Günahları, kusurları örten.
Satit
Ses. * Topluluk, cemaat.
2585
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Satl
Kova, tas, küçük leğen.
Satr
(C.: Sutur) Satır. Yazı sırası.
Satranç
32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.
Satt
Cemaat, topluluk. * Cesediyle tokuşmak. * Kovmak, def'etmek. * Zor bir işe giriftar etmek.
Satur
(C.: Sevâtir) Satır, büyük bıçak.
Satv
Yürürken sıçramak.
satvet
ezici kuvvet.
Satvet
Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. * Zorluluk.
Saud
İnişli ve yokuşlu yer.
Saur
Ocak. Fırın.
Saut
Enfiye gibi burna çekilen ilâçlar.
Sa'v
Duymak. İşitmek. * Zayıf adam. * Serçeden küçük bir kuş.
Sav'
Perâkende etmek, dağıtmak, parça parça yapmak.
Sav
Vatan. * Niyyet.
Savâ
kutsal sayılan ve Peygamberimizin doğduğu gece kuruyan bir göl.
savâb
doğru.
Savab
Doğruluk. Yanlış olmayan. Doğru dürüst.
Savabdide
f. Doğru ve haklı görülmüş. Beğenilmiş.
Savab-endiş
Düşünce ve görüşü doğru olan.
Savab-nüma
f. Doğruyu gösteren.
Savafık
Havadis. * Yeni meydana gelen şeyler.
Savaik
Saikalar, yıldırımlar.
Savaik-i rahmet
Rahmet yağmur ve yıldırımları.
2586
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Savalic
Cirit oynanan eğri sopalar.
Savarım
(Sârım. C.) Keskin kılıçlar.
Savarif
(Sârife. C.) Değişmeler. Değişiklikler.
Savarif-i dehr
Dünya değişiklikleri.
Savat
(Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar. * Derede hayvanlara su içirilen yer.
Sa'vat
(Sa've. C.) Kuyruk sallıyan kuşlar.
savb
cihet, yön, taraf.
Savb
Taraf, cihet, yön. * Dökülmek, nüzul etmek. * Savab. Doğruluk, dürüstlük.
Savb-ı âlî
Yüksek taraf.
Savb-ı hak
Hak ciheti.
Sa've
(C.: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş.
Saver
Eğri boyunlu olmak.
Savg
Batmak, * Kuyumculuk yapmak.
Savh
Yarmak. * Ayırmak. * İşitmek, duymak.
Savi
Kuru, yâbis.
Savl
Saldırma, atılma. Saldırış, atılış.
Savlec
Misk. * Gümüş.
Savlecan
(C.: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa.
savlet
saldırma, saldırı.
Savlet
Saldırma. Ani ve şiddetli atılış.
savm
oruç.
Savm
Oruç. İkinci fecirden başlıyarak güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsi mukarenetten nefsi men'etmek suretiyle yapılan ibâdet.
2587
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Savmaa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Savmea) (C.: Savâmi') İbadet yeri, hususan Yahudilerin ibadet ettikleri yer. * Hücre.
Savm-ı davudî
Bir gün oruç tutup bir gün iftar etmek.
Savm-ı dehr
Aralıksız, bir sene mütemadiyen nehyedilen bayram günlerinde dahi iftar edilmeksizin oruç tutmağa denir. Bu nevi oruç bayram günleri tutulmazsa câizdir.
Savm-ı visal
İki gün iftar etmeden oruç tutmak. (Bu, zaruret olmadan mekruhtur)
savmıvisal
iftar etmeksizin üst üste tutulan oruç.
Savn
Koruma, muhafaza, sıyanet.
Savr
(C.: Savâri) Hamle yapmak. * Parçalamak, pâre pâre etmek. * Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları.
Savre
Uyuza benzer bir hastalık.
savt
ses.
Savt
Ses. Bağırmak.(Şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helâldir. Yetimâne hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı te'sire göre hüküm alır! İ.İ.)
Savtal
Havuç cinsinden çöğender adı verilen bir bitki.
Savt-ı azab
Daima elem verici azab.
Savt-ı bülend
Yüksek ses.
Savt-ı hazin
Hüzünlü ses.
Savvag
Kuyumcu.
Savvane
(C.: Savân) Bir cins çakmak taşı.
Sa'y
Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma. * Hızlı yürüme. * Cür'et etme. *
2588
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ziyaret etme. * Gammazlık yapma. * Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir. (Bak: Himmet) sây
çalışma, emek.
Say'
Suyun akması.
Sayadid
Belâ. * Zahmet, meşakkat.
Sayakıle
(Saykal. C.) Cilâ yapanlar, cilâcılar. * Cilâ âletleri.
Sayarif
(Sayrefî. C.) Sarraflar. * Kurnaz ve işini bilir kimseler.
Say'ariyye
Boyunda olan işaret.
Sayasi
(Sisâ. C.) Dağın uçları. * Herhangi bir şeyin asılları. * Çulha tarakları. * Muhkem ve yüksek kaleler.
Sayb
İnmek.
Sayd
Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek.
sayd
avlanma.
Sayda'
Çömlek yapılan toprak. * Kaba ve galiz yer. * Belde ismi.
Saydani
Bir küçük canlı. * Tilki. * Mülk.
Saydelan
(C.: Sayâdile) Boncuk ve hırdavat satan çerçi.
Saydelanî
Boncukçu, çerçi.
Saydele
Eczahane.
Saydelî
Eczacı.
Saydenani
Bir küçük canlı.
Saydgâh
f. Av yeri.
Saydger
f. Avcı. Sayyad.
Sayd-ı mahî
Balık avı.
Saye- zar
f. Gölgelik.
Saye
f. Gölge. * Mc: Himaye, sahip çıkma, koruma. * Muavenet, yardım.
saye
koruma.
2589
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Saye-ban
Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye. * Mc: Koruyan, himaye eden.
sayeban
koruyan, gölgelik.
Sayed
Başını yukarı kaldırıp kibirlenmek ve sağına soluna iltifat etmemek.
Saye-dar
f. Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. * Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden.
Saye-endaz
f. Gölge salan. * Mc: Koruyuculuk eden, himâyecilik yapan.
Saye-fiken
Gölge düşüren.
Saye-gâh
f. Gölgeli yer. Gölgelik.
Saye-güster
f. Gölge eden. * Koruyan, muhafaza ve himaye eden.
Saye-hah
Koruma ve himaye isteyen.
Sayehan
Çağırmak.
Saye-i medid
Uzun gölge.
Saye-nişin
f. Gölgede oturan. * Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören.
Saye-puş
Ağaçlık, gölgelik.
Sayf
Yaz, yaz mevsimi.
Sayfî
Yaza ait. Yaz mevsimiyle alâkalı.
sayfiye
yazlık.
Sayfiye
Yazlık. Gezinecek ve yazın yaşanacak yer.
Sayfufet
Udûl etmek. Yoldan çıkmak, vazgeçmek.
Sayh(a)
(C.: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra. * Azab, eziyet.
sayha
yüksek ses.
Sayha-i gurâb
Karga bağırışı.
Sayhed
Uzun.
Sayhud
Çok sıcak olan gün.
Sa'y-i beliğ
Emek harcayarak gereği gibi çalışma.
2590
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sa'y-i dimağî
Kafa çalışması, fikrî çalışma.
Sayibe
"(C.: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve. * ""Ümm-ül bahire"" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer."
Sayide
f. Eskimiş, yıpranmış. * Ezilmiş, sürülmüş.
Sayife
(C.: Sayifât) Ufak, yumuşak kum.
Sayifet
Rum gazası. (Çünki çok yağmurlu ve karlı yer olduğundan yaz günlerinde gaza yaparlardı.)
Sayil
Alında olan beyazlık. * Burun kamışı.
Sayime
(C.: Sevâyim) Yılın ekserinde yabanda yürüyen davar.
Sayir
Bakan, seyreden. Seyredici.
Sayis
(Siyaset. den) At uşağı, seyis. Koyun güdücü.
Sayis-hane
f. Üzerine yük yüklenip yolcunun da bindiği hayvan.
Sayk
(Bak: Sıyk)
Saykal vurmak
Cilâ vurmak, parlatmak.
saykal
cilâ.
Saykal
Cilâ. Cilâ yapan âlet. Parlatan. * Kılıç bileyen.
Saykalzede
f. Cilâlı. Cilâlanmış.
Saykalzen
f. Yaldızcı.
Saylem
Zorluk, meşakkat.
Sayref
(C.: Seyârif) Sarraf. * İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse.
Sayrefî
(C.: Sayârife) Sarraf.
Sayrem
Bir lokma yemek.
Sayruret
(Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi. * Olmak, edilmek. * Vücud, kevn.
2591
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Saysa
Ham hurma çekirdeği. * İçi boş olan hanzal tanesi.
Sayyad
Avcı, avcılık yapan.
sayyad
avcı.
Sayyad-ı bî-insaf
f. İnsafsız avcı.
Sayyag
(Sıyâgat. dan) Kuyumcu.
Sayyere
(Sayruretin fiili) Oldu, olur (meâlinde).
Sayyib
Yağmur veren bulut.
Sayyihanî
Medine hurmalarından bir cins.
Sayyur
Bir işin âkibeti, sonu, neticesi, serencâmı. * Akıl, fikir.
sâz
" ""eden, yapan"" mânâsında son ek."
Saz
f. (Sâhten: Yapmak mastarından emir köküdür) Eden, yapan, uyduran, düzen mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Evhamsaz $ : Evham veren.
saz
müzik âleti, musiki sesi.
Sazec
(C.: Sevâzic) Sâde, basit.
Sazende
(C.: Sâzendegân) f. Çalgıcı. * Düzenleyici, yapıcı.
Sazî
f. Düzenleyicilik, yapıcılık.
Sazkâr
f. Uygun, muvafık.
Sazkârî
f. Uygunluk, muvafakat.
Se
f. Üç.
Sea
Güç, iktidar.
Seab
(C.: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar.
Seabib
Salya.
Seabin
(Su'bân. C.) Büyük yılanlar, ejderhalar.
2592
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Seaf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir. * Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.
Sealil
(Sü'lul. C.) Memeler. * Vücudda meydana gelen siğiller.
Seam
Bir çeşit deve yürüyüşü.
Searir
Bir ot cinsi. * Burun içinde olan yarık.
Seat
Kokmak.
Se'b
Tuluk. * Genişletmek. * Boğmak.
Seb'
Yırtmak. * Parçalamak. * Kahretmek. * Sökmek.
Seb'a semavat
"Yedi kat gökler.(Üçüncü Mes'ele: kelimesi hakkındadır.Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafe-vâri fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zâhirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallâk bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da, ötekisi tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakk'ın yedi tabakadan ibaret semavatı halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir. Hadis ise, semanın $ den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, ""Altı Mukaddeme"" ile tahkikatını yapacağız.Birinci mukaddeme: Şu geniş boşluğun Esir ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sâbittir.İkinci Mukaddeme : Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.Üçüncü Mukaddeme: Madde-i Esiriyenin, yine Esir olarak kalmak şartiyle,
2593
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sâir maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı ve ayrı ayrı nevi'leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi.Dördüncü Mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve in'ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i Esiriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da, manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.Beşinci Mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sâbit olmuştur ki: Bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vâki olursa, birbirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir mâdenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşden alev, duman husule gelir. Müvellidülmâ' ile Müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.Altıncı Mukaddeme: Şu müteaddid emarelerden anlaşıldı ki; semavat müteaddittir; şeriat sahibi de, yedidir demiştir; öyle ise yedidir. Maahaza yedi, yetmiş, yediyüz sayıları arab üslublarında kesret için kullanılır.Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'an-ı Kerimin hitablarına, mânalarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir âmiden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mucibdir.Meselâ: $ kelimesinden bazı insanlar havâ-i nesimiyyenin tabakalarını fehmetmiştir; öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesimî küreleri fehmetmiştir; bir kısım da seyyarâtı seb'ayı fehmetmiştir; bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde Esirin yedi tabakasını fehmetmiştir; bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir; bir kısım da Esirin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini
2594
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
fehmetmiştir.Hülâsa : Herbir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur'an'dan hisselerini almışlardır. Evet Kur'an-ı Kerim, bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz. İ.İ.)" Sebahat
(Bak: Sibâhat)
Seb'a-i seyyare
Yedi seyyar yıldız.
Sebaik
(Sebika. C.) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler.
sebaimeşhûre
ünlü yediler.
Sebak
(C.: Esbâk) Ders. * Yarış. * Koşu yapanların aralarında koydukları ödül.
Sebak-âmuz
f. Ders arkadaşı.
Sebak-daş
f. Ders arkadaşı.
Sebak-gâh
f. Ders öğrenilen yer. Mekteb, medrese.
Sebak-hân
f. Ders okuyan, talebe.
sebât
dayanma, kararlılık.
Sebat
Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak. * Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak. * Bir meslekte, meşru bir kanaatte veya bir fikirde kararlı bulunmak, sağlamlık göstermek.
Sebata
Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması.
Sebatî
Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma.
Sebatkâr
f. Sağlam, yerinden oynamaz. * Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan.
sebâtkâr
sebatlı, kararlı.
sebâtkârâne
sebat edercesine.
Sebaya
(Sebbî. C.) Harbde esir düşenler.
Sebb
Küfür, küfran. Sövüp saymak.
2595
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sebb
sövme.
Sebbab
(Sebb. den) Çok küfür eden. Küfürbaz.
Sebbabe
Şehâdet parmağı. Sağ elin baştan ikinci parmağı.
Sebbabegezâ
f. Şaşarak parmağını ısıran.
Sebbah
(Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü. * Yüzgeç.
Sebbahe
Yüzücü kuşlar sınıfı.
Sebbak
Eritip kalıba döken, eritici.
Sebbetmek
Söğmek, sövüp saymak.
Sebc
(C.: Esbâc) Orta vasat.
Sebca'
(C.: Sübuc) Karnı büyük olan kadın. (Müz: Esbec)
Sebe' suresi
Kur'an-ı Kerim'in 34. Suresi olup Mekkîdir.
Sebe'
(Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi. * Bir Arab kavminin adı. * Bir devlet ismi. * Bir şahıs adı.
Sebe
Yaşlılıktan dolayı bunamak.
Sebê
Yemen ülkesinde tarihî bir şehir.
sebeb
vasıta, vesile, araç.
Sebeb
Vâsıta. Âlet. * Alâka. * Bahane. * Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça. (Bak: Esbab, Esbabperest)
Sebeb-i hilkat
Yaratılışa sebeb ve gaye, yaratılışa vâsıta ve âlet olan.(... Nasıl ki O Zât, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vüsulüdür. Öyle de duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. S.)
Sebeb-i vücud
Varlık sebebi. Var olmanın sebebi ve gayesi.
2596
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sebebiyet
İcab ettirme, sebep olma.
sebebiyet
sebep olma.
Sebed
Sepet. * Az saç, kıl. Başta az tüy olması.
Sebehlel
Bâtıl, boş, abes.
Sebel
Tıb: Bulanık görme hastalığı. * Göze inen perde. * Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur. * Buğday başı.
Sebele
Bıyık.
Sebenta
Çeri, öncü. * Ayı.
Sebet
Kıvırcık olmayan saç.
Sebete
(C.: Sebât) Ot, nebat, bitki. * Otu çok olan yer.
Sebg (sübug)
Nimet bolluğu. * Olgunlaşmak, kemâle yetişmek. Tamam olmak.
Sebh
Atın seğirtmesi. * Sür'atle gitmek. * Maaşında tasarruf etmek. * Suda yüzme.
Sebha
Ot yetişmeyen yer. * Şap taşının çıktığı yer. * Tuzla
Sebhale
""" Sübhânallah"" demek."
Sebi
(C.: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse.
Sebibe
(C.: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu. * İnce keten bezi parçası.
Sebic(e)
Yatık veya sekik adı verilen, ağzı dar şarap testisi. * Gecelik.
Sebid
Başa yağ sürmeyi terketmek.
Sebih
Kuş yeleğinin kopup düşeni. * Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası.
Sebiha
Gecelik. Geceleyin giyilen elbise.
Sebike
Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş. * Hafif, küçük.
Sebike-i hak
"Hak külçesi. * Mc: İşlenmemiş külçe halindeki altın kıymetinin zâhiren görünmemesi gibi; hakkın bâtıl ile mücadelesinin olmadığı
2597
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zamanda, hakkın kıymet ve lüzumu derecesinin bir cihette bilinememesi." Sebike-i zehebiye
Altun külçesi.
Sebil
Açık ve büyük yol. Büyük cadde. * Allah rızası için su dağıtılan yer.
sebil
cadde, su dağıtımı.
Sebilhane
f. Sebil olarak su dağıtılan yer.
Sebilullah
Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası.
Sebin
Bir dağın adı.
Seb'în
Yetmiş.
Seb'îne merre
Yetmiş defa.
Sebîr
Mekkede bir dağ.
Sebir
Suret. * Renk. * Asıl. * Heyet.
Sebit
Aklın sabit olması, aklın durması.
Sebk
Bir şeyi eritme. Kalıba dökme. * Edb: İbarenin tarz ve terkibi.
Sebkat
Geçmek, ilerlemek.
sebkat
ilerleme, geçme.
Sebk-i mefsul
Edb: Ayrı ayrı, kesik kesik yazma tarzı.
Sebk-i mevsul
Edb: Cümleleri bağlayarak birleştirme tarzı.
Sebk-i mürekkeb
Edb: Hem kısa, hem uzun ifâde tarzı.
Sebla'
Uzun kirpikli göz.
Seblet
(C.: Sibâl) Bıyık.
Sebr ve taksim
"Mantıkta bir isbatlama tarzı ve usulüdür. Bu iki kelime beraber kullanıldığı gibi, ""delil-i taksim, delil-i münkasım"" gibi tâbirlerle de söylenir. Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, illet olmaktan birer birer ibtal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli
2598
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olan tesbit edilir. (Lât: Residu: Arkada kalan, bâkiye.) Taksim: Man: Bir bütünü hariçte hiç artmamak şartıyla bölmek." sebr
mantıkta bir ispat yolu.
Sebr
Men'etmek, engel olmak. * Helâk etmek. * Hapsetmek.
Sebre
(C.: Seberât) Pek soğuk olan erken vakit.
Sebseb
(C.: Sebâsib) Issız büyük çöl. * Kâfirlerin bayramı.
Sebt
(C.: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek. * Boyun vurmak. * Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü. * Cumartesi günü. * Şaşırmak, hayrette kalmak. * Çok zeki, dâhiye. * Başı tıraş etmek.
Sebtane
Tüfek.
Sebtel
Çürük yumurta.
Sebt-i defter
Deftere geçirme, deftere yazma.
Sebu'
(C.: Sebâ') Yırtıcı hayvan. Canavar.
Sebu
f. Testi.
Sebuçe
f. Küçük testi. * Küçük kap.
Sebuh
(Sibh. den) Yüzgeç.
Sebuha
Mekke şehri.
Sebuiye
Yırtıcıya mensub, canavarlıkla ilgili.
Sebuiyet
Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası.
sebûiyet
yırtıcılık.
Seb'ûn
(Bak: Seb'în)
Sebük
f. Hafif. Ağırbaşlılığı ve ağırlığı olmayan.
Sebükbâr
f. Yükü hafif. Ağırlıksız, eşyası az olan. * Derdi, düşüncesi olmayan.
Sebük-endiş
f. Derin düşünmeyen, sathi düşünen.
Sebükhîz
f. Çabuk kalkan, hareket eden.
Sebükî
f. Hafiflik.
2599
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sebük-inân
f. Çabuk koşan.
Sebükmağz
f. Hafif beyinli, düşüncesiz. Ahmak. Akılsız.
Sebükmâye
f. İtibarsız, değersiz, kıymetsiz.
Sebükmizac
f. Hafif mizaçlı.
Sebükrev
f. Çabuk giden.
Sebükre'y
f. Düşüncesiz, hafif fikirli.
Sebükruh
f. Hafif ruhlu. * Zarif ve şen olan. Hoşa giden, hoş sohbet. * Mc: Lâübâli.
Sebükser
(C.: Sebükserân) f. Hafif düşünceli. * Sefih, aşağılık.
Seb'-ül mesani
İki defa nazil olan ve yedi âyetten ibaret bulunan Fâtiha Suresi. * Mükerrer okunup tekrarlanan.
Se'bül
(C.: Sevâbil) Aş havucu. * Pirinç, buğday, nohut, mercimek.
sebülmesanî
tekrar tekrar okunan, iki kez nazil olan Fatiha sûresi.
Seby
Harpte esir alınma. * Uzaklaştırma. * Bir yerden başka bir yere sürüp giderme.
Sebz
f. Yeşil, yeşil renkli.
Sebzevat
f. Yeşil bitkiler, yeşil nebatlar.
sebzevât
yeşil bitkiler.
Sebzezar
f. Çayırlık, çimenlik, yeşillik. * Bostan, sebze tarlası.
Sebzfam
f. Yeşil renkli.
Sebz-fâm
Yeşil renkli.
Sebzin
.f Rengi yeşil. Yeşil renkli.
Sebzpuş
f. Yeşil elbiseli, yeşil örtülü.
Sec'
(C.: Escâ-Esâci) Kumru sesi. * Kafiyeli söz.
secâ
cıvıltı.
Sec'a
Kuşların cıvıltısı gibi olan ses. * Edb: Nesir hâlindeki kafiyeli yazı.
2600
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Seca'
Yarasa.
Secaât
Kuşların ötüşleri, sec'aları. * Nesir halindeki yazının kafiyeleri.
Secah
Letafet, güzellik. Rıfk. Adl. * Yumuşak yer.
Secahat
Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali.
Secavend
f. Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler.Kur'an-ı Azîmüşşan'ı okurken durularak nefes alınacak yerler, âyet sonları ile secavend mahalleridir. Secavend denilen huruf-u rumuziye ise şunları ifade ederler: $ Durmanın lüzumunu gösterir. Bu lüzum şer'î bir lüzum olmayıp, ıstılahî bir lüzumdur. Meselâ: $ Tilâvet eden $ da durur. Sonra $ den devam eder.
Secaya
(Seciye. C.) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar.
secâyâ
seciyeler, karakterler.
Secaya-yı sâmiye
Yüksek ve kıymetli seciyeler.
Secc
(Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak.
Seccac
Çağlayan. Şarıltı ile akan.
Seccade
Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.
seccal
akıp giden.
Seccan
(Sicn. den) Gardiyan, zindancı, hapishane memuru.
Secde suresi
Kur'an-ı Kerim'in 32. Suresidir. Mekkîdir.
secde
Allah için yere kapanış.
Secde
Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak uçları yere gelecek şekilde yapılan en büyük tazim ifade eden hareket. Namazın bir rüknü.
2601
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Secde-ber-zemin-i hayret ve muhabbet
Hayret ve muhabbetle yere secde etmek.
Secdegâh
f. Namaz kılınıp secde edilecek yer. İbadet yapılacak yer.
secdegâh
secde yeri.
Secde-i şükran
Şükür secdesi. Şükretmek maksadıyla yapılan secde.
Secde-i şükür
Bir lütf-u İlâhîden dolayı veya bir musibetin izn-i İlâhi ile kaldırılmasından sonra hamd ve şükür için edilen secde.
Secde-i tilâvet
Kur'an okurken veya dinlerken secde âyeti dinlenir veya okunursa secdeye kapanmak vâcibdir. Okuma secdesi mânasiyle bu isim verilmiştir. Abdestli ve bulunduğu yer temiz olmak şartiyle kıbleye müteveccihen secde edilir. (Kur'an-ı Kerim'de, 7, 13, 16, 17, 19, 22, 25, 27, 32, 38, 41, 53, 84 ve 96. Surelerde olmak üzere 14 yerinde secde âyeti vardır.)
Secdeteyn
Birbiri arkası yapılan iki secde.
secdevari
secde gibi.
seceât
cıvıltılar, ritimli sesler.
Secec
Dökülmüş su.
Secede
(Sâcid. C.) Secde edenler.
Secel
Genişlik, vüs'at. * Büyüklük, azamet.
Secencel
(Secencele) Ayna.
Secer
Yassı ve enli.
Seces
Bozuk ve bulanık su.
Secfan
Ev önünde olan perdenin iki kanadı.
Sech
Tırmalama. * Bir şeyin kabuğunu veya derisini soyup sıyırma.
Seci'
"Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara ""Seci'-i mukayyed"" denilir. Aradaki seci'ler ise
2602
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere ""Seci' ender seci"" denir." seci
nesir kafiyesi.
Secic
Asan, kolay. * Yumuşak yer.
Secif
Perde, setre. * Bir kapıya birbiri üstüne iki perde asmak.
Seciha
Tabiat. * Miktar.
Secil
Uzun, tavil.
Secile
Büyük kova. * Dökülmüş su.
Secir
Posa.
Secir-i ineb
Üzüm posası.
Secis
Yılın ve zamanın sonu.
Seciye
Huy, karakter. Huy güzelliği. Ahlâk durumu.
seciye
karakter.
Seciye-i avrâ
Tek gözlü seciye. Dünyaperestlik.
Seciye-i uverâ
Tek gözlülerin -yâni sadece bu dünyayı düşünenlerin, âhireti görmeyenlerin- seciyesi.
seciyeten
karakter itibariyle.
Secl
(Sicâl) İçi su dolu kova.
Secla'
Emziği uzun dişi deve.
Secr
Kızdırmak. * Doldurmak. * İnleyerek çağırmak.
Secsec
Ne yumuşak ne sert olan yer.
Secur
Tennur kızdırılan nesne.
Se'd
Zayıf yağan yağmur. * Yaz gecelerinde olan rutubet. * Boğaz ıslatan her cins nesne.
Seda
(Bak: Sadâ)
Seda'
(C.: Esdiye) Bezin hatâsı.
2603
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sedâ
ses.
Sedacet
Sâdelik.
Sedacet-i kelâm
Söz sadeliği.
Sedad
İstikamet ve kasd. * Haklı ve doğru şey. * Akıl.
sedâd
istikamet, doğruluk.
Sedail
(Sedil. C.) Askılar. Perdeler. Zarlar. Örtüler.
Sedane
Etlilik, semizlik, besililik.
Sedare
Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek.
Sedaya
(Sedâ. C.) Memeler.
Sedc
Yalan.
sedd
set, engel.
Sedd
Tıkamak, kapamak, mâni olmak. * Baraj. * Perde, Mânia. * Rıhtım. * Set, tümsek.
Seddad
Tıpa. Şişe tıpası. * Tampon.
Sedd-i âhenin
Demirden yapılan set.
Sedd-i bâb
Kapı örtme.
Sedd-i nutk
Susma.
Sedd-i rasin
Sağlam set.
Sedd-i remak
Ölmeyecek kadar yeyip içmek.
Sedd-i sedid
Yıkılması zor olan, sağlam sed. Yıkılmayacak derecede sağlam sedd.
Sedd-i zerai'
"Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. ""Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır."" Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul edilen bir mes'eledir."
Sedd-i zülkarneyn
(Bak: Zü-l karneyn)
2604
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sedef
(Bak: Sadef)
Sedel
(C.: Südul-Esdâl-Esdül) Bir kuş adı. * Örtmek, setretmek.
Sedem
Hüzün, keder, tasa. * Nedâmet, pişmanlık.
Seden
(Sedâne) Hizmet.
Sedene
(Sâdin. C.) Kapıcılar. Perdedarlar. Kâbe-i Mükerremenin kapıcıları.
Sedg
Baş yarığı. * Baş yarma.
Sedh
Döşemek. * Uçuk hastalığı. * Bir nesneyi açıp yaymak ve arkası üstüne bırakmak. * Deve çökertmek. * Kırba doldurmak.
Sed-i râh
Yol kapayan, yola mâni olan.
sedid
doğru, sağlam.
Sedid
Doğru. Yanlış ve yalan olmayan. * Müstakil. * Muhkem. Metin.
Sedif
Deve hörgücü. * Her canlının sırtı.
Sedil
(C.: Sedâil) Askı. Perde. Örtü. Zar.
Sedin
Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse.
Sedir
Köşk. * Nehir. * Karyola. * Odanın baş köşesine konulan döşenmiş kerevet.
Sedk
Lâzım olmak, icab etmek, lüzum.
Sedl
İrsal etmek, göndermek, yollamak.
Sedm
Dik fışkıran su.
Sedn
Tapınak. * Puthane.
Sedr
Tenbel olmak. * İrsal, gönderme. * Gözü hareket ettirmek.
Sedum
Peygamber Lut Aleyhisselâm'ın kavminin şehri.
Sedv
El uzatmak.
Sedy
Meme.
Sedya'
Büyük memeli kadın.
Seele
(Sâil. C.) Dilenciler.
2605
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
seele
dilenenler.
Sef'
Alâmet. İşaret. * Yandırmak. * Kara etmek. * Çekmek.
Sefa'
Buğday başının kılçığı. * Orak. * Kuyu içinden çıkan toprak.
sefâ
eğlenme.
Sefahet
(Sefeh) Zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük. Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek.
sefâhet
kıt akıllılık, düşüncesizlik, günahlara düşkünlük.
sefâhetkârâne
akılsızca, haram eğlencelere dalarcasına.
Sefain
(Sefine. C.) Gemiler.
sefâin
gemiler.
Sefain-i harbiye
Harp gemileri.
Sefaka
Katılık. * Sıklık.
sefâlet
düşkünlük, aşağılık.
Sefalet
Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik.
sefâlethâne
sefalet yeri, düşkünlük evi.
Sefare
Süprüntü. * Islah etmek, düzeltmek.
sefâret
elçilik.
Sefaret
Sefirlik, elçilik.
Sefarethane
f. Sefirlik, elçilik. Elçilik konağı.
Sefaric
(Sefercel. C.) Ayvalar.
Sefasif
(Sefsâf. C.) Yerden toz kaldırarak esen rüzgârlar.
Sefat
(C.: Esfât) Sele, sepet. * Ağaç veya balık pulu.
Sefe
Kepek.
Sefeh
Akılsızlık.
Sefele
(Sâfil. C.) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar.
Sefen
Nasır. * Sertlik, katılık, huşunet.
2606
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sefenc
Yeyni, hafif.
Sefer
(Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi.
sefer
yolculuk, savaş, kez.
Seferber
f. Harbe hazırlık hali. * Sefere hazırlık içinde olan asker ve bu askerin durumu.
seferber
sefere hazırlık.
Sefercel
(C.: Sefâric) Ayva.
Sefere
Yazıcılar.
Sefergüzin
f. Yolculuk yapan, seyahat eden.
seferî
seferde olma hâli.
Seferî
Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı. * Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden seferi (müsafir) sayılır. Zıddı mukimdir. (Bak: Mukim)
Seff
Dokumak. * Yapmak. * Ahzetmek, almak. * Toz haline getirilmiş ilâç. * İlâcı toz haline getirme.
Seffah
Cömert, eliaçık, civanmerd. * Güzel konuşan, hatip. * Kan dökücü, gaddar.
Seffak
(Sefk. den) Kan döken, kan dökücü.
Seffud
(C.: Sefafid) Kebap pişirilen demir.
Sefh
(C.: Süfuh) Dağ eteği. * Su dökmek. * Kan dökmek.
Sefi'
Şiddetle tutup çekme.
Sefid
(Sepid) f. Ak, beyaz.
Sefidî
Beyazlık, aklık.
Sefif
Deve beline çekilen kolan.
sefîh
kıt akıllı, düşüncesiz, zevke düşkün.
2607
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sefih
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zevk ve eğlenceye düşkün. Sefahete düşmüş. Malını düşünmeden harcayan.
Sefihan
Heybe gibi çatıp içine birşeyler konulan iki çuval.
Sefihane
f. Eğlenceye ve lüzumsuz masraflara düşkün olarak.
sefîhane
sefihce, zevkine düşkün biri gibi, düşüncesizce.
Sefik
(C.: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid. * Sık dokunmuş bez.
sefîl
düşkün, aşağı.
Sefil
Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan. * Uslu huy sahibi.
Sefile
Mc: Fâhişe. Namussuz kadın.
sefîne
gemi.
Sefine
Gemi. * Çeşitli mevzulara dair kitap. * Göğün güney yarım küresinde bir burç adı.
Sefine-i nuh
Hz. Nuh'un (A.S.) gemisi. (Bak: Nuh)
sefîr
elçi.
Sefir
Elçi. Bir devletten diğer devlete bazı işler için gönderilen memur. * Islık sesi.
Sefir-i kebir
Büyük elçi.
Sefit
Keremli, cömert kimse.
Sefiyy
Saçılmış toprak. * Bulut.
Sefk
Dökme, akıtma.
sefk
kan akıtma, kan dökme.
Sefk-i dem
Kan dökme.
Sefk-i dimâ'
Kan dökme, kan dökücülük.
Sefn
Keser. * Timsah derisi gibi olan sert deri. * Yutmak. * Kazık.
Sefne (sifne)
(C.: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri.
2608
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sefr
Arslan. * Deve ferci. * Eyer kuskunu. * Yavaş yürüyen deve.
Sefsaf
(C.: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş. * Un elerken elekten kalkan toz.
Sefsefe
Nişasta, un gibi şeyleri eleme.
Seft
Kabir üstüne koyulan taş. * Tabut.
Sefuf
İlâçlar, devâlar, mâcunlar.
Sefuh
Dökülmüş su.
Sefva'
Hızlı yürüyen katır.
Sefy
Savurmak. Saçmak.
Seg
f. Köpek, kelb.
Sega'
Koyun ve keçi sesi.
Segab
Açlık.
Segabet
Açlık.
Segame
(C.: Sigâm) Beyaz çiçekli bir ot.
Segar
(C.: Süğür) Ön dişler. * Ağız. (Dar geçit ağızlarına ve diğer yerlerin boş olan korku yerlerine de denir.) * Yaş hıyar.
Segban
(Bak: Sekbân)
Seg-i kuy
Sokak, mahalle köpeği.
Segil
Yaramaz huylu kimse. * Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse.
Segpeçe
f. Köpek yavrusu.
Seha
(C.: Sihâ) Ev içi. Her nesnenin kabuğu. * Yarasa kuşu.
sehâ
cömertlik.
Seha'
Tıb: Beyin zarı.
Sehab
(C.: Sehâib) Bulut. * Karanlık. * Bulut gibi uçuşan böcekler.
sehâb
bulut.
Sehab-alud
f. Bulutlu.
2609
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sehabe
Tek bulut.
Sehab-ı matir
Yağmur bulutu.
Sehab-ı rahmet
Rahmet bulutu.
Sehabî
Bulut ile alâkalı.
Sehab-üs sikal
Ağır yağmur bulutları.
Sehah
Yumuşak ve sıcak yer.
Sehaib
(Sehâbe. C.) Bulutlar.
Sehale
Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları.
Seham
Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler. * Sıcak esen rüzgâr.
Sehane
Heyet. * Süs, ziynet. * Renk.
Sehanet
Kalınlık. * Sıklık. * Katılık, peklik.
Sehar
Bir havuç cinsi.
Sehavet
(Bak: Sahavet)
sehâvet
cömertlik.
sehâvetkârâne
cömertçe.
sehâvetperverâne
cömerliği severcesine.
Sehay
Nâme üstüne nesne bağlamak. * Keşf etmek. * Kabuk soymak.
Sehaya
(Sehâ. C.) Beyin zarları.
Sehb
Çekmek. * şiddetle yemek ve içmek.
Sehba
Üç ayaklı küçük masa. * İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet.
Sehbel
Büyük, iri vücutlu, şişman deve. * Büyük ve geniş tuluk. * Büyük keler.
Sehc
Seyretmek. * Ezmek.
Sehef
Çok susamak.
2610
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sehek
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Balık kokusu. * Demir pası. * Rüzgârın yerden savurduğu toprak. * Bir şeyin pis pis kokması.
Sehem
(C.: Sihâm-Eshüm-Sehmân) Ok. * Nâsib.
Seher
"Tan. Sabah olmağa başladığı vakit. * Fık: İkinci fecirden biraz evvel olan vakit.""Seherlerde eser bâd-ı tecelliUyan ey gözlerim vakt-i seherde."" (S.)"
seher
tan.
Sehergâh
f. Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit.
sehergâh
seher zamanı, yeri.
Seherhîz
f. Sabahları erken kalkan. Erkenci. * Sabahleyin esen.
Sehf
Maktulün can çekişirken olan ıztırabı, acısı.
Sehh
Dökmek.
Sehha'
"(Sehh'ten mübalağa sigası) ""Çok dökücü"" mânasına gelir."
Sehhac
Yeri eliyle veya ayağıyla sıyıran kimse.
Sehhah
(Mübalağa ile) Semiz ve besili nesne.
Sehhar
(Sihir. den) Büyü gibi bir kuvvetle çeken. Büyü yapan. * Çok aldatıcı.
sehhar
sihirbaz, büyücü.
Sehi
f. Düz, doğru. * Fidan gibi boy.
Sehi-kamet
f. Düzgün boy.
Sehil
Bükülmemiş iplik. * Bir kat bükülmüş iplik. * İpliği bir kat olan bez. * Eşeğin göğsünden gelen hırıltı.
Sehim
Hisse sâhibi. Hissedar.
sehîm
pay sahibi.
Sehin
Altı görünmeyen sık ve kalın nesne.
Sehine
Bulamaç aşı.
sehiv
hata, yanlışlık.
2611
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sehl
kolay.
Sehl
Yere yayılmak, döşenmek.
Sehlen
Kolaylıkla, kolay surette.
Sehl-i mümteni'
"Edb: ""Hem kolay, hem güç"" mânasına bir tâbirdir. Yazılışı veya söylenişi kolay göründüğü hâlde taklidine kalkışınca, taklidi imkânsız eser demektir."
sehlimümteni
yazılması veya söylenmesi kolay görünen, ama denendiğinde zor olduğu anlaşılan eser.
Sehlter
f. En kolay, çok kolay.
Sehl-ül me'haz
Kolay olarak alıncak ve elde edilecek şey.
Sehm
f. Dehşet, korku.
sehm
sehim, pay.
Sehma'
Dübür, mak'ad, kıç. * Ağaç.
Sehme
Karalık, siyahlık.
Sehm-gin
f. Korkunç, korkulu.
Sehm-nâk
f. Korkunç, korkulu.
Sehna'
Heyet. * Suret.
sehpa
küçük masa, idam tahtası.
Sehran
Geceleri uyanık duran.
Sehuk
(C.: Sühuk) Uzun. * Çok uzun hurma ağacı.
Sehum
Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi.
Sehv
Hata, yanlış, yanılma.
sehv
hata, yanlış.
Sehva'
Geceden bir saat.
Sehve
Ev önünde yapılan sofa. * Gevşek yürüyüşlü deve.
Sehven
Yanlışlıkla, yanılmak suretiyle.
2612
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sehven
yanlışlıkla.
Sehv-i kalem
Yanlış yazılış, kalem yanlışı.
Sehv-i mürettib
Mürettibin matbaada yaptığı yanlışlık.
Sehv-i sarih
Pek açık yanlış.
Sehv-i tertib
Tertib yanlışı, dizme yanlışı.
Sehviyat
(Sehv. C.) Yanlışlar, yanlışlıklar, sehivler.
Sek'
Gitmek.
Seka'
Kulağı olmayan dişi hayvan.
Sekab
Dayanıp itimat edilen, güvenilen.
Sekaf
Kabile, soy. Nisbet.
Sekafe
Akıllılık.
Sekal
(C.: Eskâl) Misafir. * Mal, mülk, metâ. * Ev metaı, ev eşyası. * İns ve cinnin bir ünvanı. (Bak: Sakalân)(Sekal, meta-i beyt yani ev eşyasıdır. Ayrıca sekal: Misafirin yani yolcunun ağırlık tabir olunan meta ve ailesine ve sahibinin çok zaman kullanmayıp sakladığı kıymetli şeye denir.İns ü cinne sekaleyn denilmesi, arzın içinde ve üzerinde bulunmaları itibariyle onun sekali, ağırlığı gibi olmalarından, yahut amellerinin günahlarının ağırlığındandır denilmiştir.) (E.T.)
sekal
cin ve insan.
sekaleyn
cinler ve insanlar.
sekam
hastalık.
Sekam
Hastalık. İllet. Bozukluk. (Bak: Sakam)
Sekb
Su dökmek. Su dökülme.
Sekban
f. Köpek besleyicisi. * Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. * Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. * Köy
2613
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.) Sekbe
(C.: Sekebât) Başta olan kepek. * Takke.
Sekebe
Güzel kokulu bir ağaç.
Sekel
Musibet, belâ. * Çocuğun ölümü.
Sekem
Yolun orta yeri. * Lâzım olmak, icab etmek.
Seken
Ev ahâlisi. * Mesken, ev. * Kalbin teskin olduğu nesne.
sekenât
sekeneler, oturanlar, yerliler.
sekene
oturan, yerli.
Sekene
Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.
Sekene-i arz
Yeryüzünde bulunan mahlûkat.
Sekene-i karye
Köyde oturanlar. Köyün sâkinleri.
Seker
Hurma şarabı.
sekerât
ölüm hâli, kendinden geçmeler, esrimeler.
Sekerat
Sarhoşluk. * Hayretler. şiddetler. * Mestlikler.
Sekerat-ül mevt
Ölüm halindeki kimsenin kendinden geçmesi, can çekişmesi hali.
Sekf
Bulmak.
Seki
Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir. * Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir. (O.T.D.S.)
sekîne
sakinlik, okuyana sakinlik veren önemli bir dua.
Sekine(t)
Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti. * Telâş ve hafifliğin zıddıdır. * Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine
2614
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde ondokuz harfli ondokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve itmi'nan veren bir duâdır. Hizb-ül Envar-ül Hakaik-ın Nuriye'de mevcuttur.) sekînet
sakinlik, gönül huzuru, kalbin rahat olması.
sekir
sekr, kendinden geçme hâli, sarhoşluk, esrime.
Sekit
Kırağı.
Sekk
(C.: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi. * Alçaklık. * Dar nesne.
Sekka'
Su ulaştıran.
Sekkab
Delici, delen.
Sekkak
Bıçakçı, çakıcı.
Sekkakî
"(Hi: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. ""Miftâh-ül Ulûm"" isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri vardır. Sadeddin-i Taftazanî bu kitabı şerhetmiştir."
Sekkar
Lânet eden kişi.
Sekkare
şarap yapan.
Sekla
Çocuğunu kaybeden kadın.
Sekn
Sâkin olmak.
Sekr
(Sekir) Sarhoşluk.
sekr
kendinden geçme hâli, sarhoşluk, esrime.
Sekran
Sarhoş, mest olan adam.
Sekr-âver
f. Sarhoş eden, sarhoşluk veren, baş döndüren.
Sekre
Sarhoşluk. * Şaşkınlık. * Şiddet.
Sekseke
Hamakat, ahmaklık.
sekte
durma, kesiklik.
2615
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sekte
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Durma, kısılma. * Kanın birdenbire durması. * Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak. * Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir.
Sektedâr
Susan, sesini kesen. * Zarara uğramış olan. * Aheng ve düzeni bozulmuş.
Sekte-i kalb
Kalbin durması. Kalbin sekteye uğraması.
Sekub
(Sekabe) Ateşin alevlenmesi. * Yıldızın parlaması. * Işıklı, ışık veren. * Parlamak.
Sekun
Yemen vilâyetinde bir kabile adı.
Sel'
Baş yarmak.
Sela
(C.: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri.
Sel'a
Hıyarcık hastalığı. * Yarmak.
Sela'
Pişirmek. * Eritmek.
Selacika
(Selçuk. C.) Selçuklular.
Sel'af
Yutmak.
Selah
(C.: Selhân) Keklik yavrusu.
Selahif
(Sulahfât. C.) Kaplumbağalar.
Selahiyet
(Bak: Salâhiyet)
Selaik
(Selika. C.) Güzel söz söyleme ve yazma kabiliyetleri.
Selak
(C.: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi. * Çuval kulpunun birisini birisine koymak.
Selale
Çanak içinde yalanan nesne.
Selalim
(Süllem. C.) Merdivenler.
Selam
"Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma. * Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle
2616
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzerinde olan yerde yürüyene; yüksekteki aşağıdakine ""Selâmün aleyküm"" der. Selâmı alan ""Ve Aleykümüsselâm ve Rahmetullâhi ve Berekâtühu"" diyerek cevap verir. Evvelâ selâm veren daha çok sevap kazanır. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. İki cemaat birbiri ile karşılaşırsa; onlardan birisinin selâm vermesi sünnet-i kifaye, selâm alacak taraftan birisinin selâm alması farz-ı kifayedir." selâm
rahatlık, emniyet, barış, iyilik.
Selaman
Bir mekânın adı. * Büyük ağaç.
selâmet
kurtuluş, emniyet.
Selamet
Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık.
Selamlık
(Bak: Harem)
Selase-aşer
Onüç.
selâset
akıcılık.
Selaset
Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade.
Selasil
(Silsile. C.) Silsileler. * Zincir gibi olanlar. Zincirler. * Sıradağlar.
selâsil
silsileler.
Selasûn
(Selâsîn) Otuz, 30.
Selata
Kahır, galebe, hiddet. * Kötü konuşan, gönül inciten, kalb kıran. * Merhametsiz olmak. * Acı söz söylemek.
Selatin
(Sultan. C.) Sultanlar.
selâtin
sultanlar.
2617
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Selb
"Ayıp. * ""Noksan etmek ve çekmek"" mânalarına da mastardır."
selb
kapma, alma, silme, kaldırma, red.
Selben
İnkâr yoluyla, * Gidererek, kaldırarak, yok ederek.
Selbî
Nefiy ile alâkalı, nefye mensub olan.
Selbub
Bir dere.
Selc
Yutmak.
Selcem
(C.: Selâcim) Uzun, tavil.* Uzun ok. şalgam.
Seleb
Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar. * Kişinin malı mülkü ve metâı.
Selecan
Yutmak.
Selef
(Self) Eskiden olan. Evvelce bulunmuş olan. * Yerine geçilen. * Önde olmak, ileri geçmek. * Eski adam.
selef
önceki, yeri doldurulan.
Selef-i sâlihîn
Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in ilk rehberleri: Tabiîn ile Ashabın ileri gelenleri ve Tebe-i Tabiînden olan müslümanlar.
selefisâlihîn
dinin ilk zamanlarındaki rehber âlimler.
Selefiye
"İtikadca Ehl-i Sünnet Mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tâbiîn'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhaddisler ve bu mezhebden olanlar. * Cenab-ı Hakk'ın varlığında ve diğer hususlarda Kur'an-ı Kerim aşikâr ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara ""Eseriyye"" de denir."
selefiye
önceden yaşamış müslüman büyüklerinin yolu.
Selel
Helâk olmak, mahvolmak.
Selem
Diş gediği.
Selenka'
Yıldırım.
Selentah
Geniş, açık yer.
2618
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Self
Yeri düzeltmek. *Büyük dağarcık.
Selfa'
Bahadır. Kahraman ve cesâretli kimse. * Yüzsüz, utanmaz, hayâsız, kötü kadın. * Kuvvetli deve.
Selfe
Ahmak. * Kurt.
Selg
Ayırmak. * Yarmak.
Selh
Soyma, deri soymak. * Her ayın son günü. * Bir yerden bir şeyi çıkarmak.
Selha
Kıyamet günü.
Selh-hane
"f. Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, ""salhâne"" şeklinde kullanılır.)"
selhhâne
hayvan kesimi yapılan yer, mezbaha.
Selib
Soyulmuş, giderilmiş, alınmış. * Tıraş olunmuş. * Aklı başından alınmış.
Selif
Eski zamanda geçmiş olan.
Seliha
Kabuk. * Soyulmuş veya bozulmuş şey. * Tarçın yerine kullanılan bir ağacın adı.
Selik
Arpa, buğday ve bunlara benzer hububatın yarması.
Selika
Güzel söz söyleme ve yazma istidadı.
Selil
Netice, semere. * Yeni doğmuş erkek çocuk. * Büyük, geniş dere.
Selile
Yeni doğmuş kız çocuğu.
Selil-i meyyit
Ölü olarak doğmuş çocuk.
selîm
sağlam, kusursuz.
Selim(e)
(Selâmet. den) Sağlam, kusursuz. Refah ve selâmet üzere bulunan.
Selim-ül kalb
Temiz kalbli.
selîs
akıcı.
Selis
Selâsetli. Fasih ve beliğ olan. Düzgün ve akıcı ifade.
2619
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Selit
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kahredici, galebe edici. * Susam yağı. * Kötü sözlü şerli kimse. Ağzı bozuk. * Zeytinyağı.
Selk
Bir yerden haber getirmek. * Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak. * Katı ve sert söylemek. * Çağırmak.
Selka'
(C.: Selâki) Otsuz, susuz ve ıssız yer.
Sell
Yavaşça çekip sıyırma. Sıyrılma. * Çıkarma, çıkarılma. Çekme, çekilme.
Sellac
Buzcu, buz satan adam.
Sellah
(Selh. den) Kasaplık hayvan kesen veya yüzen.
Sellat
(Selle. C.) Sepetler, seleler.
Selle
(C.: Sellât - Silâl) Sepet, sele.
Sellebâf
f. Sepet, küfe vs. ören kimse. Sepetçi.
Selleme
"""Selâm ve selâmet versin, kusur ve ayıptan hâli ve beri eylesin"" meâlinde duâ."
Sellemehüsselam
Gelişi-güzel. Rastgele.
sellemetüsselâm
gelişigüzel.
Sell-i seyf
Kılıç çekme.
Selm
Barış, sulh. İtaat. Tek kulplu kova. (Bak: Silm)
selm
barışma, itaat.
Selman-ı farisî
İran'ın İsfahan şehrinde doğmuş olan büyük bir sahâbe. Evvelce ateşperestti, sonra Hristiyan oldu. Daha sonra papazların nasihatiyle İslâmiyetin geleceğini anlamıştı ve arıyordu. Yeni Peygamber'e (A.S.M.) kavuşmak için Şam'dan Hicaz'a geldi ve orada kendisini köle yaptılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Medine'ye geldiğinde müslüman oldu ve Resulullah onu satın alıp azad etti. İslâmiyete çok hizmetleri vardır. (R.A.)
2620
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Selme
Rahne, gedik.
Selmec
(C.: Selâmic) İnce uzun demir.
Selmet (silmet)
Taş.
Sels
Beyaz boncuk dizilen iplik.
Selsal
Hafif soğuk, tatlı ve lezzetli su.
Selsebil
Cennet'te bir çeşme veya ırmak. * Mc: Tatlı, lâtif, leziz su.
selsebîl
cennette bir pınar.
Selsel
Tatlı ve yumuşak su.
Selsele
Ulaştırmak, vardırmak. * Zincir örmek.
Selt
Karın gürüldemesi.
Selub
(C.: Süleb) Müddeti tamam olmadan yavrusunu düşüren deve.
Seluc
Rahat olmak. Mutmain olmak.
Seluf
Suya gelen develerin dâima önlerinde gelen deve.
Seluk
"Yemen vilâyetinde bir köydür ve ""kilâb-ı selukiyye"" denilen büyük köpekleriyle meşhurdur."
Selukiyye
Kaptan kamarası.
Selul
Ölü olarak doğmuş çocuk.
Selv
Kanaat vermek.
Selva
Bal, asel. * Bıldırcının büyüğü.
selvele
Peygamberimize okunan dualar.
Selvet
Kalb rahatı. Gönül rahatı.
sem
işitme.
Sem'
İşitmek. Kulak ile dinlemek. * Kurdun sırtlandan olan eniği.
Sema
"Gök yüzü. Asuman. Gök. * Her şeyin sakfı. * Gölgelik. * Bulut ve emsali örtü.(Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) şöyle rivayet olunmuştur. Sema'ya uruç buyurdukları zaman kale burçları gibi bir mevkide bir
2621
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
takım melâike görmüştü. Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru, mütekabilen yürüyüp gidiyorlardı. Bunlar nereye gidiyorlar diye Resul-i Ekrem (A.S.M.) Cebrâil'e (A.S.) sordu. Cebrâil: Bilmiyorum. Ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm ve evvel gördüğümün bir tânesini bir daha görmem dedi. Onlardan birine, ikisi birden: ""Sen ne zaman halk olundun"" diye sordular. O da: ""Bilmiyorum. Ancak Cenab-ı Hak her dörtyüz bin senede bir yıldız halk eder. Ben yaratıldığımdan beri de dörtyüz bin yıldız halk etti"" diye cevap verdi. Melâikenin kesretini ve kudret-i ezeliyenin vüs'at-ı tecelliyatını anlamalı... E.T.)" semâ
gökyüzü.
Sema'
Yağlı yemek yedirmek. * Baş yarmak. * Ekmeği terid etmek. * Sakalı boyamak.
Semaan
(Semaen) İşiterek, dinleyerek, dinlemek suretiyle.
Semaat
Dinlemek, kulak vermek.
Semacet
Kötü görünüş, çirkinlik. * Söz çirkinliği. * Kabahat.
Semacet-i ibtida
Sözün başlangıcındaki çirkinlik.
Semad
Davar tersi. * Gül.
Semadir
Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık.
Semaen
İşiterek, duyarak.
Semahat
Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı.
semahat
iyilikseverlik, yardımseverlik.
Semahic
Deniz içinde bir alanın adı.
Semaî müennes
Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime. (Bak: Müennes-i semaî)
2622
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Semaî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik. * Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen.
Semakil
"""Somak"" ve ""tadım"" denilen ekşi taneler."
Semale
(C.: Simâl) Kap veya havuz dibinde olan artık. * Tereyağı. *Araptan bir kabile.
Sema'ma'
Küçük başlı. * Yular.
Semame
(C.: Semâm) Bir nevi kuş. * Sür'atle yürüyen dişi deve.
Sem'an
Dinliyerek. * İşiterek, duyarak.
Seman
Sekiz.
Seman-aşer
Onsekiz.
Semane
f. Tavan. * Bıldırcın.
Semanet
Semizlik, yağlılık, besililik.
Semanîn
Seksen. 80
semâniye
sekiz.
Semaniye
Sekiz. 8
Semanûn
Seksen. 80
Semapare
f. Gök parçası.
Semar
Duru süt.
Semarug
Başı yumru yumurta gibi olan mantar.
Semasire
(Simsar. C.) Simsarlar, komisyoncular, tellâllar.
Semavat
(Sema. C.) Gökler, semalar.
semâvât
semalar, gökler.
Semave
Örtü. * Şam yolunda bir bâdiyenin adı.
Semavî
Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik. * İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan.
semâvî
sema ile ilgili.
2623
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Semaviyyât
Semavî olan şeyler.
Sembol
Fr. Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti.
sembol
timsal, mânâlı işaret.
Semcer
Çok su katılmış olan süt.
Semdar
f. Zehirli.
Semed
Devamı gelmeyen sarnıç suyu.
Semehder
Geniş, bol, vâsi.
Semek
Balık.
semek
balık.
Semel
Sarhoşluk.
Semele (sümle)
Kap dibinde kalan azıcık su.
Semen
f. Yâsemin.
semen
yağ, değer.
Semen-bu
f. Yâsemin gibi kokan, yâsemin kokulu.
Semend
f. Çevik ve güzel at.
Semen-fam
f. Yâsemin renkli, rengi yâsemin gibi olan.
Semen-i misl
Ehl-i vukuf tarafından hakiki kıymetini tâyin etme.
Semen-i müsemma
İki tarafın isteğiyle değerlendirilen kıymet.
Semen-i râyic
Geçer değer, o zamanki kıymeti, fiyatı.
semeni
paha, değer.
Semenî
Tereyağı.
Semer
Geceleyin kıssa söylemek, hikâye anlatmak.
Semer(e)
Meyve, yemiş mahsul. Verim. Netice.
Semerât
(Semere. C.) Meyveler, faydalar. Kârlar. Menfaatler.
semerât
meyveler.
2624
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
semere
meyve, ürün.
Semeredâr
f. Verimli, semereli, kârlı. * Yemiş veren.
semeredâr
meyveli.
Semere-i fuâd
Gönül meyvası. * Mc: Evlâd, çocuk.
Semerrec(e)
Üç defa haraç çıkarmak.
Semertul
Uzun, tavil.
Se'met
Kederli olmak. Melül olmak. * Bıkmak, usanmak.
Semg
Yarmak.
Semh
Cömertlik, keremli olma.
Semha
Kolaylık, sühulet.
Semhac
Arkası uzun olan at ve eşek.
Semhak
Yağmursuz bulut.
Semhec
Yağlı tadı azmış süt.
Semher
"Eskiden süngü ağacı yapan bir kimsenin adı. (Ona nisbet edip ""rumh-i semherî"" derler.)"
Semhuk
Uzun, tavil.
Sem'-i hamiyet
Hamiyet kulağı, insaf ve hakperestlikle dinleyiş.
Sem'-i hikmet
Hikmetli sözleri dinlemek. Hikmetten ibret ve ders almak. En hayırlısına tabi olmak.
Semi'
İşiten, duyan. * Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)
semî
işitici.
semîane
işitircesine.
Semic
(Semc) Çirkin, kötü görüşlü.
Semi-i mutlak
Her şeyi şeksiz, şüphesiz, mutlak surette işiten Allah (C.C.).
2625
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Semik
(C.: Esmika-Sümuk) Zelve. (Öküzün boynuna takılır.)
Semil
Sarhoş.
Semile
Artmış, artık şey. * Dere içinde kalan su artığı.
Semin
(Semine) Çok değerli, pahalı, kıymetli.
Semi'na ve ata'na
""" İşittik ve kabul ettik, itaat ederiz, baş üstüne"" meâlindedir."
Semir
Arkadaş, refik. * Gece anlatılan kıssa ve hikâye.
Semire
Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları.
Semit
Temiz pişirilmiş olan kebap. * Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş. * Doldurulmuş bağırsak. * Birbiri üstüne yığılmış kiremit. * Bir kat sahtiyan.
Semi-üd dua
Duayı işiten Allah (C.C.).
Semiy
Aynı isimde olmak. Adaş, hemnâm.
Semiyye
Yüce, yüksek, refia.
semiz
besili.
Semiz
t. Eti, yağı bol. Besili.
Seml
(c.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak. * Göz çıkarmak. * Pâk edip temizleyip arıtmak.
Semlah
Tadı azmış olan yağlı süt.
Semlak
(C.: Semâlik) Düz, yüksek yer.
Semm
Cem' etmek, toplamak. * İyi etmek.
semm
zehir.
Semmak
Balıkçı.
Semman
Süzme yağ yapan. Hâlis yağ yapan veya satan kişi.
Semmdar
f. Zehirli.
Semm-i katil
Öldürücü zehir.
2626
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Semmî
(Semmiye) Zehirle alâkalı. Zehirli.
semmikatil
öldürücü zehir.
Semm-ül hıyat
İğne deliği.
Semn
Semizlik, beslilik, yağlılık. * Tereyağı.
sempati
cana yakınlık.
Sempati
Fr. Cana yakınlık, sıcak kanlılık. * Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi.
Semra
(Müe.) Esmer. Kumral renkte olan.
semrâ
esmer güzeli.
Semra'
Yemişli ağaç. Meyveli ağaç.
Semre
(C.: Semür-Semürât) Sakız ağacı.
Semsak
Yâsemin.
Semsam
Eline ne alırsa kıran.
Semsem
Tilki. * Bir yerin adı.
Semsere
Bir kimsenin elbise ve kumaşını satıvermek.
Semt
Paklık, nezâfet, temizlik.
Semud
(Sümud) Kur'anda ismi geçen bir kavim adı. Sâlih Peygamber'in kavmi.
Semûd
Sâlih aleyhisselâmın kavmi.
Semuh
(Semahat. dan) Çok cömert.
semûm
yakıcı rüzgâr.
Semum
Zehirli şey. * Sam yeli. * Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgar olup, bitki ve hayvanları mahveder.
Semunyun
Yaban kerevizi.
semûre
bir cins ağaç.
2627
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Semure
Dikenli bir ağaç. * Sakız ağacı.
Semüvv
Ad koymak, isim vermek.
Sena
Medihle tarif. Medhetmek, övmek.
senâ
övme.
Senaa
Cemali güzel.
Senabik
(Sünbük. C.) At ve katır gibi hayvanların tırnakları.
Senabil
Sünbüller. Başaklar.
Sena'buk
Kötü kokulu bir ot.
Senaf
Deve bağlanan ip. * Deve göğüsü.
Senagû
f. Medheden, öven, sena eden.
Senahan
f. Medheden, alkışlayan, öven.
senâhân
sena eden, öven.
Senakâr
f. Öven. Medheden.
senâkâr
sena edici, övücü.
Senakârane
f. Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde.
senâkârâne
övercesine.
Senam
(C.: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü. * Her nesnenin yücesi, yükseği.
Senan
Parlak, ziyâdar, ışıklı.
Senanir
(Sinnevr. C.) Kediler.
Senaver
f. Medheden, öven.
Senaverî
f. Birisini medhedene, övene ait. Senakârane.
Senaya
Öndeki dört dişler, ön dişler.
Senber
Her umuru bilen, her işten anlayan.
Senbol
(Bak: Sembol)
Senc
f. Ölçen, tartan, değerlendiren.
Sence
(C.: Senecât) Terazi taşı.
2628
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Senceref
Sülügen adı verilen kızıl taş.
Sencide
f. Ölçülmüş, tartılmış, değerli. * Tam yerinde söylenmiş söz.
Sencilat
Bir cins koku.
Sencileyin
Senin gibi.
Sendel
f. Sandal. * Sandal ağacı.
Sendere
Büyük kile. * Ok yapılan bir nevi ağaç. * Sür'at, hız.
Sendüve
(C.: Senâdâ) Meme.
Sene
Yıl.
sene
yıl.
Seneb(e)
Zamandan bir parça.
Sene-be-sene
Yıldan yıla, seneden seneye seneler geçtikçe.
Sened
Kuvvetli olabilecek söz. * Tapu. * Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'. * İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.
sened
senet, güvenilir söz veya yazı.
Sened-i hâkanî
Tapu senedi.
Sened-i müsbit
İsbat edici senet.
Sened-i resmî
Resmen tasdikli senet, resmî senet.
Sene-i efrenciye
Efrenci (Frenkler, Avrupalılar) takvimine göre yılbaşı Ocak'tan başlayan milâdi sene.
Sene-i hicriye
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın Mekke'den Medine'ye hicreti başlangıç sayılan ve Muharrem 1'den başlayan sene. Bu sene-i Kameriye (kamer yılı), Zilhicce ile biter, 354 veya 355 gün sürer.
Sene-i kur'aniye
(Bak: Eyyam-ı Kur'aniye)
Sene-i mâliye
1 Mart'tan itibaren başlaması Mâliyece kabul edilen yıl.
Sene-i milâdiye
Kânun-i sâni (Ocak) 1'de başlayan sene. Milâdi sene.
2629
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sene-i rumiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Garp Milâdi takvimini yani Efrenci takvimini kabul etmemiş olan Şark Hristiyanları için 14 Ocak tarihinden başlayan ve eskiden 1 Mart tarihinde başlayan Rumi sene.
Sene-i şemsiye
22 Mart'tan ertesi senenin 21 Martına kadar süren İranlıların milli takvimine göre olan nesne.
Senem
Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak.
Senen
Yol, tarik.
Sener
(C.: Senânir) Kedi. * Ulu kişi. * Boğaz kemiği. * Kuyruk sokumu.
Seneta
Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar.
Seneteyn
İki yıl. İki sene.
Senevat
(Sene. C.) Yıllar, seneler.
senevî
senelik, yıllık.
Senevî
Seneye ait. Bir yıl içinde olan. Senelik. Seneye mensub.
Seng
f. Taş, hacer. * Vezin. Tartı ve temkin. * Sıklet. * Beraberlik. * Ağırlık.
seng
taş.
Sengdil
(C.: Sengdilân) f. Taş yürekli, merhametsiz, acımaz.
Seng-endaz
f. Taş atan. Dokunaklı söz söyleyen.
Seng-i as-yâb
Değirmen taşı.
Seng-i hara
Pek sert taş, kaya.
Seng-i kabir
(Seng-i mezar) Mezar taşı.
Seng-i kaza
Kaza taşı. Belâ, musibet.
Seng-i musallâ
Musallâ taşı. Namaz kılınmak için cenaze konan taş.
Sengin
f. Taştan olan, taştan yapılmış.
Sengistan
f. Taşı çok olan yer. Taşlık yer.
Senglah
f. Taşlık yer, taşı çok olan yer.
2630
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sengpare
f. Taş parçası.
Sengsar
f. Taşlık yer.
Sengtraş
f. Taş yontucu, taş yontan sanatkâr.
Sengzar
f. Taşlık yer, taşı çok olan yer.
Senh
Arız olmak.
Senih
Mübarek fiil, iyi ve güzel hareket.
Senin
Taşı kazıyıp yonttuklarında dökülen parçaları.
Senine
(C.: Senayin) Kumdan tepe.
Seniy
(C.: Sinâ-Seniyyât) Ön dişini burkan hayvan.
Seniyye
(C.: Senâyâ) Ön dişlerin birisi. * Sarp ve yokuş yerde olan yol.
seniyye
temiz, yüce.
Senkendaz
Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı. (O.T.D.S.)
Senn
Zırh çıkarmak. * Halinden döndürmek. * Koymak. * Keskinleştirmek. * Tasvir etmek. * Dökmek.
Sent
Etin kokması.
Senut
Yere saçılan buğday.
Se-pa
f. Üç ayaklı. Sehpâ.
Sepid
f. Ak, beyaz.
Sepide
f. Tan vakti.
Sepidedem
f. Sabah aydınlığı.
Sepidî
f. Aklık, beyazlık.
2631
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Septisizm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Fls: Müsbet veya menfi hiçbir kat'i hükme varamıyan ve dâim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sistemi. Şüphecilik. (Bak: Sofestaî, Sofizm)
septisizm
şüphecilik felsefesi, kararsızlık.
Sepükpây
f. Ayağına çabuk olan.
ser
baş.
Ser
f. Baş. Tepe. Uç. Nihayet. Zirve. Gaye. * Baş, başkan, reis.
Se'r
İntikam, öç almak. * Kin. * Kısas etmek.
Ser'
Üzüm çubuğu. * Yaş ve taze çubuk. * Yumuşak bedenli yiğit. * Uzun boylu adam.
Sera
"f. ""Şarkı söyleyen"" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ $ : Şarkı söyleyen, nağme söyleyen."
Sera'
Yay yapımında kullanılan bir ağaç cinsi.
serâ
yer, toprak.
serâb
serap, olmayıp da var gibi görünen.
Serab
Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.(Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i hodfuruş! Hikmet, hayr-ı kesir olduğunu işittin. Fakat yanlış yola gitmiştin. Şu kitab-ı kâinatın hikmetini maânisinde aramadın. Gittin nukuşunda taharri ettin. R.N.)
Serabil
(Sirbâl. C.) Gömlekler.
Serabistan
f. Serap yeri. (Fâni, bekasız dünyadan kinayedir.)
Seraçe
f. Küçük saray. Küçük konak. Saraycık.
Seradik
(Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi. * Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda.
2632
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Seradikat
Padişaha mahsus perdeler.
Serafil
(C.: Serâfilât) Şalvar. Don.
Ser-agaz
f. Yeniden ve baştan başlama.
Serah
Kıl taramak. * Halâs etmek. * Davar gütmek. * Eşini boşamak.
Serahin
(Sirhân. C.) Yırtıcı hayvanlardan olan kurtlar.
Serahor
Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır.
Serair
(Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar.
serâir
sırlar.
Serair-i vücud
Yaradılış sırları.
Serak
Hırsızlık yapmak.
Seramac
f. Boyunduruk.
Ser-amed
(C.: Ser-âmedan) f. İleri gelen, başta bulunan.
Ser'an
Evmek, acele etmek.
serâpâ
baştan başa.
Serapa
f. Bir uçtan bir uca. Baştan ayağa kadar.
Sera-perde
f. Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. * Padişah çadırı, otağ.
Serar
Ayın son gecesi.
Serare
İyilik. * Şeref.
Serari
(Süriyye. C.) Câriyeler, odalıklar.
serâser
baştan başa.
Seraser
f. Baştan başa, bütün, hep mecmuan, külliyen.
2633
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Serasime
f. Sersem.
Serasimegî
f. Sersemlik.
Serasker
f. Ordu kumandanı. Komutan. * Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı.
serasker
komutan.
Seratî
Keskin.
Seravil
(C.: Serâvilât) İç donu. * Şalvar.
Seray
f. Büyük konak, kâşâne. * Saray. * Hükümet konağı.
Seraya
(Seriye. C.) Düşman üzerine yollanan askerler.
Seray-dar
f. Eskiden büyük yerlerde yemek ve sofra işlerine bakan kimse.
Serayende
(C.: Serâyendegân) Şarkıcı, şarkı söyliyen.
Ser-azad
f. Hür, serbest. Başı boş. * Dertsiz, rahat.
Serb
(C.: Sürub) İçyağı. * Helâk olmak. * Bozulmak, fâsid olmak. * Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme.
Serbalin
f. Baş yastığı.
Serbaz
(C.: Serbâzân) f. Korkusuz, cesur, cesâretli. Yiğit.
Serbazî
f. Yiğitlilik, cesurluk, korkusuzluk.
Ser-be-ceyb
f. Kaderden, düşünceden veya hayâdan dolayı başını önüne eğmiş olan.
Serbeha
f. Baş pahası. Diyet. Haraç.
Serbend
f. Başa bağlanan veya sarılan şey.
serbeser
baş başa.
Serbeser
f. Baştan başa.
Serbest
f. Kayıtsız. Başıboş. İstediği gibi hareket edebilen. * Sıkılmayan. * Engelsiz.
Serbestâne
f. Serbestçe.
serbestâne
serbestçe.
2634
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Serbeste
f. Başı bağlı. * Gizli, kapalı, örtülü.
Serbestî
f. Serbestlik.
serbestî
serbestlik, hürlük.
Serbestiyet
f. Serbestlik. Serbest oluş.
serbestiyet
serbest olma hâli.
Serbesücud
f. Secde edici. Başını yere değdirici.
Serbezemin
f. Başı yere eğilmiş olan.
Serbülend
(C.: Serbülendân) f. Yüce. Başı yüksek.
Serbülendî
f. Başı yükseklik. Yücelik.
Serc
(C.: Süruc) At takımı, eyer.
Sercem
Uzun.
Serc-i feres
At eyeri.
Sercuc
Ahmak.
Sercümle
f. Hepsi, tamamı, bütün.
Ser-cünban
Baş oynatan, baş sallayan.
Serçeşme
(C.: Serçeşmegân) f. Çeşme başı, su başı. Pınar. * Pir, şeyh. Baş. * (Tanzimattan evvel) yardımcı askerlerin maddi işlerine bakan kimse.
serd
söyleme.
Serd
Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek. * Halkaları birbirine geçirmek. * Delmek. * Dikmek. * Vurmak.
Serdab
"f. Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna ""zir-i zemin"" denilir. * Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen addı."
Ser-dade
f. Baş vermiş, baş göstermiş olan.
2635
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Serdah
Geniş ve düz yer.
Serdar
f. Askerin başı. Kumandan.
serdâr
komutan.
Serdarân
(Serdâr. C.) f. Kumandanlar, serdarlar, komutanlar.
Serdar-ı ekrem
Başkumandan. Başbuğ.
Serdar-ı ulema
Zamanın en bilgili ve en yaşlı âlimi.
Serdarî
f. Başkumandanlık, serdarlık.
Serdefter
f. Defterin başında yazılı olan. En ileri geçen, en başta bulunan.
Serdengeçti
"Tar: Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere atıldıkları için ""dalkılıç"" da denilirdi. Düşman ordusuna dalacak veya kaleye girecek olanların dönmelerinden ziyade ölmeleri ihtimâli olduğu için bu adı almışlardı. (O.T.D.S.)"
serdengeçti
fedakâr, kahraman.
Serdetmek
Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak.
Serd-i kelâm
Güzel bir şekilde ifade etmek, söz etmek.
Serdî
f. Soğukluk, bürudet. * Kabalık, sertlik, hoyratlık.
Serdî-i hevâ
Havanın sertliği.
Serdî-i tabiat
Tabiat ve huy sertliği.
Serdümen
Gemilerde baş dümenci, dümen kullanmakla vazifeli tayfa. Eskiden harp gemilerinde çavuştan yüksek bir rütbe.
Sere
Suyun çok olması. * Devenin meme deliğinin geniş olması.
Sereb
(C.: Esrâb) Yer altında olan ev. * Kırbadan akan su. * Ot.
Sered
Dudağın yarılması.
2636
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Seref
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Boş yere ve lüzumsuz harcamak, israf etmek. * Hatâ etmek. * Âdet, haslet iyi huy.
Ser-efgende
(C.: Serefgendegân) f. Başını eğen.
serefrâz
başı dik, üstün.
Ser-efraz
f. Başını yükselten, yukarı kaldıran. * Benzerlerinden üstün olan. * Baş kaldıran. * Başı dik, alnı açık. * Haklı ve galib.
Sereka
İpeğin gayet iyisi. * Beyaz ipek. * (Sârik. C.) Hırsızlar.
Serem
Dişin, ağızda kökünden kırılması.
serencâm
başa gelen olaylar.
Serencam
f. Başa gelen, baştan geçen ibretli hadise. * Bir işin sonu. * Vak'a.
Ser-endaz
(C.: Ser-endazân) f. Çekinmez, pervasız, korkusuz.
Serendî
Katı, şiddetli, şedid. (Müe: Serendât)
Serendib
Seylan adası.
Serer
(C.: Esirre) Ayın son gecesi. * Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça. * Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya C.: Esrâr ve C: Esârir).
Seres
Zayıf endamlı.
seretan
kangren, kanser hastalığı.
Seretan
Tıb: Kanser hastalığı. * Yutmak. * Yengeç. * Cevza Burcu ile Esed Burcu arasındaki burcun ismi. (Rumi 9 Haziran'da başlar)
Sereyan
Yayılma, dağılma. * Geçme, sirayet.
sereyân
yayılma.
Sereyan-ı seria
Sür'atle yayılan, çabuk neşrolan.
Serf
Yemek yemek.
serfirâz
başlar üstünde.
Serfiraz
f. Başını yukarı kaldıran, yükselten. Benzerlerinden üstün olan.
2637
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Serfirazî
f. Serfirazlık.
serfürû
baş eğme.
Serfüru
f. Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad. * Mütezellil olan.
Serfüru-bürde
f. Baş eğmiş. * Düşünceye dalmış.
sergardiyan
baş gardiyan.
Sergerdan
f. Başı dönmüş, şaşkın. Hayran.
sergerdân
şaşkın, başıboş.
sergerde
başıbozuk.
Sergerde
f. Kötü işlerde elebaşı olan. * Başı bozuk. * Reis.
Sergerm
f. Kızgın, öfkeli. Kafası kızmış. * Neşeli. Sarhoş. Mest.
Sergeşte
f. Sersem. Başı dönmüş. Avâre ve mütehayyir olan. Hayrette kalmış.
Sergin
f. Gübre, fışkı.
Ser-giran
f. Başı ağır. * Mc: Çok sarhoş.
Sergüzeşt
f. Macera, baştan geçen hâller.
sergüzeşt
macera, serüven.
sergüzeşte
macera, serüven.
Serh
Kıl taramak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uzun, büyük ağaç. * Güdülen davar ve sığır sürüsü. * Otlak, mera. * İrsal etmek.
Serhad
Hudut başı. İki devlet toprağının birleştiği sınır.
Serhadlû
Hudut boylarını bekleyen, hudutlardaki kalelerde vazife gören askerler.
Serhan
Canavar. Kurt.
Serhas
Sivri uçlu bitki.
Serhayl
f. Kervan veya kafile başı. * Baş, başkan.
Serhed
Hörgüç yağı. * Semiz, yağlı, besili.
Serık
Hırsızlık.
2638
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ser-i frenk
Avrupalıların, Frenklerin başı.
Ser-i muy
Pek az şey. * Kıl ucu.
serî
çabuk.
Seri'(a)
Çabuk, hızlı. * Az vakitte çok iş yapan.
Serian
Çabuk, tez elden, acele.
Serid
Yağla ıslanmış ekmek. (Terid derler.)
Serih
(C.: Serâyih) Nâlin kayışı.
Serika
Çalınmış. Çalınmış şey.
serîr
kürsü, taht.
Serir
Tahta karyola. * Üzerinde oturulan yüksekçe yer. * Taht.
Serirara
(Serir-ârâ) f. Tahtı süsliyen. Tahtta oturan. Pâdişah. Hükümdar. Şah.
Serire
(C.: Serâir) Gizli şey, gizli sır. Gizli hal veya fikir. * Yatak.
Seriredân
f. İçteki sırrı bilen.
Serir-i hükümet
Hükümet tahtı. Makam sandalyesi.
Serir-i tedris
Ders verme makamı.
Serirî
Yatırarak hastaya bakma, klinik.
Serir-nişin
f. Tahtta oturan, padişah.
Seri-ül hareke
Hızlı giden.
Seri-ül intikal
Çabuk anlayan, çok zeki.
Seri-üs seyr
Çok sür'atle akan veya giden.
serîüsseyr
hızlı akan.
Seri-üt teessür
Çabuk müteessir olan.
serîütteessür
hemen etkilenen.
Seri-üz zeval
Devamsız, çabuk giden. * Çabuk ölen. * Dünyanın hali.
serîüzzevâl
çabuk geçen.
seriye
askerî bölük.
2639
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Seriyy
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Esriye-Seryân) Nefis. * Kavi, kuvvetli. * Reis. * Küçük nehir, ırmak.
Seriyye
Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi.
Serkâr
f. Müdür, iş başı, kâhya.
Serkat
(Bak: Sirkat)
serkâtib
baş yazıcı.
Ser-kâtib
Başkâtip.
Serkâtib
f. Baş kâtib. Hükümdarların başkâtibleri.
Ser-kerde
f. Bir güruhun, bir takımın başı, reisi. * Şaki, haydut.
serkeş
baş kaldıran.
Serkeş
f. İnatçı, isyan eden. Kafa tutan. Asi.
serkeşane
baş kaldırırcasına.
Serkeşâne
f. İtaatsizlikle, dikbaşlılıkla, inatla.
Serkeşî
f. İtaatsizlik, inatçılık, serkeşlik, dikbaşlılık.
Serkub
f. Başa vuran, başa kakan. * Başa vuracak şey.
Serkuçe
f. Sokak başı.
Serkuy
f. Yol, sokak veya mahalle başı.
Serlevha
f. Yazıda başlık.
Serm
Birinin dişlerini kırma.
Serma
f. Kış. Soğuk.
Serma-dide
f. Çok üşümüş. Donmuş.
Sermak
Pazı otu.
sermaye
ana mal, ana para.
Sermaye
f. Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. * Kazanılmış ilim. * Hayat. Ömür.
Sermayedâr
f. Sermâyesi olan.
2640
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sermed
Dâimî, sürekli, ebedî, ezelî. * Uzun gece.
sermed
sürekli, ebedî ve ezelî, Allah.
Sermeden
Ebedî olarak.
Sermedî
Daimî, ebedî, sürekli.
sermedî
ebedî, sürekli.
Sermediyet
Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk, ebedîlik. * Rabbanîlik ve uluhiyyet.
sermediyet
ebedîlik, süreklilik.
Sermele
Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek.
Sermenzil
f. Durak yeri.
Sermest
f. Başı dönmüş, kendinden geçmiş.
sermest
kendinden geçmiş.
Sermest-i vahşet
Vahşilik. İslâmiyet ve insaniyet dışı zevkle kendinden geçme hali.
Sermestî
f. Sarhoşluk.
Sermeşk
f. Talebenin öğrenmesi için yazılan örnek yazı.
sermeşk
örnek, nümune.
Sermeta
Yaş balçık.
Sermuharrir
f. Baş muharrir. Baş yazar.
Sername
f. Mektup, kitap vs. nin başına yazılan yazı. Önsöz.
sernâme
önsöz, baş yazı.
Sernigûn
f. Baş aşağı olmuş. * Tersine dönmüş. * Bahtsız.
Sernüvişt
f. Yazı başlığı. * Başa yazılan, alın yazısı. Kader, mukadderat.
Serpaş
f. Gürz. Çomak. * Eskiden muhârebelerde giyilen demir başlık.
Serpençe
f. Güçlü kuvvetli kimse.
serpûş
başlık, başı örten şey.
Serpuş
f. Başa giyilen başı örten külâh, takke, sarık.
Serpuşe
f. Başörtüsü.
2641
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Serr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çocuğun göbeğini kesmek. * Göbekte ağrı olmak. * Şâdlık, neşeli ve sevinçli olma.
Serra
Kolaylık, rahatlık, genişlik. * Sevinçli oluş. * Bolluk.
Serrişte
f. İp ucu. Emâre, delil. Vesile. * Başa kakmak. * Maksad.
serrişte
ip ucu, söyleyip durma.
Sersam
f. İnsana sersemlik veren bir hastalık. * Sersem.
Sersar
Çok sözlü, çok konuşan. Herze ve hezeyan söyleyen. * Büyük bir nehrin adı.
Sersere
Bir kimse konuşurken söz katmak.
serseri
başıboş, işsiz güçsüz, söz dinlemez, düzene uymaz.
Serseri
f. Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. * Boş söz.
Serseriyâne
f. Serserice.
serseriyane
serserice.
Serşar
f. Ağzına kadar dolu. Dökülecek derecede dolu. * İleri giden, sınırı aşan.
Serşikeste
f. Ucu kırılmış olan. Başı kırık.
Sert
Aşağı getirmek. * Yutmak.SERT $ : Çiriş mâaunu.
Sertab
f. İnatçı, muannid.
sertâc
baş tacı.
Sertac
f. Baş tacı olan. Çok sevilen. Hürmet edilen. En ileri.
Sertak
f. Evin üstünde bulunan etrafı açık oda veya daire.
Sertapa
f. Baştan ayağa. Baştan aşağı.
Sertaser
(Serteser) f. Baştan başa, bütün, hep.
Sertem
Uzun, tavil. * Yumuşak sözlü kişi. * Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse.
2642
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
serteser
baştan başa.
Sertiye
Zayıf vücutlu, ahmak adam.
Sertiz
f. Baştarafı sivri olan, ucu sivri, keskin.
Seru
f. Boynuz. * şarap kadehi.
Serupa(y)
f. Tas: Dervişin, tarikat ve mevlevihâne ile bağını kesmek.
Serüven
Başa gelen, heyecan verici hâdise. Sergüzeşt, macera.
Serv
f. Selvi, servi. * Cömertlik, mürüvvet.
Serva
f. Masal. * Söz.
Servakt
f. Kimse bulunmayan boş oda veya daire. * Yalnız görüşülecek yer.
Servan
Malı çok olan kimse.
Serv-endam
f. Selvi boylu. Uzun ve biçimli boylu olan kimse.
server
baş, reis.
Server
f. Reis. Baş. Seyyid.
Serveran
(Server. C.) f. Başlar, başkanlar, serverler, reisler, ulu kimseler.
Serverî
f. Başlık, başkanlık, serverlik, reislik. Ululuk.
Servet
f. Mal, mülk, zenginlik.
servet
mal, varlık.
Servet-i akl
Akıllılık. Akıl zenginliği.
Servet-i fünun
Fenlerin (ilimlerin) zenginliği mânasına gelen bu tabirde, 1891-1900 tarihleri arasında çıkmış olan bir mecmua ve bu mecmua etrafında toplanmış olan kimselerin 1895'den 1901'e kadar meydana getirmiş oldukları Edebiyat-ı Cedide denilen edebî çığıra verilen addır.
Servet-i ilmiye
Bilgililik, âlimlik, ilim zenginliği.
Serv-i hirâmân
Nazlı sallanan selvi.
Serv-i nâz
Dalları yana sarkan selvi.
2643
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sery
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Davarı iyi gütmek. * Yıldırımın parlayıp çakması. * Kurt, eşine çıkmak. * Hiddetlenmek, kızmak.
Serye (seryâ)
Yaş yer.
serzâkir
baş zikirci.
Serzakir
f. Başta gelen zâkir, zikredenlerin başı. (Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan kinâye olur.)
Serzede
f. Baş göstermiş, uç vermiş, çıkmış.
Serzemin
f. Başını yere koyarak.
serzeniş
başa kakma, takaza.
Serzeniş
f. Takaza, tekdir. Başa kakma, çıkışma, azarlama.
Se'se'
Defetmek, kovmak.
Se'see
Suya kandırmak.
Se'sem
Kara abnus ağacı.
Se't
Boğmak.
set
engel, duvar.
Seta'
Boyunun uzun olması.
Seta
Hamakat, ahmaklık.
Setair
(Sitâre. C.) Örtünülecek veya perdelenecek şeyler.
Setat
Sakalın hafif olması.
Se'te
(C.: Set) Kara balçık.
Sete'
Bezin hatâsı.
Seteh
(C.: Estâh) Oturak yeri.
Setel
Her nesnenin kötüsü, yaramazı.
Set'et
Böy denilen zehirli böcek.
Seth
Bir kimsenin arkasına vurmak.
Setih
Arkası üstüne yatmış. * Dağarcık. * Büyük tulum.
2644
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Setir
Örtülmüş, kapalı. Mestur.
Setire
Parmak otu.
Setl
Birbiri ardınca bir bir çıkmak.
Setr
Hat. * Saf. * Yazmak.
setr
örtme, gizleme.
setre
yarı resmi ceket.
Setre
Yarı resmi ceket. * Düz yakalı ilikli çuha elbise.
setretmek
örtüp gizlemek.
Setr-i avret
Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek. (Bak: Avret-Tesettür)
Setr-i gayb
Gizlilik perdesi.(Demek, sefihâne lezzette sen hayvanlara yetişemezsin. Binler derece aşağı düşersin! Çünkü hayvana nisbeten gaybî olan şeyleri senin aklın görüyor, elemini alıyor. Setr-i gaybda bulunan istirahat-i tâmmeden bilkülliye mahrumsun. Hem senin medar-ı fahrin olan uhuvvet ve hürmet ve hamiyet gibi güzel hasletlerin, incecik bir zamana, büyük bir sahradan bir parmak kadar yere inhisar ve hadsiz zamanda yalnız hazır saate mahsus olduğundan, sun'î ve muvakkat ve sahtekâr ve asılsız ve gayet cüz'î olup, senin insaniyetin ve kemâlâtın o nisbette küçülür, hiçe iner.Fakat iman ehlinin uhuvveti ve hürmeti ve muhabbeti ve hamiyeti, iman cihetiyle mevcut bulunan mazi ve müstakbeli ihata ettiğinden, insaniyeti ve kemalâtı o nisbette teâli eder. R.N.)
Setr-i hüsn
Güzelliği örtüp gizleme.
Setr-i uyub
Ayıpları örtmek, kusurları ifşa etmemek.
setriavret
gösterilmesi yasak yerleri örtme.
Settar
günahları örten, Allah.
2645
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Settar(e)
Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten.
settare
görünmemek için girilecek yer, örten, kapatan.
Settar-ül uyub
Ayıpları, kusurları örten. Kusurları göstermeyen, günahları bağışlayan Allah (C.C.)
Settarüluyûb
ayıpları örten Allah.
Settuka
İki tarafı gümüş ve içi bakır olan akça.
Setv(e)
(C.: Setavât) Hamle etmek. * Kahretmek. * Hiddetlenmek, kızmak, gadap etmek.
Sev'
Akmak.
Se'v
Niyet. * Vatan. * Çekişme, kavga, niza.
Seva
Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Zayıf olmak.
Sevab
Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.
sevab
sevap, dine uygun davranış.
sevabdâr
sevaplı.
sevabdârâne
sevaplıca.
Sevabık
(Sâbıka. C.) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar.
Sevabit
(Sâbite. C.) Merkezlerinden ayrılmaz görünen yıldızlar. * Sâbit olanlar, sâbitler.
sevâbit
duranlar, sabit yıldızlar.
Sevad
Karaltı. Uzakta karaltı halinde görülen kalabalık. * Ekseri insanlar. * Şehir. Kasaba. Karye. Köy. * Karartı. Yazı karalama.
sevâd
karartı.
2646
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sevad-ı a'zam
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Büyük şehir. * Mekke-i Mükerreme. * İnsanların ekseriyeti.(Maişetçe neden bu kadar muktesit yaşıyorsun? diyenlere cevaben: Ben sevad-ı azama tâbi olmak isterim, sevad-ı azam ise; bu kadar tedarik edebilir. Ben ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem, demişlerdir.) (Tarihçe-i Hayat)"
Sevad-ı müslimîn
İslâm cemaatı.
sevâdıâzam
insanların ekseriyeti, büyük çoğunluk.
Sevad-ül ayn
Göz bebeği.
Sevad-ül kalb
Kalbin ortasında var olduğu farzedilen kara leke. (Bak: Süveyda-ül kalb)
Sevafil
(Sâfil. C.) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır)
Sevahil
(Sahil. C.) Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları.
sevahil
sahiller, kıyılar.
Sevaî
İpek kumaş.
Sevaid
(Sâid. C.) Dirsekten bileğe kadar olan kısımlar.
Sevaim
(Sâime. C.) Otlak hayvanları. Çayıra başı boş salınan hayvanlar. * Zekâtı icab eden koyun, keçi, sığır, deve gibi çift tırnaklı hayvanlar.
Sevaiye
Yaramaz olmak. * Kederli ve gamkin olmak.
Sevakıb
(Sâkibe. C.) Parlak yıldızlar.
Sevakıt
(Sâkıta. C.) Düşükler, düşmüşler.
Sevakî
(Sakıye. C.) Su yerleri, sâkiyeler.
Sevakin
(Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar.
Sevalif
(Sâlif ve Sâlife. C.) Geçmişler. Geçmiş insanlar.
Sevam
Yabanda otlayıp gezen hayvan. * (Sâmme. C.) Zehirli hayvanlar.
Sevani
(Saniye. C.) Saniyeler. * İkinci derecede şeyler.
Sevanih
(Sâniha. C.) İçe doğan fikirler.
2647
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sevatı'
(Sâtı. C.) Belli ve yüksek olan şeyler.
Sevatir
(Sâtur. C.) Büyük bıçaklar, satırlar.
Sevazic
(Sâzec. C.) Sâde ve basit şeyler.
Sevb
"(C.: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine ""sevvab"" derler.) * Rücu' manasına mastar."
sevdâ
aşk hastalığı, sevgi, heves, siyah.
Sevda
f. Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. * Hırs. Tama. * Heves, istek. *Siyah. * Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. * Gam. Keder, Sıkıntı.
Sevdafeza
f. Sevda artıran.
Sevdager
(C.: Sevdagerân) f. Sevdalı, âşık. Meftun.
Sevdagerî
f. Âşıklık, sevdalılık.
Sevda-i menfaat
Menfaat hevesi.
Sevdakâr
f. Sevdalı. Âşık.
Sevdaperest
f. İfrat derecede düşkün, tutkun. * Tamahkâr.
Sevda-ül kalb
Kalbdeki siyah nokta. (Bak: Süveyda)
Sevdavî
Kuruntulu, meraklı. * Sevda ile âlâkalı.
Sevdazede
f. Âşık, meftun, sevdalı.
Sevde
Karalık, siyahlık.
Sevded
Ulu olmak.
Sev'e
Kabiha ve fâhişe hasleti. * Ut yeri.
Seveban
Hastalığın iyileşmesi.
Sevel
Koyunlarda olan bir hastalıktır. Hasta koyun sürüye uymaz, otlak yerinde döner durur.
Severan
Tozun, dumanın kalkması.
Sevf
Koklamak.
2648
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sevg
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi. * Kolay, âsan ve yumuşak olmak.
Sevgend
f. Yemin, kasem, and.
Sevh
Batmak.
Sevhak
Uzun.
Sevik
"(C.: Esvika-Sevik) Kavut adı verilen kavrulmuş un. Kavut satıcısına ""sevvâk"" denir."
Sevile
İnsan topluluğu.
Sevim
Sevme. * Câzibe.
Seviş
Misafire yemek ve azık vermek.
Sevit
Karışmış, muhtelit.
Seviyy
Bir, beraber. * Düz, doğru.
Seviyye
(C.: Sevâyât) Koyun yatağı.
Seviyyen
Müsavi olarak. Bir düziye. Eşit olarak.
Seviyyet
Eşitlik, müsavilik, denklik.
Sevk
Misvak yapmak.
sevk
yollama, gönderme.
Sevk-i tabiî
Hayvan veya insanların düşünmeksizin Cenab-ı Hakk'ın sevki ile olan hikmete uygun hareketi. Sevk-i kaderî, ilham veya sevk-i İlâhî demek daha doğrudur.
Sevkiyat
Asker gönderme ve eşyasını te'min ve sevketme işleri.
sevkiyât
göndermeler, yollamalar.
Sevk-ül ceyş
Askerî birliklerin lüzumlu yere sevkini ve geri çekilme işini idare etme.
sevkülceyş
asker gönderme, yollama.
Sevl
Karnı göbeğinden aşağıya sarkmak.
2649
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sevla'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sürüye uymayıp otlakta dönüp duran hasta veya delirmiş koyun. (Müz: Esvel)
Sevleb
(C.: Sevâlib) Tilki.
Sevm
Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme. * Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak. * Dağlamak. * Başına buyruk olup istediği yere gitmek. * Kuş havada dolaşmak. * Satışa arzetmek. * Satın almak istemek. * Fâide yetiştirmek. * Davarın yabanda gezip otlaması. * İstemek, talep etmek.
Sevmele
Leğen.
sevr
öküz, boğa burcu.
Sevr
Öküz, boğa. * Koz: Boğa burcu. * Dünyaya müekkel melâikeden birisinin ismi. (Bak: Sahretullah)
Sevret
Kızgınlık, hiddet, öfke. * Hücum. Dövüş. * Hükümdarın şiddet veya kudreti. * Tezlik.
Sevs
Arpaya, buğdaya ve ona benzer hububata bit düşmesi.
Sevsen
Susam.
Sevva
Seviyelendiren, düzelten. * Doğruya götüren.
Sevvab
Elbise satan, elbiseci.
Sevvam
(Sâmme. C.) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanlar.
Sevvib
Geri çekmek. * Men'etmek, engel olmak.
Sevzak (sevzenik)
Çakır doğan kuşu.
Sey'
Meme başında olan süt.
seyahat
gezme, gezinti.
Seyahat
Yolculuk, gezi.
seyahatnâme
seyahat yazıları.
Seyahin
Basra ırmağının adı.
2650
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Seyb
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Süyub) Su akmak. * Bahşiş, hediye, atâ. * Medfun mal, gömülü mal.
Seyda
Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır.
seyda
efendi, hoca, şeyh.
Seyehan
Gezi, seyahat. * Gölgenin güneşle birlikte dönmesi.
seyelân
akma, akıntı.
Seyelan
Akma. Cereyan. * Sel felâketi.
Seyelan-ı dem
Kan akma.
Seyeran
(Bak: Seyran)
seyeran
gezinme.
Seyf ibn-i zîyezen
"Yemen padişahlarındandır. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setinden evvel onun evsafını evvelki mukaddes kitaplarda görmüş ve iman etmiş ve müştak olmuştu.(Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) Ceddi Abdülmuttalib; Yemen'e kafile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf İbn-i Zîyezen onları çağırmış, onlara demiş ki: ""Hicaz'da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hatem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak.""Sonra gizli, Abdülmuttalib'i çağırmış: ""O çocuğun ceddi de sensin"" diye kerametkârane, bi'setten evvel haber vermiş... M.)"
Seyf
Kılıç.
seyf
kılıç.
Seyfeddin
(Seyf-üd din) Dinin kılıcı, dinin askeri.
Seyf-i bettâr
Çok keskin kılıç.
Seyf-i hadid
Keskin kılıç.
Seyf-i meslul
Kınından çıkmış kılıç.
2651
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Seyf-i sârim
Keskin kılıç.
Seyfî
(Seyfiye) Askerliğe ait, kılıçla alâkalı. * Kılıç şeklinde.
Seyfullah
Allah'ın (C.C.) kılıcı, askeri. *Ashab-ı Kiram'dan Hz. Hâlid İbn-i Velid'e (R.A.) verilen ünvan.
seyfullah
Allahın kılıcı.
Seyh
Helâk edici, mahveden. * Ayağın batması.
Seyhec
(Seyhuc) : Katı, şiddetli şedid.
Seyhek
Katı yel. Şiddetli rüzgâr.
Seyis
Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak.
Seykane
İnce bellilik.
seyl
sel, akıntı.
Seyl
Sel. şiddetle gelen şey.
Seylab
(Seylâbe) f. Taşkın su, sel.
seylab
taşkın akan su, sel.
Seylabe-i hun
Kan seli.
Seylhiz
f. Taşkın ve coşkun su.
Seyl-i huruşân-ı zaman Zamanın gürültü ve coşkunluklarının seli. Seyl-i şuunât
İcraat-ı Rabbaniyenin dâima görünmesi ve hakiki müessir olan Allah'ın (C.C.) iradesiyle devamlı olan, cereyan eden her çeşit hâdiseler. Hâdiseler akıntısı, seli.
Seyna'
Bir ağacın adı. * Ağaç, şecer.
Seyr ü sefer
Gidiş geliş. Trafik.
Seyr ü seyelân
Devamlı akıp gitme ve değişme.
Seyr ü süluk
Tas: Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme.
seyr
etrafa bakınarak gezinme.
2652
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Seyr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yürüyüş. * Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme. * Görülecek şey ve yer. * Uzaktan bakıp karışmama. * Yolculuk.
Seyran
(Aslı: Seyeran) Gezme, gezinme. Bakıp görme. * Hareket etme. * Açılma, ferahlanma, teferrüc.
seyran
gezinti.
Seyrangâh
f. Seyir yeri. Gezme ve eğlenme yeri.
seyrangâh
güzel manzaralı gezinti yeri.
Seyr-i âfâkî
"Terbiye ve mâneviyatta tekâmül yollarında, hariç âlemden, âfaktan başlamak suretiyle bulunan delillerle tekâmül edip nefsini ıslâh ve imâni ve Kur'âni hakikatlarda terakki etmek usulü.(Tarikatta ""seyr-i enfüsi"" ve ""seyr-i âfâki"" tâbirleri altında iki meşreb var.Enfüsi meşrebi; nefisden başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nurâni görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsi dairesinde gördüğü hakikatı, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terketmek, nefsi öldürmektir.İkinci meşreb; âfaktan başlar, o dâire-i kübranın mezâhirinde cilve-i Esmâ ve Sıfâtı seyredip, sonra dâire-i enfüsiyyeye girer. Küçük bir mikyasta, dâire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.İşte birinci meşrebde süluk eden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terkedip enaniyeti kırmazsa, şükür makamından, fahr makamına düşer; fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabtan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa,
2653
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""şatahat"" nâmiyle haddinden çok fazla dâvalar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebeb olur. M.)" Seyr-i enfüsî
Hafî tariklerin çoğunda takib edilen ve nefsinin iç âlemindeki delillerle, vasıtalarla tekâmüle gidenlerin usûlü. (Bak: Seyr-i âfâkî)
Seyr-i filmenâm
Uykudaki veya rüyadaki seyr. (Bak: Seyr)
Seyr-i şuunât
Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak. * Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi.
seyrisülûk
manen yükselmek için bir yola girip yürümek.
Seyruret
Yürümek, gezmek.
seyrüsefer
gezinti ve yolculuk.
Seytel
Vahşi sığır.
Seytere
Havâle olunmak.
Seyyad
Avcı. (Bak: Sayyad)
Seyyaf
(Seyf. den) Kılıçlı. * Kılıç yapan, kılıççı. * Cellât.
Seyyah
(Siyâhat. tan) Seyahat eden, dolaşan, gezen. Turist, yolcu.
seyyah
seyahat eden, gezgin.
Seyyahîn
(Seyyahûn) Seyyahlar. Gezip âlemi seyredenler. Turistler, dolaşanlar, gezenler.
seyyal
akan, akıcı.
Seyyal(e)
Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. * Yer değiştiren her şey.
Seyyalât
(Seyyale. C.) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler.
seyyalât
akıcı şeyler.
seyyale
akan, akıp giden.
Seyyale-i berkiyye
Şimşek akımı. Elektrik akımı. * Şimşek gibi akıcı ve parlak.
2654
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
seyyar
dolaşan, gezen.
Seyyar(e)
Bir yerde durmayıp yer değiştiren. * Gökte veyâ güneş etrâfında dolaşan yıldız. Gezegen. * Kervan, kafile. * Otomobil.
Seyyarat
(Seyyare. C.) Seyyareler, gezegenler.
seyyarât
seyyareler, gezegenler.
seyyare
gezegen.
Seyyi'
Kötü, fena.
Seyyiat
(Seyyie. C.) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.(Kur'an-ı Kerim tahliye-i seyyiatı üç mertebesi ile zikretmiştir. Birincisi şirki terk, ikincisi maasiyi terk, üçüncüsü mâsivâullahı terk.) (İ.İ.)
seyyiat
çirkinlikler.
seyyiatâlûd
çirkinliklerle karışık.
Seyyib(e)
Kadın görmüş erkek, erkek görmüş kadın. Dul kadın.
Seyyibât
(Seyyib. C.) Dul kalmış kadınlar.
Seyyid şerif-i cürcanî (Bak: Cürcanî) seyyid
efendi, Peygamberimizin soyundan olan.
Seyyid
Efendi. * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden. * Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât. * Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir. (Bak: Sâdât)
Seyyide
Peygamber (A.S.M.) sülâlesinden gelen ve O'nun izinden giden temiz kadın, hanım.
Seyyid-ül beşer
İnsanların seyyidi, efendisi olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
Seyyid-ül enam
Bütün mahlukatın efendisi. Muhammed (A.S.M.)
Seyyid-ül kevneyn
İki âlemin efendisi, seyyidi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir nâmı.
2655
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Seyyid-ül mürselîn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Resüllerin Seyyidi. (Bak: Fahr-i âlem, Muhammed (A.S.M.), Münacat, Resül)
seyyie
çirkinlik, günah.
Seyyie
Kötülük, günah, suç. Yaramazlık, fenâlık.
Seza
f. Lâyık, münasip.
sezâ
lâyık, uygun.
Sezab
Sedef otu.
Sezase
Kötü huylu ve yaramaz dirlikli olmak.
Sezavar
f. Münâsib, uygun, lâyık, şâyân.
Seza-yı takriz
Övmeye, medhetmeğe lâyık.
Seza-yı tezlil
Tahkir edilip alçak görülmeğe lâyık olan.
Sezze
Seyâ denilen gün. Keferenin ateş gecesi günü.
Sıab
(Sa'b. C.) Güçlükler, zorluklar. Zor ve çetin şeyler.
Sıba'
Tulu etmek, doğmak. * Kalbin meyli.
Sıbag
(C.: Esbiga) Boya. * Yaradılış.
sıbah
güzel nesneler, parıltı.
Sıbah
Güzel şeyler. Güzel olanlar. şule.
Sıbga
Boya, renk, levn. * Din, mezheb.
sıbga
boya.
Sıbgatullah
Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi. * Allah'ın dini.
Sıbhal
Şişman, büyük keler. * Deve. * Kırba. * Câriye.
Sıbhale
Azası iri ve uzun olan.
Sıbr
(C.: Esbâr) Beyaz bulut. * Taraf, yön, cânip. * Çoğul, cemi.
Sıbt
(C.: Esbât) Torun.
Sıbteyn
İki torun.
2656
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sıbtır
(C.: Sibetrât) Uzun, tavil. * Uzun boyunlu bir kuş.
Sıbyan
(Sabi. C.) Çocuklar, sabiler.
sıbyan
çocuklar.
Sıdak
Kadın eşe verilen nikâh parası. Nikâh akçesi.
Sıdar
Küçük gömlek. * Başa örttükleri bez, baş örtüsü. * Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet.
sıddîk
çok samimi, çok bağlı, çok doğru.
Sıddîk
Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan.
Sıddîka
Doğruluk ve samimiyette çok sâdık olan kadın. * Allah yolunda çok sâdık olan Hazret-i Aişe (R.A.) vâlidemiz ve Hazret-i Meryemin vasıf ve isimlerdir.
Sıddîkîn
Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları.
sıddîkîn
sıddîkler.
Sıddîkiyet
Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam. * Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır. * Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.
sıddîkiyet
sıddîklik, manen pek yüksek bir makam.
Sıdk u selâmet
Doğruluk ve selâmetlik için oluş.
Sıdk
Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması. * Ahdinde sâbit olmak. * Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi. * Kalb temizliği.(İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın
2657
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır. İ.İ.) sıdk
doğruluk, doğru söz, samimilik, bağlılık.
Sıdk-ı cenan
Kalblerin sâdık oluşu, sadakatlı.
Sıdk-ı derun
Kalb temizliği.
Sıfat terkibi
"Sıfat tamlaması. Meselâ: ""Kâmil insan"" kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre ""kâmil insan"" terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci kelime ise mevsuf (belirtilen) dir. Farsça kâideye göre ""insan-ı kâmil"" diye söylenir."
Sıfât
(Sıfat. C.) Sıfatlar, vasıflar.
Sıfat
Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti. * Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet. * Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime.
sıfat
özellik.
sıfât
sıfatlar, özellikler.
Sıfât-ı adediye
Sayı sıfatları.
Sıfat-ı ayniye
Sadece zâta mahsus olan sıfat. Zatî sıfat. Lafza-i Celalin sadece Cenab-ı Vâcib-ül Vücud olan Rabbimize mahsus olması gibi. (Bak: Sıfât-ı selbiye ve Sıfât-ı sübutiye)
Sıfât-ı cemaliye
Lütuf ve merhamet ile daha ziyade alâkalı olan vasıflar. (Bak: Celâl)
Sıfât-ı fiiliye
Cenab-ı Hakk'a (C.C.) mahsus fiilî sıfatlar. (İhyâ, icad, in'âm, tasvir, tezyin, terzik... gibi)
Sıfât-ı hâssa
Hususi sıfatlar, şahsa ait sıfatlar.
2658
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sıfât-ı ilâhiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Allah'a aid sıfatlar. Kendisini ve mânasının zıddını Cenab-ı Hakk'a nisbet caiz olan vasıflar. (Rıza, Rahmet, Gazab... gibi)
Sıfât-ı işariye
İşaret sıfatları.
Sıfât-ı selbiye
"Cenab-ı Hakk'ın vahdaniyet, kıdem, beka, kıyam-ı binefsihi, muhalefetün-lilhavâdis gibi sıfatlarıdır. Mânalarında nefiy olduğu için ""Selbî"" denir. Meselâ: Vahdaniyet, çokluğun; kıdem, fâniliğin nefyi olduğu gibi. (Bak: Sıfât-ı zâtiye)"
Sıfat-ı semâiye
Gr: Kelimeye ait, kaideye, gramere uygun olmaksızın işitilmekle öğrenilen sıfat.
Sıfât-ı sübutiye
"Cenab-ı Hakk'ın sıfatları: Hayat, İlim, Sem', Basar, İrade, Kudret, Kelâm, Tekvin sıfatları. Bunlara ""Sıfât-ı semaniye"" de denir."
Sıfât-ı zâtiye
(Sıfât-ı lâzime - Sıfât-ı vâcibe) Allah'ın zatından ayrılması mümkün olmayan ve zatına lâzım ve vâcib olan sıfatlar. * Tecvidde: Harflerin zâtından ayrılması mümkün olmayan sıfatlarıdır. (Bak: Sıfât-ı ayniye)
sıfatî
sıfatla ilgili.
Sıffîn
"Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. Sıffîn vak'ası 110 gün sürmüş ve doksan muharebe olmuştur.(Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffîn'de, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlariyle muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yâni: Hazret-i İmam-ı Ali ahkâm-ı dini ve hakaik-ı İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i
2659
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hatâya düştüler. M.)" Sıffin
sahabeler arasında meydana gelen bir savaşın adı.
Sıfır
Hiç. Olmayan bir şeyin ismi. * Hiç bir sayı olmamak. * Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası. * Fiz: Suyun donma derecesi.
Sıfır-ül yed
(Sıfr-ül yed) Mahrum, eli boş.
Sıfrid
(C.: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş.
Sıfsıl
Bir ot cinsi.
Sıftit (sıftât)
Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse.
Sıgar
Küçükler.
sıgar
küçüklük, kıymetsizlik, küçükler.
Sıgar-ı nefs
Zelil ve hakir olma hali. Küçüklük, kıymetsizlik.
Sıgreb
Küçük dişler.
Sıhaf
(Sahfe. C.) Geniş düz kaplar.
Sıhhat
Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık. * Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. (Sözün sağlamlığı diye tercüme edilebilen sıhhat-ı ifade: Bir ibarede zâf-ı te'lif, ta'kid, garabet, tetabu-u izafet, tekrar, tenafür, şivesizlik v.s. gibi kusurlar bulunmamakla tahakkuk eder...)
sıhhat
sağlık.
Sıhhî
Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik.
Sıhhiye
Sağlık ve hekimlik işleriyle uğraşan dâire. * Sağlık işleri.
Sıhle
(C.: Sehil) Yoğun, büyük nesne.
Sıhna'
(Sıhnat) Balık yahnisi.
Sıhr
Damat yahut enişte. * Huk: Karı-kocadan biri ile diğerinin kan hısımları arasındaki akrabalık.
2660
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sıhre
Kaynana, kayınvâlide.
Sıhrî
Evlenmelerden meydana gelen akrabalık.
Sıhriyet
Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık.
Sıhriz
Kızıl hurma.
Sıhtit
Katı, şiddetli, şedid. * Çok yükselen toz. * Katıksız kavut denilen kavrulmuş un.
Sıhve
(C.: Sahevât) Dağ üstünde yapılan burc.
Sıka'
Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü.
Sık'al
Suda ıslanmış kuru hurma.
Sıkke
Bağlamak, sağlamlaştırmak, muhkem etmek. * Ulaştırmak.
Sıkkif
Çok keskin sirke.
sıklet
ağırlık.
Sıklet
Ağırlık. Mânevi sıkıntı.
Sıkt
Ana karnından ölü olarak düşen çocuk. * Çakmaktan düşen ateş.
Sıky
Yer sulamak. Sulu ekin.
sıla
isimden sonra gelip ismi açıklayan cümle.
sılâ
kavuşma, asıl memleket.
Sıla
Kavuşmak, ulaşmak, vuslat. * Âşıkın mâşukuna kavuşması. * Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme. * Bahşiş, hediye. * Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümleye bağlamaya yarayan (edip, ederek, ederken) gibi fiil şekli rabt sigası.
Sıla'
Kebap. * Isınmak için yakılan ateş.
Sılah
"""Musâlaha"" mânâsına mastar."
2661
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sıla-i rahim
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Hısım akrabayı ve mü'minleri ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alâkayı devam ettirme. * Akrabanın kusurlarını affetme."
sılâirahim
akrabalarla alâkayı kesmeyip devam ettirmek.
Sılal
Yaş ot.
Sılame
(C.: Sılâmât) Bölük, cemaat, topluluk, fırka.
Sılat
(Sıla. C.) Sılalar. * Bahşişler, armağanlar, hediyeler.
Sıle
Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para.
Sıll
(C.: Aslâl) Bir nevi ot. * Bir nevi yılan.
Sılle
(C.: Sılât) Vuslat, kavuşma. * Hediye, atâ.
Sılyane
(C.: Salayan) Bakla.
Sımad
Şişe tıpası.
Sımag
Ağızın bir tarafı.
Sımah
Kulak deliği, kulak.
sımah
kulak.
Sımah-ı cân
Can kulağı.
Sımam
Tıpa. Şişe tıpası.
Sımame
Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı.
Sıme
(C.: Sumem) Bahâdır, kahraman kimse. * Berk, muhkem nesne. * Büyük erkek yılan.
Sımlah
Kulak kiri.
Sımm
Belâ, âfet. * Arslan.
Sımme
Hâlis ve temiz.
Sımsam(e)
Keskin kılıç. * Kılıcın keskin olması.
Sımsım
(C.: Semâsım) Şişman ve etli adam.
Sımt
(C.: Sümut) Dizi. Dizilmiş şey.
2662
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sınaat
(C.: Sanâyi') San'at, mahâret, ustalık.
Sınab
Hardal. * Hardal ve kuru üzümden yapılan bir cins kuru boya.
Sınaî
(Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı. * İnsan yapısı.
Sınaiyyat
(Sınâi. C.) Sanatla ilgili olan şeyler. * İnsan yapısı şeyler.
Sınar
Çınar.
Sınare
Demir iğ. * İğ başı. * Yay kabzası. * Kulak.
Sındid
(C.: Sanâdid) Baş, başkan, reis, ileri gelen.
Sınf
Söğüt yaprağı.
Sınıf
Kısım, bölüm, tabaka.
sınıf
kısım, bölüm, tabaka.
Sınıfî
Sınıfla alâkalı, kısıma ait.
Sınn
Berd-i acûz günlerinden bir gün. * Seleye benzer bir nesnedir, içine ekmek koyarlar. * Deve sidiği.
Sınv
Dal, budak. Bir kökten çatallanan dallar. * İki kardeş. * Misil. Şebih, benzer. * Amca. * Oğul.
Sınvu ebî
Babamın kardeşi.
Sır
(Bak: Sırr)
sır
gizlilik, gizli bilgi, kalbî bir his.
Sıraf (saruf)
Hayvanın kızmakla erkeğini araması.
Sıram
Hurma ve yemiş toplayacak vakit. * Toplanmış hurma ve yemiş.
Sırar
Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip.
Sırat köprüsü
"Cennet'e gidebilmek için herkesin üzerinden geçmeğe mecbur olduğu ve Cehennem üzerine kurulmuş olan köprü.(İ'lem Eyyühel Aziz! İnkılâblar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler
2663
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mâhiyyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur. Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismani ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâb bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâblar olacağından, köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir. M.N.)" Sırat
Etrafı hudutlu ve işlek cadde. Geniş yol.
Sırat-ı müstakim
"En doğru yol, İslâmiyet yolu. Hak yolu. Allah'ın râzı olduğu en doğru yol. Peygamberlerin, evliya ve sâlihlerin, sıddıkinlerin gittikleri meslek.(Sırat-ı müstakim, şecâat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adâlete işârettir. Şöyle ki: Tegayyür, inkılâb ve felâketlere ma'ruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdâs edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri cezb ve celb için kuvve-i şeheviye-i behimiye. İkincisi: Zararlı şeyleri def' için kuvve-i sebuiyye-i gadabiyye. Üçüncüsü: Nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat nâmiyle üç mertebeye ayrılırlar. Meselâ: Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi, humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi, fücurdur ki; nâmusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.İhtar: Kuvve-i şeheviyenin; yemek, içmek,
2664
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi, tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattır ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi, gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise; hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, ictinab eder...Hülâsa : Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir. İ.İ.)" sıratımüstakim
en doğru yol, islâm yolu.
Sıravari
f. Sıralı halde, sıra gibi.
sıravârî
sıralı gibi.
Sırdaş
(Bak: Sırrdaş)
sırf
yalnız.
Sırf(e)
Sadece, yalnızca. * Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.
Sırhak
Çağırmak.
Sırkatibi
Eskiden hükümdarların yanlarında bulundurdukları hususi kâtib.
Sırm
(C.: Esrâm-Esârım) Ağaçtan yemiş düşürmek. * Ekin biçmek. * Cem'olmuş beytler.
Sırme
(C.: Sırm) Bulut parçası. * Deve ve koyun sürüsü.
Sırp
Yugoslavya'da yaşayan bir kavim adı. Veya o kavimden birisi.
Sırr
Şiddetli ateş veya soğuk.
2665
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sırran
Gizli olarak, gizlice.
Sırrdaş
Birbirinin sırrını bilen. * Sır saklıyan.
Sırre
Soğuk rüzgâr. Şiddetli soğuk. * Şiddetli sayha, çığlık.
sırrentenevveret
görünmeden nurlandırma, îman hakikatlarını örtülü hizmetlerle yayma.
Sırr-ı ehadiyet
Ehadiyetin sırrı, mânası, kuvvet ve te'siri.
Sırr-ı teklif
İnsanların dünyaya gelip, Allah (C.C.) tarafından vazifelendirilmelerinin hikmeti. Dünyaya gelip vazife sahibi olmanın sırrı. (Bak: Teklif)
Sırrî
(Sırriyye) Sır ile, gizlilik ile ilgili.
Sırsır
Çekirgeye benzer bir hayvan.
Sı'sıa
Sığınacak yer, sığınak, melce'. * Her nesnenin aslı. * Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak.
Sıtat
Husumet, düşmanlık.
sıtma
bir hastalık.
Sı'v
Saat.
Sı'va'
Saat.
Sıvad-ı a'zam
(Bak: Sevad-ı a'zam)
Sıvar
(C.: Sirân-Asvire) Sığır sürüsü. * Misk kabı.
Sı'venn
Deve kuşunun erkeği.
Sıyagat
Kuyumculuk.
Sıyah
(Sayha. C.) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar.
Sıyah-ı mâtem
Mâtem feryadları.
Sıyal
(Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma.
Sıyam
(Savm. C.) Oruçlar. (Bak: Oruç, Ramazan)
sıyam
oruçlar.
2666
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sıyan
Elbise saklama yeri, sandık.
Sıyanet
Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza.
Sıyar
(C.: Sirân-Asvire) Misk kabı. * Sığır sürüsü.
Sıyas(i)
(Sıysa. C.) Kaleler, kal'alar. * Köşkler. * Sığınacak yerler.
Sıydane
(C.: Saydân) Taş çömlek.
Sıyk
Kesif toz ve fena ter kokusu.
Sıysa
(C.: Sıyâs) Kale. Kal'a. * Sığınacak yer. * Köşk.
Si
f. Otuz.
Sia
Genişlik, bolluk. * Açlıklık. Zenginlik.
Sia-i hâl
Rahatlık, genişlik, bolluk.
Siayet
Dedikodu, gıybet, koğuculuk.
Sib'
Susuzluk.
Sib
Suyun aktığı yer.
Siba'
Esir etmek.
Sibab
Sövme, küfretme, şetm.
Sibah
Tuzlu ve çorak yerler.
Sibahat
Suda yüzmek.
Sibak u siyak
Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu.
Sibak
(Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi. * Bağ, bağlantı.
sibak
geçmiş, önceki.
Sibak-ul kelâm
Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.
Sibar
Cerrahların yara yokladıkları mil.
Sibb
Tülbent. Baş örtüsü.
Sibd
(C.: Esbâd) Belâ, zahmet, meşakkat, dahiye.
Sibkan
Bitlis veya Van vilâyetleri civarında bir aşiret adıdır.
2667
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sibt
Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi.
Sical
"Münavebe. Arab ata sözlerinde: ""Harp sicaldir"" denir. Yani: Bazan galibiyet ve bazan mağlubiyet ile devam eder. * (Secl. C.) Büyük ve içleri dolu su kovaları."
Siccil
Kumlu çamurun taşlaşmış hâli. Kumlu çamurdan terekküb ve tahaccür etmiş taş. * Ateşte pişerek taş gibi olmuş tuğla.
Siccin
Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer.
sicil
kayıt.
Sicil
Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter. * Memurların durumu hakkında tutulan dosya.
Sicistan
Bir cins darı.
Sicl
Turp.
Siclat
Bir güzel kokulu çiçek.
Sicm (sicâm)
Seyelân etmek, akmak.
Sicn
(C.: Sücun) Hapis, zindan.
sicn
hapis, zindan.
Sid(e)
(C.: Sidân) Kurt, * Yaşlı keçi. * Arslan.
Sida'
Sahrâ, çöl. * Yazı.
Sidad
Şişe tıpası. Yarık kapatacak şey.
Sidder
Bir oyun adı.
Sidn
Etli ve gövdeli şişman kimse.
Sidr
Tenbel kimse. * Bir deniz adı. * (Sidre. C.) Arabistan kirazları.
Sidre ağacı
"""Arabistan kirazı"" denen bir ağaç."
Sidre
Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi.
2668
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sidre
bir ağaç, gökte mânevî bir yer.
Sidret-ül münteha
Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.
Sidretülmünteha
yaratılanların bittiği sınır.
Sif
(C.: Esyâf) Deniz sahili. * Hurma lifi.
Sif'
Toprak. * Buhmâ otunun dikeninin az olması.
Sifad
Hayvanların çiftleşmesi.
Sifah
Zina.
Sifal
(Sifâle) f. Topraktan yapılmış (çanak, çömlek, testi gibi) şey. * Orak. * Fıstık, ceviz, bâdem kabuğu.
Sifanet
Marangozluk.
Sifar
Deveye burunduruk yapılan demir. * Sefer. Islâh, düzeltme. * Misafirlik.
Sifare
Habercilik.
Siff
Kuru deri.
Sifle
Adi, alçak, zelil, terbiyesiz.
Siflekâm
f. Adi kişilerin işine yarayan.
Sifleperver
f. Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan.
Sifr
Yazılmış nesne, mektup.
Sifsir
(C.: Sefâsir-Sefâsire) Simsar. Bir şeyi alıp satan. * Zarif, zerâfetli. * Hizmetçi, hâdim. * Tabi, itaat eden, uyan.
Siga
Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip.
siga
kip, fiil çekim şekli.
2669
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Siga-i mübâlağa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir şeyin pek çok, pek büyük, pek ileri olduğunu gösteren kelime hâli. Fiilin mübâlağalı çekimi. Hallâk, Rezzak, Kahhar, Rauf gibi. (Bak: Mübâlağa)
Sigal
f. Düşünce, fikir. * Kuruntu, endişe.
Sigaliş
f. Düşünüş, kuruş.
Sigar ü kibar
Küçükler ve büyükler.
Sigar
(Bak: Sıgar)
Sih
f. Demir şiş. * Kebap şişi.
Sihab
Miskten ve karanfilden yapılan gerdanlık.
Sihae
(C.: Sihâ-Eshiye) Nâme bağı.
Siham
(Sehm. C.) Oklar. * Sehimler, hisseler.
sihâm
oklar.
Siham-ı kaza
Kaza okları. * Şâir Nefi'nin eserinin ismidir.
Sihan
Kalınlık. * İçi boş zarf. * Soba borusu gibi bir şeyin kalınlığı. * Sımsıkı madde.
sihir
büyü.
Sihir-âmiz
f. Sihir gibi tesir eden, büyüleyici.
Sihirbâz
Büyü yapan, büyücü. Sâhir, neffase.
sihirbaz
büyücü.
Sihle
İri taneli kum.
Sihr
(Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık. * Aldatmak. * Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek. * Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey. * Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner. (Buna sihr-i helâl da denir)Sebebi gizli olan ince şey. Örf-i şer'îde sihir: Sebebi gizli olmakla hakikatın hilâfına tahayyül olunan, yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan
2670
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
eden herhangi bir şey. Bunda esrarengiz bir surette bâtılı hak, hakkı bâtıl göstermek vardır. Mukayyed olarak memduhu olan ve hakkı izhar için kullanılan lâtif hususâttaki istimali vardır. Buna sihr-i helâl denir. Sebebi herkes için bilinmediğinden hârika telâkki olunur. (E.T.) sihr
büyü.
Sihr-i beyanî
Beyanın büyü gibi olan tesiri. (Hadis-i Şerife telmih var.)
Sika
(C.: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet. * Güvenilir ve inanılır kimse.
Sika'
Sakaların içine su doldurdukları köseleden yapılmış kap, kırba.
Sikab
Su çeken. Su çekici.
Sikaf
Rende. * Süngü ağacını düzeltecek ağaç.
Sikal
Ağır olan, ağır şeyler. (Bak: Sekal)
Sikaliş
(Bak: Sigâliş)
Sikat
(Sika. C.) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler.
Sikaye
Su içilen kap. Maşraba. * İçme suyunun toplanması için yapılan yer.
Sikayet
Birine içecek su verme.
Sikbac
Ekşi aş.
Sikec
Başı kızıl olan zehirli bir yılan.
Sikek
(Sikke. C.) Sikkeler.
Sikke
Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga. * Dirhem. * Para üstüne vurulan damga. * Düz, doğru yol. * Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi. * Basılmış madeni para.
sikke
paranın üstüne basılan damga.
Sikkehane
f. Para basılan yer.
2671
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sikke-i ehadiyet
Her şeyin bir elden çıktığını gösteren damga, işaret. (Bak: Ehadiyyet)
Sikkezen
f. Madeni para basan.
Sikkîn
Bıçak.
Sikkîr
Devamlı sarhoş kimse.
Sikr
Rüzgârın eserken dinmesi.
Siksak
Hamâkat, ahmaklık.
Sil'
(c.: Eslâ) Dağ yarığı.
Si'la'
(C.: Seâli) Helâk. * Cin sâhirleri.
Sila'
Arınmış, temizlenmiş nesne.
Sil'a
Bedende olan ur. * Ticaret malı. * Sülük.
Silab
(C.: Sülüb) Kara mâtem donu.
Silahdar
"Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. ""Silahdar-ı şehriyarî"" de denilirse de mâruf olan ""Silahdar Ağa""dır."
Silahendaz
Silah atan. * Tüfekli piyade neferi, harp gemilerinde gemicilik ile mükellef olmayıp silah taşıyan bahriye askerleri.
Silahhane
f. Askerî depo. Silahların saklandığı yer.
Silahşör
Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı. * Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bir tabirdi. Padişahın maiyyetinde muhafız olarak kullanılanlara da bu ad verilirdi.
Silak
Diş dibinde olan kabarcıklar. * Belâgatla okuyan hatip.
Silal
(Selle. C.) Sepetler, seleler.
Silam
Hamd, şükür. * Taş. * Su.
Silan
Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu.
2672
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Silb (selebe)
(C.: Silebe) Dişleri kütelmiş ve kuyruğu dökülmüş yaşlı deve.
Silfed
Ahmak kimse. * Kurt.
Silhem
Bir kimsenin cisminde değişiklik olması.
Sili
f. Tokat. Şamar.
Silif
Bacanak.
Silizen
f. Tokat vuran, şamar atan, döven.
Silk
Dizi, sıra. * Yol, tarik. * İplik, hayt.
Silk(a)
Çöğenler adı verilen havuç. * Pancar. * Kurt, zi'b. * Şerli, ahlâksız kadın.
Silka'
Arkası üstüne yatmak.
Sill
Bir çıban. * Sırtmadan zayıflamak. Erime. * Verem.
Sille
f. Tokat. Şamar.
sille
tokat.
silm
barışma.
Silm
Barışmak, sulh, barışıklık. * İtaat. İslâm, müslim olmak.
Silsil
Kapı halkası.
Silsile
Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan. * Soy, sop. * Sıradağ. * Seri. Dizi. * Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.
silsile
zincir, zincirleme, ard arda gelen.
Silsile-i cibal
Dağ silsilesi. Sıra dağlar.
Silsile-name
f. Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel.
Silv
Gamdan, tasadan ve aşktan hâli olmak.
Sim ü zer
Gümüş ve altın.
Sim
f. Gümüş. Gümüş para. * Gümüşten. Sırmadan.
sîm
gümüş.
2673
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sima'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Dinlemek, kulak vermek. İşitmek. * Çalgı dinlemek. * Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler. * Mevlevilerin ve sair dervişlerin ""ney"" veya ""def"" ile berâber ilâhi okuyarak raksları ve nağme terennüm etmeleri, dönmeleri. (Bak: Semâ')"
sîma
yüz, çehre.
Sima
Yüz, çehre. Beniz. * Eser, alâmet.
Simad
Az su.
Simah
(Bak: Sımah)
Simak
(Semek. C.) Balıklar. * Parlak yıldız. * İki parlak yıldızdan birisi. * Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet.
Simal
Medet etmek. * Medetçi, yardımcı ve mutemed kişi.
Simam
(Semm. C.) Zehirler.
Siman
(Semin. C.) Semizler, besililer, yağlılar.
Simar
(Semere. C.) Meyveler, yemişler. * Mc: Faydalar.
Simat
Damga, iz. Nişan, alâmet.
Simatoğraf
(Bak: Sinematoğraf)
Simavî
Çehreye ait, yüz şekline dair. * Simavlı.
Sime
(C.: Simât) Damga, alâmet, nişan.
Simen
Semizlik, yağlılık, besililik. (Bak: Semen)
Simendud
(Sim-endud) f. Gümüş kaplı. Gümüş yaldızlı.
Simer (semer)
(C.: Esmâr) Kıssa, hikâye. * Akşamdan sonra olan.
Simin
f. Gümüşten. * Gümüş gibi, gümüşe benzer.
Simin-ten
f. Gümüş tenli. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücutlu.
Simk
Yüce olmak, yükselmek.
2674
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Simm (semm-sümm) (C.: Simâm-Sümum) Küçük dar delik. * İğne deliği. * Ağu, zehir. *Kast. * Düzeltme, ıslah. * Set. Simmî
(C.: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri.
Simn
(Simâne) : Semizlik, yağlılık, besililik, şişmanlık.
Simsar
(C.: Semâsire) Komisyoncu, tellâl, aracı.
Simsim
Susam.
Simt
(C.: Sümut) Boncuk veya inci dizilmiş iplik.
Sim-ten
f. Gümüş tenli.
simurga
büyük bir kuş, anka kuşu.
Simurga
Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir. (Bak: Anka)
simya
eski kimya.
Simya
Nişan, işâret, alâmet.
Simyan
(Simân) (Süryanice) Hak.
Sîn
Çin. * Kirli olan ve kokan deve yünü.
Sînâ
bir dağ ismi.
Sina'
Deve ayağına bağladıkları ip.
Sina
Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir. * İbn-i Sinâ'nın ceddinin ismi. (Bak: İbn-i Sinâ)
Sinad
Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve. * Yüce. * Yüce yer, yüksek yer.
Sinan
(C.: Esinne) Mızrak, süngü.
Sinan-i ümmi
(Vefatı: Hi: 1075) Halveti Tarikatı Yiğitbaşı kolu ileri gelenlerinden olup Kutb-ül Meâni adında Türkçe mensur bir eseri ile matbu ve
2675
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müretteb bir divanı vardır. Muhammed Sinan-ı Ümmi, Konya vilâyeti dahilinde Elmalı'dan olup orada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh) (Osmanlı Müellifleri sh: 187) Sinaye
Yünden ve kıldan yapılan ip.
Sindan
Örs.
Sindiban
Pelit ağacı.
Sine
f. Göğüs. Sadır. Kalb.
sîne
göğüs, kalb.
Sine-bend
f. Göğüs bağı, sütyen.
Sine-çâk
Göğsü, yüreği yaralı.
Sine-gâh
f. Göğüs.
Sinematoğraf
Fr. Hareket yazmak demek olup kısaltılmış şekliyle sinema demektir.
sinematoğraf
sinema.
sinematoğrafvari
sinema gibi.
sinemavârî
sinema gibi.
Sinepüryan
(Sinebiryan) Kalbi yanmış, sinebiryan olmuş, çok hasret çekmiş.
Sinesaf
f. Sarılıp kucaklaşmış.
Sinesuz
f. Yürek yakan.
Sinet
Uyuklamak.
Sinh
(C.: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası.
Sini
f. Büyük tepsi, sini.
Sinimmar
Ay, kamer. * Gece uyumayan erkek. * Harami. * Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den)
Sinin
(Sene. C.) Sünun. Seneler. * Sina Dağı.
2676
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sinin-i sâlife
Geçen yıllar.
Sinn
(C.: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman. * Diş. * Medine'de bir dağın ismi. * Yaban öküzü.
sinn
yaş.
Sinne
(C.: Sinen) Kalem başı. * Sapan demiri.
Sinnen
Yaşça, yaş bakımından.
sinnen
yaşça.
Sinnevr
(C.: Senânir) Kedi.
Sinn-i iyas
"(Sinn-i ye's) Kadınların ""âdet görmekten"" kesildiği yaş. En çok 55 yaşına kadar veya daha evvel âdet görmekten kesilmesi zamanı ki; bundan sonra çocukları olmaz. Böyle bir kadına âyis denir."
Sinn-i teklif
"Erginlik, büluğ çağı. Bir kimsenin aklı başına geldiği; haramı helâli ayırt edebildiği, kadınlık veya erkeklik hâlini bildiği, ergin hâle geldiği yaşı. (Ortalama 12-15 kabul edilir.)"
Sinn-i temyiz
Hak ile bâtılı farketme yaşı.
sinniteklif
dinî mesuliyetin başladığı ergenlik çağı.
sinsi
kendini gizleyen, gizlenen.
Sinsin
(C.: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu.
Sintah
Büyük karınlı kuvvetli deve.
Sintel
Kısa boylu.
Siny
(C.: Esnâ) Her nesnenin büklümü. * Dağın kısıkdar yeri. * Orta, vasat.
Sinyal
Fr. Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret.
sinyal
işaret.
Sipah
(C.: Sipâhan) Asker, leşker, nefer. * Ordu.
Sipahdar
f. En büyük asker, serasker.
2677
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sipahi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında ""Timar"" namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı askerlerle birlikte sefere iştirak eden bir sınıf süvari askeri. Bunlar akıncılık, çapulculuk ve karakol hizmetlerini ifa ederler ve düşman karşısında piyadelerin muhafazasını te'min ettikleri gibi, icabında hücum işlerini de yaparlardı."
Sipahsalar
f. Askerlerin en büyüğü. Serasker.
Sipar
f. Veren, fedâ eden.
Sipare
(Si-pâre) f. Kur'an-ı Kerimin herbir cüz'ü. * Küçük kitap, mecmua. * Otuz cüz.
Sipariş
f. Ismarlamak, ısmarlayış.
sipariş
ısmarlama.
Sipas
f. Şükretme, dua etme.
Sipas-dâr
f. Hamdeden, şükreden.
Sipeh
f. Asker, leşker. * Ordu.
Sipeh-büd
f. Başbuğ, başkomutan, başkumandan.
Sipeh-keş
f. Başkumandan, başbuğ.
Sipenc
f. Konaklama yeri, misafirhane, otel. * Dünya. * Misafir.
Siper
f. Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. * Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. * Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. * Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan topraklar yığılmak suretiyle vücuda getirilen korunma yerleri. * Kalelerin üstünde ok ve kurşun atmağa mahsus mazgallar
2678
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yanında duracak askerlerin korunmaları için insan boyunda olan ve uzaktan diş diş görünen arkalıklı duvar parçalarına verilen addır. siper
korunak.
Siper-i sâika
Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kısmı yapar. Minarelerle büyük binaların en yüksek noktalarına konularak sarkıtılan bakır tel, toprağa gömülüdür.
Sir
Yarık. Delik. * Balık yahnisi.
Sira'
Hızla gitmek, acele etmek.
Sir-ab
f. Suya kanma. Suya tok olmak. * Sulu. * Körpe, tâze.
Sirac
"Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil. * Şevk veren şey. * Güneş ve ay mânâsına veya Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) ""Nur saçan"" meâlinde verilen bir isimdir.(Hem o Bürhan-ı Hak ve Sirac-ı Hakikat öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini te'min edecek desatiri câmi'dir. M.)"
sirâc
lâmba, fener.
Sirac-ı râh-ı hidâyet
Hidayet yolunun ışığı.
Sirac-ün nur
Nurun lâmbası. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın adı.
Sirac-üs sürc
Lâmbaların lâmbası. En parlak nur. En parlak ışıklı eser.
Sirad
Gön, sahtiyan.
Siran
(Sur. C.) Kaleler, kal'alar, hisarlar.
Sirar
(C.: Esirre) Sürur, sevinç. * Sırayla konuşmak. * Ay sonu.
sirâyet
bulaşma, yayılma.
2679
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sirayet
Yayılmak, bulaşmak, geçmek.
Sirb
(C.: Esrâb) Çekirge ve balık yumurtası. * Sığır sürüsü.
Sirbal
(C.: Serâbil) Gömlek, kamis.
Sircin
Kurumuş davar tersi.
Sirdab
(C.: Seradib) Yer altında su soğutacak yer.
Sire
(C.: Sıyer) Koyun ağılı.
Siret
Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol.
sîret
insanın mânevî hâli, ahlâkı.
Sir'et
Nefis. * Koyun. * Geyik. * Kadınlar.
Siret-i hasene
Güzel ve iyi ahlâk.
Siret-ün nebi
Siyer-i Nebi veya Siret-i Nebi de denir. (Bak: İlm-i hadis, Siyer-i Nebi)
Sirhan
(C.: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt.
Sirişk
f. Göz yaşı. * Ateş şeraresi.
Sirişt
f. Yaradılış, hilkat, huy, tabiat.
Sirişte
f. Yoğrulmuş, karıştırılmış.
Sirkat
(Serkat) Çalma. Hırsızlık.
sirkat
hırsızlık, çalma.
Sirke-furuş
f. Sirkeci, sirke satan kimse. * Mc: Ekşimiş yüzlü kişi.
Sirkin
Kuru davar tersi.
Sirr
(C.: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar. * Gizli nesne. * Cima etmek. * Zikir. * Hâlis. * En iyi, en faziletli.
Sirval
(c.: Serâvil) şalvar.
Sirve
(C.: Sirâ) Küçük ok. * Çekirge yumurtası.
Sisa'
(C.: Seyâsi) Davar arkası. * Omuz başı.
2680
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sisa
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Sıyas-Sıyasâ) Köşk. * Kale. * Sığınacak yer. * Çulha mekiği. * Horoz mahmuzu. * Sığır boynuzu.
Sismoğraf
Fr: Zelzelenin yerini, saatini, yön ve hızını kaydeden âlet.
Sistem
Fr. Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. * İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. * Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. * Proğramlı çalışmak. * Manzume.
Sît
Çatırtı, patırtı, gürültü. * Ün, şöhret, nam.
Sita'
Deve boynunda uzunluğuna olan alâmet. * Ev direği.
Sitad
f. Alma, alış.
Sitam
Kılıcın ağızı.
Sitan
f. Alan, alıcı. Can-sitan $ : Can alan.
Sitare
f. Yıldız, kevkeb.
Sitare-gân
Yıldızlar.
Sitare-i rahşân
Parlak yıldız.
Sitayiş
f. Övme, medhetme. Medih.
sitayiş
övme.
Sitayiş-kâr
f. Medheden, öven.
Sitayiş-kârâne
Överek, medhetmek suretiyle.
sitayişkârane
överek.
Sitebr
f. Kalın, kaba, yoğun.
sitem
çıkışma, eziyet.
Sitem
f. Haksızlık, zulüm. * Nâzikâne çıkışma. * Eziyet, cefa.
Sitem-âmiz
f. Hâin. İnsafsız, haksız.
Sitem-dide
(C.: Sitemdidegân) Zulme uğramış, haksızlık görmüş.
Sitem-kâr
(C.: Sitemkârân) f. Haksızlık ve zulüm yapan. Zâlim.
2681
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sitem-keş
f. Zulme ve haksızlığa uğrayan. Zulüm çeken. Mazlum.
Sitem-reside
f. Siteme uğramış, zulme uğramış. Zulüm çekmiş.
Sitiz
(Sitize) f. Kavga, cidal, çekişme.
Sitize-cu
f. Kavgacı.
Sitize-kâr
f. Kavgacı.
Sitr
(C.: Estâr) Örtü. * Perde.
Sitt
Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.)
sitte
altı.
Sitte
Altı. (6) Altılık.
Sitte-i sevr
Güneş'in Sevr burcunda bulunduğu Nisan ayında fırtınalariyle meşhur olan altı gün.
Sittîn
(Sittûn) Altmış. 60
Sîv
f. Elma.
Siva
Başka, gayrı, diğer. Kasd. (Bak: Mâsiva)
Sivad
Gizli söz, sır.
Sivak
(C.: Süvük) Misvak. * Dişini yıkamak.
Sivar
(C.: Esvire - Esâvir-Suur) Bilezik.
Sivar-ı zerrin
Altun bilezik.
Sivcar
Tazı ve köpeğin boynuna halka geçirmek. Tasma takmak.
sivil
asker olmayan.
Sivil
Fr. Asker olmayan. * Başı bozuk. * Mülkî. * Tebdil-i kıyafetle gezen polis. * Medeni.
Siya'
Samanlı balçık.
Siyab
(Sevb. C.) Elbiseler, giyecek şeyler.
Siyabe
Kızlığın bozulması, bekâretin zâil olması.
2682
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Siyac
Dikenli duvar.
siyâdet
seyyidlik, efendilik.
Siyadet
Seyyidlik. (Bak: Seyyid)
Siyafet
Kılıççılık sanatı.
Siyah
f. Kara, esved. * Zenci.
Siyaha
Suyun akması. * Oruç tutmak.
Siyahat
(Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.)
Siyahbaht
f. Tâlihsiz, kara bahtlı.
Siyahçerde
f. Esmer, karayağız olan.
Siyahfam
f. Siyah renkli.
Siyahî
f. Siyahla alâkalı. * Zenci. * Siyahlık, karalık.
Siyahkâr
(C.: Siyâhkârân) f. Günah işlemiş, suçlu.
Siyahkede
f. Kapkara yer.
Siyahlika
f. Kara yüzlü.
Siyahpuş
f. Siyahlar giymiş. Karalar giymiş. * Mâtemli, yaslı.
Siyahruz
f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
Siyak ve sibaka mülâyemet Sözün evveline güzel bir netice, sonrasına iyi bir başlangıç olması. siyak
söz gelişi, bir sözün hemen öncesinde geçen sözler.
Siyak
Söz gelişi, ifade tarzı. * Üslub, tarz, yol. * Sürmek, sevk. * Ruhun çıkması.
Siyakat
Binek hayvanını arkasından sürme.
Siyak-ı kelâm
Sözün gelişi, sevkediliş.
Siyam
Oruç. (Bak: Sıyam)
Siyanet
Koruma, muhafaza, hıfz.
2683
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
siyanet
koruma.
Siyaset
Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı. * Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak. * Diplomatlık. Politika. * Seyislik, at idare işleriyle uğraşma. (Bak: Hilafet)
siyaset
politika, insanları idare etme sanatı.
Siyaseten
Siyaset bakımından, siyasî bakımdan.
siyasetkârane
siyaset yaparcasına.
siyasetvari
siyaset gibi.
Siyasî
Siyaset icabı olan. * Siyaset adamı. * Politik.
Siyasiyyun
Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar.
siyasiyyun
politikacılar.
Siyat
(Savt. C.) Kırbaçlar, kamçılar.
Siye
Koyun yatağı.
Siyer
(Siret. C.) Tarzlar, gidişler, yollar.
siyer
gidişler, yollar, Peygamberimizi anlatan kitap.
Siyera'
İbrişimle karışık alaca bez.
Siyer-i enbiya
Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) hayatlarından ve onların ahlâkından bahseden kitap.
Siyer-i nebi
"Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahvâl ve evsâfı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek'in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki; Siyer ve Tarih'te beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete
2684
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muvâfık düşmüyor. Çünki: $ sırrınca: Hergün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azim ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarih'e geçen beşeri ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ: Hazret-i Cebrâil ve Mikâil, iki muhafız yâver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münâzaa etmek, bir tek şâhid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvârı içinde sığışmaz.İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i Risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. M.)" Siyer-i seniyye
Yüksek ahlâk ve yüksek vasıflar. Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitab.
Siyonist
(Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. Yahudilik. * Yahudi dinine giren.
siyonist
Yahudilerin ülküsüne inanan, islâm düşmanı.
Siyy
Arz-ı Arabdan bir yer. * Çöl, sahra. * Benzer, misil.
Siyyan
(Siyy. C.) Birbirine denk ve eşit. Müsavi.
Siyyanen
Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda.
2685
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Siyye
Yay başı.
Skolastik
Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.
skolâstik
ortaçağ Hıristiyanlık eğitimi.
Slogan
ing. Kısa ve te'sirli propaganda sözü.
Sofestaî
(Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safa, şiir ve edebiyatla eğlenen safsatacılar. (Bak: Sofizm)(..O Vahid-i Ehad'i kabul etmeyen ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestâi gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek. M.)
Sofestâî
olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan kuşkucu felsefeci.
Sofi
Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan. * Yanıltıcı, safsatacı. (Bak: İşrakiyyun)
sofî
tarikat adamı, tesavvuf ehli.
sofîmeşreb
tasavvuf yolunda olan.
Sofizm
"Fr. Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Alemde hakikat olarak hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeği tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, indiye ve Lâedriye ""Septizm"" adlarıyla üç kısma ayrılırlar. (Mesail-i İlm-i Kelâm'dan)"
sofizm
hakikatı tanımayan şüpheci filozofların felsefesi.
2686
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sofra
üstünde yemek yenilen yaygı.
sofu
sofi, tasavvuf yolcusu.
Sohbet
"Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı. * Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.(Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki; bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü süluka mukabil hakikatın envarına mazhar olur. Çünkü sohbette insibağ ve in'ikâs vardır. Malumdur ki; in'ikâs ve tebaiyyetle o nur-u âzam-ı Nübüvvetle beraber en azim mertebeye çıkabilir.Nasılki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyyeti ile, öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyuti gibi, uyanık iken, çok def'a sohbet-i nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki: Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle, yâni Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise vefat-ı Nebeviden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; Nübüvvet itibariyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi, velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurâni olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam; kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahimaneyi kesbederdi. Hem câhil, vahşi bir
2687
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu. S.)" sohbet
tatlı tatlı konuşma.
Sohbet-i ihvan
Din kardeşleri ile faydalı hakikatlar üzerine sohbet etmek.Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuştur ki: Üç şey müstesna, dünyada rahat yoktur:1- Tilâvet-i Kur'an2- Münacat-ı Rahman3Sohbet-i İhvan.
Sokrat
eski bir filozof.
Solcu
(Bak: Ashab-ı Şimal)
Sorguç
Başa takılan tuğ. * Bazı kuşların tepelerinde bulunan tüyden süs.
sosyal
içtimaî, topluma ait.
Sosyal
Fr. İçtimaî. Cemiyete ait.
Sosyalist
Fr. Sosyalizm taraftarı olan.
sosyalist
sosyalizme inanan, toplumcu.
Sosyalizm
"Fr. İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını mübah edip isyâna sevkeden ve ehl-i nâmusun ahlâkını yıkarak fuhşiyatı teşvik eden bir bâtıl anlayış. (Sosyalizm nazariyesinin nâşirleri komünistlerdir.) (Bak: İktisad, Kapitalizm, Komünizm)(Tabaka-i avâmın intibahiyle ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işimize yaradığı için, o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun
2688
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur?Elcevap: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvâfık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Mâdem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-i beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatındaki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet, ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, ""müsâvât-ı hukuk"" mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabakai havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskidenberi muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsâvât-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakim, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.İşte o sırr-ı azimdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, Arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zihayatın sultanı hükmüne geçmiştir.İşte nev-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile hakiki imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle,
2689
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. L.)" sosyalizm
toplumculuk, bütün malları devlet elinde toplamak isteyen bir anlayış.
Sosyoloğ
Fr. İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı.
Sömestr
Fr. Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri.
Spiker
ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi.
Spiritualizm
Fr. Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık.
spiritüalizm
ruhçuluk.
Staj
Fr. Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma.
Stajyer
Fr. Staj yapan kimse.
Strateji
yun. Askeri sevk ve idare ilmi, sevk-ul-ceyş.
Stratosfer
Fr. Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası.
sû
kötü.
Su'
Kötülük. * İyi olmayan. Kötü, fena.
Su(y)
f. Cihet, yön, taraf. Semt. Yan.
Suada'
Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak. * Ev ortası.
Suadî
Topalak otu.
Sual
İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik.
suâl
soru, istek.
Sualât
(Suâl. C.) Suâller, sorular. İstemeler, istekler.
Sub'
(Bak: Sübu')
2690
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Suba (sabâ)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr.
Subabe
Kap içinde kalan su. * Bir nesnenin bakiyesi. Artık.
Su'ban
(C.: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha. * Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)
Subare
Taş.
Subaşı
Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.
Subat
(Bak: Sübât)
Subbah
(Sâbih. C.) Yüzenler, yüzücüler (suda).
Subbûhun kuddûsün
"""Allah (C.C.) subbûhtur, kuddûstür. Zâtına ve sıfatına fena, noksan ve kusur yanaşamaz. Her zaman ve her dilde, her mahluk onu tesbih ve takdis eder."" gibi mânâları ifade eder."
Sube
At sürüsü. * Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü. * Kabın içinde kalan su. Artık su.
Su'be
Yeşil başlı kertenkele.
Subesu
f. Taraf taraf. Her tarafa. Her yanda.
Subh
Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.
subh
sabah.
Subha
Sabah uykusu.
Subhdem
f. Sabah vakti.
Subhgâh
f. Sabah vakti. Tan yeri.
Subh-u kıyamet
Kıyametten sonraki sabah. Kıyamet sabahı.
Subjektif
(Bak: Sübjektif)
2691
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Subr
Her cismin tek kenarı ve yoğunluğu. * Ufak taşlı yer.
Subre
Birikinti, yığın.
Subu'
Dinini terk edip başka dine girmek.
Su'bub
(C.: Seâbib) Saf su akan yer.
Subuhat
(Subha. C.) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye. (Bak: Azamet, Cemal)
Sud
f. Kâr, faide, kazanç.
Suda'
Baş ağrısı. * Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma.
Sud'a
Deve ve koyun bölüğü.
Suda-ger
f. Bezirgân, tüccar.
Suda-gerî
f. Ticaret.
Sudagî
Zülüfte olan nişan ve alâmet.
Sudah
Horozun ötmesi.
Sudam (sıdâm)
Hayvanların başında olan bir hastalık.
Sudd
Dağ.
Suddad
"(C.: Sadâyid) ""Sâm-ı ebras"" denilen kertenkele. * Suya varacak yol."
Sude
f. Ezilmiş, dövülmüş. Sürmüş, sürülmüş.
Sudeka
(Sadik. C.) Doğru ve hakiki dostlar.
Sudg
(C.: Esdâg) şakak. * şakaklardan sarkan saç.
Sudkan
(Sadîk. C.) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler.
Sudmend
f. Kazançlı, faydalı, kârlı.
Sudre
Acem gömleği.
Sudud
Men'etmek, engel olmak.
sudûr
çıkma, gelme.
Sudur
Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar.
2692
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sueda
(Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar.
Suf
(C.: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma. * Yün, yapağı, ibrişim.
Sufar
Yürekte sarı suların toplanması.
Sufariye
Sarı asma adı verilen bir kuş.
Sufef
(Sofa. C.) Sofalar.
Suffa
(Suffe) Sofa, avlu. * Set. Seki.
suffa
sofa, suffe.
Suffah
Enli uzun taş.
Suffe
Peygamberimizin mescidine bitişik yer, bekâr sahabelerin kaldığı mekân.
Sufi
(C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf.
Sufn
Çobanların dağarcığı.
Sufr
(Sıfr) : Bakır. Tunç.
Sufret
Sarı renk, sarılık. * Beniz solukluğu.
Sufrit
(C.: Safârit) Fakir.
Sufruf
Üzüm çöpü. * Hurma çöpü.
Sufuf
(Saf. C.) Saflar. Sıralar.
sufuf
saflar, sıralar.
Sufun
(Süfun) (Sefine. C.) Sefineler. Gemiler.
Sufvan
Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması.
Sugra
(Suğra) Daha küçük, pek küçük. * Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme. (Bak: Hadd-i asgar)
Sugre
(C.: Sügur) Göğüs çukuru. * Boğaz çukuru. * Gedik.
Sugur
Düşmana yakın hududlar, serhadler. * Mağara. * Ön dişler. * Ağızlar.
Sugv
Meyletmek, yönelmek, eğilme.
2693
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sugvar
f. Kederli, acılı.
suğra
pek küçük, mantıkta küçük önerme.
Suh
Duvar.
Suhaf
Akciğer veremi.
Suhan
f. Törpü.
Suhansera
(C.: Suhanserâyân) f. Ahenkli söz söyleyen.
Suhar
Umman kasabası. * Bir erkek ismi.
Suhare
Yağ kıkırdağı.
Suhd
(C.: Eshâd) Çocukla birlikte çıkan sarı su.
Suhen
(Sehun - Suhun) f. Söz.
Suhf
Akıl ve fikrin zayıf olması.
Suhk
Uzak olmak. * Cehennemde bir derenin adı. * Mahrumiyet.
Suhme
Karalık, siyahlık.
Suhnan
Sıcak, kızgın. * Sıcak gün.
Suhne
Kızgınlık. * Gözü yaşlı, dertli olmak.
suhre
isteksiz yapan.
Suhre
Maskara, gülünç, eğlenceli. * Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan.
Suhrekâr
f. Maskaralık yapan. Maskara.
Suhriyen
(Sıhriyya) Musahhar kılınan, hizmette çalıştırılan. * Gülünç olan.
Suhriyye
Maskaralık.
Suht
Haram mal, her nevi haram. * Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak (mânasına saht'dan alınmıştır. Haramın bereketi olmadığından hânumânlar yıktığı için suht denilmiştir.)
Suhte
f. Yanmış, tutuşmuş. Yanık. * (C.: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi.
Suhub
(Sehâb. C.) Bulutlar.
2694
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Suhuf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Sahife. C.) Sahifeler. * Bâzı Peygamberlere gelen sahife halindeki kitap.
suhuf
sahifeler, bazı peygamberlere gelen ve ilâhî emirleri bildiren sayfalar.
Suhulet
"Kolaylık. (Bak: Sühulet)(...Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana va'd etmiş. Ve va'dettiği için, elbette seni onun içine alacak. Mâdem bilmüşahede görüyoruz; her senede, yeryüzünde, hayvanat ve nebatatın üçyüz binden ziyade enva'larını ve milletlerini, kemal-i intizam ve mizan ile, kemal-i sür'at ve sühuletle haşr edip, neşreder. Elbette böyle bir Kadiri Zülcelâl, va'dini yerine getirmeye muktedirdir... M.)"
suhûlet
kolaylık.
Suhun
(Sahne. C.) Sahneler.
Suhur
(Sahr. C.) Kayalar, büyük taşlar.
Su-i ahlâk
Ahlâk kötülüğü. Allah'ın, peygamberin râzı olmayacağı işleri yapanın ahlâkı.
Su-i hal
Fena hareket tarzı. Kötü hal.
Su-i hareket
Kötü hareket, kötü iş.
Su-i hazm
Sindirim bozukluğu.
Su-i hulk
Kötü ahlâk. Dine, ahlâka yakışmayan fena ahlâklılık.
Su-i ihtiyar
Kötü arzu, fena istek.
Su-i istimâl
Kötüye kullanma. Eldeki nimeti veya fırsatı boşuna yahut kendi menfaatine kullanma.
Su-i kasd
Bir kimsenin aleyhinde tertib alma. * Adam öldürmeğe tertib alma. * Kötü kasd.
Su-i mizâc
Sıhhat bozukluğu, huy fenalığı.
Su-i niyet
Kötü ve bozuk niyet.
2695
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Su-i tedbir
Yanlış tedbir. Kötü yol. Tam düşünüşle, akıllıca hareket etmeyiş.
Su-i tefehhüm
Kötü anlayış. Yanlış anlama.
Su-i telâkki
Lâzım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telâkki etme.
Su-i zan
Kötü zanna sahib olma, başkasının hareketini kötü zannetme.(Dördüncü hastalık su-i zandır. Evet insan, hüsn-ü zanna me'murdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan su-i ahlâkı, su-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hâllerini beğenmemek su-i zandır. Su-i zan ise, maddi mânevi içtimâiyâtı zedeler. M.N.)
sûiihtiyar
iradenin kötü yönde kullanımı.
sûiistimal
kötüye kullanma.
sûikasd
maksadın kötü oluşu, öldürme teşebbüsü.
sûizan
kötü sanma.
Suk
Çarşı, pazar. Alım satım yeri.
sûk
çarşı.
Suk'
Taraf, yön. * Nahiye.
Suk'a
Başın ortasındaki beyazlık.
Suka
Çarşı adamı, esnaf.
Suka'
Horoz sesi, horoz ötüşü.
Sukab
(Sukbe. C.) Delikler.
Sukata
Kırıntı, döküntü, artık.
Sukataçin
f. Kırıntı, döküntü toplayan. Artık toplayan.
Sukatahâr
f. Kırıntı, artık yiyen.
Sukaybe
Küçük delik, delikçik.
2696
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sukb
(C.: Sükub) Delmek. * Yırtmak.
Sukbe
(C.: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik.
Sukî
Çarşı ve pazarla alâkalı. * Çarşılı, pazarlı.
Sukl(e)
Böğür. * Taraf, yön.
Sukm (sekam)
(C.: Eskâm) Zahmet, meşakkat. Hastalık, maraz.
Sukub
(Sukbe. C.) Delikler.
Sukuf
(Sakf. C.) Tavanlar, ev örtüleri. * Uzun ve sarkık şeyler. * Semavat.
Sukuf-u büyut
Evlerin damları.
Sukuk
şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler.
sukut
düşme, alçalma.
Sukut
Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme. * Değerini kaybetme. Bozulma. * Devrilme. * Mahvolma. * Ahlâk bakımından alçalma. * Büyük bir vazifeden ayrılma. * Sarkma. * Çocuğun eksik veya ölü olarak doğması.
Sukut-ı hakk
Hakkın sukutu. Hakkın kaybolması.
Sukut-ı musammem
Düşmesi kararlaştırılmış. İktidardan düşürmek için hakkında karar alınmış.
Sukutiye
Paraşüt.
Sukut-u mutlak
Mânen iyice tefessüh etme, iyi hasletlerin tamamen kaybolması.
Sukve
Toprak kap.
Sukya
(Saky. den) Sulamak.
Su'l
(C.: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme. * Koyunda küçük meme. * Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.
Sulahfat
(C.: Selâhif) Kaplumbağa.
sulb
sert, katı.
Sulb
Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet.
2697
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sulbî
Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu.
Sulbiye
Nesebi hâlis olan.
Sulbiyet
Katılık, sertlik. Taş gibi olmak. * Cisimlerin katı hâli. * Mc: Duygusuzluk.
Suleha
(Sâlih. C.) Salihler. Salâhiyetli, günah işlemeyen iyi insanlar. İlim ve amelde, ibâdet, taat ve takvâda terakki ve teâli eden büyük zâtlar.
suleha
sâlihler, iyi hâlliler.
Sulfato
(Sulfata) Fr. Kinin. Sıtma hapı.
sulfato
kinin, sıtma ilacı.
sulh
barış.
Sulh
Barış. Uyuşma. * Muharebeyi terk için anlaşma. * Rahatlık.
Sulh-âmiz
f. Ara bulucu, barıştırıcı.
Sulhen
Sulh tarzında, barış yoluyla. Anlaşmak suretiyle.
sulhkârâne
barış edercesine.
Sulh-nâme
f. Sulh, barış kâğıdı.
sulhperver
barışsever.
Sulh-perver
f. Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever.
Suliyy
Ateşin yanması.
Sulla'
(C.: Sıllâ) Enli yassı taş. * Ot bitmeyen mevzi.
Sullaa
Büyük, enli taş. * Ot yetişmeyen yer.
Sulsul
(C.: Salâsıl) Üveyik kuşu.
Sulsule
Havuz veya kap dibinde kalan su artığı.
Sult
(C.: Eslât) Büyük bıçak.
Sulta
Baskı, otorite.
2698
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sultan reşad
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Mi: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi okumakla geçirirdi.
Sultan selim han
(Bak: Yavuz Sultan Selim)
Sultan süleyman han
"(Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların emrinde idi. İstanbul payitahttı. Bir fikir vermek için o zaman İstanbuldaki eserlerden bir kaç misal vereceğiz. İlk olarak o zamanda yapılan bir sayıma göre: 485 câmi, 4494 mescid, 100 imâret, 417 kervansaray, 1653 ilk mekteb, 335 tekke, 4985 çeşme, 874 hamam, 743 kilise, onbir binden ziyade sokak ve cadde tesbit edilmişti.İstanbul böyle iken Avrupa'lı bir muharrir; Avrupa'yı şöyle anlatır: ""Avrupalılar bin sene banyosuz kaldı. Orta çağda pis ve kirli bulunmak bir faziletti. Bu çağlarda Avrupa baştan aşağı kaşınıyordu."""
Sultan
"Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah. * Allah. (C.C.) * Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi. * Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri. * Hüccet ve delil. * Kahr ve tegallüb mânasında masdardır. Her şeyin yavuz, şiddet ve satvetine denir. Kelimenin aslı ""selit"" olup, cem'i sultandır. Selit ise, zeytinyağının ismidir. Zeytinyağı kandilinin ışığıyla ışıklandırma yapıldığı gibi, padişâh ve vali dahi şule-i adl ve zabt ü ihtimamıyla memleketini tenvir etmek münâsebetiyle onlara da bu mâna ıtlak olunmuştur. (Kamus-u Okyanus'tan hülâsadır.)(Sultan-ı kâinat birdir. Her şeyin
2699
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
anahtarı O'nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey O'nun emriyle halledilir. O'nu bulsan her matlubunu buldun, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun. M.)(Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadâr varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş. Ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını te'min etmekle re's-ül mâlımız olan istidatlarımızı nemâlandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî'den risalet vazifesiyle gelip, riyaset eden benim. İ.İ.)" sultan
padişah, saltanat süren.
Sultan-ı mazlum
Mâsum, zulme uğramış sultan. (Bundan kinaye II. Abdulhamid Han'dır.)
Sultan-üd dem
Vücutta kanın galeyanı.
Suluh
Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar.
Su'luk
(C.: Saâlik) Fakir. * Dilenci. * Serseri.
Sulul
Bozulup fena kokmak.
Sum'
Pervane denilen kelebek.
Sum
Sarımsak.
Sum'a
İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık.
Sumari
Dübür.
Sumat (sumt)
Susmak, sükut etmek.
Sume
Koyuna yapılan işaret ve nişan.
Sumluh
Kulak kiri.
Summ
İşitmez olanlar, sağır olanlar. Duymayanlar.
2700
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Summaki
Gayet sert, değerli ve parlak olan bir taş.
Sumnat
f. Kilise, puthane.
Sumsum
Çok katı olan.
Sumug
(Samg. C.) Zamklar.
Sumul
Sertlik, kuruluk, katılık.
Sumut
Susma, sükut. * Somurtma.
Su'n
(C.: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba.
sun
yapmak, iş.
Sun'
Yapmak. * Eser, yapılan iş. * Te'sir. * Güzel iş yapmak.
Sunafir
Her nesnenin hâlisi. Her şeyin iyisi ve doğrusu.
Sunan
Koltuk kokusu.
Sunbur
(C: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği. * Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk.
Sun'-i bedi'
Güzel eser.
Sun'-i ilâhî
Cenab-ı Hakk'ın san'atı, eseri.
Sun'î
İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan.
sunî
yapay, sahte.
Sunuat
Yapılanlar. San'atlı yapılan şeyler.
Sunuf
(Sınıf. C.) Sınıflar. * Dereceler, mertebeler. * Nikablar, yaşmaklar. * Soylar, neviler.
Sunuf-i âliye
Yüksek sınıflar.
Suples
Fr. Yumuşaklık, esneklik.
Su'r
(C.: Es'âr) Yiyecek, içecek artığı.
Sur
f. Şenlik. Düğün. Ziyafet.
sur
kale duvarı.
Sûr
kıyamet borusu.
2701
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sur'a
Bahadırlık, kahramanlık. * Güreşçilik.
Suraa
Pehlivan ve bahadır kimse.
Surah
f. Delik. Gedik.
Surahi
Su şişesi, sürahi.
Suram
Zillet ve hastalık. * Emzikten son çıkan süt.
Sure
Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri. * Derece. * Duracak yer. Menzilet. * Şeref ve şan. * Güzel inşa edilmiş bina. Sur. * Refi'. * Alâmet, nişan.
sûre
Kurânın âyetlerden oluşan her bir bölümü.
Sured
(C.: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş. * Davar arkasında yanırdan olan beyazlık.
Surencan
Şekil ve kabuğu kestaneye benzeyen bir ot kökü.
Suret
(C.: Sur - Suver) Biçim, görünüş. * Kılık. Tarz. * Yol. Gidiş. Hal. * Tasvir. Dıştan görünen şekil. * Çare.
sûret
şekil, biçim, görünüş.
sûreta
görünüşte, şeklen.
Suretâ
Görünüşte. Zâhiren.
Suretbend
f. Tasvir yapan. Resimci.
Sureten
Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki.
sûreten
sûretçe, biçimce, görünüşte.
Suretger
f. Suret yapan, resim çizen, ressam.
Suret-i suud
Yükselme tarzı.
Suret-i tesviye
Hal çaresi.
Suret-i zaife-i vâhiye
Hakikatsız, saçma sapan zayıf suret ve vesvese.
Suretperest
f. Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. * Resimleri çok seven ve meftun olan. (Bak: Sanem-perest)
2702
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sûretperest
sûrete pek düşkün olan.
Suret-perestlik
Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, ruhuna ve mânasına kıymet vermemek. * Resimlere meftuniyet. (Bak: Sanemperest)(Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men'eder. Medeniyyet ise, suretleri kendi mahasininden sayıp Kur'ana muâraza etmek istemiş. Halbuki: Gölgeli gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder... S.)
Suretpezir
f. Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen.
Suret-ül asr
Kur'an-ı Kerim'in yüzüçüncü suresi.
Suret-ül infitar
Kur'an-ı Kerim'de seksenikinci Sure olup Mekkidir.
Suretyâb
f. şekil bulan, suretlenen, meydana gelen.
Surî
Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
sûrî
sûrete ait, görünüşte.
Sur-na(y)
f. Zurna.
Sur-naî
f. Zurnacı.
Sur-name
(Suriye) f. Edb: Düğün, ziyafet, şenlik gibi halleri tasvir için yazılan yazılar.
Surna-pa
f. Zürafa.
Surrad
Yağmuru olmayan ince bulut.
Surre
(C.: Surer) Para kesesi, para çıkını. * Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.
2703
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sursur
Büyük kuvvetli deve.
Surud
Soğuk yer.
Suruf
(Sarf. C.) Dilbilgisi kitapları, gramerler.
Suruh
(Sarh. C.) Köşkler, yüksek binalar.
Su'rur
Ağaç sakızı parçası.
Sus
Huy, tabiat, tıynet. * Buğday ve arpa biti. Hububata düşen kurt. Güve. * Miyan kökü.
Susen
f. Susam.
Susmar
f. Kertenkele denen küçük bir hayvan. Keler.
susmar
kertenkele.
Sut
(C.: Suvâ-Esvâ) Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş.
Sutu'
Yükselme, yukarı çıkma. * Belli olma. (Toz, koku v.b) yayılma.
Sutur
(Satır. C.) Satırlar, yazı dizileri.
sutûr
satırlar, yazı dizileri.
Sutur-u hâdisat
Hâdiselerin satırları. Mânidar hâdiseler.
Sutur-u kâinat
Âlemdeki mânalar, kâinat satırları.
Sutur-ül gayb
Bizce bilinmeyen işler ve hâdiseler, mânalar.
Suubet
Zorluk, güçlük.
suûbet
zorluk, güçlük.
Suud
Mübarek. * Mübarek sayılan yıldızlar.
suûd
yükselme.
Suude
İyi addetmek. Mübarek saymak.
Suur
(Sivâr. C.) Bilezikler.
Suut
Enfiye.
Suva'
Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek. * Su içmek için kullanılan taş. Maşraba.
2704
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Suvab
(C.: Su'bân) Bit sirkesi.
Suvan (sıvân)
(C.: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap.
Suvar
(Bak: Süvar)
Suver
Boynuz. * (Suret. C.) Suretler.
suver
sûreler, sûretler.
Suveyda
(Bak: Süveyda)
Suvvam
(Sâim. C.) Oruç tutanlar.
Suy
Kurumak.
Suyuf
(Sayf. C.) Yaz mevsimleri.
sûz
" ""yakan, yakıcı, bozucu"" mânâsında son ek."
Suz
f. Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık.
Suzan
f. Yakan, yakıcı. Ateşli.
sûzan
yakıcı.
Suzen
f. İğne.
Suzende
f. Yakan. Yakıcı.
Suzenger
f. İğne yapan, iğneci.
Suzer
(C.: Suzerât) Necis, pis, murdar.
Suz-i ciğer
Ciğerin yanması. Ciğer yanıklığı.
Suzî
f. Yanma ile, tutuşma ile ilgili.
Suziş
f. Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması.
Suziş-i nihan
İçin için yanma. Gizli yanma.
sûznâk
yakıcı.
Süac
Koyun avazı, koyun sesi.
Süal
Bir kabile ismi.
Süar
Ateşin harareti. * Çok acıkmak.
2705
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sü'b
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Akıl geri gelmek. * Gittikten sonra yine eski yerine dönmek, mekânına gelmek.
Süb'
Yedide bir.
Sübaî
Yedi harfli, yedili.
Sü'ban
(Bak: Su'ban)
Sübat
Dalgınlık. * Uzun dinlenme. * İstirahat zamanı. * Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Koma. * Dehir, zaman.
Sübata
Süprüntülük, virâne.
Sübbet
İnsanın oturak yeri.
Sübbuh
Tesbih edilen (Allah. C.C.)
Sübe
On kişiden fazla olan erkek cemaatı. * Havuzun ortası.
Sübha
Çekilen tesbih, tesbih tânesi. * Duâ ve nâfile namaz.
Sübhakeş
f. Tesbih çeken.
Sübhan
Allah (C.C.)
sübhanallah
" ""Allah eksikliklerden uzaktır"" mânâsında bir tabir."
Sübhanallah
Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. Cenab-ı Hakkın zâtında, sıfâtında ve ef'alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder.(Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri Cenab-ı Hakk'ı Celal ve Cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. Celal sıfatını tazammun eden Sübhanallah, abdin ve mahlukun Allah'dan baid olduklarına nazırdır.Cemal sıfatını içine alan Elhamdülillah, Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir. Meselâ: Biri kurb, diğeri bu'd olmak üzere bize nâzır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. Bu'd cihetiyle, insanların mazarratlarından tâhir ve sâfi kalıyor. Bu itibarla insan, şemse karşı
2706
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.Kezâlik, bilâteşbih, Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle Ona hamdediyoruz. Biz Ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binâenaleyh, rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem' edebilirsin. Evet, Sübhanallâhi ve bihamdihi her iki makamı cem'eden bir cümledir. M.N.)(Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksâniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek mânası ile saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal ve saltanatının haşmetine medar olan dar-ı âhireti ve ondaki cenneti ihtar edip delâlet ve işaret eder. Ş.) (Bak: Bakiyat-ı sâlihat) Sübhanî (sübhaniye)
Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid.
Sübjektif
Fr. Bilen akıl ile alâkalı. * Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan.
sübjektif
şahsî görüşe göre olan, indî.
Sübjektivizm
Fr. Fls: Akıldan başka realite kabul etmeyen, yanlış bir nazariye.
Sübrut
(C.: Sebâriyet) Az. * Otsuz ve susuz yer. * Fakir adam.
Sübt
Ayıp.
Sübur
Helâk, helâket. Mahvolmak. * Men olmak, kovulup sürülmek.
Sübut
(Sebt. C.) Cumartesiler. Cumartesi günleri.
sübût
sabit oluş, kesinleşme.
2707
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sübûtî
sabit olmakla ilgili.
Sübutî
Varlığı kat'iyyen isbat edilene ait. Müsbet, isbatlı olan. (Bak: İman-ı bil-âhiret)
Sübüha
(C.: Sübühât) Nur. * Azamet, büyüklük.
Sübül
(Sebil. C.) Yollar, caddeler.
Süccad
(Sâcid. C.) Secde edenler.
Sücced
(Sâcid. C.) Secde edenler. Secde edip yere kapananlar.
Sücfe
Geceden bir saat.
Sücle
Karnın geniş ve büyük olması. Şişmanlık.
Sücre
(C.: Sücür) Yağmur suyundan biriken su.
sücud
secde etmek.
Sücud
Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek. (Bak: Secde) * (Sâcid. C.) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler.
Sücuf
(Secf. C.) Perdeler, örtüler.
Sücul
(Secl. C.) Büyük su kovaları.
Sücun
(Sicn. C.) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri. * Mc: Dünyanın sıkıntıları.
Sücv
Gece sükuneti, gecenin sessizliği. * Zulmet istikrarı.
Süda'
Bir otun adı.
Süda
Kendi kendine çobansız gezen hayvan. * Bir şeyi kendi kolayına bırakmak.
Südasî
Altılı. Altılık. Altı harfli.
Südd
Dağ. * Bulut. * Mâni, engel.
Südde
(C.: Süded) Kapı, eşik.
Süded
(Südde. C.) Kapılar, eşikler.
2708
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Südg
(C.: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf.
Süds
(Südüs) Altı kısımda bir kısım.
Süeba'
Esnemek.
Süeda
(Bak: Suedâ)
süeda
saidler, mutluluğa erenler.
Süf'a
Kırmızılığa yakın olan siyahlık.
Süfae
(C.: Süfâ) Bir ot cinsi.
Süfal
Yavaş giden deve. Geç yürüyüşlü deve.
Süfeha
(Sefih. C.) Sefihler. İçkici, müsrif ve günahkâr kimseler.
süfeha
sefihler, kıt akıllılar, günahkârlar.
Süfela
(Sefil. C.) Sefiller.
Süfera
(Sefir. C.) Sefirler, elçiler.
Süfera-yi ecnebiye
Yabancı devlet sefirleri. Yabancı devlet elçileri.
Süffar
(Sâfir. C.) Yolcular.
Süfl
Tortu, çöküntü.
Süfla
(Sâfil. den) Daha alçak, adi. * Günah ve basit işlere mahsus. * Kılıksız, kıyafetsiz.
süflî
aşağı, adi.
Süflî
Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan.
süfliyât
aşağı şeyler.
Süfliyat
Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri.
süfliyet
aşağılık, adilik.
Süfliyyet
Alçaklık, bayağılık, âdilik.
Süfre
Sofra, mâide. * (C.: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık.
Süfte
f. Delinmiş, delikli.
2709
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Süftece
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim. * Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey. * Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para.
Süfte-guş
f. Kulağı delinmiş olan. Kulağı delik.
Süful
Alçaklık. * Alçaklığa meyil ve teveccüh etmek. Alçaklığa yönelmek.
Süfül
(C.: Esfâl) Her şeyin köpüğü ve tortusu. * Örtmek. * Yemek.
Süfün
(Bak: Sufun)
Süfüvv
Yürümeye ve uçmaya başlamak.
Süfyan ibn-i uyeyne
(Bak: İbn-i Uyeyne)
Süfyan
" âhirzamanda gelen ve kendisi gibi münafıklara ""ulu önder""lik ederek dini yıkmaya çalışan dehşetli bir dinsiz, islâm deccalı."
Süfyan-ı sevrî
(Hi: 91-161) Büyük âlim ve müçtehidlerdendir. Kûfe'de doğmuştur.
Süfyanî
Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.
Süha
Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.
Sühâ
pek küçük görünen bir yıldızın ismi.
Sühad
Uyanıklık.
Sühaf
Verem hastalığı.
Sühal
Çocuk doğunca beraber çıkan su. * Zayıf adamlar.
Sühale
Küçük tavşan.
Süham
Yabanda biten ot. * Yaz ısısı. * Sıcak yel. * Tegayyür, değişme. * Ziyan, zarar.
Sühan
f. Söz, kelâm. Kavl, lâfz.
Sühan-ârâ
f. Düzgün ve güzel söz söyleyen.
2710
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sühan-çin
f. Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu.
Sühan-dân
f. Güzel söz söyleyen.
Sühan-fehm
f. Sözün, kelâmın değerini takdir eden.
Sühan-gû
f. Söz söyleyen, söz söyleyici.
Sühan-güzar
f. Güzel konuşan, güzel söz söyleyen.
Sühan-perdaz
f. Güzel ve düzgün söz söyleyen.
Sühan-pira
f. Süslü konuşan, süslü söz söyleyen.
Sühan-rân
f. Güzel söyleyen, güzel konuşan.
Sühan-senc
(C.: Sühansencân) f. Hesaplı ve ölçülü konuşan, lüzumsuz konuşmayan.
Sühan-şinas
f. Söz bilen, sözün kıymetini takdir eden.
Sühan-ver
f. Fasih bir şekilde ve düzgün konuşan.
Sühbe
Derin.
Süheyl
Kolay, uygun ve yumuşak. * Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.)
süheyl
kolay, uygun, yumuşak, bir yıldız.
Süheyla
Yumuşak huylu kadın.
Sühl
Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı.
Sühme
Nasip. * Hısımlık, akrabalık, karâbet.
Sühnun
Rüzgârın ve yağmurun evveli.
Sühre
Seher vaktinin evveli. * Fecr-i kâzib zamanı.
Sühud
Uyanıklık.
Sühuh(a)
Dökülmek. * Semiz ve besili olmak.
Sühuk
Kaftanın eskimesi.
Sühuk(e)
Şiddetli rüzgâr. Katı yel.
2711
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sühûlet
kolaylık.
Sühulet
Kolaylık. Kolaylık vasıtası. * Yavaşlık. Nâzik muamele. * Elverişli. Kullanışlı. * Paraca kolaylık. (Bak: Suhulet)
Sühulet-bahş
f. Kolaylık veren. Kolay kullanılan. Pratik.
Sühum
Demirci çekici.
Sühumet
Akrabalık, hısımlık.
sühûnet
sıcaklık, hararet.
Sühunet
Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi.
Sühur
Uyanık olmak.
Sühüd
Uyanıklık.
Sühve
Yumuşak. Sükun, sessizlik.
Sükala'
(Sakil. C.) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler.
Sükara
(Sekren. C.) Sarhoşlar.
Sükat
Yüksek yerden düşen nesne.
Sükk
Meşhur bir Arap tabibin adı. * Ağzı ve dibi dar olan kuyu.
Sükkân
(Sâkin. C.) İkamet edenler, oturanlar. * Gemi kuyruğu.
Sükkân-ı belde
Şehirde oturanlar. Şehir sâkinleri.
Sükkân-ı hâne
Evde oturanlar. Hâne sâkinleri.
Sükker
şeker.
Sükkerî
şekerden yapılma tatlı. * Şekerle alâkalı.
Sükl
Kadının çocuğunu kaybetmesi.
Sükn
Yolun ortası.
sükna
oturacak yer.
Sükna
Oturacak yer. Mesken.
Sükne
Kuş sürüsü. * Boyna takılan heykel ve halka. Boyna vurulan demir.
2712
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sükte
Çocukları avutup susturmada kullanılan şey.
Sükub
(Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi.
Sükuk
(Bak: Sukuk)
Sükul (sâkil)
Evlâdı ölüp yalnız kalan kadın.
sükûn
durgunluk, dinme.
Sükûn
Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik. * Dinmek, kesilmek. * Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması. (Bak: Cezm)
sükûnet
sakinlik, durgunluk.
Sükûnet
Vakarlılık, ciddiyet. * Durgunluk. Rahatlık. * Hareketsizlik.
Sükûnetgâh
f. Dinlenme yeri. * Mc: Kabir, mezar.
Sükûnetperver
f. Dinlendirici, rahatlandırıcı.
Sükûnetyâb
f. Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran.
Sükûn-i dem
Soğukkanlılık.
Sükûn-i mu'tadî
Her zamanki sessizlik.
Sükuredyun
Yaban sarmısağı.
sükût
susma, konuşmama, sessizlik.
Sükût
Susma. Konuşmama.
Sükût-i istifham
İstifham sessizliği.
Sükûtî
Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan.
sükûtî
susma ile ilgili.
Sülae
Hurma yaprağının, başında olan dikeni.
Sülah
Necis, pis.
Sülal
İshal olmak.
Sülale
Soy, sop. Bir kimsenin soyu.
sülâle
soy.
2713
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sülale-i tâhire
Temiz sülale olan Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyu.
Sülam
El arkası.
Sülama
Parmak kemiği. * Küçük içi boş kemik.
Sülas
Akıl gitmek. * Delirmek.
Sülasa'
Salı.
Sülasî mezid
Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir.
Sülasî mezidün fih
Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime.
Sülasî mücerred
Gr: Üç harfli aslî kelime kökü.
Sülasî
Üçlü. Üçe mensub. * Gr: Harf-i aslîsi üç harf olan kelime.
süleha
sâlihler, iyi hâlliler.
Sülehfat
(C.: Selâhıf) Kaplumbağa.
Sülek
(C.: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke)
Süleyman (a.s.)
"Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bünyamin oğulları kendi hâkimiyeti altındaydılar. Diğer on kabile diğer İsrail Devletini teşkil ettiler. Yahuda Devleti Süleyman (A.S.) oğulları elinde ve merkezi Kudüs idi. (Bak: Belkıs, Davud)(Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men' ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler: $ ilâ âhir... $ ilâ âhir... âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zişuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlara temas edilebilir.
2714
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk'ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir. Cenab-ı Hak mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: ""Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrine musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi, sana musahhar olabilirler.""İşte beşerin, san'at ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat nâmını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur'aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır. S.)" Süleyman çelebi
"İlk mevlid yazan ve bunda en çok muvaffak olan ehl-i velâyet bir zât olup, hicri 780'de Bursa'da vefat etmiştir. ""Vesilet-ün Necât"", meşhur mevlid kitabının esas adıdır."
Süleymanvârî
Süleyman aleyhisselâm gibi.
Sülfe
Kişinin aceleyle hazırladığı yemek.
Süllaf
(Selef. C.) Selefler. Önce gelip geçmiş olanlar.
Sülle
Cemaat, topluluk, çok cemaat. * Çok para.
Süllem
Merdiven, basamak. * Derece. * Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı.
Sülme
Çatlak, gedik.
Sült
Hububattan buğdaya benzer bir tanenin adı.
Sülta
Uzun ok.
2715
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sültah
Düz kaypak taş.
Süluc
(Selc. C.) Karlar.
Süluk
(Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.
sülûk
bir yola girmek, manen yükselmek.
Sü'lul
Meme başı. * Vücutta meydana gelen siğil, sivilce.
sülüs
üçte bir.
Sülüs
Üçte bir. Üç parçadan biri. * Bir yazı çeşidi.
Sülüsan
Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım.
Sülüseyn
Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte iki.
Sülüsî
Sülüsle, yani üçte birle ilgili. * Bir yazı sitili.
Süm
f. Dört ayaklı hayvanların tırnağı.
Süm'a
(Bak: Sum'a)
Sümak
Hâlis, sâfi.
Sümame
(C.: Sümâm) Bir zayıf ot. * Cem etmek, toplamak, biriktirmek.
Sümanat
(C.: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu.
Sümeniyye
Puta tapanlardan bir fırka.
Sümkat
Kızıl, kırmızı, ahmer.
Sümm
Kumaş. * Şey. * Atıf harflerinden bir harf.
Sümmak
"Türkçede ""tadım"" denilen ekşi taneler."
Sümme
Bir tutam ot.
sümme
sonra.
Sümmeha
Yalan ve bâtıl nesne. * Yer ile gök arası. * Her tarafa dağılıp gitmek.
sümmettedarik
elde edildikten sonra.
Sümmet-tedarik
Sonradan, başka yerlerden tedarik edilmiş olan. Sonradan düşünülmüş, uydurulmuş.
2716
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sümn
Sekizde bir.
Sümne
Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç.
Sümpare
Zımpara.
Sümr
Mal.
Sümre(t)
Esmerlik, karayağızlık.
Sümu
Yücelik, yükseklik.
Sümud
Taganni eylemek. * Eğlenmek. * Kibirlenip somurtmak. * Kafa tutmak. * Sersem olmak.
Sümuh
Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi.
Sümuhat
El açıklığı, cömertlik.
Sümuk
Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak.
Sümul
Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması.
Sümum
(Semm. C.) Zehirler, ağular.
Sümut
(Simt. C.) Taburlar, saflar. * Diziler, sıralar.
Sümün
Sekizde bir.
Sümür
Gümüş.
Sümüvv
Yücelik. Yükseklik.
Sünaî
İkili. * Gr: Aslî harfi iki harf olan kelime.
Sünat (sinât)
(C.: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.
Sünbade
f. Zımpara.
Sünbazih
Zımpara.
Sünbe
Suret.
Sünbük
(C.: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı.
sünbül
başak, filiz.
Sünbülât
(Sünbül. C.) Sünbüller, başaklar.
2717
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sünbüle
Başak.
sünbüllenmek
filizlenmek, başaklanmak, çoğalmak.
Sündüs
Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.
sündüs
süslü ipek kumaş.
Sündüsî
Sündüsten yapılmış.
Sündüs-misal
f. Sündüsten yapılmış gibi.
sündüsmisal
ipekten yapılmış kumaş gibi.
sünen
sünnetler.
Sünen
Sünnetler. * Ehl-i hadis ıstılahında: Ahkâm hadislerine Sünen tâbir edilir. (Bak: Kütüb-ü sitte, Sünnet)
Sünen-i ebu dâvud
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
Sünepe
Miskin, mıymıntı. Üstü başı kirli, pis.
Sünnet
Peygamberimizin sözleri ve hâlleri.
Sünnet-i gayr-ı müekkede
Peygamber'in (A.S.M.) ibadet maksadıyla ara-sıra yapmış
olduğu ameldir. Sünnet-i müekkede
Peygamberin (A.S.M.) devam edip pek az terk buyurmuş olduğu sünnettir.
Sünnet-i seniyye
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözlerine, emirlerine ve harekâtına dâir en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları.(...İşte O Zâtın şefaatı altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i seniyyeye ittiba'dır. L.)
Sünnetullah
" yanlış olarak ""tabiat kanunları"" denilen ilâhî kanunlar."
sünnî
Peygamberimizin izinde giden, sünnete uyan.
2718
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Sünnî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle yâdedilen zümreden olan.
Sünud
Dayanmak, güvenmek, itimad.
Sünuh (senâha)
Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.
Sünuh
(C.: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ. * Zuhur etmek. Vaki olmak. * Sözü kinâye ve târiz ile söylemek. * Kolay olmak. * Birini güçlüğe düşürmek.
Sünuhat
(Sünuh. C.) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar. (Bak: Sâniha)
sünûhat
kalbe gelen mânâlar, doğuşlar.
Sünun
(Sene. C.) Seneler, yıllar.
Sünusî
"(Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviye te'sis etmiş, ibâdette ve tedriste bir çok hizmetleri ile büyük çapta muvaffak olmuştur. Vefatından evvel bir mağarayı makarr ittihaz etmiş, dâr-ı bekaya irtihalinden sonra oğlu Muhammed Mehdi (Seyyid), halefi olmuştur. Muhammed Mehdi evlâd bırakmadığından kendisinden sonra meşihat seccâdesinde biraderzâdesi Seyyid Ahmed Es-sünusî bin Es-seyyid Ahmed-üş-Şerif bin Es-seyyid Muhammed Es-sünusî oturmuştur. Müşarünileyh Birinci Cihan Harbinin sonlarında Bingazi'den gelen Saltanat tebeddülünde son Osmanlı Padişahı VI. Mehmed Vahidüddin'in kılıç
2719
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
alayında yeni Padişaha kılınç kuşatmış olan son Sünusî şeyhidir. (R.A.) (Kamus-ul A'lâmdan)" Sünya
İstisnadan bir isim.
Sünyan
(C.: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze.
Süpare
(Bak: Sipare)
Süpürde
f. Ismarlanmış, sipariş olunmuş. * Bırakılmış, verilmiş.
Sü'r
Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması.
Sür'a
Evmek, acele etmek.
Süra
Gece seyri.
Süradik
(Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.
Sürag
f. İz, işaret, eser.
Süraka
"(Ebu Süfyan Sürâka b. Mâlik) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Ebu Bekir ile beraber hicret için Mekke'den çıktıklarında, Kureyş Rüesasının mühim bir mal mukabilinde onları öldürmek için gönderdikleri cesur bir adam olup, Hz. Peygamber'in mu'cizesiyle atının ayakları kuma saplanmış ve bu üç def'a tekerrür etmiştir. O vakit anladı ki elinden bir şey gelmez. ""El Aman!"" diyerek, Resulüllâh'ın duasına mazhar olmuş ve Mekke'nin fethinde şeref-i İslâmla müşerref olmuştur. Hz. Osman'ın (R.A.) hilâfeti zamanında, Hicri 24. senesinde vefat etmiştir."
Sür'at
Çabukluk. Hız.
Sürat
Her nesnenin üstü ve ortası.
sürât
hız.
Sür'aten
Sür'atle, hemen, derhal, çabuk.
Sür'at-i infiâl
Çok çabuk gücenen, çabuk darılan.
2720
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sür'at-i intikal
Çabuk anlayıp intikal etme. Kavrama çabukluğu.
Sür'at-i mümkine
Mümkün olan çabukluk.
Sür'at-i seyr
Gidiş hızı.
sürâtli
hızlı.
Sürb
f. Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı.
Sürbe
(C.: Süreb - Sürüb) Güruh, cemaat. * Yığın, küme. * Sürü. * Gidecek yer.
Sürcuce
Tabiat. * Tarikat.
Sürdah
(C.: Serâdih) Semiz etli dişi deve. * Ufak otlar yetişen yumuşak yer.
Sürdak
(C: Sürâdikat) Kapıya asılan perde ve çardak. * Çadır. Bezden olan ev.
Sürde
Ekmeği yağla ıslamak.
Süreha'
(Sarih. C.) Saf ırklar.
Süreycî
"Bir demirci adı. (İyi kılıçları ona nisbet edip ""süreycî"" derler.)"
Süreyya
Ülker yıldızı, bir yıldız topluluğu.
Sürfe
f. Öksürük.
Sürh
Seri nesne.
Sürha
Su yolu.
Sürh-âb
f. Kırmızı su. * Mc: Kan veya şarap.
Sürhî
Kırmızılık, kızıllık.
Sürhub
Uzun, tavil.
Süriyye
(C.: Serâri) Cariye, odalık.
Sürm
Ön dişlerin dökülmesi.
Sürmüle
Tilkinin dişisi. * Sırtlanın dişisi. * Bir erkek ismi.
Sürpriz
Fr. Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey.
2721
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sürr
Yeni doğmuş çocuğun kesilmiş göbeği.
Sürrak
(Sârik. C.) Hırsızlar, sârikler.
Sürre
(C.: Sürer - Sürrât) Göbek.
Sürrî
Göbekle alâkalı. Göbeğe ait.
Sürriyye
Sahibi tarafından başka yerde oturtulan cariye.
Sürsur
Âlim ve akıllı kişi.
Sürtüm
Kap içinde kalan yemek artığı.
Sür'ub
Gelincik adı verilen hayvan.
Sürub
Taşraya gitmek.
Süruc
(Serc. C.) Eyerler, at takımları.
Sürud
f. Terennüm. Şarkı, türkü.
Sürud-i hezar
Bülbül nağmesi.
Sür'uf
Yumuşak, hafif.
Sürun
Kalça başı.
Sürur
(Serir. C.) Tahtlar. Yatacak yerler.
sürûr
sevinç, neşe.
Süruş
(C.: Süruşân) f. Melek. * Cebrâil (A.S.)
Sürü
Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi. (O.T.D.S.)
Süryânî
eski bir kavim.
Süryanî
Eski Suriye halkından. Sâmilerin Aramî kolundan ve garb kısmından olan ve bunların dininden olan.
Sürye
Gece seyri. * Ulaşmak, varmak.
Süst
f. Gevşek, tembel, sölpük.
2722
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Süstî
f. Gevşeklik, uyuşukluk, tembellik.
Süta'
Nezle.
Sütahî
Oturak yeri büyük olan kişi.
sütre
perde, engel.
Sütre
Perde. Örtü. Perdelenecek şey. * Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. yükseklik)
Sütre-i beyzâ
Beyaz perde.
Sütre-i hadrâ
Yeşil perde.
Sütu'
Zâhir olmak, görünmek. * Yükselmek, yüksek olmak.
Sütude
(C.: Sütudegân) f. Övülmüş, medhedilmiş. * Övülüp medhedilmeğe değer.
Sütuh
f. Yorgun, bezgin. * Sıkıntılı, kederli. * Beceriksiz.
sütun
direk.
Sütun
f. Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. * Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon.
Sütur
f. Binek ve yük hayvanı.
Süturbân
f. Hayvana bakan. Seyis.
Süturdân
f. Ahır.
Sütut
Zulmet, karanlık. * İnsanlara zahmet verenler.
Sütürde
f. Tıraş edilmiş. Yontulmuş.
Sütüre
f. Ustura.
Sütürg
f. Büyük, iri, muazzam.
Süva'
Geceden bir parça. * Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin taptıkları put.
Süvaf
Fena, helâk, mahvolma. * Hayvanların ölümü.
2723
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Süvar olmak
Ata binmek. Yola çıkmak.
Süvar
f. Ata binmiş. Binici.
süvâri
ata binen, atlı asker.
Süvarî
Atlı asker, atlı. * Gemi kaptanı.
Süvba'
Gittikten sonra yine dönmek.
Süver
(Sure. C.) Sureler.
Süveyda
Siyahlık.
süveydâ
siyahlık.
Süveyda-ül kalb
"(Sevâd-ül kalb, Sevdâ-ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli günah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli diye bilinir. Eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkur mahalline; Mahall-i ulum-u diniyye demişler. Ekseriyyetle mahall-i idrak ve basiret olarak kabul edilir. Bir kısım âlimler de ""Kalbin dahili olan akıldan ibarettir"" demişler. (Kamus)Kalbdeki bu mezkûr nokta: Kâfirler ve Allaha isyan edenler için şekavet ve günah, mü'minler için ise: Basiret ve idrak mahalli olarak bilinir."
Süveyş
Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.
Süvre
(C.: Sivere-Sire) Dişi sığır.
Süvüm
f. Üçüncü.
Süyu'
Suyun akması.
Süyuf
(Seyf. C.) Kılıçlar.
süyûf
kılıçlar.
Süyuh
(Seyh. C.) Akarsular, nehirler, ırmaklar. * Çizgili elbiseler.
Süyul
(Seyl. C.) Seller.
Süyum
Emin, mahfuz.
2724
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Süyutî
(Bak: Celaleddin-i Süyutî)
Süyûtî
büyük bir fıkıh ve hadîs âlimi.
Şaab
Ayrılmak. * Yarmak.
Şaar
Ağaç, şecer.
Şa'ar
Kıl büken.
Şab
(Bak: şap)
Şa'b
Ayrılmak. Dağılmak. * Islah etmek, düzeltmek. * Helâk etmek. * Kırmak.
Şa'ban
(Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi.
Şâbân
Arabî ayların sekizincisi.
Şabaş
f. Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek.
Şabaşhân
f. Beğenip alkışlayan.
Şabb
Genç, delikanlı, yiğit.
Şabbe
Genç kadın.
Şabb-ı emred
Bıyığı, sakalı henüz çıkmış delikanlı.
Şa'beze
El çabukluğu.
Şab-hane
f. Şap çıkarılan yer.
Şabih
Misil olan, nazir, benzeyen.
Şabub
(C.: Şeabib) Sağanak yağmur.
Şacine
(C.: Şevâcin) Ağaçlı ve meşeli dere.
Şacir
Ayak altında ızdırap çekmek.
Şad
f. Sevinçli, ferahlı, memnun, mesrur, şen, bahtiyar.
şâd
şen, memnun.
Şadab
(Şâd-âb) f. Suya kanmış, sulu. Taze.
2725
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şâd-âbî
f. Sulu olma, suya kanmışlık. Tazelik.
Şadabter
(şâd-âbter) f. Çok su verilmiş, fazla sulanmış.
Şadan
f. Sevinçli, bahtiyar.
Şad-hab
f. Uykusu tatlı.
şadırvan
etrafı musluklu kubbeli çeşme.
Şadırvan
Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı.
Şadi
f. Sevinçlilik, memnunluk, mesruriyet, gönül ferahlığı.
Şadihe
Alından buruna varana kadar olan beyazlık.
Şadkâm
f. Çok sevinçli.
Şadman
(Bak: şadüman)
Şadnak
f. Gönlü memnun, mesrur.
Şadüman
(şâd-mân) f. Mesruriyet, sevinçlilik. * Mesrur, bahtiyar.
Şae
Diledi, istedi, murad eyledi.
Şafak
"Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz. * Nahiye. Cânib. * Nasihat eden kimsenin ""Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun"" diye ıslah için gayret göstermesi. * Merhamet. * Harf."
şafak
tan zamanı.
Şafak-âlud
f. şafak gibi, şafak renginde.
Şafak-gûn
f. Şafak renkli, kızıl.
Şafe
Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban.
Şafi'
(Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden.
Şafi
Hastaya şifa veren (Allah. C.C.). * Yeter görünen, kifayet eden.
2726
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şâfi
hastaya şifa veren Allah.
Şafiî
hak mezheplerden biri, onu kuran büyük âlimin ünvanı.
Şafin (şefun)
Göz ucuyla bakan kişi.
Şagb
Ayıplamak. * Cidal, dövüş, niza. * Şerri tahrik etmek.
Şagil
İşgal eden, tutan.* Meşgul eden, meşgul edici. * Meşgul olmayı gerektiren. * Bir mülkte oturan.
Şagr
Köpeğin bir ayağını kaldırıp bevletmesi.
Şagrabiyye
(C.: Şegârib) Ayak bağlamak.
Şagşaga
Süngüyü vurduğu kimsede hareket ettirmek.
Şagva'
(C.: Şuguv) Dişleri birbirine muhalif olup kimi fazla kimi eksik olan kadın.
Şagzebiyye
(C.: Şegâzib) Ayak bağlamak.
Şah
f. Ağaç dalı. Budak. * Boynuz. Karın. * Su arkı. * Alın. * Kadeh.
şâh
hükümdar, sultan.
Şaha
f. Boyunduruk.
şahab
gökteki ışıklı cisim.
Şahadet getirmek
"Kelime-i Şehadet olan $ kelâmına inanıp söylemek. Bir Allah'tan başka ilâh olmadığına; Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm'ın, Allah'ın Resulü olduğuna inanarak söylemek."
Şahadet
(Şehâdet) Şâhidlik. * Bir şeyin doğruluğuna inanmak. * Delâlet. Alâmet, işaret, iz. * Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik. (Bak: Şehid)
şahâdet
şahitlik, Allah yolunda ölmek.
Şahadetname
f. Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma.
Şahamet
Semizlik, yağlılık, şişmanlık.
2727
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şahan
(şâh. C.) f. şahlar, pâdişahlar.
Şahane
Şah gibi, şaha yakışır bir surette.
şâhâne
şaha yakışır şekilde.
Şahb
Yaradan kan akmak. * Emzikten süt akmak. * Rengin değişmesi.
Şahbal
(Şehbal) f. Kuş kanadının en uzun tüyü.
şahbaz
doğan kuşu, çevik, yiğit.
Şahbaz
f. İri ve beyaz doğan kuşu. * Mc: Çevik ve becerikli. Yiğit, şanlı, kahraman.
Şahbeyt
Edb: Bir şiirin en güzel beyti. Gazelde matla'dan sonraki beyt.
Şahdane
f. İri inci tanesi. * Kenevir tohumu.
Şahdar
f. Dallı, budaklı ağaç. * Dallı boynuzlu hayvan.
Şahenşah
f. Pâdişahlar pâdişahı. Şâhlar şâhı. En büyük pâdişah.
şâhenşâh
şahların şahı.
şâheser
en üstün eser, baş eser.
Şaheser
f. Üstün ve büyük eser. Eserin şâhı. * Yüksek değerde olan.
Şahet-il vücuh
"""Yüzleri, bahtları kara oldu, yüzleri kararsın..."" meâlinde."
Şah-ı merdan
"""Mertlerin şahı"" meâlinde Hazret-i Ali Radiyallahü anh'ın bir nâmı."
Şah-ı risalet
Risaletin Şahı. Hz. Muhammed (A.S.M.)
Şahıs zamiri
"İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler.Farsçada: $ (Men: ben), $ (Tu: sen), $ (U: o), $ (Mâ: biz), $ (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: $ (Ene: ben), $ (Ente-sen), $(Entümâ: ikiniz), $ (Hu: O), $ (Entüm: siz), (Entünne: siz) (Müennes), $ (Nahnu: biz), $ (Hüm: Onlar) (müzekker) $ (Hünne: Onlar) (müennes)."
2728
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şahıs
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti. * İnsanın uzaktan görülen karaltısı.
şahıs
kişi, kimse.
Şahî
"f. şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. * Hükümdarlık, şahlık. * Eski topların bir çeşiti. * Nişastalı, yumurtalı bir helva. * Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın bastığı altun para. (Bu ismin verilmesi, üzerinde ""şah"" kelimesinin yazılı bulunmasından dolayıdır.)"
Şahic
Eşek, hımar.
Şahid
(C.: Şevâhid-Şühud) Veled yatağı denilen ve çocuk ile birlikte çıkan deri.
Şâhid
bütün zamanlardaki yaratıkları ve onların her hâlini gören Allah.
şâhid
şahit, tanık, gören.
Şahide
(Müe.) Kadın şâhid. * Mezar taşı. * Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. * f. Dilber, güzel.
Şâhid-i âdil
Doğru sözlü şâhid.
Şâhid-i ezelî
Ezelden ebede her şey nazar-ı şuhudunda olan Cenab-ı Hak.
Şahid-zor
f. Yalancı şâhit.
Şahih
(C.: Şihah) Bahil kişi.
Şahik
Yüce, büyük dağ. * Yüksek yapı veya ağaç.
şâhik
yüksek, doruk.
Şahika
Dağ tepesi, zirve.
şâhika
yüksek, doruk, zirve.
Şahim
Semiz, yağlı, şişman, besili.
Şahin
(C.: Şevâhin) Doğan'a benzer bir kuş ki, av avlamak için terbiye olunur.
2729
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şahine
Öşür memuru.
Şahis
Büyük cüsseli, iri yapılı kimse.
Şahit
(C.: Şihât) İnce yufka olmuş nesne.
Şahkâr
f. En güzel eser. Baş eser. şâheser.
Şahm
Etler arasında bulunan yağ, iç yağı. Don yağı.
şahm
iç yağı.
Şahmerdan
(Şâh-ı merdan) f. Mertlerin şahı, Hazret-i Ali (R.A.). * Aşağı yukarı çıkan büyük demir tokmak.
Şahm-pare
f. İç yağın bir parçası. Bir kısım iç yağı.
şahmpâre
içyağı parçası.
Şahn
Doldurmak. * Sürüp reddetmek.
Şahna'
Buğz, düşmanlık, adâvet.
Şahne
İnzibat memuru, emniyet memuru.
Şahnişin
f. Şahların oturmalarına lâyık yer. * Evin sokak üzerine olan çıkmaları.
Şahr (şahir)
Ağızını öttürmek. * Islık çalmak. * Sesi yükseltmek.
Şahrah
f. Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol.
Şahreg
f. şah damar, büyük damar.
Şahs
Acı çekmek. Iztırab çekmek.
şahs
şahıs, kişi, kimse.
Şahsar
f. Dallı budaklı ağaçlar. Ağaçlık yer. Koruluk.
Şahsen
Şahıs olarak, ferd olarak. Şahısça, kendi. * Yalnız uzaktan görerek.
Şahs-ı manevî
Bir şahıs olmayıp kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten
2730
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
meydana gelen manevî şahıs. * Bir topluluğun taşıdığı manevî kuvvet ve meziyetler. şahsımânevî
insanların bir araya gelip oluşturdukları mânevî kişilik.
şahsî
kişiyle ilgili.
Şahsî
Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.
şahsiyat
kişilikler.
Şahsiyet
Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma.
şahsiyet
kişilik.
Şahsiyyat
Kişinin şahsına, kendine ait sözler. * Birinin kendine ait münasebetsiz sözleri.
Şahsüvar
(C.: şâhsüvârân) f. Ata iyi binen.
Şahşah
Sözü doğru olan, yalan söylemeyen. * Gayretli, bahadır kimse.
Şahşaha
Kuşun hızla uçması.
Şaht (şühut)
Iraklık, uzaklık, bu'd.
Şahterec
şahtere otu.
Şahur
f. Ekmek fırını.
Şahvar
(Şeh-vâr) f. Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. * İri ve iyi cins inci.
Şahve
Adım, hatve.
Şahz
Keskinleştirmek.
Şahzade
f. Şâh oğlu. Hükümdar veya pâdişah oğlu. Prens.
Şaibe
Leke, kir. * Süprüntü. Pislik. * Kusur. Noksan. Hata. Eksiklik.
şâibe
leke, kusur.
Şaik
Dikenli.
Şaik(a)
Şevkli, hevesli, şevk verici.
2731
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şaika
şevk verici, isteklendirici.
Şaikane
f. İsteklice ve şevkli olarak.
Şaile
(C.: Şüvül-Şevâil) Sütü çekilmiş deve.
Şair
(C.: Şairât) Arpa. * Kurban devesi.
Şairâne
f. şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey.
şairane
şairce.
Şaire
(C.: Şâirât - Şevâir) Kadın şair.
Şairiyy
Arpa satan kimse.
Şaka' (şıka')
Bedbahtlık. * Yaramazlık.
Şaka' (şüku')
Tulu etmek, doğmak. * Çıkmak, huruç etmek. * Dağıtıp perâkende etmek.
Şaka
Meşakkatli ve güç. * Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın.
Şakavet
(Bak: şekavet)
Şakce
Henüz yeni renk almış olan hurma.
Şakız
Gözü değen kişi. * Gözüne uyku gelmeyen. * Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele.
Şaki
Şekavette bulunan.
şakî
yol kesen, haydut.
Şakife
(C.: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası.
Şâki-i silâh
Harp âletleri keskin ve hazır olan kimse.
Şakik
İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı. * Öz kardeş.
Şakika
(C.: Şakayık) Yarım baş ağrısı. * Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş. * Çatlak, yarık.
Şakil
Yanakla kulak arası. * Âdet. Hilkat.
2732
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şakile
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yol. Tarik. Meslek. * Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti.
Şakir
Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren. (Bak: Şükr)
şâkir
hâlinden memnun olup şükreden.
Şakirâne
f. şükrederek. şükretmek suretiyle.
şâkirâne
şükreden gibi.
Şakird
f. Talebe, çırak.
şâkird
talebe, öğrenci.
Şakirdân
şakirdler, talebeler.
Şakirî
(Şakiriyye) Şakird, talebe, tilmiz.
Şakis
Şerik, ortak. * Hisse, nasip.
Şakk
Silahlı kişi. * Şek ve şüphe eden.
şakk
yarık, yarılma, yarma.
Şakk-ı asâ
f. Değneği kırmak. * Mc: İhtilâfa sebeb olmak, topluluktan ayrılmak.
Şakk-ı kamer
Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)
Şakk-ı şefe
Dudağını açıp konuşmak.
Şakkıkamer
Peygamberimizin ayı iki parçaya ayırması mûcizesi.
Şaklaban
Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı.
Şakn
Eksilmek, noksanlaşmak.
Şakşaka
Doğan kuşunun veya serçenin ötmesi.
Şakul
(Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.
2733
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şâkul
düşeyliği ölçme âleti.
şâkulî
düşey.
Şakulî
Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey.
Şa'la'
Uzun, tavil.
Şam u seher
Akşam sabah.
Şam
(şâme. C.) Vücutta olan benler.
şâm
akşam.
Şamar
t. Tokat. Belâ, musibet.
şamar
tokat.
Şamat
(şâme. C.) Vücuttaki benler.
Şame
f. Kadın baş örtüsü. * Arapçada: Vücuddaki ben.
Şâme-geş
f. Başına örtü alan.
Şamgâh
f. Akşam vakti.
Şamî
Şam şehrinden olan, Şamlı. * Şam şehri ile alâkalı.
Şamih(a)
Ali şey, yüksek. * Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir. * Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler.
şâmil
kaplayan.
Şamil(e)
Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan. * Çok şeye birden örtü ve zarf olan. * Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren.
Şamm(e)
(şemm. den) Koklayan, koku alan. * Koklama duygusu. Burun.
şamme
koklama duyusu.
Şan
(C.: Şuun) Büyük sevap. * Şeref. * Irz, namus. * Nam, şöhret, şan, ün. * Mahiyet. * Gösteriş, çalım. * Tabiat, huy, âdet. * Hal, keyfiyet.
şân
şeref, nam, hâl, iş.
Şane
f. Tarak.
Şanesâz
f. Tarak yapan, tarakçı.
2734
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şanezede
f. Tarakla saçları taranmış.
Şanezen
(C.: Şanezenân) f. Baş tarayan. * Mc: Güçlükleri çözen. Zorlukları yenen.
Şani'
"Adavet etmek, kin tutmak mânasına ""şeneân"" dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden demektir."
Şantaj
Fr. Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma.
Şantiye
Fr. Bir inşaat yerinde inşaat ve malzeme için hazırlanan yer. * Gemi tezgâhı.
Şap
(Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim. * Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir hastalık ismi.
şap
tuza benzer bir madde.
şape
çığ.
Şape
f. Çığ. Yuvarlandıkça büyüyen kar topu.
Şa'r
(C.: Şüur-Eşâr) Kıl. Saç. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak.
Şar
f. şehir, belde.
Şa'ra
(C.: Şüâr) Çok miktar ağaç. * Bir nevi zerdali. * Kuyruğunda dikeni olan bir cins sinek.
Şarab
İçilecek şey. İçki. * Mey. Bâde. Hamr. İçilmesi haram olan bir içki. (Bak: Mubikat-ı seb'a)
şarab
şarap, içki, bu isim helâl içkileri de kapsar.
Şarab-ı tahur
Temiz ve helâl olan Cennet şarabı. Cennete mahsus şurub.
2735
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şa'ranî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hi: 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan tarafları hakkında mu'teber eserleri olan meşhur bir fakihtir. Mizan-ı Şaranî ismiyle bilinen eseri meşhurdur.
Şarapnel
Fr. Ask: Bir çeşit top mermisi. * Top mermisinden dağılan herbir parça.
Şare
Libas, elbise. * Heyet.
şâre
saç, kıl.
Şarık
Çıkan, tulu' eden. * Parlayan.
şârık
doğudan çıkan, doğan, parlayan.
Şarıka
(C.: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık.
Şari'
Şeriatı meydana koyan, teşri eden. Allah (C.C.). * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. * Şüru' eden, başlayan.
Şârî
şeriatı ortaya koyan, Allah.
Şarib
(Şürb. den) İçen. Şürbeden. * (C.: Şevarib) Bıyık.
Şaribe
Su kenarında olan tâife.
Şarib-ül leben
Süt içen.
Şarib-ül leyli ve-n nehar
Gece gündüz içki içen. Devamlı sarhoş.
Şarid
Tutunup beğenilmiş ve yayılmış şiirler. * Şiir tarzındaki ata sözleri.
Şarif
(C.: Şürüf) Yaşlı deve.
şârih
şerheden, açıklayan.
Şarih
Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden.
Şarik
(C.: Şevârık) Güneş. * Parlak cisim.
Şarim
Ucu yarılmış ok.
Şa'riyye
Çorbalık makarna, şehriye.
Şa'riyyet
Fiz: Kılcallık.
Şark musikisi
(Bak: Musikî)
2736
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şark
doğu.
Şark
Doğu. Güneşin doğduğu taraf. * Güneş ve güneşin aydınlığı. * Yarmak. * Parıldamak. * Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri.
Şark-ı cenubî
Güneydoğu.
Şark-ı şimalî
Kuzeydoğu.
şarkışimâlî
kuzeydoğu.
Şarkî
Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan.
şarkiyât
islâm dünyasında araştırma yapma çalışması.
Şarkiyat
Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.
Şarkiyyun
Doğulular, şarklılar.
Şarlatan
Fr. Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız.
şarlatan
yalancı, aldatan, yüksekten atan.
Şart edatları
"(Huruf-u şartiye) Bunlara ""Şart isimleri"" de denir. Arapçada şart mânâsını ifade eden edatlar: İn, Men, Ma, Mehmâ, Eyyü, Metâ, Eynemâ, Eyyâne, Ennâ, Haysümâ, Keyfemâ. $Bu edatlar iki fiili (şart ve ceza fiillerini) cezmederler. Şart mânâsını ifade eden edatlardan sonra gelen ilk fiil, şart; ikincisi de, cevab veya ceza adını alır. İkinci fiilin meydana gelebilmesi, birinci hükmün meydana gelmesine bağlıdır."
Şart ve ceza fiilinden tereküb etmiş cümleye şart ve ceza cümlesi denir. Meselâ: (men yatlub yecid Kim isterse bulur) cümlesinde olduğu gibi. Şart
"Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey. * Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus. * Yemin. * Hal, vaziyet. * Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer
2737
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cümleye cezâ denir. Meselâ: ""Haber verirsen, ben de gelirim"" cümlesinde ""Haber verirsen"" cümlesi şart, ""ben de gelirim"" cümlesi ise cezâdır. Bunlara ""cezâ cümlesi, şart cümlesi"" de denir. Başka tabirle ""cümle-i şartiye"" ve ""cümle-i cezâiye"" denir." şart
mutlaka gerekli olan, durum, yemin.
Şartiye
Şart ile olan. Şartlı. (Bak: Şart)
şartiye
şart olan.
Şartiyyet
Şartlılık. Şarta bağlı olmaklık.
Şartname
f. Bir sözleşmede olan şartların yazıldığı resmi kâğıt.
Şaruf
Süpürge.
Şaryo
Fr. Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım.
Şasıye
(C.: şevâss-şasâyât) Dolu sokak.
Şasif
Kuru ve zayıf.
Şasr
Seyrek seyrek dikmek.
Şass
(C.: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ.
Şast
f. Okçuların baş parmaklarına taktıkları yüksük. * Balık oltası.
şaş
şaşı.
Şa'şa'
Yıldıramak, parıldamak. * Uzun ve yeynicek olmak.
şâşaa
parlaklık, gösteriş.
Şa'şaa
Parlama. Zahirî parlak görünüş. * Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak.
Şa'şaadar
f. Gösterişli, şa'şaalı, parlak.
şâşaapâş
gösterişli görünen.
Şa'şaapaş
Parlaklık neşreden, şa'şaa saçan.
Şat
(C.: Şiyâh-Şiyât) Koyun. * Vahşi sığır.
Şat'
Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı. * Su arkı. * Cima etmek. * Bağlayıp sağlamlaştırmak.
2738
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şatâhat
mânevî sarhoşluk hâlindeyken söylenen dengesiz sözler.
Şatahat
Mânevi sarhoşluk. * Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvazenesiz sözler.
Şatata
Haktan ve akıldan uzak, hadden aşan söz.
Şatbe
(C.: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı. * Yaş ekin yaprağı. * Yarmak. * Kesmek. * Uzun boylu kadın.
Şathiyyat
Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler.
Şatır
(Şetaret. den) Neş'eli. Şen. * Çevik. Hizmete koşup, her işe hazır bulunan. * Vaktiyle vezirlerin yanında giden asker.
Şati'
(C.: Şevâti) Kenar, kıyı. Cânip, taraf, yön.
Şatib
Eğri, eğik, mâil.
Şatibe
Uzun boylu.
Şatim
(Şetm. den) Küfreden, söğüp sayan.
Şatir
Irak, uzak, baid. * Garip, yalnız, kimsesiz.
Şatr
Taraf, cihet, yön.
Şatrenc
Satranç oyunu.
Şatt
Irmak kenarı.
Şa'va'
Perâkende, dağınık. * Dağıtmak.
şavk
ışık, parıltı.
Şavk
Işık, parıltı. * Şevk.
Şavt
(C.: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması. * Bir tur. * İşin bir kısmı. * Sesin gidebileceği mesafe.
Şayan
f. Münasib, lâyık, yaraşır.
şâyân
yaraşır, uygun, layık.
Şayan-ı hayret
Şaşmağa değer. Hayret edip şaşılacak şey.
Şayan-ı ihticac
Delil ve isbatın makbuliyeti.
2739
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şayan-ı istima'
Dinlenilmesi iyi ve münasib olan, dinlenmeğe lâyık.
Şayan-ı senaâ
Sena edip övmeğe lâyık olan.
Şayan-ı temaşa
f. Görülmeğe değer olan.
Şayanter
f. Daha lâyık, çok lâyık. Elyak.
Şayeste
f. Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. * Nümune.
şâyeste
uygun, lâyık.
Şayestegî
f. Uygunluk, liyâkat.
Şayet
"f. (""Lâyık, yaraşır, şâyân"" mânâsına gelen ""Şâyesten"" mastarından) Şart veya ihtimal gösterir: ""Eğer, belki, olur ki"" gibi."
şâyet
eğer, olur ki.
Şaygan
f. Uygun, lâyık, münâsib, sezâ. * Bol, çok, mebzul.
Şayganî
f. Çokluk, bolluk, mebzuliyet. * Münasiblik, lâyıklık, uygunluk.
Şayık
Nefsi bir şeye yönelen.
Şayi'
(Şüyu'. dan) Duyulmuş, işitilmiş, şüyu' bulmuş, herkesçe bilinmiş. * Ortaklar arasında taksim olunmamış müşterek hisse.
Şayia
(Şuyu'. dan) Yayılmış haber, mütevatir. Söylenti.
şâyia
söylenti, yayılma, duyulma.
Şayib(e)
(C.: Şevâyib) Ayıp. Noksan. * Pis, murdar. * Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse.
Şayife
Dişleri fazla olan kimse. (Müe: şefvâ)
Şayk
Dağ, cebel.
Şaz
(Bak: şazz)
şâz
kaide dışı, istisna.
Şazelî
(Ebu Hasan Şazelî) Nureddin Ebu Hasan-ı Şazelî de denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus'lu olup Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır.
2740
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur. Hicri 654 yılında Mekke-i Mükerreme'ye giderken sahrada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh) Şâzelî
Şazeliye tarikatını kuran büyük velî, bu tarikattan olan.
Şazib
Vatanından başka bir tarafa giden kimse.
Şaziyye
(C.: Şezâyâ) Kavis, yay. * Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça. * Kırılan kemikten meydana gelen parçalar. * İncik kemiği.
Şazz
(Şâzze) Kaide hârici olan. Umumi nizamdan ayrılmış olan, müstesna bulunan.
Şea'
Dağılıp parçalanmak.
Şeabib
(Şü'bub. C.) (Bak: Şü'bub)
Şeaf
Hırs. * Mübâlağa. * Kalbin aşktan yanması.
Şeafe
(C.: Şüuf-Şiâf-Şeafât) Dağ başı. * Her nesnenin âlâsı ve üstü.
Şeair
"(Şiâr. C.) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslâmiye denir. Bütün müslümanlarla alâkalı mes'eleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.(Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapmasiyle o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemâat mes'ul olur. L.)(Nasıl ""Hukuk-u Şahsiye"" ve bir nevi ""Hukukullah"" sayılan ""Hukuk-u Umumiye"" nâmiyle iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesâil-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara ""Şeair-i İslâmiye"" tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası
2741
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olmazsa; onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi, Asr-ı Saâdetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslam'ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeğe çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hatâya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!.. M.)" şeâir
islâmî alâmetler, semboller, âdetler.
Şeal
Davar kuyruğunun beyazlığı.
Şeamat
(Şeâmet. C.) Uğursuzluklar, şeâmetler.
Şeamet
Uğursuzluk, kötülük, bedbahtlık.
şeâmet
uğursuzluk, kötülük.
Şeanla'
Uzun, tavil.
Şearir
Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez. * Her yöne dağılmak.
Şeas
Toz. * Tozlu olmak. * Yayılmak, münteşir olmak. * Dirilmek.
Şeayir
(Şâire. C.) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu.
Şeb
f. Gece, karanlık.
şeb
gece.
Şebaat
Dolgunluk, tokluk.
Şebab
(Şebibe) Gençlik. * Yiğit, civan. * Gençler.
şebab
genç.
Şebabane
f. Genç ve yiğit olarak. Genç gibi, yiğitçesine.
şebabet
gençlik.
şebabiyet
gençlik, tazelik.
2742
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şebabiyet
Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık.
Şebah
(C.: Eşbâh) Cüsse, cisim, ceset. Şahıs. Karaltı.
Şebahet
Benzeme, benzeyiş.
Şebak
Şehvet galip olup cimaa çok hırslı olmak. * Koyu karanlık.
Şebaket
Kafes veya ağ gibi örülme.
Şebam
Anasını emmesin diye kuzu ve oğlak ağzına takılan ağaç ağızlık. * Araptan bir kabile.
Şebaman
Paça bağı.
Şeban
(şeb. C.) f. Geceler.
Şeb'an
Karnı doymuş, tok. * Emin.
Şebane
f. Geceye ait. Gece ile alâkalı. Gece vakti olan. Gecelik.
Şebangah
f. Gece vakti, geceleyin. * Gecelenecek yer.
Şebanruz
"f. 24 saatlik zaman. ""Gece gündüz""."
Şebat
(C.: şebâ-şebevât) Tezlik, çabukluk. * Cihet, yön, taraf.
Şebb
Meşhur taş. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak.
Şebbake
(C.: şebâbik) Birbirine girmiş nesne.
Şebbe
Genç kadın.
Şebe
Bakırla çinko madeninden yapılan pirinç. * Benzeme, müşabehet.
Şebeb
Üç yaşına girip dişleri tamamlanmış olan sığır.
Şebec
Ovanın ve sahranın bir miktarı.
Şebefruz
(Şeb-efruz) f. Gece vakti ışık veren. Geceyi aydınlatan.
Şebeh
(Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey. * Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni.
Şebeke (şebike)
Balık ağı. * Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Kafes şeklinde olan yer. * Hüviyet sureti. * Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı. * Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular.
2743
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şebeke
örgülenmiş, örgüt.
Şebem
Soğukluk.
Şebengiz
(Şeb-engiz) f. Yarasa kuşu.
Şebet
(Bak: şâbet)
Şebgerd
(şeb-gerd) f. Gece dolaşan kol. Bekçi. * Ay, kamer.
Şebgir
(Şeb-gir) f. Geceleyin uyumayan. * Sabah vakti. * Gece giden kervan.
Şebgun
"f. ""Gece renkli"" Kara, siyah."
Şebh
Süt sağarken çıkan ses.
Şebhan
f. Geceleyin öten bir cins bülbül.
Şebhiz
(C.: Şebhizân) f. Geceleri uyanıp kalkarak iş gören.
Şebhun
(Şeb-hun) f. Gece baskını.
Şeb-i arus
Düğün gecesi. * Mc: Mevlana'nın vefat ettiği gece.
Şeb-i firkat
f. Ayrılık gecesi, firkat karanlığı.
Şeb-i hicran
Ayrılıkla geçirilen gece. Hicran gecesi.
Şeb-i yelda
f. En uzun gece.
Şebib
Bıçak üstüne sürçmek.
Şebibe
Gençlik. Yiğitlik.
Şebih
(Şibh. den) Benzer, benzeyen, mümasil, nazir.
şebih
benzer.
Şebihun
f. Gece baskını. Şebhun.
Şebike
f. Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Balık ağı. * Batı taraflarında Arapların kullandıkları hasırdan örülmüş bir cins başlık. (Bak: Şebeke)
Şebistan
f. Yatak odası. * Harem dairesi. * Gece ibadetine mahsus oda.
Şebit
Bahadır, kahraman, yiğit.
Şebk
Karıştırmak.
2744
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şebnem
çiy, nem.
Şebnem
f. Çiğ. Rutubet. Gece nemi. Neda.
şebnemmisâl
çiy gibi.
Şebpere
f. Yarasa.
Şebperest
(Şeb-perest) f. Geceye ve rü'yaya ve uykuya fazla kıymet veren.
Şebr
Karışlamak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Ücret. * Kira.
Şebreng
"f. ""Gece renginde olan"" Siyah, kara."
Şebrev
(Şeb-rev) f. Gece giden. Karanlıkta yürüyen. Gece yolculuğu eden.
Şebtab
(Şeb-tâb) f. Ateş böceği.
Şebur
Boru.
Şebzindedar
(Şeb-zindedâr) f. Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. * Gece bekçisi. * Geceleri uyumayıp ibadet eden.
Şecaat
Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesidir. (Şecaatli bir kimse hak için canını fedâ eder. Vazifesi olmayan işe karışmaz. İ.İ.)
şecâat
yiğitlik, öfke duygusunun normal derecesi.
Şecb
Helak etmek, mahvetmek. * Kederlenmek, tasalı olmak.
Şecc
Baş yarma ve yarılma. * Geminin, denizi yararak yol alması.
Şeccat
(şecce. C.) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar.
Şecce
Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara.
Şecea
Küt ve kötürüm kimseler.
Şeceb
Hüzün ve gussalı olma.
Şecen
(C.: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol. * Hâcet, ihtiyaç. * Keder, hüzün.
şecer
ağaç.
Şecer(e)
Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
Şecerât
(şecere. C.) şecereler.
2745
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şecere
ağaç, soy ağacı.
Şecere-i maklu'
Sökülmüş ağaç.
Şecere-i tubaâ
Cennet'teki saadet ağacı, dalları aşağıda ve kökü yukarıda olan Tuba ağacı.
Şecere-i yaktîn
Yaktîn ağacı. Kabak kökeni.
Şecere-i zakkum
(Bak: Zakkum)
Şeceristan
f. Orman, ağaçlık yer, koruluk.
Şeci'
Kahraman. Yiğit. Şecaatli.
şecî
yiğit, kahraman.
Şecib
Helâk olan, mahvolan.
Şecir
Küçük ve kısa ağaç.
Şecn
(C.: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol.
Şecr
İki çenenin arası. * Harcamak, sarfetmek. * Tarh etmek, kovmak.
Şecra'
Meşelik.
Şecv
Gam, gussa. Keder. * Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek.
Şecze
Zayıf yağan yağmur.
Şedaid
(Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler.
şedâid
şiddetliler, şiddetli belâlar.
Şedak
Ağızın her iki yanının geniş olması.
Şedaka
Çok konuşan kadın.
Şedar
Sözü şiir ile kesme. * Hayvan bağlanan yer.
Şedd
Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma. * Tasvir.
Şeddâd
Ad kavminin ulu önderi olan ünlü bir kâfir.
Şeddad
Kâfir. * Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu
2746
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir. (Bak: Enaniyet) Şeddadane
f. şeddad gibi, ona benzer surette, zâlimce.
Şeddadî
Çok büyük ve sağlam yapı.
şedde
harfi iki kere okutan işaret.
Şedde
Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret. ( $ ) * Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak.
Şedd-i nitak-ı himmet Himmet kuşağını kuşanma. İşe ciddi, gayretle sarılma. Şedd-i rihal
Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama. * Yolculuğa çıkma.
Şede
Çok hırslı olmak.
Şedef
(C.: Şüduf) Her nesnenin şahsı.
Şedh
Tembel olmak.
şedîd
şiddetli.
Şedid(e)
Sert, sıkı, şiddetli. * Musibet, belâ. * Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali.
şedîdâne
şiddetlice.
Şedide-i mechure
Elif, cim, dal, tı, ba harfleridir. Bunların zıddı: Rehavet (rahvet) ile Beyniye sıfatıdır.
Şedide-i mehmuse
Kaf ve tâ harfleri.
Şedid-ül mihal
Şiddetli kuvvet. Ağır ve şiddetli azab.
Şedid-üş şekime
"Şedid-ün nefs; yani başkasına boyun eğmekten çekinen ve kibirlenen."
Şedkam
Geniş, vâsi.
Şedv
"Irlamak; teganni ve terennüm."
2747
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şef
çift, baş.
Şef'
Çift. * Kurban bayramı günü. * Namazların her iki rek'atı demektir. Dört rek'atlı bir namazın evvelki iki rek'atında Şef'-i evvel, diğer iki rek'atına da Şef'-i Sâni denilir. Üç rek'atlı namazın üçüncü rek'atı da Şef'i sâni'dendir.
Şefa
Kenar, taraf, uç.
şefâat
af için vasıta olmak.
Şefaat
Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
şefâatçi
af için vesile olan.
Şefaat-ı uzmâ
(Bak: Makam-ı Mahmud)
Şefaceref
(Şefâcürf) Yar üstü. Uçurum kenarı.
Şefafet
Şeffaflık, saydamlık, şeffaf olma.
Şefak
Korku, havf.
Şefakat
Şefkat, acıyarak şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek.
Şefakat-ı übüvvet
Babalık şefkati.
Şefan
Yağmurlu soğuk rüzgâr.
Şefaric
Bir cins helva.
Şefaşif
Çok susamak.
şefe
dudak.
Şefe
f. Dudak. * Kenar.
Şefeka
Esirgemek, korumak.
2748
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şefellec
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Burun delikleri büyük, dudakları yumru kalın ve sarkık olan adam. * Ferci vasi avret.
Şefetan
İki dudak.
Şefeteyn
İki dudak.
Şefevat
(şefe. C.) Dudaklar. * Kenarlar.
Şefevî
(Şefeviye) Dudağa ait. Dudakla alâkalı.
Şeff
Yünden yapılan çok ince elbise.
Şeffaf
Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.
şeffaf
saydam.
şeffafât
saydam olanlar.
şeffafiyet
saydamlık.
şefî
şefaatçı.
Şefi'
Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden.
Şefif
Soğuktan incinmek. * Soğuk.
şefik
şefkatli.
Şefik(a)
Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli.
Şefikane
f. Merhametlice, acıyarak. Acımak suretiyle. şefkat ederek.
şefikâne
şefkatlice.
Şefi'-ül müznibîn
Günahkârların şefaatçısı Hazret-i Muhammed. (A.S.M.)
Şefi'-ül ümem
Ümmetlerin şefaatçısı Hz. Muhammed (A.S.M.)
şefiülmüznibin
günah işleyenlerin şefaatçısı.
Şefkat
"Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.(Şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münâsebetiyle bütün yavrulara, hattâ ziruhlara şefkatini ihâta eder ve Rahim isminin ihâtasına bir nevi
2749
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey'i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i'lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: ""Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor. "" Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i âzamın bir sahife-i nuranisi olan Güneş'i böyle utandırıyorsun?Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; sâfi ve ivazsızdır... Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir. M.)" şefkat
acıyarak karşılıksız sevme.
şefkaten
şefkatten dolayı, şefkat bakımından.
şefkatkâr
şefkatli.
şefkatkârâne
şefkat edercesine.
şefkatperver
şefkat etmeyi seven.
şefkatperverane
şefkat etmeyi severcesine, severek.
Şefn
Akıllı ve zeyrek kişi.
Şefnin
Irak diyarında ve karga büyüklüğünde olan bir kuş.
Şefşaf
Soğuk yumuşak rüzgâr.
Şefşef
Yaramaz huylu. * Titremek.
Şefşefe
Zayıflatmak. * Hareket ettirmek, depretmek. * Karışmak.
Şeft-alû
f. Yarık erik. Şeftali.
Şegab
Fitne uyandıran.
Şegaf
Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nâzik deri. * Sağ tarafta iyeği kemiği altında olan bir hastalık. * Bir nesneyi çevirip kaplamak.
2750
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şegafdâr
f. Delirtici.
Şegal
f. Çakal.
Şegire
Çuvaldız.
Şeha
f. Ey pâdişah! Ey şâh.
Şehab
(Bak: şihab)
Şehacir
Rahm.
şehâdât
şahitlikler, şehitlikler.
Şehadet
(Bak: şahadet)
şehâdet
şehitlik, şahitlik.
Şehadetnâme
(Bak: şahadetname)
şehâdetnâme
diploma.
şehâmet
akıllıca yiğitlik.
Şehamet
Yağlılık, semizlik, besililik.
Şehametlû
Tar: İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi.
Şehav
Açmak, feth.
Şehazan
Karnı aç olan kimse.
Şehba'
Kır renkte olan şey. * Kır katır, kır at. * Tam teçhizatlı asker birliği. * Pek kıtlık olan sene.
Şehbal
(Bak: şahbal)
Şehbaz
(Bak: şahbaz)
şehbaz
çevik, cesur, beyaz doğan kuşu.
Şehbender
Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi.
Şehbeyt
(Bak: şahbeyt)
şehd
bal.
2751
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şehd
Bal. Gömeç balı, asel.
Şehd-ab
(şehd-âbe) f. Bal şerbeti.
Şehd-amiz
f. Bal gibi tatlı. Balla karışık.
Şehdanec
İncinin irisi ve iyisi. * Kendir otunun tohumu.
Şehdere
Üç ile altı yaş arasında hareket eden oğlan veya kız. * İsrafçı, müsrif. * Karnı büyük kimse.
Şehd-i şehadet
İmanın, şehadetin verdiği saadet, tatlılık ve huzur. Şehadet balı.
Şehd-kâm
f. Tadı damağında kalmış.
şehevânî
şehvetle ilgili.
Şehevat
(şehvet. C.) şehvetler, nefsanî istekler, arzular.
şehevât
şehvetler.
Şehevî
Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait.
şeheviye
şehvetle ilgili olan.
Şehic
Katır sesi. * Kuzgun avazı.
Şehid
"Şâhid olan. * Meşhude. Allah (C.C.) yolunda canını feda eden müslüman. Hak için hayatını feda ederek ölen. Allah'ın rızasına eren. (Naklinde ve gaslinde Rahmet melekleri hazır oldukları için yahut kıyamette ümem-i sâlife hakkında istişhad olunan zevattan olduğu için yahut vefat etmeyip huzur-u İlâhîde hazır ve zinde olduğu için yahut âlem-i mülk ve melekûtu müşahede eylediği için ""Şehid"" denmiştir.) * Şâhidin mübalâğası. * Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. * İlminden asla birşey kaybolmayan, bütün şeyler ilminde hazır olan Allah (C.C.). (Bak: Meratib-i hayat)"
şehîd
şahit olan, Allah için ölen.
Şehik
Hıçkırıkla içini çekme. * Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma. * Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması.
2752
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şehîk
hıçkırıkla karışık iç çekme.
Şehim(e)
(Şehamet. den) Şehametli, kurnaz ve akıllı yiğit.
şehir
büyük yerleşim birimi, kent.
Şehir
Meşhur. Şeref ve şan sahibi. * Alemlerce meşhur, Resul-ü Ekremin (A.S.M.) bir ismi.
şehîr
ünlü, tanınmış.
Şehiy (e)
(Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran.
Şehka
Hıçkırık. Keskin çığlık.
Şehl
Gözün siyahının maviye yakın olması. * Koyun gözü.
şehlâ
elâ göz, tatlı şaşı.
Şehla
Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı. * Mc: Çok güzel.
Şehleb
Uzun boylu.
Şehlevend
f. Boylu boslu, güzel genç.
Şehm
Korku.
Şehname
f. İran Şairi Firdevsî'nin destan şeklindeki eseri. * Büyük hükümdarların kahramanlık mâcerâlarını anlatan büyük manzum eser.
şehnâme
padişahların maceralarını anlatan eser.
Şehnaz
f. Eski Osmanlı müziğinde meşhur bir makam ismi. * Meşhur bir dünya güzelinin ismi. * Çok güzel olan.
şehnâz
ışıldayan, parlayan.
Şehnişin
f. Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon.
Şehniz
Çörek otu.
Şehper
f. Kuş kanadının en uzun tüyü.
şehr
ay, şehir, kent.
Şehr
Ay. 30 günlük zaman. * Bir şeyi izhar etmek. Teşhir etmek.
Şehr-aşub
Şehri karıştıran, kargaşalık yapan.
2753
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şehrâyin
şenlenmiş şehir, şenlik.
Şehreka
(C.: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık.
Şehr-i âyin
(Şehrâyin) f. Şenlik. Büyük hâkimiyet ve kuvvete ait sürur, sevinç, donanma. (İslâmda ilk şehr-i âyin Hz. Peygamber Efendimiz hicret sureti ile Medine'ye vâsıl olunca yapıldı.)
Şehr-i ramazan
Ramazan ayı. Oruç ayı.
Şehr-i savm
Oruç ayı olan mübarek Ramazan.
Şehr-i sıyam
Oruç ayı, Ramazan.
şehrî
ay ile ilgili, aylık.
Şehri
f. Şehirli. * İstanbul'lu, İstanbul'da doğup büyüme. * Mc: Kibar, ince.
Şehristan
f. Büyük şehir.
şehristân
memleket.
Şehriyar
f. Hükümdar, padişah. * En iktidarlı.
şehriyâr
hükümdar, padişah.
Şehriyye
Çok yaşamış pir. Çok yaşlı, ihtiyar.
Şehrud
f. Büyük ırmak. Nehir.
Şehr-ül haram
Haram ayları. (Bak: Eşhür-ül hurum)
Şehşeh
Karışmak.
Şehvanî
şehvetle ilgili, şehvete ait. * şehvete çok düşkün olan kimse.
şehvânî
şehvetle ilgili.
Şehvet
"Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: ""Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı gibisin."""
şehvet
nefsin arzusu, cinsî istek.
2754
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şehvet-engiz
f. Şehvet uyandıran. Kuvve-yi şeheviyeyi tahrik eden.
şehvetengiz
şehvet uyandıran.
Şehvet-perest
f. Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan.
Şehzade
(Bak: şahzade)
Şehzare
Fâhiş nesne.
Şeîle
(C.: Şâil-Şeâyil) Ucu yanmış fitil.
şek
şüphe.
Şeka'
şikâyet.
Şekab
Çukur yer.
Şekah
Yakınlık.
Şekahteb
İki boynuzlu koç.
Şekakıl
Bir Hind ağacının dalları.
Şekavet
Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.
şekâvet
sıkıntı, azap, işkence.
Şekaya
şikâyetler. Memnuniyetsizlikler.
Şekaz
Gitmek. * Uzaklık. * Bir adamın gözünün çok değer olması.
Şekd (şükd)
Atâ ve ihsan etmek. Hediye vermek.
Şeker
f. şeker.
Şeker(e)
Davarın sütü çok olmak. * Dolmak.
Şeker-ab
f. İki dost arasındaki kırgınlık, aradaki soğukluk.
Şekergüftar
f. Sözü şeker gibi tatlı.
Şekergüzar
(Şeker-güzâr) f. İyilik bilen, teşekkür eden.
Şekerhab
f. Otururken gelen tatlı uyku.
Şekeristan
f. Şeker kamışı tarlası.
2755
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şekerpare
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. * Bir nakış çeşiti. * Bir cins tatlı.
Şekerriz
f. Pek tatlı, şeker saçan. * Sevinçten dolayı gelen gözyaşı.şEKEVAT : (şekve. C.) şikâyetler.
Şekib
Sabır, tahammül.
Şekiba
f. Sabırlı, tahammüllü, mütehammil.
Şekil
(Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül. * Şebih ve misil. * Hey'et. * Suret. Surette benzerlik. * Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey. * Muhtelif, müşkil işlerin her biri. * Birşeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti. * Geo: Bir veya daha fazla hudut vasıtasiyle mahdut ve mahsur olan şey. * Edb: Aruz ıstılahında mısraların sayısına ve kafiyelerin sırasına göre ortaya çıkan şekil. * Gr: Yazıya nokta, hareke ve i'rab koymak.
şekil
biçim.
Şekim(et)
(C.: Şekâim) Mukavemet, dayanma. Sebat. * Dizgin, gem. * Kazan ve çömlek kulpu.
Şekir
Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar. * Fercte olan kıllar.
Şekire
Sütü çok olan davar.
Şekk
(C.: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek. * Lüzum. * Yarmak. * Yapışmak.
Şekkerîn
f. Şekerli, tatlı.
Şekk-i küfrî
Küfürdeki şüphe. Kâfire ait şek.
Şekl
(Bak: şekil)
şekl
şekil, biçim.
Şekla'
Beyaz dişi koyun. * Hâcet, ihtiyaç.
Şeklen
Şekilce. Şekil bakımından.
2756
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şeklî
Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair.
Şekm
Sertlik. * Güç. Kuvvet.
Şeks
Ahlâksız, yaramaz kimse.
Şekt
Bedel etmek, karşılık vermek.
Şekub
Ruşen olmak, parlamak.
Şekufe
(Bak: şükufe)
şekûr
çok şükreden.
Şekur
Çok şükreden. Allahın (C.C.) lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren. Az şükredene dahi çok nimet veren Allah (C.C.). (Bak: şükr)
Şekva
Şikâyet, âciz kaldığını ve zayıflığını haber vermek. * Su kabının ağzını açmak.
şekvâ
şikâyet, sızlanma.
şekvânâme
şikâyet mektubu, yazısı.
Şekve
Şikâyet etmek. * Siyahça oğlak derisi.
Şela'la'
Uzun boylu kişi.
Şelalat
(Şelâle. C.) Büyük çağlayanlar, şelâleler.
Şelale
Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması.
şelâle
çağlayan.
Şelcem
(C.: şelâcim) şalgam.
Şelel
Bir eli tutmaz olmak. * Bir nesneyi seyrek dikmek. * Ovmakla gitmeyen leke.
Şelil
(C.: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas. * Çok sulu dere ortası. * Kısa gömlek.
Şelim
Şam yakınında bir beyt-i mukaddes.
Şell
Seyrek seyrek dikmek. * Çolak. * Çolaklık. Kolun eğri oluşu.
2757
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şelşele
Dökmek. * Su damlatmak.
Şelvar
f. şalvar.
şem
mum, ışık.
Şem'
Mum, ışık.
şemâ
ışık, çıra.
Şem'a
Işık, çıra. Nur. * Muma batmış fitil.
Şema'
Yüce, yüksek, ulu âli.
Şemahter
Kötü, menhus.
Şemail
(Şimal. C.) Huylar, ahlâklar, tabiatlar.
Şemaim
(Şemime. C.) Güzel kokular.
Şemak
Neşat, sevinç. Ferah.
Şemakmak
Uzun, tavil. * şâd ve neşeli kimse.
Şemal
(C.: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel. * Ahlâk. * Kılıç.
Şema'ma'
Küçük başlı. * Aceleci kişi.
Şemarih
(Şimrâh. C.) Dağ tepeleri. * Hurma veya üzüm salkımları.
Şemate
Destenik çiçeği. * Düşmana belâ, gam ve tasa geldiğinde şâd olup sevinmek.
şemâtet
başkasının başına gelene sevinmek.
Şematet
Kuru gürültü. şamata.
şemâtetkârâne
başkasının başına gelene sevinircesine.
Şematetkârane
f. Kuru gürültü yapmak suretiyle, arsızca, gürültü ile bağırmak.
Şemayil
Ahlâk.
Şemc
Şey mânasına gelen bir isim. * Bir nesneyi seyrek dikmek.
Şem'dan
f. şamdan.
Şemel
Perâkendelik, dağınıklık. * Toplanmak, cem'olmak. * Az nesne.
2758
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şemerdel
Uzun boyunlu, seri davar.
Şemet
Saçın akı karasına karışmak.
Şemh
Uzak niyet ve kasıt. * Tekebbür etmek, kibirlenmek.
Şemhar
Büyümek. Uzamak.
Şem'-i asel
Bal mumu.
Şem'-i ilâhî
İlâhî ışık, İlâhî nur. Kur'an hakikatları.
Şemille (şemlâl-şemlil)Yeyni, hafif. Şemim
Koku. Hoş koku.
Şemime
(C.: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha.
Şemim-i cibal
Dağların güzel kokusu.
Şemire
Hızlı yürüyen deve.
Şemirr
Katı, şiddetli, şedid.
Şemit
Karışık.
Şemizer
Hızlı yürüyen deve.
Şeml
Az şey. Perâkendelik. * Örtmek, bürünmek, toplanmak. * Topluluk, cemaat, insan yığını.
Şemlak
Yaşlı, pir, ihtiyar.
Şemle
(C.: şümül) Kilim. * Az miktar su.
şemm
koklamak.
Şemm
Koku hissetmek, koklamak.
Şemmam
Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun.
Şemme
Bir defa koklamak. * En küçük mikdar.
şemme
koklama.
Şemmus
Yavuz tosun at.
Şemr
Yürürken sallanmak.
Şems
Güneş, âfitab.
2759
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şems
güneş.
Şems-abad
f. Güneşi bol yer. Günlük güneşlik yer.
Şemseddin
(Şems-üd din) Dinin güneşi. * Erkek adıdır.
Şems-i ezelî
Vâcib-ül-vücud ve ebediyyen var olan, her şeyi nurlandıran Allah (C.C.) hakkında teşbihen söylenen bir tabirdir.
Şems-i hidayet
Hidayet güneşi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
Şemsî
Güneşe ait. Güneşle alâkalı.
Şems-pare
f. Güneş parçası. * Mc: Çok parlak.
Şems-üş şümus
Güneşlerin güneşi. En büyük güneş. Çok seyyarelerin, etrafında döndüğü en büyük bir yıldız.(...Hem şemse, kendi mihveri üstünde câzibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile sâniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsüş-Şümus cânibine sevketmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. S.)
şemsüşşümûs
güneşlerin güneşi.
Şemşelik
Derisi ve âzâsı sarkık ve sülpük olan kadın. * Seri yürüyüşlü kadın.
Şemşem
Ağaç üstünde kalan azıcık hurma.
Şemşir
f. Kılıç.
Şemşir-baz
f. İyi kılıç kullanan, kılıç oynatan. * Kılıçla ustalık gösteren.
Şemşir-bedest
f. Elinde kılıç tutan.
Şemşir-ger
(C.: Şemşirgerân) f. Kılıççı.
Şemşir-i zulm
Zulüm kılıcı.
Şemşir-zen
f. Kılıç çeken, kılıçla vuran.
2760
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şemta
kocakarı.
Şemta
Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze. * Akı karasına karışmış saç.
Şemtit
Perakende, dağınık, müteferrik.
Şemu'
Gülen, oynayan. Gülücü, oynayıcı.
Şemul
Sâfi halis şarap. * Kıble mukabilinden esen rüzgar.
Şem'un
Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek şehid edilmiştir. Hristiyan âlemine büyük hizmeti vardır. Esas adı, Şem'un-us Safâ'dır.
Şen' (şın')
Buğz ve adâvet etmek. Kin bağlamak. Düşmanlık yapmak.
Şen
f. Naz, eda, cilve. * Göze ve gönüle hoş görünen hal. * Bayındır, ma'mur. * Sevinçli, ferahlı.
şên
iş, hâl, tavır, hâdise.
Şe'n
İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal. * Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi. * Fls: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri.(Hakkın şe'ni ittifaktır, faziletin şe'ni tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe'ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni saadet-i dâreyndir. S.)
Şenaat
Fenâlık, kötülük, alçaklık. * Cenab-ı Hakk'ın emrine muhalif hareket.
şenâat
kötülük, alçaklık.
Şenak
Devenin yularını çekmek. * Çok yemekten mide dolmak. * Yaralamaktan dolayı alınan az diyet.
Şenan
Buğz, adâvet, kin, düşmanlık.
2761
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şenar
Büyük utanç, ayıp.
Şenayi'
(Şenia. C.) Çok günahlı hareketler. Kötü işler.
Şenbih
f. Gün. * Cumartesi günü.
Şenc
Hıçkırık tutmak.
Şencar
Eşek marulu adı verilen bir cins ot.
Şeneb
Dişlerin keskin olması. * Parlamak, ruşen olmak.
Şenec
Derinin buruşması.
Şenef
Buğz. * Kibir.
Şenes
Galiz. Kaba.
Şenf
(C.: Şünuf) Salkım küpe.
Şeng
f. Neşeli, kıvrak. * Haydut, şaki, eşkiya.
Şengare(t)
Kötü huyluluk.
Şeni'
(Şeni'a) Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş.
şenî
kötü.
Şenn
(C.: Şinân) Eski kırba. * Araptan bir kabile. * Dağılıp perâkende olmak.
Şennar
(C.: Şenâir) Ayıp. Utanç. Kötülük.
Şenşene
Usul. Âdet.
Şenun
Aç. Ne zayıf, ne semiz olan deve.
şer'
dinî kanunlar.
Şer'
Emir ve nehy gibi hükümleri vaz' etmek. * Bir işe başlamak. * Dalmak. * Girmek. * Zâhir etmek, göstermek. * Cenab-ı Hakk'ın emri. Âyet, hadis, icma-i ümmetle ve kıyas-ı fukaha ile sâbit olan dinin temelleri, şeriat. (Bak: Şeriat)
şer
kötülük, kötü.
Şer'ab
Uzun. * Uzununa kesmek. Uzunlamasına yarmak.
2762
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şerafeddin
(Aslı: Şerefüd din'dir) Dinin şerefi.
şerâfet
şereflilik.
Şerafet
Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti.
Şeraif
(Şerife. C.) Mutlular, kutlu kimseler.
Şerait
(Şart. C.) Şartlar.
şerâit
şartlar.
Şeraket
Şeriklik, ortaklık. * Arkadaşlık, refâkat.
şerân
şeriata göre, dinî kanunlar bakımından.
Şer'an
şeriatça, şeriata göre. Kanunca, kanuna göre.
Şerar
"""Şerir"" den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir. * İnsanın yüzüne çarpan ses."
şerârât
kıvılcımlar.
Şerarat
Şerareler, kıvılcımlar.
Şerarat-ı neyyirane
f. Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. * Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık.
Şerare
(Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.
şerâre
kıvılcım.
Şerarefigen
f. Kıvılcım saçan.
Şeraret
Şerlilik, kötülük, fenalık. * Kıvılcım.
şerâret
şerlilik, kötülük.
Şeraset
Huysuzluk, geçimsizlik. Titizlik.
Şeraşir
Nefis. * Beden, vücut, ceset. * Ağırlık.
Şerat
(C.: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân. * Bir şeyin en bayağı ve âdisi.
2763
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şerâyi
şeriatlar, ilâhî emirler.
Şerayi'
Şeriatlar. Cenâb-ı Hakkın hükümleri, emirleri, kanunları.
Şerayin
(Şeryân ve Şiryân. C.) Nabız damarları, atar damarlar.
şerâyin
atardamar.
Şerayin-i sübatiyye
Boynun iki tarafında olup kalbden gelen ve kafaya çıkan iki kalın atar damar. (O.L.)
Şeraze
Katı kurumak.
Şerazim
(Şirzime. C.) Küçük ve az olan topluluklar. Küçük cemaatler.
Şerbe
Bir içim su.
Şerbin
Katran ağacı.
Şerc
Kıç, dübür. * Cem'etmek, toplamak. Birbiri üstüne yığmak. * Fırka. * Nev, cins.
Şerca'
Uzun tavil. * Taht. * Cenaze.
Şerce
Dağdan aşağı sahraya inen akıcı su.
Şerceb
Uzun, tavil.
Şercele
Yemiş kabı.
Şercem
(C.: şerâcim) şalgam.
Şerda
Benzemek. Misil.
Şere
Yemeğe karşı çok hırslı.
Şerebe
(C.: Şireb-Şerebât) Ağaç dibine su toplanması için yapılan havuz.
Şerec
(C.: Şüruc) Donyağı.
şeref
yücelik, büyüklük, değer.
Şeref
Yükseklik, yücelik. Büyüklük. * İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma. * Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma. * İftihâr, övünme.
2764
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şeref-bahş
f. şereflendiren. şeref veren.
şerefbahş
şeref veren.
şerefe
minarenin ezan okunan yeri.
Şerefe
Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı.
Şeref-efza
f. Şeref artıran.
Şeref-pezir
f. Şeref ve itibar bulan.
Şeref-resan
Şeref ulaştıran, şeref eriştiren.
Şeref-riz
f. Şeref veren.
şerefşiar
şerefli.
Şeref-varid
f. Şerefle gelen.
Şeref-yab
f. şeref bulan, şeref kazanan.
şerefyâb
şereflenen.
Şeref-zahir
f. Şerefle çıkan.
Şereh
Tamahkârlık, açgözlülük, şiddetli hırs.
Şereke
(c.: Şerek-Eşrâk) Ağ, tuzak. * Ulu yol, büyük yol. * Yol ortası. (Bu mânaya. C.: Şürek)
Şerekrak (şerakruk)
Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş.
Şerem-sar
f. (Şerm-sâr) Utanan, utanmış, sıkılgan.
Şereng
f. Zehir.
Şerer
(Şerare ve Şerere. C.) Kıvılcımlar.
Şerere
(C.: Şirer-Şirâr) Ateş kıvılcımı.
Şererfeşan
f. Kıvılcım saçan.
Şerernâk
f. Kıvılcım saçan.
Şeres
Elin yarılması. * Kaba ve galiz olmak.
Şeret
(C.: Eşrât) Alâmet. İşaret, belirti.
2765
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şeretiyy
(C.: Şurut-Şuratâ) Çeri başı. * Pazar başı.
şerh
açıklama.
Şerh
Açma, genişletme. * Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. * Bir şeyi dilim dilim kesme. * Bollaştırma. * Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme. * Açıklanmış yazı, risale.
Şerha
Dilim. Kesilip dilimlenmiş şey. parça.
Şerhan
Çok tamahkâr, ziyade hırs sâhibi, açgözlü, haris.
Şer'-i enver
En nurlu kanun ve nizam. En ziyade saadete, selâmete, emniyete vesile olan şeriat.
Şer'-i islâm
İslâm şeriatı. İslâmî hükümlere, itikadlara tam uygun kanun.
Şer'î takvim
(Bak: Takvim-i Arabî)
Şer'î
Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'.
şerî
şeriatla ilgili, dinî.
Şeriat
"Doğru yol. Hak din yolu. * Büyük ve geniş cadde. * Nur, aydınlık, ışık. * Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C.) tarafından Peygamber Aleyhisselâm vâsıtasiyle vaz' ve tebliğ olunan hükümleri hâvi İlâhî kanunların hey'et-i mecmuası. Şeriat, aynı zamanda din mânâsına müsta'meldir ki, ahkâm-ı asliye denen itikadiyâtı ve ahkâm-ı fer'iye denen ibadet, ahlâk ve muâmelât yâni, İslâm Hukukunu ihtivâ etmektedir... (Bak: Hukuk)(Şeriat; insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hulâsasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. İ.İ.)(Şeriat ikidir. Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef'âl ve ahvâlini tanzim eden ve sıfât-ı kelâmdan gelen
2766
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bildiğimiz şeriattır. İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-i kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. H.)(""Şir'a, Şeria, Meşrea""; lügatta bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için Allah Teâlâ'nın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiâre ıtlak edilmiştir ki, din demektir.) (E.T.)(Şeriat, din lisânında; Cenâb-ı Hakkın, kulları için vazetmiş olduğu, dini, dünyevi ahkâmın heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat: Din ile müradif olup, hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkâm-ı fer'iye-i ameliye denilen ibadet, ahlâk ve muâmelâtı ihtiva eder.Şeriat, umumi mânasına nazaran bir Peygamber-i Zişân tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlâhi demektir. Ahkâm-ı Şer'iye denilince, bundan kanun-u İlâhi hükümleri mânasını anlamak lâzımdır. Ve bununla asıl Kur'ana, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kasdedilmiş olur. Ist. F.K.)(Devlet ve uyruk, siyasetin ve siyasi olan hükümlerin icabına göre idare olunur ise, bu da yerilmiş olur. Çünkü Allah'ın nurundan ibaret olan şeriat hükümleri ihmâl edilmiş oluyor. Beşerin bütün işi, gerek devlet işi ve gerek başka işler olsun iyiliği ve kötülüğü âhirette kendisine aittir. Yani iyi ise ecirli ve sevaplıdır, kötü ise cezaya çarptırılır. Allah Elçisi (A.S.M.): ""Ancak dünyadaki iyi ve kötü bütün amelleriniz âhirette kendinize reddedilir. Yani hayır ise ecir ve sevap kazanır, kötü ise cezaya çarptırılırsınız!"" der. Siyasi hükümlerde ise ancak dünyevi fayda ve maslahatlar gözönünde bulundurulur. Siyasi kanunları koyanlar, ancak dünya hayatının dış görünüşünü görür ve bilirler.
2767
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şari'in maksadı ise, insanların âhiret saâdetidir. İşte bundan dolayı, bütün insanların gerek dünyevi ve gerek âhiret işlerinde şeriatlara uygun olarak görmeye sevketmek vâcibdir. Bu vazife, kendilerine şeriat indirilmiş olan peygamberlere, onlardan sonra onların yerine geçenlere (devlet başkanlarına) yükletilmelidir... Siyasetçi demek, akli delil ve hükümlere dayanarak dünya maslahat ve faidelerini elde eden, zarar ve ziyanları defetmeye sevk eden insan demektir. Halifelik ise, umumiyetle âhiret fayda ve maslahatlarını gözönünde bulundurarak şeriat ile iş görmeğe sevkeder. Şari'a göre, dünya iş ve amellerinin hepsi de (sonucu bakımından) âhirete râcidir. Halifelik ise, dini korumak ve dünya siyasetini dine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine nâiblik etmek demektir.) (Mukaddime, İbn-i Haldun, ci: 1, sh: 508-509-510, 1954, İstanbul Maarif Basımevi)" şerîat
din, ilâhî kanunlar, Allahın emirleri ve yasakları.
Şeriat-ı fıtriye
Cenab-ı Hakk'ın kâinatta vaz'ettiği fıtrî kanunlar. Âlemin harekât ve sükûnetini tanzim eden ve Allahın irade sıfatından gelen kanunlar.
Şeriat-ı garrâ
Parlak ve nurlu şeriat. İslâmiyet.
şerîatıfıtrîye
Allahın tabiata koyduğu kanunlar.
Şerib
Yabancı kimse ile oturup şarap içen. * Davarını yabancı kimsenin davarıyla birlikte sulamak.
şerid
şerit, zincir.
Şeride
Kavun dilimi.
şerîf
şerefli.
Şerif(e)
Şerefli, mübarek. * Peygamber neslinden ve Hazret-i Hüseyin soyundan olup İslâmiyete tam sadâkatla bağlı temiz kimse. (Bak: Sâdât)
2768
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şerîfeyn
şerefli iki şey, Mekke ve Medine.
Şeriha
(C.: Şerâih) Vücuttan kopmayarak ayrılmış olan et parçası. * Et dilimi.
şerik
ortak, rakip.
Şerik
Ortak. * Arkadaş.
Şerik-i cürm
Huk: Suç ortağı.
şerir
şerli, kötü.
Şerir(e)
Şerli. Şer işleyen. Kötülük yapan. Kötü.
Şeris
Eski nalin.
Şerit
Hurma yaprağından yapılan urgan.
Şeriyy
İyi, kıymetli at.
Şer'iyye(t)
Şeriata uygun olma. Kanun ve nizamlara muvafık bulunma.
Şerka'
Kulağı uzunlamasına yarık olan koyun.
Şerm (şirm)
f. Utanç. Utanma. Hayâ etme. Hicab etme.
Şerm
Yarmak. * Atâ etmek, hediye vermek.
Şermende
f. Utanmış, mahcub. Utanılacak bir iş yapan.
Şermgin
f. Utangaç. Utanan, hayâ eden.
Şermin
f. Mahcub. Utangaç.
Şermnâk
f. Mahcub. Utangaç.
Şermsâr
f. Utangaç, müstahyi, mahcub.
Şernak
Göz kapağının ağır ve kalın olması. * Ekinin bir mertebe uzun olması.
Şernis
Eli ve ayağı kaba olan.
Şerr ü fesad
Kötülük ve bozukluk. şer ve fesat.
Şerr
Kötü iş, kötülük. Fenâlık. * Kavga. * Allaha isyan, emirlerine uymama, muhalif hareket etme. * Fenâ adam, fenâlık yapan adam, kötü adam. * Daha kötü, en kötü.
2769
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şerrede
"""Ayırdı"" mânâsına ""Teşrid""den mâzi fiili. (Bak: Teşrid)"
Şerr-i mahz
Sırf şer. Hiç hayır ciheti olmayan şer ve musibet.
şerriyet
kötülük.
Şerr-ün nâs
İnsanların en kötüsü, en zararlısı.
Şerşere
Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek. * Yarmak. * Kesmek. * Meta, mal mülk. * Ağırlık. (Bu mânâya C.: Şerâşir)
şerûr
çok şerli, pek kötü.
Şerur
Çok şerli.
Şerval
f. şalvar.
Şervat
Uzun, tavil.
Şerye
Çekirdekten biten hurma ağacı. * Az pahalı nesne.
Şerz
(C.: Şerâriz-Şevâriz) Şiddet. * Zorluk. * Kuvvet. * Kalabalık, galizlik. Kat'etmek, kesmek.
Şerze
f. Kuduruk, kudurmuş.
Şerzime
Küçük insan topluluğu. (Bak: Şirzime)
Şesar
(Şâsır) Geyik buzağısı. (Müe: Şesara)
Şesasa
şiddet. * Yaramazlık. * Sığır üstüne yük vurmak. * Kuru ve sert yer. * Acele.
Şesel
Yoğunluk.
Şesen
Huşunet, haşinlik.
Şesib
Yay.
Şesis
Sütü gitmiş hayvan.
Şess
(C.: şisâs) Boya otu.
Şest
f. Balık oltası. * Okçuların parmaklarına taktıkları yüksük.
Şesu'
Uzak. * Ayakkabısının tasması parçalanmış olan.
Şesus
(C.: Şesâyıs) Sütü az olan deve.
2770
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şeş
altı.
Şeş
f. Altı. 6
Şeş-cihet
f. Altı yön, altı cihet. (Bak: Cihat-ı sitte)
Şeş-ebrar
Altı aded hayır sahibi ki, bunlar: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin'dir (Radıyallahu anhüm).
Şeşhane
f. Namlusunda 6 yivi bulunan tüfek veya top.
Şeş-pa
f. Altı ayaklı.
Şeş-per
f. Altı kanat. * Eski savaş âletlerinden 6 dilimli bir topuz.
Şeşüm
Altıncı, sâdis.
Şet'
Açlıktan veya hastalıktan dolayı acı duymak.
Şetame
Çirkin yüzlü ve yaramaz sözlü olmak.
şetâret
şenlik.
Şetaret
Şenlik. Şatır ve şuh olmak. * Yarım olmak. * Göz ucuyla bakmak. * Hafiflik. (Ağırbaşlılığın zıddı.)
Şetat
Hadden aşırı olmak. * Hakdan uzak. * Zulüm, cevr, yalan, kizb, saçma.
Şeten
(C.: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan. * Uzak olmak. * Sağlam yapmak.
Şeter
Gözün kapaklarının devrik olması. * Bir kale adı.
Şetet
Perişaniyet, dağınıklık, teşettüt.
Şeteviyy
Kışa mensup, kış ile ilgili. * Kış evi. * Kış kaftanı, kışlık elbise. * Kış yağmuru.
Şetibe
Uzununa kesilmiş olan sahtiyan parçası.
Şetim
Küfredilmiş sövülmüş kimse. * Kerih ve kabih olan, çirkin.
Şetime
Sövme, sövüş, sövüp sayma.
Şetit(e)
Dağılmak, müteferrik olmak. Çeşitli.
2771
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şetm
sövme, kötü söz söyleme.
Şetm
Sövmek, azarlamak, küfretmek.
Şetm-i galiz
Edepsizce sövme.
Şetn
Dokumak. Çulhalık.
Şett
Dağınık olmak, târumar etmek, dağıtmak. Başka başka olmak.
Şetta
Çeşitli, başka başka, ayrı ayrı. Çok ve müteferrik olan.
Şettam
(şetm. den) Çok küfreden.
Şette (şetât)
Perâkende olmak, dağılmak.
Şetun
Irak, uzak, baid.
Şetut
Büyük hörgüçlü dişi deve.
Şetutî
Büyük hörgüçlü deve.
Şetva
Mısır'da bir köy.
Şetve
Kış olmak. * Soğuk olmak. * Kıtlık olmak.
Şeub
Ölüm, mevt.
Şev
f. Gece. Leyl.
Şe'v
Geçmek, takaddüm eylemek. * Son, nihayet. * Devenin yuları. * Zembil. * Kuyudan kazıp toprak çıkarmak. Kuyudan çıkan toprak. * Kaygan.
Şeva
Kolay. * Vücut organları. (El, ayak gibi). * Malın kötüsü.
Şevagil
(Şagile. C.) Uğraşmalar, meşguliyetler.
Şevahık
(şahika. C.) Yüksek tepeler, şahikalar.
şevâhık
doruklar.
Şevahid
(Şâhid. C.) Şahitler, şehadet edenler.
şevâhid
şahitler.
Şevahin
(Şahin. C.) Şahinler, doğan kuşları.
Şevai'
(Şâyi'. C.) Yayılmış bulunanlar. Şâyi olanlar.
2772
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şevaib
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Şâibe. C.) Kusurlar, lekeler, noksanlar, ayıplar. * Şüpheler $* Eserler, izler, nişânlar.
Şevair
(Şâire. C.) Kadın şâirler.
Şevakil
(Şâkile. C.) Tarikler, yollar. Mezhebler, tarikatlar, meslekler. Şâkileler.
Şevamih
(Şâmiha. C.) Yüksek yerler, tepeler, yüksekler.
Şevamil
(Şâmile. C.) Şâmil olanlar, içine alanlar, çevreliyenler.
Şevar
Ev esvabı, elbise, libas. * Heyet.
Şevarık
(Şârıka. C.) Nurlar, aydınlıklar. Parlaklıklar.
Şevari'
(Şâri'. C.) Büyük yollar, caddeler.
Şevarib
(Şârib. C.) Bıyıklar.
Şevarid
(Şâride. C.) Dağılmış, dağınık şeyler.
Şevat
(C.: şivâ) Baş derisi.
Şevatî
(Şâti. C.) Kenarlar, kıyılar.
Şevayib
(Şayibe. C.) Şâyibeler, noksanlıklar, ayıplar.
Şevaz (şüvâz)
Tütünsüz ateş.
Şevazî
Dağların dik tepeleri.
Şevazz
(şâzze. C.) Müstesnalar. Kaide hârici olanlar.
Şevb
Karıştırmak. * İçilecek olan şeye katılıp karıştırılan şey.
Şevbec
Oklava.
Şeve
Göz değmesi, nazar değmesi.
Şeveh
(şevh) Kara olmak ve çirkinlik. (Bak: şâhet-il vücuh)
Şeves
Gururdan dolayı göz ucuyla bakma.
Şevh
Kara ve çirkin olmak.
Şevha
Yay yapımında kullanılan ağaç.
Şevheb
(C.: şevahib) Kirpi.
2773
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şevher
f. Erkek eş, koca, zevc.
Şevk u iştiyak
Şevk ve arzu. Şevk ve iştiyak.
Şevk
Diken. * Birinin hiddet ve şevketi görünmek. * Ekin.
şevk
şiddetli istek.
Şevk-âlud
f. şevkli, neşeli, sevinçli, keyifli.
Şevk-âver
f. Neşe veren, neşe getiren, şevklendiren.
Şevk-bahş
f. şevk veren, şevklendiren. * Meşhur bir çeşit lâle.
Şevk-efzâ
f. şevklendiren, neşe artıran.
şevkengiz
isteklendiren.
şevkengizane
isteklendirircesine.
Şevkeran
Baldıran otu.
şevket
heybet, böyüklük.
Şevket
Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat. * Diken. Diken batmak.
Şevketlû
Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir.
Şevk-i tenzilî
Kur'an-ı Kerim'in ilk önceki mânâsıyla Sahabelere verdiği sevgi ve iştiyak. Kur'an-ı Kerim'in tenzil mertebesindeki mânâsının verdiği şevk. İlâhî bir makamdan inmenin verdiği şevk.
Şevkî
Neşe ve şevk ile alâkalı.
Şevkistan
f. Dikenlik.
Şevnir
Çörek otu.
Şevr
Davarı baharda otlamağa bırakmak. * Kovandan bal almak. * Satılığa çıkarmak.
Şevsa
Karın içinde olan yel.
Şevşat
Tez yürüyüşlü dişi deve.
2774
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şevşeb
Karınca.
Şevtab
El silecek bez. El bezi.
Şevval
Arabî ayların onuncusu.
Şevzak
şahin kuşu.
Şevzeb
Uzun, tavil.
Şevzenik
Şahin kuşu.
Şey'
Miktar. * Uzaklık. * Arslan eniği.
şey
nesne.
Şey'an
Uzaktan gören. * İleriyi gören, her şeyin sonunu düşünen.
şeyâtin
şeytanlar.
Şeyatin
Şeytanlar. (Bak: Şeytan)
Şeyb
İhtiyarlık. Yaşlılık. * Saç, sakal ağarması.
Şeyd
Binayı kireçle yapmak.
Şeyda
f. Tutkun. Divane. * Çok sevgiden hâsıl olan hal.
şeydâ
tutkun.
Şeydâi
f. Çok fazla sevgiden hâsıl olan divanelik, şaşkınlık.
Şey'en feşey'en
Yavaş yavaş, azar azar.
Şeyh said hadisesi
5 Şubat 1925'de devrin hükümetine karşı şark aşiret reislerinden Şeyh Said ismindeki zâtın teşebbüs ettiği bir harekettir. Şeyh Said, bu hareketine yardım etmesi için Bediüzzaman Said Nursî'ye mektub yazmış, fakat Bediüzzaman bu teklifi reddetmiş ve cevaben yazdığı mektubda şöyle demiştir:(Türk milleti, asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez. Siz de çekmeyiniz. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir. Tr.) (Bak: Said-i Nursî)
şeyh
pir, tarikat önderi, ihtiyar.
2775
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şeyh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yaşlı adam. * Bir kabilenin ileri geleni. Kabile reisi. * Tarikatta müridlerin reisi. (Bak: Müteşeyyih, Tarikat)
Şeyhan
"(şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir. * Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer'in (R.A.) beraberce bâzı mühim kitaplarda geçen isimleri. * Bazı fıkıh kitablarında, İmam-ı A'zam ile İmam-ı Ebu Yusuf'un ikisine birden verilen isim."
Şeyhem
(C.: şeyâhim) Erkek kirpi.
Şeyheyn
(Bak: şeyhan)
şeyheyn
iki şeyh
Şeyhuhet
(Şihet-Şeyhuhiyet) İhtiyarlık, yaşlılık.
şeyhûhet
ihtiyarlık.
Şeyh-ül hadis
İkiyüz bin Hadis-i Şerifi, rivayet edenleriyle birlikte ezbere bilen büyük hadis âlimi.
Şeyh-ül islam
Osmanlı Devleti zamanında din işlerine bakan ve sadrazamdan sonra gelen en yüksek vazifeli şahıs. Âlimlerin reisi.
şeyhülislâm
Osmanlılarda en büyük din görevlisi.
Şeylem
Sarhoşluk veren ve bazan buğdayların arasında çıkan siyah bir tohum.
Şeym
Çok soğuk su. * Kılıç çıkarmak. * Kınına sokmak.
Şeyn
Kusur, ayıp, noksan, kabahat. Yaramaz şey.
şeyn
kusur.
Şeyt
Helâk olmak, mahvolmak. * Yanmak. * Kaynamak.
Şeytan
"İblis. (Cenab-ı Hakk'ın emrine isyan ettiğinden rahmetinden kovulmuş, şerleri ve muzır şeyleri temsil eder ve ateşten yaratılmıştır. Bütün melekler Cenab-ı Hakk'ın emriyle Hazret-i Âdem'e secde ettiği
2776
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
halde Şeytan: ""O, topraktan yaratılmıştır, ben ateşten yaratıldım. Ben ondan daha kıymetli ve yükseğim"" diye kibirlenerek, Cenab-ı Hakk'ın emrine karşı gelmiş ve Hazret-i Âdem'e secde etmediğinden, Allah'ın rahmetinden kovulmuştur.(Melâikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur. Makamları sâbittir, tebeddül etmez. Keza, hayvânâtın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sâbittir, nâkıstır. Alem-i insaniyette, ise; merâtib-i terakkiyât ve tedenniyât, nihayetsizdir. Nemrutlardan, firavunlardan tut, tâ sıddıkin-i evliya ve enbiyaya kadar gâyet uzun bir mesâfe-i terakki var.İşte kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâhı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba's-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, mâden-i insaniyyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar, beraber kalacaktı. Alâ-yı illiyindeki Ebu Bekir-is Sıddık'ın ruhu, esfel-i sâfilindeki Ebu Cehil'in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek şeyatin ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil; belki su-i istimalâttan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir, icad-ı İlâhîye ait değildir. M.)Bu mevzuya dair tafsilât: Risale-i Nur Külliyatından ""Lem'alar"" adlı eserin 13. Lem'asındadır." şeytân
insanı azdırmaya çalışan görünmez yaratık.
şeytânât
şeytanlıklar.
şeytânet
şeytanlık.
Şeytanet
Şeytanlık. Aldatıcılık. Kurnazlık, hilekârlık.
Şeytanî pişe
f. Şeytanın yolu. Şeytana ait meşguliyet.
2777
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şeytânî
şeytanca, şeytanla ilgili.
Şeytanî
Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır.
şeytânkârâne
şeytanca.
Şeyyad
(Şeyd. den) Riyâkâr. Yüze gülen. * Sıvacı.
Şeyyebet
(Şeyb. den) İhtiyarlattı (meâlinde fiildir.).Şeyyebetnî : Beni ihtiyarlattı, beni ihtiyar etti (mânâsında)
Şeyyir
(C.: Şiyâr) Semiz ve besili hayvan.
Şeyzem
Katı ve uzun.
Şeyzenuk
şahin kuşu.
Şeyzuman
Kurt.
Şe'z (şe's)
Kaba ve katı.
Şeza
Kokulu şeylerin şiddetle kokması.
Şeza'
Sinirin yarılması.
Şezat
Budak kırmak. * At sineği. * Bir gemi cinsi. * Tuz. * Kuvvet ve şiddet bakiyyesi. * Ağaç ismi.
Şezaze
Çok kurumak.
Şezb
Ağaçtan budanan kuru odun. * Geçmek, intikal etmek. * Sınır. (Bu mânâya C.: Eşzâb)
Şezebe
(C.: Şüzub ) Ağacın çeşitli budaklarından budanıp kesilmiş olan.
Şezen
Nahiye, cânip, taraf. * Kaba ve sağlam yer.
Şezerat
(Şezre. C.) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları. * Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri.
Şezf
Şiddet. * Darlık.
Şezim
Sağlam, muhkem ve uzun.
Şeziyye
(C.: Şezâyâ) Bir parça nesne.
Şezr (şezir)
Altın mâdeninden toplanan altın ufağı. * İnci parçaları.
2778
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şezr
Kızgınlık ve hiddetten dolayı gözucuyla bakmak.
Şezre
Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme. * İpi soluna bükme. * Tersine bükülmüş ip, urgan. * El değirmenini sola doğru çevirme. * Şiddet, suubet, zorluk.
Şezre-mezre
Darmadağınık.
Şezz
"Çuval kulpuna ağaç sokmak. (O ağaca ""şizâz"" derler.)"
Şıdk
(C.: Eşdâk) Ağızın kulaktan tarafı. * Ağzın kenarı.
Şıhne
Emniyet memuru. İnzibat memuru.
Şıkak
Ayak yarığı. * Ot. * Muhalefet etmek, karşı gelmek.
Şıkb
(C.: Şekâbe-Şikâb-Şükub) Mağara ve kaya yarığı. * Çukur yer.
Şıkk
Bir bütünün parçalarından her biri. * İki ihtimalden ve iki cihetten her biri. * İkiye ayrılmış şeyin bir kısmı.
şıkk
yarı, yarım, şık.
Şıkkayn
Bir işin iki ciheti. Bir şeyin iki şıkkı.
Şıkk-ı muhalif
Aksi taraf. Bir fikrin başka zıt ciheti, karşı tarafı.
Şıkn
Az, kalil.
Şıks
(C.: Aşkâs) Bir parça yer. * Her nesnenin bir miktarı.
Şıkşaka
(C.: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.) * Zayıf, yaşlı kimse. * Uzun ince çubuk. * Ağzın çevresi.
Şıkve (şekâve)
Bedbahtlık. * Yaramazlık.
Şıkz
(C.: Şekazân) Keler eniği.
Şıkza'
Çok acıkmış tavşancıl.
Şın
Kur'an alfabesinin onüçüncü harfi olup, ebcedî değeri 300'dür.
Şı'ra
Yaldırık adı verilen büyük, nurlu yıldız.
Şısb
(C.: şesâyib) şiddet. * Nasip.
2779
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şı'şa'
Uzun, yeynicek kimse. * Uzun boyunlu deve.
Şıtre
Yarım, nısf.
Şia
Yardımcılar mânâsiyle, Alevilik, Şiilik. İfrat ve tefrit ve dünyevi sebebler yüzünden Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebinden ayrılan bir fırka. Bir şahsa taraftar olmak. (Çok açık mukni izâhatını Risâle-i Nur külliyatı Dördüncü Lem'adan okuyunuz.)
Şiab
(Şi'b. C.) Dar yollar. Dağ yolları. Patikalar. * (Şube. C.) Şubeler. (Bak: Şuâb)
Şiar
İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet. * Üstünlük veren işaret. * İnsanın gömleği. * Ölüm. * (Şa'r. C.) Kıllar.
şiar
timsal, sembol, parola.
Şiare
(C.: Şeâyir) Hac amelleri. * Hac nişanları. İbadet için alem kılınan her nesne.
Şiar-ı râz
f. Sırların şiârı, sırrı gizleyen perde, işâret.
Şi'b
(C.: Şiâb) Keçiyolu, dar yol, dağ yolu.
Şib'
Tokluk.
Şib
Üzerine kar düşen dağ. * Su içerken devenin dudağından çıkan ses.
Şiba'
Tokluk, doyma.
Şibab
Bıçak üstüne sürçmek. * At neşesi.
Şibak
(Şebeke. C.) Kafesler, şebekeler, ağlar, tuzaklar.
Şibdi'
(C.: Şebâdi) Akrep. * Dil, lisan. * Belâ. * Şiddet.
Şibh
Benzer. Benzeyen şey.
Şibh-i akd
Akid benzeri. Sözleşme, sözle anlaşma benzeri.
Şibh-i beşer
İnsana benzeyen şempanze, goril gibi hayvanlar.
Şibh-i beşere
Üst deriye benzer olan.
Şibh-i billurî
Billur gibi olan.
2780
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şibh-i cild
Cilde benzeyen, cildimsi.
Şibh-i hüsn-ü ta'lil
Edb: Bir hâdisenin vukuuna şairane olarak ve kat'î olmayan bir sebeb göstermek.
Şibh-i münharif
Geo: Yamuk. Yalnız iki kenarı paralel olan dörtgen.
Şibl
Aslan yavrusu.
Şibr
Karış.
Şibrak
Yırtmak. * Parçalamak.
Şica'
(Bak: Şücâ)
Şicab
Divit kapağı. * Her nesnenin ağzına, yarığına ve gedik yerine koyup tıkadıkları nesne.
Şicar
Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç. * Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç. * Kapı ağacı. * Deve alâmetlerinden bir alâmet.
Şid
f. Nur, ziya, aydınlık. * Güneş.
Şidad
(Şedid. C.) Sertler. Şiddetliler.
şiddet
sertlik, katılık, aşırılık.
Şiddet
Sertlik, katılık. * Ziyadelik. * Sıkılık. * Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma ayrılır:Şedide-i mechure : Elif, bâ, cim, dal, tı harfleri.şedide-i mehmuse : Kaf ve tâ harfleri.
Şiddet-i tazyik
Tazyik ve baskının şiddeti.
Şided
(Şiddet. C.) Şiddetler.
Şie
Alâmet, işaret, nişan.
Şifa
Hastalıktan iyi olma, iyileşme. Hastalıktan kurtulma.(...Hastalık seni uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Hâlik-ı Rahim inşaallah sana şifa verir. L.)
2781
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şifâ
hastalıktan kurtuluş.
Şifa-bahş
f. Şifa veren, iyilik veren, iyileştiren.
şifâbahş
şifa veren.
şifâdâr
şifalı.
şifâdârâne
şifalıca.
Şifah
(Şefe. C.) Dudaklar.
Şifahane
f. Hastahane.
şifâhen
ağızdan, sözle.
Şifahen
Sözle, ağızdan. Konuşmak suretiyle.
Şifahî
Ağızdan, şifahen, sözlü.
şifâhî
sözlü.
Şifahiyât
Ağızdan söylenilen, şifahî olan, sözlü ifadeler.
Şifa-i âcil
Hastalıktan çabuk kurtulma.
Şifa-i şerif
(Bak: Kadî İyaz)
Şifakâr
f. Şifalı. Şifaya sebeb olan.
şifâkâr
şifalı.
Şifanapezir
(Şifâ-nâpezir) f. Tedavi edilmez, şifa bulmaz, tedavi olmaz.
Şifapezir
f. İyileşebilir, şifa bulabilir, geçebilir.
Şifaresan
f. Şifaya erişen, hastalığı iyileşen.
şifâresân
şifa veren.
Şifasaz
f. şifa veren, iyi eden.
Şifayab
f. Şifa bulma, iyileşme.
şifâyâb
şifa bulma.
Şife
(Bak: Şefe)
Şiff
Ziyade, çok, fazla. * Eksik, noksan. (Ezdattandır)
2782
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şifre
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Fr. Gizli ve işaretle yazı usulü. * Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. * Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü.
şifre
gizli işaretlerle yazılan yazı.
Şifte
f. Düşkün, tutkun, meftun.
Şiftedil
f. Gönül vermiş, meftun, tutkun.
Şiftegî
f. Kaçıklık, tutkunluk, meftuniyet.
Şih(a)
Yavşan denilen ot.
Şihab
Parlak yıldız. * Kıvılcım. * Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir an görünüp kaybolan gök taşı.
şihâb
şahap, akanyıldız, gök cismi.
Şihat
(Bak: Şeyhuhet)
Şihban
(Şihâb. C.) Kıvılcımlar.
Şihdare
Fahiş ve israfçı ve dedikoducu kimse. * Kısa boylu ve şişman kimse.
Şihe
f. At kişnemesi.
Şiî
Hazreti Aliye aşırı taraftarlık gösteren kimse.
Şiir
Güzel tertibli manzume. Tahayyül ve tasavvurları ve bâzı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifâde eden ölçülü söz. * Man: Muhayyelâttan terekküb eden kıyas.
Şika
(Şekve. C.) Şikâyetler, sızıltılar.
Şikab
İki dağ arası. * İki kaya arası.
şikâf
" ""yırtan, parçalayan"" mânâsında son ek."
Şikâf
"f. (Şikâften: ""Yarmak"" mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. * Kelime sonuna gelerek ""yırtıcı, yırtan"" mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğerşikâf $ : Ciğer parçalayan."
şikâk
ayrılma, bölünme.
2783
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şikak
Nifak, ikilik, ittifaksızlık.
Şikal
Devenin palanını bağlıyan ip. * Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek. * El ve ayak zinciri. * Üç ayağı beyaz olan at.
şikâr
av.
Şikar
f. Av, avlanan hayvan. Avlama. * Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet.
Şikaristan
f. Av yeri, avı çok olan yer.
Şikayat
(Şikâyet. C.) Şikâyetler.
şikâyât
şikâyetler.
Şikayet
Sızlanma, sızıltı. * Haksız olan, haksız iş yapan bir kimseyi üst makama bildirmek.
şikâyet
yakınma, derdini söyleme.
Şikem
f. Karın.
Şikembe
f. İşkembe.
Şikembende
f. Midesine düşkün. Çok yiyen.
Şikemderd
Karın ağrısı.
Şikemperver
f. Yemek tiryakisi, boğazına düşkün.
şikemperver
midesini seven, obur.
şiken
" ""koparan, kıran"" mânâsında son ek."
Şiken
f. (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. * Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken $ : f. Haysiyet kıran.
Şikenc
f. Kıvrım, büklüm.
Şikence
f. İşkence. Azap. Eziyet.
Şikened
Kırıyor, kesiyor.
Şiken-i kâkül
Kıvırcık saç.
2784
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şikest
f. Kırma, kırılma. * Kıran. * Yenilme, mağlubiyet.
Şikeste
f. Kırılış, yeniliş, mağlub olmuş. Kırık. Tâlik yazının bir çeşidi.
Şikestebâl
f. Kanadı kırık, kırık kanatlı. * Mc: Kederli, üzgün.
Şikestedil
f. Gönlü kırık, mahzun, kederli, hüzünlü.
Şikestegî
f. Kırıklık.
Şikestepâ
f. Ayağı kırık.
Şikestezebân
f. Peltek.
Şikiba
(Şikibende) Sabırlı.
Şikk
(Bak: Şıkk)
Şikke
(C.: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı. * Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi.
Şikl
Güçlük. * Naz.
Şilak
Cima etmek. * Vurmak. * Kulağı uzunlamasına yarmak.
Şilv
Vücut azâlarından biri.
şimâl
sol, kuzey.
Şimal
Sol, sol taraf. Sağın ve cenubun zıddı. Kuzey.
Şimalen
Soldan, sol taraftan, şimalden, kuzey taraftan.
Şimal-i garbî
Kuzeybatı.
Şimal-i şarkî
Kuzeydoğu.
Şimalî
şimale ait, sola ve kuzeye ait.
şimâligarbî
kuzeybatı.
şimâlişarkî
kuzeydoğu.
Şimas
Davarın ürkek olması.
Şime
(C.: Şiyem) Huy, tabiat.
Şimendifer
Fr. Demir yolu katarı, tren. * Demir yolu.
şimendifer
tren.
2785
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şimrac
(C.: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek. * Yalan karışık söz.
Şimrah
(C.: Şemârih) Hurma veya üzüm salkımı. * Dağ tepesi.
Şimşad
f. Şimşir ağacı.
Şimşir
(Bak: Şemşir)
Şin
Çok nikâhlı kimse. * Huruf-u mu'cemeden bir harf.
Şinah
f. Suda yüzme.
Şinak
(C.: Eşnâk) Sivri başlı kimse. * Kırba bağladıkları ip. * Başı büyük olan at. * Kuş tuzağı.
Şinar
f. Suda yüzme.
Şinas
f. Tanıyan, bilen, anlayan. Tarih-şinas $ : f. Tarihten anlayan, tarih bilen.
Şinaver
f. Suda yüzen. Yüzgeç.
Şinev
f. İşiten, dinleyen.
Şinid
İşitme. Duyma.
Şinide
f. İşitilmiş. Duyulmuş.
Şinik
On litre su alabilen teneke kutu kadar olan mahsul ölçüsü. Yarım gaz tenekesi. (Isparta havalisine mahsus hububat ölçüsü)
şinik
on litrelik kap.
Şinvay
Kulağın işitmesi.
Şi'r
(Şiir) Anlama, idrak. * Edb: Edebiyatta kıymeti olan, nazımlı ve kafiyeli şair sözü. (Bak: Şiir)
şîr
aslan.
Şir
f. Aslan. * Süt.
Şir'a
(Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların, hayat-ı ebediye ve saadet-i hakikiyeye vusulü için Allah'ın
2786
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir. Ya kapalı bir şeyi yarıp açmak ve beyan etmek mânasına şer' mastarından veya birşeye duhul manasına şurû'dan alınmıştır. (E.T.) (Bak: Şeriat) şirâ
alım satım.
Şi'ra
Koz: İki yıldızın adı.
Şira
Satın alma, satın alınma.
Şira'
Yelken. Gemi yelkeni.
Şirad (şürud)
Dağılmak. * Kaçmak.
Şirak
(C.: Şürük) Nalbant kayışı.
Şiran
f. (Şir. C.) Aslanlar.
Şirane
f. Aslanca, gazanferâne.
Şirar
Ateş kıvılcımları. * Şerirler. Şerli kimseler.
Şirat
Neşter.
Şi'ra-ül yemanî
"Semanın güney yarım küresinde bulunan ""Kelb-i Ekber"" denilen burcun ve bütün semanın görünen en parlak yıldızı. (Sirius)"
Şi'ra-üş şamî
"""Kelb-i Asgar"" denilen burcun en parlak yıldızı."
Şiraz
Süzülmüş yoğurt.
Şiraze
f. Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. * Pehlivan kispetinin paçası. * Mc: Düzen, nizam, esas.
Şiraze-bend
f. Şiraze bağlayan. * Düzenleyen, tanzim eden, düzen veren.
Şirb
(Şürb) İçme veya içirme nöbeti. İçmek.
Şirceng
f. Arslan gibi savaşan.
Şirdah
Büyük ayaklı.
Şirdil
(C.: Şirdilân) f. Aslan yürekli. Cesaretli. Cesur.
2787
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şire
f. Süt. * Şıra.
Şirec
Şırılgan yağı. * Üzüm suyu. Şira.
Şi'ren
Şiir tarzında, şiir olarak.
Şirhar
"f. Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç yaşından sekiz yaşına kadar olanlara, yavru demek olan beççe; sekizle oniki yaşındakilere gülâmçe; büluğa erenlere gulâm; epeyce traşı gelenlere sakallı; yaşlılara da pir denilirdi. (O.T.D.S.)"
Şir-i jiyan
Kükremiş aslan. (Bak: Jiyan)
Şir-i mâder
Ana sütü.
Şir-i yezdan
Hazret-i Ali Radiyallahu Anh'ın bir ismi. Allah'ın Aslanı.
Şirin
f. Tatlı. Sevimli. Cana yakın.
şirin
tatlı, sevimli.
Şirin-cemal
f. Sevimli yüzlü.
Şirin-edâ
f. Lâtif ve şirin edâlı.
Şirinî
f. Tatlılık, cana yakınlık, sevimlilik.
Şirinkâm
f. Tadı damağında kalmış.
Şirinkâr
f. Hoş ve tatlı muamele eden.
Şirinzeban
f. Tatlı dilli.
Şirk
"En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. Allah'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek. (Şirkin mânası mutlak küfürdür.) (Politeizm)(Evet, küfür mevcudatın kıymetini ıskat ve mânasızlıkla ittiham ettiğinden bütün kâinata karşı bir tahkir ve
2788
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mevcudât âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan; bütün Esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudâtın Vahdâniyete olan şehâdetlerini reddettiğinden, bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabule liyâkatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azimdir ki; umum mahlukatın ve bütün Esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği küfrün adem-i afvını iktiza eder. $ şu mânâyı ifade eder. S.)(Mâdem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikatı vardır, elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünki, $ âyetinin hakikat-ı katıasiyle; müteaddid eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ, bir nâhiyede iki müdür bulunsa; intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvat kandillerine kadar ve hüceyrât-ı bedeniyeden tâ seyyârâtın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki: Zerre kadar şirkin müdâhalesi olamaz. Ş.)" şirk
Allahtan başka ilâh kabul etme.
Şirk-âlud
f. Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette.
şirkâlûd
şirk bulaşmış.
Şirket
Ortaklık, iş ortaklığı. * Huk: İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri. (Bak: Cem'iyyet)
şirket
ortaklık, ortaklaşa kurulan iş kurumu.
Şirket-i a'mâl
Çalışmayı sermaye olarak kabul eden şirket.
Şirk-i hafî
İhlâssızlık, riyakârlık. Allah rızası için değil de başkalarının rızâsı için ibâdet etmek.
2789
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şirmerd
f. Arslan yürekli, cesur.
Şirpençe
(Şir-pençe) f. (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban.
şirret
geçimsiz, huysuz.
Şirret
Terbiyesizlik, hayasızlık, edebsizlik. * Geçimsiz, huysuz ve kavgacı.
Şirrib
Şaraba karşı hırsı olan.
Şirrir
(C.: Eşrâr-Eşirrâ) Çok şer işleyen, pek çok şerir.
Şirvaz
Yoğun, kalın ve büyük.
Şiryan
(Şeryân) Kırmızı kan damarı. Atar damar.
Şirzime
Küçük, ehemmiyetsiz cemaat. Bir miktar insan grubu.
Şis (şisâ')
Çekirdeği katılaşmış olmayan hurma. (Hurma aşılanmasa çekirdeği katılaşmaz.)
Şis'
(C.: Şüsu') Nâline tasma vurmak. * Nâlin tasması.
Şisı'
Büyük ve çok mal. * Dar yer. Bir yerin uç tarafı. * Nalın kayışı. * Bir malı dikkatle bekleyip koruyan.
Şişe
Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca. * Çeşitli maksatlarla çakılan çıta.
Şişehane
Şişe yapılan yer.
Şişhane
(Aslı: Şeşhane) Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek. * İstanbul'da bir semt adı.
Şit
Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı Enbiya'da mezkûrdur.
şita
kış.
Şita
Kış. Senenin soğuk mevsimi.
2790
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şitab
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. (Şitâften: Koşmak fiilinin kökü) Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek.
şitab
koşmak.
Şitaî
(Şitâiye) Kışa ait. Kışlık. Kışa dair.
Şitevî
(Şiteviyye) Kışa ait. Kış mevsimiyle ilgili. * Kış sebzesi, kışlık sebze.
Şiva'
Kebap.
Şival
Az şey.
Şivar
Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak.
Şivaz
Dumansız ateş. * Susamak. (Bak: Şuvaz)
şîve
söyleyiş, naz.
Şive
Söyleyiş. Tarz. Ağız. Üslub. * Eda. Naz.
Şivebâz
f. Cilveli, şive ve naz eden.
Şivekâr
f. İşveli, şiveli, cilveli.
Şiven
f. İnleme, sızlanma. * Mâtem, yas.
Şiya'
Zahir olmak, görünmek. * Çobanın kavalından çıkan ses. * Odun takıltısı.
Şiyam
Yerden kazılan toprak.
Şiyat
Yanmış yün ve pamuk kokusu.
Şiyem
(Şime. C.) Huylar, tabiatlar.
Şiz
Abnus ağacı.
Şizaf
Katılık, sertlik.
Şöhre
Ünlü, şöhretli, meşhur.
Şöhret
Ad yapma. Ün. Şân. * Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır.(Ey şân ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-i riyâdır. Ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve
2791
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
insanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musibete düşersen $ de, o belâdan kurtul. M.N.) şöhret
ün, tanınırlık.
Şöhretgir
f. şöhretli, ünlü. Meşhur.
şöhretgîr
ün salma.
Şöhret-i kâzibe
Geçici şöhret. Yalancı dünyalık, fâni şöhret. Aldatıcı nâm.
şöhretperest
şöhret düşkünü.
şöhretperverâne
şöhretsevercesine.
Şöhretşiâr
f. şöhretli. şöhret sahibi.
şöhretşiar
meşhur, ünlü.
Şöhretşiâr-ı âlem
Âlemde şöhret ona nişan olmuş olan. Çok meşhur olan.
Şua
(C.: Şu') Sorgun ağacı.
Şua'
Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.
şuâ
ışın, ışık teli.
Şuaat
Işıklar, parıltılar, nurlar.
şuâât
ışınlar.
Şuab
(şu'be. C.) şubeler. Kollar, bir cisimden ayrılan çatallar. (Bak: Şiâb)
Şuabat
(Şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, takımlar, bölükler. Dallar.
Şual
(şu'le. C.) Alevler, şu'leler. Ateş alevleri.
Şuara
(Şâir. C.) Şâirler. * Kur'an-ı Kerim'in 26. suresinin ismidir. Mekkîdir.
şuarâ
şairler.
Şuayb (a.s.)
Ashab-ı Eyke ile Medyen ahâlisine gönderilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şiddetli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm kendisine inananlarla Mekke'ye gitti
2792
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve orada yerleşti. Musâ Aleyhisselâm'ın kayınpederi idi. (Bak: Ashabı Eyke) Şuban
f. Çoban.
Şu'be
Bölük, bölüm. * Dal, budak. * İkinci derecedeki kollar. Kol.
şûbe
bölüm, kısım.
Şu'bub
(Bak: şü'bub)
Şugl
İş, meşgul olunacak şey, gaile.
Şugmum
Uzun, tavil.
Şugul
(Şugl. C.) İşler, uğraşacak şeyler, gaileler.
Şuh
f. Şen ve hareketlerinde serbest olan. * Nazlı, işveli. * Açık saçık, hayasız. Oynak.
şuh
şen, oynak.
Şuha
Karın ağrısı.
Şuhh (şıhh)
Bahillik.
Şuh-meşreb
f. Açık meşrebli, şen ve neşeli.
Şuhud
(Bak: şühud)
şuhûd
şahit olma, gözlemleme.
şuhûdî
görme ile ilgili, görülebilen.
Şuhum
(Şahm. C.) Yağlar, içyağlar.
Şuhur
(Bak: şühur)
şuhûr
aylar.
şuhûruselâse
üç aylar.
Şukak
Bir çeşit hayvan hastalığı.
Şukka
Parça. Kâğıt veya kumaş parçası. * Küçük tezkere.
Şukre
Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık.
Şukuk
(Şakk. C.) Çatlaklar, yarıklar.
2793
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şukune
Azlık.
Şu'le
Alev, ateş alevi. Alevlenmiş odun.
şûle
alev, ışıltı.
Şu'lebâr
f. Işıklı.
şûledâr
alevli, ışıltılı.
Şu'ledâr
f. Alevlenmiş, alevli. Işıklı.
Şu'lefeşân
f. Işık saçan, parlatan.
şûlefeşân
ışık saçan.
Şu'legir
f. Tutuşan, alevlenen, alev alan.
Şu'le-i berkıyye
Yıldırım ışığı. Şimşek parıltısı.
Şu'le-i cevval
Daim hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı.
Şu'lenümâ
f. Alev gösteren, alevli.
Şu'lepâş
f. Işık saçan.
Şu'leperver
f. Işıklandıran. Alevlendirici.
Şu'lepuş
f. Alev içinde kalmış, alevle örtülü.
Şu'leriz
f. Işıldayan, alev saçan.
Şu'm
(Şum) f. Uğursuzluk. Meş'um olma. Uğursuz.
Şum
Hayırsız kişi.
şûm
uğursuz.
Şuma
f. Siz. (Bak: Şahıs zamiri)
Şur
f. Tuzlu, kekremsi. * şamata, gürültü.
Şura suresi
"Kur'an-ı Kerim'in 42. suresi olup, ""Hâ mim ayn sin kaf"" Suresi de denir."
Şura
"Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. * Meşveret için toplantı. * Meşveret etme.(Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim, bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi
2794
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta'dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaattan çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şurâlar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şurâyı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan sırat-ı müstakime sevkedebilsin.) Sünühat'tan.(Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer'iyyedir. $ Ayet-i Kerimesi, şurayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki, nev'-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasiyle birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi o şurâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.Asya Kıt'asının ve istikbâlinin keşşafı ve miftahı şura'dır. Yâni, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şurayı yapmaları lazımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâm'ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak meşveret-i şer'iyye ile şehamet ve şefkat-i imâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyyedir ki, o hürriyet-i şer'iyye, âdâb-ı şer'iyye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmândan gelen hürriyet-i şer'iyye iki esası emreder: $ $Yani: İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek.. ve zâlimlere tezellül etmemek.. Allah'a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah'ı tanımayan, herşeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i
2795
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şer'iyye Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.Eğer denilse: Neden şuraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı ve terakkisi nasıl o şura ile olabilir?Elcevab: Nur'un Yirmibirinci Lem'a-i İhlâs'ında izah edildiği gibi; haklı şura ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlâs ve tesânüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacâtı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şura-yı şer'î ile yaşayabilir. O düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar. H.)" şûra
danışıp konuşmak için toplanılan yer.
Şurab (şurâbe)
f. Kirli ve acı su. * Mc: Gözyaşı.
Şura-yı devlet
İdare dâvâlarını veya nizamname (tüzük) hazırlıklarını inceleyip fikrini bildiren resmi daire. Danıştay.
Şur-baht
f. Bahtsız, talihsiz.
şûre
çorak.
Şure
f. Çorak, tuzlu, verimsiz toprak.
Şur-efgen
f. Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran.
Şur-engiz
f. Gürültü çıkaran, şamata yapan.
2796
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şurezar
Çorak yerler, verimsiz araziler.
Şuride
f. Perişan, karışık. * Tutkun, âşık, meftun.
Şuridegî
f. Karışıklık, perişanlık. * Tutkunluk, düşkünlük.
Şuristan
Çorak yerler.
şûristân
çorak yerler.
Şuriş
f. Karışıklık, kargaşalık.
Şurta
(Yelkenliye) uygun rüzgâr. * Önde gidip düşmanla savaşan asker. * Polis, jandarma.
Şuru'
Başlama. Mübaşeret etme.
Şurut
(Şart. C.) Şartlar. Bir şeyde bulunması lâzım gelen esaslar, temeller.
şurût
şartlar.
Şurut-u salât
Namazın şartları.
Şus
Pak etmek, temizlemek.
Şusy
Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi.
Şutbe
(C.: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol.
Şuttar
Pazu hareketi.
Şutur
Irak, uzak, baid. * Bir memesi birisinden uzun olan koyun. * İki emziği kurumuş olan deve.
Şutut
(şatt. C.) Büyük nehirler.
Şuub
(şa'b. C.) Cemaatler. Taifeler. Kabileler.
Şuubat
(şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, bölümler.
Şuun
(Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis.
şuûn
işler, fiiller.
şuûnât
işler, hâller.
Şuunat
Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler.
Şuun-u seyyale
Akıcı, bir halde durmayan işler.
2797
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şuûr
anlama, hissetme, farkında olma.
Şuur
Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak. * Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir. (E.T.) * Kendi varlığından haberi olma. * Bir şeyi hoşça tanıma. * İnceliklerini iyice idrak etme. * (Şa'r. C.) Kıllar.
şuûrâne
anlayarak, bilerek.
Şuurdârâne
"f. Haberli ve iyice tanıyarak. Kendinden haberi olarak. Bilerek, bilir gibi.(Hayat olmazsa vücud vücud değildir; ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur. Madem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicâm-ı ahkem görünüyor. Madem şu biçâre, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesâba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrak ile dolmuştur. Elbette sâdık bir hads ile ve kat'i bir yakin ile hükmolunur ki; şu kusur-u semâviye ve şu bürucu sâmiyenin dahi kendilerine münâsib zihayat, zişuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi; Güneşin ateşinde dahi, o nurani sekeneler bulunur. Nar nuru yakmaz. Belki ateş, ışığa meded verir... S.) (Bak: Vicdan)"
şuûrdârâne
şuurlu bir biçimde.
şuûren
şuur ile.
şuûrkârâne
şuurlu bir biçimde.
şuvaz
kızgın ateş.
Şuvaz
Kızgın, ateşli maden. Kızgın ateş. * Susama.
Şuveyy
Yavaş.
Şuy
f. Koca, eş, zevc.
Şuyide
f. Yıkanmış.
2798
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şüban
Çoban.
Şübanî
Kırmızı yüzlü.
Şübban
Gençler, delikanlılar.
Şübban-ı vatan
Vatanın gençleri.
Şübbut
Kalkan balığı.
Şübeh
(şübhe C.) şübheler, şekler. şübhe edilenler.
şübeh
şüpheler.
şübehât
şüpheler.
Şübhe
(C.: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli.
Şübhe-i târık
Zulmetten gelen şüphe belâsı.
Şübke
(C.: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık.
Şübrüm
Kısa boylu kimse.
Şü'bub
Birden yağan sağanaklı yağmur. * Hiddetli ve şiddetli olan. * Şiddetli güneş harareti.
Şüca'
(Şec'a - Şica') Yiğit, cesur, bahadır. Şecaatli.
Şücea'
(Şeci'. C.) Yiğitler, cesurlar.
Şüceyre
Çalı, ufak ağaç.
Şücne
Sıklığından birbirine girmiş ağaçların damarları.
Şücub
Ev içinde olan direk.
Şücun
Ağaç dalları. * Füruât, teferruat.
Şücur
Muhtelif ve çeşitli olmak.
Şüd
"f. Geçti, gitti; gidiş, gitme. Oldu, olma. Amed şüd $ : Geldi gitti."
Şüdun
Kavi ve kuvvetli olmak. * Terbiyeden müstağni olmak.
2799
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Şüf'a
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak. * Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir. (H.L.)
Şüfafe
Kap dibinde kalan su.
Şüfea'
(Şefi'. C.) Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar.
Şüfr
(C.: Eşfâr) Kirpiğin bittiği yer. * Her şeyin kenarı.
Şüfre (şefre)
(C.: Eşfâr) Yassı büyük bıçak. * Gön ve sahtiyan kestikleri bıçkı. * Kılıç ağızı. * Kirpik biten yer.
Şüfuf
Zayıf olmak.
Şüfun
Göz ucuyla bakmak.
Şügur
Yükseltmek. * Hâli etmek, boşaltmak.
Şügül
(C.: Eşgâl) Meşgul ve gafil olmak. Gaflette bulunmak.
Şühbe
Siyaha galip olan beyazlık.
Şüheda
(şâhid ve şehid. C.) şâhidler. * şehidler. (Bak: şehid)
şühedâ
şehitler.
Şühre
Zahir ve vâzıh olmak. Görünmek. Açık olmak.
Şühub
Mütegayyer olmak, değişmek.
Şühud
şâhidler. * Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek halde şekillenme.
Şühudî
Keşfe ve görmeğe dair. Görünebilir olana ait ve mensub. (Ehl-i şuhud dediğimizden maksad Evliyâullahtır. Zira velâyet sâhibi, avâmın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. M.N.)
Şühur
(şehr. C.) Aylar. 30 günlük müddetler.
2800
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şühur-u selâse
Arabî üç aylar. Receb, Şaban ve Ramazan ayları.
Şühus
Yüksek olmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak. * Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.
Şühüb
(Şihâb. C.) Kıvılcımlar.
şühübât
ateş parçaları.
Şükaf
(Bak: şikâf)
Şükara
Sütlü deve. * Sütlü koyun.
Şükat
(şâki. C.) şikâyet edenler, şikâyetçiler.
Şükle
Gözün ağındaki kırmızılık.
Şükm
Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin ücreti.
Şükr
"(Şükür) Allah'ın (C. C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür. (Bak: Ni'met)(Kalb ile, dil ile ve sâir beden azâlarıyla olur. Nimet verene muhabbet etmek ve itaat etmek de şükürdendir. Şükür eden, her nimeti Allahın râzı olduğu yere sarfeder. Şükür; Allah'ın, kullarının iyi amellerine mükâfat veya mücazat vermesidir. Sebeplerin envaı cihetinden şükür hamdden daha umumidir. Taalluk cihetinden hususidir. Hamd, taalluk cihetinden daha umumi, esbab cihetinden daha hususidir.)(Kur'an-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor, öyle de Kur'an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür... Görüyoruz ki her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle de rızık dahi bütün envaiyle mânen ve maddeten,
2801
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hâlen ve kalen şükür ile kaimdir; şükür ile oluyor; şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-i şuuri bir şükürdür ki bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan dalâlet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidiyor... Şükrün mikyası: Kanaattir ve iktisattır ve rızâdır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizânı; hırstır ve isrâftır, hürmetsizliktir. Haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet hırs şükürsüzlük olduğu gibi hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir... Hem şükrün envaı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi namazdır. M.)" şükr
şükür, nimete karşı memnuniyetini gösterme.
Şükran
İyilik bilmek. Minnettarlık. Şükretme hâli.
şükrân
şükür hissi.
Şükraniyet
Şükranlık.
Şükrgüzar
f. İyilik bilen, teşekkür eden.
Şükr-ü küllî
"Umumi nimetler için yapılan şükür.(Eğer desen: ""Şu küllî hadsiz ni'metlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz'î şükrümle mukabele edebilirim?""Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile... Meselâ nasılki, bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile, bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: ""Benim hediyem hiçtir, ne yapayım. "" Birden der: ""Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünki: Sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim. "" İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden
2802
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını, en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen öyle de: Aciz bir abd namazında Ettahıyyâtü lillâh der. Yâni: Bütün mahlukatın hayatlariyle sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem, sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllidir. Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyyetleridir. S.)" Şükr-ü örfî
(Bak: Hamd)
Şükuf(e)
f. Çiçek. Zühre. Tomurcuk.
şükûfe
tomurcuk.
Şükufezar
f. Çiçek bahçesi.
Şükuf-misal
Gonca gibi, tomurcuk gibi.
şükûfmisâl
tomurcuk gibi.
Şükuh
f. Azamet, ululuk, celal.
Şükuk
(şekk. C.) şekler, şüpheler.
şükûk
şüpheler.
Şükur
Hacet, ihtiyaç. * Mühim işler, umûr-u mühimme.
Şüküfte
"f. ""Açılmış"" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte $ : Yeni açılmış."
şükür
şükr, nimete karşı memnunluk göstermek.
Şülle
Niyyet. * Uzak emir.
Şümar
f. Sayan, sayıcı. Eden, edici.
Şümarende
f. Sayan, hesab eden.
Şümaride
f. Sayılmış, hesab edilmiş.
2803
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şümhut
Uzun, tavil.
Şümruh
Hurma budağı.
Şüms
(C.: Şümus) Vahşi erkek davar. * Bir nevi gerdanlık.
Şümu'
(Şem'. C.) Mumlar. * Balmumları.
Şümuh
Pek yüksek olmak. * Sedid. Sağlam sed.
Şümul
Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. * Hükmü altına almak.
şümûl
kapsam.
Şümus
(şems. C.) şemsler, güneşler.
şümûs
güneşler.
Şümürde
f. Hesap edilmiş, hesaplanmış, sayılmış.
Şünan
Perâkende, dağılmış.
Şünhub(e)
(C.: Şenâhıb) Dağbaşı.
Şünşün
Zeyrek ve akıllı genç yiğit.
Şüntür
(C.: şenâtir) Parmak.
Şünue
Uzak olmak. Irak olmak.
Şünzuve
(C.: Şenazi) Dağ kenarı.
Şüpüş
f. Bit.
Şürabiye
f. Bir şeye bakmak için boyun uzatmak.
Şürb
İçme. İçilme.
şürb
içmek.
Şürebe
Çok içen. Çok içici olan.
Şüref
(şerefe ve şürfe. C.) şerefeler.
Şürefa
(Şerif. C.) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler. * Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar.
Şüreka
(şerik. C.) şerikler, ortaklar.
2804
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şürekâ
şerikler, ortaklar.
Şürr
Ayıp. * Yayıp döşemek. * Kurutmak için güneşe sermek.
Şürruf
Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet.
Şürse
Papuç. Nâlin. Ayakkabı.
Şürsuf
(C.: Şerasif) İyeği kemiğinin yumuşak kısmı.
Şürşur
Yund kuşu dedikleri kuş.
Şürta
(C.: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse. * Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet.
Şüru'
Başlamak. (Bak: şuru')
Şüruh
(Şerh. C.) Şerhler, açıklamalar.
Şüruk
Tulu' etmek, doğmak.
Şürur
(şerr. C.) şerler. Kötülükler.
şürûr
şerler, kötülükler.
Şürut
(Bak: şurut)
Şüs
f. Akciğer.
Şüst
f. Yıkama.
Şüste
f. Yıkanmış.
Şüsu'
Uzak olma. * Ayakkabıya kayış tasma takma.
Şüsub
Atın ince ve zayıf olması. * Şiddet.
Şütum
(şetm. C.) Küfürler, sövmeler.
Şütum-i galiza
Galiz ve kaba küfürler.
Şütür gürbe
"f. ""Deve ile kedi"" : İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü."
Şütür
f. Deve.
Şütürbân
f. Deveci. Deve çobanı.
Şütürbâr
f. Bir deve yükü kadar olan ağırlık.
2805
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Şütürdil
f. Deve huylu, kinci, inatçı.
Şütürgâv
f. Zürafa.
Şütürleb
f. Deve dudaklı. Dudağı deve dudağı gibi sarkık olan kimse.
Şütürmürg
f. Devekuşu.
Şütürpâ
f. Deve ayaklı. * Kekik otu.
Şüubiyye
Arabiyi acemden faziletli saymayan bir taife.
Şüun
(Bak: şuun)
Şüunât
(Bak: şuunât)
Şüvaye
Büyük nesnelerin küçüğü. * Kıt'a.
Şüvaz
(Bak: şuvaz)
Şüyu'
Herkes tarafından duyulmuş, öğrenilmiş. * Yayılma, şayi' olma.
şüyû
yayılma, yayılmış.
Şüyuh
(Şeyh. C.) Şeyhler. İhtiyarlar.
şüyûhât
şeyhler.
Şüzam
Tuz. * Akrep ve arı dikeni.
Şüzub
Davarın ince belli olması.
Şüzur
(Şezre. C.) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler. * İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları.
Şüzuz
(Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak. * Karşı olmak, muhalif olmak.
şüzûz
istisna, kural dışı.
şüzûzât
istisnalar, kural dışı olanlar.
Şüzzaz
Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış. * Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan.
Ta
Kur'anın alfabesinde üçüncü harfin adıdır. Ebcedî değeri 400'dür.
2806
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ta key
f. Ne vakte kadar?
Ta' (tae)
Alçak, iniş yer. * Başı aşağı etmek.
Ta'an(e)
(Ta'n. dan) Çok zemmedip yeren. Çekiştiren.
Ta'b
Latife etmek, şaka yapmak.
Ta'bid
Mükerrem etmek. * Katran bulaştırmak. * Hizmet etmek. * Zelil etmek. * Zelil etmek, kepaze yapmak.
Ta'bie
Karıştırmak. * Beslemek, terbiye etmek. * Hazırlamak.
Ta'bir
(Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.
Ta'bir-i samedanî
Allah'a mahsus tâbir. Kur'an'da beyan buyurulan en iyi tabir.
Ta'birat
(Ta'bir. C.) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar.
Ta'biye
"Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme. * Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası. * Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. (""Tabya"" yanlıştır)"
Ta'cib
Hayrete düşürme, şaşırtma.
Ta'cif
Arkalamak. * Doymaya yakın olana kadar yemek.
Ta'cil
Acele ettirme, hızlandırma.
Ta'cilât
(Ta'cil. C.) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar.
Ta'cim
Noktalama, noktalatma.
Ta'cin
(Acn. dan) Hamur yapma, yoğurma, hamur hâline getirme.
Ta'ciz
(Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak. * Eğlendirmek. * Âciz etmek. * Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi.
Ta'cizât
(Ta'ciz. C.) Tacizler. Rahatsız etmeler, sıkıntı vermeler.
2807
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ta'dad
Sayı saymak. Sayıp dökmek. Birer birer söylemek. Sıralamak.
Ta'did
Sayma. * Hazırlanma, hazırlanılma.
Ta'dil
(Adl. den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.* Hafifletmek. * Doğrulaştırmak. Vasat hale koymak.
Ta'dil-i erkân
"Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : ""Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında ""Sübhânallah"" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak ve namazın bütün duâlarını dikkatle okumak. Namazın her rüknünü yerine getirmek, acele ile kılmamak"" gibi."
Ta'dilat
Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
Ta'diye
"Tecavüz ettirmek, geçirmek. * Gr: Bir fiili müteaddi hâle koymak. Meselâ: ""Gülmek. den: Güldürmek. Ölmek. den: Öldürmek"" gibi."
Ta'dud
Çok tatlı kara hurma.
Ta'fir
"Tozlu ve topraklı yapmak. * Ağartmak, beyazlatmak. * Kirletmek. Mülevves etmek. * Oğlan kaçsın diye kadının, emziğine toprak sürmesi. * Güneşte et kurutmak. (O kurumuş ete ""afir"" derler.)"
Ta'kib
Gözlemek. * Yolunda gitmek. * Peşinden yürümek. * Suçlunun suçunu araştırmak. * Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi. * Bir şeyi ciddiyetle istemek.
Ta'kiben
Takip ederek, takip suretiyle.
Ta'kibât
Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak.
Ta'kid
Edb: İbareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma. * Düğümlenme, düğümleme.
Ta'kif
Eğriltmek.
2808
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ta'kil
Devenin ayağına ip takıp bağlamak.
Ta'kim
(Akm. dan) Kısırlaştırma. Neticesiz bırakma.
Ta'kir
Bir uzvu, organı yararak sinirleri kesme.
Ta'lik
Asmak. * Geciktirmek. * Bağlanmak. * Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir. * Muallak kalmak. Bir zamana bıraktırmak. * Kur'an yazısının bir çeşidi. * Tefsir.
Ta'likat
Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan veya ayrıca eser olarak hazırlanan notlar. * Bediüzzaman Hazretlerinin İlm-i Mantık üzerine te'lif ettiği bir eserinin ismi.
Ta'lil
Sebep göstermek. * İllet. Bahane. * Müessirden esere yapılan istidlâl. (Bak: Bürhaân-ı limmî)
Ta'lil ba'd-el-vuku'
Bir şeye sonradan uygun bir sebep uydurma.
Ta'lim
Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
Ta'lim-i esmâ
"İsimleri öğretmek. * Cenab-ı Hak tarafından Hz. Âdem'e (A.S.) Esmâ-i hüsnânın öğretilmesi.(Hazret-i Âdem'in melâikelere karşı kabiliyyet-i hilâfet için bir mu'cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz'iyyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere câmiiyet-i istidat cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envaına muhit pek çok fünun ve Hâlik'ın şuunat ve evsafına şamil kesretli maârifin talimidir ki; nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve dağlara karşı Emanet-i Kübrayı haml dâvasında bir rüçhaniyet vermiş ve hey'et-i mecmuasiyle Arz'ın bir halife-i mânevisi olduğunu Kur'an ifham ettiği misillü ""Melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Şeytan'ın secde etmemesi"" olan hâdise-i
2809
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
cüz'iye-i gaybiyye, pek geniş bir düstur-u külliyye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. S.)" Ta'limat
Bir iş hakkında hareket tarzını bildiren emirler.
Ta'limat-name
f. Yönetmelik.
Ta'limgâh
Tâlim ve öğrenme yeri.
Ta'limhane
f. Öğrenme yeri. Ta'lim yeri.
Ta'lin
Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma.
Ta'lit
Devenin yularını başından indirmek. * Deve boynuna nişan etmek.
Ta'liye
Yükseltme.
Ta'liye-i name
Mektuba başlık koyma.
Ta'm
Yeme. Tad. Lezzet. Zevk.
Ta'mid
Vaftiz etmek.
Ta'mik
(Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak. * İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak.
Ta'mikat
(Ta'mik. C.) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar.
Ta'mim
Umumileştirme. Herkese bildirme.
Ta'mimen
Ta'mim suretiyle. Herkese bildirmek suretiyle.
Ta'mir
Bozuk şeyi düzeltmek. Eski şeyi düzeltip yeni hâline getirmek.
Ta'mirât
(Tamir. C.) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler.
Ta'miye
(Amâ. dan) Körletme. Kör etme. * Kapalı şekilde anlatmak. * Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme.
2810
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ta'n
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek. * Küfretmek. * Muhalifin iddialarını çürütmek. * Vurmak. * Duhul etmek, dâhil olmak, girmek.
Ta'ne
Sövme, zemmetme, yerme, çekiştirme.
Ta'ne-zen
f. Söven, zemmeden, hicveden, yeren, çekiştiren.
Ta'nif
Şiddetle azarlamak. * Darılmak. * Meşakkat vermek. Melâmet etmek.
Ta'nifât
(Ta'nif. C.) Şiddetle azarlamalar, darılmalar.
Ta'nik
(Unk. dan) Boğazını tutup sıkmak.
Ta'nis
Büluğdan sonra kızın kendi evlerinde çok durması.
Ta'niye
İncitmek.
Ta'rib
Bir kimseden söz nakletmek. * Çirkin etmek. * Arabî olmayan kelimeyi arabi lügatına nakletmek.
Ta'ric
Meyletmek, eğilmek. * Bir nesne üzerinde durmak. * Çıkıntı. Tümsek peyda etme.
Ta'rid
Kaçmak. * Gitmek.
Ta'rif
(İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih. * Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak. * Gr: Bir ismi marife etmek. * Arafat'ta vakfe yapmak.
Ta'rife
Bir şeyi lâzım olduğu şekilde anlatıp bildiren yazı.
Ta'rik
Ovmak.
Ta'rir
Yere dökmek.
Ta'ris
Et kurutmak.
Ta'riye
Soyma. Çıplaklaştırma.
Ta'riz
Gizleme, saklama. * Sağlamlaştırma. * Alıp götürme.
Ta'rizât
(Ta'riz. C.) Dokunaklı konuşmalar, sözle dokundurmalar, taş atmalar.
2811
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ta'riş
Üzüm çubuğuna çardak yapmak. * Temel yapmak.
Ta'sene
Ahlâkı yaramaz kadın. * Çok, kesir.
Ta'sib
İhata edip kaplamak, içine almak. * Bir kimsenin başına taç koymak. * Açlıktan dolayı karnını bağlamak.
Ta'sil
(Asel. den) Bal katma, ballandırma.
Ta'sil-i kelâm
Sözü ballandırma. Kelâmı tatlılaştırma.
Ta'sir
(C.: Ta'sirât) (Usr. dan) Güçleştirme.
Ta'te
Cinli olmak. Delirmek.
Ta'tif
Şefkat uyandırmak. Acındırmak.
Ta'tik
Eskitmek.
Ta'til
Çalışmağa ara vermek. Çalışmayı durdurmak. İzine başlamak. * Kesmek. * Muattal bırakmak. * Ziynetsiz etmek, süssüz yapmak. * Allah'ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleği.(İ'lem eyyühel aziz! Enaniyetten neş'et eden şirk-i hafi katılaştığı zaman esbab şirkine inkılâb eder. Bu da devam ederse küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta'tile, yâni Hâliksızlığa incirar eder. El-iyâzü billah. M.N.)
Ta'tir
(Itr. dan) Güzel koku ile kokulandırma.
Ta'tis
(Atse. den) Aksırtma, aksırtılma.
Ta'tiş
Susatma, susatılma.
Ta'vic
Eğme, eğip bükme. Eğriltme.
Ta'vid
(Deve) çok yaşamak. * Âdet edinmek. Alıştırmak, âdet ettirmek.
Ta'vik
İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek. * İşinden alıkoymak.
Ta'vil
İtimat etmek. * Sesle ağlamak.
Ta'vim
Arpayı ve buğdayı tutam tutam biçip yığmak.
Ta'vin
Evde kâhyâ kadın.
Ta'vir
Gözsüz etmek. Kör etmek.
2812
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ta'vis
Güç etmek, zorlaştırmak.
Ta'viz
Bedel, bir şey vermek. Karşılık, bedel göstermek. * Değiştirmek.
Ta'vizen
Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla.
Ta'vizât
(Ta'viz. C.) Karşılık olarak verilen şeyler. Ödünç verilen para.
Ta'yib
Ayıplamak. Kötülüğünü söylemek.
Ta'yibât
(Ta'yib. C.) Ayıplamalar.
Ta'yid
Bayram etmek.
Ta'yil
Davarı yürütmek.
Ta'yin
Yerini belli etmek. * Vazifeye göndermek, vazifelendirmek. * Ayırmak. * Tayın, erzak.
Ta'yin-kerde
f. Belirtilmiş. Tâyin edilmiş.
Ta'yir
(C.: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma.
Ta'yis
Görmeden bir cismi eliyle aramak.
Ta'yiş
Diri tutmak.
Ta'zib
Davarları gece yabanda otlatıp eve getirmemek.
Ta'zib-i ruh
Can sıkma.
Ta'zibât
(Ta'zib. C.) Eziyetler, tâzibler, azablar.
Ta'zil
(C.: Ta'zilat) Ayıplama.
Ta'zim
Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak.
Ta'zimat
(Ta'zim. C.) Hürmet ve riayetler. Tazimler.
Ta'zimen
Hürmet ve ikram ederek.
Ta'zir
"Siyaset. * Tehdit etmek. * Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek. * Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına
2813
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafından tatbik edilen cezalar hakkında kullanılır bir ıstılahtır.Ta'zirin meşruiyeti; Kitab ile, Sünnet-i Nebeviye ile ve icma-i ümmet ile sabittir.Ta'zir; dövmekle, hapisle, hattâ katil ile olabileceği gibi azarlama, sert lakırdı veya bakış veya herhangi bir tavır ve vaziyet ile de olabilir. Dövmek suretiyle olan ta'zir, otuzdokuz değnekten fazla olamaz. Bir kavle göre para almak suretiyle de ta'zir câizdir." Ta'zir-i evsat
İçtimai mevkileri orta hâlde bulunan kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, hem mahkemeye bilcelb ilâm suretiyle, hem de hapis suretiyle yapılabilir.
Ta'zir-i eşraf
Ümera, yüksek tüccar, köy a'yanı gibi şerefli kimseler hakkındaki ta'zirdi ki, ya bilvasıta ilâm suretiyle veya mahkemeye celbedilerek bilmuvacehe ihtar suretiyle yapılır.
Ta'zir-i te'dib
Âkıl bâliğ olduğu halde henüz mükellefiyet çağında bulunmayan bir çocuğun yaptığı bir suçtan dolayı hakkında te'dib ve ta'zib maksadıyla yapılan ta'zirdir.
Ta'zir-i ukubet
"Mükellef bir şahıs tarafından irtikâb olunup da şer'an muayyen bir cezası bulunmayan bir suçtan dolayı ukubeten yapılan ta'zirdir. Mücrimin bu hususta müslim ile gayr-i müslim; hür ile âbid; erkek ile kadın olması müsavidir."
Ta'zirat
(Ta'zir. C.) Azarlamalar, ta'zirler, tekdirler.
Ta'ziyane
f. Ta'ziye eder surette. Ta'ziye ederek.
2814
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ta'ziye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Yeni ölen birisinin yakınlarının acısını paylaşır söz söylemek, teselli etmek. Baş sağlığı dilemek. ""Allah sabr-ı cemil ihsan etsin"" diye söylemek."
Ta'ziz
Bir adamı aziz kılmak. Hürmet ve muhabbetle sevmek.
Ta'şir
(C.: Ta'şirât) (Öşr. den) Öşürünü alma. Onda birini alma. * Ona bölme.
Ta'şiye
Akşam yemeğini yemek.
Ta'şiş
Hurmanın yaprağının az olması. * Kuşun yuva yapması.
Ta-be
"f. ""... e kadar"" mânasına gelir ve kelimelerin başlarına eklenir."
Taa
Muti olmak. İtaat etmek.
Taab
Yorgunluk. Sıkıntı. Zahmet. Bezginlik. Eziyet.
Taab-âver
f. Yorgunluk veren.
Taab-ı dimağî
Zihnî yorgunluk. Dimağın yorgunluğu.
Taabbüd
İbadet etmek. Kulluk etmek.(Ey insan! Kur'ânın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk'ın mâsivâsından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiç bir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat, ma'budiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler. L.)
taabbüd
ibadet etmek.
Taabbüdî
"İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.(Mesâil-i şeriattan bir kısmına ""Taabbüdî"" denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.Bir kısmına ""Mâkul-ül mâna"" tâbir edilir. Yâni: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat
2815
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sebep ve illet değil. Çünkü: Hakiki illet, emir ve nehy-i İlâhidir.Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de: ""Şeairin faidesi, yalnız mâlum mesâlihtir."" denilmez ve öyle bilmek hatâdır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: ""Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir. ""Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev'-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nevi beşerin netice-i hilkatı olan ilân-ı Tevhid ve Rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?Elhasıl: Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle ""Yaşasın Cehennem!"" der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister. M.)" taabbüdî
ibadet etmekle ilgili.
Taabbüs
(C.: Taabbüsât) Yüz ekşitme, somurtma, surat asma.
Taac'uc
Çeşitli seslerin birbirine karışması.
Taaccüb
"şaşma, hayret etme. Tahayyür.""Resul-ü Ekrem'den (A.S.M.) rivayet olunuyor ki: ""Taaccüb bütün taaccüb ona ki: Cenab-ı Hakk'ın halkını görüp dururken Allah'da şek eder. Şuna taaccüb olunur ki: Neş'et-i ulâyı tanır da neş'et-i uhrâyı inkâr eder. Şuna da taaccüb olunur ki: Her gün her gece ölüp dirilip dururken ba's-ü nüşuru inkâr eder. şuna da taaccüb olunur ki: Cennet'e ve naim-i Cennet'e iman eder de yine dâr-ül gurur için çalışır. Şuna da taaccüb olunur ki: Evvelinin bulaşık
2816
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
bir nutfe, âhirinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür ve tefâhur eder."" (E.T.)" taaccüb
şaşma.
Taaccüc
Şamata, gürültü, patırtı.
Taaccül
Acelecilik. Acele etmek.
Taaccülat
(Taaccül. C.) Acele etmeler. Acelecilikler.
Taaccün
(Acn. dan) Hamurlaşma, hamur hâline gelme, mâcun gibi olma.
Taacib
Acayib şeyler. Tuhaf şeyler.
Taaddi
Saldırma. * Düşmanlık. * Ezme. * Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme. * Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması.
Taaddüd
Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme.
taaddüd
adetlenme, sayıca artma.
Taaddüd-ü ezvac
(Bak: Taaddüd-ü zevcat)
Taaddüd-ü zevcat
"Bir kaç kadınla evlilik hali. (Bak: Aile)(Medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur'anın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münâfi telâkki eder. Evet, eğer izdivacdaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüt bilâkis olmalı. Halbuki, hatta bütün hayvânatın şehâdetiyle ve izdivac eden nebâtatın tasdikıyle sabittir ki; izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyyedir. Madem, hikmeten, hakikaten, izdivaç, nesil içindir, nev'in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yarısında kabil-i telâkkuh olan ve elli senede ye'se düşen bir kadın, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pekçok fâhişehâneleri kabul
2817
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
etmeye mecburdur. S.) (İslâmiyet'in ahkâmı iki kısımdır:Birisi: Şeriat ona müessistir, bu ise hüsn-ü hakiki ve hayr-ı mahzdır.İkincisi: Şeriat muaddildir. Yâni; gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki, birden tabiat-ı beşerde umumen hüküm-ferma olan bir emri birden ref'etme, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder. Binaenaleyh, Şeriat, vâzı-ı esâret değildir. Belki en vahşi suretten, böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir. Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvâfık olmakla beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus taaddüdde öyle şerâit koymuştur ki; ona mürâat etmekle hiç bir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adâlet-i izâfiyedir... Münâzarat)" taaddüdüzevcât
birden fazla evlilik.
Taadi
Düşmanlık etmek.
Taadül
Beraberlik, eşitlik.
Taaffüf
İffetli olma. İffetli görünme. * Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. * İstemekten uzak durma.
Taaffün
(Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
taaffün
kokuşma.
Taaffün-i nefes
Nefesin kokması.
Taaffünat
(Taaffün. C.) Fena ve pis kokular.
taaffünât
kokuşmalar.
2818
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Taahhüd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme. * Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama.
taahhüd
yüklenme, söz verme.
Taahhüdnâme
f. Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika.
Taahhüdât
(Taahhüd. C.) Üzerine alınan işler. Taahhüdler.
Taakkud
(Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme.
Taakkul
Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme. (Bak: Dimağ)
taakkul
akıl erdirme.
Taala
(Bak: Teâlâ)
Taalluk
Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
taalluk
ilgili olma, münasebet.
Taallukat
Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar.
taallukât
ilgililer, yakınlar, akrabalar.
Taallül
(İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma. * Mâzeret.
taallül
bahane arayarak işten kaçınma.
Taallülât
(Taallül. C.) Ağır davranma.
Taallüm
(İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme.
taallüm
ilim öğrenme.
Taallün
Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.
Taam
Yemek. Yenilen şey.
taam
yemek, gıda.
Taamiye
Yemeklik. Yemek parası.
Taammi
Kör olma. Görmez hale gelme.
2819
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Taammuk
(Umk. dan) Derinleşme. Mes'elenin iç yüzüne vakıf olma.
Taammukat
(Taammuk. C.) Derinleşmeler.
Taammüd
(Amd. den) Bilerek ve isteyerek suç işlemek. Kasıt ve niyet etme, bilerek ve isteyerek bir iş yapma.
taammüd
bilerek yapma.
Taammüden
Evvelden hazırlanarak. Kastederek. Bile bile.
Taammüdât
(Taammüd. C.) İsteyerek ve bilerek yapılan işler.
Taammüdî
(Teammüdiyye) Kasıt ve niyet ile olan, taammüdle alâkalı.
Taammül
Amel etme. Çalışma. Vazife yapma.
taammül
amel etme, çalışma.
Taammüm
"Umumileşme. Umumi olma. * (İmame. den) Sarık sarma. * (Amm. den) Amca olma. Birisini ""amca"" diye çağırma."
taammüm
umumileşme, genelleşme.
Taannüd
(İnad. dan) İnad etme. Ayak direme.
taannüd
inat etme, direnme.
Taannüdât
(Taannüd. C.) İnad etmeler, ayak diremeler.
Taannüf
Azarlama. Darılma.
Taannüt
Herkesin yanlışını arama.
Taarr
Ari olmak, temiz ve pâk olmak, beri olmak. Döşeğinde dönüp ızdırap çekmek.
Taarruk
(Arak. dan) Terleme. * Kemikten et kazımak. * Ağaç kabuğunu soymak.
Taarrus
(C.: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.
Taarruz
Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme.
taarruz
saldırma, sataşma.
2820
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Taarrüb
Araplaşma. Arap kılığına girme.
Taarrüf
Karşılıklı anlaşma, tanışma. * Bir şeyi herkesin bilmesi. * Kendini hünerleriyle tanıttırma.
taarrüf
tanışma, tanıma.
taarrüfât
tanıtmalar, tanımalar.
Taarrüm
Kemikten et soymak.
Taarüc
Aksaklanmak.
Taarüf
Birbirini bilmek, tanımak.
Taarüz
Muaraza edişmek, çekişmek.
Taassub
"(Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. * Din bakımından fazla salâbetli olma. * Kendi dinini çok üstün görmek. * Haksız yere husumet etmek. * Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli. (Bak: Dimağ)(... Evet İslâmiyetin şe'ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş'et eden taassub değildir. Bence taassubun en dehşetlisi bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathi şüphelerinde muannidâne ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ulemânın şanı değildir... Münâzarat)"
taassub
şiddetli taraftarlık.
Taassubkâr
f. Taassub gösteren. Mutaassıb.
taassubât
taassuplar.
Taassüf
Sapmak, doğru yoldan çıkmak.
Taassüfât
(Taassüf. C.) Yolsuzluklar, haksızlıklar.
Taassür
(Usur. dan) Güçleşme. Güç olma.
Taasür
Güç yapmak, zor yapmak.
Taat
İbadet etmek. Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek.
2821
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
taat
söz dinleme, ibadet.
Taatgâh
f. İbadet yeri. İbadetgâh.
Taattuf
(Atıf. dan) Acıma, şefkat gösterme. * Verme. * Esirgeme.
taattuf
acıma, esirgeme.
Taattufât
(Taattuf. C.) İhsanlar, lütuflar, bağışlar.
Taattul
(Atalet. den) İşsiz kalma. İşlemez ve boşta olma.
Taattur
(Itr. dan) Güzel kokular sürünme.
Taavvuk
(Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek.
Taavvuz
(İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak. * Bir şey karşılığı olarak alınmak.
Taavvuz-ı tams
Kadınların âdet görmesi.
Taavvüc
(C.: Taavvücât) Eğrilme, eğri olma.
Taavvüd
(Âdet. den) Âdet edinmek. * Geri dönmek.
Taavvüz
"Allah'a (C.C.) sığınırak ""Euzubillâh"" demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek."
taavvüz
sığınma.
Taayyün
Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.
taayyün
belirme, görünme.
Taayyünat
Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.
taayyünât
belirmeler.
Taayyüş
(Ayş. dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek.
taayyüş
geçinme, beslenme, yaşama.
Taazi (taazzi)
"Musibet vaktinde"" İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun"" demek."
Taazum
Gözünde büyümek. Büyük görünmek.
Taazzi
Uzuv peydâ etme. Şekillenme.
2822
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Taazzum
(Azm. dan) Kibirlenmek. Büyüklük taslamak. * Kemikleşmek.
taazzum
büyüklenme.
Taazzumât
(Taazzum. C.) Kibirlenmeler. * Kemikleşmeler.
Taazzüb
Evlenmeyip bekâr kalmak.
Taazzür
Tâzim etmek. Hürmet etmek.
Taazzüz
Aziz saymak. Tenezzül etmeme. * Çekinme.
Taaşşuk
Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek.
taaşşuk
âşık olma.
Tab
"f. ""Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan"" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab $ : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran."
tab
basma, baskı.
Tab'
Tabiat. Karakter. * Damga basmak. Mühür basmak. Kitab basmak. Mühür.
Tab'a
Bir kere basılma.
Tab'a-i ûlâ
Birinci baskı.
Tab'an
Yaratılıştan. Doğuştan. Huy ve tabiat itibariyle.
Tab'hane
f. Matbaa. Tab' işleri yapılan yer.
Taba'
Bulaşmak. * Kir. * Demirin paslanması.
Tababet
Hekimlik. Doktorluk.
Tabah
Kuvvet.
Tabahat
Aşçılık. Yemek pişirme san'atı.
Tabahece
Etli ve yumurtalı kalye. (Bazı yerde kaygana diye söylenir.)
Tabak
(Bak: Debbag)
Tabak-çe
f. Küçük tabak.
2823
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tabaka
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kat. Katmer. * Sınıf, topluluk. * Sigara paketi. * Bir veya iki yapraklı kâğıt.
tabaka
kat, katman.
Tabaka'
Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi. * Cimaı yerince yapamayan kimse.
Tabaka-i hayat
Hayat tabakası. Kabirdeki hayat, dünya hayatı gibi. (Bak: Meratib-i hayat)
Tabaka-i mesturiyet
Gizlilik tabakası. Örtülü oluş.
Tabaka-i sevâbit
Sabit bilinen yıldızlar tabakası.
Tabakat
Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler.
Tabakhane
Ham derilerin işlendiği yer. (Aslı: Debbağhane) (Bak: Debbağ)
tabakât
tabakalar.
Taban
f. Işıklı. Parlak. * Parlayan güneş.
Tabankeş
f. Yaya yürüyen piyade.
Tabançe
f. El ayası, avuç içi.
Tabasbus
Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak.
tabasbus
yaltaklanma.
Tabasbusât
(Tabasbus. C.) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar.
tabasbusât
yaltaklanmalar.
Tabassur
(Basar. dan) Dikkatle bakıp, esasını kavrama. Dikkatle gözetiş.
Tabaver
(Tâb-âver) f. Güçlü, kuvvetli. Dayanıklı. Dayanan.
tabayi
tabiatlar, temel özellikler.
Tabayi'
Mizaçlar, tabiatlar, huylar. Yaratılışlar.
2824
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tabayi'-i esasiye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Temel ve esas olan tabiatlar, karakterler, yaradılışlar. * Toprak, su, hava gibi veya oksijen, hidrojen karbon, azot gibi unsurların hususiyetleri.
Tabayi'-i ziruh
Ruhlu mahlukatın yaratılışları.
Tabaşir
"""Hind hıyarı"" denilen bir deva."
Tabb
Âdet. * Maharet. Ustalık. * Âlim.
Tabbah
(C.: Tabbahîn) (Tabh. dan) Aşçı.
Tabbahîn
(Tabbah. C.) Aşçılar.
Tabbal
Davulcu.
Tabbağ
Kılıç yapan kimse.
Tabdade
f. Parlatılmış, yandırılmış.
Tabdar
f. Işıklı, parlak. Büklümlü, kıvrımlı.
Tabdarî
f. Parlaklık.
Tabdih
f. Işık veren. * İplik bükücü.
Tabe
"(Tayyib. den) "" İyi ve temiz olsun"" mânasınadır."
Tabe-i zer
Altun tava. * Mc: Güneş.
Tabel
(Tâbil) (C.: Tevâbil) Yemeklere konulan baharat.
Taben
(Tabâne-Tabâniye) Akıllılık.
Tabende
f. Işık veren, parlayan.
Taberzed
Bir cins şeker.
Taberî
(Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bütün kat'i sarih mânâlarını müteselsilen, an'aneli senetle menba-ı Risalete îsal ederek tefsirini yazmıştır.
2825
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tabeseher
Sabaha kadar.
Tabh
Pişirme. Pişirilme. * İlâç kaynatma.
Tabh-hane
Lokanta, mutfak.
Tabhî
Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili.
Tabi'
Kitap basan, tab'eden. Kitap bastıran. Matbaacı. Editör.
Tabiat
"(Tabia) Yaratılış, huy, karakter. * Âlem ve içindekiler. Şeriat-ı fıtriyye. Hadiselerin ve varlıkların bağlı olduğu kanunlar. Allah, tabiatı yarattığı ve varlıkların nasıl hareket edeceğini kanunlariyle ve emirleriyle tayin ettiği halde Allah'ı inkâr edip tabiat yapıyor diyenler büyük bir sapıklık içindedirler. Tabiatta hiçbir şey kendi başına buyruk bağımsız, hür değildir. Herşey Allah'ın emirlerine bağlıdır. Oksijenle hidrojen, Allah'ın emrine yâni, koyduğu kanuna göre birleşir ve bu kanuna göre bir birleşim (su) meydana gelir. Işık, hangi eğimle gelirse yansırken o eğimle yansır. Bunu değiştiremez. Çünkü Allah'ın emri böyledir ve ona uyar. İki cisim birbirini kütleleriyle doğru ve aradaki mesafe ile ters orantılı olarak çeker, başka türlü davranamaz.Tabiatta herşey kopmaz zincirle bağlı olduğuna göre, tabiat yaratıcı da olamaz. Çünkü yaratma hür irade, önceden plânlama ve bir gayeyi gerektirir. Tabiatta ise bu yoktur. Halbuki tabiatta her an sayısız varlıklar yaratılıyor. Düşünebilenleri hayrette bırakan güzellikte ve mükemmellikte. O halde tabiatı, emrine bağlı kılan sonsuz irade, ilim ve kudret sahibi bunları yaratabilir. O da Allah'dır. Bir daktilo makinasının çalışma tarifesini gören kişi, makinanın mühendisini inkâr edip daktiloyu icad eden ve çalıştıran bu tarifedir demek ne kadar ahmaklıksa, tabiat kanunları denilen Allah'ın emir ve tarifenamesini görüp bunu varlıkların yaratıcısı sanmak, ondan bin
2826
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
derece daha ahmaklıktır. Varlıkların yaratılışı, tesadüfle de açıklanamaz. Esasen ilimde determinizm prensibi yâni kanuniyet ve zarurilik muayyeniyet kabul edilmiştir. Bu prensip tesadüfü reddeder. Tabiatta kapris yoktur, herşey belirli kanunlara bağlıdır der. Şansa ve ihtimaliyete göre meydana geliyor gibi görünen hadiselerin de bir kanuniyeti vardır. Esasen tesadüfle varlıkları açıklamak imkânsızdır. Birden ona kadar sayılan yazılı kartları tesadüfen bir torbadan sırayla çekme şansı 10 milyonda bir iken bir canlı hücrenin yapısında yer alan bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelme şansı, birin önüne 300 tane sıfırı koymakla elde edilen sayıda birdir. Ancak bunun için milyarlı milyarlarca tekrarla elde edilecek sayı kadar kâinatın ömrü geçmesi lâzımdır. Tabiat bir makinedir, mühendisi değil, bir matbaadır, matbaacısı değil; bir kitapdır, kâtip değil; bir eserdir, müessir değil, bir kanundur, kanun koyucu değil.""Tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor"" deyip Allah'ı inkâr etmek isteyenlere cevap:(Eğer mevcudatta, hususan zihayatta görünen; basirâne, hakimâne olan san'at ve icad, Şems-i Ezelî'nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse; belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki: Tabiat, icad için her şeyde hadsiz mânevi makine ve matbaaları bulundursun; veyahut her şeyde kâinatı halk ve icad edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misâli ve aksi güneşcikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki: Bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabii, fıtri ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir
2827
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
güneşin hârici vücudunu kabul ederek, zerrât-ı züccaciye adedince tabii güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi... Aynen bu misâl gibi; mevcudat ve zihayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelinin cilve-i esmâsına verilmezse, her bir mevcudda, hususan her bir zihayatta; hadsiz bir kudret ve irâde ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdetâ bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise; kâinattaki muhalâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlikı Kâinat'ın san'atını, mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.Tabiat, bir san'at-ı İlâhiyedir, Sani' olamaz. Bir kitab-ı Rabbanidir, kâtip olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olamaz. Bir kanundur, kudret olamaz. Bir mistardır, mastar olamaz. Bir kabildir, münfail olur; fâil olamaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri' olamaz. L.)(S - Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?C - Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi' değildir. Tâbi', ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülâsasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik, tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden ef'âl arasında bir nizam ve bir intizamı ika' eden İlâhi bir şeriat-ı fıtriyyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, mâkul ve itibari emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibari bir emir olup, hilkatte yâni yaratılışta câri olan Adetullah'tan ibârettir. Amma tabiatın bir mevcud-u hârici
2828
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve tâlim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, ""Aralarındaki o nizami idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi bir şey mevcuttur."" diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathi ve tebai bir nazarla devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u hârici olduğuna ihtimal verebilir.Hülâsa : Tabiat, Allah'ın san'atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun mes'eleleridir. Kuva dahi, o mes'elelerin hükümleridir. İ.İ.)" tabiat
yaradılıştan gelen temel özellik, yaradılış, huy, ilâhî kanunlar.
Tabiat-ı ma'siyet
f. İsyan etmek, günah işlemek ahlâkında ve huyunda olmak.
Tabiatperest
f. Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden.
tabiatperest
tabiatı yaratıcı zanneden kimse.
Tabiatı taklid
Tabiatta cari olan kanunları kelâmda da kendine göre tatbik etme.
Tabib
(C.: Tabibân-Etibbâ) Doktor, hekim.
tabib
doktor, hekim.
Tabibân
(Tabib. C.) Doktorlar, tabibler, hekimler.
Tabih
(Tabh. dan) Pişiren, aşçı.
Tabiha
Öğle sıcağı.
tabiiyet
uyma.
Tabiiyyet
Tabi'lik. Tâbi olma. Bir kimseye mensub bulunma. Bir devletin teb'asından olma.
Tabiiyyun
"Tabiatçılar. Naturalistler. ""Her şeyi tabiat yapıyor"" diyen, maddeye dalmış, Allah'tan (C.C.) mânen uzaklaşmış kişiler."
2829
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tabiiyyun
Allahın kanunu ve sanatı olan tabiatı ilâh sananlar.
Tabil
(C.: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler. * Çömlek içinde pişen nesne.
Tabistan
f. Yaz mevsimi.
Tabiî
"Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden.(...İşte meşiet-i İlâhiyye ile vücuda gelen işlerde ""inşâallah inşâallah"" yerine ""Tabiî tabiî"" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et... M.)"
tabiî
tabiatla ilgili, kendiliğinden.
Tabiîn
sahabeleri görenler.
Tabiûn
(Tâbiîn) (Tâbiî. C.) (Bak: Tabiî)
Tabiş
f. Parlayış, parıldayış.
Tabiş-geh
f. Parıltı yeri.
Tabl
Davul. * Kulak zarı.
Tabl-baz
f. Davulcu.
Tabl-hane
f. Büyük davul.
Tabl-zen
f. Davulcu.
tabla
kap, yiyecek sunulan kap.
Tabldot
Fr. Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek.
Table
Dirhem.
Tablek
Dünbelek.
Tabn
Defnetmek, gömmek. * Tanbur.
Tabnak
f. Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver.
Tabs
İnsan.
Tabtaba
Su çağıltısı. * Tıpırtı.
2830
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tabu
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.
tabu
uğursuz, hakkında konuşmaktan korkulan.
tabur
bölüklerden oluşan askerî birlik.
taburmisâl
tabur gibi.
Tabut
(C.: Tevâbit) Sandık. * Ölü nakline mahsus sandık. * Dönüp dolaşıp gelinecek merci-i küll. * Hz. Musa Aleyhisselâm'a inen evâmir-i aşerenin konulduğu sandık. * Su kovası.
Tabv (taby)
Sarfetmek, harcamak. * Dâvet etmek.
Taby (tıby)
At, katır, eşek ve geyik memesi.
tabâbet
doktorluk.
tabân
yaradılıştan, yaradılış bakımından.
Tabık
Büyük kiremit.
Tac
"Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık. * Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame. * Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık. * Kuşların başındaki uzunca tüy. * Çiçeklerin ortalarındaki renkli parlak kısım."
Tac ü serir
Taç ve (üzerine oturulan) taht.
Tac-ı ser
Baş tacı. * Mc: Çok sevilip itibar edilen şey veya kimse. Muhterem, aziz.
Tacbeyt
Edb: Bir kasidenin sonlarında nazmedenin ismi bulunan beyit.
Tacdar
f. Taçlı. Taç giyen padişah. Hükümdar.
Tacdarane
f. Hükümdarlara yakışacak şekilde. Hükümdarca.
Tacdarî
f. Padişahlık, hükümdarlık.
Tacen
Tava. * Büyük kiremit.
2831
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tacgah
f. Hükümet merkezi.
Tacir
Ticaret yapan, ticaretle uğraşan.
Tacser
(Bak: Tâc-ı ser)
Tacver
f. Hükümdar, pâdişâh.
Tad'if
İki kat yapmak. * Çoğaltmak. * Zayıflatmak.
Tada'du
Alçak gönüllülük gösterme. * Viran olma. * Aklını kaybetme.
Tadabbüb
Besililik. Semizlik.
Tadabbür
Muhkem olmak, sağlamlaşmak. * Bağlanmak.
Tadaccu'
Üşenme, gevşek davranma.
Tadaccur
(Ducret. den) Sıkılma, sıkıntı, iç sıkılması.
Tadacüm
İhtilâf. Anlaşmazlık. * Eğrilik.
Tadadd
Birbirine düşmanlık etmek.
Tadafür
Bir yere toplanmak. * Yardım etmek, muâvenet etmek.
Tadagun
Birbirini istemeyip garaz edişmek.
Tadahduh
şarap dökülmek.
Tadahhum
Ağızla tutmak.
Tadahuk
Gülüşmek.
Tadallu'
Dolmak. * Suya kanmak.
Tadallül
Gedik olmak.
Tadamm
Bir yere cem'olmak, toplanmak.
Tadammuh
Bulaşmak.
Tadammun
(Bak: Tazammun)
Tadammüd
Yaraya merhem sürüp bezle bağlamak.
Tadarr
Birbirine zarar etmek.
Tadarru'
İnlemek.
Tadarrus
Diş kamaşması.
2832
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tadarug
Sıkılmak.
Tadarut
Yellenmek.
Tadauf
Kat kat olmak.
Tadavvu'
Kokmak.
Tadavvüc
Derenin dar ve kısık yerleri çok olmak.
Tadavvür
Çağırmak, bağırmak, feryad etmek. * İnlemek. * Açlık.
Tadbas
Sabun.
Tadbib
Semiz etmek, beslemek. * Geri koymak.
Tadbir
Tabiatı muhkem olmak. * Nameyi iplikle bağlamak.
Tadbis
Sabun.
Tadci'
Süstlük etmek, zayıflamak.
Tadcir
Can sıkma, yürek daraltma.
Tadfir
Saç örmek. * Yürürken çok sallanmak. * Çok çalışmak.
Tadhik
Güldürmek.
Tadhiye
Kurban kesmek.
Tadli'
Kavunu dilim dilim kesmek.
Tadlil
Doğru yoldan sapıtmak. * Azdırmak, ayartmak. Günah işletmek. Dalâlete saptırmak.
tadlil
" ""azdı ve saptı"" diye verilen hüküm, azdırma, saptırma."
Tadlil-i gayr
Başkalarını dalâlete nisbet etmek. Sapıklığına hükmetmek.
Tadmid
Başına veya koluna merhem sürüp bez bağlamak.
Tadmir
Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.) * İnce belli yapmak.
Tadri'
Yakın etmek, yaklaştırmak.
Tadrib
"Kebabı iyi pişirmek. * Avazı güzelce çekip nağmelendirmek. (Buna ""tadrib-i fi-s-savt"" denir)."
2833
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tadric
Kanatmak.
Tadrim
Ateş yakmak.
Tadris
Tecrübe görmüş olma.
Tadriye
Kandırmak. * Çok hırslı olmak.
Tadyi'
Zâyi etmek, kaybetmek.
Tadyif
Konuk almak.TAF' : Ateşin sönmesi.
Tadî
Âdet.
Tafa
İnce bulut.
Tafa'fu'
Evmek, acele etmek.
Tafaddul
Faziletlilik iddia etmek, üstünlük iddiasında bulunmak.
tafaddul
üstünlük iddiası.
Tafadul
Fazilet göstermek.
Tafaf
Dolu olmak.
Tafassi
Halâs olmak, kurtulmak.
Tafattun
(Fatanet. den) Anlama, farkına varma, akıl erdirme.
Tafattur
Yarılma, ayrılma, açılma.
Tafazzu'
Kesilmek.
Tafazzuh
Rezillik, kepazelik. Rüsvaylık.
Tafazzul
(Fazl. dan) Üstünlük taslama.
Tafdih
(Fedahat. dan) Rezil etme. Kötülüklerini yayarak adını kötüleme.
Tafdil
"Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek. * Gr: Bir şeyi ""en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi"" gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük gösteren ismini söylemek ki, buna ""ism-i tafdil"" denir. Ef'al () vezninde; efdal (daha faziletli), ekber; (en büyük), ahsen; (en güzel, daha güzel) gibi. Türkçede; kelimenin başına daha, en, pek, pek çok gibi kelimeler getirilerek
2834
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yapılır. Farsçada ise; kelimenin sonuna ""ter, terin"" gibi ekler getirilir. Bed. den; bedter, bedterin (daha kötü, en kötü) gibi." tafdil
üstün tutma.
Tafe
Yağmur. * Karanlık. * Güneşin, batmaya yaklaşması.
Tafes
Kir, necis.
Taff
Tamam alıp eksik vermek.
Tafh
Kaldırmak. * Dolu olmak.
Tafi
Her nesnenin üstüne gelen. * Hâriç, dış.
Tafif
Az, kalil.
Tafih
Dolu, mümteli.
Tafk
(Tafak) Bir işe başlamak, mülâzemet etmek, başlayıp devamda sebat etmek.
Tafn
Ölüm, mevt. * Haps.
Tafr (tufur)
Yukarı sıçramak. Kalkmak.
Tafra
Yukarıya sıçrama atlama. * Yukarıdan atıp tutma. * İlmiye sınıfında rütbe ve derece alma.
tafra
sıçrama, atlama, yukarıdan atıp tutma.
Tafs (tufus)
Ölüm, mevt.
Tafsil
Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
tafsil
uzun uzadıya anlatma.
Tafsilen
Uzun uzadıya, tafsilâtlı olarak.
tafsilen
ayrıntılı olarak, genişçe.
Tafsilât
(Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar.
tafsilât
geniş açıklamalar.
tafsilî
ayrıntılı, geniş açıklamalı.
2835
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tafsiye
Halâs etmek, kurtarmak.
Taftaf
Yumuşak taze ot. * Ağacın çevresi.
Taftafe
(C.: Tavâtıf) Böğür, hâsıra.
Taftazanî
büyük bir kelâm âlimi.
Tafthane
f. Matbaa. Basımevi.
Taftin
(Fatanet. den) Anlatma, akıl erdirtme.
Taftir
Orucunu açmak.
Tafv
Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması. * Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi. * Bir işe girmek. * Hayvanın tepe üzerine çıkması. * Ceylânın koşması.
Tafzih
(C.: Tafzihât) Rezil etme.
Tafziz
Gümüş kaplama, gümüşleme.
Tafşele
Kaygana aşı. * Baklava.
Tagaddi
(Gıda. dan) Gıdalanmak, beslenmek. * Sabah yemeği.
tagaddi
gıdalanma, beslenme.
Tagaddiyât
(Tagaddi. C.) Gıdalanmalar, beslenmeler.
Tagallüb
Zorbalık. * Hilâf-ı hak olarak musallat olmak. İstilâ etmek. * Üstün gelmek.
tagallüb
üstün gelme, zorbalık, baskı.
Tagallübât
(Tagallüb. C.) Zorbalıklar, tahakkümler.
Tagame
(C.: Tıgâm) Hor ve zelil kimse. * Ufacık kuşlar.
Tagamgum
Anlaşılmaz söz.
Taganni
(Gınâ. dan) Muhtaç olmamak. * Kâfi bulmak. * Zengin olmak. * Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak. * Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi.
taganni
zenginleşme.
2836
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tagannüm
(Bak: Tegannüm)
Tagavvül
Renkten renge girmek. Rengini değiştirmek.
Tagayyüb
(Gayb. dan) Gözden kaybolma, görünmeme.
Tagayyür
"Değişmek. Başkalaşmak. * Bozulmak. Renk değiştirmek. * Kokmak.(Tagayyür ve tebeddül; hudûsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise; hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred; hem Vâcib-ül-Vücud olduğundan; elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir. L.)"
tagayyür
başkalaşma, dönüşme.
Tagayyürat
(Tagayyür. C.) Başkalaşmalar, bozulmalar. Değişmeler.
Tagayyüz
Gayzlanma, kin besleme. * Kızma, hiddete gelme.
Tagayyüzat
Hiddetlenmeler. Kızmalar.
Tagazzi
(C.: Tagazziyât) Gıdalanma, beslenme.
Tagaşşi
(Gışâ. dan) Bürünmek, örtünmek.
Tagbir
(C.: Tagbirât) (Gubar. dan) Toza bulaştırma. * Gücendirme, muğber etme.
Tagdiye
Sabah yemeği yedirmek. * Gıdalandırmak, beslemek. Beslenmek.
Tagfil
(C.: Tagfilât) (Gaflet. den) Gafil avlama veya gafil avlanma.
Tagi
(Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan. * Dindar olmayan padişah.
Taglib
"Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya ""Ebeveyn"" denilmesi gibi."
Taglif
(Gılaf. dan) Kınına koyma, kılıfına sokma. * İyi kokulu nesneler yapmak.
2837
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Taglif-i süyuf
Kılıçları kılıfa koyma. * Mc: Sulh yapma, barışma.
Taglik
(C.: Taglikat) (Galak. dan) Kapama, kapanılma. * Kilitleme. * Edb: Muğlak ve kapalı söz söyleme.
Taglis
Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir) * Bir işi üzerine almak. * Sabah karanlığında sefer etmek.
Taglit
(Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma. * Karıştırma.
Tagliye
Pahalanma. * Kaynatma.
Tagliz
(Gılzet. den) Kabalaştırma. Kaba ve galiz yapma. * Kaba söyleme. * Pahalanma.
Tagmid
Kınına koyma.
Tagmis
Batırma, daldırma.
Tagmiye
Evin üstüne direk yapmak. * Yüzü bir şeyle örtmek.
Tagmiz
Göz yummak. * Sözü müşkil söylemek.
Tagniye
(Gınâ. dan) Birini zengin etmek.
Tagr
(C.: Tagrân) Bir küçük kuş.
Tagrib
(Gurbet. den) Birini gurbete gönderme. * Memleketten çıkarma, uzaklaştırılma. * Kovma.
Tagrid
Çağırmak. * Kuş ötmek.
Tagrik
(Gark. dan) Suda boğma.
Tagrim
Ödetme. Ödenme.
Tagrim-i düyun
Borçların ödenmesi.
Tagrir
(C.: Tagrirât) (Gurur. dan) Müşteriyi aldatma. Gurur verip aldatma. * Tehlikeli yerlere düşürmek.
Tagris
Aç etmek.
2838
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tagriz
Batırmak. * Çekirgenin kuyruğunu yere batırması.
Tagtiye
Örtme, örtülme.
Tagun
Azgın kimseler. * Cenab-ı Hakk'ın emir ve kanunlarından gaflet edip haksızlık edenler, zulüm edenler.
Tagut
İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr. * Her bâtıl mâbud. * Şeytan. * İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi.
Tagva
Tuğyan. Azgınlık.
Tagvir
Sonuna yetişmek. * Çukur yapmak. * Öğle vaktinde uyumak.
Tagvis
Medet istemek, yardım istemek.
Tagviye
Azdırıp yoldan saptırma, baştan çıkarma.
Tagyib
Kaybetmek.
Tagyim
(Hava) bulutlu olmak.
Tagyir
Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme.
Tagyirât
"(Tagyir. C.) Değiştirmeler, başkalaştırmalar; bozmalar."
Tagyiz
(Gayz. dan) Hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme.
Tagzin
Hışım etmek, kızmak. * Buruşturmak.
Tagzit
Çok sıkı bağlama. Tazyik etme, basınç yapma.
Tagziye
Gazâ ettirme, din uğrunda savaştırma.
Tagziz
Gümüşle süslemek.
Tagıye
Salak, kibirli ve inatçı adam. * Yıldırım.
Tagşiye
(Gışâ. dan) Örtmek, örtünmek. Bürünmek. * (Gaşi. den) Kendinden geçirilmek.
Tagşiş
(Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak. * Aklı gidermek. * Hayran etmek.
Tah
Hamur.
2839
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Taha
Bulut.
Taha'
Yüksek bulut. * Gam, hüzün, keder.
Tahab
Birbiriyle sevişmek.
Tahabbut
Düşünmek. * Aklını eksiltmek, fâsid etmek.
Tahabbüb
"Sevgi göstermek, muhabbet beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeği istemek.(Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar; hem de diş ve tırnağının kirasını da ister. M.)"
tahabbüb
sevgi gösterme.
Tahabbüş
Cem'olmak, toplanmak.
Tahacc
Husumet etmek, düşmanlık yapmak, kin tutmak.
Tahaccüm
(Hacm. den) Büyüme, irileşme, hacim peyda etmek.
Tahaccür
Taşlaşmak. Taş kesilmek. Donup kalmak.
tahaccür
taşlaşma.
Tahaccürat
(Tahaccür. C.) Taşlaşmalar, taş kesilmeler.
Tahaci'
Eğlenmek. * Tenbellik etmek.
Tahacu
Hicvedişmek. Mesel söyleşmek.
Tahacüc
Hüccetleşmek. Birbirinden hüccet talep etmek, delil istemek.
Tahacüz
Men'edişmek, karşılıklı engel olmak.
Tahadd
Muhalefet edişmek, birbirine karşı gelmek.
Tahaddi
Meydan okuma.
tahaddi
meydan okuma.
Tahaddi mu'cizesi
"Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı ""Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın"" diye meydan okuması."
Tahaddu'
(Hud'a. dan) Bilerek aldanma.
Tahaddüb
(C.: Tahaddübât) (Hadeb. den) Kamburlaşma.
2840
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahaddür
(Hadr. dan) İnişe doğru akıp gitme. * Yokuş aşağı hızla inme.
Tahaddür-i miyâh
Suların akıp gitmesi.
Tahaddüs
Bilmediği ve duymadığı ihbar ve havadisi idrak eylemek. Zan ve tahmin etmek. * Sür'atle idrak etmek.
tahaddüs
var olma.
Tahaddüş
Tırmalanma. * Üzüntü duyma.
Tahadu'
Aldanmış gibi görünme.
Tahadüs
Haberleşmek.
Tahaf
İnce ve şeffaf bulut.
Tahaffuz
Korumak, sakınmak. Kendini muhafaza etmek. * Barınmak.
tahaffuz
korunma.
Tahaffuzkâr
f. Korunan, sakınan. Kendisini muhafaza eden.
Tahaffuzî
Korunma ile ilgili.
Tahaffüf
(Hiffet. den) Hafiflemek. Hafif olmak. * Ayağa mest gibi bir şey giymek.
Tahai
Birbiriyle kardeş olmak.
Tahakkud
Kin tutma, kin gütme.
Tahakkuk
Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.
tahakkuk
gerçekleşme.
Tahakkük
Kaşınmak. Ovunmak.
Tahakküm
(Hüküm. den) Tekebbür, zorbalık etmek. Zorla hükmetmek.(Evet imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdad da olamaz. L.)
tahakküm
hükmetme, zorbalık.
Tahakkümât
(Tahakküm. C.) Tahakkümler, zorbalıklar.
2841
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tahakkümî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mânasız iddia. Delilsiz, isbatsız haklılık dâva etmek, Mânasız mücerred dâva.
tahakkümî
delilsiz dâvâ.
Tahaküm
Hükmedişmek.
Tahalhul
(Halhal. dan) Ayağa bilezik takma. * Bir cismin hacminin büyümesi, şişmesi. * Hava cereyanı olması.
Tahalli
(Halâvet. den) Kendi kendini donatmak. Süslenmek.
Tahalluk
Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak.
tahalluk
ahlâklanma.
Tahallut
(Halt. dan) Karışma. Karışık olma.
Tahallüb
Sızma. Ter çıkarma. * Sütlenme. Süt peyda etme. * İmrendiğinden ağzının suyu akmak. * Pâre pâre etmek, dağıtmak, parçalamak.
Tahallüd
(Huld. dan) Bir yerde devamlı kalmak. Devamlı olmak.
Tahallüf
Geride bırakılma. Arkada kalma. * Değişme. Uygun olmama.
tahallüf
geride bırakılma.
Tahallül
"(Halel. den) Bozulmak. Ekşimek. Sirke olmak. * Araya girmek. Başka bir şeyin müdahale etmesi, karışması. * Dişleri hilâllamak.(Haşirde bütün zevil-ervahın ihyası; mevt-âlud bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşâsından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedâhül edemez, onda meratib olamaz, her şey O'na nisbeten birdir. H.)"
tahallül
ayrışma.
Tahallüm
Bâliğ olmak.
Tahallüs
Halâs olmak. Kurtulmak. * Edb: şiirde mahlâs kullanmak.
tahallüs
kurtulma.
2842
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahalüs
Sövüşmek.
Tahamhum
Atın yulaf görünce kişnemesi.
Tahami
İhraz etmek. Erişmek. Kazanmak.
Tahammi
(Hamy ve Himayet. den) Korunma, kendini himaye etme. * Perhiz etme.
Tahammuk
Ahmaklaşma.
tahammuk
ahmaklaşma.
Tahammus
Büzülme. Büzülüp buruşma.
Tahammuz
Ekşimek. Mayalanmak. Oksitlenmek.
Tahammüc
Dikkatle bakmak.
Tahammüd
Ateşin sönmeğe yüz tutması.
Tahammül
Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak.
tahammül
sabretme, dayanma.
Tahammülgezâ
f. Dayanılmaz, tahammül edilmez.
Tahammülgüdâz
f. Tahammülü ve dayanmayı yırtıp geçen.
Tahammülsuz
f. Tahammülü yok eden. Sabırsızlık veren.
tahammülsûz
dayanma gücünü kıran.
Tahammür
Mayalanmak. Ekşimek. * Sarhoşluk verecek hâle gelmek.
tahammür
ekşime, fermentasyon.
Tahammürât
(Tahammür. C.) Ekşimeler, mayalanmalar.
Tahammüs
Sağlamlık, muhkemlik.
Tahamuk
Ahmaklaşmak.
Tahamül
Başkasının zahmetini yüklenmek.
Tahamür
Uyuşturmak. * şarap yapmak.
Tahan
Kendini toprağa gömerek yatan küçük bir hayvan.
2843
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahanet
Değirmencilik.
Tahanni
(Hany. dan) Eğilmek, eğrilmek. * Kınaya boyamak.
tahannun
fazlaca acıma.
Tahannüf
Hanefi mezhebinden olma. Hanefî Mezhebine girme.
Tahannük
Tülbendi çenesi altından dolamak.
Tahannün
Çok istekle sızlanma. * Şefkat etme. * Meyl ve muhabbet.
tahannün
inleme.
Tahannüs
Tehir etmek, sonraya bırakmak.
Tahannüt
Ölü üzerine güzel kokular serperek kefenlemek.
Taharet
Temizlik. Nezafet. Temizlenmek. * Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir.
taharet
temizlik.
Taharet-i kübraâ
Cünüblük veya hayız, nifas gibi hallerden çıkmak için gusül abdesti alarak temizlenmek.
Taharet-i suğra
Abdestsizlik denilen hali, abdest alarak gidermek.
Taharri
(Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.
Taharri-i hakikat
Hakikatı, doğruyu araştırmak, aramak.
Taharriyât
Araştırmalar. Aramalar. Aratmalar.
taharriyât
aramalar.
Taharruk
Yırtılma. Koparılma. Sökülme. Yarılma.
taharrî
arama.
Taharrüc
Günahtan içtinab etmek, günahtan çekinmek.
Taharrüf
Sapmak. İnhiraf etmek.
taharrüf
sapma.
Taharrük
(Bak: Teharrük)
2844
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
taharrük
hareketlenme.
Taharrüm
Yarılmak.
Taharrüs
Sakınmak, korunmak.
Taharrüz
Sakınma, çekinme, korunma.
Taharrüş
(C.: Taharrüşât) Tırmalanma.
Taharüc
Tevzi etmek, dağıtmak.
Taharüs
Ekin ekmek, tahıl ekmek.
Tahassul
Hâsıl olmak. Üremek. Husule gelmek. Bir araya birikip sâbit ve bâki olmak. Netice olarak çıkmak.
tahassul
üreme.
Tahassun
Bir kaleye kapanmak. Korunmak. İstihkâma çekilmek. Tahkim edilmiş bir yere sığınmak.
Tahassungâh
f. Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak.
Tahassur
Eli böğüre koymak.
Tahassus
(Husus. dan) Hususi ve mahsus olmak. Bir kimseye mahsus kılınmak.
tahassus
hususîleşme.
Tahassün
(Bak: Tahassun)
tahassün
sığınma.
tahassüngâh
sığınak.
Tahassür
(Hasret. den) Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek.
tahassür
özleme.
Tahassür-i dem
Kanın pıhtılaşması.
Tahassürât
Tahassürler. Hasret çekmeler.
Tahassüs
İyi bir haber duyup memnun olmak. Kalben ve ruhen hislenmek, hissetmek. * Casuslamak. * Aratmak.
2845
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tahassüs
duygulanma.
Tahassüsât
(Tahassüs. C.) Duygulanmalar, hislenmeler.
Tahasüb
Hesaplaşmak.
Tahasüd
Hased edişmek, düşmanlık etmek.
Tahasüm
Husumet edişmek, düşmanlık yapmak.
Tahasür
Birbirinin beline elini sokup yürümek. * Eli böğürüne koymak.
Tahat
Ufak etmek. Ufalamak.
Tahatti
(Bak: Tahaddi)
Tahattiat
(Tahatti. C.) Saldırışlar, tecavüzler.
Tahattum
Kin, hiddet ve öfke içinde olmak.
Tahattur
Hatırlamak. * Muhatara ve tehlikeden kaçıp uzaklaşmak.
tahattur
hatırlama.
Tahattüm
(Hatem. den) Hatem, yüzük takınmak. * Tas: Ariflerin gönlüne Allah'ın koyduğu işaret.
Tahattür
Tembel tembel yürümek.
Tahatül
Birbirini aldatmak.
Tahatıh
Karanlık. * Bulutluluk.
Tahavus
Göz ucuyla bakmak.
Tahavvu'
Eksilmek, noksanlaşmak.
Tahavvüb
Bir nesneye acınmak ve mahzun olmak.
Tahavvüf
Korkuya düşmek. Korkmak. * Bir şeyi eksiltmek.
tahavvüf
korkma.
Tahavvül
(Hâl. den) Birinden diğerine geçmek. Tebdil olunmak, değişmek. Dönmek. Bir hâlden başka bir hâle geçmek.
tahavvül
değişme.
Tahavvülât
(Tahavvül. C.) Tahavvüller. Değişmeler.
2846
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tahavvülât
değişmeler.
Tahavvülât-ı külliye
Büyük değişiklikler.
Tahavvülât-ı zerrat
"Zerrelerin tahavvülü.(Tahavvülât-ı zerrat, Nakkaş-ı Ezelî'nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelânıdır. Yoksa; maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânasız bir hareket değildir. Çünkü; bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde ""Bismillah"" der. Çünkü nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır. Ve buğday dânesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi... Hem vazifesinin hitamında ""Elhamdülillah"" der. Çünkü: Bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san'at, faydalı bir hüsn-ü nakş göstererek Sâni-i Zülcelâl'in medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ: Nar ve mısıra dikkat et. S.)"
Tahavvün
Eksilmek. * Ziyafet vermek. * Söz vermek, ahdetmek.
Tahavvür
Tezlik, acelecilik.
Tahavvüs
Bahadırlık, kahramanlık. * Sefer niyyetiyle bir yerde durmak.
Tahavüz
Birbirini cenkten men'etmek. Dövüşten alıkoymak.
Tahayyül
(C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)
tahayyül
hayâl etme.
Tahayyülât
(Tahayyül. C.) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar.
Tahayyür
Beğenip seçmek, muhayyer olmak.
tahayyür
şaşakalma.
Tahayyürât
(Tahayyür. C.) Hayrete düşüp şaşakalmalar. Hayran olmalar.
2847
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tahayyüz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Hayz. den) Yer tutmak, yer almak. * Ehemmiyet kazanmak. * Fiz: Herhangi bir cismin boşlukta yer alması.
tahayyüz
yer tutma.
Tahaz
Birbirini kandırmak, aldatmak.
Tahazhuz
Suyun deprenmesi, hareket etmesi.
Tahazzu'
(Huzu. dan) Alçakgönüllülük gösterme. Mütevazi olma.
Tahazzur
(Hazır. dan) Hazır bulunma. Hazır olma.
Tahazzüb
(Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme.
Tahazzün
Hazineye girmek. * Yığılmak.
tahazzün
birikme.
Tahazzür
(Hazer. den) Sakınma, korunma, çekinme.
Tahazül
Birbirini rüsvay etmek, kepaze etmek.
Tahaşhuş
Kâğıt hışırtısı. * Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses.
Tahaşi
Bir yana olmak. * Utanmak. * Sıkılmak.
Tahaşşi
(Haşyet. eden) Korkmak. Çekinmek. Ürpermek.
Tahaşşu'
(Huşu. dan) Mütevâzi olmak. Alçakgönüllülük gösterme.
Tahaşşüd
Birikme, yığılma. Toplanma.
Tahaşşün
Kin tutmak. * Kokup yemek.
Tahbib
Fâsid etmek, bozmak.
Tahbie
Gizlemek, saklamak. * Kadını perdeye koyup kimseye göstermemek.
Tahbir
Tahsin etmek, tezyin etmek. Güzelleştirmek, süslemek.
Tahbiye
Hıfzetmek, korumak. * Engel olmak, men'etmek.
Tahcil
Atın dört veya üç ayağında veya ikisinde bileklerinden yukarı olan beyazlık.
2848
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tahcir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir yere taş koymak, taş yığmak. * Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak. * Hayvanı dağlayıp nişanlamak.
Tahdi'
Aldatmak.
Tahdib
Kamburlaştırma. Kubbelendirme.
Tahdic
Dikkatle bakmak. * Atmak.
Tahdid
Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. * Tarif etmek. * Bir şeyi kasdetmek. * Keskin etmek. Bilemek.
tahdid
sınırlama.
Tahdid-i sinn
Yaş haddi. Emeklilik.
Tahdidât
Tahditler. Sınırlamalar.
Tahdik
(Hadeka. dan) Gözünü dikip, ayırmadan ve dikkatle bakma.
Tahdim
Hizmet ettirmek. * Atın ayaklarının beyazlığı dirseklerinden aşağı olmak.
Tahdir
(Hader. den) Örtülendirme, örtülü bulundurma. * Uyuşturmak.
Tahdis
(Hudus. dan) Söylemek. Anlatmak. Rivayet etmek. * Şükür ve teşekkür ile bildirmek. Görülen iyiliği herkese söylemek. * Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözünü tekrarlamak.
Tahdis-i nimet
"Cenab-ı Hakk'a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadiyle nâil olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek. (Bak: Küfran-ı ni'met)(Bâzan tevâzu', küfran-ı ni'meti istilzam ediyor, belki küfran-ı ni'met olur. Bâzan da tahdis-i ni'met, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çâre-i yegânesi ki; ne küfran-ı ni'met çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmiyerek, Mün'im-i Hakiki'nin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ: Nasılki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese:
2849
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin. ""Eğer sen tevazu'kârâne desen: ""Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir; nerede güzellik?"" O vakit küfran-ı ni'met olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: ""Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz... ""O vakit, mağrurane bir fahirdir.İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: ""Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısiyle libası bana giydirenindir; benim değildir."" M.)" Tahdisât
Anlatmalar. Rivayet etmeler. * Teşekkürle bildirmeler. * Hadis anlatmalar.
Tahdiş
(Hadeş. den) Kurcalamak. Tırmalamak. * İncitmek. * Kaşımak.
tahdiş
kurcalama.
Tahdiş-i ezhan
Zihinleri kurcalamak, tırmalamak.
Tahdişat
(Tahdiş. C.) Tırmalamalar. Kurcalamalar.
tahdîs
şükürle söyleme.
tahdîsinîmet
şükür için kendine verilen nimeti söyleme.
Tahe
Helâk oldu, berbad oldu (meâlinde fiil).
Tahf
Gam, tasa.
Tahfe
Mekân, mevzi.
Tahfif
(Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma. * Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek. * Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak. * Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu kolaylaştırmak.
tahfif
hafifleştirme.
Tahfifât
"(Tahfif. C.) Hafifletmeler; yükünü eksiltmeler, kolaylaştırmalar."
Tahfil
Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.
Tahfir
Utandırmak. * Aman vermek.
2850
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahfiz
Aşağı indirmek. * Asan etmek, kolaylaştırmak.
Tahh
Kırmak.
Tahhan
(Tahn. dan) Değirmenci, öğütücü.
Tahhane
Çokluk deve. Deve sürüsü. * Çok asker.
Tahi
Çekilmiş. Uzatılmış. * Kesret, çokluk.
Tahin
Darı unu. * Öğütülmüş tahıl. * Şekerle karıştırılarak helvası yapılan öğütülmüş susam.
Tahine
(C.: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi.
Tahir
Yüksek nefes.
Tahir(e)
Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan. * Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir. * Müzikte: Makam ismi.
Tahirat
Pâk ve temiz olanlar.
Tahiyyat
Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye. * Mâlikiyet, beka ve mülk. (Bak: Et-tahiyyatü)
Tahiyye
Selâmlar, dualar. Hayır duâları. * Mülk, beka ve devamlılık. * Namazın iki ve dört rek'atı sonunda okunan Ettahiyyat duası. * Selâm verme ve hayır dua etme. * Mülk ve mâlikiyet.
tahiyye
hediye.
Tahiyyet-ül mescid
Bir mescide veya bir camiye girildiğinde, sevab niyetiyle, oturmadan evvel kılınan namaz.
tahiyyât
hediyeler.
Tahkik
Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak. * Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin
2851
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: Her harfin hakkını vermek, özel sıfatlarına riayet etmek, sesi tam mahrecinden çıkarmak, medleri gerektiği kadar uzatmak, hareke, ızhar ve gunneleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumaktır. tahkik
araştırma.
Tahkikan
İnceleyerek. Araştırma suretiyle. Hakikatını öğrenerek.
Tahkikat
Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat.
Tahkikat-ı ibtidaiyye
Huk: İlk tahkikat. İlk soruşturma.
tahkikât
araştırmalar.
tahkikî
araştırmalı.
Tahkikî (tahkikiye)
Araştırma ile alâkalı. Tahkikata ait.
Tahkikî iman
(Bak: İman-ı tahkikî)
Tahkim
Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek. * Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek. * Birisini fesattan men'eylemek. * Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi değiştirmek.
tahkim
hakem tayin etme, kuvvetlendirme.
tahkimen
tahkim ile.
Tahkimât
Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.
tahkimât
tahkimler.
Tahkir
Hareket etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek.
tahkir
aşağılama.
Tahkir-âmiz
f. Hakaretle karışık söz. * Tahkir edici.
2852
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tahkirkârâne
aşağılarcasına.
Tahkirât
(Tahkir. C.) Tahkirler. Hor ve küçük görmeler. Hakaret etmeler.
tahkirât
aşağılamalar.
Tahkiye
Anlatmak. Hikâye etmek.
tahkiye
hikâye etme.
Tahl
Dalak ağrısından incinmek. * Bozulmak, değişmek.
Tahlee
Bulut.
Tahli'
(Hal'. dan) Söküp çıkarmak. Koparmak. * Tahttan indirmek.
Tahlid
(Huld. dan) Devamlı olarak oturtma veya oturtulma.
Tahlif
(Half. dan) Yemin ettirmek. Yemin vermek.
Tahlik
Yaratmak. * Eskitmek.
Tahlil
Müşkül meseleyi halletmek. * Bir şeyi kolaylıkla tutmak. * Eritmek. * Bir şeyi helâl kılmak. * Yemine kefaret etmek. * Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması. * Fiz: Mürekkep bir cismi tetkik etmek için esas unsurlara ayırma, çözümleme. * Kim: Analiz. * Tıb: İlâçla şişliği gidermek.
tahlil
çözümleme.
Tahlil-i hurdebinî
Mikroskopla tahlil.
Tahlilat
(Tahlil. C.) Tahliller, analizler.
tahlilî
çözümlemeli.
Tahlim
(Hilm. den) Kızgınlığını ve öfkesini giderme. Sâkinleştirme, yumuşatma, teskin etme.
Tahlis
Kurtarmak. Halâs etmek. * Bir şeyin özünü, hülâsasını almak.
tahlis
kurtarma.
Tahlis-i giriban
Yakayı kurtarma, kurtarılma.
2853
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahlisen
Hülâsa ederek. Özünü söyleyerek.
Tahlisiyye
Can kurtaran.
Tahlit
(Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme.
Tahliye
(Halâ veya halvet. den) Boşaltmak. Boş bırakmak. Serbest bırakmak. * Tathir etmek. Temizlemek.
tahliye
boşaltma, bırakma.
Tahliye-i sebil
Bir suçluyu bırakma, salıverme.
Tahliz
Bir kimsenin kulağına küpe ve koluna bilezik takmak.
Tahma
Bir ot cinsi.
Tahme
İnsan cemaatı, topluluk. * Büyük sel.
Tahmel(e)
(C.: Tahamil) Ahlâkı kötü kimse.
Tahmer
Sıçramak. * Doldurmak.
Tahmic
Şiddetle bakmak. * Gözünü açıp yummak.
Tahmid
"(Hamd. den) Hamdetmek. * Medhetmek, övmek. * Elhamdülillâh"" kelâmının mânasını ifade etmek."
tahmid
hamdetme.
Tahmidiye
Hamdetmeğe dair. Hamdetmek hakkında. * Çok mühim bir duânın ismidir.
tahmidnâme
medih ve şükür yazısı.
Tahmidât
Hamdler ve şükürler. (Bak: Hamd)
tahmidât
hamdetmeler.
Tahmik
(Humk. dan) Ahmak demek, ahmak olduğunu söylemek.
tahmik
ahmaklaştırma.
Tahmil
Yüklemek. Taşıtmak. Bir kimse üzerine bir işi bırakmak.
tahmil
yükleme.
2854
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahmil-i minnet
Birini minnet altında bırakma.
Tahmil-i zahmet
Zor bir işi birine yükletme.
Tahmilât
(Tahmil. C.) Yükletmeler, yükletilmeler, yüklemeler.
Tahmim
Zina eden kimseyi ziftleyip, dövüp, yüzüne kara vurup, ters olarak eşeğe bindirip gezdirmek.
Tahmin
(Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.
tahmin
aşağı yukarı belirleme.
Tahminen
Takriben, aşağı yukarı.
Tahminî
Tahmin yoluyla. Tahminle alâkalı.
tahminî
tahminle ilgili.
Tahmir
(Hamr. dan) Mayalandırma. * Yoğurma, yoğurtma.
Tahmire
Bulut.
Tahmis
(Hums. dan) Bir şeyi beş kat veya beş köşe haline getirmek. * Edb: Bir şiirin her beytine üçer mısra ilâve ederek beşe çıkarmak.
Tahmis-hâne
f. Kahvenin kavrulup öğütülüp satıldığı yer.
Tahmiz
Azaltmak.
Tahmiş
Tırmalamak. * Hiddetlendirmek.
Tahn
(C.: Tahniyât) Öğütme, öğütülme.
Tahnib
Atın belinde ve ayaklarında eğrilik olmak.
Tahnik
(Hunk. dan) Boğmak.
Tahnit
Mumyalamak. Ölüyü bozulmadan muhafaza etmek için ilâçlamak.
Tahniye
Kınaya boyamak.
Tahr
Uzaklaştırmak. Irak etmek. * Atmak. * Göz çapağını dışarı atmak. * Seri, hızlı. * Oku uzak giden yay.
Tahrebe
Ağaç kurdunun ağacı oyup delmesi.
2855
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahrib
(C.: Tahribât) Harab etme, edilme. Yıkma. Bozma.
tahrib
yıkma, yıkım.
Tahribkâr
Tahrib eden, yıkan.
tahribkâr
tahrip edici, yıkıcı.
tahribkârâne
tahrip edercesine.
Tahribât
(Tahrib. C.) Tahribler, yıkıp bozmalar, harab etmeler.
tahribât
tahripler, yıkmalar.
Tahric
Darlık ve zahmet vermek, tazyik.
tahric
çıkarma.
Tahrif
(Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak. * Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek. * Başka tarafa meylettirmek.
tahrif
bozma, harflerle oynayarak aslını değiştirme.
tahrifdârâne
bozarak, bozarcasına.
tahrifkârane
tahrif ederek, bozarak.
Tahrifât
(Tahrif. C.) Bozmalar. Kalem karıştırmalar.
tahrifât
tahrifler, bozmalar.
Tahrik
Kımıldatma. Kımıldatılma. Yerinden oynatma. Hareket ettirme. * Gr: Cezimli bir harfi harekeli okuma. * Yola çıkarma. * Azdırma, kışkırtma. * Uyandırma.
tahrik
hareketlendirme, kışkırtma.
Tahrik-amiz
f. Kışkırtıcı. Tahrik edici.
Tahrikat
Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler.
tahrikât
tahrikler.
Tahrim
Haram kılma. Haram kılınma. Dince yasak edilme. * Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme.
2856
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tahrim
haram kılma.
Tahrim suresi
"Kur'an-ı Kerim'in 66. Suresidir. ""Lime tüharrimu"" da denir. Medine'de nâzil olmuştur."
Tahrim tekbiri
İftitah tekbiri de denir. (Bak: İftitah tekbiri)
Tahrime
Namaza başlanırken söylenen tekbir. * Hacıların ihrama bürünmeleri.
Tahrimen
Haram olarak. Harama yakın olarak.
Tahrimen mekruh
(Vâcibin zıddı) Harama yakın iş olup, zannî delil ile olan nehiydir.
Tahrimî
(Tahrimiyye) Haramla ilgili, harama ait.
Tahrir
Yazmak. Yazılmak. Kaydetmek. * Hürriyete kavuşturmak.
tahrir
yazma.
Tahrir-i rakabe
Köle veya cariye azad etme.
Tahriren
Yazmak suretiyle, yazı ile.
Tahrirât
Tahrirler. Yazı. Resmî mektup.
Tahris
(C.: Tahrisât) (Hırs. dan) Hırslandırma.
Tahriz
(C.: Tahrizât) (Hırz. dan) Kışkırtma, kışkırtılma. * Kandırmak. * Koparmak.
Tahriş
(C.: Tahrişât) Tırmalama. Yakıp kaşındırma. * Azdırma. Rencide etmek.
tahriş
tırmalama, azdırma.
Tahs
Eliyle defetmek, eliyle itip kovmak.
Tahsa'
Toprak saçmak.
Tahsib
Ufak taşları mescide veya başka yere döşemek.
Tahsif
Nâlin yaptırmak.
Tahsil
Hâsıl etmek. * İlim edinmek. İlim öğrenmek veya öğretmek için çalışmak. * Vergi toplamak. * Aşikâre eylemek.
tahsil
edinme, derleme.
2857
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahsildâr
f. Devlet gelirlerini vazifeli olarak toplayan, tahsil eden memur.
tahsildâr
vergi derleyen.
Tahsilât
Devlet gelirlerinin toplanması.
tahsilât
edinmeler, derlemeler.
Tahsim
Kestirmek. * Dağılmak.
Tahsin
Beğenmek ve alkışlamak. * Tezyin eylemek, güzelleştirmek. * İyi ve güzel bulmak.
tahsin
beğenme, güzel görme.
Tahsin-i kelâm
Bir sözü beğendiğini ifade etmek. Sözü güzelleştirmek.
Tahsin-i lâfz
Lâfı süsleme, sözü güzelleştirme.
Tahsinat
Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.(Bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde gayet şiddetli bir irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise bizzarure o Sâni'de san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsi bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuât içinde en câmi' ve letaif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri mâşâallâh deyip istihsan eden bilbedahe o san'atperver ve san'atını çok seven Sâni'in nazarında en ziyade mahbub, O olacaktır. S.)
Tahsinhân
f. Aferin diyen. Beğenip alkışlayan.
Tahsinkerde
f. Beğenilmiş.
tahsinkârâne
beğenerek.
tahsinât
tahsinler, beğenmeler.
Tahsir
Hasret bırakma. Hasret etme. * Kuşun tüyünü bırakması, dökmesi.
Tahsis
(Husus. dan) Belli bir gaye için kullanmak. * Bir şey veya bir kimse için ayırmak. * Kredi. Tazminat.
2858
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tahsis
biri için ayırma.
Tahsisat
Bir kimse veya bir daire için ayrılmış para veya mal.
Tahsisat-ı mesture
(Bak: Mesture)
Tahsisen
Tahsis suretiyle. * Hele, en çok.
tahsisen
birine ayırmakla.
tahsisât
biri için ayırmalar.
Taht
f. Yağma, talan, soygun, çapul.
taht
hükümdar koltuğu.
Taht-el arz
Yer altı. Toprak altı.
Taht-el bahir
Denizaltı. Denizaltı gemisi.
Taht-eş şuur
Şuur altı. Şuur haricinde olarak açılıp yayılan zihnî faaliyet.(Taht-eş şuur, gayr-ı meş'urdan vâzıhan farklıdır. Hâfızada teraküm etmiş, fakat bu anda kendisini düşünmediğimiz hâtıralar, gayr-i meş'ur ve kaimdirler. Fakat taht-eş şuur değildirler. L.R.)
Taht-nişin
Taht'a oturan. Hükümdar. Padişah.
Taht-ı belkıs
Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.)
Taht-ı esaret
Esaret altı.
Taht-ı hüküm
Hüküm altına.
Taht-ı hümâyun
Padişahların merasim sırasında oturdukları sedir.
Taht-ı müzakere
Konuşulmakta olan.
Taht-ı revan
Dört kişi veya iki katırla taşınan nakil vasıtası.
Tahtah
Arslan.
Tahtaha
Bir şeyi doğrultmak. * Beraber etmek. * Bazısını bazısına katmak.
2859
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahtaniye
Altta olan, alttaki. * Noktası altta olan harf.
Tahtanî
Alt kat. Alt katla alâkalı.
Tahte
f. Yağmalanmış, soyulmuş, talan edilmiş.
tahtelarz
yeraltı.
tahtelbahir
denizaltı.
Tahtelhıfz
(Taht-el hıfz) Muhafaza altında.
Tahtessera
(Taht-es serâ) Toprak altı.
tahtessıfır
sıfırın altı, eksi.
tahteşşuûr
şuuraltı.
Tahtgâh
f. Başşehir, başkent. * Taht yeri.
Tahtib
Odun toplamak.
Tahtie
"Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. ""Bu hatadır"" diye iddia etmek. * Ist: ""Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var"" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten ""Tahtie"" denmiştir."
tahtie
hatalı görme.
Tahtim
Mühürleme. Mühür basma. * Tamamlama.
Tahtit
Zayıflık. * Kurmak. * Pare pare etmek, parçalamak.
Tahtiye
Hatâya düşürmek, yanıltmak.
tahtiyet
alt oluş.
tahtnişin
tahta oturan.
Tahun(e)
(C.: Tavâhin) Su değirmeni.
Tahur
Tâhir. Hem temiz hem temizleyici. Çok temiz.
Tahv
Düşmek. * Çekip uzatmak.
Tahve
Eti pişirmek.
Tahvid
Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
2860
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahvif
Korku vermek. Ürkütmek. Korkutmak.
tahvif
korkutma.
Tahvifen
Korkutarak.
Tahvifât
(Tahvif. C.) Korkutmalar. Korkuya düşürmeler.
Tahvil
Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek. * Faizli borç senedi.
tahvil
değiştirme.
Tahvilât
Tahviller. * Borç senetleri.
tahvilât
değiştirmeler.
Tahvin
(C.: Tahvinât) Birisine hâin deme. Hıyânet nisbet etme.
Tahvir
Rücu ettirmek, döndürmek. * Ağartmak, beyazlatmak, tebyiz.
Tahvit
(Havt. dan) Duvar çekme.
Tahviye
Dizleri, dirsekleri, yanları, karnı ve uyluğun arasını ayırmak.
Tahviz
Suya dalmak.
Tahya
Karanlık gece.
Tahye
Bulut parçası.
Tahyib
(Haybet. den) Eli boş, kederli ve mahrum kılma.
Tahyil
(C.: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma.
Tahyir
(Hayır. dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme.
Tahyis
Zelil etmek, kepaze etmek. * Boyun eğdirmek. Muti etmek.
Tahzi'
Yarma, kesme. * Ameliyat.
Tahzib
(Hizb. den) Takım haline getirmek. Hizibleştirmek. Gruplaştırmak.
Tahzif
Saçını düzüp bezemek, süslemek.
Tahzil
Aşağılatmak, alçaltma, bayağılaştırma.
2861
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tahzim
Kesmek.
Tahzin
(Hüzn. den) Kederlendirme, tasalandırma. * Hazin hazin Kur'an-ı Kerim okuma.
Tahzir
Yeşil renk verme. Yeşillendirme. * Hazırlama.
tahzir
sakındırma.
Tahziz
İsteklendirme, rağbet ettirme.
Tahıl
Bayat su. Bekleyerek bozulmuş su.
Tahılle
Gerçek yere yemin etmek. * Yeminden kurtulmak için verilen keffaret.
Tahıllet-ül kasem
Yemin keffareti.
Tahıne
(C.: Tavâhın) Azı dişlerinden birisi.
Tahşid
Yığma. Toplama. Biriktirme. Yığınak. * Bir mevzu hakkında çok izah ve konuşmalar.
tahşid
yığma, biriktirme, destekleme, kuvvetlendirme.
Tahşidât
Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar. * Konuşarak fazla üzerinde durma.
tahşidât
tahşidler.
Tahşim
Öfkelendirme, kızdırma, gazablandırma.
Tahşin
İri ve kaba etmek.
Tahşir
Noksan etmek, eksiltmek.
Tahşiye
(Haşyet. den) Korkutma. Ürpertme.
Taib
Tövbe eden. Günahlarına pişman olan.
Taif
Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan. * Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin batı eteklerinde olarak 1882 metrelik yükseklikte bir şehirdir. Peygamber (A.S.M.)
2862
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
hicretin sekizinci yılında Huneyn muharebesinden döndüklerinde Taif şehrini fethetmek arzu etmişlerse de, ahalisi kaleye sığınıp şiddetli bir şekilde karşı koymağa başladıklarından Peygamber Efendimiz kuşatmayı terkedip geri dönmüşlerdir. Bir sene, sonra, yani hicretin dokuzuncu yılında Taifliler bir heyet tertip ederek barış yoluyla Peygamberimize itaat etmek için yollamışlardır. Taife
Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar. Kavim, kabile. Takım.
Taife-i efrenc
Frenk, Avrupalı, Fransız.
Taife-i nisâiye
(Taife-i nisâ) Kadınlar taifesi, grubu.
Taih
Kibreden. Kibirlenen. Büyüklenen.
Tail
Uzayan. * Kudret ve gına. * Fayda. Menfaat.
Tain
Süngü ile vurulmuş.
Tair
(Tayeran. dan) Uçucu. Uçan. * Kuş.
Tais
Hafif başlı.
Tak'ir
(Ka'r. dan) Çukurlaştırma, çukur yapma.
Taka
Korkutmak. * Hazer etmek, çekinmek, korunmak.
Taka'ku'
Deprenmek, hareket etmek. * Ötmek.
Taka'ur
(Ka'r. dan) Çukurlaşma. * Kuyunun derin ve çukur olması.
Taka'vüs
Çok yaşlanma. * Evin eskiyip köhne olması.
Takabbuh
Çirkinlik.
Takabbuz
(C.: Takabbuzât) (Kabz. dan) Toplanıp çekilme. Büzülme. * Kabız olmak, peklik.
Takabbüb
Binaya kubbe yapmak.
Takabbül
(Kabul. den) Kabullenme. Üstüne alma. Bir şeyi taahhüd ve iltizam etme. * Öpülme.
Takabuz
Kabz edişmek.
2863
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Takaddes
Mukaddes olsun (mânasında).
Takaddüm
(Kıdem. den) Önde bulunma. İleri geçme. * Zaman veya mevki bakımından ileride olma.
takaddüm
öncelik, öne geçme.
Takaddüs
Mübarek kılmak. Kudsî kılmak. * Çok temiz olma. * Mukaddes olma.
takaddüs
pek temiz olma.
Takadi
Birbirine hakkını vermek.
Takadu'
Birbirine süngü ile vurmak.
Takadüm
Üzerinden zaman geçmek.
Takaffül
Kapamak. * Kilitlemek. * Tilki eniği.
Takafkuf
Titremek.
Takahhum
Ansızdan bir nesneye dühul edip girmek.
Takahhur
Kahrolmak.
Takahhül
şikâyet etmek.
Takali
Birbirini düşman kabul etmek.
Takalkul
Deprenmek, hareket etmek.
Takallu'
Ayağını kuvvetiyle kaldırmak. * Yerinden kopmak.
Takallus
Kısa olmak, kısalmak. * Toplanmak, cem'olmak.
Takallüb
Bir taraftan diğer tarafa dönmek. * Bir halden başka bir hale değişmek. * Başka kalıba girmek.
takallüb
çevrilme, dönüşme.
Takallüd
(C.: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak. * Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme. * (Kılıç) kuşanma.
Takallül
(Kıllet. den) Azalma, az olma.
2864
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Takallüs
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma.
takallüs
kasılma.
Takammül
Bitlenme. Bitli olma.
Takammüm
Evin süprüntüsünü ayırmak.
Takammüs
Gömlek giymek.
Takamür
Kumar oynamak.
Takannu'
Başına örtü örtmek.
Takannün
Kanunlaşma. Değişmez halde, kat'i olarak belirme.
Takarr
Birbiriyle kararlaşmak.
Takarruh
(Karh. dan) Yara derinleşip büyüme. * Yara çıban olma.
Takarrüb
Yakınlaşmak. Yaklaşmak. * Zamanı gelmek. Vakti yakın olmak.
takarrüb
yaklaşma, yakınlaşma.
Takarrüm
Tatlı tatlı yeme.
Takarrür
Kararı verilmek.* Yerleşmek. Kararlaşmak.
takarrür
kararlaşma, yerleşme.
Takarrüş
Kesbetmek, almak, kazanmak.
Takaru'
Kur'a atışmak.
Takarüb
Birbirine yakın olmak.
Takas
Vereceğini alacağına karşılık tutmak suretiyle ödeşmek, sayışmak, değişmek.
takas
karşılıklı değişme.
Takassi
Bir şeyin aslını esasını araştırma.
Takassu'
Dühul etmek, girmek.
Takassuf
Kırılmak.
Takasur
(Kasr. dan) Bir işi mümkün iken yapmama. Esirgeme.
2865
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Takasüm
Kısmet edişmek. * Birbirine yemin vermek.
Takattub
Kaşların çatılması. * Buruşma.
Takattuf
Yüz ekşitmek.
Takattur
Damla. Damlama. Damla damla akma. * Ud ağacı ile buhurlanma. * Vuruşmağa hazırlanma. * Bir kimse kendini bir yerden atma. * Ağacın dalı kopup düşme. * Bir adamı yanı üzere düşürmek. (Kamus'dan)
takattur
damlama.
Takatu'
Kesilmek. Kesişmek.
Takatül
Kıtal edişmek, döğüşmek, vuruşmak.
Takaud
Oturmak.
Takaus
Durdurmak. Sonraya bırakmak.
Takavim
(Takvim. C.) Takvimler.
Takavvi
(Kuvvet. den) Kuvvetlenme.
Takavvuz
Ayrılmak. Dağılmak. * Yıkılmak.
Takavvüb
Bir şeyin kabuğu soyulmak.
Takavvül
Haber vermek. * Yalan söylemek.
takavvüs
yay gibi kavislenme.
Takavül
Birbiriyle söyleşmek.
Takavüm
Dövüşmek, vuruşmak. Birbiriyle cenge durmak.
Takayyuz
Kırılmak. * Benzetmek.
Takayyü'
Kusar gibi olup kusamama.
Takayyüd
Bağlanma. Bağlı olmak. Kayıtlı bulunmak. * Çalışmak. Çabalamak. Uğraşmak. * Dikkatli davranmak.
takayyüd
bağlanma.
Takayyül
Uymak, iktida etmek.
2866
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Takaza
Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu zorlamak.
Takazic
Dövülüp ufalanarak yemeklerin üstüne ekilen otlar. Baharat.
Takazzub
Kesilmek.
Takazzür
Çirkin şeylerden uzak olmak.
takazâ
başa kakma.
Takazüf
Birbirine iftira edip atışmak.
Takaşkuş
Hastanın iyi olması. * Derinin soyulması. * Her yerden yiyecek istemek.
Takaşşu'
Havanın açılması.
Takaşşur
(Kışr. dan) Kabuk bağlama, kabuklanma.
Takaşşüf
Maişet şiddeti, geçim zorluğu.
Takbib
Kubbe gibi yapma.
Takbih
Çirkin görmek. Beğenmemek. * Kabahatli bulmak. * Kötü gördüğünü bildiren söz söylemek.
takbih
çirkin görme.
Takbihât
(Takbih. C.) Ayıplamalar, çirkin görmeler.
takbihât
çirkin görmeler.
Takbil
Öpmek.
takbil
öpme.
Takbir
Defnetmek, gömmek.
Takbiz
Toplayıp bir yere getirmek.
Takdane
f. Üzüm çekirdeği.
Takdid
Eti kurutmak. * Uzunlamasına yırtmak veya kesmek.
Takdih
Beğenmeme, zemmetme. * Atın belini inceltmek.
Takdim
(Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak. * Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak. * Öne
2867
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak. * Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek. takdim
sunma, öne geçirme.
Takdim-te'hir
Öne geçirmek, sonraya bırakmak.
Takdime
(C.: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye. * Takdim.
Takdimen
Takdim ederek, öne geçirerek.
Takdimât
Takdim edilenler. Büyüklere verilen şeyler.
Takdir
Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak. * Kader. * Düşünmek. * Öyle saymak.
takdir
belirleme, ölçüleme, beğenme.
Takdir-i kelâm
Söze değer vermek. * Sözün kıymeti. Sözden anlaşılan husus.
Takdiren
Değer ve kıymetini anlıyarak. Takdir ederek.
takdirkâr
takdir eden.
takdirkârâne
takdir edercesine.
Takdirname
f. Bir işin beğenildiğine ve istihsan edildiğine dâir alâkadarların imzasını taşıyan yazı. Beğenildiğine dair yazılı kâğıt.
takdirât
takdirler.
Takdirî
Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan. * İtibarî. * Farazî. * Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime. (Bak: Mukadder)
Takdis
Büyük hürmet göstermek. Mukaddes bilmek. * Cenab-ı Hakk'ın kusursuz, pâk ve her hususta noksansız olduğunu bildirmek, söylemek ve Allah'a (C.C.) şükretmek.
takdis
mukaddes tanıma.
takdiskâr
takdisci.
2868
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
takdisât
takdisler.
Takdiye
Hâcet bitirmek, ihtiyaç gidermek.
Takfil
(Kufl. dan) Kilitleme veya kilitlenme.
Takfiye
Kafiye yapmak. * Bir kimsenin ardınca olmak.
Takhim
İthal etmek, içeri sokmak, girdirmek.
Takhir
(C.: Takhirât) (Kahr. dan) Kahretme.
Taki
Kendini koruyan, saklayan. * Takvalı kimse. Günahtan çekinen.
Takli'
(Kal'. den) Yarmak. * Mübalâğa ile koparmak. Kökünden söküp koparmak.
Taklib
(C.: Taklibât) (Kalb. dan) Döndürme, çevirme. * Bir şeyin kalıp ve şeklini değiştirme.
Taklid
"Takma, asma, kuşatma. * Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak.(Kur'an baştan aşağıya kadar, nâzil olduğu hey'et üzerine bâkidir. Bu kadar Kur'anı taklid etmeğe müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur'anın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misâli gösterilmiştir. Evet, Kur'an milyonlarca Arabî kitablarla mukayese edilirse benzeri bulunamaz. O halde Kur'an ya hepsinin altındadır. Bu ise muhaldir; öyle ise; hepsinin fevkindedir. Öyle ise Allah'ın kelâmıdır. İ.İ.)(Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Ayâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki; siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık
2869
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ediyorsunuz! Çünkü şu surette ittibaınız milliyetinize karşı bir istihfaftır. Ve millete bir istihzadır. M.N.)" taklid
benzemeye çalışma, öykünme.
Taklid-i seyf
Kılıç kuşatma.
Taklid-i tufeylâne
Küçük çocuklara yakışır şekildeki taklid.
Takliden
Taklid ederek, benzeterek.
takliden
taklit ederek.
Taklidgâh
f. Taklid yeri.
taklidkârane
taklit ederek.
Taklidî
Taklide ait. Sathî. * Delil ve sened istemeden kabul edilen.
taklidî
taklide dayalı.
Taklidî iman
(Bak: İman-ı taklidî)
Taklih
Dişin sarılığını gidermek.
Taklil
Azaltma. Azaltılma. İndirme. Tenkis.
taklil
azaltma.
Taklil-i masârif
Masrafların azaltılması.
Taklim
(Kamış, tırnak, kalem gibi şeyleri) yontma, kesme.
Taklis
Def çalıp nağme söylemek.
Takmis
(Kamis. den) Gömlek giydirme.
Takmiş
Cem'etmek, toplamak.
Taknetu
(Bak: Lâtaknetu)
Takni'
Başına örtü örttürmek.
Taknin
(Kanun. dan) Kanun koyma.
Takniye
Çok kırmızı yapmak.
Takri'
(C.: Takriât) Tevbih. Azarlama. * Birini telâşa düşürme. * Te'nif. Başa kakma.
2870
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Takrib
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yaklaştırma. Aşağı yukarı ve tahmin ile kat'i olmayan şey söyleme. Tahmin. * Yolunu bulma.
takrib
yaklaştırma, yaklaşık.
Takriben
Tahminen. Yaklaşık olarak. Aşağı yukarı.
takriben
yaklaşık olarak.
Takribî
İhtimale göre olan. Takribe ait.
takribî
yaklaşık.
Takrid
Devenin gövdesinde olan keneyi yolup gidermek. * Hor ve zelil etmek.
Takrin
(Karin. den) Birlikte bulundurma. Yaklaştırma.
Takrir
İyi ifade etmek. Bildirmek. * Ağzından anlatmak. * Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek. * Resmî olarak yazı ile bildirmek. * Tapuda, mülkünü başkasına sattığını bildirmek. * Siyasî nota.
takrir
anlatma, kararlaştırma.
Takrir-i kelâm
Söylemek. İfadede bulunmak.
Takriren
Ağızdan anlatarak.
Takrirât
(Takrir. C.) Ağızdan anlatılan şeyler.
Takrirî sünnet
Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, sahabelerinden birinin söylediğini veyahut işlediğini gördüğü halde, onu menetmiyerek sükût buyurmaları.
Takris
Soğutmak. * Dondurmak.
Takrit
Kulağına küpe takmak. * Davarın başına yular takmak.
Takriz
Hayatında bir kimseyi methetmek, övmek.
takriz
bir eserin medih yazısı.
takriznâme
bir eseri metheden yazı.
Takriât
(Takri'. C.) Azarlamalar, paylamalar, başa kakmalar.
2871
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Takriş
Birbirine rağbet etmek.
takrî
azarlama, telaşlandırma.
Taksib
Kıvırcık yapmak.
Taksif
Çok kırmak.
Taksim
(Kısım. dan) Bölme. Parçalara ayırma.
taksim
bölme.
Taksim-i a'mâl
İş bölümü, iş taksimi.(Sani'i-i Zülcelâl'in hilkat-i âlemde câri ve taksim-ül-a'mâl kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkide mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle: Kaide-i taksim-ül-a'mâli muktazi olan hikmet-i İlâhiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadât ve muyulâtla şeriat-ı hilkatin farz-ül-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i manevî vermişken su-i istimalimiz ile o istidaddan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re's-i riya olan meylü't-tefevvuk ile zayi edip söndürdük. Elbette isyan eden cehenneme müstehak olur. Biz de bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azabdan bizi kurtaracak taksim-ül-a'mal kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksim-üla'mâlin ameli ile cinan-ı ulûma dâhil olmuşlardır. R.N.)
Taksim-i guramâ
Kârı veya zararı ortaklar arasında koydukları sermaye nisbetinde taksim etmek. * Fık: Bir borçlunun terekesini alacaklıların borç miktarları nisbetinde aralarında taksim etmek.
Taksimât
Taksimler. Bölmeler. Cüz cüz ayırmalar.
taksimât
bölmeler.
taksimülâmâl
iş bölümü.
2872
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Taksir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Kasr. dan) Kısaltma, kısma. * Kusur, hata, kabahat, suç. Günah. * Bir işi eksik yapma. * Bir şeyi yapabilir iken yapmama. * Zayıflatmak, süstlük etmek. * Geri kalmak.
taksir
kısaltma, kusur, günah.
Taksirat
(Taksir. C.) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar.
taksirat
kusurlar, günahlar.
Taksis
Kireç ile bina yapmak. * Kireç ile sıvamak.
Taksit
(Kıst. dan) Belli zamanlarda parça parça ödenecek para.
Taktaka
(Tıktıka) Taşlardan çıkan ses. * Hayvanların ayak sesleri veya bunları anlatmak için söylenen kelime.
taktaka
tıktıka, taş sesi.
takti
kesme, kesik kesik okuma.
Takti'
Kesme. Kesilme. Parça parça etme. Parçalara bölme.
Taktib
Kaş çatıp yüz ekşitme.
Taktik
Fr. Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. * Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma.
taktik
plânlı hareket.
Taktil
(Katl. den) Çok öldürmek, çok katletmek. * Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.
Taktin
Filiz sürme.
Taktir
Damla damla akıtmak. Damlatmak. İnbikten çekmek.
Taktirat
Damla damla akıtmalar.
Takut
Feryun adı verilen darı cinsi.
Takva
"Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek. (Bak: Amel-i-
2873
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sâlih, İttika, Vicdan)(Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan, def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. R.N.)(Ey muhatab olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı recâ ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır. Reca mânası, sâmi' ve müşahidlere göre olursa şöyle te'vil edilecektir:Ey müşahidler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümid ve reca ettiği gibi; siz de, insanları ibadet techizatiyle mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza, ibadetin fıtrî bir iktiza neticesi olduğuna işarettir. Takva, tabakat-ı mezkurenin ibadetlerine terettüb ettiğinden, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şamildir. Meselâ: Şirkten takva; kebairden, masivaullahdan kalbini hıfzetmekle takva; ikabdan içtinab etmekle takva; gazabdan tahaffuz etmekle takva. Demek kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder. Ve keza, ibadetin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat olduğuna; ve ibadetin sevab ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir. İ.İ.)" Takvib
Bir şeyi yerinden çekip koparma. * Yeri kazma.
Takvid
Çok uzun boyunlu olmak.
Takvil
(C.: Takvilât) İftira. Yalan söyleşmek. * Haber vermek.
2874
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Takvim
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma. * Ta'dil etme. * Bir şeye kıymet tâyin eylemek. * Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter. * Günlük olaylardan bahseden gazete.
takvim
düzeltme, şekillendirme.
Takvim-i arabî
Hicretten 17 sene sonra görülen lüzum üzerine Hazret-i Ömer (R.A.) tarafından Kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç sayılmak suretiyle tertiplenen takvim.
Takvimçe
f. Küçük takvim.
Takvir (takavür)
Bir cismi yuvarlak kesmek.
Takvis
(Kavs. den) Kavislendirme. Yay şekline koyma.
Takvit
Besleme. Tagaddi.
Takviye
Kuvvetlendirmek. * Kuvvetlendirilmek.
takviye
kuvvetlendirme, destekleme.
Takviz
Binayı yıkmak.
takvâ
günahlardan sakınma.
takvâdârâne
günahlardan sakınırcasına.
Takyid
(Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak. * Harfe nokta ve hareke koyma.
takyid
sınırlama, bağlama.
takyidâd
sınırlamalar, bağlamalar.
Takyih
(Yara) İrinlenmek.
Takyin
Tezyin etmek, süslemek.
Takyir
Zifte bulaştırmak.
Takyiz
Kırılmak. * Takdir etmek. * Sövmek.
Takzib
Kesmek.
2875
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Takzif
Çok iftira atmak.
Takziye
Gözün çapağı dışarı itmesi.
takî
sakınan.
Takıyye
Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek. * Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi. * Mümâşât.
takıyye
sakınma, çekinme.
Takşir
(Kışr. dan) Kabuğunu soyma.
Tal
f. Bakır veya gümüş tepsi. * (Parmaklara takılan) zil.
Tal'
Tomurcuk. * Miktar. Kadar. * Çiçeklerin üremelerine sebep olan sarı tozları.
Tal'a
Görmek. (Bak: Tal'at)
Tal'at
Vecih, yüz. Çehre. * Görünüş. Görüşmek. * Güzellik. * Görmek. * Bir şeye çok rağbet etmek.
Tal'at-efruz
f. Parıldayan.
Tala'
(C.: Etlâ) Geyik buzağısı. * Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu. * Buzağının ayağını bağladıkları ip. * Şahıs.
Talac
f. Bağırma, feryad, çığlık. * Ses, sada. * Kavga. * Meş'ale.
Talah
Yorulmak, zayıflamak.
Talak
(At) sıçramak ve kalkmak.
Talak-name
f. Boşama kâğıdı.
Talakat
Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük. * Güler yüzlülük.
Talam
Esrar otunun tohumu.
Talan
f. Çapul, yağma. * Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması.
Talanger
f. Yağmacı, talancı, çapulcu.
Talangerî
f. Çapulculuk, yağmacılık.
2876
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Talar
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Dört direk üzerine yapılan ve geceleri yatılan yer. * Salon, büyük oda.
Talasim
(Tılsım. C.) Tılsımlar.
Talavet
Güzel, hüsün. Şirinlik, zariflik. * Ağızda çıkan bir nevi yara.
Talazzi
(Lazâ. dan) Alev çıkarma. Alevlenme.
Tale
"(Tavl. dan) ""Uzun olsun"" mânâsındadır."
Taleb
İsteme. İstenme. Dileme. İstek.
taleb
talep, isteme, istek.
Taleb-i rü'yet
Görmeyi istemek. Hz. Musa'nın (A.S.) Cenab-ı Hakk'ı görmek istemesi.
Talebdâr
f. Alacaklı.
Talebe
(Tâlib. C.) İstekliler. * Şakird. Tahsile çalışan. Öğrenen. Öğrenci.
talebe
isteyen, öğrenci.
Talebe-i ulûm
"Yüksek dinî ilimleri okuyan talebe. (Bak: Âlem-i berzah)(İmam-ı Şâfiî (K.S.) gibi büyük zâtlar: ""Talebe-i ulûmun hattâ uykusu dahi ibadet sayılır."" diye ziyade ehemmiyet vermişler. Ş.)"
Talebkâr
f. İstekli, talebli, arzulu.
Talef
Fazl. Atâ, hediye, bahşiş, hibe. * Kanı heder olmak.
Talel
(C.: Tulul-Atlâl) Yıkılmış binada kalan duvar temeli.
Talh
Necis bulaşmak, pislik bulaşmak. * Havuz dibinde kalan tortu. * Kene böceği.
Talha bin ubeydullah "(R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.) buyuruyor ki: ""Resul-i
2877
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ekrem'den (A.S.M.) duydum. Dedi ki: Talha ile Zübeyir, Cennet'te benim komşularımdandır."" Hicretin 36'ncı yılında Cemel Vak'asında şehid oldu." Tali
"Tilavet eden, okuyan. * İkinci derecede. Sonradan gelen. * Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: ""Duman çıkıyorsa ateş vardır"" sözünde ""Ateş vardır"" sözü tâli'dir."
Tali '
Doğan. Tulu' eden. * Kısmet, kader, baht. * Nişangâhın arkasına düşen ok. * Yeni hilâl.
Talia
"Casus. * Nişancı. Asker önünden giden tabur. * Rehber, kılavuz; kafilenin önünde giden."
Talib
(C.: Tulleb-Tullâb-Talebe) İsteyen, istekli. * Talebe, öğrenci.
Talibe
(C.: Tâlibât) Kız talebe. Mektebli kız.
Talid
Bir kimsenin (köle, câriye, hayvan gibi) canlı eşyası.
Talif
Alınmış şey.
Talih
Faydasız, yaramaz iş. (Kısmet ve kader mânasında: Bak: Tâli')
Talik
Güleryüzlü adam. Mütebessim kimse. * Düzgün söz söyleyen kimse.
Talil
Hasır.
Talk
Doğum ağrısı.
Tall
Çiğ, kırağı. İnce yağan yağmur, çisinti. Şebnem. * Helâk etmek, iptal. * Güzel, lâtif şey. * Şiddet.
Tallase
Kendisiyle levha silinen paçavra.
Tals
Su akmak.
Taltif
İltifat etmek. Bir iyilik yaparak gönül almak. Yumuşatmak.
taltif
gönül okşama, lütuf etme.
taltifat
gönül okşamalar.
Taltifen
Taltif suretiyle.
2878
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Taltifât
(Taltif. C.) Taltifler, ihsanlar, lütuflar, bağışlar.
Taltih
Bulaştırma, bulaşık etme.
Talut
(Bak: Yuşa)
Talve
Vahşi canavarların yavrusu. * Keçi bağladıkları ip parçası.
Taly
Karışmak.
Talziye
(Lezâ. dan) Alevlendirme veya alevlendirilme.
Talâk
Boşamak. Boşanmak. * Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak. * Nikâhlı karısını bırakmak.
talâk
boşama.
Talâk suresi
Medenîdir. Nisâ Suresi de denir. Kur'an-ı Kerim'in 4. Suresidir.
Talâk-ı bâyin
Yeniden evleniyorlarmış gibi kadının rızası ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk. Kadın istemiyorsa erkek zorla alamaz. İddet sırasında kadın, erkeğin evinde kalmaz. Erkek üçüncü defa verdiği bâin talaktan sonra, üzerinden hulle geçmeden karısını bir daha (kadın istese de) alamaz. (Bak: Hulle)
talâkat
düzgün sözlülük.
Tam'an
Tama' suretiyle, tama' ederek.
Tama'
Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme. * Askerî fertlerin maaşları. (Kamus)
Tama'kâr
Aç gözlü. Cimri.
Tamaen
Tama' ederek. Hırsla. Cimrilikle.
Tamah
(Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma.
tamah
açgözlülük.
Tamam
Bitme, bitirme, son, nihayet. * Tam, eksiksiz, noksansız. * Ne eksik ne fazla. * Münasib, uygun.
tamam
eksiksiz, bütün.
2879
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tamam-ı ıttırad-ı ahval Bir kimsede var olan huy ve hasletlerin sekteye uğramadan biteviye devam etmesi, her zaman aynı durumu göstermesi. Tamamen
Büsbütün, eksiksiz ve tam olarak, mükemmel biçimde.
Tamamiyet
Bütünlük, tamamlık, tamlık.
tamamiyet
tam olma.
Tamar (tımâr)
Yüksek mekan, yüce yer.
Tamat
f. Mânâsız ve uygunsuz söz.
Tamele (tamle)
Havuzun dibinde kalan balçık ve tortu.
Tamh (tımâh)
Gözünü yukarı kaldırıp bakmak.
tamik
derinleştirme, iyice inceleme.
Tamir
Hurması olan kişi.
tamir
onarım.
Tamir bin tamir
Aslı bilinmeyen kimse. * Pire.
tamirât
onarımlar.
Tamis
Uzak.
Tamiye
Dudak kabarmak.
Tamles (tamelles)
Çörek.
Tamm
Saçını kesmek. * Galebe etmek. Galib gelmek. * Yükselmek, yüce olmak. * Defnetmek, gömmek.
Tamma'
(Tama'. dan) Çok tama' eden.
Tammah
Her şeye göz diken pek hırslı kimse.
Tammat
Kıyamet.
Tamme
Bütün, noksansız, eksiksiz, tam.
Tamn
Sâkin olmak, sessiz olmak.
Tams
Yok etme, belirsiz kılma. * Eskimek. * Mahvolmak.
tamsetmek
belirsiz kılma, silme.
2880
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tamtame
Pelteklik, kekemelik, tutukluk.
Tamu
(Aslı: Tamuğdur) Cehennem.
Tamur
Kan. * Nefes.
Tamure
Kalb gılâfı. * Emzikli bardak. * İbrik.
Tamv
Yüksek olmak. * Dolu olmak.
tamâ
açgözlülük, aşırı istek.
tamâkâr
tamahkâr, açgözlü.
tamâkârane
açgözlü biri gibi.
Tamş
Halk, nâs, insanlar.
Tan'im
Nimet vermek, nimetlendirmek.
Tana
Susuzluktan ciğerin yapışması.
Tanagguz
Taaccüb edip, şaşırıp, hayrette kalıp başını sallamak.
Tanazzuc
Pişmek. * Olmak.
Tancir (tancere)
(C: Tanâcir) Tencere.
Tandır
Ufak fırın. * Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal.
Tanef
Kayış. * Dağ burnu. Dağ başı. * Kapı üstüne yapılan örtü. * Duvar üzerine yapılan saçak.
Tanfese
(C.: Tanâfis) Uzun saçaklı halı. * Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır.
Tangim
Avazlandırmak, seslendirmek.
Tangis
Dirliğini tatsız etmek.
Tango
Fr. Züppe giyinişli kadın. * Turuncuya çalar renk. * Bir dans çeşidi.
tango
şarkılı bir dans.
Tangüb
Ok yapımında kullanılan sağlam bir ağaç cinsi.
Tanh
Semiz olmak, besili ve şişman olmak. * Yemeğin hazmolmaması, sindirilmemesi.
2881
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tanin
Sinek vızıltısı. * Kaz sesi. * Avaz ve gürültü. * Çınlamak. Tınlamak.
Tanin-endâz
f. Çınlayan, tınlayan.
Tanker
ing. Akaryakıt taşıyan gemi veya kamyon.
Tannan
Tınlayan, çınlayan.
Tannaz
Herkesle eğlenip alay eden. Müstehzi.
Tanne
Balçığı çok olan yer.
Tansib
Yükseğe kaldırma.
Tansif
(Nısıf. dan) Yarı yarıya bölmek. Ayırmak.
tansif
yarı yarıya bölme.
Tansir
Hristiyanlaştırma.
Tansis
Tetkikten sonra karar vermek. * Bir mes'eleyi ve hükmü, şer'î delillere isnad etmek.
tansis
dinî temellere dayandırarak hüküm verme.
Tansiyon
Fr. Tıb: Kanın damarlara içerden yaptığı tazyik, basınç.
tansiyon
kan basıncı.
Tantana
Çok lüks içinde olmak. Gösteriş. Gürültü patırtı.
tantana
gösteriş, gürültü.
Tantif
Kulağına küpe geçirmek.
Tantik
Bir kimsenin beline kuşak bağlamak.
Tantil
Hasta olan uzuv üstüne sıcak su ve yağ dökmek.
Tanz
Herkesle eğlenme. Alay etmek.
Tanzic
Çok pişirmek. * Yakmak.
Tanzid
Bir yere toplayıp yığmak. İstif etme.
Tanzif
(Nezafet. den) Temizlenmek. Temizlemek.
tanzif
temizleme.
Tanzifât
Temizlik işleri. Temizlemeler.
2882
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tanzifât
temizlemeler.
Tanzim
(Nazım. dan) Sıraya koymak. Sıralamak. Dizmek. * Düzenlemek. Tertiblemek. * Islah etmek. * Manzum veya mensur olarak yazmak.
tanzim
düzenleme.
Tanzimat-ı hayriye
Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid zamanında başlayan ve (1839-1876) tarihleri arasındaki devreye Tanzimat-ı Hayriye denir. Sözde ıslahat için çalışılan devirdir. Bu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu namında padişah fermanı ile başlatıldı. Bu devirde her şey yeniden tanzim edilecekti, yeni müesseseler kurulacaktı. Avrupa-vâri terakki esasları her yerde öğretilecek, Osmanlı Devleti ve İslâm Alemi ilerliyecekti. Fakat ıslaha ferdlerden başlayacakken ve İslâmî çareler düşünülecekken, geniş daireden başlandı. Evvelki dairelerdeki iktisadî, içtimaî fikir hastalıklarımıza zâhirde çâre bulmak için doktor gibi içimize giren yabancılar ve ecnebi zihniyetin meyveleri gittikçe bünyemizi daha ziyade felce uğrattılar...
tanzimât
düzenlemeler.
Tanzir
Benzetme. Benzetilme. Nazire yapma. * Bir yazının şekil ve mâna bakımından benzerini yazma.
tanzir
benzerini yapma.
Tanziren
Nazire olarak. Benzetme suretiyle.
tanîn
tınlama, arı vız vızı.
tanînendâz
tınlayan.
Tar tar
Tel tel. İplik iplik.
Tar ü mar
f. Dağınık, karmakarışık, perişan.
Tar-mar
(Bak: Tar ü mar)
Tara
f. Yıldız.
2883
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tarab
Sevinçlik. Şenlik. Şâdlık.
tarab
sevinçlilik.
Tarab-efsâ
f. Neşe ve ferahlığı artıran.
Tarab-enduz
Ahenk kazanan.
Tarab-gâh
f. Coşkunluk ve sevinç yeri.
Tarab-nâk
f. Sevinçli, neşeli, coşkun.
Taraf
Yan, yön. * Yer, memleket, ülke. Kıt'a. * Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak. * Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri.
taraf
yan, yön.
Tarafdar
f. Birinin tarafını tutan, bir tarafı tutan, bir tarafı kayıran.
tarafdar
taraf tutan.
tarafdarane
taraf tutarcasına.
Tarafdarî
f. Kayırıcılık, taraftarlık.
Tarafeyn
İki taraf. İki nihayet. * Dâvada karşılıklı iki hasım. Her iki taraf.
tarafeyn
iki taraf.
Tarafgir
f. Taraf tutan. Taraflardan birine sahip çıkan.
tarafgîr
taraf tutan.
tarafgîrâne
taraf tutar gibi.
Tarah
(C.: Etrâh) Tasa, keder, hüzün, melâlet.
Tarahhum
(Bak: Terahhum)
Taraif
(Tarife. C.) Az bulunur şeyler.
Taraik
(Tarikat. C.) Tarikatlar, meslekler.
Tarak
Bulutların bir yere toplanması. * Aynı cinsten olan şeylerden bazısı bazısının üstünde olması.
Taran
f. Karanlık.
2884
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tarancibin
Kudret helvası.
Tararet
Semizlik, besililik, şişmanlık.
Taras
İzdihamlık, çok kalabalık.
Tarasrus
Katı olmak, şiddetlilik. * Sağlam olmak.
Tarassud
Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme.
tarassud
gözetleme.
Tarassudât
(Tarassud. C.) Gözlemler, tarassutlar, gözetlemeler.
tarassudât
gözetlemeler.
Tarat
f. Çapul, yağma, talan.
Taratun
Fârisî dilince söyleşmek. Farsça konuşmak.
Taravet
Tazelik. Körpelik.
Taravet-dâr
(Terâvettar) f. Tâzece, eskimemiş, tâze.
Tarayyuh
Zayıflık, süstlük.
Tarazi
Hoşnutlaşmak.
Tarazruz
(Taş) Parça parça olmak.
Tarazüm
Üzümü ekmekle yemek.
Tard
Sürme, kovma, uzaklaştırma. * Mektebden veya vazifeden uzaklaştırma. Hizmetten çıkarma.
tard
reddetme, kovma.
Tardetmek
Kovmak, def etmek, uzaklaştırmak.
tardetmek
kovmak.
Tardin
Kaftana yen etmek.
Tardiye
Red olundurmak.
Tare
Defa, kerre.
Tared
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Sürüp reddetmek.
Tarek
f. Tepe. Başın tepesi.
2885
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tarem
Dam, kubbe, künbet. Sakf. Satıh.
Tareten
Bir kere veya bazı defa.
Tareyan
Oluverme, geliverme, birdenbire çıkma.
Tareş
Sağırlık.
Tarf
"Göz, bakış, nazar. Göz ucu. * Soyu temiz kimse. * Her şeyin nihayeti, sonu. * Göz kapaklarını yummak veya oynatmak. * Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak. * Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört yıldızdan ikisi aslan gözüne benzetildiğinden bu menzile de ""Tarf"" denilmiştir. Bu iki yıldız daha evvel doğarlar.)"
tarf
göz, nazar, bakış.
Tarfa
Ilgın ağacı.
Tarfe
Göz kapağının bir defa kapanıp açılması. * Göz kırpmak. * Bir yıldız ismi. * Ayın bir menzili.
Tarfes
Kum yığını.
Tarfet-ül ayn
Göz kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân.
tarfetülayn
göz açıp kapayıncaya kadar.
Tarh
Uzaklaştırmak. * Vaz' etmek. * İndirmek. * Bırakmak, elinden atmak. * Yerleştirmek. * Temel bırakmak. * Mat: Çıkarma.
Tarh-efgen
f. Düzenleyen, kuran, tertib eden. * Temel kuran, bina yapan.
Tarh-endaz
f. Temel atan. Düzenleyen, tertib eden.
Tarh-ı esas
Temel atmak.
Tarhib
"""Merhaba"" demek."
Tarhun
(C.: Tarâhin) Tarhun otu.
Tarid
(Tard. dan) Kovan, çıkartan, süren, tardeden.
2886
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Taride
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Arap çocuklarına mahsus bir oyun. * Okları cilâ edip parlattıkları ağaç.
tarif
tanım, tanıtma.
tarifat
tarifler, tanımlar.
tarife
tanıtma yazısı.
tarifename
tanıtma yazısı.
tarifname
tanım yazısı.
Tarih
İşe yaramaz diye bir kenara atılmış nesne.
Tarih-i kadîm
Eski zaman tarihi.
Tarih-i mu'cem
Bir mısra, beyit veya cümledeki noktalı harflerin ebced hesabı ile yekûnunun delâlet ettiği tarih. * Edb: Ebced hesabında noktalı harflerin hesap edilerek düşürülen tarih. Bir ilmi, müfredâtı ile belirten eser.
Tarih-i umumî
Umumî tarih.
Tarihnüvis
(C.: Tarihnüvisân) f. Tarih yazan. Müverrih.
tarihvari
tarih gibi.
tarihçeihayat
hayat tarihi.
Tarik
f. Karanlık.
Tarik-baht
f. Bahtı kara, şanssız, tâlihsiz.
Tarikat
Yol, manevî yol. * Usûl, tarz. Hal ü şan. (Bak: Müteşeyyih, Seyr-i âfâkî, Tasavvuf)
Tarim
Kalın bulut. * Elleri ve ayakları kaba olan kimse.
Taris
Kavi, kuvvetli.
Tariye
Ansızın gelen belâ, dâhiye.
Tariz
Cansız, kuru nesne. * Meyyit, ölü.
2887
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tark
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vurmak. * Dövmek. * Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak. * Bulanık su. * İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu. * Vücuttaki gevşeklik.
Tarmese
Münkabız olmak.
Tarr
Kesmek. * Keskinletmek. * Yapmak. * (Bıyık) gelmek. * Çolak olmak. * Düşmek.
Tarraka
Gümbürtü.
tarraka
gümbürtü.
Tarrar
Yankesici, hilekâr.
tarrar
yankesici.
Tarriyan
Sepet. * Büyük tabak.
Tarsi'
Bezemek, süslemek. * Sevinç, neşât.
Tarsif
Birbirine bitiştirip kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.
Tarsig
Vüs'at vermek, genişlik vermek.
Tarsin
Sağlamlaştırmak. Bir şeyi tahkik etmek. * Bilmek. * Metanet ve cesaret vermek.
tarsin
sağlamlaştırma.
Tarsinât
(Tarsin. C.) Sağlamlaştırmalar.
Tarsis
(Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma. * Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi.
Tartabe
Keçiyi sağmak için çağırmak.
Tartib
Islatma, rutubetlendirme. Islatılma. * Tâzelik verme. * Hoşlandırılma. * Hurmanın rutubetli olması.
Tartib-i lisan
Güzel bir söz söyleyerek dili mânen tatlılaştırma.
Tartil
Saçı yağlamak.
Tary
Taptaze. Çok taze.
2888
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tarz
Usul, şekil, üslub. * Yol. Hey'et.
tarz
biçim, yol, metod.
Tarze
şekil, suret.
Tarzim
Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak.
Tarziye
Cübbe veya zırh giymek.
tarziye
özür dileme.
tarâvet
tazelik.
tarâvetdâr
taze.
Tarî
Karanlık, meçhul.
Tarîk
Yol. Tarz, usûl. * Vâsıta. Meslek. * Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası.
tarîk
yol, tarz, metod.
Tarîk-i berzahiye
Berzaha giden ve ona ait yol.
Tarîk-i cehrî
Açık olarak ve yüksek sesle zikir yapan tarikat. (Kadirî gibi)
Tarîk-i nakşî
"Şeyh Bahaüddin Nakşbendî Hazretlerinin kurduğu tasavvuf yolu. (Bak: Nakş-bendî)(Tarîk-i Nakşî'de dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak; hem vücudunu unutmak; hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. S.)"
Tarîk-i âmm
Herkesin geçmesine mahsus yol.
tarîkât
ibadet ve zikirlerle kalben ilerleme yolları.
Tarım (tarime)
(C.: Tıram) Kara çadır.
Tas
(C.: Atvâs) Meşhur bir kabın adı. Tas.
Tas'ib
Güçleştirmek.
Tas'ibat
(Tas'ib. C.) Zorlaştırmalar, güçleştirmeler.
2889
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tas'id
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eritme. * Yukarı çıkma ve çıkarılma. * Buharlaştırarak temizleme. İnbikten geçirip buhar haline getirme.
Tas'ir
Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek.
Tasa'lük
Fakirlik göstermek.
Tasa'su'
Deprenmek, hareket etmek. * Perakende olmak, dağılmak.
Tasa'ub
Güçleşme. Güç olma.
Tasa'ud
(Suud. dan) Yukarı çıkma. * (Gaz veya buhar) yükselme.
Tasabbi
(Saby. dan) Çocuk tavrı takınma. Çocuklaşma.
Tasabbu'
Parmak parmak ayırma.
Tasabbuh
Sabahleyin uyumak. * Sabah kahvaltı yapmadan yemek yemek.
Tasabbun
Sabunlaşma. * Sabun gibi köpürme.
Tasabbur
(Sabr. dan) Sabırlanma. Sabretme.
Tasabbüb
Dökülmek. * Bahadır olmak, kahraman olmak. * Sıcaklığın artması.
Tasabi
Aşkını izhar etmek, muhabbetini açığa vurmak.
Tasaddi
Bir işe başlamak. * Taarruz etmek. * Yüz döndürmek. * Tesadüf etmek. * Vuku bulmak.
Tasaddu'
(Demir) Paslanmak ve küflenmek.
Tasadduk
Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek. * Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak.(İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)
tasadduk
sadaka verme.
Tasaddukat
(Tasadduk. C.) Sadakalar.
Tasaddur
(Sadr. dan) En başta oturma. Başa geçme. * Öğretmek. * Yücelik talep etmek, yükseklik ve ululuk istemek.
2890
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tasaduk
Birbirine inanmak.
Tasadüm
Tokuşmak.
Tasaffi
Saflaşmak. Durulmak. Temizlenmek.
tasaffi
saflaşma, durulma.
Tasaffuh
Yaprak yaprak olma. * Levha biçiminde olma, levha hâline konulma.
Tasaffür
Sararmak.
Tasafüh
Musafaha edişmek.
Tasafün
Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek.
Tasalli
Ateşte yanmak.
Tasallub
Sertleşmek. Katılaşmak. * Sağlamlaşmak. * Gayret etmek.
tasallub
katılaşma.
Tasallut
Musallat olmak. Birini rahatsız etmek. Tebelleş olmak. Tahakkümane hareket etmek.
tasallut
sataşma.
Tasalluten
Musallat olarak, tasallut ederek, sataşarak.
Tasallüf
Kibirlenmek, övünmek, söz atmak.
Tasallüfât
(Tasallüf. C.) Gösteriş olarak yapılan nezaketler.
Tasalsul
Demir ve ona benzer madenlerin birbirine değmelerinde ses çıkarmaları.
Tasamm
Kendini sağır etmek.
Tasamüm
Sağırlığa vurmak.
tasannu
yapmacık.
Tasannu'
Yapmacık hareket. Zorla bir şeyi daha iyi göstermeğe çalışmak. Suni hareket.
tasannuen
yapmacık olarak.
Tasannuf
Zorla yapılan sınıflandırma veya te'lif.
2891
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tasannuf
yapmacık sınıflandırma.
tasannukârane
yapmacıklı.
tasannuât
yapmacıklar.
Tasarruf
İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı. * (Para veya mal) artırma. * Bir şeye karışıp müdahale etme.
tasarruf
kullanma, artırma.
Tasarrufan
Tasarruf ve tutum gayesiyle. İktisad maksadıyla.
Tasarrufât
(Tasarruf. C.) Tasarruflar.
tasarrufât
tasarruflar.
Tasarruh
Şiddetle çağırmak.
Tasarrum
Cesaretlenme, yiğitlenme. * Kesilmek.
Tasaru'
Birbiriyle güreşmek.
Tasarum
Birbirini kesmek.
Tasavir
(Tasvir. C.) Tasvirler, resimler.
Tasavvu'
Ayrılmak, perâkende olmak.
Tasavvuf
"Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak. (Bak: Tarikat)(İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkıkin-i ehl-i tarikat derler ki: ""Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittiba' noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevâfil-i hususiyeden gelemez! Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniyye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır!"" demişler. M.)"
tasavvuf
kalbi dünyadan arındırma yolu, tarikat.
Tasavvufî
Tasavvufla alâkalı. Tasavvufa ait.
tasavvufî
tasavvufla ilgili.
2892
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tasavvuh
Yaş otun üstü sıcaktan kurumak.
Tasavvur
Bir şeyi zihinde şekillendirmek. Tasarlamak. * Düşünce, tasarı. Arzu. (Bak: Dimağ)
tasavvur
tasarlama.
Tasavvur-u şahsî
şahsî düşünce. şahsa ait tasavvur. (Bak: Himmet)
Tasavvurat
(Tasavvur. C.) Tasavvurlar.
tasavvuren
tasarlayarak.
tasavvurât
tasarlamalar.
Tasavvurî
Tasavvurla alâkalı. Tasavvura ait.
Tasavvün
Kendini sakınmak.
Tasavül
Karşılıklı hamle etmek.
Tasavün
Hıfzetmek, korumak.
Tasaykul
Pürüzsüzlük.
tasaykul
cilâlanma.
Tasayuh
Birbirine çağırmak.
Tasayyud
(Sayd. dan) Ava gitme. Avlanma. Ava çıkma.
Tasayyuf
(Sayf. dan) Yazlıkta oturma, yazlama, bir yerde yaz mevsimini geçirme.
Tasbih
Rüzgârdan dolayı otun kuruması. * Sütü su ile karıştırıp içirmek.
Tasdi'
Rahatsız etmek. Sıkmak. Baş ağrıtmak. * Yarmak. * Perâkende etmek, dağıtmak.
Tasdik
Doğruluğunu kabul etmek. Bir kararın nizama, şeriata, kanuna uygun olduğunu kabul edip imzalamak. (Bak: Dimağ)
Tasdikan
Tasdik için. Tasdik suretiyle.
Tasdikat
(Tasdik. C.) (Ka, uzun okunur) Tasdikler, onaylamalar, doğrulamalar.
Tasdikgerde
Kabul edilmiş, tasdik edilmiş. Doğru olduğu bilinmiş.
2893
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tasdim
Tokuşmak.
Tasdir
İcra etme. Vaz' etme. * Başlama. * Başlangıç yazma. * Örtme. * Başa geçirme, başa koyma. * Yazma. * Çıkarma, çıkartma.
Tasdiye
Alkış. El çırpma. (Sadadan veya saddan me'huz olarak ses çıkartmak veya vazgeçirtmek demektir ki, bu iki itibar ile birini çağırmak veya eğlenip oynamak gibi herhangi bir maksadla el vurmaktır.) (E.T.)
tasdî
sıkma, rahatsız etme.
tasdîk
onaylama, doğrulama.
tasdîkan
onaylayarak.
tasdîkgerde
tasdik edilen.
tasdîkkârâne
tasdik edercesine.
tasdîkât
tasdikler, onaylamalar.
Tase
f. Tasa, keder, kaygı.
Tasel
Serabın uzaktan su gibi görünmesi.
Tasfid
Muhkem ve sağlam bağlamak.
Tasfif
(C.: Tasfifât) (Saff. dan) Sıralama, saf saf dizme. * Sağ elinin ayasını sol elinin arkasına vurmak.
Tasfih
(Safh. dan) (C.: Tasfihât) Alkışlama, el çırpma. * Yaprak yapma. * Tağyir etme, değiştirme.
Tasfik
(C.: Tasfikat) Kanat çırpma.
Tasfik-i esnan
Soğuktan dişlerin birbirine çarpması.
Tasfir
(C.: Tasfirât) (Safir. den) Sarartma, sarıya boyama. * Islık çalma.
Tasfiye
Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek. * Hesabı kapatmak.
tasfiye
saflaştırma, arındırma.
Tasfiye-i kalb
Kalbini temizleme, yüreğini temizleme.
2894
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tasgir
Küçültmek. Cirm ve kadrini eksiltmek. Hakir eylemek.
tasgir
küçültme.
Tasgirât
(Tasgir. C.) Küçültmeler.
Tashif
(C.: Tashifât) Yanılarak yanlış kelime yazma. Yazı yazarken kelimeyi yanlış yazma. * Hatâ yapma. * Tağyir etme, değiştirme.
Tashih
Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek. * Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek.
tashih
düzeltme.
Tashihât
(Tashih. C.) Düzeltmeler, tashihler.
tashihât
tashihler, düzeltmeler.
Tashin
(Sahn. den) Sahneye koyma.
Tasi' (tâsia)
Dokuzuncu.
Tasian
Dokuzuncu olarak.
Tasig
Gayretsiz kişi.
Tasir
Galiz süt.
Taskil
Cilâlandırmak. Saykal, cilâ vurmak, cilâ verilmek.
taskil
cilâlama.
Taskilât
(Taskil. C.) Cilâlamalar. Cilâ yapmalar.
Taslib
(Salb. dan) Haça germek. Haç çıkarmak. * (Sulb. dan) Sertleştirmek. Katılaştırmak, katılaştırılmak.
Taslim
Kulağı dibinden kesmek.
Taslit
Musallat etmek. Birini başka birine belâ etmek. Sataştırmak.
taslit
musallat etme, sataştırma.
Tasliye
"""Sallâllahü Aleyhi Vesellem"" diyerek dua etmek. * Bir şeyi yakmak için ateşe atmak. (Bak: Sallâllahü Teâlâ)"
Tasm
Âd taifesinden bir kabile. * Mahvetmek veya mahvolmak.
2895
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tasme
f. Kayış halka. Tasma.
Tasmid
Hükmetmek. İçini doldurmak.
Tasmim
Bir şeyi önceden iyice kararlaştırmak. Azimet-i sadıka ile kastetmek. * Muhkem kılmak. * İnkâr etmek. * Endişe edip kaçınmamak.
Tasmit
Susturma.
Tasni'
Düzme. Uydurma. Yakıştırma. * Bir san'atla meşgul kılma. * Güzel terbiye etme.
Tasnif
Sınıflara ayırmak. Sınıflandırmak. * Kitap yazmak. Kitap tertib etmek.
tasnif
sınıflandırma.
Tasnifât
(Tasnif. C.) Tasnif edilmiş eserler.
tasnifât
sınıflandırmalar.
Tasniât
(Tasni'. C.) Hakiki olmayan yapmacık hareketler.
tasnî
düzme, uydurma.
tasnîât
düzmeler, uydurmalar.
Tasrah
Karınca. * Bit.
Tasre
(Süt) koyu olmak. * Su dibinde olan balçık. * Balçıklı su. * Dirlik, iyi olmak.
Tasri'
Bir beytin iki mısraını da kafiyeli yapma. * Bütün mısraları kafiyeli manzume yazma. * Yere vurmak. * İki parça etmek.
Tasrid
Azaltmak.
Tasrif
İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak. * Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek. * Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimelere tebdil eylemek. Meselâ: Türkçe'de bir fiilin tasrifi:
2896
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hal sigasına göre: Gelmek fiilinin şekli: Geliyorum, geliyorsun, geliyor, geliyoruz, geliyorsunuz, geliyorlar gibi. tasrif
çekip çevirme, çekim.
Tasrih
Belirtmek. Açık açık anlatmak. Zâhir ve ayân kılmak.
tasrih
açıkça anlatma.
Tasrihat
(Tasrih. C.) Açık açık anlatmalar. İzah etmeler.
Tasrihen
Açık olarak, açıktan bildirerek.
tasrihen
açıkça belirterek.
tasrihât
açıkça anlatmalar.
Tasriye
Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.
Tass
(Tasse) Oğlancıklar oyunundan bir oyun.
Tass (tasse)
(C.: Tâs-Tusûs-Tassât) Tas, çukurca kap.
Tassuc
(C: Tasâsic) Cânip. Nâhiye. İki tane.
Tast
(C.: Tısâs-Tısât) Büyük tas.
Tastim
Tamamlamak. Tekmil etmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
Tastir
(Satr. dan) Yazı yazma. Satırlar meydana getirme.
tastir
yazı yazıp satırlar oluşturma.
Tasvib
Münasib görmek. Uygun ve doğru bulmak. * Aşağı indirmek.
tasvib
uygun görme.
Tasviben
Doğru bularak, tasvib ederek, münâsib görerek.
Tasvibkerde
f. Doğru bulunmuş, tasvib edilmiş, münasib görülmüş.
Tasvibât
(Tasvib. C.) Tasvib edilip uygun görülen şeyler.
Tasvig
(C.: Tasvigat) (Siga. dan) Kalıp şekline koymak. Eritip kalıba dökme. * Batırmak. * Kuyumculuk yapmak.
Tasvir
Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde. * Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak. * Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim. *
2897
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek veya hariçte vücudu olmayan fakat hissedilen şeyleri duyurabilecek meleke. tasvir
resmini yapma, resim, zihinde canlandırma.
Tasvirat
(Tasvir. C.) Tasvirler.
tasvirât
tasvirler.
Tasvirî
Tasvire dair, tasvirle ilgili.
Tasvit
(Savt. dan) Seslendirme, seslenme, ses çıkarma.
Tasy
Sütü ve suyu çok içmekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Süst olmak, zayıflamak.
Tasyir
Bir surete koyma. Bir şekle vardırma.
Tat'ir
Sütü yoğurt yapmak.
Tata'tu'
Başını aşağı eğmek.
Tatabuk
Muvafık ve müttefik olmak. Uygun olmak.
Tatahhur
Temizlenmek. Pâklanmak. * Günah işlemekten teberri ve imtina eylemek.
Tatal
Görmek için yüksek bir yere çıkmak.
Tatallu'
Nazar etmek, bakmak. * Beklemek, gözlemek, muntazır olmak.
Tatalluk
Açılmak.
Tatallüb
Bir defa daha istemek.
Tatalu'
Birbirine bakmak. Gözlemek.
Tatamün
Aşağı düşmek. * Meyelân etmek, eğilmek.
Tatar
bir Müslüman Türk kabilesi.
Tatarrub
şevke gelme, coşma, neşelenme, keyiflenme.
Tatarruf
(Taraf. dan) Bir yana veya bir tarafa çekilme.
Tatarruk
Yol bulma. Yol bulup girme.
2898
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tatavvu'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Müstehab ve mendub olan namazlar. * İbadeti sırf kendi isteğiyle yapmak. * Nafile namaz kılmak. * Üzerine lâzım olmayan işler yapmak.
Tatavvüf
Ziyaret etmek. * Dönmek.
Tatavvül
Büyüklenmek, kibirlenmek.
Tatavül
Uzun olmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek. * Birbirine muhalefet etmek, karşı gelmek.
Tatayyub
Güzel koku sürünme.
Tatayyur
Teşe'üm addetmek. Uğursuzluk. * Uçmak.
Tatbi'
Doldurmak.
Tatbib
Kırbayı ev direğine asmak. * Tabiblenmek, doktor olmak.
Tatbik
Yakıştırmak. Yerine getirmek. * Karşılaştırmak. * Bir kaide, kanun veya emri yerine getirmek. Kıyas ve tahmin etmek. * Benzetme, uydurma.
tatbik
uygulama.
Tatbikan
Tatbik ederek, uygun yaparak. Fiilen işleyerek.
Tatbikî
Tatbike ait. Pratik ile alâkalı. Fiilen işlemek suretiyle.
Tatbil
Davul çalma.
Tatbin
Bir şeye çamur sürme.
Tatfif
Alırken dolgun, verirken eksik ölçmek.
Tatfif suresi
Kur'an-ı Kerim'in 83. suresidir. Mekkîdir.
Tatfih
Doldurmak.
Tatfil
Uyuntuluk etmek. * Güneşin batı tarafa doğru hareket etmesi.
Tathim
Gökçek etmek, güzelleştirmek, tahsin.
Tathin
(C.: Tathinât) (Tahn. dan) Öğütme. Un haline getirme.
Tathir
Temizlemek. Yıkayıp pâk etmek. Tâhir kılmak.
2899
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tathir
temizleme.
Tathirât
(Tathir. C.) Temizlikler.
tatil
çalışmaya ara verme.
tatilieşgal
işi bir yana bırakma, dinlenme.
Tatlik
Boşamak. Karısını terk edip nikâhını feshetmek.
tatlik
boşama.
Tatlim
Yüzüne eliyle vurmak.
Tatmi'
Tamâ vermek.
Tatmin
İkna etmek. Kandırmak. * İnsanın kalbini emin etmek. Rahatlandırmak.
tatmin
ikna etme, manen doyurma.
tatminkâr
tatmin edici.
Tatrib
Zevklendirme, neşelendirme, keyiflendirme.
Tatrid
Reddetmek.
Tatrih
Bırakmak.
Tatrik
Kuşun yumurtalamaya, kadının doğum yapmağa yakın olması.
Tatrim
Tamamlamak. * Ata tâlim ettirip hünerli ve iyi huylu yapmak.
Tatrir
Keskin etmek, keskinleştirmek.
Tatriz
Elbiseye veya kumaşa süs için kenar işleme, oya yapmak.
Tature
f. Hayvanların ayağına vurulan köstek, bukağı.
Tatvi'
Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.
Tatvif
Tavaf ettirmek.
Tatvik
Boynuna gerdanlık takınmak.
Tatvil
Uzatma. Uzatılma.
tatvil
uzatma.
Tatvil-i kelâm
Uzun konuşma. Sözü uzatma.
2900
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tatvilât
(Tatvil. C.) Boş, beyhude ve fazla sözler.
Tatviş
Burma, iğdiş etme.
Tatyib
İyi davranma. İyi muâmele etme. Hoş etme. Gönlünü hoş etme.
tatyib
hoş etme.
Tatyib-i hâtır
Gönlünü hoş etme, gönlünü alma.
Tatyibat
(Tatyib. C.) İyi muâmeleler, gönlü hoş etmeler.
Tatyir
"Kötü görme. "" Bu, filanın şerrinden oluyor"" deme."
Taun
Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbiri.
Taus-u yemenî
Yemen'li Tâus Ebî Abdurrahman. (Kırk defa hacceden ve kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılan ve Sahabelerle görüşen ve Tâbiînin azîm imamlarından olan zât. (R.A.)
Tav'
İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak. * Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması.
Tav'an
İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
Tav'an ev kerhen
İster istemez. İsteyerek olsun yahut istemiyerek olsun.
Tav'id
Korkutmak.
Tav'ir
İri ve kaba yapmak.
Tav'iz
Korkutmak. * Söz vermek, va'detmek.
Tav'î
Kendiliğinden. İçinden.
Tava
Darı.
Tava'ur
Güçlük, zorluk.
Tava'vu'
Tilki, çakal, kurt ve köpeğin ürümeleri.
Tavaddu'
Abdest almak.
Tavaf
Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak. * Hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmaları.
2901
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tavaf
etrafını dolaşmak, ziyaret.
Tavaggul
Çok meşgul olmak, uğraşmak, kendini birşeye tamamen vermek.
tavaggul
bir işe kendini tamamen verme.
Tavagi
(Tâgut. C.) Putlar. Tâgutlar.
Tavahi
Lâşe etrafında dolaşıp uçuşan akbaba kuşları.
Tavahin
(Tâhine. C.) Azı dişleri, öğütücü dişler.
Tavaif
(Taife. C.) Gruplar. Milletler, kavimler. Bölükler.
Tavaif-i mülûk
Abbasi Devletinin parçalanması ile meydana gelen küçük devletler.
Tavali'
(Tâli'. C.) Kısmetler, bahtlar, tâlihler.
Tavamir
Tomarlar.
Tavarık
(Târika. C.) Gece gelen belâlar.
Tavasim
(Tavâsin) : Kur'an-ı Kerim'den tâ-sin, tâ-sin-mim sureleri.
Tavassub
Hastalanıp perişan olma.
Tavassul
(Bak: Tevassul)
Tavassut
Ara bulma için araya girmek. Aracılık. Vasıtalık. * İyi ile kötü arasında mu'tedil olanını almak.
tavassut
aracılık, vasıtalık.
Tavattun
Bir yeri vatan edinmek. Bir yerde yerleşmek.
tavattun
vatan edinme.
Tavatu'
Muvafık olmak, uygun olmak.
Tavaud
Sözleşmek.
Tavavis
(Tavus. C.) Tavus kuşları.
tavazzu
su hâline getirme.
Tavazzu'
Abdest alma.
Tavazzuh
Açıklanmak. Aydınlanmak. Kesb-i vuzuh etmek. * Ruşenlik ve ayânlık peyda etmek.
2902
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tavazzuh
açıklanma, aydınlanma.
Tavaşi
(C.: Tavâşiye) Tar: Hadım ağası. Harem ağası.
Tavaşir
Tebeşir.
Tavb
Kırmızı kiremit.
Tavd
Büyük dağ. Tepe. * Sebât.
Tavdi'
Atılmış pamuğu kaftana koyup cübbe dikmek.
Tavf (tavâf)
Dönmek. * Fırat Nehri gibi sularda üstüne binilen vasıta.
Tavh
Helâk olmak. * İftira etmek.
Tavil
Uzun. * Çok süren.
Tavil-ül bâ'
Uzun kulaçlı. Gücü yeter. * Eli açık, vergili, verimli.
Tavil-ün nicad
Kılıç bağı uzun. * Mc: Uzun boylu.
Tavile
Birbiri ardına bağlanmış bir sıra hayvan. Hayvan katarı. * Tavla, ahır. * Çayıra salınan hayvanın ayağına bağladıkları tavla ipi.
Taviyyet
İnsanın gönlünde gizli olan istek veya niyet.
Tavk
Tâkat. Güç. * Boyuna takılan zinet. Gerdanlık. * Tasma.
tavk
güç, tâkat.
Tavk-ı beşer
Beşer takatinin, güç ve kudretinin son haddi.
Tavl
(Bak: Tul)
Tavla
"Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde ""Tavla"" maddesi: ""Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer."" şeklinde tarif edilmiştir.)"
tavla
ahır.
Tavme
Tosbağanın dişisi.
Tavr
(Bak: Tavır)
tavr
tavır, davranış.
2903
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tavr-ı bâtıl
Bâtıl, kötü hal ve vaziyetler.
tavren
tavırla, davranış olarak.
Tavrî
Vahşi adam veya kuş. * Ehad, vâhid, bir.
Tavs
Örtmek.
Tavsib
Tenbellik ve süstlük.
Tavsif
Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak. * Bilgi, ilim.
tavsif
niteleme, özelliklerini söyleme.
Tavsif-i bi-l-fezail
Faziletlerini zikrederek tavsif etmek.
tavsifnâme
özellikleri belirten yazı.
Tavsifât
(Tavsif. C.) Tavsifler. Vasıflandırmalar.
tavsifât
nitelemeler.
Tavsil
(Vasl. dan.) Ulaştırma, vardırma.
Tavsim
Azalardan bir uzva zahmet vermek. * Kırmak. * Tenbellik.
Tavsit
(C.: Tavsitât) (Vasat. dan) Aracı bulma. Aracılık yaptırma.
Tavsiye
Vasiyet bırakma. * Ismarlama, sipâriş etme. * Birini iyi tanıtma. Öğütleme.
Tavtid
Bir nesneyi yerinde tutmak. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
Tavtie
Anlatılacak maksadı destekleyecek tarzda önceden bazı sözler söyleme.
Tavtin
(Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma. * Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak. * Gönlünü bağlamak.
Tavtiş
Karşılıklı olarak reddetmek.
Tavus
Meşhur bir süslü kuşun adı.
tavus
süslü bir kuş.
2904
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tavvaf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kâbe'yi ziyaret ve tavaf eden. * Resmî dairelerde gece bekçisi. * Çok tavaf eden.
Tavvafe
Kedi.
Tavvafiyye
Resmî dairelerdeki gece bekçilerine verilen ücret.
Tavvas
Tas yapan.
Tavy
Açlık.
Tavzif
Vazifelendirmek, iş vermek.
tavzif
görevlendirme.
tavzifât
görevlendirmeler.
Tavzih
Açıklamak. Açık olarak beyanda bulunmak.
tavzih
açıklama.
tavâif
guruplar, bölükler.
tavân
isteyerek.
tavîl
uzun.
Tavır
(Tavr) Suret. Hareket, hal, vaziyet. * Bir kerre, bir defa. * İki şey arasındaki had ve fasıla. * Kader. * Miktar.
tavır
hâl, sûret, davranış.
Tavş
Akıl hafifliği, akıl azlığı.
Tayalis
(Taylasân. C.) Başa ve boyna sarılan şallar. * Başa sarılan sarıkların omuzlar üzerine salıverilen uçları.
Taybe
Medine şehri. Yesrib. Medine-i Münevvere.
Taycan
(C.: Tâyâcin) Tava.
Tayeran
(Tayrân) Uçuş. Uçma.
tayerân
uçma.
Tayf
Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller. * Gül. * Kavs-ı kuzah. Gökkuşağı.
2905
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tayf
hayâlî görüntü.
Tayfur
Bir kuş ismi.
Tayh
Helâk etmek veya helâk olmak. * Bırakmak.
Tayhan
Boş ve mâlayâni şeylere itiraz eden kimse.
Tayhuc
Turaç kuşu (Bir sülün nevidir.)
Tayi'
İtaat eden, boyun eğen kimse. * Bir işi kendi isteğiyle yapan.
Tayian
İsteyerek.
Tayih
Hayran kimse.
tayinât
tayinler, belirlemeler.
Tayir
(Tayr.) Kuş. * Uçmak. * Çabuk yürümek.
Tayiş
Yeynicek kimse. * Hafiflik.
Taylasan
(C.: Tayâlis-Tayâlise) Başa ve boyna sarılan şal. * Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilen ucu.
Tayr
(C.: Atyâr-Tuyur) Kuş. * Uçmak (mânasına mastardır.)
tayr
kuş.
Tayr-ı hümâyun
Talih veya uğur kuşu. Devlet kuşu. (Bak: Hüma)
Tayrure
Uçmak.
Tays
Çok adet. * Yer yüzünde olan toprak ve süprüntü. * Nesli çok olan karınca ve sinek.
Taysel
Çok miktar. Fazlaca.
Taytan
Yaban sarımsağı.
Taytava
Bağırtlak kuşuna benzeyen alaca bir kuş. (Yüzü beyaz, başı kara olur.)
Tayy
Bükmek, sarmak, dürmek. * Kaldırmak. * Geçmek. * Açmak. * Çıkarmak. Bir haberi ketmetmek. Kasten açtırmak. * Atlama, üzerinden geçme.
tayy
atlama, kaldırma.
2906
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tayy-i mekân
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Mekânı ortadan kaldırmak. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi.
Tayy-i meratib
Birden üst mertebeye geçmek. Birden mertebeleri aşıp, geçip gitmek.
Tayy-ı zaman
"Zamanı ortadan kaldırmak. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamak. Meselâ: Kur'an-ı Kerimde beyan edilen ""Ashabı Kehf"" mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün veya bir gün kadar kaldıklarını söylemişlerdir. (Bak: Bast-ı zaman)"
Tayyan
Balçık yapan kimse.
Tayyar
Deniz dalgası.
tayyar
uçucu.
tayyare
uçak.
Tayyaş
Aceleci hafif kimse. * Hilebaz kimse.
Tayyetmek
Silmek. Kaldırmak. * Mc: Uzun zaman veya mesafeyi az zamanda geçip aşmak.
tayyetmek
geçmek, atlamak, kaldırmak.
tayyib
iyi, hoş, güzel.
Tayyib(e)
İyi, hoş. İyi davranış. Temiz. * Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir. * Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.
tayyibe
iyi, güzel, hoş.
Tayyibât
(Tayyibe. C.) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller. * Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.
tayyibât
tayyibler.
tayyımekân
bir yerdeyken birdenbire başka yerde olmak.
2907
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tayyızaman
bir zamandan birdenbire başka zamana geçmek.
tayın
gıda, ekmek, yiyecek.
tayınat
tayınlar, gıdalar.
Taz
f. Koşma, koşuş.
Taz'
Gayretsiz olmak.
Taz'if
İki kat, kat kat etmek. Ziyade etmek. Bir kat daha artırmak. Çoğaltmak. * Zayıf addetmek.
Tazaccu'
Gevşek davranma, üşenme.
Tazaccur
Sıkıntı. İç sıkılma.
Tazaffür
Galip olmak, yenmek.
Tazallül
(Zıll. den) Gölgelenme, gölgede olma, gölge altına girme.
Tazallüm
Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek. * Birinin hakkını veya malını gasbetmek. * Mazlum olmak. * Zulmü kendi nefsine isnad etmek.
Tazallüm-i hâl
Kendine yapılan bir hâlden, hareketten dolayı sızlanmak. Hâlinden şikâyet etmek.
Tazallümât
(Tazallüm. C.) Yanıp yakılmalar, sızlanmalar.
Tazammud
Yaranın merhemli bezle sarılması.
Tazammun
İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak. * Tazmini kabul etmek. Kefil olmak. * Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi.
tazammun
içine alma.
Tazannün
(Zann. dan) Sanma, zan ile iş görme, delilsiz hükmetme.
Tazarru'
Bir şeye gizlice yaklaşmak. * Kendi kusurlarını bilip kibirden vaz geçip tevâzu ile yalvarmak.
Tazarru'en ve hufyeten Gizlenip saklanarak.
2908
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tazarru'kârane
f. Tazarru ederek. Tazarru etmek suretiyle.
Tazarruf
Zarafet. * Zariflik taslama. İncelik göstermek. Külfetle zarif olmak.
Tazarrur
(Zarar. dan) Zarar ve ziyâna uğrama.
tazarrû
yalvarmak, yakarış.
tazarrûât
yalvarmalar.
Tazavvu'
Bir şeyin güzel kokusunun etrafa yayılması.
Tazayyuk
(Zîk. den) Sıkışma, daralma.
Tazayyüf
Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
Taze
f. Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. * Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. * Kuru olmayan, yeşil. * Genç, körpe.
Tazegî
f. Tazelik, yenilik, körpelik. * Gençlik.
Tazende
f. Koşucu.
Tazfir
Galip etmek. * Tırnaklaşmak.
Tazhir
(Zahr. dan) Arkaya atma. Arkaya bırakma veya bırakılma. İhtimâl.
Tazi
(C.: Tâziyân) Araplar.
Taziyane
f. Sebeb. Vasıta. * Kırbaç, kamçı.
Taziyane-i ta'zib
Azab vermek, azablandırmak kamçısı.
taziye
yakını ölen üzgün birini teselli etme.
taziyenâme
taziye mektubu.
Tazlil
(Zıll. den) Gölgelendirme veya gölgelendirilme.
Tazlim
Zâlim olmak.
Tazmid
Merhemli bezi yaraya sarıp bağlama.
Tazmin
Kefil olmak. * Zarar verdiği kimsenin zarar ve ziyanını ödemek. * Edb: Başkasına ait bir mısra veya beyti intihâl ve tevârüd olmaksızın kendi şiirine alma san'atı. * Bir şeyi bir şeye dâhil etmek. * Zararı ödetmek.
2909
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tazmin
zararı ödeme.
Tazminât
(Tazmin. C.) Zarar ve ziyana karşı ödenen bedeller. * Zararların bedellerini ödetme.
tazminât
zarara karşılık verilen para.
Tazr
Eliyle vurup def'etmek. El ile kovmak.
Tazrir
Zarar vermek. Zarara uğratmak.
Tazyi'
(C.: Tazyiât) (Ziyâ. dan) Kaybına sebeb olma, bırakıp kaybetme. Boşuna harcama.
Tazyi-i evkat
Boş yere vakit geçirme. Zaman harcama. Vakit kaybetme.
Tazyik
"Daraltmak, sıkıştırmak. * İcbar etmek. * Sıkıntı ve ızdırab vermek. * Zorlama, baskı. * Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine konuldukları satıhlara; sıvılar, içinde bulundukları kabın hem dibine ve hem de yanlarına; gazlar ise, içinde kapalı oldukları kabın her tarafına basınç yaparlar."
Tazyikat
(Tazyik. C.) Tazyikler. Sıkıştırmalar. Baskılar. Zorlamalar. * Basınçlar.
tazyîk
baskı, sıkıştırma.
tazyîkât
tazyikler, baskılar, sıkıştırmalar.
Taî
Arabistan'da mevcut Tay kabilesinden olan.
taği
azgın, haktan sapan, saptıran.
tağiyane
azgınca.
tağlib
galip getirme.
tağlit
yanıltma, bulandırma.
tağut
azgın, sapkın, îmansız, ilâh gibi saygı gören, heykellerine bile saygı duyulan, sapan ve saptıran.
tağutî
tağutla ilgili.
2910
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tağyir
başkalaştırma, değiştirme, bozma.
tağyirât
tağyirler.
tağşiş
karıştırma.
Taşaş
Nezleye benzer bir hastalık.
Taşnak
Ermenilerin kurduğu bir örgüt.
Taşr
Zayıf yağan yağmur.
Taşra
Hariç ve dış taraf. * İstanbul harici olan memleket. * Merkez-i hükümet hâricinde olan yerler.
taşra
istanbul dışındaki yerler.
Taşrah
Hurma ağacı.
Taşt
Büyük leğen.
Taşt-gen
f. Leğenci. * Leğen yapan.
Taşş (taşiş)
Yağmur çisintisi.
Te
f. Dek, kadar, değin. Meselâ: Ser-te-ser $ : Baştan başa.
Te'bid
(C.: Te'bidât) (Ebed. den) Ebedileştirme, sonsuzlaştırma.
Te'bidât
(Te'bid. C.) Ebedileştirmeler, sonsuzlaştırmalar, te'bidler.
Te'bil
Deveyi katarıyla getirmek.
Te'bin
Ölmüş bir kimsenin iyiliklerini hatırlayıp söyleme. * Bir kimseyi yüzüne karşı ayıplama.
Te'bir
(Ağaçları) aşılama, (ağaçlara) aşı yapma.
Te'bis
Horlama. Hakaret.
Te'biye
Yüksek sesle okumak.
Te'cic
Tutuşturup alevlendirme.
Te'cil
Başka zamana bırakma. * Acele etmeme. (Zıddı: Ta'cil)
Te'dib
Edeblendirme. Terbiye verme. * Haddini bildirme.
Te'dibat
(Te'dib. C.) Edeplendirmeler, terbiye etmeler.
2911
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Te'diben
Te'dib suretiyle, te'dib için. Haddini bildirmek için.
Te'diyat
(Te'diye. C.) Ödemeler.
Te'diye
(C.: Te'diyat) Eda etmek. * Ödenmiş para. Verilmiş borç. * Borcunu vermek.
Te'diye-i deyn
Borç ödeme. Borcunu verme.
Te'fik
(C.: Te'fikât) Yalan söyleme. * Yalan ve iftirâ etme.
Te'haz
Tekrar almak.
Te'hil
"Misafire ""hoş geldiniz"" demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek. * Ehliyetli kılmak. * Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Lâyık ve müstehak görmek."
Te'hir
Geciktirme. Sonraya bırakma.
Te'hirât
(Te'hir. C.) Tehirler, geciktirmeler, sonraya bırakmalar.
Te'hıye
Hayvana yatacak ahır yapmak. * Birbirine kardeş olmak.
Te'kid
Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. * Üsteleme. Bir iş için evvelce yazılan bir yazıyı tekrarlama.
Te'kid-i manevî
Söylenişi başka, manası müşterek olan.
Te'kiden
Tekrarlama ile. * Sağlamlaştırarak. Te'kid suretiyle. * Evvelce yazılmış olan bir yazıyı tekrarlıyarak.
Te'kil
Yedirme veya yedirilme.
Te'leb
Bir ağaç adı.
Te'lib
Kandırmak.
Te'lif
"Barıştırmak. Husumeti defetmek. Ülfet ve imtizac ettirmek. * Çeşitli şeyleri birleştirip karıştırmak. * Eser yazmak. * Noksan bir adedi bine çıkarmak.(Kâinatın te'lifinde öyle bir i'caz var ki; bütün esbab-ı tabiiyye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile i'caza karşı secde ederek $ diyeceklerdir. M.)"
2912
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Te'lif-i beyn
Ara bulma, barıştırma, uzlaştırma.
Te'lifât
Yazılmış eserler, kitaplar.
Te'lil
Tez etmek, çabuklaştırmak.
Te'lis
Durdurmak, ikâmet. * Yağmurun devamlı yağması.
Te'liye
İbadet ettirmek.
Te'mim
Kasdetmek.
Te'min
Güvenlik, emniyet hissi vermek. * Sağlamlaştırma, şüphe bırakmama. * Sağlamak. Kat'i vaadde bulunmak. Emn ve emân vermek. * Elde etme.
Te'minen
Te'min suretiyle.
Te'minât
(Te'min. C.) İnandırmak ve emniyet vermek için veya muhtemel zararı ödemek için verilen söz veya para, gösterilen kefil.
Te'mir
Emretmek.
Te'mit
Zihnen tahmin etme.
Te'miye
Öpmek.
Te'nib
Ayıplamak. * İncitmek.
Te'nis
Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Bir hayvanı terbiye ederek işe yarar hale getirmek.
Te'nis-i ezhan
Zihinleri alıştırmak, anlayışı kolaylaştırmak.
Te'rib
Kuvvet verme, sağlamlaştırma. * Çoğaltma.
Te'rik
Gece uykusuz bırakma.
Te'ris
Kandırma. * Ateş yakma. * Fitne düşürme.
Te'riş
Bozmak. Fitne çıkarmak.
Te'sif
Sacayak üstüne çömlek koymak.
Te'sil
Tez etmek. Sür'atli yapmak.
Te'sim
Günah işledin demek. Bir kimsenin günahkâr olduğunu söylemek.
2913
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Te'sin
Tağyir etmek, değiştirmek.
Te'sir
"Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve halleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme. * Kederlenme.(Esbaba te'sir-i hakiki verilmemiş. Vahdet ve celâl öyle ister. Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete perde olmuştur. İzzet ve azamet öyle ister. Tâ, nazar-ı zâhirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin. M.)(Kevn ve vücud sahasında durup, ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür'atle anlar ki: Te'sir ve fâiliyet lâtif, nurani, mücerred olan şeylerin şe'ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddi, kesif, cismani şeylerin hassasıdır. Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semâda iken ziyâsiyle yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.Ve keza, eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey lâtif, nurani ise, sebep ve fâil olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yakışıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zâhiriyenin Hâlikıyla, müsebbebatın mucidi, ancak ve ancak Nur-ül-Envar, Sâni-i Ezelî'dir. M.N.)"
Te'sirat
(Te'sir. C.) Te'sirler.
Te'sis
Kurma, temelleştirme, esaslar koyma. * Esas koymakla sâbit, sağlam ve kararlı kılmak.
Te'sisat
(Te'sis. C.) Te'sisler, kuruluşlar. Kurulup temelleştirilen şeyler.
Te'siye
Teselli verme, avutma.
Te'te
Tekebbürlenmek, gururlanmak. Ululanmak.
Te'tee
"Söylerken dilini, ""tâ"" lâfzına döndürmek."
Te'tiye
Su yolunu vermek.
2914
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Te'vib
Tesbih etmek. * Sabahtan akşama kadar seyretmek.
Te'vid
Eğriltme.
Te'vil
"(Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan ""Evl: "" den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sarf ve irca' eylemektir. Bazılarınca da hükümet ve siyaset mânasına olan (İyalet: ) den alınmıştır ki, te'vil eden kimse, zihin ve fikrini kelâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibarettir ki, kelimeden maksud olan mâna zâhir ve söyleyenin muradı aşikâr ola. Tefsir ve te'vil beynindeki fark ise: Tefsir: Nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye mübâşerettir. Te'vil ise: Âyetlerin sırlarını ve istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve âyetin mâna ihtimâllerinin birini tâyin etmekten ibarettir ki, muhtelif vecihlere muhtemel olan âyetler olur. Kur'anın anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe te'vildir.Te'vil, bundan başka ""rüya tâbir etmek"" mânasına gelir ve ""hoş kokulu bir nebat"" adıdır. (Kamus Tercemesi)"
Te'vilât
(Te'vil. C.) Te'viller. Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna vermeler.
Te'vim
Tâzim etmek, hürmet etmek.
Te'viye
"Haz duyup ""oh"" demek."
Te'ye
Eğlenmek, durmak, oyalanmak.
Te'yid
(C.: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme. * Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme.
2915
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Te'yis
(Ye's. den) Me'yus etme, ye'se düşürme. Umutsuzlaştırma.
Te'z
Yara. * Cenk edip döğüşürken birbirine yakın olup yoldaşını gözetmek.
Te'zin
Ezan okutma. * Bağırıp ilân etme.
Te'ziye
Eziyet etme, cefa çektirme.
Te'şib
Kandırmak.
Te'şir
Gedik etmek.
Tea
Duâ.
Teab
(Bak: Taab)
Teabbüd
(Bak: Taabbüd)
Teabbüs
Abes yüzlü olmak.
Teaddi
(Bak: Taaddi)
Teaddüd-ü zevcat
(Bak: Taaddüd-ü zevcat)
Teadi
(C.: Teâdiyât) (Adu. dan) Ara açılma. Düşmanlık.
Teadud
(Adud. dan) Kol kola girme. * Birbirini tutma. Karşılıklı yardımda bulunma. Birbirine yardım etme.
Teadül
(C.: Teâdülât) (Adl. den) Birbirine denk gelme. Eşitlik, denklik, beraberlik.
Teaffüf
(Bak: Taaffüf)
Teaffün
(Bak: Taaffün)
Teahhur
Geri kalmak. Geciktirmek. Gecikmek.
teahhur
geri kalma.
Teahhüd
Hıfzetmek, korumak. * Uymak, tâbi olmak, riâyet etmek.
Teahüd
Sözleşmek. Ahidleşmek.
Teahüdât
(Teâhüd. C.) Sözleşmeler. Ahidleşmeler.
Teakk
Dolu olmak.
2916
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teakkub
Her nesnenin âkibetine nazar etmek. Sonuna bakmak.
Teakkud
Bağlanmak.
Teakkum
Tereddüt etmek, kararsız olmak.
Teakkün
Karın buruşukluğu.
Teakkür
Cem'olmak, toplanmak. * Açlık.
Teakküs
(Aks. den) Tersine dönme.
Teakub
Birbiri ardınca olmak, peşinde olmak. * Bir nesneyi sonradan çoğaltmak.
teakub
birbirini izleme.
Teakud
(Akd. den) Bağlaşma, akidleşme.
Teala
"""Nâmı büyük"" meâlinde olup. Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kudsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylenir."
Tealallah
Allah yükseltsin!
Teali
Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.(Bu zamanda İslâmiyetin tealisine en büyük bir sebep, maddeten terakki etmektir. M.)
Tealiperver
f. Yükselmeyi isteyen.
Tealli
(C.: Tealliyât) Yüksek olma. Yükselme.
Tealluk
Muhabbet etmek, sevmek. * Alâkalı olmak.
Teallül
(Bak: Taallül)
Tealüm
(İlm. den) Bir şeyi herkesin bilmesi.
Teami
Görmez gibi görünme. Yalandan görmezliğe gelme.
Teammuk
Batmak, gömülmek.
Teammüc
Eğrilik.
Teammüd
(Bak: Taammüd)
Teammüm
İmame sarmak, sarık sarmak. * Umumileşmek.
2917
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teamül
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Olagelen iş. * Birbiriyle alıp vermek. * Yapılagelen muamele ve münasebet. * Usul. * Reaksiyon, tepki.
Teamüs
Gaflet etmek. Câhillik etmek.
Teanni
Zahmet çekme.
Teannüd
Hakkı ve doğruyu bilerek tersini yapmak.
Teannüt
Meşakkate düşmek. * Hasmın kötülüğünü ve zilletini istemek.
Teanuk
Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
teanüd
inatlaşma.
Tearri
(Uryet. den) Soyunma. Çıplaklaşma.
Tearrüf
Bir şeyi araştırarak öğrenme.
tearrüf
araştırarak öğrenme.
Tearuz
Muâraza. İki kişi arasında zıddiyet, mümânaat etmek.
Tearuzen
Birbirine zıt olarak, muarız olarak.
Tearüf
Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine tanış çıkmak.
tearüf
bilinme, tanınma.
Teas
Sürçüp yüzü üstüne düşmek.
Teassi
Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Sopayla vurmak, asâ ile darbetmek.
Teassüf
Müstakim yoldan çıkmak. İ'tisaf.
Teassür
Sıkılmak.
Teassüs
Kokmak. * Geceleyin ava gitmek.
Teasür
(Üsr. den) Bir şey güçleşme. Güç olma.
Teati
Karşılıklı alıp vermek. * Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak. * Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi.
Teati-i efkâr
Birbirlerine fikir verme.
2918
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teattuf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Esirgemek. Merhamet etmek. Şefkat göstermek. * Ulaşmak. İttisal etmek. * Eğilip bükülmek.
Teattul
Kadının elinde ve ayağında kınası, saçında boyası, kolunda ve boynunda mücevherleri olmaması.
Teattus
Aksırma.
Teattuş
Susamak.
Teatuf
Birbirine şefkat, muhabbet ve sevgi göstermek. * Birbirine bağlanma.
Teatufât
(Teâtuf. C.) Karşılıklı sevgiler.
Teavün
"Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.(Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: ""Hâlik-ı Kerim'in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itâatle imtisal edilen düstur-u teavünle; nebatat hayvanatın imdâdına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumi kanunun Rahimâne, Kerimâne cilvelerini cidal zannedip, ""Hayat bir cidaldir"" diye ahmâkane hükmetmişsin. Acaba bu düstur-u teâvünün cilvesinden olan zerrât-ı taâmiyenin kemal-i şevk ile beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için koşmaları, nasıl cidâldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdâd ve koşmak, Kerim bir Rabbin emriyle bir teâvündür. M.N.)"
Teavünât
(Teavün. C.) Yardımlaşmalar.
Teavür
Elden ele gitmek.
Teayyüb
Ayıplamak.
Teayyün
Bellibaşlı olmak. * Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek. * Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma. (Bak: Taayyün)
Teayüş
Birbiriyle dirlik etmek.
Teazud
Kol kola tutunma. * Mc: Yardım.
2919
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teazum
Gözde büyümek. Azametlenmek. Büyük görünmek.
Teazzuk
Darlık, tazyik.
Teaşi
Gafil görünmek.
Teaşük
Sevişmek.
Teaşür
Muaşeret etmek, iyi muamelede bulunmak.
Teb
f. Hararet. * Tıb: Sıtma.
Teb'an
Bir şeyin arkasından gitmek ve ona tabi olmak.
Teb'id
Uzaklaştırma. Bir yerden bir yere sürme, kovma.
Teb'iz
Bölmek. Bölük bölük etmek. Bir kısma ait etmek.
Teb-zede
(C.: Teb-zedegân) f. Sıtmaya tutulmuş.
Teba'
Tabi olma. Uyma.
Teba'sus
Muztarib olmak, ıztırab çekmek. Acı çekmek.
Teba'ul
Kadının kocasıyla konuşup görüşmesi.
Teba'uz
Parçalanma. Kısım kısım ayrılma.
Tebaa
Tâbi olanlar. Birisinin veya bir devletin emri altında olanlar.
tebaa
uyruk, uyanlar.
Tebab
Ziyan, zarar, kayıp, hasar.
Tebadül
Birbirinin yerine geçmek. Karşılıklı değişmek. Trampa.
Tebadülât
(Tebadül. C.) Değişmeler. Tebadüller.
Tebadür
Ani olarak zihne girmek. * Hâdis olmak. * Barışmak. * Öğretmek. * Diğerini geçmek için sür'atlenmek, hızlanmak.
Tebagguz
(Buğz. dan) Sevmeme. Kin besleme. Buğzetme.
Tebagi
Birbirine zulüm etmek.
Tebaguz
(C.: Tebâguzât) (Buğz. dan) Sevişmeme, gizli kin tutup düşmanlık besleme.
Tebah
f. Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada giriftar olmuş. * Bozuk.
2920
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tebah
mahvolmuş, yıkılmış.
Tebah-kâr
(C.: Tebâhkârân) f. Mahveden, harab eden, bitiren.
Tebahbuh
Durmaya, oturmaya, girmeye ve çıkmaya kadir olmak. * Ortada oturmak.
Tebahhur
(Buhar. dan) Buharlaşmak. Tütsülenmek. Buğulanmak. * Kokmak.
tebahhur
buharlaşma.
Tebahhurât
Buharlaşmalar. Buğu haline geçmeler.
Tebahi
Övünme, tefahur. * Muharebe edişmek, karşılıklı dövüşmek.
Tebahtur
Dalgalanmak, dalgalanır olma. * Kibirlenerek yürüme, kibirli kibirli yürüme.
Tebaiyyet
Uyma, tabi olma. İtaat, inkıyad ve imtisal etme.
Tebaiyyeten
Tâbi olarak. Uyarak.
Tebaki
(Bükâ. dan) Ağlar görünme. Yalandan ağlama.
Tebakkur
İlim ve malda genişlik üzere olmak. Âlim ve zengin olmak.
Tebane
Zeyreklik, akıllılık.
Tebançe
Tokat.
Tebar
Helâk, bitme, yok olma.
Tebarek
Mübarek etsin (mealinde dua.) Teâlâ gibi mâzi fiiliyle mübalâğa ile bereketin Allah'tan zuhurunu ifade eder. (Bak: Bereket) (Suyun havuzda yükselmesi halinden alınmıştır.)
Tebarekâllah
"""Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) ne bereketli, ne hayırlı işleri var, ne kadar bereketli!"" diyerek hayret taaccübü. Allah'ın (C.C. ) yaptığı eserlerinden dolayı hayranlık hislerini ifade maksadıyla, Allah (C.C.) hakkında söylenen ve aynı zamanda dua için okunan bir kelâm."
Tebari
Mücâdele ve muhârebe etmek. Savaşmak, dövüşmek.
2921
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tebarük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çoğalmak, ziyâde olmak. * Uzamak. * Büyüklük. * Genişlemek. * Zâhir olmak, görünmek.
Tebarüz
Belli olma, belirtme. Görünme. * İki hasım cenk için meyadan çıkma.
Tebassur
Göz açıklığı, dikkat-i nazar. İleri görüş.
Tebattun
Bir şeyin içini dışını iyice anlamak için çalışma.
Tebatu'
Ağır davranma. Ağır hareket etme.
Tebaul
Oynamak.
Tebayi'
(Bak: Tabayi')
Tebayü'
Bey'edişmek, bir malı diğer bir malla değişmek.
Tebayün
İki şey arasındaki uyuşmazlık. Birbirinden ayrı ve başka olmak. İhtilâf vuku bulmak. Zıtlık.
Tebayün-i efkâr
Fikirlerin aykırılığı. Düşüncelerin farklı olması.
Tebayün-i mesalik
Mesleklerin farklılığı.
Tebayünât
(Tebayün. C.) Tebayünler, iki şey arasındaki farklılıklar.
Tebazül
Birbirine bahşiş etmek.
Tebaî
Hakiki maksat olmayıp dolayısıyla olan. * Başkasına uyarak. * Cüz'î olarak. (Bak: Tebeî)
Tebaüd
Uzaklaşma. Uzağa çekilme. * Uzama.
Tebaüdât
(Tebaüd. C.) Birbirinden uzak düşmeler. Uzaklaşmalar.
Tebaşir
Müjde. * Her şeyin öncesi, ilk zamanı.
Tebaşür
Muştulamak. Müjdelemek. * Mübaşeret etmek, bir işe girişmek, başlamak.
Tebb
Zarar, ziyan, hasar, kayıp.
Tebban
Saman satan, samancı.
Tebcil
Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek.
2922
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tebcil
ağırlama, yüceltme.
Tebcilen
Ağırlıyarak, tâzimen.
Tebdil
Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
tebdil
değiştirme.
Tebdil-i hevâ
Hava tebdili. Hava değişikliği.
Tebdil-i mekân
Yer değiştirme.
Tebdilen
Değiştirerek. Tağyir ederek.
Tebdilât
(Tebdil. C.) Tebdiller, değiştirmeler.
tebe
tabi olanlar, uyanlar.
Tebe-i tabiîn
Tabiînden olan birisinden (yâni ikinci derecede olarak) hadis nakletmiş olan. Veya Tabiîn olanlardan ders almış, onlara uymuş müslümanlar.
Tebea
(Tâbi. C.) Tâbi olanlar, uyanlar.
Tebean
Tâbi olarak. Uyarak.
tebean
uyarak.
Tebecbüc
Sevinmek.
Tebeccüs
Suyun açıktan akması.
Tebeddi
Sahraya çıkmak, çöle çıkmak.
Tebeddü'
Başlamak.
Tebeddüd
Perâkende olmak, dağılmak.
Tebeddül
Başkalaşmak. Değişmek. * Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek. (Bak: Hudus)
tebeddül
değişme, değişim.
Tebeddülât
(Tebeddül. C.) (Bedel. den) Tebeddüller, değişiklikler, tagayyürler, tahavvülât.
2923
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tebeddülât
değişmeler.
Tebeddülât-ı cesime
Büyük değişiklikler.
Tebeh
(Bak: Tebah)
Tebehhur
(Bak: Tebahhur)
Tebehhül
Tahsil için sıkıntı ve zahmet çekme.
Tebehhüm
şüpheli ve belirsiz olma.
Tebehhür
Tıb: Kısa ve sık nefes alma.
Tebehkar
(C.: Tebehkâran) f. Mahveden, harab eden. Bitiren.
Tebekkül
Karışmak.
Tebekküm
(Bekem. den) Dili tutulma. Konuşurken tutulup kalma.
Tebelbül
Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi. * Karışıklık.
tebelbül
dil karmaşası.
Tebelbül-ü akvam
Muhtelif kavimlerden ibaret bir cemaatin kısım kısım olmaları, muhtelif dil konuşmaları. (Bak: Babil)
Tebelbül-ü elsine
Dillerin karmakarışık olup anlaşılmaz hale gelmesi.
Tebelleş
Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış.
Tebelluh
Tekebbürlenmek, gururlanmak, kibirlenmek.
Tebellüc
Sabah yeri ağarmak.
Tebellüd
"Ağır, tembel olma. * Bir şeye tahassür ve teessüf etme. Pişmanlıktan dolayı ""hay meded"" diye ellerini birbirine çarpma. * Yere düşme."
Tebellüh
Ahmak olmak. * Suretâ ahmaklık göstermek. * Kaybolmuş bir şeyi araştırmak. * Yolu bilmeyen kimse, erbâbından sorup araştırmayarak gitmek.
Tebellül
(C.: Tebellülât) Nemlenme, ıslanma.
2924
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tebellür
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak. * Açığa çıkmak. Meydana çıkmak.
tebellür
billurlaşma.
Tebellüğ
Anlayıp alma. Yetişme, erişme. * Tebliği kabul etme.
tebellüğ
anlayıp almak.
Teben
Zeyrek, akıllı kimse.
Tebenni
Evlât edinme.
Teber
f. Balta.
Teberku'
Yüzünü örtme, peçeleme. Yaşmaklanma.
Tebernüs
Bürnüs giymek.
Teberra
Uzak durma. Sevmeyip yüz çevirme.
Teberri
Alâkasız olma. Sevmeyip yüz çevirme. * Temiz olma.
teberri
arınma, uzaklaşma.
Teberru'
Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.
Teberruan
Teberru ederek, teberru suretiyle, bağışlayarak.
Teberruz
İktifa etmek, yetinmek.
Teberruât
(Teberru'. C.) Teberrular, bağışlar, bağışlamalar.
teberrû
bağış.
teberrûât
bağışlar.
Teberrü'
Pâk ve temiz, halis ve helâl olmak.
Teberrüc
Açık saçık olmak. * Kadının süslenip yabancılar içinde gezmesi. (Câhiliyet devrinde olduğu gibi)
Teberrüd
Soğuma, serinleme, soğuk hâle gelme. * Soğuk suya girme.
2925
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teberrük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. Uğur ve bereket saymak. * Hayr-ı İlâhiye hissedâr olmak.
teberrük
bereket umma.
Teberrüken
Uğurlu ve mübarek olarak. Bereket mevzuu ederek.
teberrüken
bereket umarak.
Teberrüm
Muztarib olmak, ıztırab ve acı çekmek.
Teberrür
Allah rızasına çalışma.
Teberrüz
Görünme, meydana çıkma.
Tebertum
Büyüklük taslama. * Hiddetlenme, öfkelenme, kızma.
Teberzin
f. Eskiden harp âleti olarak kullanılan ve eyere asılan küçük savaş baltası.
Tebessül
Somurtma, surat asma. Yüzünü ekşitme.
Tebessüm
Gülümseme. Nazikâne ve dişlerini göstermeyerek gülme.
tebessüm
gülümseme.
Tebessüm-künan
f. Gülümser tarzda, gülümseyerek.
Tebessümat
(Tebessüm. C.) Gülümsemeler, tebessümler.
tebessümkârane
gülümsercesine.
Tebessür
Sivilce çıkma.
Tebettül
Halkdan ayrılmak. * Mâsivadan kesilip ihlâs ile Hakka yönelmek ve ubudiyet etmek. * Evlenmekten vaz geçip zâhidlik etmek.
Tebevvü'
Makam tutmak.
Tebevvül
Bevl etmek. İşemek.
Tebeyyün
Belli olmak. Sabit olmak. Görünüp anlaşılmak.
tebeyyün
belli olma, belirme.
Tebeyyüt
Geceleyin yağma etme. * Bir işi gece yapmak.
Tebezzuh
Tekebbürlenmek, gururlanmak.
2926
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tebezzuk
(Büzâk. dan) Tükürme.
Tebezzül
"Terk-i hıfz etmek; yâni ne olursa sakınmayıp her yerde kullanmak."
Tebeî
Kasdî olmayan. * Tâbi olarak. * Başkasının vücuduyla kaim olan. * Müstakil olmayıp başkasına tâbi olarak. (Bak: Tebaî)
tebeî
asıl olmayan, dolaylı.
Tebeşbüş
Küçükten büyüğe güler yüz gösterme.
Tebhal
(Tebhâle) Dudak kabartısı.
Tebhic
(Behic. den) Güzelleştirme.
Tebhih
Sıcaklığın az olması.
Tebhil
"(Bahal ve Buhl. den) Bir kimse için ""pinti, hasis"" deme."
Tebhir
Buharlaştırma. Buhar hâline getirme. * Tütsüleme.
Tebhit
Ağlatmak.
Tebi'
Yardımcı, yardak. * Sığır yavrusu.
Tebia
Zulümle ve zorla alınmış olan kumaş.
Tebk
Dolu olmak, dolmak.
Tebkir
Acele etmek.
Tebkit
Tekdir etmek. Azarlamak. Vurmak. Başa kakmak. * Delil ve bürhanla galip gelip susturmak.
tebkit
azarlama, susturma.
Tebkiye
(Bükâ. dan) Dokunaklı sözler söyleyip ağlatma.
Tebl
Fesad etmek, çürütmek.
Tebligat
(Tebliğ. C.) Tebliğler. İlânlar. Bildirilen şeyler.
Tebligat-ı resmiye
Resmî tebliğler.
tebligât
tebliğler, bildiriler.
Teblil
Islatma. Islatılma.
Teblim
Çirkin yapmak, çirkinleştirmek.
2927
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tebliye
Eskitme ve çürütme. köhneleştirme.
Tebliğ
Ulaştırmak. Götürmek. * Bildirmek. * Eriştirmek.
tebliğ
ulaştırma, bildirme, ilâhî emirleri insanlara anlatma.
Tebliğ-i şeriat
Peygamberlere mahsus beş vasıftan birisi olan, Allah'tan (C.C.) aldıkları emir ve kanunları insanlara aynen bildirmeleri.
tebliğnâme
tebliğ yazısı.
Tebn
(C.: Etbân) Saman.
Tebniye
Çok bina yapmak.
Tebnî
Saman renkli.
Tebric
Dışarı çıkarmak. * Hâlinden döndürmek.
Tebrid
(Bürudet. den) Soğutma, soğutulma. * Mc: Ara açılma, soğuma.
Tebrie
(Tebriye) Bir kimseyi şüpheden ve zan altından kurtarmak. Temizliğini ve suçsuzluğunu meydana çıkarmak. * Borçtan kurtarmak. * Nezahet, ismet. * Beraet ettirmek.
tebrie
arındırma.
Tebrih
(C.: Tebârih) İncitmek. Eza vermek.
Tebrik
Gözlerini dike dike bir yere bakmak. * Günaha girmek. * Uzak bir yere sefer etmek. * Çetinlik, zorluk sebebi ile yorulmak. * Kadının süslenip püslenmesi. * Evi ziynetleyip süslemek.
tebrik
bereket dileme, kutlama.
tebriknâme
tebrik mektubu.
Tebrikât
(Tebrik. C.) Tebrikler. Tebrik etmeler.
tebrikât
tebrikler.
Tebriye
(Bak: Tebrie)
Tebriz
Dışarı çıkarmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak. * Göstermek, izhâr etmek.
2928
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tebsir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İnsanın gözünü açacak şekilde tarif ve izah etmek ve kalbine basiret vermek.
Tebtik
Kulak kesmek.
Tebtil
Tamamen hakka yönelmek. * İyice ve tamamiyle kesmek. * Terbiye etmek. * Yemek. (Bak: Tebettül)
tebtil
hakka yönelme.
Tebtit
Kesmek. * Dağıtmak. * Bitirmek.
Tebtıe
(Bati. den) Yavaşlama, ağırlaşma.
Tebuk
Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te Peygamberimiz tarafından yaptırılan bir duvar bir hurmalık ve bir de çeşme var olduğu rivayet edilir.
Tebuk gazvesi
Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on gün kadar kaldıktan sonra ne Rumlardan ve ne de müttefikleri olan Araplardan kimse harp için çıkmadığından tekrar Medine-i Münevvere'ye dönülmüştür.
Tebvib
(Bâb. dan) Kısım kısım ayırma. Bablara ayırma.
Tebvie
Bir kadını boş bir evde oturtma.
Tebyin
Belirtme. Açıkça anlatma. * İsbat etme.
tebyin
belirtme.
Tebyiz
Temizce yazma. Müsveddeden daha iyice bir kâğıda yazma. * Ağartma, beyazlatma.
tebyiz
temize çekme.
2929
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tebzil
Delme, yarma. Çok azimle bir şeye girişmek, adamak.
Tebzir
Boş yere malını sarf etmek. * Serpmek. Dağıtmak. * İsraf etmek, lâyık olmayan yere malını sarfetmek.
tebzir
malı saçıp savurma.
Tebzirât
(Tebzir. C.) İsraflar. * Tohum saçmalar.
tebâ
uyma.
tebâdül
değişme.
tebâdür
birdenbire aklına gelme.
tebâiyyet
uyma.
tebân
ikinci derecede.
tebârek
mübarek etsin!
tebârüd
soğuma.
tebârüz
belirme, görünme.
tebâud
uzaklaşma.
tebâyün
uymazlık, zıtlık.
tebîd
uzaklaştırma.
tebîz
ayırma, bölme.
Tebşir
Müjdelemek. Hayır haber vermek. Müjdelenmek.
tebşir
müjdeleme.
Tebşirât
(Tebşir. C.) Müjdelemeler, müjde vermeler.
tebşirât
müjdelemeler.
Tec'id
(Ca'd. den) Saç kıvırtma.
Teca'cu
Yere düşmek.
Teca'ud
(Ca'd. dan) Büklüm büklüm olma (saç).
Tecadu'
Husumet etmek, düşmanlık etmek.
Tecafi
Uzak olma. Yerinden bir tarafa ayrılma.
2930
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tecahüd
İnkâr etmek.
Tecahüf
Darbetmek, vurmak. * Üstün gelmek, galebe etmek.
Tecahül
Bilmezlikten gelme. Bilmiyor görünme.
Tecahül-i ârifane
Edb: Bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi gösterme. Bilen bir kimsenin, bilmez gibi davranması.
Tecahülkâr
f. Bilmezlikten gelen.
Tecahüm
Yüz pörtürmek.
Tecahür
Aşikâre olmak, açık ve belli olmak.
Tecalüs
Birlikte oturmak.
Tecamu'
Cima etmek. * Toplanmak, cem'olmak.
Tecanüb
Sakınma. Çekinme.
Tecanüf
Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
Tecanün
Delirmek.
Tecanüs
Bir cinsten olma. * Birbirine sıkı sıkı bağlılık, benzeyiş ve uygunluk.
Tecarüb
(Tecarib) (Tecrübe. C.) Tecrübeler.
Tecasü
Diz üstüne çökmek.
Tecasür
Cesaretlenme.
Tecavez an-na
Bizi affeyle (meâlinde dua).
Tecavif
(Tecvif. C.) Oyuk yerler, oyuklar.
Tecavüb
Cevaplaşma. Karşılıklı cevap verme.
Tecavül
(C.: Tecâvülât) (Cevelân. dan) Dolaşma. Cevelân etme.
Tecavür
Komşu olma.
Tecavüz
Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık.
Tecavüzkâr
(C.: Tecavüzkârân) f. Sataşan, saldıran, tecavüz eden.
Tecavüzât
(Tecavüz. C.) Tecavüzler. Sataşmalar. Haddi aşmalar.
2931
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tecazüb
Birbirine karşı duyulan yakınlık. * İncizab etme. Çekme.
Tecazüm
Kesişmek.
Tecazür
Sövüşme.
Tecbib
Ürkmek. Kaçmak. * Davarın ön ayaklarının dizlerine kadar beyaz olması.
Tecbin
"Birisine ""korkaksın"" deme, korkak sayma."
Tecbir
(Cebr. den) Çıkık veya kırık olan kemiği sarıp iyi etme.
Tecbiye
Rüku eder gibi eğilip durmak.
Tecdi'
Bir kimseye iyileşmesin diye beddua etme. * Vücudun bir tarafını kesme. * Çocuğu zararlı şeylerle besleyip gelişmesini önleme.
Tecdid
Yenileme. Yenilenme. Tazelenme.
Tecdid-i biat
Biatını, bağlılığını, itimadını tekrarlamak, yenilemek.
Tecdid-i iman
"İman esaslarını kalben tasdik ettiğini, dil ile de tekrar edip yenilemek.( $ ın hikmetini soruyorsunuz. Onun hikmeti, çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüt ettikleri, için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünkü: Zaman altına girdiği için o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.Hem insanda bu taaddüt ve teceddüt olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir, daima tenevvü' ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İmân ise; hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyâsıdır.""Lâilahe illallah"" ise, o nuru açar bir anahtardır.Hem insanda mâdem nefs, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit imânını rencide etmek için
2932
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gafletinden istifade ederek çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle imân nurunu kaparlar. Hem, zâhir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bâzı imamlar nazarında küfür derecesinde te'sir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için her vakit, her saat, her gün tecdid-i imâna bir ihtiyaç vardır. M.)" Tecdid-i nikâh
Nikâh tazeleme. Nikâh yenileme.
Tecdiden
Yenileterek. Yenileyerek.
Tecdidât
Yenilemeler, tazelemeler.
Tecdil
Yere yıkma, yere atma, yere vurma.
tecdîd
yenileme, tazeleme.
Tecebbür
(Cebr. den) (C.: Tecebbürat) Kibirlenme, büyüklenme.
tecebbür
zorbalaşma.
Tecebbüs
Yürürken sallanmak.
Tecebcüb
Kurumak.
Teceddüd
Tazelenme. Yenilenme. (Bak: Müceddid)TECEFFÜF : Kuruma, kuruyup katılaşma.
teceddüd
yenilenme.
teceddüdperver
yeniliksever.
teceddüdî
yenilenmekle ilgili.
Tecehhüz
(Cihaz. dan) Hazır bulunma. Cihazlanma, hazırlanma.
Tecehhüz-i arus
Gelinin hazırlanması.
Tecehzum
Ululanmak.
Tecelbüb
Gömlek giymek.
Tecelcül
Deprenmek, harekete geçmek.
Tecelli (tecellâ)
"Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun
2933
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kalbinde hakikatın bilinmesi.(Fıtrat yalan söylemez. Meselâ : Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv der ki: ""Sünbülleneceğim, meyve vereceğim."" Doğru söyler. Meselâ: Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: ""Piliç olacağım"" Biiznillâh olur, doğru söyler. Meselâ: Bir avuç su, incimad ile meyelân-ı inbisatı der: ""Fazla yer tutacağım. ""Metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. İşte şu meyelânlar irade-i İlâhiyeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.N.)" Tecelli-i timsal
Suretlerin tecellisi.
Tecellidâr
f. İlâhî kudret ve lütuf ile meydana gelen.
Tecelligâh
f. Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer.
Tecelliyat
(Tecelli. C.) Tecelliler.
tecellî
görünme, belirme.
tecellîdâr
görünen, beliren.
tecellîgâh
belirme yeri.
tecellîyât
görünmeler, belirmeler.
Tecellüd
Tekellüfle celâdet göstermek. Kendini şecaatli ve cesâretli göstermeğe çalışmak. * Serkeşâne inad etmek.
tecellüd
cesur görünmeye çalışma.
Tecellül
Ululanmak, büyüklenmek.
Tecemcüm
Sözünü söylemekte güçsüz olmak. Konuşamamak.
Tecemmu'
Toplanma. Birikme.
Tecemmuât
(Tecemmu'. C.) Birikmeler, toplanmalar, yığılmalar.
tecemmû
toplanma.
Tecemmüd
Donma. Sertleşme. Katılaşma.
2934
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tecemmüd
donma, katılaşma.
Tecemmüdât
(Tecemmüd. C.) Sertleşmeler, katılaşıp donmuş şeyler.
Tecemmül
Ziynetlenmek. Süslenmek. * Ululuk göstermek. * Âletler. Sebepler.
tecemmül
güzelleşme.
Tecemmülât
(Tecemmül. C.) Eşya, levâzım. Tetümmat.
Tecemmülât-ı beytiye Evde bulunan eşya. Evin nizamını tamamlayan eşya. Tecemmüm
(Bitki) büyüme, çoğalma.
Tecemmüş
Tekellüf etmek, özenmek.
Tecenni
Meyve devşirme. * Bir kişiye işlemediği günahı işledi diye isnad etmek.
Tecennüb
Sakınma. Çekinme.
tecennüb
sakınma, uzak durma.
Tecennüd
Bir yere toplanıp asker olmak.
Tecennün
Cinnet getirme. Delirme. Çıldırma.
tecennün
delirme.
Tecerru'
Bahâdırlık ve kahramanlık etmek.
Tecerrüb
Tecrübe sâhibi olma.
Tecerrüd
Soyunma, çıplak olma. * Evli olmama. * Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma. * İman ve İslâmiyete mücahidane ve fedakârane bir tarzda hizmetle iştigal etme. * Herşeyden boş olma. (Bak: Mücahede)
tecerrüd
soyutlanma, ayrılma.
Tecerrüm
Gitmek. * Etmediği günahı ettim demek. * Eksilmek.
Tecessüd
Ceset şekline girmek. Vücud peyda etmek. Cesedlenmek.
tecessüd
cesetlenme.
tecessüdiyet
cesetlenme hâli.
2935
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tecessüm
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek.
tecessüm
cisimleşme, cisim hâlinde görünme.
Tecessüm-i hayâl
Hayâl görme.
Tecessüs
Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak. * İç yüzünü araştırmak. * İç yüzünü araştırma merakı.
tecessüs
gizlice araştırma.
Tecessüskâr
f. Gizliden araştıran, meraklı.
Tecessüsât
(Tecessüs. C.) Tecessüsler, araştırmalar. Gözetlemeler.
Tecevvu'
(Cu'. dan) İsteyerek aç kalma. Açlık çekme.
Tecevvüf
İçi boş olma, kovuk olma. * İçine işleme. Nüfuz eyleme.
tecevvüf
içi boş olma.
Tecevvüz
(C.: Tecevvüzât) (Cevaz. dan) Sözü mecaz olarak söyleme. * Caiz olmayanı caiz görme. Cevaz verip yapılmasını uygun görme.
Tecevvüzen
Mecaz yoluyla.
Teceyyüf
Dost edinmek.
Teceyyür
Teftiş etmek, kontrol etmek.
Tecezzi
Parçalara ayrılma ve bölünme. Ufalanma.
tecezzî
ayrışma, ufalanma.
Tecezzüv
(Cüz. den) Kısım kısım bölünme. Doğranma, ufalanma.
Teceşşu'
Çok yemekten midenin dolması. * Genirmek.
Teceşşüm
İncinmek. * Zahmetli şeyleri seçmek.
Tecfif
(Ceff. den) Kurutma veya kurutulma. * Cübbe giydirme.
Techil
Atın ayaklarını beyazlatmak.
techil
cahil sayma.
Techir
Büyütmek. * Genişletmek.
2936
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Techiye
Meyletmek, eğilmek, yönelmek. * Ondan yana sürmek.
Techiz
Donatma. Gereken şeyleri tamamlama. Cihazlanma. * Fık: Cenazenin yıkanmasından defnetmeğe kadar yapılması lâzım gelen şeyler ve bunları tedarik etme.
techiz
donatma, cihazlandırma.
Techiz-i meyyit
Ölünün yıkanıp, temizlenip, kefen ve sair ihtiyaçları tedarik edilerek hazırlanması.
techizat
techizler, donatmalar.
Techizât
(Techiz. C.) Donatım.
Techizât-ı askeriye
Askerî teçhizat, askerî donatım.
Teclic
Çok gayret ve ikdâm etmek.
Teclid
Ciltleme. * (Celd. den) Hayvanın derisini yüzme.
teclid
ciltleme.
Teclil
(Cüll. den) Hayvana çul örtme, hayvanı çulla örtme.
Tecliye
(Cilâ. dan) Cilâlama, cilâ verme. * Aşikâre etmek, açıklamak. * Ruşen etmek, parlatmak.
Tecliz
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
Tecmi'
Bir yere toplamak, * Cuma namazına gelmek.
Tecmid
Dondurma, dondurulma.
Tecmil
(C.: Tecmilât) Süs, tezyin.
Tecmir
Buhur etmek. * Taş atmak. * Hapsetmek. * Aşağı sarkıtmamak. * Kadının saçını toplayıp bağlaması.
Tecnib
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Atın ayağının eğri olması.
Tecnid
Askerleri sıraya koyma, sıralama.
Tecnis
İki şeyi birbirine benzer şekle sokma. * Edb: Cinas yapma. İki mânalı söz söyleme.
2937
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tecniz
Ölüyü tabuta koyma.
Tecr
Bezirgânlık etmek, ticaret yapmak.
Tecri'
(Cer. den) Yudum yudum içirme.
Tecrib
Tecrübe etme, deneme.
Tecribe
(Bak: Tecrübe)
Tecrid
Açıkta bırakmak. * Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. * Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek. * Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi. * Soyma, soyulma.
Tecriden
Tecrid ederek. Tek olarak. * Mücerred (soyut) olarak. Tekliyerek.
Tecrih
Yaralama.
Tecrim
Suçlandırma. Cezalandırma. Cürüm isnad etme. * Bir taifeden ayrılıp gitme.
Tecrir
Çekmek.
Tecris
Sağlam fikirli etmek.
Tecrî
(Cereyan. dan) Cereyan ediyor, akıyor, gidiyor.
tecrîd
soyutlama, yalnız bırakma.
tecrîdhâne
tek kişilik yer.
tecrîdât
tecritler, ayınmalar.
Tecrübe
(Tecribe) Deneme, sınama. * Görmüş, geçirmişlik. * Anlamak için yapılan iş. İmtihan. * İlmi bir gerçeği göstermek için yapılan deneme. Deney.
tecrübe
deneyim, deney.
tecrübeten
tecrübeyle.
tecrübevârî
tecrübe eder gibi.
tecrübât
tecrübeler.
2938
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tecrübî
Tecrübeye ait. Tecrübeyle ilgili.
Tecsim
(Cisim. den) Vücudlu gösterilme. Cisimlendirme. Vücud gösterme.
tecsim
cisimlendirme.
Tecsimât
(Tecsim. C.) Vücutlu göstermeler, cisimlendirmeler.
Tecsis
Kireç karıştırmak. * Kireçle sıvamak. * Binayı kireçle yapmak.
Tecvi'
(Cu. dan) Acıktırma.
Tecvid
(Cevdet. den) Bir şeyi güzel yapma. Süsleme. * Kur'an-ı Kerim'i usulüne uygun olarak okuma ilmi ve buna dair yazılan kitap.
tecvid
usûlüne uygun okuma.
Tecvid ilmi
Harflerin mahreç ve sıfatlarına uymak suretiyle, Kur'an-ı Kerim'i hatasız okumayı öğreten bir ilimdir.
Tecvid-i huruf
Seslerin mahreçlendirilmesi. Harflerin düzgün olarak telâffuz edilmesi.
Tecvif
(C.: Tecvifât) (Cevf. den) Oyma. Oyuk yapma. * Oyuk yer.
Tecvil
Seyahat etmek, gezmek.
Tecvir
(Cevr. den) Zora, sıkıya koyma, cevretme.
Tecviz
Câiz görme. İzin verme, cevaz verme.
tecviz
caiz görme, izin verme.
Tecyif
Korkma, korkutulma. * Vurmak. * Murdar etmek, pisletmek.
Tecyiş
Askerleri dizmek.
Teczie
(Cüz'. den) Kısım kısım ayırma, doğrama, ufaltma, bölme.
Teczim
(Kol, kanat gibi şeyleri) kesme.
Teczir
(Cezr. den) Mat: Kare kökünü alma.
Tecziye
Cezalandırma. * Parça parça ayırmak.
tecziye
cezalandırma.
tecâhül
bilmezlikten gelme.
2939
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tecânüb
sakınma.
tecânüs
aynı türden olma.
tecârüb
tecrübeler.
tecâvüb
cevaplaşma.
tecâvüz
sınırı aşma, saldırma.
tecâvüzât
tecavüzler, saldırmalar.
tecâzüb
karşılıklı çekicilik.
Tecşim
İncitmek. * Teklif etmek.
Tedabir
(Tedbir. C.) Tedbirler, çareler.
Tedabür
Kesişmek.
Tedafü'
Birbirini def etme. * Müdafaa etme. * İtişme kakışma.
Tedafüî
Kendini müdafaa etme ve koruma ile alâkalı.
Tedahruc
Yuvarlanma.
Tedahük
Karşılıklı gülüşme.
Tedahül
İç içe olmak. Birbiri içine girmek. * Yığılıp kalmak. Birikmek. Karışmak. * Bir taksidi ödemeden ötekinin gelmesi. Ödemede gecikmek.
Tedarru'
Cübbe veya zırh giymek.
Tedarub
(Darb. dan) Vuruşma, dövüşme.
Tedarü'
Def'edişmek, birbirini kovmak.
Tedarük
(Tedârik) Ele geçirmek. Edinmek. Hazırlamak. * Araştırıp bulmak. * Ardı ardına erişip katılmak ve tevâli etmek.
Tedarüs
Okuma, yazma.
Tedavi
İlâç verme. İyileşmesi için bakma. * Hastalığı iyi etme tarzı.
Tedavir
(Tedvir. C.) Tedvirler. Çâreler. Yollar. Dolaşmalar.
Tedavül
Elden ele dolaşma. * Kullanma. * Sürüm. * Geçerlilik.
2940
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tedavür
Sıra ile yapmak, bir şeyi karşılıklı yapmak.
Tedayün
Borç edişmek.
Tedaî
Birbirini bir iş için davet etmek. * Yıkılıp harap olmak. * Bir şeyi hatıra getirmek. Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi. Çağrışım.
Tedaî-i efkâr
Bir fikrin veya şeyin başka bir fikri veya şeyi hatıra getirmesi.
Tedaül
Gizlenme, sinme. Zâyi olma. Saklanma. * Küçülme. Büzülme.
Tedaüm
Kalabalık, izdiham.
Tedbib
Yumuşak etmek. * Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
Tedbic
Rükuda başı çok eğme.
Tedbih
Rükuda başını çok aşağı eğmek.
Tedbir
Bir şeyi te'min edecek veya def' edecek yol. * Cenab-ı Hakk'ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet. * Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık.
tedbir
önlem.
Tedcic
Gökyüzünün bulutlu olması. * Silâh kuşandırmak.
Tede'lüb
Kimse görmeden gitmek.
Tedebbür
Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek.
tedebbür
sonunu düşünme.
Tedeccüc
Silâhlanmak.
Tedeffuk
Suyun fışkırması. Atılmak. * Dökülmek.
Tedeffün
(Defn. den) Gömülme, defnolunma.
Tedehdüh
Dönmek.
Tedehhi
Dâhileşme. Dehâ eseri gösterme.
Tedehhün
(Dehn. den) Yağ sürünme, yağlanma.
Tedehhüş
Dehşete düşme. Korkma. Yılma. Ürperme.
2941
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tedehhüş
korkma, ürperme.
Tedehrüc
Yuvarlanmak.
Tedekdük
Taşlıkta ve kum arasında olmak. * Dağ, yerinden ayrılıp pâre pâre olmak. * Zelzele olup yerin deprenmesi.
Tedekkül
Kendini büyük görmek, tekebbürlenmek.
Tedeldül
Kımıldamak.
Tedelli
(C.: Tedelliyât) Tevazu gösterme. * Nazlanma. * Aşağıya inme. * Eğilme.
Tedelliyât
(Tedelli. C.) Nazlanmalar. * Eğilmeler. * Tevâzu göstermeler.
tedellî
inme, eğilme.
Tedellük
Sürtme. Oğma.
Tedellül
Nazlanma.
Tedellüs
Gizlenme, ihtifâ etme.
Tedemdüm
Helâk olmak.
Tedemmu'
(Dem.' den) Gözün yaşarması.
Tedemmül
Toprağa gübre dökme. Toprağı gübreleme.
Tedenni
Aşağı düşme. Aşağı inme. * Daha kötü bir derekeye düşme. Tenezzül etme. Maddi ve mânevi gerileme. Terakkinin zıddı.
tedenni
alçalma, inme.
Tedenniyât
(Tedenni. C.) Gerilemeler, tedenniler, aşağılamalar.
tedenniyât
alçalmalar.
Tedennü'
Yakın olmak.
Tedennük
Dikkatle bakmak. * Ayırtmak. * Su dökülmek.
Tedennüs
Pislenme, kirlenme.
Tedennüs-i câme
Elbisenin kirlenmesi.
Tederdür
Katı deprenmek. * Gamdan ve korkudan dolayı kendinden geçmek.
2942
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tederru'
Zırhlanma. Zırh giyme.
Tederrü'
Birbirine muhâlefet etmek, birbirine karşı gelmek.
Tederrüb
Alışma, ülfet peydâ etmek.
Tederrüc
(Derece. den) Derece derece, adım adım ilerleme. * Dürrâce benzer bir kuş.
tederrüc
adım adım ilerleme.
Tederrün
Bir organın, bir uzvun şişmesi.
Tederrüs
(C.: Tederrüsât) Ders alma, okuyup öğrenme.
tederrüs
ders alma.
Tederrüsât
(Tederrüs. C.) Ders almalar. Okuyup öğrenmeler.
Tedessür
Elbise giyme. Elbiseye bürünme. * Erkek hayvanın dişisine binmesi. * Kişinin sıçrayıp atına binmesi.
Tedeyyüm
Yağmurun sert yağması.
Tedeyyün
Dinini sakınmak. * (Deyn. den) Borçlanma. Borca girme.
Tedfik
Dökmek.
Tedfin
(Defn. den) Gömme, defnetme. * Örtme, gizleme.
Tedhin
(Duhan. dan) Dumanlama, tütsüleme.
Tedhiş
Korkutma. Dehşete düşürme. Ürkütme.
tedhiş
korkutma.
Tedhiş-i ezhân
Zihinlerde heyecan meydana getirme.
Tedirgin
Huzursuz, rahatsız.
Tedkik
Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.
tedkik
inceleme.
Tedkikat
(Tedkik. C.) Tedkikler. Araştırmalar. İncelemeler.
tedkikat
tedkikler, incelemeler.
Tedkikat-ı amika
Çok inceden ve derinden yapılan tetkik.
2943
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tedlik
Sürme.
Tedlis
Yumuşatmak. Bir şeyi mülâyim ve kaygan yapmak. * İnciyi şeffaf etmek.
tedlis
sattığı malın ayıbını gizleyerek aldatma.
Tedliye
Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma. * Şaşırma, dehşete düşme. * Delil ve vesika hazırlama. * (Akıl) gitmek. * Ahmak etmek, salaklaştırmak.
Tedmi'
Göz yaşı dökmek.
Tedmic
Bir şeyi başka bir şeyin içine yerleştirme. * Arkasını eğmek.
Tedmin
Yığıp toplamak. * İhâta edip kaplamak. * Lâzım olmak, icab etmek.
Tedmir
Yok etmek. Mahvetmek. Tepelemek. Perişan etmek.
Tedmis
Yumuşak etmek, yumuşatmak.
Tedmiye
Vurup kanatmak.
Tednih
Zayıf görüş. * Oturmak, ikamet etmek, mukim olmak.
Tednik
Yakın olmak.
Tednir
Ruşen etmek, nurlandırmak, parlatmak.
Tednis
(C.: Tednisât) Kirletme, kirletilme.
Tedri'
Zırh giydirme.
Tedri-i cüyuş
Askerlere zırh giydirme.
Tedric
Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak. * Sıkıştırmak suretiyle çok güçsüz hâle koymak. * Edb: İfadenin derece derece yükselmesi veya alçalması. (Bak: Tensik)
tedric
derece derece ilerleme.
Tedric-i hâbit
Edb: İfadenin alçalması. Bir şeyi tarif ederken vasıf bakımından yukarıdan başlayıp aşağıya inmek. Bunun aksini yapmağa da Tedric-i sâid denir.
2944
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tedricen
Yavaş yavaş, azar azar, derece derece.
tedricen
derece derece.
Tedricât
(Tedric. C.) Tedricler.
Tedricî
(Tedriciyye) Yavaş yavaş olan, derece derece yapılan.
tedricî
derece derece olan.
Tedris
Okutmak. Öğretmek. Ders vermek.
Tedrisât
(Tedris. C.) Tedrisler. Ders vermeler.
Tedrisât-ı ibtidâiye
İlk öğretim.
Tedrisât-ı âliye
Yüksek öğretim.
tedrîs
ders verme, öğretme.
tedrîsât
ders vermeler.
Tedsim
Yağlı ve uyuz etmek.
Tedsir
Kuşun yuvasını düzenlemesi veya düzeltmesi.
Tedsiye
Baştan çıkarma, azdırma. * Gizlemek.
Tedvih
Şehirler gezmek.
Tedvim
Teskin etmek, sâkinleştirmek. * Kuşun, uçarken dönüp deverân etmesi. * Dili ağızda döndürmek. * Tatmak.
Tedvin
Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
Tedvir
Devrettirmek, döndürmek. Çevirmek. * İdare etmek, yönetmek. * Daire şekline sokmak. * Edb: Bir mısradaki kelimelerin yerini değiştirmekle veznin ve mânanın bozulmamasıdır. * Kur'an-ı Kerim kıraatında: Tahkik ile hadr ortasında bir okuma usulüdür. Her iki yönde meşru mübalâğayı bırakıp orta yolu tercih ederek okumaktır.
Tedvir-ül menzil
Menzilleri çevirmek, döndürmek, idare etmek. * Ev idaresi.
Tedviye
(Devâ. dan) İlâç verme. * Kuş kanadının fısıltısı.
2945
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tedvîn
derleyip düzenleme.
tedvîr
döndürme, yönetme.
tedâbir
tedbirler, önlemler.
tedâfü
savunma.
tedâfüî
savunmayla ilgili.
tedâhül
birbirine girme.
tedâi
çağrışım.
tedârik
edinme, ele geçirme.
tedârikât
edinmeler.
tedâvi
iyileştirmeye çalışma.
tedâvül
dolaşım, sürüm.
Teebbel
İmtina' etmek, yapmamak, çekinmek.
Teebbi
İnkâr etmek. * (Ebb. den) Bir kimseyi baba kabul etme. Baba edinme.
Teebbüd
Ürküp çekinme. * Evlenmeme, bekâr kalma.
Teebbüh
Kibirlenme, böbürlenme, gururlanma. * Alicenaplık ve göztokluğu ile bir şeyden vazgeçme.
Teebbün
İzine uyma. Tâbi olma, birinin yolundan gitme.
Teebbüs
Mütegayyer olmak, rengi değişmek.
Teebbüt
Koltuklamak.
Teeccüc
Tutuşma, alevlenme.
Teeccül
Belli bir vakte kadar müddet isteme. * Sığır ve geyik gibi hayvanların sürü sürü olmaları.
Teeccüm
Öfkelenme.
Teeddi
Yetiştirmek.
Teeddüb
Edebli olma. Utanma. Çekinme. Edebini takınma.
2946
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teeddüben
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Edebli davranarak. Edeb ve terbiye kaidelerine uyarak. Edebi icabı olarak.
Teeddübât
(Teeddüb. C.) Edeblenmeler, çekinmeler, utanmalar.
Teeffüf
(C.: Teeffüfât) Oflama. Of çekme.
Teehhi
Birini kardeş edinme.
Teehhüb
Hazırlanmak.
Teehhül
Evlenme. * Ülfet ve ünsiyet eyleme. Ehlileşme.
teehhül
evlenme.
Teehhür
Gecikme. Sonraya kalma. Geriye kalma.
teehhür
gecikme, geriye kalma.
Teekk
Çukur kazmak.
Teekküd
(Ekd. den) Kuvvet bulma. Sağlamlaşma.
Teekkül
(Ekl. den) Yaranın, oyulup açılması. * Yenme, eklolunma.
Teelli
Yemin etmek.
Teelluk
Yıldıramak, parlamak.
Teellüb
Cem'olmak, toplanmak. * Dağ keçisinin erkeği.
Teellüf
Alışma. Hoş geçinme. * Barışma. * Huylanma. * Birikme.
Teellüfât
(Teellüf. C.) Hoş geçinmeler, alışmalar. Bağdaşmalar.
Teellüh
Kulluk ve ibadet etmek. * Tazarru' etmek, yalvarmak.
Teellüm
Elem duyma. Kederlenme. Tasalanma.
teellüm
acı hissetme.
Teellümât
Elemler, kederler, tasalanmalar.
teellümât
acı hissetmeler.
Teemmel
Düşün, dikkat et, incele (mânasına emirdir).
teemmel
iyice düşün!
Teemmi
(Emet. den) Cariye edinme. * Dadı satın almak.
2947
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teemmül
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İyice, etraflıca düşünmek. Derin derin düşünmek.(Evet, aklı bozulmayan bir şahıs, teemmülü neticesinde anlar ki: Meselâ: Bal arısını pek çok şeylere fihriste yapan ve kitab-ı kâinatın ekser mesâilini insanın mahiyetinde yazan ve incir nüvesinde incir ağacının proğramını derceden ve insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hafızasında tarih-i hayatını taallukatiyle beraber yazan ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabb-ül Âlemine mahsus bir hâtemdir. M.N.)
teemmül
iyice düşünme.
Teemmülî
Düşünerek söylenen veya yazılan. Teemmüle ait ve müteallik. (Bak: Tefekkür)
Teemmüm
Kasdetmek. * (Ümm. den) Ana edinme. Birini anne kabul etme.
Teemmür
(Emr. den) Amirlik taslama.
Teenni
İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etme. (Teude de denir)
Teenni-i hikmet
"Hikmetin yavaş yavaş ve akıllıca gibi, en faydalı şekilde zuhuru.(Nasılki bir ekmeğin vücudu; tarla, harman, değirmen, fırına terettüb eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teenni-i hikmet var. Hırs sebebiyle teenniyle hareket etmediği için o tertib-i eşyadaki manevi basamakları mürâat etmez. Ya atlar düşer ve yahut bir basamağı noksan bırakır; maksada çıkamaz. M.)"
Teennuk
Nazarında ve fikrinde dikkatli olmak. İttikan. Eşyanın hikmetli, kusursuz ve pürüzsüz yapılışı.
teennuk
kusursuz yapılış.
teennî
düşüne düşüne iş yapma.
2948
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teennüs
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Üns. den) Müennes olma. * Kadınlaşma. Kadın gibi hareketlerde bulunma.
Teerrüb
Ululanmak, büyülenmek. * Kendini zeki göstermeğe çalışmak.
Teessi
Sabır gösterme. Teselli bulup sabretme. Avutma.
Teessüf
Eseflenmek. Kederlenmek. * Beğenmemek ve râzı olmadığını ifade etmek.
teessüf
eseflenme, üzülme.
Teessül
Sermaye edinmek. * Cem'etmek, toplamak.
Teessüm
(İsm. den) Günahtan sakınma.
Teessün
Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek.
Teessür
İşten alıkoyma. Oyalandırma.
teessür
etkilenme, üzülme.
Teessür-bahş
f. Hüzün veren, keder veren, tasaya düşüren.
Teessürât
Üzüntüler. Teessürler.
teessürât
etkilenmeler, üzülmeler.
Teessüs
Temelleşmek. Yerleşmek. Kurulmak. Teşekkül.
teessüs
kurulme, yerleşme.
Teetti
Asan olmak, kolaylaşmak. * Beklemek, gözlemek.
Teevvi
(İvâ. dan) Bir yerde yerleşme, yurt edinme. Oturacak yer edinme.
Teevvüd
Eğrilme, bükülme. İki kat olma.
Teevvüh
(C.: Teevvühât) İnleme, figân etme.
Teevvül
Mânâsı başka olma. Başka anlama gelme.
Teeyyüd
Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma. Te'yid olunma.
teeyyüd
desteklenme.
Teezzi
İncitme.
teezzi
incitme.
2949
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teezzüb
Her yönden rüzgârın esmesi.
Teezzür
Örtünme, bürünme. Tesettür.
Tef
f. Buhar. * Sıcaklık, hararet.
Tef'il
Fal açtırmak. Tefe'ül etmek.
Tefa'
Hiddet ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak.
Tefaddul
Faziletlilik iddiasında bulunmak. Üstünlük taslamak. * Bir kimseyi inâyet, ihsan ve kerem ile memnun etmek.
tefaddul
üstünlük taslama.
Tefadi
"Bir kimseye ""Sana ben feda olayım"" demek. * Feda etmek."
Tefafih
(Tuffâh. C.) Elmalar.
Tefahe
Horluk, hakirlik. * Tatsızlık.
Tefahhuc
Oturduktan sonra ayaklarını ayırmak.
Tefahhul
Aygırlanmak.
Tefahhum
Kömürleşme. Kömür hâline gelme.
Tefahhur
(C.: Tefahhurât) (Fahr. dan) Övünme, fahirlenme.
Tefahhus
Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma.
Tefahhusât
(Tefahhus. C.) İnceden inceye araştırmalar.
Tefahhuş
Fuhşa düşmek, fâhişe olmak. Ahlâksız olmak. * Çirkin sözler söylemek.
Tefahur
Fahirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek.
Tefahuş
Birbirine çirkin sözler söylemek.
Tefakkud
(C.: Tefakkudât) Arayıp sorma. Sorup soruşturma.
Tefakkuh
Gül gibi açılma.
Tefakkur
(Fakr. dan) Fakirleşme. Fukaralaşma.
Tefakum
İş büyüyüp güçleşme.
Tefaküh
(Fâkihe. den) Birbirlerine karşılıklı yemiş atma. * Mc: Şakalaşma.
2950
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tefani
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak.
Tefaric
(Tefric. C.) Yırtmalar, genişletmeler. * Ferah vermeler. * Korkaklar, zaifler, yüreksizler. * (Tifrac. C.) Yırtmaçlar, aralıklar.
Tefarik
Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler. * Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler. * Küçük hediyelik eşya.
Tefarik-ul asâ
"Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: ""Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da annesi çocuğunun kesilen azalarına bedelen diyet alarak zenginleşti. Bu sebeple oğluna: ""Sen tefarik-ul-asâdan daha faydalısın."" Zira o, asâ ki, bir cins ağaç olup, parçalandıkça her bir parçasından yine faydalı şeyler yapılırdı. Onun gibi oğlunun da vücud parçaları daha faydalı oldu. Yani, bir (şey) olmakla beraber, muhtelif fayda cihetleri bulunan şeyler için mecazen bu tabir kullanılır."
Tefarüt
Müsabaka etmek, yarışmak.
Tefasil
(Tefsir. C.) Tefsirler, Kur'an-ı Kerim'in mânasını anlatan kitaplar.
Tefassum
Kırılma. Kesilme.
Tefasuh
Fasahatle söyleme.
Tefattun
Tefehhüm. Sür'atle anlama, idrak etme. * Ufalanma.
Tefattur
Yarılma.
Tefatuh
Muhakeme olmak. * Bir nesneye başlamak.
Tefatü'
Muhakeme etmek.
Tefavüd
Birbirinden faydalanma, yararlanma.
2951
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tefavüt
Farklılık. İki şey arasındaki fark. Uygunsuzluk. Tehâlüf.
Tefazul
(C.: Tefâzulât) Mikdar fazlası, fark. * Meziyet ve fazilet yarışına çıkma.
Tefazzul
Üstünlük taslama, fazilet satma. * Bağışlama, iyilik.
Tefaül
Fal tutmak.
Tefci'
(C.: Tefciât) Canını yakma, acıtıp ağrıtma. Dertli kılma.
Tefcir
Yerden su kaynatıp akıtma. * Drenaj, oluk vs. gibi su yolları yaparak, bir yerde birikmiş olan suları akıtma işi. * Yarmak.
Tefciye
"Yemeğin içine nohut, buğday, pirinç, maydanoz ve bunlara benzer şeyler koymak. (Bu konulan şeylere ""ebazir"" derler.)"
Tefdim
İbrik ağzına süzgeç koymak.
Tefdiye
Canını başkası uğruna feda etme.
Tefe'ül
"Fal açmak. * Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak. Meselâ: Bir kitabı rast gele açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ona dikkat ederek onu uğurlu ve esas bir ders sayma gibi. * Olacak şeyi tahmin etmek. (Zıddı: Teşe'üm)(Kur'an ile tefe'üle ve rü'yaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Çünki: Kur'an-ı Hakîm, ehl-i küfrü, kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait şiddeti, tefe'ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor. M.)(Beşer idrakinin akibetini kestiremediği mühim işlerde İslâm dini istihare ile tefe'ülü tâlim etmiştir... S.B.M. C: 11 sh: 113)(Ebu Hüreyre'den (R. A.) Resülullah'ın (S.A.M.) : ""İslâm'da teşe'üm yoktur, en hayırlısı tefe'üldür"" buyurduğunu işittim, dediği rivayet olunmuştur. Mecliste bulunanlar: Tefe'ül nedir Ya Resülallâh! diye sordular. Resül-i Ekrem: Sizden birinizin duyduğu güzel sözdür buyurdu.Teşe'üm, şom tutmak ve hayırsız saymak demektir. Tefe'ül de uğurlu ve hayırlı saymaktır ki
2952
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
dilimizde yom tutmak diye ifade ederiz. Güzel sözle tefe'ül hakkında en güzel misal, Resül-i Ekrem'in Hudeybiyye seferinde Süheyl bin Amr'ın adiyle tefe'ül buyurmasıdır...Hudeybiyye'de Kureyş, müslümanları müşkil bir vaziyete soktuğu sırada Kureyş tarafından muahede akdine mezun bir hey'etin Süheyl bin Amr'ın riyaseti altında gelmekte olduğu duyulunca Resül-i Ekrem uysallık ve yumuşaklık ifade eden (Süheyl) adiyle tefe'ül ederek ashabına: ""Artık işiniz kolaylaştı!"" buyurmuştur.Güzel sözle tefe'üle dair güzel bir misâl de Arab edip ve şâiri Asmaî, İbn-i Avn'den hikâye ederek vermiştir ve doktora gitmek üzere evinden çıkan bir hastanın: (Sâlim) diye birisinin çağrıldığını duyarak hastalığından kurtulacağına yom tutmasıdır, demiştir. S.B.M. C: 12 Hadis no: 1936)" Tefeb
Helâk olmak, mahvolmak.
Tefeccu'
Canı yanma, acıma. Kaygılı olma, dertli olma. * Belâ ânında hüzünlü olma.
Tefeccür
(Fecr. den) (C.: Tefeccürât) Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri ağarma. * Çatlama, yarılma.
Tefeci
t. El altından yüksek faizle para veren kimse.
Tefehhuz
Tâzim, hürmet.
Tefehhüm
Farkına varmak. İdrâk eylemek. * Yavaş yavaş anlamak. Tekellüfle anlamak.
tefehhüm
fehmetme, anlama.
Tefehhümât
(Tefehhüm. C.) Farkına varmalar, yavaş yavaş anlamalar.
Tefekku'
Yarılmak.
Tefekkuh
Fıkıh ilmini tahsil etmek. (Bak: Fıkıh)
2953
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tefekküh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Meyvelenmek. * Pişman olmak. * Pek hoşlanıp hayrette kalmak.
tefekküh
meyve.
Tefekkük
Zincir halkası gibi birbirinden ayrılma.
Tefekkün
Pişman olmak. * Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak.
Tefekkür
"Fikretmek. Düşünmek. Fikri harekete getirmek.(Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümâtını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususi ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tetkikat yap. Fakat afâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor; sahili yoktur. İçine dalma boğulursun. Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalâlete îsal eden kesret yolu budur. M.N.)""Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibadetten hayırlıdır"" (Hadis-i şerif meâli) (Bak: Ülfet)"
tefekkür
fikretme, düşünme.
tefekkürnâme
tefekkür yazısı.
tefekkürât
tefekkürler, düşünmeler.
tefekkürî
düşünmekle ilgili.
Tefel
Guslü ve temizliği terk etmekle vücudun kokması.
Tefelluk
Yarılma, çatlama.
Tefellüc
Felç olma, felce uğrama. * Yarılıp çatlama.
Tefellül
(Kılıç) gedik olmak, yaralanmak. Rahnedar olmak.
2954
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tefellüs
İflâs etme.
Tefellüt
Halâs olmak, kurtulmak. * Aniden bağından boşanmak.
Tefelsüf
Feylesoflaşmak.
tefelsüf
filozoflaşma.
Tefennün
Fen öğrenmek. * Çok şeyler bilmek. * Türlü türlü olmak. * Bir fende maharet sahibi olmak.
tefennün
fen öğrenme.
Tefennün-i fi-l ibâre
Bir defa söylenilmiş olan bir sözü ikinci defa söylemek icabederse, o aynı kelimeyi tekrarlamamak için başka kelime veya sözle aynı mânâyı ifade etme san'atı.
Tefer'un
Firavunlaşma. Zâlimlik etme, zulüm yapma. * Çok fazla kibirlenme.
Teferku'
Parmak öttürmek.
teferru
dallanma, ayrılma.
Teferru'
Bir çok kollara ayrılmak. * Bir kimse halkın üzerine havale olmak. * Bir kavmin en şerefli kadını ile evlenmek. * Çatallanıp dal dal olmak.
Teferruc
(Ferec. den) Ferahlanmak. İç açılmak. * Gezintiye çıkmak. Seyr.
Teferrug
(Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma. * Bir işi bitirip kurtulma. * Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme.
Teferruh
(Ferah. dan) İçi açılma, ferahlanma.
Teferruk
(Fark. dan) Dağılma, ayrılma.
Teferruât
Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları.
teferruât
ayrıntılar.
teferrüc
rahatlama, gezme.
Teferrüd
(Ferd. den) Tek ve yalnız kalma. Herkesten ayrılma. * Eşsiz, emsâlsiz ve benzersiz olma. * Kendi başına olma.
teferrüh
ferahlanma.
2955
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teferrüs
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ferasetle bir şeyi kestirmek. Bir şeyi dikkat ve teemmül ederek isabetli olarak idrak etmek, anlamak. * Zannetmek.
teferrüs
iyice anlama.
Teferrüz
(İfrâz. dan) Ayrılma.
Teferrüş
(Ferş. den) Yayılma, serilme.
teferûn
firavunlaşma.
Tefes
Kir, pislik. * Menâsik-i Hacta bıyık ve tırnak kesmek, baş ve kaş yolmak.
Tefessud
Akmak.
Tefessuh
Fasih olma. Anlaşılması kolay olma.
Tefessüh
Açılmak. Genişlemek. İnbisat bulmak. * Mecliste çekilip bir adama oturacak yer açmak.
tefessüh
bozulma, çürüme.
Tefettü'
Rücu etmek, geri dönmek, vazgeçmek.
Tefettün
Bir kimseyi zorla fitneye atma.
Tefettüt
(Fett. den) Ufalanma, ufak ufak parçalanma.
Tefevvuk
Üstünlük. Fâik ve daha büyük olma. Üstün gelme.
tefevvuk
üstünlük.
Tefevvüh
(C.: Tefevvühât) (Fevh. den) Söyleme, ağza alma. * Dil uzatma. Münâsebetsiz söz söyleme.
Tefevvüt
Birbirinden eksik olmak.
Tefevvüz
Bir işi üzerine alma.
Tefeyhuk
Geniş, bol olmak. * Çok konuşmak.
Tefeyyüz
Feyizlenmek. * İlerlemek. * Bollaşmak.
tefeyyüz
feyizlenme.
Tefezzür
Kaftan giymek.
2956
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tefeül
fal açma, uğur sayma.
Tefeşşi
İntişar etmek, dağılmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir.
Tefeşşu'
Galip olmak, yenmek. * Çoğalmak, çok olmak.
Tefeşşü'
Münteşir olmak, yayılmak, intişar etmek.
Tefhim
Kömürleştirme.
tefhim
anlatma.
Tefhim-i merâm
Merâmını anlatma.
Tefhir
Fahirlendirmek, gururlandırmak. * Gâlip olmakla hükmetmek.
Tefie
Eğilmek. * Rücu etmek, geri dönmek.
Tefih
Hakir, zelil. * Lezzeti olmayan.
Tefile
Gövdesi kokan kadın.
Tefire
Üst dudağın ortasında olan çukur.
Tefki'
Parmak öttürmek.
Tefkih
Hayrete düşürme. * Hoşlandırma. * Yemiş yedirme.
Tefkik
Birbirinden ayırmak. * Halâs etmek, kurtarmak.
Tefkir
Düşündürme veya düşündürülme. * Endişe etmek.
Tefkıye
Yarmak. * Göz çıkarmak.
Tefl
Tükürmek.
Teflic
Açmak.
Teflik
Yarmak.
Teflil
Gedik açmak, yarmak.
Tefnid
Tekzib etmek, yalanlamak. * Zayıflatmak. * Aciz etmek. * Korkutmak.
Tefnik
Nimetlendirmek. * Naz. * Beslemek.
2957
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tefnin
Karıştırmak. * Çeşitli yapmak.
Tefri'
Asıldan, kökten şubelere ayrılma, kısım kısım olma. Ayrılma. Fer'lendirme.
Tefric
Gönül açmak. Gam ve tasa gidermek.
Tefrice
(C: Tefâric) Aralık, yırtmaç.
Tefrid
Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
Tefrig
(Feragat. dan) Boşaltma. * Azade etme. * Dökme. * Kurtarma. * Zâil ve hâlî eyleme. * Vazgeçirme.
tefrigat
kısım kısım boşaltıp yer açma.
Tefrigât
Boşaltmalar.
Tefrih
Korkusuz kalmak. * Gelişme, filizleme. Yumurtadan çıkmak.
Tefrik
Ovdurmak.
tefrik
ayırma, seçme.
Tefrika
Nifak. Ayrılık. Bozuşma. * Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı. * Fırka fırka olmak.
tefrika
ayrılık, dizi yazı.
Tefrir
Ürkütmek. Kaçırmak.
Tefris
Acıktırmak.
Tefrit
Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak. (İfratın zıddı)
tefrit
normalin altı.
Tefriz
Farzetmek.
tefriî
ayrıntılamakla ilgili.
Tefriş
Döşeme. Yayma. Yayıp döşeme. * Ev eşyasını düzenleme.
tefriş
döşeme, yayma.
2958
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tefrî
kısım kısım ayırma.
tefrîh
ferahlandırma.
Tefsa'
Kesmek. * Eskimek.
Tefsid
Fâsid etmek, bozmak.
Tefside
f. Hararetli, kızgın.
Tefsie
Çekmek. Uzatmak.
Tefsik
(Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.
tefsik
günaha sürükleme.
Tefsil
Yaramaz ve kem nesne.
Tefsir
"Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek. * Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak. * Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab. * Ehl-i Hadis ıstılahında Tefsire dâir hadis-i şeriflere Tefsir denilir. (Bak: İctihad)(Tefsir iki kısımdır: Birisi, malûm tefsirlerdir ki, Kur'anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve isbat ederler.İkinci kısım tefsir ise: Kur'anın imanî olan hakikatlerini, kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zâhir mâlum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat, Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda, muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir. Ş.)(Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip Kur'anın bir icaz-ı mânevisiyle her şeyde bir pencere-i mârifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur'an'a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş. M.N.)(Kur'an-ı Azimüşşan; bütün zamanlarda gelip geçen nev'-
2959
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
i beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı Alâdan irad edilen İlâhî ve şümullü bir nutuk ve umumi, Rabbanî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatına ait pek çok fenleri ve ilimleri câmidir.Bu itibarla; zamanca, mekânca, ihtisasca daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur'an-ı Azimüşşan'a tefsir olamaz... Çünkü, Kur'anın hitabına muhatab olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, câmi bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd, vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassuptan hâli olamaz ki, hakaik-i Kur'aniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin? Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dâva, kendisine has olup, başkası o dâvanın kabulüne davat edilemez... Meğer ki bir nevi icmanın tasdikine mazhar ola.Binaenaleyh, Kur'anın ince mânalarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasinin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlerin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatiyle, tahkikatiyle bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim, kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumi bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniyye husule gelsin; ve icma-i millet, hücceti elde edebilsin.Evet, Kur'an-ı Azimüşşan'ın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu
2960
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şartlar, ancak yüksek ve azim bir heyetin tesanüdiyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassublarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur. İşte, Kur'anı, ancak böyle bir şahs-ı mânevi tefsir edebilir. Çünkü, ""Cüzde bulunmayan, küllde bulunur."" kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur. İ.İ.) (Bak: Müfessir)" tefsir
yorum, açıklama, âyetlerin izahı.
Tefsire
Hastaların bevlini koyacak şişe. Sidik kabı.
Tefte
f. Hararetli, kızgın, kızmış.
Teftih
Hor ve zelil etmek. * Kahretmek.
Teftik
(Fetk. den) Yün, pamuk gibi şeyleri ditmek, tarayıp açmak.
Teftil
(Fetl. den) Fitil yapma. Bükme, eğirme.
Teftin
(Fitne. den) Fitneye düşürme. * Meftun verme. Ayartma.
Teftir
(C. Teftirat) Bıkkınlık verme. Fütur verme. Usandırma. * Zayıf etmek, zayıflatmak. * Naksetmek, eksiltmek.
Teftis
Ufak ufak parçalama.
Teftit
Parça parça etme, ufalama.
Teftiye
Lâğımcılık yapmak. * Büyüyünceye kadar kızı evden dışarıya çıkarmamak..
Teftiş
Kontrol etmek. İşlerin alâkalı vazifeliler tarafından ele alınıp iyi ve tamam yapılmasına çalışmak. * Sormak. * Ayırmak.
teftiş
kontrol etme.
Teftişât
(Teftiş. C.) Teftişler.
Tefvif
Bezi alacalı dokutmak.
Tefvih
Korkutmak.
2961
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tefvik
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tar: Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması. * Okun gezini yayın kirişine koymak.
Tefvim
Ekmek pişirmek.
Tefvit
(Fevt. den) Geçirme, kaçırma.
Tefvit-i salât
Namaz vaktini geçirme veya kaçırma.
Tefviye
Konuşkan olmak.
Tefviz
Birisine bırakma. * İşini Allah'a (C.C.) havâle etme. * Sipariş ve ihâle etme.
tefviz
işi birine bırakma.
Tefyil
"Bir kimsenin bir kimseye ""fikrin zayıf"" demesi."
Tefyim
Genişletmek.
Tefzi'
Ürkütme. Korkutma. * Hayretle baktırma.
tefâhur
iftihar etme.
tefâni
birbirinde fani olma.
tefârik
ayırmalar, ufak şeyler.
tefârikulasâ
bir olmakla beraber türlü faydaları bulunan.
tefârık
güzel bir koku.
tefâsir
tefsirler, yorumlar.
tefâul
birbirinin fiilinden etkilenme.
tefâvüt
farklılık.
tefîl
fiilleri etken hâle getiren kalıp.
Tegabbi
Birisini geri zekâlı sayma.
Tegabbür
(Gubâr. dan) Tozlanma.
Tegabi
Bilmez olmak. Ahmaklaşmak.
Tegabün
(Gabn. dan) Karşılıklı aldatma. Aldanma veya aldanmanın zuhuru.
Tegabün suresi
Kur'an-ı Kerim'in 64. suresidir. Medenîdir.
2962
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tegaddi
(Bak: Tagaddi)
tegaddi
gıdalanma, beslenme.
Tegaddüb
(Gadab. dan) Hiddetlenme, öfkelenme, gazaba gelme, kızma.
Tegafül
Bilmez görünmek, anlamazlıktan gelmek. Kasden kendisini gafil göstermek.(Farazâ, bazılarının altında büyük fenâlıklar varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira, çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sâhibi de perde-i hicab ve hayâ altında kendisinin ıslahına çalşır. Lâkin vaktâ ki, perde yırtılsa, hayâ atılır. Hücum gösterilse, fenalık fena tevessü' eder. Münazarât)
tegafül
bilmez görünme.
Tegalgul
Hoş kokulu şeyler sürünmek. * Zorluk, çetinlik, güçlük. * Bir şeyin, ilmin içine çok dalmak.
tegalgul
çetinlik, güçlük.
Tegallüb
(Bak: Tagallüb)
tegallüb
galip olma, zorbalık, kuvvete dayalı baskı.
Tegallüf
(Gılaf. dan) Kılıflanma.
Tegallüt
(C.: Tegallütât) (Galat. dan) Yanılma. Yanlışa düşme.
Tegalüb
Birbirine galebe etmek, birbirine üstün gelmek.
Tegamgum
Sözü düz söylememek.
Tegammüd
Günahı örtmek.
Tegammür
Suyu az içmek.
Tegamüz
(Gamze. den) (C: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme.
teganni
şarkı söyleme, bir metni müzik eserini andırır biçimde okuma.
Tegannuc
(C.: Tegannücât) (Ganc. dan) Nazlanma.
Tegannus
Tatsız olmak.
2963
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tegannüm
Koyunlaşma. Koyun postuna bürünüp kendisini koyun gibi gösterme.
Tegarbül
(Gırbâl. den) Kalburdan geçirme.
Tegargur
Gargara etmek.
Tegarrüb
(Gurbet. den) Gurbete çıkma.
Tegarrüd
(C.: Tegarrüdât) Kuşun hoş ve nağmeli bir şekilde ötmesi.
Tegarrür
Gururlanma, kibirlenme. * Kaynamak. * Galeyan.
Tegassun
(Gusn. dan) Dalbudak peydâ etme. Dallanma.
Tegassül
(Gasl. den) Gusletme, yıkanma.
Tegat
Birbirini suya daldırmak.
Tegavvut
Kazâ-i hâcet etmek.
Tegavvül
Renk değiştirme. Renkten renge girme.
Tegavvür
(Gavr. dan) Derine dalma. * Bir şeyin esâsını arama.
Tegavün
Cem'olmak, toplanmak. * Kötü işe yardım etmek, şer işe muâvin olmak.
Tegavür
Birbirini yağmalamak.
Tegayyüm
(C.: Tegayyümât) (Gayb. dan) Bulutlanma.
Tegayyür
Hâlden hâle geçmek, değişmek. * Bozulmak. * Zıt olmak. (Bak: Hâdis)
tegayyür
başkalaşma, dönüşme.
tegayyürat
başkalaşmalar.
Tegayyüt
Büyük def-i hâcet.
Tegayyüz
Meşeliğe otlaması için davar salmak. * Meşelik içinde yerleşmek.
Tegayüb
Birkaç kişinin topluca kaybolması.
Tegayür
Zıt olmak. Uymamak. Başka türlü olmak.
tegayür
uymazlık.
Tegayüz
(C.: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme.
2964
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tegazguz
Eksik olmak.
Tegazzüb
(Gazâb. dan) Öfkelenme, hiddetlenme, gazaba gelme, kızma.
Tegazzül
(C.: Tegazzülât) (Gazel. den) Gazel tarzında şiir yazma. * Gazel söyleme.
Tegazün
Hışmetmek, kızmak.
Tegaşmür
Kahra uğratmak.
Tegaşşi
(Gışâe. den) Örtünme, bürünme. * (Gaşy. den) Kendinden geçme.
Tegerg
f. Dolu.
Tegil
f. Sakalları yeni çıkmağa başlayan genç.
Teh
f. Dip. * Mertebe, kat.
Teh-i çâh
Kuyunun dibi.
Tehabb
Dostluk etme. Muhabbet, sevişme.
Tehabbüb
(Bak: Tahabbüb)
Tehabbür
(Haber. den) Esasını bilme, iyice bilme.
Tehabbüs
(Habs. den) Kendini bir yere kapama. Hapsetme.
Tehabbüt
(Bak: Tahabbut)
Tehaccur
(Bak: Tahaccür)
Tehaci
(Hecâ. dan) Hicivleşme. * Hicvetme, yerme.
Tehacüm
Birbirine hücum etme. * Bir yere istekle, hızlıca toplanmak, üşüşmek.
tehacüm
saldırma.
tehacümât
saldırmalar.
Tehacür
Birbirinden ayrılmak. * Kesilmek.
Tehaddi
(Bak: Tahaddi)
Tehaddüs
(Bak: Tahaddüs)
Tehadu'
Aldanmış gibi görünme.
Tehadüb
Kamburlaşma.
2965
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tehadüm
Yıkılmak.
Tehadür
Kaynamak. Galeyan.
Tehafüt
Düşürmek, düşmek. * Birbirinin üstüne atılmak. Birbirinin ardınca olmak.
Tehakküm
(Bak: Tahakküm)
Tehallüf
Uygunsuzluk. * Kafileden geri kalma. * Geride bırakma.
Tehallül
(Bak: Tahallül)
Tehalüf
Birbirine zıt olmak. Birbirine muhalif olmak, uymamak.
tehalüf
uymama, zıtlık.
Tehalük
(C.: Tehâlükât) (Helâk. dan) İstekle atılma. Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma.
Tehami
(C.: Tehâmiyât) Kendini sakınma, korunma. * Avukatlık etme.
Tehamuk
(Humk. dan) Kendini ahmak gösterme.
Tehannün
Çok arzu ve istek göstermek. * Göreceği gelmek. Özlemek.
tehannün
merhametle nimetlendirme.
Teharrub
Ağaç kurdunun ağacı kemirerek oyması.
Teharrük
Hareketlenmek, kımıldamak. Hareket etmek.
teharrük
hareketlenme.
Teharüc
Çıkışmak. * Tevzi etmek, dağıtmak. * Fık: Ortakların bir kısmı akar (para getiren mülk), bir kısmı arazi, bazısı da para üzerine yaptıkları anlaşma.
Teharüm
(Herm. den) Genç olduğu hâlde, kendini ihtiyar gösterme. Yaşlı gibi görünme.
Teharüş
Hırıldaşıp dalaşma.
Tehassüb
Yastığa dayanma.
Tehassür
(Bak: Tahassür)
2966
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tehassüs
(Bak: Tahassüs)
Tehasüd
(Hased. den) Hasetleşme.
Tehasüm
Muhâsama etme, düşmanlık etme.
Tehatih
Bâtıl, boş ve abes sözler. * Tamamlanmamış söz.
Tehattuf
Kapmak.
Tehattüm
Pek lüzumlu ve vâcib olmak. Vücub derecesinde bulunmak.
tehattüm
pek gerekli olarak.
Tehatu'
Hatâ etmek, kabahat işlemek.
Tehatub
(Hatb. dan) Hitablaşma. Karşılıklı birbirine hitab etme.
Tehavil
Muhtelif renkler, çeşitli renkler.
Tehavvül
(Bak: Tahavvül)
Tehavün
Mühimsememek, ehemmiyet vermemek, ağır davranmak. Aldırış etmemek. * İstihkar, horlama, hakir görme.
tehavün
ağırdan alma.
Tehayyüz
(Bak: Tahayyüz)
Tehayüc
Kandırmak.
Tehayüt
Toplanıp gelmek.
Tehazül
Muhârebeden kaçıp geri dönme.
Tehaşi
(Haşy. dan) Korkup çekinme, sakınma.
Tehaşün
Haşin davranma. Zorluk gösterme. Sert muamelede bulunma.
Tehbil
""Baban seni ölmüş diye ağladı"" demek."
Tehcid
Uyutmak.
Tehcin
Dedikodu yapma. * Müstehcen ve edeb dışı sayma.
Tehcir
Yurdundan çıkarma, hicret ettirme, sürme. * Öğle vakti bir yere gitme.
tehcir
zorla göç ettirme.
Tehciye
Heceleme.
2967
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tehdib
Saçak yapmak.
Tehdid
Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma.
tehdid
gözdağı varma.
Tehdid-âmiz
f. Tehditle karışık, tehdit eder surette.
tehdidane
tehdit ederek.
Tehdiden
Korkutarak, tehdit ederek.
tehdidkâr
tehdit edici.
Tehdidkârâne
f. Tehdid edenlere yakışır şekilde. Tehdid edercesine.
Tehdidât
(Tehdid. C.) Korkutmalar, göz dağı vermeler.
tehdidât
gözdağı vermeler.
Tehdil
(Budak) aşağı eğilmek. * (Dudak) aşağı sarkmak.
Tehdim
(Hedm. den) Yıkma.
Tehdin
Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme. * Teskin etmek.
Tehdir
Hastalıklı devenin bağırması. * Sözü boğaz içinden söylemek.
tehditkârâne
tehdit edercesine.
Tehdiye
Hediye verme, bağışlama.
Tehecci
(Hecâ. dan) Heceleme.
Teheccüd
Gece uyanıp namaz kılmak. Gece namazı. (Bu namaz, nâfile namazların en çok sevablısıdır.)
teheccüd
gece namazı.
Teheccüm
Hücum etme. Saldırma. * Acele gitme.
Teheccür
Ayrılmak. * Zuhr vaktinde seyretmek.
Tehechüc
Uzaklaşmak. Irak olmak.
Teheddi
Doğru yola girme. Hidayetlenme.
Teheddüb
Saçaklanmak.
2968
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teheddül
Sarkma, sölpüme.
Teheddüm
(C.: Teheddümât) Yıkılma.
Tehekku'
Teveccüh etmek, yönelmek.
Tehekküm
İstihza. * Tevbih. Şiddetle azarlama. Görünüşte ciddi, hakikatta alaydan ibaret olan eğlenme. * Edb: Tarizin tesirli olan kısmı.
tehekküm
alay, azarlama.
Tehekkümen
Alay için, tehekküm suretiyle.
Tehekkümât
(Tehekküm. C.) Ciddi tavır takınarak eğlenmeler.
Tehekkür
Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak.
Tehelhül
Fileli olmak. Bir elbisenin delikli delikli olması.
Tehellu'
Haris olmak, hırslı olmak.
Tehellül
Sevinme, açık yüzlü olma. Yüzü gülme. Beşâretten yüzdeki parlama eseri.
Tehellüs
Zayıflamak.
Tehemmu'
Seyelân etmek, akmak.
Tehemten
f. İri vücutlu, boylu boslu yiğit.
Tehendüm
Kapanmak.
Tehennü'
Sinmek. * Alışmak.
Teheshüs
Gizli ses.
Tehessüm
Kesilmek.
Tehettük
(C.: Tehettükât) (Hetk. den) Yırtılma. * Utanmazlık ve hayâsızlıkta aşırı derecede olma.
Tehevvu'
Kusma. İstifrağ etme.
Tehevvüd
Tevbe. Sâlih amel. * Yahudi olmak.
Tehevvük
Tenbel olmak.
Tehevvül
Korkunç hâle gelme. * Birisinin malına göz koyma.
2969
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tehevvüm
Hafif uyku.
Tehevvün
Hakir kılınma. Horlanma. Hakaret görme. Aşağılanma.
tehevvün
aşağılanma.
Tehevvür
"Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek. * Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi; maddi mânevi hiçbir şeyden korkmamak hâleti."
tehevvür
düşüncesizce hareket.
Tehevvüs
Heveslenmek. * Yumuşak yerde ağır ağır yürümek.
tehevvüs
heveslenme.
Teheyyü
Hazırlanma, nizamlanma.
Teheyyüb
(Heybet. den) Korkma. Korkutma.
Teheyyüc
Heyecanlanma. Coşma. Deprenme. Harekete gelme.
teheyyüc
coşma.
Teheyyücât
(Teheyyüc. C.) Coşup heyecanlanmalar.
Teheyyüf
İnceltmek.
Teheyyül
Lânet etmek.
Teheyyüm
Şaşma, şaşırma. Şaşıp kalma. Hayran olma. * Susuz olma.
Teheyyün
Asan olmak, kolay olmak.
Teheyyüz
Kırılmış kemiğin kaynayıp bitişmesi.
Tehezzuk
Bir yerde karar etmeyip çalkanmak.
Tehezzum
Zulmetmek.
Tehezzü'
Maskaraya almak.
Tehezzüc
Nağmeli ses çıkarma. Terâne-perdâzlık etme, makamla şarkı söyleme.
Tehezzül
Bıkkın olmak.
Tehezzüm
Eliyle bir nesneyi kırmak.
Tehezzüz
Hafif titreme, deprenme, ihtizâz.
2970
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teheşşüm
Münkesir olmak, kırılmak.
Tehi
Boş, avare kalmak, hâlî. Eli boş.
Tehidest
Eli boş. Züğürt.
Tehim
(Töhmet. den) Suçlu, kabahatlı.
Tehimiyan
f. İçi boş.
Tehiyye
(Tahiyye) Selâm vermek. Hayır duâ etmek. * Hazır ve âmâde kılmak. (Bak: Tahiyye)
Tehlib
Atın kuyruğunun kılını kesmek.
Tehlik
Öldürme. Helâkete düşürme.
Tehlike
(Tehlüke) (Helâk. den) Helâkete sebep olacak hâl. Felâket.
tehlike
korkulan durum.
Tehlil
"İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden ""Lâilâhe illâllâh"" sözünü tekrar etmek. (Bak: Tevhid)"
tehlil
" ""lâilâhe illallah"" demek."
Tehn
Kâim olmak, var ve mevcud olmak.
Tehnid
Lâtifeleşmek, şakalaşmak, birbirine lütuf etmek.
Tehnie
Tebrik etmek.
Tehniyet
Tebrik etme, kutlama.
Tehrib
Kaçırma. Kaçırılma. Firar ettirme.
Tehrim
Kocaltma.
Tehtan
Yağmurun ulaştırı yağması.
Tehtehe
Ağır söylemek, sert konuşmak.
Tehtik
Yırtma. * Nâmusa halel getirme.
Tehvi'
Kusturma veya kusturulma.
Tehvid
Yahudileşme. Yahudi edilme.
2971
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tehvil
Dehşet göstermek. Korkutma.
tehvil
korkutma.
Tehvim
(C.: Tehvimât) Hafif uyku.
Tehvin
(Hevn. den) Kolaylaştırma. * Ucuzlatma. Ucuzlatılma. * Alçaltma. Alçaltılma. * Cevr ve hakaret eylemek. Saymamak. Hakir görmek.
tehvin
kolaylaştırma.
Tehvir
Suyu veya diğer sıvıları döktürmek.
Tehvis
Yedirmek, yemek yedirmek.
Tehviye
(Hevâ. dan) Havalandırma.
Tehviş
Karma karışık etme. * Bir yere toplama.
Tehyi'
(Tehyie - Tehiyye) (C.: Tehiyyât) Hazırlama, hazırlanma.
Tehyib
(C.: Tehyibât) Heybetli gösterme, heybetli gösterilme.
Tehyic
Heyecanlandırma. Coşturma. * Ayağa kaldırma.
tehyic
coşturma, heyecanlandırma.
Tehyicât
(Tehyic. C.) Coşturmalar, heyecanlandırmalar.
Tehyie
(C.: Tehyiât) Hazırlama, hazırlanma.
Tehyir
Suyu döktürmek.
Tehzi'
Kırmak.
Tehzib
Islâh etme. * Temizleme. Fazlalığını, pisliğini giderme.
tehzib
temizleme, düzeltme.
Tehzib-i ahlâk
Temiz ahlâk sâhibi olmağa çalışmak. Ahlâkını düzeltmek.
Tehzib-i ruh
Ruhunu yükseltmeğe, temizlemeğe çalışmak.
Tehzic
(C.: Tehzicât) Makamla şarkı söyleme.
Tehzil
(C.: Tehzilât) Zayıflatma. * Alaya alma. Alay şekline sokma.
Tehziz
(C.: Tehzizât) Hafif titreme, hareket ettirme. Deprendirme.
tehâsüm
düşmanlık.
2972
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tehşim
Zaaf vermek. * Kırmak.
Tek
f. Koşma, seğirtme.
Teka'ku'
Yaramaz gönüllü olmak. * Geri durmak.
Tekabbel
"""Kabul etsin"" mânasında söylenir."
tekabbel
kabul etsin.
Tekabbelallah
Allah kabul etsin (meâlinde duâ).
Tekabbuh
(Kubh. dan) Çirkin görme. kötü sayma.
Tekabbül
Kabul etmek.
Tekabkub
Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu.
Tekabül
Karşılıklı olma. Bir şeyin karşılığı olma. Yüzleşme. Karşılık olma. Karşılama. * Tezat.
tekabül
karşılıklı olma.
Tekaddüm
Geçmiş bulunma. * Öne geçme. İlerleme. * Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek. * Fık: Müruru zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak.
tekaddüm
öne geçme.
Tekadim
(Takdime. C.) Takdim edilen armağanlar, verilen hediyeler.
Tekadir
(Takdir. C.) Mukadderât. Alınyazıları. * İhtimâller.
Tekadüm
Geçmiş bulunma. * Mürur-u zaman olma.
Tekahhul
(Bak: Tekehhül)
Tekalib
(Taklib. C.) Döndürmeler, çevirmeler. İçi dışa çevirmeler.
Tekalkul
Deprenme, hareketlenme, sarsılma.
Tekallüd
Bir şeyi üzerine alma. İltizam edip boynuna alma.
tekallüd
kuşanma, üzerine alma.
tekallüs
kasılma.
Tekammus
Giyinme, gömlek giyme.
2973
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tekamür
(Kımâr. dan) Kumar oynama.
Tekarir
(Takrir. C.) Teklifler, takrirler, önergeler.
Tekarrür
(Bak: Takarrür)
Tekarüb
Birbirine yaklaşma. Birbirine yakın gelme. * Tedenni etme.
tekarüb
yakınlaşma.
Tekarün
(Karn. dan) Birbirinin yanına gelme. Birbirine yanaşma. Mukarenet.
Tekas
(Bak: Takas)
Tekasit
(Taksit. C.) Taksitler.
Tekasüm
(Kasem. den) Andlaşma. * Bölüşme.
Tekatir
(Taktir. C.) Damlamalar.
Tekattu'
Tıb: Sıtma nöbetinin muntazam vakitlere ayrılması.
Tekattül
Birbirini kesme, kesişme.
Tekatu'
Kesme. Kesişme. * Çatışma. İki çizginin bir noktada birbirini kesmesi.
Tekatur
Damlama. Damla damla dökülme.
tekatû
kesişme.
Tekatüb
Yazışmak.
Tekatül
(Katl. dan) Vuruşma. Birbirini öldürme. Mukatele.
Tekatüm
Birbirinden sır saklama.
Tekavim
Takvimler.
Tekavvül
Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme.
Tekavvülat
(Tekavvül. C.) Yalan sözler.
Tekavvüm
Eğri iken doğrulma.
Tekavvüs
Kavislenme. Bükülme. Eğilme. Kavis şekline girme.
tekavvüs
eğilme, bükülme.
Tekavvüt
(Kut. dan) Beslenme, azıklanma. Geçinme.
2974
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tekavül
(Kavl. den) Sözleşme.
Tekayyüd
(Bak: Takayyüd)
Tekaz
Birbiriyle ödeşme. * Karşılaştırma.
Tekaza
(Bak: Takaza)
Tekazzu'
Çıbanın irinlenmesi.
Tekaüd
Oturma. Fârig olma. * Karşılıklı oturma. * Emeklilik.
tekaüd
emeklilik.
Tekaüden
Emekliye ayrılarak.
Tekaüdiye
Tekaüde mahsus olan aylık.
Tekaşşu'
(Kaş'. dan) Balgam çıkarma.
Tekbib
Kebap yapmak.
Tekbil
Bendetmek.
Tekbir
"""Allahü ekber"" demek. Allah'ın her hususta en yüksek ve en büyük olduğu ifâde etmek.(Bu sırr-ı ittihad ile kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.Evet eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında bir anda ""Allahuekber"" diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima' etse, küre-i arz tamamiyle büyük bir insan olup azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediği ""Allahuekber""e müsavi geldiğinden o muvahhidînin ittihadiyle bir anda, Allahuekber demeleri, Küre-i Arz'ın büyük bir ""Allahuekber""i hükmüne geçiyor... Adetâ bayram namazlarında Âlem-i İslâmın zikir ve tesbihi ile zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktar-ı etrafiyle ""Allahuekber"" deyip kıblesi
2975
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olan Ka'be-i Mükerreme'nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağziyle, Cebel-i Arefe diliyle ""Allahuekber"" diyerek o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü'minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek ""Allahuekber"" kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz ""Allahuekber"" vuku bulduğu gibi o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sada veriyor. İşte bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelâl'e, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudat adedince hamdediyoruz ki; bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmına ümmet eylemiş. L.)" tekbir
" ""Allahüekber"" demek."
tekbirat
tekbirler.
Tekbirhân
f. Tekbir getiren.
Tekbirât
(Tekbir. C.) Tekbirler. Tekbir getirmeler.
Tekbit
(Cihaz) Az olmak. * Asan olmak, kolay olmak.
Tekdih
Kuvvetle kaşımak.
Tekdim
Çok ısırmak.
Tekdir
Azarlamak. * Kederlenme. * Bulanık etme. * Mektebde talebeye verilen ve siciline geçirilen bir ceza. Ta'zir.
tekdir
uyarma, azarlama.
Tekdirât
(Tekdir. C.) Tekdirler, azarlamalar.
Tekdis
Harman etmek.
Teke
f. Keçilerin erkeği. Sürü önünden giden kösemen. * Bir cilt defter. * Tezek.
Teke'kü'
Cem'olmak, birikmek, toplanmak. * Korkak olmak.
2976
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tekebbüd
(Kebed. den) Sertleşme, katılaşma.
Tekebbür
"Kibirlenmek. Kendini büyük saymak. Nefsini büyük görmek. (Bak: Taabbüd, Tevazu')(İşte ey insan! Eğer yalnız ona abd olsan bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkâf etsen, âciz mahlukata zelil bir abd olursun. Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip, tevekkül ve duâyı bırakıp, tekebbür ve dâvaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin. Şer ve tahrib cihetinde dağdan daha ağır, tâundan daha muzır olursun. S.)"
tekebbür
büyüklenme.
tekebküp
köpekleşme.
Tekedduh
Kuvvetle kaşımak.
Tekeddün
Eğlenmek.
Tekeddür
Bulanık olma. * Kederlenme.
tekeddür
bulanıklık, kederlenme.
Tekeffü'
Yürürken etrafına bakmadan önünü gözleyerek gitmek.
Tekeffüf
(Keff. den) El uzatarak dilencilik etme. Avuç açma. Dilenme. * Avuçla tutmak.
Tekeffül
Boynuna almak. * Birine kefil olmak. Kefâlet etmek veya vermek.
tekeffül
kefil olma.
Tekehhul
Göze sürme çekme. Suni kara gözlü olma.
Tekehhüf
(Kehf. den) Mağara biçiminde oyulup kazılma.
Tekehhün
Kâhinlik yapma, falcılık etme.
Tekellüf
"Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak. * Gösterişe kapılmak. Özenmek. * Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.(Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan aslâ hoşlanmaz ve
2977
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzâde olmalarını emreder. Ve buyururlar ki, ""Tekellüf şer'an ve hikmeten fenâdır. Çünkü, tekellüf sevdası, insanı hadd-i ma'rufu tecâvüze sevkeder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinâne bir tezâhür ve tefâhür tavrı ve muvakkat soğuk bir riyâkâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki, bunların ikisi de ihlâsı zedeler."" R.N.)" tekellüf
zorlanma, özenme.
tekellüfkârâne
gösterişe kapılırcasına.
Tekellüfât
(Tekellüf. C.) Tekellüfler.
tekellüfât
zorlanmalar, özentiler.
Tekellül
Götürü gelmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
Tekellüm
(C.: Tekellümât) Konuşmak. Söylemek.
tekellüm
konuşma.
Tekellüm-i sâmit
Sessiz konuşma.
tekellümen
konuşarak.
tekellümât
konuşmalar.
Tekellümât-ı tesbihiye Cenab-ı Hakk'ı tesbih eden kelâmlar, konuşmalar.(Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval bir tekellümât-ı tesbihiyedir ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve envâının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır. M.) Tekellüs
(C.: Tekellüsât) (Kils. den) Kireçleşme.
Tekemküm
Başına külâh giymek.
Tekemmü'
Mantar koparmak.
Tekemmül
Olgunlaşmak. Kemâle doğru gitmek.(İnsanda olan hadsiz istidadât-ı maneviyye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül bir
2978
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kemâlin vücudunu gösterir. Ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu kat'i olarak ilân eder. Öyle olmazsa insanın mahiyet-i hakikiyyesini teşkil eden o esaslı maneviyat, o ulvi âmâl, hikmetli mevcudatın hilâfına olarak israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. S.) tekemmül
olgunlaşma.
Tekemmül-ü mebâdî
Bir şeyi netice veren ilk unsur ve sebeblerin ibtidailikten mükemmelliğe doğru gitmesi.
tekemmülât
olgunlaşmalar.
Tekemmüm
(Kümm. den) Örtünüp bürünme.
Tekemmün
Pusuya yatma, gizlenme.
Tekemmüş
Acele etme.
Tekenni
(Künye. den) Künye alma. Ad alma.
Tekennüf
Bir yere toplanmak.
Tekennüs
Gizlenmek. * Örtünmek.
Tekerfu'
Mürtefi olmak, yükselmek.
Tekerru'
Paça yemek.
Tekerrüc
Fâsid olmak, bozulmak. * Kirlenmek. Paslanmak.
Tekerrüh
(Kerh. den) İğrenme, kerih görme.
Tekerrüm
Saygı görmek. Keremli olmak.
Tekerrür
Tekrarlanmak. (Bak: Tekrârat)
tekerrür
tekrarlanma.
Tekerrürât
(Tekerrür. C.) Tekerrürler, tekrarlanmalar.
Tekerrüş
Buruşma.
Tekessüb
Kazanmak.
Tekessül
Durmak. * Üşenmek. Gevşek davranmak.
2979
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tekessür
Kırılmak.
tekessür
çoğalma.
Tekettül
Bir yürüme çeşiti.
Tekevvük
Baş yarmak. * Basmak.
Tekevvün
(C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak.
tekevvün
var olma.
Tekevvünî
Tekevvüne ait. Oluşla, hâdisatla alâkalı.
Tekevvür
Damlamak.
Tekeymüs
Yemeklerin midede ezilmesi.
Tekeyyüf
Bir keyfiyet kabul etmek. Eksiltmek veya noksan etmek. Keyfiyetlenmek. * Keyiflenmek.
tekeyyüf
nitelik kazanma.
Tekeyyüs
(Kiyâset. den) Kiyâsetli ve zeki görünme. * Zariflik gösterme.
Tekeşşüf
Açılmak, görünmek, sıyrılmak, meydana çıkmak. * Rüsvay olmak. Sırları açığa çıkmak.
Tekfil
Kefil etme. Kefil edilme. Kefil gösterme. * Boynuna aldırmak.
Tekfin
Kefenlenmek veya kefenlemek.
Tekfir
"Birisine ""kâfir"" deme, kâfirliğine hükmetme. * Ortadan kaldırma, yok etme. * Setretme, örtme. * Keffaret verme. * Elini göğsüne koyup tevazu yapma."
tekfir
birine kâfir demek.
Tekfir-i yemin
Yeminin keffaretini vermek. Yemin bozan bir kimsenin ceza olarak ödediği para, tuttuğu oruç. (Bak: Keffaret)
Tekfir-i zünub
Günahları örtme, affetme.
2980
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tekfur
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tar: Bizans İmparatorluğunun valilik derecesindeki idarî hizmetlerinde bulunan kimseler.
Tekhil
(Kuhl. dan) Göze sürme çekme.
tekid
kuvvetlendirme.
tekke
zikir yeri, tarikat evi.
Teklib
Köpeğe av öğretmek.
Teklic
Yüzünü ekşitmek.
Teklif
"Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek. * Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele. * Vergi yüklemek. * Vazife vermek. * Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi. * Fık: Şeriat-ı İslâmiyenin, ehliyet ve salâhiyet sahibi olan insanlara bir takım vazifeler yapmalarını ve bir kısım şeyleri de terketmelerini emir ve ilzam buyurmasıdır. Bunlar ile öylece dinen me'mur ve vazifeli olan bir insana mükellef denir. Çoğulu: Mükellefîn'dir. (Bak: Ahlâk-ı hasene)(Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervah-i âliye ile ervah-ı sâfile müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. S.)(S - Diyorsun ki: ""Teklif, saadet içindir. Halbuki ekser-i nâsın şekavetine sebeb, teklifdir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?""C - Cenab-ı Hak, verdiği cüz'-i ihtiyarî ile ef'al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-i mütenahi tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı. Evet, nev'-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve eterakkisini telkih eden, yani
2981
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyariyle teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev'in saadetine de sebeb olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlâhiyyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevi'lerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevi'lerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir. İ.İ.)" teklif
görev yükleme, önerme.
Teklif-i ilâhî
Allah'ın teklifi, yani emirleri.
Teklif-i mâlâ-yutak
Ağır ve güç yetmez olan teklif. Dayanılmaz teklif.
Teklifât
Teklifler.
teklifât
teklifler.
Teklil
(İklil. den) Taç giydirme.
Teklim
Söyletmek. * Yaralamak, mecruh etmek.
Teklis
(Kils. den) Kireç hâline getirme. Kireçleştirme.
Teklî
Hapsetmek.
Tekmid
Soğuk veya ılık su ile yapılan pansuman.
Tekmil
Bitirmek, tamamlamak. Kemâle erdirmek. * Tam, bütün, eksiksiz.
tekmil
olgunlaştırma, bitirme.
Tekmile
(Kemâl. den) Eksikleri tamamlamak için sonradan yapılan şey, ek. İlâve.
2982
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tekmim
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ağaç çiçek verecek vaktinde gılafıyla tomurcuğunu çıkarıp izhâr etmek.
Tekmin
(Kemin. den) Pusuya yatırma, sipere yerleştirme.
Teknik
Fr. Fizik, Kimya ve Matematikten elde edilen bilgilerin tatbik edilmesi.
teknik
maddî ilimlerin uygulaması.
Teknisyen
Fr. Bir işin, ilim tarafından daha çok tatbikatiyle uğraşan. Tatbikatla uğraşan kimse.
Tekniye
(Künye. den) Künyeleme, künye koyma.
Teknoloji
Fr. Teknik bilgiler. Matematik, Kimya ve Fizik ilminden elde edilen bilgiler.
teknoloji
teknik bilgiler.
Tekrar
(Kerr. den) Bir şeyi iki veya daha fazla yapma. * Bir daha, yine, yeniden.
Tekrarat
Tekrarlamalar. Aynı şeyi bir kaç defa yapma.
Tekrarat-ı kur'aniye
"Kur'anda birbirinin aynı olan veya birbirine benzer âyetlerin tekrar edilmiş olması. (Bak: Kur'an, Mumya)(Tekrarat-ı Kur'aniyedeki i'cazın bir lem'asını beyan zımnında ""Altı Nokta""dan ibarettir.Birinci Nokta: Kur'an bir zikir kitabı, bir duâ kitabı, bir davet kitabı olduğuna nazaran surelerinde vukua gelen tekrar, belâgatça aynı isabet ve ayn-ı hikmettir. Çünkü zikir ve duâdan maksad sevaptır ve merhamet-i İlâhiyeyi celbetmektir. Malumdur ki: Bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki, o nisbette sevap kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı nisbetinde te'siri, te'kidi vardır.İkinci Nokta : Kur'an bütün beşerin tabakatına hitap ve deva olduğu için
2983
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zeki, gabi, takiyy, şaki, zâhid, gayr-ı zâhid bütün insan tabakaları şu hitab-ı İlâhiyeye mazhar ve bu eczahane-i Rahmaniyyeden ilâç almaya hakları vardır. Halbuki Kur'anı tamamen ve dâima okumak herkese müyesser değildir. Bunun için, lüzumlu olan maksadlar, hüccetler, bilhassa uzun surelerde tekrar edilmiştir ki, herbir sure hemen hemen bir küçük Kur'an hükmünde olsun ki herkes suhuletle istediği vakit istediği sureyi okumakla tam Kur'anın sevabını kazanabilsin. Evet $ olan âyet-i kerime bu hakikati isbat ediyor.Üçüncü Nokta: Cismanî ihtiyaçlar, vakitlerin ihtilâflariyle tebeddül eder. Noksan ve fazlalaşır. Meselâ : Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hâcet her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç alelekser haftada bir defa lâzımdır. Ve hâkeza..Kezâlik manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda ""Allah"" kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit ""Besmele""ye, her saatta ""Lâ İlâhe İllallah""a ihtiyaç vardır. Ve hâkeza...Binaenaleyh âyetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işârettir.Dördüncü Nokta: Bilirsiniz ki: Kur'an bu metin din-i azimin esâsâtını ve İslâmiyetin erkânını te'sis ettiği gibi içtimaat-ı beşeriyyeyi tebdil eden bir kitaptır. Malumdur ki; müessis olan zat, vaz'ettiği esasları güzelce yerleştirmek için tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet tekrar edilen şey sâbit kalır, takarrür eder, unutulmaz. Ve keza, Kur'ân beşerin muhtelif tabakalarından kali veya hâli yapılan suallere lâzım olan cevapları veren umumi bir mürşid-i mucibdir. Malum ya, sual tekerrür ederse cevap da tekerrür eder.Beşinci Nokta: Bilirsiniz ki; Kur'an pek büyük mes'elelerden bahseder. Ve kalbleri iman ve tasdike davet eder. Ve
2984
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
çok ince hakikatlerden bahis açar. Akılları marifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikin kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslublarla tekrara ihtiyaç vardır.Altıncı Nokta : Bilirsiniz ki, her âyet için bir zâhir var, bir bâtın var; bir had var, bir muttala' var. Ve herbir kıssa için çok vecihler, hükümler, faideler, maksadlar vardır. Binaenaleyh muayyen bir âyet, her yerde, öbür münasib bir vecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zâhiren tekrar görünse bile hakikatta tekrar değildir. M.N.)" Tekraren
Defalarca, tekrarlanarak.
tekrarât
tekrarlar.
Tekrih
Nefret ettirmek. Çirkin göstermek.
Tekrim
Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
tekrim
ikram etme.
Tekrimen
Hürmet göstererek, tazim ederek.
tekrimât
ikram etmeler.
Tekrir
Tekrar etme, bir daha yapma, söyleme, tekrarlama. * Edb: Sözün tesirini kuvvetlendirmek için bir sözü bile bile tekrar etme san'atı. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin sürçmesine denir. Râ harfine âid olan bir sıfattır. Buna mükerrir harfi de denir.
tekrir
tekrarlama.
Tekriye
Düşman yapmak.
Teksib
(Kesb. den) Kazandırma.
Teksif
Parça parça etmek.
teksif
koyulaştırma, yığma.
Teksir
(Kesr. den) Çok kırma. Parçalama.
2985
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
teksir
çoğaltma.
Tekstil
Fr. Dokuma. * Dokumacılık.
Tektib
Askeri bölük bölük etmek, bölüklere ayırmak. * (Ketebe. den) Yazdırma.
Tektim
Örtmek.
Tekvif
Kûfe'ye varmak.
Tekvin
Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak. * İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.
tekvin
var etme.
tekvinen
var etmekle.
Tekviniye
"Yaratmağa, tekvine ait. Tekvinle alâkalı.(Evamir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfât ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur. Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa'yin sevabı servettir. Sebatın mükâfatı galebedir. M.)"
Tekvinât
(Tekvin. C.) Tekvinler, var etmeler, yaratmalar.
tekvinî
yaratmakla ilgili.
Tekvir
Yuvarlaklaştırmak. Kıvırmak. Sarmak. * Toplamak. Cemolmak. * Başa sarık sarmak.
tekvir
sarma, toplama.
Tekvir suresi
Kur'an-ı Kerim'in 81. Suresidir. Küvvirat Suresi adı da verilir.
Tekvis
Yüz üstüne düşürmek.
Tekviye
Ovmak, ovalamak.
2986
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tekye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. Zikir veya ders için toplanılan yer. * Dervişlerin meskeni ve mâbedi. * Yaslanılacak, dayanılacak şey. * İtimâd etmek, dayanmak.(İşte Hoca-i Kâinat olan Fahr-i Âlem'in (A.S.M.) kudsi medresesi ve tekkesi olan Suffe'nin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hâfızanın ziyadesi için dua-i Nebeviyeye mazhar olan Hz. Ebu Hüreyre; gazve-i Tebük gibi bir mecma-i nâsda vukuunu haber verdiği şu mu'cize-i bereket, manen bir ordu sözü kadar kat'i ve kuvvetli olmak gerektir. M.)"
tekye
zikir evi, tekke.
Tekyenişin
f. Tekkede oturan, derviş.
Tekyezen
f. İstinad eden, dayanan.
Tekyil
(Kile. den) Kile ile ölçme.
Tekzib
Yalanlamak. Bir işe inanmayıp inkâr etmek. Yalan olduğunu söylemek.
tekzib
yalanlama.
Tekâfi
(Tekâfü') Birbirinin dengi olma.
Tekâfü'
Beraberlik, eşitlik, müsâvilik.
Tekâhül
Dikkatsizlik, ihmal.
Tekâlif
Teklifler, vergiler. (Bak: Teklif)
tekâlif
teklifler, yükler.
Tekâlüb
(Kelb. den) Köpek gibi birbirine saldırma. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
Tekâmül
Kemâl bulma. Olgunlaşma.
tekâmül
olgunlaşma.
Tekâmülât
(Tekâmül. C.) Olgunlaşmalar, tekâmüller.
2987
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tekâpu
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Öteye beriye seğirtme. Telâşla koşarak birşeyler araştırma. * Dalkavukluk.
Tekâri
Kira almak.
Tekârüm
Ayıp ve kusur olacak şeylerden kaçınma.
Tekâsüf
Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. * Bir noktada toplanma. * Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.
tekâsüf
yoğunlaşma.
Tekâsül
Üşenmek. Gevşeklik. İhtimamsız davranmak. Tembellik.
tekâsül
üşenme, tembellik.
Tekâsülât
(Tekâsül. C.) Tembellikler, üşenmeler. İlgisizlikler.
Tekâsülî
Gevşeklik ve uyuşukluğa âit. Tembellikten gelen. (Bak: Himmet)
tekâsülî
üşenmekle ilgili.
Tekâsür
(Kesret. den) Çoğalma. Kesret bulma. * Çok öğünme. Mal ve evlâdın çokluğu ve bu çokluk ile fahirlenme.
tekâsür
çoğalma.
Tekâsür suresi
Kur'an-ı Kerim'in 102. Suresi. Mekkîdir. Makbure Suresi de denilmiştir.
Tekâver
f. Koşucu, seğirtici. * Yorga yürüyüşlü at.
Tekâvüs
Bir yere cem'olmak, yığılmak, toplanmak. * Sıkışmak.
Tekâya
"(Tekye. C.) Tekyeler. (Türkçede bazan ""tekke"" şeklinde de kullanılır.)"
Tekâyüd
(C.: Tekâyüdât) (Keyd. den) Birbirine hile yapma.
Tekâzüb
(Kizb. den) Birbirini aldatma. Birbirine yalan söyleme.
Tekşif
(Keşf. den) İyice açma.
Tel'a
(C.: Tilâ) Su yolu, su mecrası. * Sel yolu. * Yerin alçağı ve yükseği. Çukurluk ve tepe.
2988
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tel'abe
Oynamak.
Tel'ib
Oynatma, raksettirme.
Tel'in
Lânetlemek. Lânet etmek.
Tela
(Tülüv. den) Ondan sonra geldi, ardınca gitti (mânasında fiil).
Tela'lu'
Açlıktan zayıflamak. * Küçük olmak.
Tela'süm
Dil dolaşma, şaşırma. * Cevap verilecek yerde veremeyip kekeleme. * Saçmasapan cevap verme.
Telaffuz
Söyleyiş, söyleniş. * Ağızdan çıkan lâfız.
Telafi
Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak. * Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek.
Telafif
Birbirine sarmaşmış bölük bölük nebatlar. * Büklümler, kıvrımlar. * Birbirine girmiş ve sarmaşmış vaziyette olma. Lif lif olma.
Telafif-i dimağiye
Dimağın lif lif olmuş hâli.
Telaggum
Dürtülmek.
Telah
Birbirine inatçılık etmek.
Telahhi
Tülbendi çenesi altından sarmak.
Telahhum
(Lahm. dan) Semirme, etlenme.
Telahhuz
İmrenerek ağız sulanma.
Telahi
Oyun. Oyun âleti ile vakit geçirme.
Telahuk
Birbirine katılmak. Birbiri arkasından gelip birleşmek.
Telahuk-u efkâr
Fikirlerin birbirine eklenmesi ve ilâve edilmesi.
Telahuz
Gözucu ile bakma. Gözucu ile bakışma.
Telaiye
İstikmet, doğruluk.
Telak
Ulaşmak, varmak.
Telaki
Kavuşma. Buluşma, birbirine kavuşma.
Telakigâh
f. Buluşma yeri. Kavuşma yeri.
2989
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Telakki
Karşılamak. Almak. Kabul etmek. * Şahsi anlayış ve görüş.
Telakki-i bi-l-kabul
Kabul ile karşılamak, kabul etmek.
Telakkiyât
(Telakki. C.) Şahsî anlayış ve görüşler. * Kabul etmeler. Telakkiler.
Telakkub
(Lâkab. dan) Lâkab alma. Lâkablanma.
Telakkuf
Ağızdan söz kapmak. * İşitmek. * Yutmak. * Sür'atle almak.
Telakkuh
Kendisini gebe, hâmile gösterme. Gebe kalabilme.
Telakkum
Parçalayıp lokma yapıp yutma. * Karın gurultusu.
Telakkut
Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.
Telaküm
Yumruklaşma. Boks.
Telale
Dalâlet.
Telam
Hizmetçi talebe.
Telamiz
(Tilmiz. C.) Talebeler, çıraklar.
Telasim
(Tılsım. C.) Tılsımlar.
Telassus
Çalma. Sirkat etme. Hırsızlık yapma.
Telasuk
(Lüsuk. dan) Bitişme, yapışma. Birbirine bitişik olma.
Telatil
Zorluklar.
Telattuf
(C.: Telattufât) (Lutf. den) Lütuf ve nezaketle davranma. Nâzikâne muamelede bulunma.
Telattufen
Nezaketle, lütuf ile.
Telattufkâr
f. Lütuf, nezaket ve tatlılıkla muamele eden.
Telattufât
(Telattuf. C.) Nâzikâne muameleler.
Telattuh
Bulaşma, bulaşık olma.
Telatuf
(C.: Telâtufât) Nezaket ve lütufla hareket etme, nâzikâne muamelede bulunma.
Telatum
Birbiri ile çarpışmak, vuruşmak. (Deniz dalgaları gibi) * Birbirine şamar vurmak.
2990
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Telatumgâh
f. Dalgalı yer. Dalgası çok olan yer.
Telaub
(La'b. dan) Oynama. Oynaşma.
Telaum
Muntazır olmak, gözlemek, beklemek.
Telaun
Birbirine karşılıklı lânet okuma. (Bak: Lian)
Telavüm
(Levm. den) Birbirine levmetme. Birbirini çekiştirme.
Telazum
Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak.
Telazzi
(Ateş) alevlenmek.
Telaşi
Önem ve ehemmiyetini kaybetme. * Dağılma. * Telâş.
Telbib
(C.: Telâbib) Bir kimsenin yakasına yapışıp çekmek. * Boyun.
Telbid
Bir yere toplayıp yığmak. * İhramda olan kimsenin saçı dağılmasın diye başına sakız yapıştırması.
Telbie
"""Lebbeyk"" demek."
Telbik
Teridi yağlı yapmak.
Telbin
Kerpiç kesmek.
Telbine
Sütlü bulamaç aşı. * Arpa suyu.
Telbis
(Lebs. den) Ayıbını, kusurunu örtüp iyi göstermek. * Suret-i haktan görünerek hile edip aldatmak. * Hile. Oyun.
telbis
giydirme.
Telbisât
Telbisler. Hileler, oyunlar.
Telbiye
Lebbeyk (Yâni: Emredersiniz, ben emrinize hazırım) demek. İcabet etmek. (Bak: Lebbeyk)
telbiye
lebbeyk demek.
Telcie
İkrah etmek, iğrenmek, tiksinmek, kerih görmek.
Telcim
(Licâm. dan) Gem vurma, gemleme. Gemlenme.
Telcin
Davarın sütünü sağıp memesini boşaltmak. * Kalınlaştırmak.
Tele
Tuzak. * Ağıl.
2991
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tele'lü'
(Lü'lü'. den) Parıldama.
Tele'üv
Parıldama, parlama.
Telebbüb
Silâh takınmak.
Telebbüd
Birbiri üstüne yığılmak. * Bir yere gizlenip av gözlemek.
Telebbük
Mide dolgunluğuna uğrama.
Telebbün
(Leben. den) Durma, eğlenme. * Memeden sütün damla damla akması.
Telebbüs
Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak.
telebbüs
giyinme.
Telebbüt
Muztarib olmak, acı çekmek. * Dönmek.
Teleccüc
Geminin denizin derin yerine varması.
Teleccüm
Dizgin vurmak.
Teleccün
Bir nesneyi ovalayıp kirini gidermek.
Teleclüc
Söylerken şaşırarak ağzında lâkırdıyı karıştırarak söylemek. * Kımıldatmak. Hareket etmek. * Tereddüt.
Teleddüd
Sağına ve soluna iltifat etmek.
Teleddüm
Kaftan eskitmek. * Yama vurmak.
Teleddün
Eğlenmek.
Telef
Yok olmak. Ölmek. Zâyi olmak. * Boş yere harcamak.
telef
zayi olma, ölüm.
Teleffüm
Yüzüne ve ağzına yaşmak bağlamak.
Teleffüt
Etrâfına bakınma.
Telefât
(Telef. C.) Ölüm sebebiyle olan kayıplar.
Telehcüm
Haris olmak, hırslı olmak.
Telehhi
Oynama. Oyun ile vakit geçirme.
2992
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Telehhüb
(Leheb. den) Alevlenme, tutuşma, alevlenip yanma. * İltihap.
Telehhüf
Mahzun olmak. Hasret ve kederle yanıp yıkılmak. Ah çekmek.
telehhüf
ah etme.
Telehhüm
Yutmak.
Telehvuk
Huyu olmadan cömertlik göstermek.
Telehvüc
Biri işi gevşek yapmak.
Telekkü'
Tevakkuf etmek, durmak, duraklamak. * Bir işe dolaşmak.
Telemlüm
Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
Telemmu'
Parıldama. Işıldama.
telemmû
ışıldama.
Telemmüc
Yemek artığını dil ile ağızda aramak. * Tatmak. * Yemek.
Telemmük
Tatmak. * Yemek.
Telemmüs
(Lems. den) El ile dokunma.
Telemmüz
Tatmak. * Yemek. * Dili ağızda döndürüp yemek kırıntısı aramak.
telemmüz
talebelik.
Telepati
yun. Gelecekte veya uzakta olan bir hâdiseyi o anda duyma hâli.
telepati
gelecekte veya uzaktaki bir hâdiseyi hissetme hâli.
Teleskop
Fr. Gök cisimlerini görmek için kuvvetli dürbün.
teleskop
gök dürbünü.
Teleslüs
Tereddüt etmek, karar verememek.
Telessüm
Yaşmaklanma.
Televizyon
Fr. Elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla hareketli veya hareketsiz şekillerin resmini uzaklara nakletme usulü. * Bunun alıcı cihazı. (Bak: Celb-i suret, Radyo)
Televvüm
Muntazır olmak, beklemek, gözlemek. * Kabul etmemek.
2993
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Televvün
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Levn. den) (C.: Televvünât) Renkten renge girme. Renk değiştirme. * Döneklik, kararsızlık.
televvün
renkten renge girme.
Televvüs
Kirlenmek. Pislenmek. Bulaşıp murdar olmak.
televvüs
kirlenme, pislenme.
Teleyyün
(Leyn. den) Yumuşak. Yumuşak olmak. Sulanmak.
Teleyyüs
Arslan yürekli olma, arslan yürüyüşlü olma.
Telezzüc
(Lüzucet. den) Yapışkan olma. * Çekilip uzanmak.
Telezzüz
Tat ve zevk almak. Zevklenmek.
telezzüz
lezzet alma.
telezzüzat
lezzet almalar.
Telfi'
Başını örtmek.
Telfif
Bürünme, sarma, örtme.
Telfik
Birleştirme, ekleme. İstif. * Bir yere getirip ulaştırmak.
Telfik-i mezahib
Dinî bir mes'elede, hak mezheblerin aynı o mes'ele hakkındaki zıd görüşleri cem'etmekle bir mezheb yapmak. Bu zıd görüşlerle amel etmeyi caiz görür. Fukaha ise bu tarzı caiz görmemişlerdir.Tevhid-i mezahib ise: Hak mezheblerin mes'eleleri arasında, tercih yoluyla bazı mes'elelerini alıp bir mezheb yapmaktır. (Sadreddin Yüksel)
Telh
f. Acı.
Telh-kâm
"f. ""Damağı acı"": Kederli, dertli."
Telh-nak
f. Lezzeti acı olan, lezzeti hoş olmayan.
Telhbâr
f. Acı olan meyve. Meyvesi acı olan.
Telhgû
f. Acı söyleyen.
Telhgüftar
f. Acı sözlü.
Telhib
(C.: Telbihât) (Leheb. den) Alevlendirme, tutuşturma.
2994
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Telhid
(Lahd. dan) Mezar çukuru kazma. Kabire lâhid yapma. * Gömme.
Telhif
(C.: Telhifât) Acınma, acıklanma.
Telhih
Kavuşturmak.
Telhim
(Lâhm. dan) Etlendirme, semirtme.
Telhin
(C: Telhinât) Okurken kelime veya harf değiştirme. * Yanlışını çıkarma.
Telhis
Kısaltma. Hülâsasını alma.
telhis
özetleme.
Telhisen
Kısaltılarak, hülâsaten, özet olarak, hülâsa tarzında.
Telhisât
(Telhis. C.) Kısaltmalar, hülâsalar, özetlemeler.
Telhiye
Gâfil olmak, gaflette bulunmak. * Meşgul olmak.
Telhî
Acılık.
Telid
(Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi.
Telil
Boğaz.
Teliyye
Borç bakiyyesi. * Tâbi olmak, uymak.
Telkib
Lâkab vermek, isim takmak.
telkib
lâkap takma.
Telkif
Telkin etmek.
Telkih
İlkah etmek. Aşılamak. * Aşı. * Cinsinin üremesini sağlamak.
telkih
dölleme, aşılama.
Telkim
Lokma lokma yedirme. Lokma verme.
Telkin
(C.: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce. * Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak. * Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz.(Telkini fenden
2995
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
almış,Medeniyetten taklid,Hürriyet tenkid vermiş,Gururdan dalâlet çıkmış.) (Lemeât) telkin
aşılama.
telkinat
aşılamalar.
Telkıye
Ulaşmak, varmak. * Bir nesneyi yüze getirmek.
Tell
(C.: Tilâl) Tepe, yığın, küme. * Düz yer üstüne yatırmak.
Tell-i refi'
Yüksek tepe.
Tellal
(Bak: Dellâl)
Telmi'
(Lemeân. dan) Renk renk yapma, rengârenk yapılma. * Parıldama, parıldatılma. * Edb: Mısraları, Türkçe, Arabça, Farsça gibi başka başka dillerde olan manzume yapma.
Telmih
(C.: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek. * Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade etmek. * Edb: İbârede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya, ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek.
telmih
metinde sözü edilmeyen bir şeye işaret etmek.
Telmihen
Telmih suretiyle. Telmih için. İmâlı olarak.
telmihen
telmihle.
Telmiz
Dili ağızda yemek kırıntısı için gezdirmek. * Tattırmak. * Yedirmek.
Telsin
Bir nesneye dil etmek.
Teltele
Hareket ettirmek.
Teltim
Kuvvetle sille vurmak.
Telvi'
(C.: Telviât) İçini yakıp dertlendirme.
Telvih
Açıklamak. * Zâhir ve aşikâre kılmak. * Susuzluktan insanın çehresi bozulmak. * Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir
2996
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
nesnenin rengini değiştirmek. * Posa hâline getirmek. * Kocamak. Saç ağarması. * Almak. * İşaret etmek. * Edb: Lüzumlu şeylerden bahsetmek suretiyle olan kinâye. Meselâ: Filâncanın mutfağında çok odun sarf olunur denildiği zaman, bundan, mutfakta çok yemek pişirildiğine, ev sahibinin cömertliğine ve misafirin çokluğuna intikal edilir. telvih
açıklama, kinayeli söyleyiş.
telvihen
açıklayarak.
Telvihât
Telvihler. Kinaye halindeki işaretler.
telvihât
telvihler, kinayeli söyleyişler.
telvihî
açıklamalı.
Telvik
Yemeği yumuşak ve yağlı yapmak.
Telvim
(C.: Telvimât) (Levm. den) Azarlama, paylama.
Telvin
(Levn. den) Renk verme. Boyama. Boyanma.
Telvis
(C.: Telvisât) Kirletmek. Bulaştırmak. Pisletmek. * Mc: Bozmak, berbat etmek.
telvis
kirletme, pisletme.
Telviye
Bükme, burma, çevirme, kıvırma.
Telyin
(Leyyin. den) Yumuşatmak. Eritmek. * İçi yumuşatmak, kabızlıktan kurtarmak.
telyin
yumuşatma.
Telyin-i hadid
Demirin yumuşatılması.
Telzie
Davarı iyi gütmek.
Telziz
Lezzet verme. Tatlandırma. Lezzetlendirme.
telziz
lezzetlendirme.
telâffuz
söyleyiş, diksiyon.
2997
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
telâfi
eksiği giderme.
telâfif
lif lif olma, kıvrımlar.
telâhuk
katılma, eklenme.
telâkkî
anlayış, anlama.
telâkkîyât
anlayışlar, anlamalar.
telâkî
kavuşma.
telâtum
vuruşma, çarpışma.
telâzum
gerekirlik.
telêlü
parıldama.
telîn
lânetleme.
Tem'ik
Yuvarlamak.
Tema'dün
(Ma'den. den) Maden haline geçme.
Tema'uk
Yuvarlanmak.
Tema'ur
Mütegayyer olmak, değişmek. * Rengi donuk olmak. * Saç dökülmek.
Tema'ut
Saç dökülmek.
Temacüd
(Mecd. den) Büyüklüğünü ve şerefini çoğaltma.
Temadi
Devam etmek. Sürüp gitmek. * Uzak olmak. * Müntehi ve muktezi olmamak.
Temahhuh
Kemikten ilik çıkarmak.
Temahhul
Hile etmek.
Temahhut
Sümkürme.
Temahhuz
(Temahhud) Doğum sancısı çekmek. * Hayvanın gebe oluşu. * Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi. * Fitne çıkarma.
Temahuk
İnat etmek.
Temahül
Mühlet verme. Yavaş ve ağır davranma.
Temakkuk
Dinlene dinlene içmek.
2998
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Temalü'
Arkadaş olmak.
Temalük
Nefsini zaptetme. Kendine hâkim olma.
temanü
çatışma.
Temanü'
Çatışma ve birbirine mani olma. İhraç. Adem-i kabul. Tard. (Bak: Bürhan-üt temanü')
Temari
Şek şüphe etmek. Mücadele etmek.
Temaruz
Yalandan hastalanmak. Kendini hasta gibi göstermek.
Temas
(Bak: Temass)
temas
dokunma, değme.
Temasih
(Timsah. C.) Timsahlar.
Temasil
Timsaller. Suretler. Resimler. Putlar. Semboller. Tasvirler.
Temass
(Mess. den) Yan yana bulunma. * Birbirine değme. * Münasebette bulunma.
Temassur
Davarın memesinde kalan sütü sağmak.
Temassus
Emmek.
Temasül
Benzeyiş. Benzeme. Birbirine benzemek. Birbirine müsavi ve müşabih olmak. * Hasta sıhhate, iyi olmağa yaklaşmak. * Mat: Kesirsiz taksim kabul etmek, kesirsiz bölünebilmek.(Temasül tezadın sebebidir, tenasüb tesanüdün esasıdır, sıgar-ı nefs, tekebbürün menbaıdır, zaaf gururun madenidir. Acz, muhalefetin menşeidir, merak ilmin hocasıdır. M.)
Tematti
(Matiyy. den) Vücutta duyulan ağırlıktan dolayı gerinme. * Yürürken sallanmak.
Temattuk
Bir nesnenin lezzetinden ağzını şapırdatmak.
Temattur
(Matar. dan) Yağmur yağma. * Hız. Sür'at.
Temavüt
Kendini ölmüş gibi gösterme.
2999
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Temayüc
Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
Temayül
(C.: Temayülât) Meyletmek. Bir cihete iltifat etmek. Bir tarafa eğilmek. * Bir yana çarpılmak. * Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek.
Temayülât
(Temayül. C.) Meyiller, sevgiler, muhabbetler.
Temayün
Yalan olmak.
Temayüt
Birbirinden ayırmak.
Temayüz
Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak.
temayüz
kendini gösterme.
Temayüzat
(Temayüz. C.) Üstün olmalar, temayüzler, yükselmeler.
Temazmuz
(Mazmaza. C.) Mazmaza yapma. Ağzını su ile çalkalama.
Temazuh
şakalaşmak.
Temazuk
Münafıklık etmek.
Temazüc
Birbiriyle karışmak. * Şakalaşma.
temazüc
kaynaşma.
Temaî
Genişlemek.
Temaşa
f. Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. Seyre çıkmak. Gezmek. İbretle bakmak.
Temaşager
(Temaşakâr) f. Seyirci. İbretle etrafı temaşaya çıkmış olan.
Temaşagerân
(Temaşager. C.) Seyirciler. Temaşa edenler.
Temaşagâh
f. Gam ve kederi defetmek için gezip seyredilecek yer. Eğlence mahalli.
Temaşahâne
f. Temaşa edecek yer. * Mc: Dünya.
Temaşi
Birbiriyle yürüyüşmek, birlikte yürümek.
3000
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Temcid
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğünü bildirmek. Tazim ve sena etmek. * Ağırlamak. * Sabah namazı vaktinden evvel minarelerde belli makamlarda söylenen ilâhi, niyaz.
temcid
Allahın büyüklüğünü bildirme.
Temcid pilavı
"Mc: Tekrar tekrar bahsedilen şey, daima öne sürülen madde. Mükerreren ortaya sürülen bahis, yahut söylenilen söz. (Menşei: ""Erkeğini sahura bekleyen kadının, pilavı yanmasın diye kaldırması ve soğumasın diye tekrar koyması"" diye söylenir.)"
Temciş
Oynatmak veya oynamak.
Temdid
Devam ettirmek. Uzatmak. Uzatılmak. Sürdürmek. * Çekip uzatmak. * Tecvidde: Bir harfi uzun okumak, çekmek.
temdid
devam ettirme.
temdidâd
devamlar, uzatmalar.
Temdih
Medhetmek. Çok övmek. Mübalâğa ile medih.
Temdihât
(Temdih. C.) Mübalâğa ile medhetmeler.
Temeccüd
şeref sahibi olma. Ululanma.
Temeccüs
Mecusi olmak.
Temeddüd
Çekilmek. * Uzamak. * Gerinmek.
Temeddüh
Kendi kendini övmek. Kendini beğendirmeğe çalışmak. böbürlenmek.
temeddüh
kendini övme.
temeddühkârâne
kendini övercesine.
Temeddühât
(Temeddüh. C.) Temeddühler, böbürlenmeler.
Temeddün
Medenileşmek. şehirlileşmek. Medeni olmak.
temeddün
medenîleşme.
Temedru'
Ferace ve kaftan giymek. Çarşaf giymek.
Temeh
Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.
3001
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Temehdi
Mehdilik dâvasında bulunma, mehdilik dâvasına kalkışma.
Temehhuz
Bir şeyden hülâsa olarak çıkmak. (Sütten yağ çıkması gibi)
temehhuz
bir şeyin safileşip olgunlaşması.
Temehhuz-u tecarüb
Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemale gelmesi.
Temehhüd
(Mehd. den) Yayılıp döşenme.
Temehhül
Takdim etmek. Hayırda takaddüm etmek. İşinde acele etmemek. Teenni.
Temehhür
(Maharet. den) Mâhir olma.
Temekkük
Karışmak.
Temekkün
Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak. * Vakar ve temkin sahibi olmak. * Sultan yanında rütbe sahibi olmak.
temekkün
yerleşme.
Temelluk
Yaltaklanmak. * Tevâzu ve yumuşaklık göstermek. * Dalkavukluk.
temelluk
yaltaklanma.
temellukkârâne
yaltaklanırcasına.
Temellus
Halâs olmak, kurtulmak.
Temellük
Mülk edinmek. Kendine mal edinmek. Sâhib olmak. * Kadir ve muktedir olmak.
temellük
mal edinme, sahiplenme.
Temellül
(Millet. den) Bir milletin ferdi olma, milletlenme. * Bir dine bağlı olma. * (Melel ve Melâl. den) Hastalığın etkisiyle yatakta rahat yatamayıp, kımıldanıp durma.
Temelmül
Yatak veya döşekte rahat olmama.
Temendül
Elini mendil ile silmek.
Temenna
Eli alnına götürerek selâmlama işareti yapma. * Minnettar olma.
Temenni
Dilek. İstek. Duâ. Rica etmek.
3002
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Temenniyât
(Temenni. C.) Temenniler, dilekler, istekler.
Temennu'
Kavi olmak. Kuvvetlenmek.
temennâ
el selâmı.
temennî
dileme, isteme.
Temerküz
Merkez tutma, merkezleşme. Bir merkezde toplanma. * Yığılma. Birikme.
temerküz
merkezleşme.
Temermür
Titremek.
Temerruh
Kendini yağla ovmak.
Temerruk
Çorba içmek.
Temerrut
Saç dökülmek.
Temerrüd
İnad, direnme. * Yapılması gereken bir şeyi yapmakta kasten geciktirme.
temerrüd
direnme.
Temerrün
Tekrar ettirerek alıştırma. İdman yapma.
Temerrüş
Az miktar su.
Temeshur
(C.: Temeshurât) Maskaralık yapma.
Temeskün
Miskin olma. Miskinleşme.
Temessuh
Kendini bir nesneye sürmek, meshetmek. * Bir şeye sürünmek.
Temessük
Tutunma. Sarılma. Sıkıca tutma. * Hüccet ve delil izhar etme. * Borç senedi.
temessük
tutunma, yapışma.
Temessül
"Benzeşmek. Cisimlenmek. * Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek. * Bir kıssa veya atasözü söylemek.(Temessülün çok envaından şu mes'eleye medar olacak üç nev'ine işaret ederiz:Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O
3003
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
akisler, hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zihayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassaları onlarda yoktur.İkincisi: Maddi nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil. Fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor. Fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin her birinde, Güneş'in hassaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb'a bulunuyor. Eğer, faraza, Güneş zişuur olsa idi, (harareti, ayn-ı kudreti; ziyası, ayn-ı ilmi; elvan-ı seb'ası, sıfat-ı seb'ası olsa idi) o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasiyle görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem haydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsül-emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde Huzur-u Nebevide bulunduğu bir anda Huzur-u İlâhide haşmetli kanatlariyle Arş-ı A'zamın önünde secdeye gider. Hem o anda hesapsız yerlerde bulunur. Evamir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş, bir işe mâni olmazdı. İşte şu sırdandır ki mahiyeti nur ve hüviyeti nurâniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mâni olmaz. Hattâ evliyâdan, ziyade nuraniyet kesbeden ve abdâl denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde
3004
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş. Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misâlin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasıta-i seyr ve seyahat suretine geçerler ve o ruhaniler, hayal sür'atiyle o merâya-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Madem Güneş gibi âciz ve musahhar mahluklar ve ruhani gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu'lar, nuraniyet sırriyle bir yerde iken, pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz'î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz'î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler.Acaba, maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat, O'nun envar-ı kudsiye-i esmasının bir keşif zılâli; ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misâl, nimşeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhita; ve şuunatı külliye olan bir Zât-ı Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki Teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahsiyet, külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? S.)" temessül
yansıma, görünme.
temessülât
yansımalar.
Temettu'
(C.: Temettuât) Kazanma, kâr etme. * Kâr, fayda, menfaat. * Toplamak, cem'etmek. * Mühlet vermek. * Yoldaş olmak.
Temettuât
(Temettu'. C.) Kârlar, kazançlar, faydalar.
Temevlî
Kendini mevlâ kılmak.
3005
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Temevvüc
(C.: Temevvücât) Dalgalanmak. Çalkanıp dalga dalga olmak.
temevvüc
dalgalanma.
temevvücsâz
dalgalandıran.
Temevvücât
(Temevvüc. C.) Dalgalanmalar.
temevvücât
dalgalanmalar.
Temevvül
(Mâl. dan) Zenginleşme, mal edinme.
temeyyü
sıvılaşma, sulanma.
Temeyyü'
Sulanma, sulu hâle gelme. Akma. Cıvıklaşma, sıvı hâle gelme.
Temeyyüh
Sulanma.
Temeyyüh-i dem
Kanın sulanması.
Temeyyüz
Benzerlerinden farklı ve üstün olma. Diğerleri arasından kendini gösterme.
temeyyüz
kendini gösterme.
Temezzuk
Parça parça olma. Yırtılma.
Temezzüz
Yavaş yavaş ve dinlenerek içmek.
Temeşmüş
Zerdali yemek.
Temeşşi
Yürüme (Mâneviyatta daha çok kullanılır.)
Temeşşut
(Muşt. dan) Saçını, sakalını tarama.
Temhid
(Mehd. den) Döşeme, yayma, düzeltme. * İskân etme. * Bir maddede özür, bahane beyan eylemek. * Özür sahibinin özrünü kabul ile tasdik eylemek. * Serd etme, izah etme, arz etme. * Mukaddeme yapma. Hazırlama.
temhid
hazırlama, döşeme.
Temhik
İptal etme.
Temhil
Sonraya bırakma. Mühlet verme.
Temhir
Mühürleme.
3006
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
temhir
mühürleme.
Temhis
İmtihan ve tecrübe etme. * Halâs etme.
Temhisât
(Temhis. C.) Tecrübeler, imtihan etmeler.
Temhiz
Doğum ağrısı çekmek. (Bak: Temahhuz)
Temim
Katı, şiddetli, şedid.
Temime
(C.: Temâyim) Heykel.
Temk
Uzamak. * Yükselmek, yüce olmak.
Temkin
Ağır başlılık, usluluk. * Ölçülü hareket sâhibi. * Vakar, izzet. İktidar, kudret. * Birini bir şeye muktedir kılmak. * Kararsızlıktan kurtulup huzur ve sükuna mazhar olmak. * Tedbir, ihtiyat.
temkin
ölçülü hareket.
Temlie
(Mel'. den) Ağız ağıza doldurma.
Temlih
(Süryânice) El-Kayyum mânasında (Esmâ-i İlâhiyedendir).
Temlik
Mal sahibi etmek. Birine mülkü kazandırmak, sahib etmek. * Mülk olarak vermek.
temlik
mülk edindirme.
Temliken
Mülk olarak vermek suretiyle. Temlik tarzında.
Temlis
(Melis. den) Pürüzlerini giderme. Düzleme.
Temliye
Doldurma veya doldurulma.
Temmar
Hurmacı. Hurma satan.
Temme
Tamam oldu, bitti (mânasına fiil).
temme
bitti.
Temni'
(Mübalağa ile) Men etmek, engel olmak.
Temr
Hurma.
Temre
Bir tek hurma.
3007
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Temren
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da ""soya"" adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark vardı. Temren oka; ok ise soyaya takılırdı."
Temri
Hurmayı seven.
Temrid
Binayı yüksek yapmak.
Temrig
Yuvarlamak.
Temrih
Hafifçe sürme. Uğuşturma. * Bulaştırmak.
Temrin
Yumuşak etme. İdman ettirme. * Tekrarlatarak çalıştırma. Egzersiz.
temrin
alıştırma.
Temrir
Acılık verme.
Temriz
(Maraz. dan) Zayıf gösterme.
Temsik
Cenk etmek, dövüşmek, vuruşmak. * Bir kimseye deri vermek. * Deriye renk vermek.
Temsil
Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Örnek, nümune söz. (Bak: Kıyas-ı temsilî)
temsil
misal verme.
Temsilât
(Temsil. C.) Temsiller, örnekler.
temsilât
temsiller.
Temsilî
Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran.
temsilî
temsile dair.
Temsir
Birşeye göz dikip beklemek.
Temsiye
Akşamlık. * Akşamleyin bir nesne getirmek.
Temti'
Faydalandırma, kâr ettirme.
Temtit
"""Ekber"" derken bir elif fazlalaştırıp ""ekbâr"" demek. * Med edip çekmek."
3008
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Temuçin
(Bak: Cengiz)
Temvih
(C.: Temvihât) Sulandırma, su katma. * Haksız bir şeyi haklı gösterme.
Temvil
(Mâl. den) Mal sâhibi etme.
Temyi'
(Mey'. den) Sıvılaştırma. Sıvı hale getirme.
Temyil
İki şey arasında mütereddit olmak, karar verememek.
Temyis
Yumuşak yapmak, yumuşatmak.
Temyiz
"Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak. * Yargıtay. * Gr: Belirsiz olan kelime ve sayıları belirli hale koymak. Meselâ: ""İşrune dirhemen"" (yirmi dirhem) ve ""Retle zeyten"" (Bir retl zeytin yağı) tâbirlerinde ""dirhemen"" ve ""zeyten"" gibi."
temyiz
ayırma, seçme.
Temyizen
Temyiz suretiyle. Temyiz yoluyla. Seçerek.
temyizen
ayırarak, seçerek.
Temzic
Karıştırmak. Katmak. Mezcetmek. * Bir kimseye bir şey vermek.
temzic
kaynaştırma.
Temzig
Ayırmak. * Dağıtmak.
Temzik
(C.: Temzikat) Yırtma, paralama, perakende etmek.
temâdi
sürüp gitme.
temâsil
timsaller, semboller.
temâsül
misil olma, benzeyiş.
temâyül
meyletme, eğilim.
temâyülât
meyletmeler, eğilimler.
temâşâ
seyretme.
temâşâger
seyirci.
3009
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
temâşâgâh
seyir yeri.
Temşik
Kırmızı balçıkla renk etmek.
Temşir
Sevinmek. * İzhâr etmek, göstermek.
Temşit
(Muşt. dan) Tarama veya taranma.
Temşiye(t)
(Meşy. den) Yürütme, ilerleme. * Meydana gelmesini kolaylaştırma.
Ten
f. Gövde, beden, vücut. * İnsan bedeninin dış yüzü.
Ten'ab
Karga sesi.
Ten'il
Nallama, nallanma.
Ten'im
"Nimetlendirmek. Bolluk içinde olmak. Rahat ve refah kılmak. * ""Neam"" diye cevap vermek."
Ten'iş
Yukarı kaldırma.
Ten-asan
f. Rahatını düşünen adam.
Ten-aver
(C.: Ten-âverân) f. Vücutlu, etine dolgun.
Ten-dürüst
f. Sağlam vücutlu, kuvvetli. Vücudu sağlam olan.
Tena'nu'
Uzak olmak, uzaklaşmak.
Tena'ul
Nâlin giymek.
Tena'um
Nimetlenme, bolluk içinde yaşama.
Tenabüz
Ahidlerini bozmak, sözlerinde durmamak.
Tenaci
Fısıltı ile birbirine gizli söylemek.
Tenacüş
Satın almak.
Tenad
Birbirine nidâ etmek, birbirine bağırışmak.
Tenadd
(Nudud. den) Dağılma, darmadağın ve perişan olma. * Birbirinden ürkme.
Tenadi
Birbirine nida etmek, çağırmak. * Bir araya toplanma.
Tenadüm
(Nedem. den) Birbiriyle konuşma. Sohbet.
Tenadür
Azalma, nâdirleşme.
3010
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tenadüs
Birbirine lâkap koyup bağırışmak.
Tenaffuh
"şişmek. "" Uf, tüf, ah ve oh"" demek."
Tenaffut
Çok kızma, hiddetlenme.
Tenafi
Birbirine zıt ve muhâlif olma.
Tenafür
Birbirinden kaçmak. Ürkmek. * Uzağa çekilmek. * Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak. * Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması.
Tenafür-ü kulûb
Kalblerin birbirinden nefret etmesi.
Tenafüs
(C.: Tenâfüsât) Hased etme. Çekememe.
Tenaggum
Şarkı söylemek.
tenaggum
nağme yapma.
Tenagguş
Hareket etmek.
Tenahhi
Bir yana çekilme, alarga durma. * Irak olma.
Tenahhum
Tükürmek. * Asık suratlı olmak, ekşi yüzlü olmak.
Tenahi
Son bulma, bitme, tükenme. * Yasağı kabul ile geri durmak.
Tenahnuh
Öksürerek boğazını açmak, öksürmek. Öhö öhö demek. * Fık: Zaruret olmasa bu öksürük namazı bozar.
Tenahüd
Tevzi etmek, dağıtmak. * Hediye vermek, atâ etmek.
Tenai
Uzaklık.
Tenakki
Muhayyer olmak.
Tenakkub
Nikab örtünmek, yüze peçe örtmek.
Tenakkul
(Nukl. den) Bir yerden başka bir yere geçme. * Nakletme. * Bir makamdan başka makama intikal etme.
Tenakkur
Müçtemi olmak, içtima etmek, toplanmak.
Tenakkus
Eksilmek.
Tenakkut
(Nokta. dan) Benek benek olma. Nokta nokta olma.
3011
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tenakkuz
Halâs olmak, kurtulmak.
Tenakus
Noksanlaşmak. Azalmak. Eksilmek.
Tenakusât
(Tenakus. C.) Eksilmeler, azalmalar.
Tenakuz
Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt olması. * Man: İki şeyin birbirine nakiz olması. Bir şeyin nakizi, o şeyin ref'inden (kaldırılmasından) ibarettir.
Tenakuzât
(Tenakuz. C.) Tenakuzlar.
Tenaküh
Nikâhlanmak.
Tenakür
Bilmezlikten gelmek. Tecâhül etmek. * Birbirine adâvet etmek.
Tenanir
(Tennur. C.) Ocaklar, fırınlar, tandırlar. * Su pınarları.
Tenasi
"Unutmuş görünmek. Unutmak. Kendini unutmuş gibi göstermek. (Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyân veya tenâsi edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler. M.) (Bak: Vicdan)"
Tenassuh
Nasihat almak, aklı başına gelmek. * Başkası hakkında iyilik istemek.
Tenassuk
Nizâmına koyma, tertib etme, düzenleme.
Tenassur
Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme.
Tenassüb
Dikilip durma.
Tenasuf
Yarıya bölmek.
Tenasuh
Birbirine nasihat etme.
Tenasuk
Nizam üzere dizilme.
Tenasur
Yardımlaşma. Karşılıklı yardım etme. * Haberler birbirini tasdik eylemek.
Tenasüb
Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma. * Nisbet, kıyas. * İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü. * Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek.
3012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tenasüh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları. * Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi. (Bak: Mumya)
Tenasüh-vâri
f. Tenasühe benzer bir surette.
Tenasül
Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek.
Tenasülât
(Tenasül. C.) Çoğalma. Tenâsüller. Üremeler.
Tenasür
Saçılma, serpilme, püskürme.
Tenattu'
Çok arıtmak. * Ayırmak.
Tenattuf
Küpe takma.
Tenattus
Dikkatle tecessüs etmek, araştırmak. * Ayırmak.
Tenatuh
(Hayvanların) birbirlerine süsüşme (si). * Birbirine başla vurmak.
Tenatüc
Neticelenme. Birbirini netice vermek.
Tenatül
Birbirine muhâlif olmak, ters olmak.
Tenavüb
Nöbetleşme. Nöbet ile çalışma. Münâvebe.
Tenavül
Bir şeyi alma. * Yemek yeme. * Bahşiş ve ihsanda bulunma.
Tenavüm
Yalandan uyur gibi görünme.
Tenavür
İri vücutlu kişi, iri yarı kimse.
Tenavüş
Aşağı tutmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Alıp yemek.
Tenayüb
Nöbetleşmek.
Tenazu'
Kavgalaşmak, çekişmek. Birbirine husumet etmek.
Tenazuk
Birbirine öğretmek.
Tenazul
Birbiri ile oklaşmak.
Tenazur
Birbirine karşı olmak. Simetri hâli. * Bakışmak. Bir iş hususunda birbirine bakmak.
Tenazurî
Simetrik.
Tenazzuh
Bulaşmak.
3013
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tenazzur
Dikkatle bakarak düşünme. Düşünerek dikkatle bakma.
Tenazzüf
Pâklanma, temizlenme.
Tenazük
Birbirine süngü ile vurmak.
Tenazül
Yayan olarak vuruşmak.
Tenaşir
Acemi yazısı, çocuk yazısı.
Tenaşüd
Birbirine şiir okuma.
Tenaşür
Dağılmak.
Tenbal
Kısa boylu, bodur adam.
Tenban
f. Don, iç donu.
Tenbel
(Tembel) f. Üşenen, üşengeç. * İşte ağır, davranan ağır yürüyen, ağır hareketli.
Tenbel-hâne
"f. Memurları iş görmez olan dâire; fertleri tenbel olan ev. Tenbeller yuvası."
Tenbelit
f. Hayvan yükü. Küçük yük.
tenbelkârâne
tembelce.
Tenbie
Haber vermek.
Tenbih
(C.: Tenbihât) Göz açtırmak. * Gafletten ikaz etmek. Faaliyetini arttırmak. * Sıkı emir vermek. * Bir işin yapılacağı hakkında yapılan nasihat.
tenbih
uyarma, nasihat.
Tenbihât
(Tenbih. C.) Tenbihler. İkaz etmeler.
tenbihât
tenbihler, uyarmalar.
Tenbik
Ağaçları aynı hizâda dikmek.
Tencic
Şâd etmek. Sevindirmek.
Tencid
Evin içini nakışlı bezlerle süslemek. * Kahraman yapmak.
3014
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tencim
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yıldız ilmi ile uğraşmak. Yıldızların hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak.
Tencir
Korkutmak.
Tencis
(Necâset. den) Pisleme, murdarlaştırma, pis etme.
Tenciye
(Necât. dan) Kurtarma.
Tenciz
Sona erdirme. Sonuçlandırma, neticelendirme. * Sözünü yerine getirme.
Tendid
Meşhur etmek.
Tendif
Yün ve pamuk atmak.
Tendiye
Islatma, nemleme.
Tene
f. Gövde, beden, cüsse, vücut. * Örümcek ağı.
Tenebbi
(Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma, peygamberlik dâvasında bulunma.
Tenebbu'
Az az işlemek. * Yerden kaynama. Nebean etme.
Tenebbü'
(Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma.
Tenebbüh
Uyanmak. Kendine gelmek. Aklını başına getirmek.
tenebbüh
uyanış.
Tenebbüt
Büyümek. Yerden çıkıp biten nebat gibi yetişmek.
tenebbüt
büyüme, yetişme.
Teneccüc
Çok olmak. * Zayıflamak, süst olmak. * Aşağı gelmek. * Geniş yer tutmak.
Teneddi
Gamkin ve üzüntülü olmak.
Tenedduh
Koyunun otlamaktan semiz ve besili olması.
Teneddus
Çıkmak, huruç etmek.
Teneddüb
(Nedbe. den) (Yara) kapanma.
Teneddüd
Halk içinde meşhur olmak.
3015
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teneddüm
(Nedâmet. den) Pişman olma, pişmanlık duyma, nedâmet etme.
Teneddüs
Toprağa gömülmek.
Teneffu'
(C.: Teneffuât) Faydalanma, menfaatlenme.
Teneffuh
Boş lâflarla gururlanma.
Teneffut
(El) Kabarmak.
Teneffül
Nâfile namaz kılma veya oruç tutma.
Teneffür
Çekinme. Kaçınma. Nefret etme. İğrenme.
teneffür
nefret etme.
Teneffüs
(Nefes. den) Nefes, soluk alma. Dinlenme. * Tan yeri ağarma. * Deniz suyunun sahile vurması. * Üfürmek. * Okullarda ders araları verilen dinlenme.
teneffüs
soluk alma, dinlenme.
Teneffüsât
(Teneffüs. C.) Teneffüsler.
Teneffüz
(Nefz. den) Nüfuz sahibi ve sözü geçer olma.
Tenehhus
Kadınların kaşlarını ve yüzlerindeki kılları yolmaları.
Tenehnüh
Nefsini menetmek. Nefsinin isteklerine engel olmak.
Tenekkub
Nikab örtmek. Nikablanmak, peçelenmek.
Tenekkus
Rücu' etmek, geri dönmek.
Tenekkür
(Nekr. den) Kendini bildirmeme. Tanınmıyacak kılığa girme.
Tenekküs
(Nüks. den) Başaşağı olma.
Tenemmus
Cınbızla yüzden kıl yolmak.
Tenemmül
(Neml. den) Karınca gibi kaynama. * Vücudun bir tarafı, bir organı uyuşup karıncalanma.
Tenemmür
Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak. * Uzun uzun bağırmak. * Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.
Tenemmüv
(Nümüvv. den) Gelişip büyüme.
3016
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tenessuh
Eşsiz, çok güzel ve çok az bulunur olma.
Tenessük
İbadet etmek.
Tenessüm
(Nesim. den) Havayı teneffüs etme. * Güzel kokular kokutmak. * Haber erişmek.
Tenessür
Dağılma, saçılma, yayılma, serpilme.
Tenevvuk
Tabiat, huy. * Hâtır. * Bir işte mübalağa etmek.
tenevvü
çeşitlenme.
Tenevvü'
(C.: Tenevvüât) Çeşitlenmek, çeşit çeşit olmak.
Tenevvüb
Katran ağacı.
Tenevvüh
(Nevha. dan) Ölüye feryad ederek ağlamak. * Sarkıp sallanıp öteberi hareket etmek.
Tenevvüm
Uyuklama, pinekleme.
tenevvüm
uyuklama.
Tenevvüme
(C.: Tünüm) Kırlarda yetişen küçük yemişli bir ağaç.
Tenevvür
Parlama, ışıldama. * Bir şey hakkında bilgi sahibi olma. * Münir ve münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak.
tenevvür
nurlanma, parlama.
Tenevvüs
Tereddüt etmek, karar verememek.
tenevvüât
çeşitlenmeler.
Tenevvüş
Evmek, acele etmek, sür'at.
Tenezzehe
Noksan sıfatlardan uzak (meâlinde Allah C.C. için söylenen duâdandır.)
Tenezzi
Evmek, sür'at, acele etmek.
Tenezzüh
Uzaklaşmak. * Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak. * Kusur, pislik ve ayıptan uzak olmak.
tenezzüh
temizlik, gezinme.
3017
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tenezzüh-ü zâtî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zata mahsus tenezzüh. Yani zatının bütün noksan sıfatlardan, kusurlardan temiz ve uzak oluşu.(Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğna-i zâtîsine ve gınâ-i mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münâsib bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. M.)
tenezzühgâh
gezinti yeri.
Tenezzül
Hasis ve cimri olmak. * Asılsız olmak.
tenezzül
isteyerek inme.
Tenezzül-ü emtar
Yağmur yağması. Yağmur katrelerinin inişi.
Tenezzülen
Alçak gönüllülükle, tevâzu ve mahviyet içinde, kibirsizlikle.
tenezzülen
tenezzül ederek.
tenezzülât
tenezzüller.
Tenezzülât-ı ilâhiye
Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.
Tenezzür
Korkmak. * Adak adamak, nezretmek.
Teneşşi
Neşvelenme, sarhoş olma.
Teneşşut
(Neşat. dan) Ferahlanma, keyiflenme.
Teneşşüb
Bir şeye ilişip tutulma.
Teneşşüd
Bir haberi veya bir şeyi öğrenmek için insanların farkına varamıyacağı şekilde nezâketle soruşturma.
Teneşşüf
(Suyu veya rutubeti) çekme, emme.
Tenfih
(C.: Tenfihât) (Nefh. den) Üfleyip şişirme. * Çok üfleme.
Tenfil
Ziyade etmek, çoğaltmak. * Kandırmak.
3018
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tenfir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Nefret. den) Ürkütme, korkutma. * Nefret ettirme. * Mekruh ve müstehcen isim takma. * Galibiyetle hükmetme. * (Nefir. den) Asker toplama.
tenfir
nefret ettirme.
Tenfis
(C.: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma.
Tenfit
Çok kaynatmak. * Neftlemek.
Tenfiz
Sıçratma. Sıçramaya zorlama.
tenfiz
uygulama, etkileme.
Tenfiz-i ahkâm
Hükümleri yürütmek, kanunları tatbik etmek.
Tenfiş
(C.: Tenfişât) Pamuk gibi atma. Yün ditme.
Teng
f. Dar, sıkıntılı, melul, kederli. * Kıtlık.
Tengdil
(C.: Tengdilân) f. Yüreği dar. İçi sıkıntılı.
Tengis
(Nags. dan) Hayatını tasalı, kederli kılmak.
Tengiz
Zindeliği sarsılma, zindeliğini sarsma.
Tengna
f. Dar yer. Geçit, boğaz. Sıkıntılı yer. * Mezar.
Tengçeşm
f. Açgözlü.
Tengî
f. Darlık. * Züğürtlük.
Tenha
f. Boş yer. Kimsesiz yer. * Yalnız, tek.
tenha
ıssız yer.
Tenhanişin
f. Tek başına oturan. Yalnız oturan.
Tenharev
f. Yalnız giden.
Tenhayî
f. Yalnızlık, ıssızlık, tenhalık.
Tenhib
Suya gayet yakın olmak.
Tenhil
Elek ile eleme.
Tenhiye
İçinde suyu az olan çukur.
3019
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tenhıye
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Gidermek. * Silkmek. * Çıkarmak.
Tenide
f. Örümcek ağı. * Örülmüş, dokunmuş.
Tenize
Uç, etek.
Tenize-i kûh
Dağ eteği.
Tenkib
Dolaşıp gezmek. * Ticaret yapmak. Tefahhus etmek. * İnceden inceye araştırmak.
Tenkid
"Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir. Tenkid edenin, tenkid edeceği mesele hakkında bilgili olması gerekir. Tenkide his, ihtiras, menfaat, peşin hüküm araya girmemeli, tenkid konusunda Hz. Ali'nin (R.A.) şu sözünü unutmamalıdır: ""Sen hakikatı insanla bilemezsin, önce hakikatı tanı, sonra ehlini de tanırsın."" (Bak: Gıybet)"
tenkid
eleştiri, değerlendirme.
tenkidkâr
eleştirici.
tenkidkârâne
eleştirircesine.
tenkidât
eleştiriler.
Tenkih
Nikâh etmek, nikâhlanmak.
Tenkih-ül menat
Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bulunur. Bu yabancı özellikleri ayıklamak ve esas
3020
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sebebi meydana çıkarmak gerektir. İşte bu, bir tenkih-ül menat çalışmasıdır. Tenkil
Uzaklaştırmak. Tepeleyip sindirmek. * Başkalarına ders ve ibret olacak şekilde ceza vermek. Rezil ve rüsvay eylemek. * Zincire vurmak.
tenkil
tepeleme, sindirme.
Tenkilât
(Tenkil. C.) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar. * Düşmanları tepelemeler. * Uzaklaştırmalar.
Tenkir
Sıçratmak. * Ok çevirmek.
tenkir
belirsizleme, yadırgama.
tenkirât
yadırgamalar.
Tenkis
Evmek, acele etmek, sür'at.
Tenkisât
(Tenkis. C.) Tenkisler, eksiltmeler, indirmeler, azaltmalar.
Tenkit
Noktalamak. Yazıda nokta, virgül gibi işaretler koymak.
Tenkiz
İnkaz etmek, kurtarmak. Kurtarılmak.
Tenkiş
(C.: Tenkişât) (Nakş. dan) Nakşetme, nakışlama, işleme, resim yapma.
tenkıs
noksanlaştırma.
Tenkıye
Tıb: Şırınga âleti. * Temizleme, tathir.
Tenmik
(Nemk. den) Yazma. Yazılma. * Güzel yazı ile yazma.
Tenmiye
(Nemâ. dan) Büyütmek. Yetiştirmek. Artırmak. Bereketlenmek. * Fesad veren haber yetiştirmek. * Ateş içine odun atmak.
tenmiye
büyütme, yetiştirme.
Tennub
Katran ağacı.
Tennur
(C.: Tenânir) Tandır. * Fırın.
Tenperver
f. Rahatına düşkün. Tembel. Vücudunu beslemek telâşesinde olan.
tenperver
rahatına düşkün, tembel.
3021
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tensib
Uygun görmek. Münasib kılmak.
tensib
uygun görme.
Tensif
İkiye bölmek.
Tensik
Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak. * Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir.
tensik
düzenli dizme.
Tensikat
(Tensik. C.) Islahat. Düzen ve nizama koymalar.
Tensil
(Kuş ve diğer hayvan) tüylerini yeleklerini, yününü ve kılını döküp kavlamak.
Tensir
Serpme, saçma.
Tensis
(C.: Tensisât) Tedkik ederek karar verme.
Tensiye
Unutturma.
Tente
f. Örümcek ağı.
Tentene
İplik gibi şeylerle örülmüş delikli bez, perde v.s. Dantela.
tentene
dantela, delikli örgü.
Tentif
Mübâlağa ile yolmak.
Tenu-mend
f. Gövdeli, iriyarı, vücutlu kimse.
Tenufe (tenufiye)
(C: Tenânif) Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı.
Tenuk
(Tenuka, Tenukıye) : Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı.
Tenvat
Atın yanına asılan şeyler.
Tenvi'
(C.: Tenviât) (Nev'. den) Çeşitlendirme, nevilendirme, türlü türlü etme.
Tenvic
Borç edinmek.
3022
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tenvih
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sulandırma. * Yaldızlama. * Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme. * Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma. * Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme.
Tenvik
(Deve) Zayıflamak.
Tenvil
Atâ, bahşiş, hediye.
Tenvim
Uyutmak. Hipnotize etmek. Birisini uyur bulmak.
tenvim
uyutma.
Tenvimât
(Tenvim. C.) Uyutmalar veya uyutulmalar.
Tenvin
"Gr: Kelimenin sonunu ""en, in, ün"" diye okumak. Veya öyle okutan işaretin adı."
tenvin
" kelime sonunu ""nun"" ile bitiren işaret."
Tenvin-i tenkir
Kelimenin belirsizliğine işaret olan tenvin işareti. Harf-i tarifsiz kelime tenvin kabul ettiğinden yani, nekre olduğundan tenvinli olan harfin durumu.
Tenvir
(C.: Tenvirât) Aydınlatma. * Bir şey hakkında bilgi verme. Bir şeyi münevver kılma.
tenvir
nurlandırma, aydınlatma.
Tâ be kıyamet
Kıyamete kadar.
Tâ bekey
Ne vakte kadar.
Tâ haşre dek
Haşre kadar.
tâb
güç, tâkat.
tâbân
ışıklı.
Tâ-be-key
Ne vakte kadar.
Tâ-be-sabah
Sabaha kadar.
tâbi
boyun eğen, uyan.
tâbî
kitap basan.
3023
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tâbir
deyim, söz, yorum, ifade, anlatım.
tâbirât
tabirler.
tâbiûn
sahabeleri görenler.
tâbut
ölü konan sandık.
tâbutiyet
tabut gibi olma hâli.
tâc
taç.
tâcil
çabuklaştırma, acele ettirme.
tâcir
ticaret yapan.
tâciz
rahatsız etme, âciz hâle getirme.
tâdâd
sayma.
tâdil
yumuşatma, düzeltme, ılımanlaştırma.
tâdilât
düzeltmeler.
tâdilierkân
namazı dikkat ederek ve hakkını vererek kılmak.
Tâhâ suresi
Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekkîdir.
Tâhâ
Kur'an-ı Kerim'de mukattaat-ı hurufiyeden olup Cenab-ı Hak ile Peygamberimiz (A.S.M.) arasında bir şifredir. * Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismidir. Mânası hakkında muhtelif rivayetler vardır.
tâhir
temiz.
tâhirât
temiz olanlar.
tâib
tövbe eden.
tâife
bölük, gurup.
tâk
bina kemeri.
Tâk
Bina kemeri. Yarım daire şeklinde kapı ve pencere üstü. Çardak. Kubbe. Kavisli bina. Eyvan.
Tâka
Kubbeli mahfe. Pencere. * Takat. Güç, kuvvet, iktidar.
tâkat
güç, kuvvet.
3024
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tâkat
Güç, kuvvet. İktidar.
Tâkatfersâ
f. Dayanılmaz, tâkat götürmez.
Tâkatgüdaz
f. Tâkati kaldıran, gücü kuvveti eriten, mahveden.
Tâkat-ı beşer
Beşer gücü ve kuvveti. İnsana mahsus kuvvet.
Tâkatşiken
f. Tâkati tüketen.
Tâk-ı muallâ
Yüksek şerefe. Yüksek kubbe. * Yüksek haysiyet ve şeref sahibi.
Tâkıyye
Takke.
Tâkıyye-duz
f. Takkeci, takke diken.
tâkib
izleme.
tâkibât
takipler, izlemeler.
tâlân
çapul, yağma.
tâlî
ikinci derecede.
tâli
kısmet, talih.
tâlia
öncü, kılavuz.
tâlib
isteyen, istekli.
tâlikan
askıya alarak, bekleterek.
tâlikât
kitap okurken hatıra gelen mânâları not ederek yazılan eser.
tâlil
sebeplendirme, sebep gösterme.
tâlim
öğretme, alıştırma.
tâlimât
talimler, öğretmeler, idmanlar, emirler.
tâlimgâh
talim yeri.
tâlimhâne
öğrenme evi.
tâlimiesma
isimleri öğretme.
tâmim
genelleştirme, genelge.
tâmme
tam, bütün.
tâmmen
tam olarak.
3025
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tân
yerme, ayıplama.
tânif
şiddetle azarlama.
Târ
f. Karanlık. * Tel. Saç teli. * Tepe. * İplik.
Târâc
f. Yağma, talan, çapul. * Yağmalama, talan etme.
Târâc-ger
f. Yağmacı, çapulcu.
Târâc-kerde
f. Yağmalanmış, talan edilmiş.
Târeten uhrâ
Bir kere daha, başka bir kere daha.
Târ-ı ankebut
Örümcek ağı.
Târ-ı zülf
Saç teli.
Târık suresi
Kur'an-ı Kerim'in 86. Suresinin ismidir. Mekkîdir.
târık
belâ, yıldız.
Târık
Gece gelen kimse. * Zulmette hâsıl olan belâ ve musibetler. * Parlak yıldız. * Sabah yıldızı. (Zühre)
Târik
Terkeden, vazgeçen, bırakan.
târik
terkeden.
Târik-i dünya
Hevâ ve hevesi terkeden. Dünyanın fâni olan cihetini terkedip Allah rızası yolunda olan.
târiküddünya
dünyayı terkeden.
Târik-üs salât
"Namaz kılmayı terketmiş olan kimse.(Çok tembellerden ve târik-üs salâtlardan işitiyoruz; diyorlar ki: Cenab-ı Hakk'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrar ile ibâdeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor. İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?Elcevab: Evet, Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen, ibadete muhtaçsın; mânen hastasın.
3026
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İbadet ise, mânevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi' ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?.. Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.Amma Kur'ânın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir Padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevi bir zulüm eder. Çünkü; mevcudatın kemalleri, Sânia müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedani ve birer âyine-i Esmâ-i Rabbaniye olan mevcudatı âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perişan bir vaziyette telâkki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder. Evet herkes; kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak, insanı, kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın i'tikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gayet me'yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me'yus suretinde görür... gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemal-i neş'esinden gülen bir adam; kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi, mütefekkirâne ve ciddi bir surette ibâdet ve tesbih eden adam; mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve
3027
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür.. gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalâtına tamamiyle zıd ve muhalif ve hatâ bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder. Hem o târik-üs-salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlâhiyeye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.Elhasıl: İbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder; -nefs ise, Cenab-ı Hakk'ın abdi ve memlüküdür- hem kâinatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasılki küfür mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemalâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.İşte bu istihkakı ve mezkur hakikatı ifade etmek için, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan; mu'cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-ı belâgat olan mutabık-ı muktezâ-yı hale mutabakat ediyor. L.)" târiküssalât
namazı terkeden.
târiz
dokundurma.
târizen
dokundurarak.
târümâr
darmadağın.
tâsian
dokuzuncusu.
tâtil
inkâr, îmansızlık.
tâun
veba, salgın hastalık.
tâvik
geciktirme, ilerletmeme.
3028
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
tâviz
karşılık, bedel.
tâyib
ayıplama.
tâyin
yerini belirleme, atama.
tâzib
azap etme.
tâzif
artırma.
tâzim
büyük tanıma.
tâzimkârane
büyük tanıyarak.
tâzir
azarlama.
tâziyâne
eziyet edercesine.
tâziz
şereflendirme.
teâlâ
namı büyük.
teâlî
yücelme.
teâmî
anlamaz gibi görünme.
teâmül
alışılmış biçim.
teânuk
sarılma.
teâruz
zıtlık, zıtlaşma.
teâruzan
zıtlaşarak.
teâti
alıp verme.
teâvün
yardımlaşma.
têcil
erteleme.
têdib
edeplendirme.
têdiye
ödeme.
têhir
erteleme.
têlif
kaynaştırma, eser yazma.
têlifât
telifler.
têmin
edinme, güvenlik.
3029
Turuz-Tebriz-2012
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
têminât
güvence.
tenâfür
karşılıklı nefret.
tenâhi
bitme, tükenme.
tenâkus
eksilme.
tenâkuz
çelişki.
tenâkür
inkâr etme.
tenâsi
unutma.
tenâsüb
uygunluk.
tenâsüh
ruhun bedenden bedene geçmesi, sapık bir inanç.
tenâsühvârî
tenasüh gibi.
tenâsül
türeme, üreme.
tenâtüc
neticelenme.
tenâum
nimetlenme.
tenâvül
beslenme olayı.
tenâzu
niza etme, çekişme.
tenâzur
bakışma, simetri.
tênis
ısındırma, okşama.
Tenşib
Saplama, sokma. * Rüzgâr esme.
Tenşif
(C.: Tenşifât) Suyu veya rutubeti emdirme. Sünger veya bez ile suyu alıp kurulama. * Ter kurulama.
Tenşim
Bir işe başlama. * (Et) bozulup kokma.
Tenşir
Açıp yayma. Serpme.
Tenşit
(C.: Tenşitât) (Neşât. dan) Keyiflendirme, şenlendirme.
Tenşiye
Beslemek, terbiye etmek. * Uzatmak.
Tenşûy
f. Ölü yıkayıcı. * Teneşir.
3030
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tenük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Dayanıksız, kuvvetsiz, zayıf. * İnce, rakik, nârin. * Az, hafif. * Yumuşak.
Tenük-havsala
f. Sabırsız adam, tahammülsüz kimse.
Tenük-ru
f. Yüzü yumuşak olan kimse, yüzü yumuşak adam.
Tenvirât
(Tenvir. C.) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler.
tenvirât
nurlandırmalar.
Tenviş
Ziyafete davet etmek.
Tenvit
Niyet etmek.
Tenviye
Niyet etmek.
Tenyir
Beze ve kumaşa işaret koymak.
Tenzede
f. Sessiz, sâkin, susmuş.
tenzih
kusur kondurmama.
Tenzih
Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. * Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
Tenzihen mekruh
Nehyine dair şer'î bir delil olmamakla beraber işlenmesi kerih görülen iş. (Helâle yakın iş)
Tenzihen
Tenzih ederek. Tenzih etmekle.
Tenzik
(At) ayaklarını yukarı kaldırmak.
Tenzil
Bir şeyin bir miktarını çıkarmak. * İndirmek, indirilmek, indirilen. Aşağı indirmek. * Kur'an-ı Kerim'in vahiy vasıtası ile Peygamberimize (A.S.M.) indirilmesi. Tedricen indirme. (Birden indirmeye inzal, parça parça indirmeye de tenzil denir.)
tenzil
indirme.
Tenzilât
(Tenzil. C.) Fiat indirme. İskonto.
3031
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tenzir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(İnzâr. dan) Olacak bir hâdiseyi haber vererek korkutma. (Müjdenin zıddı)
Tenziye
Sıçramak. * Üstüne binmek.
Teokrasi
"(Fr: Theocratie) Din hükümlerine göre idare edilen ve dinî esaslara bağlı olan idare şekli. Allah namına papazlar idaresi.(Bu kelime, İslâm memleketlerinde: Şeriat hükümleriyle devleti idare etmek mânasında kullanılır. Avrupa memleketlerinde ise, ""Allah nâmına papazlar idaresi"" mânasına gelir. Hatta 1304'de basılan Kamus-u Fransavî'de: ""Kanun-u İlâhî ile ve sıfat-ı ruhaniyetle icra olunan hükümet"" şeklindeki ifadesiyle, bu iki mânaya işaret edilmiştir. Fakat İslâm ve İsevî milletlerinde teokrasinin ifade ettiği mânada ilmî ve ehemmiyetli bir fark vardır. Şöyle ki:Hristiyanlıkta velediyet akidesi ekseriyetçe kabul edildiğinden papaz, Allah'ın mutlak vekili ve İlâhî kudsiyete sahip addedilmiştir. Buna göre papaz; murakabe edilmez ve kimseye karşı da mes'ul değildir.İslâmiyette ise: İdareci, şer'î kanunlara karşı mes'ul olduğu gibi; halkın idareciye itaat etmesi de, idarecinin Allah'ın kanunlarına bağlılığı nisbetindedir.Bütün milletlerde kelimenin ifade ettiği müşterek mâna ise; şahıslar tarafından İlâhî ve dinî hâkimiyeti icra etmektir.)"
Teokrat
Fr. Dinî, İlâhî. Teokrasi taraftarı olan.
Teokratik
Fr. Teokrasi sistemi. (Bak: Teokrasi)
Teoloji
Fr. Fls: Cenab-ı Hakk'ın varlığı, birliği, sıfat ve isimleri ve hususiyetleri hakkındaki ilim. İlâhiyat.
Tepide
f. Rahatsız, sıkıntıda.
Ter ü taze
f. Çok körpe, çok taze. Pek lâtif.
Ter
f. Rutubetli, ıslak, yaş. * Taze.
3032
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Terabbu'
Bağdaş kurarak rahatça oturma.
Terabbus
(Tarabbus) Durup bekleme.
Tera'buz
Noksan etmek. * Zayıflatmak.
Teracim
(Teracüm) (Tercüme. C.) Tercüme edilmiş olanlar. Tercümeler.
Teracu'
(Rücu. dan) Bir yere veya bir kimseye dönme. * Birinden ayrılma. * Dönme, vazgeçme.
Teracüm
Taşla atışmak.
Terad
Birbirini reddetmek.
Teradüf
Birbiri peşinden gitmek. * Edb: İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması.
teradüf
eş anlamlılık.
Terafu'
(Ref'. den) Duruşmaya girme.
Terafuk
Arkadaş olma. * Yardımlaşma, yardım etme.
Terafüd
Birbirine yardım etme. Yardımlaşma.
Teraggum
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
Terah
Gam, keder, acı.
Terahhul
(C.: Terahhulât) Göç etme. Bir yerden bir yere göçme. * Yola çıkma. * Menzile konma.
Terahhum
Merhamet etme, acıma. Şefkatte bulunma, esirgeyip besleme.
terahhum
merhamet etme.
Terahhumât
(Terahhum. C.) Acımalar, merhamet etmeler.
terahhumât
merhamet etmeler.
Terahhumen
Acıyarak, merhamet ederek.
Terahhus
İzinli ve müsaadeli olma. Ruhsat bulma. * Ucuzlama.
terâhî
gevşeklik.
3033
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Terahi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İşde gayretsizlik, gevşeklik, ihmal. * Uzaklaşma. * Sonraya bırakma. * Gecikme, geç kalma. * Geri durma, geri çekilme.
Terahün
Karşılıklı olarak rehin vermek.
Teraî
Çayıra çıkma. Otlama.
Teraib
(Teribe. C.) Tıb: Göğüs kemikleri. Kaburga kemikleri. Gerdanlık yeri.
Terak
f. Yarık, çatlak. * Gürültü, çatırdı.
Terakib
(Terkib. C.) Terkibler. * Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar.
terâkib
tamlamalar.
terakki
ilerleme, yükselme.
Terakki
İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. * Artma, çoğalma. * Bilgi ve medeniyetçe yükseliş.(Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye)
Terakkicu
f. Terakki isteyen, terakki taraftarı.
Terakkiperver
f. Terakkiyi seven. İlerlemeyi seven.
Terakkişiken
f. Terakkiyi kıran, ilerlemeyi önleyen, terakkinin aleyhinde bulunan.
terakkivârî
terakki eder gibi.
Terakkiyât
"(Terakki. C.) Terakkiler. Yükselişler. İlerlemeler.( $ Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın dâva-yı hilâfet-i kübrâda mu'cize-i kübrâsı, talim-i esmâdır"" diyor. İşte sair enbiyanın mu'cizeleri, birer hususi hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın mu'cizesi umum kemâlât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor. Cenab-ı Hak (Celle Celâlühü), mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: ""Ey benîÂdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvasında
3034
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden, siz dahi, mâdem O'nun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emânet-i kübrâda, bütün mahlukata karşı, rüçhaniyetinize liyâkatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin, gibi büyük mahlukatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismine yapışınız, çıkınız!... Fakat sizin pederiniz, bir def'a şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan ruy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup Hikmet-i İlâhiyyenin semâvâtından, tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit bevakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünunuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatları olan Esmâ-i Rabbâniyyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız...Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havârık-ı sun'iyeyi ""Tâlim-i Esmâ"" unvaniyle ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvi var ki: Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san'at; kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir...Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehâsı, Cenab-ı Hakk'ın ""İsm-i Adl ve Mukaddir"" ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin
3035
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hakimane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.Meselâ: Tıbb bir fendir, hem bir san'attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak'ın ""Şâfi"" ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan ruy-i zeminde Rahimane cilvelerini, edviyelerde görmekle, tıbb kemâlâtını bulur, hakikat olur.Mesela: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmetü'l-Eşyâ, Cenab-ı Hakk'ın (Celle Celâluhu) İsm-i Hakîm'inin tecelliyat-ı kübrasını, müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve malâyaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.İşte sana üç misal!... Sâir kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et. İşte Kur'an-ı Hakîm şu âyette beşeri şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek: ""Haydi arş ileri"" diyor. S.) (Bak: Medeniyet)" terakkiyât
ilerlemeler.
Terakku'
Sıkıntı ve emek ile kazanma.
Terakkub
Bekleme, gözetleme, yol gözleme. * Ümit etme. * Muntazır olma.
Terakkubât
(Terakkub. C.) Gözetlemeler, beklemeler.
Terakkud
Acele etmek.
Terakkuk
Merhamete gelme, acıma.
Terakkus
Raksetme, dansetme. * Devamlı aşağı inip yukarı çıkma.
Terakruk
Parlama. Işıklı olma.
Terakus
Karşılıklı olarak oynaşıp raksetme.
Teraküb
Birbirine bağlanıp kenetlenme. * Birbirinin üzerine binme.
Terakül
Vuruşmak, döğüşmek.
3036
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teraküm
Birikme, yığılma. * Birbiri üzerine sıkışma.
teraküm
birikme.
Terakümât
(Teraküm. C.) Toplanmalar, yığılmalar, birikmeler.
Terami
Oklaşmak, karşılıklı olarak ok atışmak.
Terane
Edb: Rübâinin başka bir ismi. * Terennüm. Nağme, âhenk, makam. * Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme.
terâne
nağme.
Teranekâr
f. Terennüm eden. Öten, ötücü.
Teraneperdâz
f. Makamla şarkı söyliyen.
Teranesâz
f. Öten, ötücü.
Teranezâr
f. Ahenkli ve cümbüşlü yer.
Teranezen
f. Şarkı söyleyen.
Terani
(Reeye. den) Sen beni görürsün veya görüyorsun (mânasına fiil).
Terarih
(Türrehe. C.) Saçmasapan ve mânâsız sözler.
Tera'ru'
Deprenmek. * Büyümek. * Çocuğun hareket etmesi.
Teraset
Kalkancılık.
Terasuf
(Kaldırım taşları biçiminde) birbirine yanaşarak sıkışma, istif olma.
Terasül
(C.: Terasülât) Haberleşme, mektublaşma.
Teratir
Büyük işler.
Tera'ud
(Ra'd. dan) Titreme.
Teravet
Tazelik. (Bak: Taravet)
terâvih
oruç namazı.
Teravih
Ramazan gecelerinde kılınan ve sünnet olan yirmi rek'atlık namaz.
Teravuh
Ayakta çok durmak icab ettiği zamanlar, kâh sağ ayak üzerine ve kâh sol ayak üzerine durmak.
Terazi
(Rıza. dan) Birbirini razı etme. Uyuşma.
3037
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Terazu
f. Terazi.
Terb
Bir nesneyi toprakla örtmek, üstüne toprak saçmak.
Terba
Toprak. Yer, arz.
Terbab
Toprak.
Terbi'
Gazelin her beytine ikişer mısra ilâve ederek onu âdeta murabba (dörtlük) şekline koyma. * Dörde bölme. * Dört köşe etme.
Terbian
Dört köşeli olarak. * Murabba (kare) olarak.
Terbil
Ayırmak.
Terbiş
(Ok) yeleklemek.
Terbit
Zeytinyağı vermek.
Terbiye
Allah'ın emirlerine itaat ederek ruhen ve cismen yükselmeye ve yükseltmeye çalışmak. Kemale ermeğe, nizam ve emirleri dinlemeğe çalışmak. Allah rızası yolunda gitmeyi öğrenmek.
terbiye
eğitim, öğretim.
Terbiyegâh
f. Terbiye yeri. Öğrenme ve yetişme yeri.
terbiyegâh
terbiye yeri.
Terbiyegerde
f. Terbiye edilmiş. Yetiştirilmiş.
terbiyegerde
terbiye eden.
terbiyehane
terbiye evi.
terbiyekârane
terbiye edercesine.
terbiyename
terbiye yazısı.
Terbiyet
"""Terbiye"" kelimesinin Arabi okunuşudur."
terbiyet
terbiye.
terbiyevî
terbiye ile ilgili.
Terbiyevî
Terbiyeli. Terbiye ile alâkalı.
Terbub
İşe vurulmamış davar.
3038
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Terceman
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Tercüman) Terceme eden. Bir dilden başka bir dile çeviren. * Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan.
terceman
tercüme eden.
Terceme
"(Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile çevirmek. Bir lügatı, diğer bilinen lügata çevirerek anlatmak.(""Elhamdülillah"" bir Cümle-i Kur'aniyyedir. Bunun en kısa mânası, ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur: $Yâni: ""Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hasdır ve lâyıktır O zât-ı Vâcib-ül-Vücuda ki, ALLAH denilir. "" İşte, ""Ne kadar hamd varsa"", ""El-i istigrak"" tan çıkıyor. ""Her kimden gelse"" kaydı ise, ""Hamd"" masdar olup, fâili terkedildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef'ulün terkinde, yine makamı hitabide külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için, ""Her kime karşı olsa"" kaydını ifade ediyor. ""Ezelden ebede kadar"" kaydı ise; fi'lî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için, o mânayı ifade ediyor. ""Has ve müstehak"" mânasını ""Lillâh"" daki ""Lâm-ı cer"" ifade ediyor. Çünkü: o ""Lâm"", ihtisas ve istihkak içindir. ""Zat-ı Vacib-ül Vücud"" kaydı ise; vücub-u vücud, Uluhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zat-ı Zülcelâle karşı bir ünvan-ı mülâhaza olduğundan, ""Lafzullah"" sair esmâ ve sıfâta câmiiyeti ve ism-i Azam olduğu itibariyle, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi; Vâcib-ül Vücud ünvanına dahi, o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor.İşte, ""Elhamdülillah"" cümlesinin en kısa ve Ulemâ-yı Arabiyyece müttefekun-aleyh bir mânâ-yı zâhirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o icaz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir? M.)(Ehl-i ilhada
3039
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kapılan ulemâ-üs-su', milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı A'zam, sâir imamlara muhalif olarak demiş ki: ""İhtiyaç olsa, diyar-ı baidede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var. ""Öyle ise, biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?..""Elcevab: İmam-ı A'zam'ın bu fetvasına karşı, başta a'zamî imamların en mühimleri ve sair oniki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâm'ın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; mu'zam-ı Ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevkedenler, idlâl ediyorlar. İmam-ı A'zam'ın fetvası, beş cihette hususidir:Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.İkincisi: İhtiyac-ı hakikiye binaendir.Üçüncüsü: Bir rivayette, lisan-ı ehl-i Cennet'ten sayılan Fârisî lisaniyle tercümeye mahsustur.Dördüncüsü: Fâtiha'ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fâtiha'yı bilmeyen namazı terketmesin.Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maâni-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medâr olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, za'f-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-i Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imândan tevellüd eden meyl-i tahrip sâikasıyla tercüme edip Arabî aslını terketmek, dini terk ettirmektir! M.)(Terceme: Bir kelâmın mânasını diğer bir lisanda dengi bir tâbir ile aynen ifade etmektir. Terceme aslın mânasına tamamen mutabık olmak için sarahatte delâlette, icmalde tafsilde, umumda hususda, ıtlakta takyidde, kuvvette isabette, hüsn-i edada, üslub-u beyanda, hâsılı ilimde, san'atta asıldaki ifadeye müsavi olmak iktiza eder. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisanlar beyninde hutut-i müştereke ne kadar
3040
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
çok olursa olsun, herbirini diğerinden ayıran birçok hususiyetler de vardır.Onun için lisanî hususiyeti olmayıp sırf akl u mantıka hitab eden kuru ve fennî eserlerin kabiliyet-i ilmiyesi terakki etmiş olan lisanlara hakkıyla tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da hem akla, hem kalbe yahut yalnız zevk ü hissiyata hitab eden ve lisan nokta-i nazarından edebi kıymeti ve zevk-i san'atı haiz bulunan canlı ve bediî eserlerin tercemelerinde muvaffakiyet görüldüğü nadirdir. (Elmalılı Tefsiri)" terceme
tercüme, çevirme.
Terceme-i hâl
Hal ve hayatını anlatma. Biyografi.
Terci'
(Rücu'. dan) Geri döndürme, geri çevirme. * Sesini yükseltmek.
Terciât
(Terci'. C.) Döndürmeler, geri çevirmeler.
Tercib
(C.: Tercibât) Ululama, tazim. * Meyvesi çok olan ağacın dalları altına destek koyma.
Tercih bilâ müreccih
Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak.
tercih
üstün tutma, seçme.
Tercih
Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek.
tercihan
üstün tutarak, seçerek.
Tercihât
(Tercih. C.) Üstün tutmalar, tercihler.
tercihat
tercihler, seçmeler.
Terci'-i bend
"f. Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin ""vâsıta"" denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse (değişirse) terkib-i bend olur. Bendlerin her birisine, terci-i bendlerde ""terci'hâne""; terkib-i bendlerde ""terkibhâne"" denir. (Edb. L.)"
3041
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tercil
Arıtmak. * Saçını tarayıp düzeltmek.
Tercim
(Recm. den) Taşlama. Taşlayarak öldürme. Recmetme.
Terciye
Ümitli olma, umma.
tercüman
tercüme eden.
tercüme
bir sözü bir dilden başka dile çevirme.
Terdad
Tekrar.
terdâd
tekrar.
Terdest
(C.: Terdestân) f. Eli işe yatkın, usta, mâhir.
Terdestî
f. Ustalık, el yatkınlığı, mahâret.
Terdid
Geri çevirmek, geriletmek. * Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek. * İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü bitirerek söze kuvvet vermek.
Terdif
(C.: Terdifât) (Redf. den) Peşinden ardı sıra yürütme.
Terdifen
Arkasından yürüterek. Katarak.
Terdiye
(Ridâ. dan) Örtme. Örtü ile kapatma.
Tere'
Dolu nesne. * Kötülüğe ve şerre koşan kimse.
Tereb
Fakir olmak, fakirleşmek.
Terebbu'
Bağdaş kurup oturmak. * Dört bacaklı olmak.
Terebbuh
Sarkmak, sülpük olmak.
Terebbüb
Fakirlik.
Terebbül
İkdam. *Cür'et.
Terebbüt
Eğlenmek.
Terecci
(Recâ. dan) Rica etme, yalvarma. * Ümidetme, umma.
3042
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tereccuh bilâ müreccih"Bir şeyin kendi zâtında diğer şeye karşı bir üstünlük vasfı olmadığı hâlde, hiç sebebsiz üstün bulunması ki; böyle bir hal imkânsızdır, muhaldir." Tereccuh
Üstün olmak. Bir tarafa meyletme.
Tereccüf
Deprenmek, hareket etmek.
tereccüh
üstün gelme.
Tereccül
Paklanmak, temizlenmek. * Süslenmek, ziynetlenmek. * Saç ve sakal taramak. * Yayan yürümek. * Kuyu içine girmek.
tereddi
gerileme, soysuzlaşma.
Tereddi
Gerilemek. Soysuzlaşmak. Aşağı düşmek. * Şal ve örtü örtünmek.
tereddüd
kararsızlık.
Tereddüd
Kararsızlık. Bir mes'ele hakkında karar veremiyerek şüphede kalmak.
Tereddüdât
(Tereddüd. C.) Tereddüdler.
Teref
İyi ve güzel yemek. * Yumuşaklık. * İnce, güzel şey.
Tereffu'
Yükseğe çıkmak. Yukarı kalkmak. * Fazlalaşmak.
tereffu
yükselme.
Tereffuât
(Tereffu'. C.) Yukarı kalkmalar, yükselmeler.
Tereffuk
(Rıfk. dan) Tatlı dil ve güler yüzlülükle davranma. Yumuşaklıkla muâmele etme.
Tereffüh
Refaha ermek. Bolluk ve rahatlık içinde geçinmek. Bolluğa kavuşmak.
Terefrüf
Titremek. * şefkat göstermek.
Terehhus
Müsaade, ruhsat bulma. * Ucuzlama.
Terehhüb
Korku içinde olarak Allah'a sağlam kulluk etmek.
Terehhüm
(Bak: Terahhum)
3043
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Terek
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eski Türk odalarına, insan boyu yüksekliğinde olmak üzere duvarlara boydan boya yapılan raflara verilen addır. Dükkânlarda eşya koymağa mahsus bölmeli raflara da terek denilir.
Terekat
(Tereke. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler, terekeler.
Tereke
(Terike) Ölen bir kimsenin bıraktığı malların hepsi.
tereke
ölen kişinin bıraktıkları.
terekküb
birleşme, karışma.
Terekküb
Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek. * Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi.
terekküben
birleşmekle.
Terekkün
(Rükn. den) Rükünleşme, erkân sırasına geçme, erkândan olma. * Mânen kuvvet bulma.
Teremmu'
Deprenmek.
Teremmüd
Yanıp kül olmak.
Teremmül
Dul kalma. (Kadının) kocası ölme.
Teremrüm
Bir şey söyleyecekmiş gibi yapıp, söylemeyip kalma.
Terennüh
(C.: Terennühât) Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sendeliyerek yürüme.
Terennüm
Güzel güzel anlatma. * Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme. * Ötmek. Musikîleşmek.
terennüm
ötme, şarkı söyleme.
Terennümât
(Terennüm. C.) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar. * Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler.
terennümât
terennümler.
Terennümsâz
f. Terennüm eden, şarkı söyleyen.
teres
pezevenk.
3044
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teres
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
t. Pezevenk manâsına gelen bir hakaret sözüdür. Hakaret için kullanılır.
Teressüb
Dibe çökmek. Tortulanmak, ayrılmak. Durulmak. Süzülmek.
teressüb
süzülme, dibe inip birikme.
Teressül
Acelesiz olmak, yavaş yavaş yapmak. * Harflerin mâhreclerine ve medlerine riâyet etme.
teressüm
resimlenme.
Teressüm
Resmedilme, resimlenme. * Bir şeyin geriye kalan nişâne ve eserlerine bakma. * Tedkik ve teemmül eylemek.
Tereşşuh
(C.: Tereşşuhât) Terlemek, sızmak. Sızıntı. Sızıntı meydana çıkmak.
tereşşuh
sızıntı.
Tereşşuhât
(Tereşşuh. C.) Terlemeler, sızmalar, sızıntı yapmalar. * Kulaktan gelme haberler.
tereşşuhât
sızıntılar, belirtiler.
Tereşşüf
Suyu emme.
Tereşşüş
Su saçılmak. * Islanmak.
terettüb
sıralanma, gerekme.
Terettüb
Sıralanmak. * Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak. * Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak. * Zuhura gelmek. * Muayen sebeblerin, muayyen ve mukannen olan neticeler vermesi.
Terettül
Zâhir olmak, görünmek.
Terettüm
Bir şeyi unutturmamak için parmağa iplik bağlama.
Terevvi
Tefekkür etmek, düşünmek.
Terevvu'
Korkma.
Terevvuh
Bir şeyden koku alma. * Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek.
3045
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tereyy
Açık olmak.
Tereyyüb
Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
Terezzün
Vakar gösterme.
Terfend
(Terfende) f. Turfanda. Mevsiminden önce yetiştirilmiş meyve veya sebze.
terfî
yükselme.
Terfi'
Yükselme. Yukarı kaldırma. İ'lâ etme. * Talebenin sınıf geçmesi. * Rütbe alma. Rütbe verme.
Terfian
Rütbesi yükseltilerek, rütbe alarak, terfi ederek.
terfîan
yükselerek.
Terfiât
(Terfi'. C.) Terfiler. Rütbe vermeler. Rütbe almalar. * Yukarı kaldırmalar, yükseltmeler.
Terfie
Dirlik düzenlik temennisinde bulunma. * Sevindirme.
Terfih
"Evlenen kimseye ""Allah hüsn-ü imtizac eylemek nasibetsin"" diye duâ etmek."
Terfik
(Refik. den) Birinin yanına katma. Arkadaş etme.
terfik
arkadaş etme.
Terfikan
Birinin yanına katarak. Arkadaş ederek.
Terfil
Ta'zim. * Uzatma.
Terfiş
Görmek.
Terfiye
Sevindirmek. * Rahat etmek.
tergib
isteklendirme.
Tergib
Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme.
tergibât
isteklendirmeler.
Tergim
Yere sürtme. * Zelil etmek, hor ve hakir etmek. Rezil, kepaze etmek.
Tergim-i enf
Burnunu yere sürtme.
3046
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tergis
Mal çoğaltmak.
Ter-hane
f. Tarhana.
terhib
korkutma.
Terhib
Korkutmak. Fazla korkutmak.
Terhibât
(Tehrib. C.) Çok korkutmalar.
Terhibat
(Terhib. C.) Hal ve hatır sormalar.
Terhiben
Korkutmak suretiyle, korkutarak.
Terhik
Misafiri çoğaltmak.
Terhil
Göç ettirme, göçtürme, nakletme.
Terhim
Yumuşatmak.
Terhin
Rehin verme. Emanet bırakma.
Terhine
f. Tarhana.
Terhis
Askeri sivil, serbest hayata geçirmek. İzin ve ruhsat vermek. Serbest bırakmak.
terhis
izin verme, salıverme.
Terhisât
(Terhis. C.) Terhisler.
terhisât
terhisler.
Terhuk
Yıldıramak, parıldamak. * Sallanmak. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak.
Teri'
Garip kişi.
Ter'ib
Kavum dilimi. * Ekmek dilimi.
Teribe
Parmak ucu. * Bir ot cinsi.
Terid
Yağla ıslanmış ekmek.
Ter'if
Burnundan kan almak.
Terik
Muharebe vaktinde başa giyilen miğfer.
3047
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Terike
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Terâyik) Evlenmeyip evde kalmış olan kız. * Deve kuşunun yabana bıraktığı yumurta.
Terim
"Fransızca olan ""Terme"" kelimesinden uydurulmuştur. ""Istılah"" veya ""tabir"" yerinde kullanılır."
terim
özel anlamlı kelime.
Ter'is
Titremek.
Ter'iş
Titretme. Titretilme.
Terk
Bırakma, salıverme, vazgeçme. * Boşama. Bakmama. İhmal etme.
terk
bırakma, vazgeçme.
Terkend(e)
f. Yalan, hile, kizb.
Terkeş
f. Ok mahfazası, ok kuburu, sadak.
Terkıye
Yüce etmek. Yükseltmek.
Terk-i edeb
Saygısızlık, edebsizlik, hürmetsizlik.
Terk-i evtan
Vatanlarından ayrılma, vatanlarını terk etme.
Terk-i hayat
Ölme. * Ölüm, vefât.
Terk-i mâsivâ
Allah'tan gayrısını terk etmek. Allah rızası olmayan işlerden, fâni ve fena dünya işlerinden vazgeçip Allah rızasına yönelmek. Kalbinde Allah sevgisi ve muhabbetinden daha ileri bir sevgi bırakmamak.
Terk-i terk
Ucbe ve fahre girmemek için terkettiklerini de düşünmemek.(Der tarîk-i Nakşbendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terki hestî, terk-i terk. M.)
Terki'
(Rık'a. dan) Yamama. Yama yapma. Yama vurma.
Terkib
"Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. * Birbirine karıştırılmış maddeler. * Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. Terkib-i nâkıs: Cümle kadar olmayan terkiblerdir. Terkib-i tam ise; bir cümleden ibarettir.
3048
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Birbirine eklenen kelimelere terkib denir. Bunlar bir ismin veya sıfatın benzerleri arasında belirtilmesi için başına getirilen isim veya sıfatla birlikte meydana gelir. Meselâ: Bahçenin duvarı. Kırmızı çiçek... Bu cümleden birincisine ""isim terkibi"" veya ""terkib-i izâfi"" denir. İkincisine ""Sıfat terkibi"" veya ""terkib-i tavsifî"" denir. (Bak: Muzaf)" terkib
birleştirme, tamlama.
Terkibat
(Terkib. C.) Terkipler. Birkaç şeyin karıştırılmasıyla meydana gelen şeyler.
terkibât
terkibler, birleştirmeler.
Terkibat-ı nisbet-i hafiye Terkib-i bend
Gizli düşünce ve tasavvurlardan meydana gelen terkibler.
Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır. (Bak: Terci'-i bend)
Terkib-i kıyas
Bir davayı isbat için delil arayıp bulma usulü.
Terkib-i mezcî
"İki veya daha fazla kelimeden meydana gelen ve bir isme delâlet eden isim. "" Baalbek, Kırıkkale, Tahtakurusu"" kelimelerinde olduğu gibi."
Terkih
İşi salâha getirmek.
Terkik
İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma. * Tecvidde: Harfi ince okumak. * Bir kimseyi köle veya cariye etme. * Yumuşatma. * İnceltme. (Bak: Murakkik)
Terkil
Ayağıyla veya tırnağıyla vurmak.
Terkim
Rakamlamak, rakam koymak. * Nişan eylemek. * Yazma. * Yarma.
terkim
rakamlandırma.
Terkin
Boyama, yazma. * Bozulma, bozma. Çizme, silme.
3049
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Terkin-i kayd
Kaydını silme, defterden çıkarma.
Terkis
(Raks. dan) Oynatma, raksettirme. * Döndürmek.
Terkiş
(C.: Terkişât) Edb: Kelimeyi güzelleştirme, kelimeyi süsleme. * Nakışlama, süsleme.
Terkiz
(Rekz. den) Dikme. Mıhlama, saplama.
Terliye
Akılsız yapmak.
Termid
Gül renkli olmak. * Gül etmek. * Bir nesneyi gül içinde bırakmak.
Termik
Fr. Sıcaklıkla alâkalı. Hararetle ilgili.
Termil
Kana boyamak. * Kan gibi kırmızı yapmak.
Termim
(C.: Termimât) Onarma, tamir etme. * Kırık kemikleri iyi etme.
Termos
yun. İçine konulan sıvının sıcaklık veya soğukluğunu uzun müddet muhafaza edebilen kap.
Ternik
Bir nesneye bakıp durmak. * Gözün zayıflaması.
Ternin
Öttürmek.
Terör
Fr. Yıldırma, tedhiş, korkutma. Anarşi.
terör
yıldırma, korkutma.
Terr
Vurmak. * Kesmek. * Uzak olmak.
Terras
Kalkan kullanan. Kalkancı.
Ters
f. Korku.
Tersa
(C.: Tersâyâ) Hristiyan. İsevi.
Tersabeçe
(C.: Tersabecegân) f. Hristiyan çocuğu.
Tersan
f. Korkak, korkan.
Tersane
f. Gemi yapılan ve tamir edilen yer.
tersâne
gemi yapılan yer.
Tersayan
(Tersâ. C.) Hristiyanlar. İseviler.
Tersengiz
(Ters-engiz) f. Korkutan, korku veren.
3050
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tersi'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Oymacılık. * Mücevherler takarak süslemek. * Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer câlib-i te'cil-i fenadır.İbka-yı eser mucib-i tahsil-i bekadır. beyti tersi'ye misaldir.
Tersib
Tortulaştırma, tortu halinde biriktirme. Tortusunu durultma.
tersib
tortulaştırma.
Tersil
Secisiz nesir yapmak. (Bak: Tertil)
tersim
resimleme.
Tersim
Resmini çizmek. Resmedilmek. Resmini yapmak.
tersimât
resimlemeler.
Tersimî
Resimle alâkalı ve resme dair. Grafik.
Tersin
Süzmek.
Tersnak
f. Korkak, korkan.
Terşif
Yudumlama. Yudum yudum içme.
Terşih
(C.: Terşihât) Süzme, sızdırma. * Besleyip eğitme, terbiye etme. * Edb: Sözü özlü söyleme. * Tezyin etmek, süslemek.
Terşiş
(Reşş. den) Saçma, serpme.
Tertere
Depretmek, harekete getirmek, tahrik etmek.
Tertib
(C.: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak. * Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak. * Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak. * Mertebelere göre davranmak. * Hile ile aldatma.
tertib
dizme, düzenleme.
Tertibât
(Tertib. C.) Düzen, düzenleme. * Karşılayıcı hazırlıklar.
Tertibât-ı mukaddeme Başlangıçtaki sıralamalar, tertib ve düzenler.
3051
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tertib-i mukaddemât Bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tertib edilmesi. Bir neticeye varılması için sırasıyla riayet edilmesi icab eden sebebler. Tertibkerde
f. Düzenlenmiş, sıraya konmuş, tertib edilmiş.
Tertibsâz
f. Düzenleyen, sıraya koyan, tertib eden.
Tertil
Saçı yağlamak. * Tartmak, ölçmek.
tertil
tane tane ve düşünerek okuma veya konuşma.
Tervib
Sütü yoğurt yapmak. * Sütün yoğurt olması.
tervic
revaç verme, değerini artırma, geçerli kılma.
Tervic
Revaç vermek. Değerini arttırmak. * Müsait karşılamak. Kabul ettirip, geçerli kılmak.
Tervie
Evmeyip tefekkür etmek. Acele etmeyip düşünmek.
Tervih
(C.: Tervihât) Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma. * Rahatlandırma.
Terviha
(C.: Teravih) Teravih namazının her dört rekatı. * Teravih namazının her dördünden sonra oturmak.
Tervik
Durultma, süzme, saflaştırma.
Tervil
Yağlı ekmek. * Ekmeği yağ ile ovmak.
Terviye
Su verme, sulama, suya kandırma. * İyiden iyiye ve derin derin düşünme.
Terviz
Bir yeri çayır çimen yapmak.
Terye
Az gizli. * Kadınların hayızdan arınıp guslettikten sonra sarılık ve bulantıdan gördüğü nesneler.
Ter-zeban
"f. ""Yaş dilli"". Hazırcevap. * Kalem."
Terzik
Rızık verme, besleme. Rızık için verip yedirme. Nasibdâr kılmak.
terzik
rızıklandırma.
3052
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
terzil
rezil etme.
Terzil
Rezil etme. İtibarını kırma.
Terziz
Kâğıda nişan ve alâmet etmek, işaret koymak.
Tesabuhât
(Tesâhub. C.) Korumalar, sâhib olmalar. * Arkadaşlıklar.
Tesabuk
Yarış etme. Müsabaka.
Tesabür
Bir şeyi sürekli olarak yapmak. Bir şeye devam üzere çalışma.
Tesacül
Fahirlenmek gururlanmak, kibirlenmek, tefahur.
tesadüf
rast gelme.
Tesadüf
Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme. (Bak: Delil-i inayet)
Tesadüfen
Tesadüf olarak, rastgele.
Tesadüfî
Rastgele. Tesadüf olarak. Tedbirsiz meydana gelmek suretiyle.
tesadüfî
tesadüfle ilgili, rast gele.
tesadüm
çarpışma.
Tesadüm
Vuruşma. Şiddetle çarpışma.
Tesadüm-ü efkâr
"Fikirlerin çarpışması. Münazara.(Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise: Maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan ""bârika-i hakikat"" değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkisi bulunmaz. Hak nâmına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahittir. M.)"
Tesaffuh
Safha safha nazar etme. Bir bir bakma, teemmül etme.
3053
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tesafuh
Elele tutuşma.
Tesafün
Lâzım olmak, icab etmek.
Tesagur
Küçük görünme, küçülme.
Tesahhub
Nazlanmak.
Tesahhun
(C.: Tesahhunât) Isınma, kızma.
Tesahhur
Seher vaktinde kalkmak. * Sahur yemek.
Tesahsu'
Döndürmek.
Tesahub
Sahip çıkma, benimseme. * Koruma. * Arkadaşlık etme.
tesâhub
sahiplenme.
Tesahül
Yumuşak davranma. Rıfk ve mülâyemetle tatlı muamele etme. * Gaflet ve ihmal etme.
Tesakku'
Bir bâtıl nesneyi çekişmek.
Tesakkub
(C.: Tesakkubât) (Sakb. dan) Delme, delinme. * Zâhir olmak, görünmek. * Parlamak, ruşen olmak.
Tesakkuf
Zafer bulmak.
Tesakul
Ağırdan alma, oyalanma, tembellik etme.
Tesakut
Birbiri ardınca düşmek. Birbirini düşürmek. Düşüşmek.
Tesakutan
Ardı ardına düşerek. Karşılıklı düşürmek suretiyle.
tesakutan
birbiri ardına düşerek.
Tesakür
Sarhoş olmak.
Tesallüb
(Bak: Tasallüb)
tesallüb
katılaşma.
Tesaluh
Sağır gibi görünme.
Tesalüf
(Self. den) İki kadın birbiriyle elti veya iki erkek birbiriyle bacanak olma.
Tesalüm
Sulh edişmek, barışmak.
3054
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tesamu'
İşitmek. Bir sözü birbirinden duymak.
tesâmuh
hoş görme.
Tesamuh
Hoş görme. Hoş görürlük. Birbirine kolaylık gösterme. Kayıtsız olma. Gaflet etmek. * İhmal etmek.
Tesamuhat
(Tesâmuh. C.) Hoş görmeler, müsâmahalar. * Dikkatsiz ve kayıtsız davranmalar.
Tesamum
Sağır görünme. * Sağırlaşma.
Tesanif
(Tasnif. C.) Eserler, kitaplar.
tesânüd
dayanışma.
Tesanüd
Karşılıklı yardımlaşma. Birbirine istinad etme.
Tesaru'
Güreşme. Birbiriyle güreş etme.
Tesaruf
Emir ve hükmetme.
Tesa'su
Çok yaşlanmak. * Artık gün geçirmek. * Bir nesnenin ekserisinin geçmesi.
Tesatül
Ulaşmak, varmak.
Tesaud
(C.: Tesâudât) (Suud. dan) Yukarı çıkma.
Tesauf
Muvâfakat etmek, uymak, anlaşmak.
Tesaüb
Esneme. * Gaflette bulunma. Boş bulunma.
Tesaül
Birbirine sual etme, soru sormak.
Tesavi
İki şeyin birbirine denk olması. Birbirine müsavi ve misil olmak. İki taraf da aynı ve bir derecede bulunmak (Tesâvi-i tarafeyn de denir.)
Tesavi-i kuvâ
Kuvvetlerin müsaviliği, eşitliği.
Tesavir
(Tasvir. C.) Tasvirler.
tesavir
tasvirler.
Tesavüb
Esnemek. * Gafil olmak, gaflette bulunmak.
Tesavük
Yürek zayıflığından eğilip sendelemek.
3055
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tesavüm
Alış-verişte birbirine mukavele yapmak, anlaşmak.
Tesavüt
(Ot) katı olmak.
Tesayüf
(Seyf. den) Kılıçla vuruşma.
Tesayül
Suyun revân olup akması.
Tesayür
Bir uğurdan gitmek.
Tesbi'
(Seb'. den) Yediye çıkarma, yedileme. * Bir şeyi yedi parça yapma.
Tesbian
Yediye ayırmak suretiyle, yediye ayırarak.
Tesbid
Kıl yolmak. * Yağlanmayı terk etmek.
tesbih
" ""sübhanallah"" demek."
Tesbih
Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir. (Bak: Sübhan)
Tesbihat
(Tesbih. C.) Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) sıfatına lâyık ifadelerle yâdetmeler.
tesbihât
tesbihler, namazdan sonra okunanlar.
Tesbihfeşan
f. Çok çok tesbihat yapan, tesbihat ifade eden.
Tesbihhan
f. Tesbih eden, tesbih okuyan.
tesbihhân
tesbih eden.
tesbihî
tesbihle ilgili.
tesbihkârâne
tesbih edercesine.
Tesbik
(C.: Tesbikat) (Sebk. den) Eritip kalıba dökme.
Tesbil
(Sebil. den) Bir şeyi Allah rızası için vakfetme, Allah yoluna bağlama. * Yolcu etme, yola çıkarma. * Yol gösterme. * Kesme.
Tesbit
Sağlam olarak yerleştirme. Yerinden kımıldayamaz hâle getirme. * Bir şeyin aslını kat'i olarak bulma.
tesbit
yerleştirme, görüp göstermek.
Tesci'
Edb: Nesirde kafiye kullanmak. Cümleleri kafiyelendirmek.
3056
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tescif
Bir şeyi örtme.
Tescih
(Eşek) dişiyle bir yerini tutup ısırmak.
Tescil
Sicile geçirme, deftere kaydetme. * Sağlamlaştırma.
tescil
sicile geçirme.
Tescilât
(Tescil. C.) Kütüğe geçirmeler, sicile geçirmeler.
Tescin
(Sicn. den) Hapsetme, zindana koyma.
Tescir
Tennur yakmak. * Denizi kurutmak. * Boşaltmak ve doldurmak. * Ağlayarak çağırmak.
Tesciye
(Seciye. den) Üstün ahlâk kazandırma. * Bir nesneyi örtmek.
Tesdid
(Sedd. den) Hayırlı işe doğru yöneltme. * Doğrultma, doğrultulma.
Tesdis
(C.: Tesdisât) (Süds. den) Gazelin her beytine dörder mısra ilâve ile onu müseddes (altı mısralı) hâline getirmek.
Tesdiye
Çulhaların bez çözmeleri.
Tesebbüb
(Sebeb. den) Sebeb olmak.
Tesebbüben
Sebep olma suretiyle.
Tesebbüt
Rahatlık. * Sâkin olmak.
Teseccu'
Kuşların cıvıltıları. * Seci' yapmalar.
Teseccüd
(Secde. den) (C.: Teseccüdât) Secde etme, secdeye kapanma.
Teseffüh
Sefihleşme. * Mütegayyer olmak, değişmek. * Akılsızlık etmek.
Teseffül
Örtme. * Aşağı sarkma. * Bayağılaşma, aşağılaşma.
Tesefsüf
Yaramaz olmak.
Tesehhub
Bulutlanma.
Tesehhur
Sahur yemeği yeme. (Bak: Sahur)
Tesehhurkâr
Maskara.
Tesehhüd
Uyanıklık.
Tesehhür
(Sehr. den) Gece uyumayıp uyanık kalma.
3057
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tesekkün
(Sükûn. dan) Yatışma, sükûn bulma. * Miskin ve fakir olma.
Tesekkün-i derya
Denizin sâkinleşmesi.
Tesekkün-i niza'
Kavganın yatışması.TESEKKÜR : Sarhoş olma. * Şeker hastalığı. * Şeker hastalığına tutulma.
teselli
avunma, avutma.
Teselli
Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma.
Teselli-âmiz
Teselli verici, avutucu, avundurucu.
tesellibahş
teselli bahşeden.
tesellidar
teselli edici.
tesellidârâne
teselli edercesine.
tesellikâr
tesellici.
tesellikârâne
teselli olurcasına.
Teselli-pezir
f. Avutulabilir, avundurulabilir.
Teselli-yâb
f. Avunan, avutulan, teselli bulan.
teselliyâtdârâne
teselli edercesine.
Tesellu'
Ahmak olmak.
Teselluh
(Silâh. dan) Silâhlanma, silâh kuşanma.
Teselluk
Yüksek yere, duvar üstüne çıkma. * Sırt üstü uyuma.
Tesellüb
Soyunma. * Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.)
Tesellül
İnsanlar içinden sıyrılıp çıkma. * Verem hastalığına yakalanma.
Tesellüm
Teslim edilen şeyi tekrar teslim alma. * Verilen bir şeyi alıp kaydetme. * Teslim olma. * İslâm olma.
tesellüm
verileni geri almak.
teselsül
zincirleme, ard arda gelme.
3058
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teselsül
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zincirleme. Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda etme. * Ulaştırma. * Man: (Bak: Delil-i ihtira)
Teselsülât
(Teselsül. C.) Zincirlemeler. Zincirleme gitmeler.
teselsülen
zincirleme olarak.
Teselsül-ü ilel
İlletlerin zincirleme devam etmesi. Sebeblerin teselsülü.
Tesemmi
Bir şahsa veya kabileye müntesib olma. * Bir isimle isimlenme.
Tesemmuh
Cömertlik etmek.
tesemmüm
zehirlenme.
Tesemmüm
Zehirlenmek.
Tesemmümât
(Tesemmüm. C.) Zehirlenmeler.
Tesemmün
(Semen. den) şişmanlama, semirme.
Tesenbül
Sümbülleşme, sümbül verme.
Tesenni
İki kat olma, eğilip bükülme.
Tesennüh
Küflenme.
Tesennüm
Ufak olmak. * Yerden iki üç karış yüksek olmak. * Hörgüç üstüne binmek.
Tesennün
Halinden dönmek. * Üzerinden yıl geçmek. * Yaşlı olmak, yaşlanmak, ihtiyarlamak. * (Sinn. den) Diş çıkarma.
Teserbül
Gömlek giymek.
Teserri
Cariye alma, odalık edinme.
Teserru'
(Sür'at. den) Koşma. Çabuk davranma.
Teserrut
Yutmak.
Teservül
Don giymek.
Tese'sü'
Korkmak.
Tesettür
"Kapanıp gizlenme. Örtünme. * Fık: Kadınların ve erkeklerin başkasına, nâmahremlere vücutlarının haram kısımlarını örtüp
3059
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
göstermemeleri.(Kur'an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için haya perdesini takmasını emreder. Tâ hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Alet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın - erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık - saçıklık, samimi hürmet ve muhabbeti izale edip ailevi hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder. S.)(Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nâzik ve seri'-üt teessür olduğundan; maddeten te'siri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta iştiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa'da çok kadınlar, bu dikkat-ı nazardan sıkılarak ""Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar"" diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref'-i tesettürü, hilâf-ı fıtrattır. Kur'ân'ın tesettür emri fıtri olmakla beraber; o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediyye olabilen kadınları tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevi esaretten ve sefâletten kurtarıyor. L.)(Her müslüman için avret mahallerini örtecek, kendisini sıcaktan, soğuktan koruyacak miktar elbise giymek farzdır. Bu elbisenin etekleri, erkeklerde bacakların yarısına kadar; kadınlarda ayakların yüzlerine
3060
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kadar uzamalıdır. Kolları da parmak uçlarına kadar uzun bulunmalıdır. B.İ.İ.)(İhticab ve mesturiyetin ""yani, perdelenme ve örtünmenin"" nev'i ikidir. Biri: hane içinde ihticabdır ki, kadın kısmı evi içinde zevcinin ve mahremlerinin gayriye muhalit (Yani beraber ve birarada) olmamak ve görünmemektir. Diğeri: Hane dışında ihticabdır ki, kimseye görünmemek üzere yüzünü ve başdan aşağıya kadar bütün endamını (vücudunu) ve hatta libasını (yani: Evde giydiği elbisesini) örtmek ve gizlemektir. Bunun zıddına tekeşşüf (açılma) ve bunun da ifratına tebezzül (yani, ayak altına düşmüş ve herkesin oyuncağı olmuş derecede kıymetsiz ve mübtezel olmak) tabir olunur.Kadınlar tekeşşüfden ve tebezzülden ve ricalin (erkeklerin) iştahlı gözlerine, dar örtülerle arz-ı endam etmekten memnu'durlar. Yüzlerini ve ellerini hatta ayaklarını, namazda açık bulundurabilirler. Velâkin zaruret olmadıkça mahrem olmayana bunları (yani; yüzlerini, ellerini ve ayaklarını) dahi gösteremezler. Sokakta yüz açmak ve libasın (yani, evde giydiği elbisenin) kolunu veya eteğini örtüden (yani cilbabdan ve çarşaftan) çıkarmak, şeriatın emrine muhaliftir. İhticab (tam örtünmek) emr-i Kur'anîdir. Onda (örtünmede) tehavünün (yani, örtünmede lâkaydlık ile hassasiyet göstermemenin) vebali büyüktür. Yüz mahrem değildir tâbiri, salât (namaz) hakkında olmaktan gayride galattır. (yani: Yüz, namaz dışında mahremdir, örtülmelidir.)Sure-i Celile-i Ahzab ile inen hicab (örtünme) âyetinde: Açık-saçıklık, nehiy (haram) ve kadınlar erkekle ihtilattan (karışık bulunmaktan) men' olunarak örtü altında siyanet kılındılar. (yani, muhafaza altına alındılar.) Ziynetlerinden mâdud olan libasları (yani, süs eşyası kabul edilen evde giydikleri elbiseleri) dahi erkeklerden örtünmeye mecbur
3061
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olarak (yani: Kadınlara emredilerek) bürgü ve çarşaf içinde bulundular ve yüzlerine peçe çekip yalnız gözlerini açık bulundurdular.) (Ni'metül İslâm'dan)(Kızlar ve kadınlar baştan aşağıya kadar örtündükten başka, yürürken de edeb-i vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sun'î veya hılkî zinetleri bilinsin diye bacak oynatıp, ayak çalmasınlar. Çapkın yürüyüşle nazar-ı dikkati celbetmesinler.) (Elmalılı Tefsiri, Sure: 24, Ayet : 31)(Tesettür etmeyip de bütün güzellik ve süspüsleriyle kendini yabancı gözlere vaz' ve teşhir eden bir kadın tabiîdir ki; istiklâl ve hürriyetini ve vakar ve izzetini muhafaza edemez. O.S.) (Bak: Avret)" tesettür
örtünme.
Tesettür-ü nisvan
Kadınların örtünmesi.
Tese'ül
(Sual. den) Dilenme, dilencilik etme.
tesêül
dilenme.
Tesevvi
Düzeltme, tesviye etme, düzleme.
Tesevvüb
(Sevâb. dan) Sevap kazanma, sevaplanma. * Farz olan namazdan sonra nâfile namaz kılma.
Tesevvük
Misvak yapmak.
Tesevvül
Galip olmak, yenmek.
Tesevvür
Yüksekten aşağı inmek.
Teseyyüb
(Seyyib. den) (Kadın) dul kalma.
teseyyüb
üşenme.
Teseyyüd
Yükseltme. * Sağlam olma.
Tesfi'
Sıcağın, insanın yüzünü yakması.
Tesfid
Kebap yapmak için eti şişe dizme.
Tesfif
Dövüp ezme, toz haline getirme.
3062
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tesfih
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Sefahet. den) Sefih görme, sefih sayma. Akılsız, müsrif ve eğlenceye düşkün addetmek.
tesfih
sefih görme, kıt akıllı sayma, eğlence düşkünü olarak tanıma.
Tesfil
(C.: Tesfilât) (Süfl. den). Aşağılaştırma, sefilleştirme, bayağılaştırma.
Tesfir
(Sefer. den) Yolcu etme, yola çıkarma, sefere gönderme.
Teshik
Ezme, dövme, döğerek ezme.
Teshil
(C.: Teshilât) Kolaylaştırma. Zorluğa âit şeyleri kaldırma.
teshil
kolaylaştırma.
Teshilat
(Teshil. C.) Kolaylıklar.
teshilât
kolaylaştırmalar.
Teshilen
Kolay olmak üzere.
Teshim
Nakışlı etmek, nakışlamak.
Teshin
Isıtmak, soğukluğunu gidermek.
Teshinât
(Teshin. C.) Isıtmalar, kızdırmalar.
teshîr
büyüleme, esir etme, emir altına alma.
Teshir
Zaptetme, hâkim olma, zorla ele geçirme. * İtaat ettirme. * Hakir ve zelil etmek.
teshîrât
teshirler.
tesid
kutlama.
Tes'id
Tebrik etme, saadetlendirme. * Sevinç ve sürur ile bayram yapma.
Tes'ir
(Sa'r. dan) Ateşi yakıp alevlendirme. * Kıymet ve değer koyma. Narh koyma.
têsir
etki, iz bırakma.
têsirât
tesirler, etkiler.
têsis
kurma, kuruluş.
Teskıye
(Saky. dan) Su verme. * Sulama.
3063
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teskib
(Sakb. dan) Delik açma, delme.
Teskif
Düzeltip ve doğrultup beraber etmek. Eşitlendirmek.
Teskil
(Sakl. dan) Ağırlaştırma. Ağırlığını artırma.
Teskim
(Sakm. dan) Hasta etme. * Bozuk ve yanlış sayma.
Teskin
Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme. * Gr: Bir harfi sâkin okuma.
teskin
sakinleştirme, yatıştırma.
Teskir
(Sekr. den) Sarhoş etme. * Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak.
Teskit
(Sükût. dan) Susturma. Sükût ettirme.
Tesli'
Yarmak.
Teslib
Soyunmak. * Gammazlık. * Erkeği ölen kadının, keder esvâbı giymesi.
Teslif
Kahvaltı etme. * Takdim etmek. * Bir nesnenin fiyatını evvelden vermek.
Teslih
(Selh. den) Derisini yüzüp çıkarma.
teslih
silahlandırma.
Teslihât-ı askeriye
Askerin silâhlandırılması.
Teslil
(Sell. den) Sıyırıp çekme. * Verem etme.
Teslim
Diş diş etme. Merdiven haline getirme, ayak ayak düzme.
teslim
tamamen verme.
Teslimat
(Teslim. C.) Bir hesap üzerine yapılan ödemeler.
teslimat
teslimler, vermeler.
Teslim-i can
Ölme.
Teslim-i ruh
Ölme. Ruhu teslim etme.
Teslimiyet
Kendini Allah'a veya başka birinin iradesine terketmek, boyun eğmek.
teslimiyet
teslim olma.
3064
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
teslimkârâne
teslim olarak.
Teslim-kerde
f. Teslim edilmiş olan.
Teslis
"Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.)"
teslis
Hıristiyanların üç ilâh inancı.
teslisiyet
Hıristiyanların üç ilâha inanmaları.
Teslit
Havâle etmek. (Bak: Taslit)
Tesliye
Avutma, teselli etme.
Tesliye-i hâtır
Gönül alınma.
Tesliyet
Avutma, teselli verme.
Tesliyet-bahş
f. Avutucu, teselli verici.
Tesliyet-kâr
f. Avutucu, teselli verici.
Tesmi'
(C.: Tesmiât) (Sem'. den) İşittirme, duyurma.
Tesmia
Halka ibadetini ve amelini işittirme, duyurma.
Tesmiat
(Tesmi. C.) İşittirmeler, duyurmalar.
Tesmid
Yere ters ve kül dökmek.
Tesmih
Yab yab gitmek. * Süngü ağacını yontup düzeltmek.
Tesmim
Zehirleme.
tesmim
zehirleme.
Tesmimen
Zehirleyerek.
Tesmin
(Sümn. den) Sekizleme. Sekize bölme. Sekize çıkarma. * Bir şeye kıymet biçme.
3065
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tesmir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması. * Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması.
Tesmit
"Aksıran kimselere: ""Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin"" demek."
tesmiye
isimlendirme, adlandırma.
Tesmiye
İsimlendirme. Ad verme. * Besmele çekme.
Tesnid
Dayak vurmak.
Tesnim
Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cennet meşrubatının en yükseğidir. (E.T.)
Tesniye
Bir şeyi kolaylaştırma.
tesrî
hızlandırma.
Tesri'
Hızlandırma. Sür'atlendirme. Acele ettirme.
Tesrian
Hızlandırarak. Çabuklaştırmak için.
Tesriât
(Tesri'. C.) Çabuklaştırmalar, hızlandırmalar.
Tesrib
Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır. * Darılma. Ayıplama. * Başa kakma.
Tesric
Kandil yakmak. * Güzelleştirmek. * Hayvanı eyerleme. Hayvana eyer vurma.
Tesrid
Sahtiyan dikmek. * Kırba dikmek.
Tesrih
Talâk. Boşanma, ayrılma. * Halâs etme, kurtarma. * Bırakma, salıverme. * Kıl tarama. * Asan etme, kolaylaştırma.
Tesrih-i lihye
Sakal bırakma.
Tesrik
(Sirkat. den) (C.: Tesrikat) Bir kimseye hırsız deme.
Tesrir
(C.: Tesrirât) (Sürur. dan) Sevindirme.
3066
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tesriye
Gam ve kederi bırakma. Kederi yok etme.
Testih
Yün ve pamuk tepmek.
Testir
Gizleme, saklama, setretme, örtme.
tesvi
genişletme, yayma.
Tesvib
Sevab vermek demektir. Sevab da ceza gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Sevab, hayırda meşhur olmuştur. Lisanımızda da ceza, şerde kullanılmıştır. (E.T.)
Tesvid
Karartma. Yazı ile karalama. Yazmak, müsvedde yapmak.
tesvid
müsvedde yazma.
Tesvif
(Sevf. den) (C.: Tesvifât) Sebepsiz olarak atlatma, geciktirme.
Tesvig
Cevaz verme. * Kolaylaştırma. * Tecavüz etmek, haddini aşmak.
Tesvik
(Sevk. den) Sürme, ileri gütme.
Tesvil
(C.: Tesvilât) Kötü bir şeyi güzel göstererek aldatma. * Tezyin etmek, süslemek.
Tesvim
Davarı otlamaya salmak. * İşaretlemek, nişan etmek. * Dağlamak.
Tesvir
Toz kaldırma. * Derin ve gizli mânayı araştırma.
Tesvis
Buğdaya bit düşmek.
Tesvit
Karıştırmak.
tesviye
düzleme, dengeleme.
Tesviye
Seviyelendirme. Düzleme. Beraber etme. İki şeyi müsavi etme. * Bir neticeye bağlama.
Tesviye-i deyn
Borç ödeme.
Tesviye-i umûr
İşlerin görülüp neticelendirilmesi.
Tesyar
Gönderme, gönderilme. (Eşya hakkında) (Tisyâr şekli yanlıştır)
Tesyil
Akıtma. Akıtılma. Sel gibi akıtılma.
3067
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tesyir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Seyr. den) (C: Tesyirât) Gönderme, yollama. Seyrettirme. * Sürmek. * Bezi yol yol alaca edip dokumak.
Teşabüh
Benzeşme. Birbirine benzeme.
teşâbüh
birbirine benzeme, benzerlik.
Teşabük
Şebekelenme. Karışık, dolaşık hâl alma.
Teşabür
Birbiriyle karışlarını ölçmek. * Kavga etmek için birbirine karşı gelmek.
Teşacür
(şecer. den) Sopalarla vuruşma. Birbirine girme kavga, dövüş.
Teşaff
Kap içinde olan suyu içmek.
Teşahh
Bahillik edişmek.
Teşahhub
Akmak, seyelan etmek.
Teşahhum
(Şahm. dan) Yağlanma, semirme, şişmanlama.
Teşahhus
(C.: Teşahhusât) Şahıslanma, belirlenme. Tarif edilebilir hâle gelme.
teşahhus
şahıslanma, belirme.
teşahhusat
teşahhuslar.
Teşahus
Deprenmek. Muhtelif etmek, çeşitli yapmak.
Teşahüd
Hazır olmak.
Teşaki
(Şekvâ. dan) Birbirinden şikâyet etme. * Dertleşme.
Teşakk
Muhalefet edişmek, uyuşamamak. * Zor ve meşakkatli olmak.
Teşakkuk
(Şakk. dan) Yarılma, ikiye ayrılma.
Teşakül
(şekl. den) şekil ve suretçe bir olma. Birbirine uyma.
Teşaküs
Husumet edişmek, düşmanlık yapmak.
Teşam
Yılışmak, gülüşmek. * Koklaşmak.
Teşamuh
(şemh. den) Yüce, büyük, yüksek olmak. Yükselmek.
Teşanü'
Buğz edişmek, kin gütmek.
Teşarük
Ortaklık etme. Birbirine ortak olma.
3068
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teşa'şu'
Şaşaalanma, parıldama.
Teşatüm
(şetm. den) Sövüşme.
Teşa'u'
Fiz: Işığın merkezden etrafa doğru dalgalanması.
Teşa'ub
Perâkende ve kol kol olup bölükler ve şubeler sahibi olma. * Bozuk bir şeyin düzelmesi. * Iraklaşmak.
teşâub
şube şube olma.
Teşaub
Şubelenme. Ayrılıp kol kol olma. Çatallaşma. Kısımlara ayrılma.
Teşa'ubât
(Teşa'ub. C.) Şubeler. Bölük bölük, kısım kısım olmalar.
Teşa'ub-u akvam
Kavimlerin kısım kısım, şube şube olması.
Teşa'ul
(şu'l. den) Parlama, tutuşma.
Teşa'ur
(Şa'r. dan) Kıllanma, tüylenme.
teşâur
şairlik taslama.
Teşaur
şâirlik taslamak. Kendini şâir gibi göstermek.
Teşa'us
Tozlu topraklı olmak. Kirlenmek. Paslanmak.
Teşaüm
şom tutmak.
Teşaün
Eskimek.
Teşavür
(Şurâ. dan) Danışma, müşâvere etme.
Teşavüs
Gururlanıp gözücuyla bakmak.
Teşayu'
Birbiriyle yâr olmak.
Teşbi'
Karnını doyurma.
Teşbib
Saç ve sakal ağarmak. * Ateş yakma. * Kasidede mahbubdan bahsetme.
teşbih
benzetme.
Teşbih
Yassı ve enli yapmak.
Teşbihât
(Teşbih. C.) Benzetmeler, teşbihler, benzetilmeler.
teşbihât
benzetmeler.
3069
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
teşbihperest
benzetme düşkünü.
Teşbih-perestlik
Kelâmda lüzumundan fazla teşbihe yer vermek.
Teşbik
(Şebeke. den) Şebekeleştirme, ağ biçimine koyma.
Teşbir
Karışlama. * Ölçme.
Teşbit
Bir kimseyi işinden geciktirme, mani olma.
teşcî
şecaatlandırma, cesaret verme.
Teşci'
Şecâatlandırma, cesaret verme. Bahadırlık etme.
Teşcir
(Şecer. den) Ağaçlandırma.
Teşdib
Arıtmak, temizlemek. * Tımar etmek.
Teşdid
Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme. * Gr: Harfi iki defa okuma. Harfi şeddeli okumak.
teşdid
şiddetlendirme.
Teşdih
Baş yarmak.
Teşebbu'
Tok değilken kendini tok göstermek.
Teşebbüb
şap haline gelme, şaplaşma.
teşebbüh
benzeme.
Teşebbüh
Benzemek, müşâbehet etmek. Zorla benzemeğe çalışmak.
Teşebbüh-ü bi-l vâcib (Bak: Aristo) Teşebbük
(Şebeke. den) Ağ şeklini alma. Şebekeleşme. * Parmaklarını birbirine giriştirmek.
teşebbüs
bir işe girişme.
Teşebbüs
Bir işe girişmek. Bir işi ilk olarak teklif etmek. * Sağlam bir niyetle bir şeye başlamak. * El ile yapışıp bırakmamak.
teşebbüskârâne
işe girişircesine.
Teşeccu'
Bahâdırlık göstermek, kahramanlık yapmak.
Teşeccür
Ağaçlanma, ağaçlaşma.
3070
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teşedduk
Ağzın köşesiyle konuşmak.
Teşeddüd
Sertleşme. Kuvvet ve dayanıklık kesbetme. Şiddetlenme. Çok şiddetli olma. * Keskinleşme.
teşeddüt
şiddetlenme.
teşeffi
intikam alma, kalbi buz gibi olma.
Teşeffi
Rahatlamak. Şifâ bulmak. * Öc almak. Öc veya intikam almakla yüreği soğumak.(Tenkidin sâiki ya nefretin teşeffisidir veya şefkatin tatminidir. Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi...R.N.)
Teşeffi-i gayz
Öfkesinin öcünü alarak rahatlamak. İntikam alarak yüreğini soğutmak.
Teşeffu'
şafiî mezhebine geçmek. şafiî olmak.
Teşehhi
Hırsla istemek. İştahlanmak.
teşehhi
iştahla isteme.
Teşehhut
Maktulün kan içinde yuvarlanması.
Teşehhüd
"Şehadet getirmek. * Namazdaki şehadet miktarı oturmak ve ""Ettahiyyât"" okumak."
teşehhüd
şehadet getirme, namazda oturma.
Teşekki
(C.: Teşekkiyât) Şekvada bulunma. Kötü ahvalini ihbar ile şikâyet etme.
teşekki
şikayet etme.
teşekkiyat
şikayet etmeler.
teşekkük
kuşkulanma.
Teşekkük
şek ve şüphe etme.
teşekkül
şekillenme, oluşma.
Teşekkül
şekillenme. şekil alma. * Meydana gelme.
Teşekkülât
(Teşekkül. C.) Teşekküller. şekillenmeler. * Kuruluşlar.
teşekkülât
şekillenmeler, oluşmalar.
3071
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teşekkülât-ı arziye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Dünyanın ilk yaratılışı.( $Ey Arkadaş! Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delâlet eder ve $ $ âyeti de semavatın arzdan evvel halkedildiğine dâlldir. Ve $ âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş ve sonra birbirinden ayırd edilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mâyi kılmıştır; sonra mâyi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip köpük kesilmiştir; sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla, herbir arz için hava-i nesimiden bir sema hasıl olmuştur; sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer'etmiştir; ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat, in'ikad etmiş, vücuda gelmiştir.Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tâbir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi' buhara inkılâb etmiştir; sonra o buhardan, mâyi-i nâri hasıl olmuştur; sonra o mâyi-i nâri, bürudet ile tasallüb etmiş, yani katılaşmış; sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçalarını fırlatmıştır, o parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:""İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik."" mânasında olan $ nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i Esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i Esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. $ âyeti, şu madde-i Esiriyeye işarettir ki: Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı, su hükmünde olan şu Esir maddesi üzerinde
3072
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani Esiri halkettikten sonra, cevâhir-i ferd'e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte arzın, hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlıyarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir. Fakat arzın bastedilmesiyle nev'-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı, semavattan sonra başlarsa da, bidayette, mebde'de ikisi beraber imişler. Binâen alâhâzâ, o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılâb eder. İ.İ.)" Teşekkür
"Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi. * Şükür etmek. * Birisine karşı ""Sağ ol, var ol, ömrüne bereket"" gibi söylenen minnet sözleri."
teşekkür
şükretme.
Teşekkürât
(Teşekkür. C.) Teşekkürler.
teşekkürât
teşekkürler.
teşekkürnâme
teşekkür yazısı.
Teşelşül
(C.: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması. * Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.
Teşemmül
İhrama bürünme.
Teşemmüm
(şemm. den) Koklama.
Teşemmür
İşe hazırlanma.
Teşemmüs
(Şems. den) Güneşleme, güneşe çıkma. * Güneş çarpması.
Teşemmüt
Hayırla ve bereketle duâ etmek.
3073
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teşennüc
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Şenc. den) (C.: Teşennücât) Buruşuk olma, buruşma. * Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması. * Korkmak. * Titremek.
Teşennüf
Küpe takınma. * Süslenme.
Teşennün
Adamın ihtiyarlıktan dolayı derisinin buruşup kuruması. * Eskimek.
Teşerru'
şeriata uygun davranma.
Teşerruk
Güneşte oturmak.
teşerrüb
içme.
Teşerrüb
Suyu kendine çekme, içme. * Meşreb sahibi olma.
teşerrüf
şereflenme.
Teşerrüf
şereflenme. şeref bulma. Ulviyete erişme.
Teşerrüfât
(Teşerrüf. C.) Şeref duymalar, şereflenmeler. Saygı göstermeler, hürmet etmeler.
Teşetti
(Şitâ. dan) Kışlama. Kış mevsimi boyunca bir yerde oturma. Kışı geçirme.
Teşettüt
Dağınık olma. Dallara ayrılma. Çatallaşma. Dağılma. Perişan olma.
teşettüt
dağınıklık, çatallaşma.
Teşe'ub
Budaklanmak. * Perâkende olmak, dağılmak, saçılmak.
teşêüm
kötüye yorma.
Teşe'üm
Kötüye yorma. Uğursuz sayma. Bu anlayış dinimizde men edilmiştir. * Sola dönme. * Sola yatma.
Teşevvuk
şevklenme, istek gösterme, arzu etme, sevinme.
Teşevvüh
Çirkinlik.
teşevvüş
karışıklık, bulanıklık.
Teşevvüş
Karma karışık olma. * Bulanıklık, karışıklık.
teşevvüşât
bulanıklıklar.
Teşeytun
Yaramazlık etmek.
3074
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
teşeyyû
şiîleşen.
Teşeyyu'
Şiilik taslamak. Şii olma. (Bak: Şia) * Vedalaşmak. * Ardınca ve peşinden gitmek.
Teşeyyuh
Şeyh olduğunu iddia etmek. Şeyhlik taslama. * İhtiyarlama, yaşlanma.
Teşeyyüb
(C.: Teşeyyübât) İhmalcilik, kayıtsızlık.
Teşeyyüd
Yükseltme. Sağlamlaştırma.
Teşeyyüh
(Şeyh. den) İhtiyarlama. * Şeyhlik iddiasında bulunma.
Teşezzi
Pâre pâre olmak. Pârelenmek.
Teşezzüb
Dağılma, dağınık olma.
Teşezzün
Yoğun ve katı olmak.
Teşezzür
Ayrılmak. * Korkmak. * Hazırlanmak. * Davara binmek.
Teşfi'
Şefaat etmek, affı için sebep olmak.
Teşfiye
(Şifâ. dan) İyileştirme, şifalandırma.
Teşhir
Göz önüne serme, gösterme. Sergi serip âleme ilân etme. * Meşhur ve nâmdâr kılmak. * Kılıç sıyırma.
teşhir
serme, gösterme.
Teşhirgâh
f. Sergi yeri, herkese gösterme yeri.
teşhirgâh
sergi yeri.
Teşhirgâh-ı enâm
f. Mahlukatın herkese gösterildiği yer, dünyâ.
Teşhir-i silâh
Silâh çekme.
teşhis
şahıslandırma, tanıma.
Teşhis
Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma. * Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek. * Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek. * Eşyaya şahsiyet vermek.
Teşhit
Kana bulaştırmak.
Teşhiye
"""Gönlün ne isterse sana vereyim"" demek."
3075
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teşhiz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Teşhizât) (Şahz. dan) Sivriltme, keskinleştirme. * Bileme. * Gücünü, kuvvetini artırma. *Uyandırma.
Teş'ib
(C: Teş'ibât) Şubelere ayırma, dallandırma.
Teş'il
(Şu'l. den) Parlatma. Tutuşturma, alevlendirme.
Teşkih
Hurma koruğu renklenmeye başlamak.
Teşkik
(Şakk. dan) Parça parça yarma. İkiye ayırma. Yarmak.
teşkik
kuşkulandırma.
teşkikât
kuşkulandırmalar.
Teşkikât
Şek ve şüpheler. Şüphede bırakmalar.
teşkil
biçimlendirme, oluşturma.
Teşkil
Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek. * Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması.
Teşkilât
Tertipli ve düzenli çalışan birlik.
teşkilât
teşkiller, örgüt.
Teşkilât-ı esasiye
"Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır."
Teşmi'
(Şem'. den) Mumlama, bal mumuna batırma.
teşmil
genelleştirme, kaplama.
Teşmil
Şâmil kılmak. İhata eylemek. Kaplamak. İhrama bürünmek ve sür'atle yürümek.
Teşmim
(Şemm. den) Koklatma. Koklatılma.
Teşmir
(Şemr. den) Sıvama veya sıvanma.
Teşmir-i sâid
Kolları sıvama. * Mc: Bir işe iyice adamakıllı girişme.
Teşmis
(Şems. den) Güneşe tutma, güneşe serme. * Güneşe tutup hasta etme.
3076
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teşmit
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Aksıran kimseye: ""Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin"" deme."
teşmiyet
aksırana dua etmek.
Teşmiyet
Aksırana karşı hayır ve bereketle duâ etmek.(Yerhamükümullâh: Allah size merhamet ve rahmet ihsan etsin) meâlinde dua etmek.
Teşne
f. Susamış. * Mc: İstekli, çok arzulayan, heveskâr.
teşne
susamış, pek istekli.
Teşnedil
(C.: Teşnedilân) Candan ve yürekten isteyen.
Teşnegân
(Teşne. C.) f. İstekliler. * Susamışlar.
Teşnegî
f. Susama.
Teşneleb
f. Dudağı kurumuş, çok susamış. Yanık, susuz.
Teşni'
Başa kakmak. * Davara binmek. * Silâh takınmak. * Kötülük yapmak. Kötü göstermek. Ayıplamak. * Birisinin çok şeni' olduğunu söylemek.
Teşniât
(Teşni'. C.) Ayıplamalar, çirkin bulmalar.
teşniat
ayıplamalar, çirkin bulmalar.
Teşnif
Küpe takma. Küpe takınma. * Süslenme. Küpe ile süsleme.
Teşnir
Ayıp vermek.
Teşri' eylemek
Dinî emir ve yasakları bildirmek. Kanun bildirmek. Bir emrin kanun gibi tatbikini istemek.
teşrî
kanun yapma.
Teşri'
Yolu açık ve vâzıh kılma. * Şeriata isnad ve nisbet eylemek. * Kanun vaz' ve tenfiz eylemek. * Peygamberimizin (A.S.M.) şeriata dair emretmesi. * Havuza su getirmek.
Teşric
Cem'etmek, birbiri üstüne yığmak. * Kerpiçi yerinden ayırmak.
3077
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teşrid
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ayırma, dağıtma. Dilim yapıp kesmek. * Nefyetme, kovalama. * Belâya atma. Ürkütüp kaçırma. Sevketme. * Birisinin ayıbını teşhir eylemek.
teşrif
şereflendirme.
Teşrif
Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek. * Bir yere buyurmak.
Teşrifat
(Teşrif. C.) Resmî kabul ve ziyaretlerdeki kabul merasimi. Protokol.
teşrifat
şereflendirmeler.
teşrih
açma, açıklama.
Teşrih
Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak. * Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.
Teşrihat
Açıklamak, tafsilât vermek, inceden inceye araştırmak.
teşrihat
açıklamalar.
Teşrihat-ı hikemiye
Hikmet ve felsefe nazarıyla yapılan araştırma, açıklama.
Teşri'-i evamir
Emirleri, işleri şeriata göre yürütme, idare etme, işleri şeriata uygun kılma.
Teşriî masuniyyet
(Masuniyyet-i teşriiye) Milletvekillerinin Meclis'te izhar ettikleri fikir ve verdikleri reylerden, mes'uliyete tâbi olmamaları.
Teşriî
(Teşriiye) Şeriatla, kanun ile, kanun yapma ile alâkalı, şeriata müteallik, kanuna dair.
teşriî
şeriatla ilgili.
Teşrik tekbirleri
Zilhiccenin dokuzuncu günü, yani Kurban Bayramının arefe günü, sabah namazından başlayarak, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar olan, her farz namazın selâmından sonraki alınan tekbirler.
3078
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teşrik
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Güneşlendirme. Güneşte kurutma. * Eti parçalayıp güneşte kurutma. * Doğu tarafına gitme.
teşrik
ortak etme.
Teşrik-i mesaî
Birlikte çalışmak. İşbirliği etmek. Bir işi beraber yapmak.
teşrikimesâî
iş birliği.
Teşrim
Yarmak. * Yırtmak.
Teşrin
Eskiden yılın on ve onbirinci aylarına verilen ortak isim.
Teşrin-i evvel
Ekim ayı.
Teşrin-i sâni
Kasım ayı.
Teşrînievvel
Ekim ayı.
Teşrînisani
Kasım ayı.
Teşrir
Güneşte bez serip kurutmak.
teşt
büyük su kabı.
Teşt
Tekne, teşin, leğen, kap.
Teştir
Bir nesneye ayıp vermek, noksanlık vermek.
Teştit
Dağıtma, dağıtılma. Perişan etme.
Teştiye
Kışın uyuyan hayvanların uykusu.
Teşvif
Tezyin etmek, süslemek.* Haberli olmak, anlamak, muttali olmak. * Bakmak, nazar etmek.
Teşvih
Çirkin yapmak.
Teşvik
Diken bitmek. * Ağacın dikenli olması.
teşvik
isteklendirme.
Teşvikat
(Teşvik. C.) İsteklendirmeler, şevke getirmeler. Kışkırtmalar.
teşvikhat
isteklendirmeler.
teşvikkârâne
isteklendirircesine.
3079
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teşvir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme. * Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme.
teşviş
karıştırma, bulandırma.
Teşviş
Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.
Teşvişiyyet
Karışıklık, bozukluk.
Teşvit
Tüyü ve kılı gitsin diye ateşe tutmak.
Teşviye
Kebap yapmak. Kebap vermek.
teşyî
uğurlama, yolcu etme.
Teşyi'
Uğurlamak. Gideni selâmetlemek. Yolcu etmek. * Cesaretlendirmek.
Teşyid
Müşeyyed etmek. Binayı yükseltip sağlamlaştırmak.
teşyid
sağlamlaştırma.
Teşyie
Dilemek, istemek.
Teşzib
Ağaç budamak.
Tetabbub
(Tıbb. dan) Hekim olmadığı hâlde hekimlik yapma.
Tetabu'
Fasılasız birbiri ardından gelmek. Aralıksız birbirini takib etmek.
Tetabuk
Birbirine uygun ve muvafık olmak. Uymak. Birşeye uygun düşmek.
tetâbuk
uygunluk.
tetâbukât
uygunluklar.
Tetabu-u izafat
Bir çok kelimenin birbirine muzaf ve muzafün ileyh olması. Zincirleme isim takımı. (İhtizazat-ı esvat-ı beşeriye misalinde olduğu gibi.)
Tetafful
(Tufl. dan) Dalkavukluk.
Tetahhul
Tıb: Dalak şişmesi.
Tetahhur
Temizlenme. * Günah işlemekten uzaklaşma.
tetahhur
temizlenmiş olma.
Tetahhurât
(Tetahhur. C.) Temizlenmeler.
3080
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tetallu'
Boynunu uzatarak başını kaldırma.
Teta'um
(Ta'm. dan) Tatma, tadına bakma.
tetâvül
uzama.
Tetavül
Uzun olma, uzama. * Zulüm etme. * Birbirine muhalefet, kibir ve taazzum etme. * Musallat olma. * Mugayeret eylemek.
Tetavvu'
(Bak: Tatavvu')
Tetavvuan
Nafile olarak, nafile tarzında.
Tetavvuf
Tavaf etme. Ziyaret maksadıyla bir şeyin veya bir yerin etrafını dolanma.
Tetavvuk
Boyuna gerdanlık gibi şeyler takma.
Tetavvus
Tavus gibi renk renk elbise giyme.
Tetayür
(Tayeran. dan) Uçuşma. Uçuşup dağılma.
Tetbi'
Peşini bırakmayıp iyice araştırma. * Uyma, tâbi olma.
Tetbin
Fikrinde ve görüşünde dikkat etmek.
Tetbir
Helâk etmek, mahvetmek.
Tetbit
Zarar ve ziyan yapma.
Tetebbu'
Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.
tetebbû
araştırma, inceleme.
tetebbuât
araştırıp incelemeler.
Tetebbuât
Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.
Tetellu'
Kalkmak için boynunu uzatmak.
Teterrüb
Toz toprak içinde kalma.
Teterrüs
Kalkanla siper yapmak.
Tetevvüc
Tac giyme.
Tetfül
Tilki eniği.
3081
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tetim
Aşkla söylemek.
tetimmât
tamamlayan ekler.
Tetimme
(Tetümme) (C.: Tetümmat) Tamam etme. Tamamlama. * Ek. Noksanını tamamlamak için ilâve edilen.
tetimme
tamamlama, tamamlayan ek.
Tetkik
(Bak: Tedkik)
Tetliye
Nezretme. Adağı yerine getirme. * Farzdan sonra nafile namaz kılma.
Tetmim
Tamamlama, bitirme. * Edb: Bir şiiri tamam etmek.
Tetnih
Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
Tetra
Birbiri ardınca olmak. Birbirinin peşinden gelmek.
Tetre'
(Tarae. den) Ârız olur, meydana gelir (meâlinde).
Tetrib
Toza toprağa bulaştırma.
Tetrih
Tasalandırmak. Hüzünlendirmek, üzmek.
Tetris
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
Tetvibe
Tevbe etmek.
Tetvic
(C.: Tetvicât) Tac giydirme.
Tetyib
Helâk etmek, mahvetmek.
Teva
Mâlın helâkı. Mülkün helâk olması.
Tevabi'
(Tabi'. C.) Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar. * Uşaklar. * Bir merkeze bağlı olan yerler. * Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler.
tevâbî
bağlı olanlar, uyanlar.
Tevabil
(Tâbel ve Tâbil. C.) Yemeklere katılan nâne, karanfil, tarçın ve biber gibi şeyler. Baharat.
Tevabit
(Tâbut. C.) Tabutlar, sandıklar.
3082
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tevacüd
Kişinin kendini vecd suretinde göstermesi.
Tevacüh
(Vech. den) Yüz yüze olma. Karşı karşıya gelme.
Tevadd
Muhabbet etmek, sevmek.
Tevadu'
(İki taraf düşmanlıktan vazgeçip) barışma.
Tevaffuk
(Vefk. den) Muvaffak olma, başarma.
Tevafi
Tamam olmak, tamamlanmak.
Tevafuk
Birbirine uygunluk. Muvâfık oluş. Rast gelme hali. Nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak.
tevâfuk
uygunluk.
Tevafukat
(Tevâfuk. C.) Uygunluklar. Tevafuklar.
tevâfukât
uygunluklar.
Tevafukat-ı gaybiye
Göze görünmeyen ve bizim için gaybi olan tevafuklar. Kur'an veya kıymetli dinî eserlerde, bir kısım kudsi kelimelerin, yazılışlarında İlâhî bir takdir ile, altalta ve yanyana dizilişleri.(Elbette böyle mübarek bir cemaatte ve tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum fakat herkese ve umuma gösteremiyorum. M.)
Tevafür
(C.: Tevafürât) Artma, çoğalma.
Tevafürât
(Tevafür. C.) Artmalar, çoğalmalar.
Tevaggul
Çok uğraşma, meşgul olma. Bir işin çok ilerisine varmak.
tevaggul
çokca meşgul olma.
Tevaggulât
(Tevaggul. C.) Tevagguller. Devamlı olarak uğraşmalar.
Tevaggun
Cenk içinde ikdam etmek. Savaşta sebat edip ilerlemek.
Tevagguz
Çok sıcak olmak.
Tevahhi
Talep etmek, istemek.
tevahhud
teklik, birlik.
3083
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tevahhud
Vahid, tek olmak.
tevahhuş
korkma, ürkme.
Tevahhuş
Korkmak. Ürkmek. Kaçmak. * Hâli, tenhâ ve ıssız olmak.
Tevahuk
Cemaat olup gitmek. Topluluk hâlinde gitmek.
Tevaif
(Bak: Tavaif)
tevaif
taifeler, guruplar.
Tevak
İstekli kimse.
Tevaki'
(Tevki'. C.) Fermanlar.
Tevakki
Çekinme, hazer etme, sakınma, korunma.
tevâkki
çekinme, korunma.
Tevakku'
(C.: Tevakkuât) (Vuku. dan) Bekleme, umma, ümid etme. İsteme, arzu etme.
Tevakkud
Tutuşup yanma.
tevakkuf
durma, duraklama.
Tevakkuf
Durma. Eğlenip kalma. Duraklama.
Tevakkufât
(Tevakkuf. C.) Beklemeler, durmalar, eğlenmeler.
Tevakkul
Dağ üstüne çıkmak.
Tevakkur
(Vekar. dan) Vakar peydâ etme. Vakarlanma.
Tevakkus
Şiddetle basmak. * Atın seyri.
Tevakun
Noksan etmek, eksiltmek.
Tevakül
(Vekl. den) Birbirini vekil etme.
tevâli
uzama, devam.
Tevali
Uzayıp gitmek, devam etmek. Birbiri ardınca sıra ile gelmek. Sürmek.
Tevaliyen
Tevali etmek suretiyle.
Tevalüd
Doğma, doğurma.
Tevamür
Danışmak, istişare etmek.
3084
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tevana
(Tüvânâ) f. Güçlü, kuvvetli, iktidarlı.
Tevani
f. İşde tembellik etmek. * Kusur işlemek. Usançlık, bezginlik göstermek.
Tevari
Gizlenme, kaybolup göze görünmeme.
Tevarih
(Târih. C.) Tarihler. Hâdiselerin zuhur zamanını kaydeden kitaplar.
tevârih
tarihler.
Tevari-i kamer
Ayın gizlenmesi, görünmez olması.
Tevarüd
Vârid olma, gelme. Yetişme, vâsıl olma. * Arka arkaya gelmek. * Edb: Birbirinden habersiz olarak iki şâirin aynı beyti veya mısrayı söylemeleri.
tevârüs
miras intikali.
Tevarüs
Mirasa konmak, birisine diğerinden irsen geçmek. Miras yemek.
Tevarüsât
(Tevarüs. C.) Tevarüsler, mirasa konmalar. * İrsen geçmeler, irsî olarak geçmeler.
Tevasi
(Vasiyet. den) Vasiyetleşme. Birbirine tavsiye etme.
Tevassul
Ulaşma, kavuşma, bitişme. * Nikâh yolu ile hısımlık, münasebet peydâ etme.
Tevasuk
(Vusuk. dan) Birbiriyle andlaşma. Birbirine güvenip itimad ederek andlaşma.
Tevasül
Birbirine ulaşma.
Tevatür
"Kuvvetli haber. * Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak. * Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia. * Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.(Mâlumdur ki; üç dört muhtelif yoldan gelenler, aynı bir hâdiseyi söyleseler, yakini ifâde eden tevâtür derecesinde o hadisenin kat'i vukuuna delâlet
3085
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
eder.İşte, meşrebce ve meslekce ve isti'dâdca ve asırca gayet muhtelif ayrı ayrı bütün muhakkikinin muhtelif tabakatından ve evliyânın muhtelif turuklarından ve asfiyanın muhtelif mesleklerinden ve hükema-i hakikiyenin muhtelif mezheblerinden olan bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki: kâinat mezâhirinde ve mevcudat âyinelerinde görülen mehâsin ve kemâlât, bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un tecelliyat-ı kemalidir ve cilve-i cemal-i esmasıdır. S.)(...Sahabeler, Kur'anın ve âyetlerin hıfzından sonra en ziyade, Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) ef'al ve akvalinin muhafazasında, bâhusus ahkâma ve mu'cizata dair ahvâline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, tarih ve siyer şehadet ediyor. Resul-ü Ekrem'e (A.S.M.) ait en küçük bir hareketi, bir sireti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehadisiyye şehâdet ediyor. Hem asr-ı saâdette, mu'cizatı ve medar-ı ahkâm ehadisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abadile-i Seb'a kitabetle kaydettiler. Hususan Tercüman-ül Kur'an olan Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Amr İbn-i As, bahusus otuz kırk sene sonra, Tabiînin binler muhakkikleri, ehadisi ve mu'cizatı yazı ile kaydettiler. Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler, yazı ile muhafaza ettiler. Daha hicretten ikiyüz sene sonra başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sittei Makbule, vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp; bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehadisi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i keşfin tasdikiyle; yetmiş defa Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) temessül edip, yakaza halinde Onun sohbetiyle müşerref olan
3086
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Celâleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehadis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte bahsedeceğimiz hâdiseler, mu'cizeler; böyle elden ele (kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden) sağlam olarak bize gelmiş.İşte buna binaen; ""Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri nasıl bileceğiz ki, karışmamış ve sâfidir?"" hatıra gelmemelidir. M.)(Naklolunan haberler eğer tevatür suretinde olsa, kat'idir. Tevatür iki kısımdır. Biri: ""Sarih Tevatür"" biri: ""Manevî Tevatür"" dür. Manevî tevatür de iki kısımdır. Biri: ""Sükûtî"" dir. Yâni, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatâyı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sukûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder. İkinci kısım tevatür-ü manevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ ""Bir kıyye taam, ikiyüz adamı tok etmiş."" denilse; fakat onu haber verenler, ayrı ayrı surette haber veriyor... biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyaân eder.. fakat umumen, aynı hâdisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hâdisenin vukuu; mütevatir-i bilmânadır, kat'idir. İhtilâf-ı suret ise, zarar vermez. M.)" tevâtür
yalan söylemez kimselerin ittifakla verdikleri kuvvetli haber.
Tevatürât
(Tevatür. C.) Tevatürler, ağızdan ağıza dolaşıp yayılan haberler.
Tevatüren
Ağızdan ağıza yayılarak. Tevatür suretiyle.
Teva'ul
Yüksek yere çıkmak.
3087
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teva'un
Davarın, beslenip semizlemek hususunda nihayet hududu bulması.
Tevaüd
(Va'd. den) Birbirine söz verme. Va'dleşme.
Tevazi
(Vezy. den) İki çizginin birbirine değmeden sonsuza kadar yanyana uzaması, paralellik.
Tevazu'
"Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli. (Bak: Küfran-ı nimet)(Her adam için, hey'et-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetâvül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevâzu' ile tekavvüs edecek ve eğilecek. Tâ, o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası, küçüklüktür; yani, tevâzudur. Küçüklüğün mizânı büyüklüktür; yani, tekebbürdür. M.)"
tevâzu
alçakgönüllülük, isteyerek mertebesinin altında görünme.
Tevazu'kâr
f. Tevazulu, alçak gönüllü.
tevâzukârâne
tevazu edercesine.
Tevazüf
Birbiriyle sallanıp yürümek.
tevâzün
dengelilik, tartılılık.
Tevazün
Denklik. Müvâzene hâsıl olmak. Aynı tartıda olmak. Karşılıklı iki taraf da vezinde müsâvi olmak. Denkleşmek.
Tevazzu'
Konulma, konulmuş. Bir şeyin bir yere konuşu.
Tevazzuh
(Bak: Tavazzuh)
Tevbe suresi
Kur'an-ı Kerim'in 9. suresidir. Berae Suresi de denir. Medenîdir.
Tevbe
(Tövbe) Yaptığı fenalığa pişman olmak. Allah'dan afv dilemek. Bir daha işlememeye azmetmek. Estağfirullah deyip, pişmanlık duymak. (Bak: Afv)
tevbe
günahı için af dileyip bir daha işlememeye niyetlenme.
tevbegâh
tevbe yeri.
3088
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tevbe-i nasuh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sâdık tevbe. Nasuh tevbesi. Rücu' ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak.
Tevbekâr
f. Tevbeli, yaptığına pişman olmuş olan.
tevbekâr
tevbe eden.
Tevbeşiken
f. Tevbesini bozan.
tevbih
azarlama.
Tevbih
Azarlama. Levm etme.
Tevbihat
(Tevbih. C.) Azarlamalar, tekdirler.
Tevbihat-ı şedide
Şiddetli tekdir ve azarlamalar.
Tevbis
Köpek yavrusunun gözlerini açması.
Tevcib
(Vücub. dan) Lüzumlu yapma, lâzım etmek, gerektirmek. * Bir iş için vakit belirlemek.
Tevcih
Döndürmek, yöneltmek. * Tefsir etmek. * Birisini bir tarafa göndermek. * Rütbe vermek. * Bir kimseye söz atmak. * Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.
tevcih
yöneltme.
Tevcihât
(Tevcih. C.) Verilmiş rütbeler. Tevcihler. * İşaret eden mânalar.
tevcihât
yöneltmeler.
Tevcih-i kelâm
Sözle işarette bulunmak. * Birbirinin zıddı muhtelif mânaya gelebilen kelimeyi sözde kullanmak.
tevdî
bırakma, emanet verme.
Tevdi'
Emanet vermek, bırakmak. * Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi. * Mutlaka terkedip bırakmak.
Tevdian
Vererek, bırakarak, teslim ve emanet ederek.
3089
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tevdiât
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Emânetler. Emânet bırakmalar. Emniyetli bir yere kıymetli bir şeyi teslim etmek.
Tev'eban
Davar memesinin iki yanı.
Teveccu'
(C.: Teveccuât) Ağrıma, vecâlanma. Acımak.
Teveccüd
(Vecd. den) Coşma, vecde gelme.
Teveccüh
Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka.
teveccüh
yönelme, ilgi gösterme.
Teveccühât
(Teveccüh. C.) Teveccühler.
Teveccüh-ü nâs
"İnsanların, bir kimseyi beğenip, ona teveccüh etmeleri ve medh ü senâ etmeleri.(Teveccüh-ü nâs istenilmez; belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer. Şan ü şeref arzusiyle teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şân ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz'iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından; teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ü şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın. L.)"
Teveccüs
Karnını boşaltmak.
teveddüd
kendini sevdirme.
Teveddüd
Tedricen kendini sevdirmek. Dostluk etmek. * Cenab-ı Hakk'ın çeşitli ve lezzetli nimetler vererek insanlara kendisini sevdirmesi.
teveddüdât
kendini sevdirmeler.
Teveffi
Ölme, vefat. * Bütününü aldırma.
3090
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Teveffuk
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tevfike mazhar olmak. Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun tarzda hareket edebilmek.
Teveffür
Çok olmak, artmak.
Tevehhuk
Boynuna kement bağlamak.
Tevehhüc
Deprenmek, hareket etmek.
Tevehhül
(Vehle. den) Yanıltmağa çalışma.
Tevehhüm
Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek.
tevehhüm
kuruntu etme.
Tevehhüm-i ebediyet "Ebedî yaşayacağını zannedip Allah'ın emirlerinden ve âhiret için hazırlanmaktan gaflet etmek. Hiç ölmeyecekmiş gibi evhâm ile sâdece bu dünyayı ve dünya menfaatlerini düşünmek.(Dünyada, tevehhüm-ü ebediyet hükmünce gaflet veya dalâlet neticesinde; mevti adem ve firakı ebedî tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağını düşünüp gaflet ve dalâlet cihetiyle, Erhamürrâhimîn'in Cennet-i Rahmetini ve Firdevs-i Nimetini düşünmediğinden ne kadar me'yusane bir hüzün ve elem çektiğini kıyas edebilirsin. M.)" tevehhümkârâne
kuruntu edercesine.
tevehhün
gevşeme.
Tevehhün
Gevşeme. Kuvvetsiz hale gelme.
Tevehhüs
Bir işe dikkat ve itina ile koyulma.
Tevekan
İstekli olma.
Tevekân
Sormamak.
Tevekkelna
Tevekkül ettik (meâlinde fiil).
tevekkelnâalallah
Allaha tevekkül ettik.
Tevekkeltü alallah
Allah'a tevekkül ettim (meâlindedir).
3091
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tevekkeltüalallah
Allaha tevekkül ettim.
Tevekkuh
şiddetli ve haşin olmak.
Tevekkü'
Dayanmak.
Tevekkül
"İşi başkasına ısmarlamak. * Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini Allah'dan istemek. Kadere razı olmak. Hakka güvenmek. * Yeis ve kederden uzak olmak. * Âcizlik göstermek.(İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı, bütün bütün reddetmek değildir; belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatı, yalnız Cenab-ı Hak'tan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmaktan ibarettir.Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp üstünde oturup nezaret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: ""Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et."" O dedi: ""Yok, ben bırakmıyacağım. Belki zâyi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim."" Yine ona denildi: ""Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i Sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremiyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle
3092
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor"" denildikten sonra o biçârenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. ""Oh!... Allah senden râzı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum"" dedi.İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyyeden ve tazyikat-ı dünyeviyye hapsinden kurtulasın... S.)" tevekkül
vekil etme, gerekeni yaptıktan sonra neticeyi Allaha bırakma.
Tevekkül-i imanî
İman edenlere yakışır tevekkül. İman kuvvetinin ve hakikatının neticesi olan tevekkül.
tevekkülvârî
tevekkül ederek.
Tevekkün
Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek.
Tevella
(Tevelli) Birisini dost edinme. * Bir işi üzerine alma. * Dönme, yönelme, i'raz etme. * Ehl-i Beyt'e tam sevgi. * Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek.
Tevellu'
Sevme. Alâka ve aşk peydâ etme.
Tevellüc
Dühul etmek, dâhil olmak, girmek. * Vahşi canavarların yatağı.
Tevellüd
Doğma. Doğum.
tevellüd
doğum, doğma.
Tevellüdat
(Tevellüd. C.) Belli bir zaman içinde doğum. Umumi doğumlar.
tevellüdât
doğumlar, doğmalar.
3093
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tevellüh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme. * Hayran etme. * Kadını çocuğunden ayırma.
Tevelvül
(C.: Tevelvülât) (Velvele. den) Gürültü patırdı etme.
tevêm
ikiz.
Tev'em
İkiz. Çift doğan çocuklar. * Mc: Benzer, eş, mümasil.
Tev'eme
İki kız.
Tev'emî
İkizlik.
Tevennuk
Dikkatle bakmak.
Teverri
Gizlenmek. * Belirsiz etmek.
Teverru'
Haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmak.
Teverruk
(C.: Teverrukat) (Varak. dan) Yapraklanma.
Teverrut
Zor bir işe rastlama. Vartaya düşme.
Teverrüd
Vâridolma, gelme. * Gül gibi kızarma.
Teverrük
Sol yanı üstüne oturup iki ayaklarını sağ tarafından uzatmak.
Teverrüs
(Veraset. den) Mirasçı olma. Vâris olma.
Tevessu'
(Bak: Tevessü')
Tevessuh
(Vesah. dan) Paslanma, kirlenme.
Tevessuk
(Vüsuk. dan) İnanıp güvenerek ve itimad ederek dayanma.
Tevessul
(Bak: Tevassul)
Tevessü'
(C.: Tevessüât) Genişleme, yayılma. Vüs'at bulma. * Zahmetsiz herkese yer bulunma.
tevessü
genişleme, yayılma.
Tevessüât
(Tevessü'. C.) Genişlemeler.
Tevessüb
(Vesb. den) Atlama, sıçrama.
Tevessüd
Dayanma, istinad. * Yastığa dayanma.
Tevessüen
Genişleme suretiyle. Tevessü ederek.
3094
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tevessül
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Allah'ın dergâhına yaklaştıracak amel işlemek. * Sarılmak. * Baş vurmak. * İnanmak. * Sebeb tutmak. * Hırsızlık.
tevessül
başvurma, sarılma.
Tevessülen
Başvurarak, girişerek. Sebep tutarak.
Tevessüm
Bir şeyin işaretlerine bakarak iyice anlamak.
tevessüm
iyice anlatma.
tevesvüs
vesvese etme.
Teveşşi
Saç ve sakalı kır olmak, alacalanmak.
Teveşşuh
(C.: Teveşşuhât) Süslenme, takıp takıştırma. * Kadın gerdanlığını takma.
Tevettür
Gerginleşme, gerilme.
Tevettür-ü a'sab
Sinirlerin gerilmesi, sinirlenme. (Bak: Tevtir)
Tevettür-ü habl
İpin gerilmesi.
Teve'ur
Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması. * Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak. * Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması.
Teveyyül
(C.: Teveyyülât) Vâveylâ etme. Çığlık koparma.
Tevezzug
Hareket etmek.
Tevezzü'
Yer tutma. * Dağılma. Bölünme, taksim olunma.
Tevezzüf
Sallanmak. * Evmek, acele etmek.
Tevezzül
Kesilmek.
tevfîk
insan iradesiyle ilâhî iradenin birbirine uygunluğu.
Tevfik
Uygun düşürme. * Uydurma. Muvafık kılma. * Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
Tevfikan
Uygun olarak. Uyarak.
tevfîkan
uymakla.
3095
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tevfik-i hareket
Bir şeyin olmasına ve bir nizamın icablarına uygun düşen hareket.
Tevfik-i ilâhî
Cenab-ı Hakk'ın insanı doğru yola lütfu ile sevketmesi.(Ey evliyâ-i umur! Tevfik isterseniz kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlikle cevab-ı red alacaksınız. H.)
Tevfir
Artırma, çoğaltma. * Bir kimsenin hakkını tam olarak verme.
Tevfiye
Tamam vermek.
Tevfiz
Evdirmek, acele ettirmek.
tevfiz
işi başkasına bırakma.
Tevgir
(Mübalağa ile) Sıcaklatmak.
Tevhid suresi
Kur'an-ı Kerim'in 112. Suresidir. İhlâs Suresi gibi çok isimleri de vardır. (Bak: İhlâs Suresi)
Tevhid
"Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak. * Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.İnsanlar, Allah'ın birliğine inananlar ve birliğine inanmayanlar olarak ikiye ayrılır. Allah'a inanmayanlar sözü, aslında Allah'ın birliğine ve sıfatlarına inanmayanlar sözünün kısaltılmış şeklidir. Çünkü insanı ve kâinatı kim yaratmıştır? Sorusuna inananlar da inanmıyanlar da cevap vermektedir. İnanmayanların verdikleri cevaplardan ""kendi kendine olmuştur"" sözü hem mantıksızlık, hem de varlığı bir ilâh gibi tasavvur ettiklerinden kâinatta mevcut varlıklar kadar ilâh edinmiş olurlar. ""Muhtelif sebepler ve şartların bir araya gelmesiyle yaratılmıştır"" diyenler, sebepleri ilâh olarak kabul etmiş ve kendisine kâinattaki sebeplerin sayısı kadar ilâhlar edinmiş olur. ""Tabiat yaratmıştır"" diyenlere gelince: Tabiattaki varlıklar atomlardan
3096
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
meydana geldiğinden hem atomu bir ilâh yerine koymuş olur ve atomlar sayısınca ilâh edinmiş olur. Demek ki Allah'ın birliğine inanmayan inkârcılar, kendi düşüncelerinin ürünü olan ilâhlara tapan putperestlerden başka birşey değildir.(Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi, bütün enbiyâ ve asfiyâ ve evliyâ en büyük zevklerini ve saadetlerini kelime-i tevhid olan Lâ ilahe illallah'da buluyorlar. L.)(Arkadaş! Tevhid iki çeşit olur: Birisi âmiyâne tevhiddir ki, -Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür - der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakiki tevhiddir ki, -Allah birdir, mülk onundur, vücud onundur. Her şey Onundur der. Lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk'ın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sâyede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar. M.N.)(Tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki İlm-i Mantık'ta, tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz'an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabbini bulabilir ve her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mâni olmaz. Ş.)" tevhid
birleme, Allahın birliğine inanma.
Tevhiden
Birleştirerek, tevhid olarak.
Tevhid-i kıble
Sadece bir yere müteveccih olmak. Bir kıbleden başka kıble kabul etmemek. * Mc: Sadece bir üstad kabul etmek.
3097
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tevhid-i şuhud
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Her nereye bakılırsa Allah'ın birliğini anlamak, hissetmek. * Görüş birliği.
tevhidî
tevhidle ilgili.
tevhidkârâne
birleyerek.
Tevhif
Sopa ile vurmak.
Tevhim
Bir nesneye gönül vermek. * Hâmile olmak ricâsını etmek.
Tevhin
(Vehn. den) Zayıf kılmak, zâfiyete duçâr eylemek veya edilmek. * Zayıfa nisbet etmek veya edilmek.
Tevhiş
Ürkütme, kaçırma, korkutma.
tevhîş
ürkütme, korkutma.
Tevhişât
(Tevhiş. C.) Ürküp kaçmasına sebep olmalar, ürkütmeler.
Tevhiye
Acele etmek.
Tev'id
(C.: Tev'idât) Sözle korkutma.
têvil
sözü çevirme, ayrı mânâ verme.
têvilât
teviller.
Tevkâf
(Ev) damlamak.
Tevkıye
Çok sakınmak.
Tevki'
Alâmet, işaret, belirti, nişan. * Sultan. * Kılıca nakış yapmak.
Tevkid
Sağlamlaştırma.
tevkif
alıkoyma, durdurma.
Tevkif
Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme. * Arafatta mevkaf olan yerde durdurmak. * Bir kimsenin koluna bilezik takmak.
tevkifhane
hapishane, tutukevi.
Tevkifhâne
Hapishane.
tevkifname
tutuklama yazısı.
Tevkil
Kendine birisini vekil etmek. Vekil tâyin etmek.
3098
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tevkil
vekil tayin etme.
Tevkim
Zelil etmek. * Katletmek, öldürmek. * Hıfzetmek, korumak.
Tevkir
Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.
Tevkis
Küçük odun parçalarını ateşe atmak.
Tevkiş
Tahrik etmek.
Tevkit
Vakit tayin etmek. Vakitlendirmek.
Tevla'
Eğrilik.
Tevle
Sihir, efsun.
Tevli'
Bir nesneye beyaz noktalar yapmak.
Tevlid
Çocuğu doğarken almak. Doğurmak. Doğurtmak. * Mc: Sebep olmak, vücuda getirmek. * Beslemek. Terbiye etmek.
tevlid
doğurma, ürün verme.
Tevlidât
"(Tevlid. C.) Meydana getirmeler, sebep olmalar. * Doğurmalar, doğurulmalar; doğurtmalar."
Tevlih
Şaşırtma. Sersemleştirme.
Tevliyet
Bir vakfın işlerine bakma vazifesi. Mütevellilik. * Yüz çevirme, yüz döndürme. * Fık: Sâhib olunan malı peşin değeri ile başkasına tevcih etme.
Tevr
(C.: Etvâr) Ağzı büyük gönden olan bardak. * Su bardağı. Abdest ibriği.
Tevrat
Hz. Musâ Aleyhisselâm'a nâzil olan kitab-ı mukaddesin nâm-ı celili. (Hakiki Tevrat, Kur'an-ı Kerim ile barışıktır. Şimdiki ise, çok yerleri değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Bu kitabın aslından az bir şey kalmıştır. Aklı başında ve İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim'i tetkik eden Yahudiler de hidayeti seçmişler ve müslüman olmuşlardır.)
Tevreb (tevârib)
Toprak.
3099
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tevrib
Bir nesnenin uzunluğuyla eni arası.
Tevrid
Gülgün etmek. * Ağacın çiçek vermesi.
Tevrih
Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek.
Tevrik
Ağacın yapraklanması.
Tevrim
Gazaba getirme, öfkelendirme. * Verem etme, verem edilme. * Bedenin azâsını şişirip kabartmak.
Tevris
Vâris kılmak, mirâs bırakmak. Malının faydasını birisine âid kılmak. * Ateşi yakmak, alevlendirmek için tahrik etmek. (L.R.)
Tevriş
Kandırmak.
Tevrit
Tehlikeye düşürme, vartaya düşürme.
Tevriye
Örtüp gizlemek. * Sözünü veya bir haberi izah etmeyip gizlemek. * Edb: Birkaç mânası olan bir kelimenin en uzak mânasını kasdetmek.
Tevsen
f. Azgın, başı sert at. * Mc: Dikbaşlı adam.
tevsî
genişletme.
Tevsi'
Genişletme. Bollaştırma.
Tevsib
Sıçratmak. * Yastık dikmek.
Tevsid
Yastığa dayandırma. * Dayatma, dayandırma.
Tevsih
(Vesah. dan) Kirletme, murdarlama, pisletme. * Paslandırma.
tevsik
belgeleme.
Tevsik
Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak. * Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.
tevsim
adlandırma, mühürleme.
Tevsim
Hacıların hac zamanı toplanmaları. * Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma. * İsimlendirme, ad verme.
Tevsir
Yumuşak etmek, yumuşatmak.
tevsit
birini araya koyma.
3100
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tevsit
Birini araya koyma. Ortaya koyma. Vâsıta etme.
Tevşi'
Süsleme.
Tevşih
(Vişah. dan) (C.: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme. * Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma. * Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak. * Ist: Bir eseri, büyük bir adamın adıyla süsleme. Eski ilim adamları, bazı kimselerin adına kitap yazarlar, kitabın baş tarafında onların adını zikrederler, bunu yapmakla da eseri süslemiş olurlardı. * Boyun bağı. * Urgan ve sicim asmak.
Tevşim
(C.: Tevşimât) (Veşm. den) Bedene döğme yapma. İğne ile yazı yazma veya şekil yapma.
Tevşiye
Koğuculukta mübâlağa etmek. Dedikoduculukta mübâlağa yapmak.
Tevtid
Kazık kakma.
Tevtine
Yumuşak etmek, yumuşatmak.
Tevtir
Yay gibi germek. Yaya kiriş germe.
Tevv
Tek.
Tevvab
(Tevbe. den) Tevbe edenlerin tevbesini kabul eden Allah (C.C.). * Çok tevbe eden.
tevzî
dağıtma, paylaştırma.
Tevzi'
Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak.
Tevziât
(Tevzi'. C.) Tevziler, dağıtmalar. * Herkese payını vermeler.
tevziat
tevziler, dağıtmalar.
Tevzig
Depretmek, hareket ettirmek.
tevzin
dengeleme.
Tevzin
Tartmak. Ölçülü hâle koymak. * Zihinde düşünüp kararlı hâle koymak.*
3101
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tevziniyet
dengelilik.
Tey'
Kusmak. * Yere akmak.
Teyakkun
İyiden iyiye araştırıp şüphesiz tam olarak bilmek. * Tam yakınlık hâsıl etmek.
teyakkun
tam bilme.
Teyakkuz
Uyanık olma. * Uykudan kalkma. * Göz açıklığı.
teyakkuz
uyanıklık.
Teyamün
Her nesneyi sağından tutmak ve sağından başlamak.
Teyasür
Bir nesneyi solundan tutmak.
Teybis
Kurutma, kurulama.
Teyebbüs
(C.: Teyebbüsât) Kuruma, kuru olma.
Teyeffu'
Yüce olmak, yükselmek.
Teyeffün
Çok yaşamak.
Teyekkunât
(Teyekkun. C.) Tam olarak ve iyice bilmeler.
Teyemmüm
Kasd. * Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle yapılan bir ameliyedir.
teyemmüm
su yoksa toprakla temizlenme.
Teyemmün
"Uğur sayma. Bir şeyle teberrük eylemek. Bir şeyi mesut ve uğurlu saymak. * Ölüyü kabirde sağ yanına yatırmak. * ""Ben Yemenliyim"" demek."
teyemmün
uğur sayma.
Teyemmünen
Uğur sayarak. Teyemmün ederek.
Teyessür
Kolaylıkla husule gelme. * Muvaffakiyet ve başarı ile bitme.
Teyettüm
Kulluk etmek. * Aşkın insanı hor ve zelil etmesi.
3102
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Teyettün
İncir yemek.
Teyh
(Teyhâ) Şaşkınlık. * Hayran olmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak.
Teyha'
Issız yer.
Teyhür
Yar gibi çöküp yığılmış kumluk.
têyid
destekleme, kuvvetlendirme.
têyiden
desteklemekle.
Teykan
Çok sıçrayan kişi. Çok sıçrayan kimse.
Teykin
(C.: Teykinât) Tam olarak ve iyice bildirme.
Teyma'
Sahra, çöl, yaban.
Teymim
Teyemmüm ettirme.
Teys
(C.: Tüyüs-Tiyese-Etyâs) Erkek keçi, teke.
Teysir
(Yüsr. den) Kolaylaştırma. Kolaylaştırılma.
Teyyar
Hazırlanmış. * Dalga.
Teyyas
Teke besleyen ve teke tutan kişi.
Tezabüh
Bir karış miktarı yeri yarmak. * Birbirini boğazlamak.
Tezacür
Birbirini kandırıp bir iş üzerine ümitlendirme.
Tezad
İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik. * Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
tezâd
zıtlık, aykırılık.
Tezadd-ı tâbi'
Sonradan gelenin, tâbi olanın zıt olması. Tâbi olanın zıt oluşu.
tezâdî
tezatla ilgili.
Teza'fur
Elbiseye ve gövdesine za'ferân sürmek.
Tezafür
Birbirine yardımcı olma. * Bir yere toplanma.
Tezaggum
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
Tezahhul
Irak olmak, uzaklaşmak.
Tezahhür
Arkalanmak.
3103
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tezahüf
Muharebede iki taraf askerlerinin karşılaşıp çatışması.
Tezahüm
Birbirine sıkıntı vermek. Halk kalabalık edip birbirine sıkıntı vermek.
tezâhüm
sıkışma, yığılma.
Tezahür
"Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş. * Birbirini korumak, birbirine arka olmak. * Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek. * Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek ""zuhruki kezuhri ümmî"" demek."
tezâhür
belirme, görünme.
Tezahürât
(Tezahür. C.) Görünüşler. Gösterişler. Gösteriş için toplanmak.
tezâhürât
görünmeler, gösterişler.
Tezahzuh
Uzak olmak.
Tezakir
(Tezkire. C.) Tezkereler.
Tezakkuf
Bir şeyi sür'atle alıp yemek.
Tezakkum
"Lokma lokma etmek. * Kaymak ile hurmayı karıştırıp yemek. (O taama ""zekkum"" derler.)"
Tezakür
Birbirini zikretmek.
Tezallüm
Birisinin zulmünden şikâyet etme. (Bak: Tazallüm)
Tezalüm
Zulm edişmek.
Tezamür
Birbirini kandırmak.
Tezarüf
Zarif olmak isteme.
Tezauf
(Zı'f. dan) Kat kat olmak, bir misli artmak. İki kat olmak.
tezâuf
kat kat oluş.
Teza'um
Yalan olmak.
Tezavül
Bir şeyi ortaya çıkarma, bir şeyi meydana getirme.
Tezavür
(C.: Tezâvürat) Birbirini ziyâret etme, gidip görme. * Vazgeçme, yoldan çıkma, udul etmek. * Eğilip meyletme.
3104
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tezayug
Meyledişmek, haktan dönmek.
Tezayuk
Sıkışma.
Tezayüd
(Ziyadet. den) Ziyadeleşme, artma, çoğalma. * Söz ve sair şeyleri tekellüfle çoğaltma.
tezâyüd
ziyadeleşme, artma.
Tezayüdât
(Tezayüd. C.) Artmalar, ziyadeleşmeler, çoğalmalar.
Tezayül
Ayrılmak.
Teza'zu'
Mâni olma, önleme, engel olma.
Tezbib
Bir şeyin içine kuru üzüm koyma. * Yaş meyveyi kurutma.
Tezbih
Çok boğazlatmak.
Tezbil
(Toprağı) gübreleme.
Tezbir
(C.: Tezbirât) (Zebr. den) Yazma veya yazılma. * Bez kenarına saçak yapmak.
Tezciye
Az nesne.
Tezebbu'
Kişinin hulku yaramaz olmak, kötü huylu olmak.
Tezebbüd
Köpürme, köpüklenme. Kaymaklanma, kaymak bağlama.
tezebzüb
kararsızlık.
Tezebzüb
Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık.
Tezeccüc
(Kaş) İnce olmak.
Tezehhuk
Bâtıl olmak. * Helâk olmak, mahvolmak.
Tezehhur
Denizin köpürüp taşması.
tezehhüd
dünyadan elini eteğini çeker görünme.
Tezehhüd
Kendini dindar göstermek. Sun'i surette dindar olmak. * Dünyevî ve nefsanî şeylerden elini çekmek, ibadet etmek.
Tezehhür
(C.: Tezehhürat) Çiçeklenme. * Yıldıramak, parlamak.
tezekki
manen temizlenme.
3105
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tezekki
Mânevi temizlenme. Ahlâken yükselme. * Zekât verme.
Tezekkür
Unuttuktan sonra hatıra getirmek. Zikretmek. * Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak. * Birkaç kişi toplanıp iş üzerine görüşmek.
tezekkür
zikretme, anma.
Tezekkürât
(Tezekkür. C.) Tezekkürler.
Tezelluk
Kayma, sürçme.
tezellül
zillete düşme, alçalma.
Tezellül
Zillete katlanmak. Aşağılanmak. Alçalmak. Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak.
Tezellülât
(Tezellül. C.) Alçalmalar, küçülmeler, zillete katlanmalar.
tezelzül
sarsılma.
Tezelzül
Sarsıntı. * Sarsılma, deprenme.
Tezelzülî
Sarsıntı ile alâkalı. Sarsıntı nev'inhden.
Tezemmül
Bürünmek. Sarılmak. Örtünmek. (Bak: Müzzemmil)
Tezemmüm
Kişi kendi üzerine hak lâzım kılmak. * Ahd ü eman etmek. * Arlanmak. Utanıp çekinmek.
Tezemmün
Sür'atle gitmek.
Tezemmür
Savaşmak.
Tezemrüm
Çağrışmak.
Tezenbür
Kibirlenme.
Tezenduk
Zındıklaşma. Hak yolundan dönme. Kâfir olmak.
Tezennüb
Kuyruk sallandırmak.
Tezennür
Zünnar kuşanmak.
Tezerri
Üstüne binmek.
Tezerru'
Elle tartmak. Bir nesneyi kolla oranlamak. * Yemeği çok yemek. * Çok konuşmak.
3106
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tezerruk
Ayrılmak, dağılmak.
Tezevvuk
(C.: Tezevvukat) (Zevk. den) Tad alma, zevk alma. Tatma.
Tezevvüc
(C.: Tezevvücât) (Zevc. den) Evlenme, kadın eş alma, zevce edinme.
tezevvüc
evlenme.
Tezevvücât
(Tezevvüc. C.) Evlenmeler, zevce edinmeler.
tezevvücât
evlenmeler.
Tezevvüd
Azıklanma. Yanına yiyecek alma.
Tezeyyug
Haktan ayrılmak. * Kadının süslenip dışarı çıkması.
Tezeyyüb
Ağzının köpüğü kenarına yığılmak. * Yaş üzümün kuruması.
tezeyyüd
çoğalma.
Tezeyyüd
Ziyadeleşme, çoğalma, artma. * Tekellüfle sözü uzatma.
Tezeyyün
Süslenme. Bezenme.
tezeyyün
zinetlenme, süslenme.
Tezeyyünât
(Tezeyyün. C.) Süslenmeler, ziynetlenmeler.
Tezeyyün-ül ezhâr
Çiçeklerin tezeyyünü, ziynetlenmeleri.
Teze'zü'
Kendini hor göstermek.
Tezfif
Hazırlamak. * Katli sür'atlendirmek.
Tezfit
Ziftleme, zift sürme.
tezgâh
dokuma aleti, işyeri.
Tezgâh
f. Dokuma âleti. * Ticaret masası. İş yeri.
Tezhib
(Zeheb. den) (C.: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı. * Süsleme. * Altın sürme. * Dişlere altın dolgu yapma, çürümüş dişleri altınla doldurma.
tezhib
yaldızlama, süsleme.
Tezkâr
(Tizkâr) Zikretme, hatırlatma, anma, yâdolunma.
tezkâr
anma, zikretme.
3107
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tezkere
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Tezkire) Pusula. * Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmî vesika. * Bazı meslek sahipleri için yazılan, o şahsın şahsî ve meslekî durumu hakkında bilgi. Biyografi.
tezkere
pusula, izin belgesi.
Tezkik
Davarın derisini hilâf-ı âdet üzerine başı tarafından yüzmek.
Tezkin
Teşbih etmek, benzetmek.
tezkir
hatırlatma.
Tezkir
Hatırlatma. * Vazifeyi veya Cenab-ı Hakk'ın emirlerini hatırlatma. Vaaz ve nasihat etme. Tenbih ve ikaz etme. * Gr: Bir kelimeyi müzekker kılmak.
Tezkire
(Bak: Tezkere)
tezkire
hatırlatma yazısı, not.
Tezkir-i müsellemât
Müsellematı, hakikat olduğu aşikâr bilinen şeyleri, hususları hatırlatmak, tekrar etmek.(Talim-i nazariyattan ziyade tezkir-i müsellemâta ihtiyaç var. S.)
Tezkit
Doldurmak.
Tezkiye
Doğruluğuna şehadet etmek. * Zekât vermek. * Zekât almak. * Pak ve temiz etmek. * Övmek, medhetmek. * Birisinin durumu hakkında soruşturmak.
tezkiye
temize çıkarma.
Tezkiye-i nefs
Nefsini temiz bilmek. Kusuru üzerine almamak. Nefsini kusursuz addetmek. * Nefsi kötü şeylerden temizlemek, hayra yöneltmek.
Tezlik
Keskin yapmak. * Dayandırmak.
Tezlil
Birisini tahkir etme, aşağılatma. Zelil ve hakir bulma.
tezlil
zillete düşürme, aşağılama.
Tezlim
Beraber etmek. * Yumuşatmak. * Değirmen döndürmek.
3108
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tezmil
Gizlemek. Bir şeyi elbiseye sarmak. Esvaba sarınıp bürünmek. * Örtü.
Tezmim
Yular takma.
Teznib
Bir şeye ilâve, ek, zeyl takma, yazmak. Zeyl ve ilâve. Kuyruk takmak.
teznib
ek, ilave.
Teznibât
(Teznib. C.) İlâveler, eklemeler. Ekler.
Teznid
Çakmakla ateş yakma. * Başını devamlı önüne eğdirmek.
Teznie
Darılmak.
Teznim
Nişan ettirmek, işaretlendirmek.
Tezniye
Zinaya mensup etmek.
Teznub
Kuyruğu tarafından olmaya başlayan hurma salkımı. * Tülbendin aşağı sarkan tarafı.
Tezri'
Öksürme. * Genirmek.
Tezrib
Keskinletmek.
Tezrice
(C.: Tüzrüc-Tezâric) Sülün kuşu.
Tezrif
Çoğaltmak.
Tezriye
Savurmak. * Koyunun yününü kırkıp arkasında bir miktarını bırakmak. * Zelil etmek, kepâze yapmak.
Tezvi'
Korkutmak.
Tezvib
(C.: Tezvibât) Eritme, eritilme.
tezvic
evlendirme.
Tezvic
Nikâhla bir kadını aldırmak. Birbirine eş yapmak. Evlendirmek.
Tezvid
Sürmek. * Reddetmek.
Tezvik
Süslemek, tezyin etmek.
tezvir
söze yalan karıştırma.
Tezvir
Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme. * Şahidin şehadetini iptal etme. * Kendini ziyaret edene ikram etme.
3109
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tezvirât
söze yalan karıştırmalar.
Tezviren
Tezvir yoluyla.
Tezyid
Artırma, çoğaltma, fazlalaştırma.
tezyid
arttırma.
Tezyidât
(Tezyid. C.) Artırmalar, çoğaltmalar, ziyadeleştirmeler.
Tezyid-i gayret
Gayreti artırma.
tezyif
çürütme, küçük düşürme.
Tezyif
Çürütmek. Küçük düşürmek. Eğlenmek, alaya almak. * Bir şeyin dışını tezyin ve tanzim edip, içini fena yapmak. Kötü ayar etmek. * Tahkir etmek.
tezyifât
çürütmeler, küçük düşürmeler.
tezyifkârâne
küçük düşürürcesine.
Tezyil
Ayırmak.
tezyin
süsleme.
Tezyin
Süslemek. Bezemek. Donatmak.
tezyinât
süsler, süslemeler.
Tezyinât
Süsler. Ziynetler.
Tezyinât-ı lafziyye
(Muhassınat-ı lafziyye de denir. İlm-i Bediin iki bölümünden ikinci bölümüdür. ) Kelâmın lafzında olan ve göze hitab eden edebî san'atlar. Cinas, seci' gibi.
thalik
asma, geciktirme.
Tı
"Arabçada """" harfi. (Tâ) da denir."
Tıb
(Bak: Tıbb)
Tıb'
Gölge.
Tıba'
Tabiat. Yaradılış. * Tabiatlar. Yaradılışlar.
Tıbaa(t)
Kitap ve saire basma işi. * Kılıç yapma san'atı.
3110
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tıbak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uyma, uygunluk. * Tabakalar. Katlar. * Birbirine uygun olan şey. * Bir şeyi diğerine uydurup müsavi ve münasib kılmak.
Tıbale
Deve boynuna asılan büyük çan. * Davulculuk.
Tıbb
"Tabiblik, doktorluk. * Her şeyi gereği gibi bilmek. * Rıfk. Suhulet. * İrade. * Hastayı ilâçlarla tedaviye çalışmak. * Şan. * Şehvet.( $Kur'an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbaniye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: ""En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Adem! Me'yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür. "" Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor ki: ""Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, mânevi dertlerin dermanı; biri de, maddi dertlerin ilâcı. İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, O'nun nefesiyle ve ilâciyle şifa buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun."" İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor. S.)"
tıbb
tıp, doktorluk.
Tıbbe
(C.: Tıbeb) Bir parça uzun bez.
Tıbben
Tıp cihetiyle. Doktorlukça.
Tıbbî
Hekimliğe ait. Doktorlukla alâkalı. * Hekimce.
Tıbbiye
Tıp mektebi. Tıp fakültesi.
Tıbk
Aynısı, tıpkısı, tam aslı, tam kendisi.
3111
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tıbl (tabl)
(C.: Tubul-Atbal) Davul.
Tıbs
Kurt, zi'b.
Tıfl
Küçük çocuk. * Her şeyin cüz ve parçası. * Batmaya yakın güneş. * Kıvılcım.
tıfl
tıfıl, çocuk.
Tıflâne
f. Çocukçasına, çocuk gibi. Çocuğa yakışır surette.
Tıfl-ı nev-reside
f. Yeni yetişmiş çocuk.
Tıfl-ı nev-zâd
Yeni doğmuş çocuk.
Tıfliyyet
Çocukluk. Çocuk hâli.
Tıga
Yüksek sesle gülme.
Tıhal
Dalak.
Tıhane
At değirmeni.
Tıhl
Hiddetli adam. * Dalağı büyük adam.
Tıhmar
Doldurmak.
Tıhn
Un.
Tıhs
Asıl. * Göz karanlığı.
Tıkde
Asmacık adı verilen ufacık taneler.
Tıknaz
Kısa boylu ve şişman, toplu.
Tıknefes
Zor nefes alan. Rahat nefes alamayan.
Tıksar
Halka biçiminde taç. * Kaınların boyunlarına yaptıkları bağ.
Tıktıka
(Bak: Taktaka)
Tıla
(C.: Talyân) Küçük kuzu ve oğlak. * Mahpus kimse. * Diş sarılığı.
Tıla'
Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç. * Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız. * Cilâ verecek boya. * Diş sarılığı. * Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden şarap.
Tılab
Talep etmek, istemek.
3112
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tılbe
Talep olunmuş, istenmiş, matlub.
Tılh (talih)
(C.: Tılâh-Talâyıh) Zayıf. * Yorulmuş. * Geç gelmek.
Tılham
Fil.
Tılk
Helâl nesne. * Bükülmüş ip.
Tılmesa
Yol bulunmaz otsuz ve susuz korkunç yer. * Çok karanlık gece.
Tıls
(C.: Atlâs) Sahife. * Mahvolmuş nesne. * Tüyü dökülmüş olan deve uyluğunun derisi. * Elbisenin eskimesi.
tılsım
gizli sır, şifre.
Tılsım
Herkesin bilip çözemediği gizli şey. * Gizli sır. Fevkalâde kuvvet ve te'siri hâiz olan şey. * Definenin bulunmasına mâni olan mevhum şey.
Tılsım-ı kâinat
Kâinatın tılsımı, kâinattaki anlaşılması zor olup herkesin yalnız kendi akliyle bilemeyeceği gizli ve ince hakikatlar.
Tılsım-ı muğlak
Anlaşılması zor, kapalı gizli şey. * Açılması müşkül olan tılsım, kapalı ve gizli haber.
Tılsım-ı müşkilküşâ
Açılması ve anlaşılması zor olan İlâhî gizli mânaları, hakikatları açan tılsım.
Tılv
Kurt, zi'b.
Tım
Deniz. * Deve kuşunun erkeği. * Çok mal.
Tımah
(Tumah - Matmuh) Bir şeye göz dikerek bakmak. Haris olmak. Hırsla onu istemek.
tımar
bakım, hizmet.
Tımırr
Ürkek at. * Sıçramaya ve seğirtmeye hazırlanmış at. * Seri, çabuk.
Tıml
Hırsız.
Tımle
Zayıf kadın.
Tımr
(C.: Etmâr) Eski kaftan. * şakrak kuşu.
Tımres
(Tımrus) Yalancı, kezzab. * Leim, alçak kimse.
3113
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tımtım
Kalın etli, cüsseli adam. * Dilinde pelteklik olan, kekeme.
Tınab
(C.: Tunub) Kazığa bağlanan çadır ipi.
Tınbar
(Tunbur) Tanbur adı verilen çalgı âleti.
Tınin
(Bak: Tanin)
Tınnet
Çınlama.
Tıp
(Bak: Tıbb)
Tırad
Kısa mızrak.
Tıraf
Gönden veya sahtiyandan yapılan ev. * Cild.
Tırak
Gitmek.
Tıraz
Elbiselere nakışla yapılan süs. * Sırma ve ipekle işleme. * Zinet, süs. * Üslup, tarz, tutulan yol. * Döviz.
Tırazende
f. Süsleyen, donatan, süsleyici.
Tırbal
(C.: Tarâbil) Büyük taş.
Tırf
Atın iyisi.
Tırk
Kuvvet. * Besililik, semizlik.
Tırm
Yağ.
Tırmesa
Karanlık, zulmet.
Tırrak
Tiryak, ilâç. * Afyon.
Tırrih
Tuzlu balık, sardalya.
Tırs
(C.: Etrâs) Kâğıt, sahife.
Tısyar
Arslan. * Sivri sinek.
Tışe
Ufak çocuk.
Tıval
Uzun olanlar.
Tıval-ı mufassal
Kur'an-ı Kerim'de 49'uncudan 85'inciye kadar olan sureler.
Tıybe
Helâl. * Güzel, temiz.
Tıyere
şom ve yaramaz görmek.
3114
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tıyn
Çamur. Balçık.
tıynet
huy, yaradılış.
Tıynet
Huy. Yaradılış.
Tıyre
Darılma, gücenme. * Darılan, gücenen.
Tıysar
Sivrisinek. * Arslan.
Tıyye
Niyet, kast.
Tî'
Kırk baş koyun.
Tîb
(C.: Etyâb) Güzel koku. Güzel kokusu için sürülen şey.
Tiba'
Birbiri ardınca olmak. Peşpeşe bulunmak.
Tibn (tebn)
Kuru ekin sapı. Saman. * Yirmi kişiyi doyuran büyük kap.
Tibnî
Saman renkli.
Tibr
Altın parçası. Altın ve gümüş tozu.
Tibrak
Bıçak.
Tibyan
Açık ifade ile beyan etme. Açıklama. * Meşhur bir Kur'ân tefsirinin adı.
tibyan
beyan etme, açıklama.
Tîc
(Tâc. C.) Taçlar.
Tîcan
(Tâc. C.) Taçlar.
Ticanî
Kuzey Afrikada, hicri 1200 tarihlerinde Ahmed Ticanî adında bir şahıs tarafından kurulan bir tarikattır.
ticâret
alım satım işi.
Ticaret
Alım-Satım.
ticâretgâh
alım satım yeri.
Ticaretgâh
f. Ticaret yapılan yer, ticaret yeri.
Ticarethâne
f. Ticaret yeri. Ticaret edilen yer.
Ticarî
(Ticariyye) Ticaretle ilgili, ticarete ait.
3115
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ticfaf
(C.: Tecâfif) Zırh.
Ticval
Memleket seyredip dolaşmak, gezmek.
Tiffan
Her nesnenin vakti.
Tiflis
Gürcistanda bir şehir.
Tîg
f. Kılıç, seyf.
Tîgbend
f. Kılıç kuşanan, kılıç bağlayan.
Tîgdâr
f. Kılıç taşıyan, kılıçlı.
Tîg-i bürran
Keskin kılıç.
Tîg-i guştin
Etten kılıç. * Mc: Dil.
Tîgzeban
f. Dili kılıç gibi olan. Tesirli söz söyleyen.
Tîgzen
f. Güzel kılıç kullanan.
Tîh
(C.: Etyâh) Çöl. Susuz sahra. Sina yarımadasındaki çöl. (Musâ (A.S.) Mısır'dan çıktıktan sonra, kavmiyle beraber kırk sene bu çölde dolaşmıştır.)
Tih
Gülen kimsenin gülerken çıkardığı ses.
Til'
Etrafına çok iltifat eden kişi. Etrafdakilerle şakalaşan kimse.
Til'abe
Oynaşmak.
Tilad
Köle, hayvan, mülk, mal gibi şeyler. * Kendi yanında eskiden beri mevcud olan ve yeni olmuş olan şey.
Tilal
(Tell. C.) Kümeler, yığınlar. Tepeler.
Tilamiz(e)
(Bak: Telâmiz)
tilâvet
okuma.
Tilavet
Okumak. Takib etmek, arkasına düşmek.
Tilavet-i kur'ân
Kur'an-ı Kerim'i usulüne göre okumak, mânâsını tefekkür etmek.
Tilhah
Devamlı olarak bir yerde durmak.
Tilka'
Taraf, yön, cihet. * Hiza. * Mülâkat. Görüşmek ve buluşmak.
3116
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tilka
yön, taraf.
Tilka-i nefis
Nefis tarafından. Nefis cihetinden.
Tille
f. İşlenmemiş altın.
Tilmiz
Çırak. Talebe. Kalfa.
tilmiz
öğrenci.
Tilmizâne
f. Talebe gibi. Tilmize yakışır surette.
Tilmiziyet
Talebelik, tilmizlik, öğrencilik.
Tiltal
Hareket ettirmek.
Tiltile
Sabırsız olmak. * İşi güç olmak. * Hurma çöpünden yapılan bardak.
Tilv
Tâbi.
Timar
f. Bir şeyin devam ve inkişafı için yapılan hizmet. * Sipâhiye verilen öşrü alınacak arazi. (Bak: Zeâmet)
Timar-hâne
f. Akıl hastahanesi, tımarhâne.
Timlak
Mülayemet etmek, yumuşaklık göstermek. * Tereddüt etmek, karar verememek.
Timrad
(C.: Temârid). Güvercin yuvası.
Timsal
Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.(Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman vesâire gibi, tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünkü asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nurânilerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak, şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsa idi, senin elindeki âyinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı.
3117
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çünkü o timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu, ziyasiyle şuurlu olurdu. Renkleri ile de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) kendisine okunan bütün salâvatı şerifeye bir anda vâkıf olur. M.N.) timsâl
sembol, model.
Timşek
İç mest üstüne vurulan parça, yapılan yama.
Timtam
"Dilini ""te"" harfine alıştırmış olan kimse."
Tîn suresi
Kur'an-ı Kerim'in 95. suresinin ismidir. Mekkîdir. Vettîni Suresi de denir.
Tîn
(C.: Etyân) Balçık. * Mektup gibi şeyleri mühürlemek.
tîn
incir.
Tinae
Mukimlik, ikamet etmeklik. Ayakta durmak.
Tinave
Müzakereyi terketmek. Görüşmeyi bırakmak.
Tinbal
Kısa, bodur kimse.
Tîne
(Tıynet) Balçık. * Hilkat, yaratılış.
Tinnîn
Büyük yılan, ejder, ejderha. * Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık. * Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.
tinnîn
büyük yılan.
Tinnîneyn
"İki yılan. Mc: İki yılana benzetilen güneş ve ayın medârının farazî kavisleri.(Derecât-ı şemsiye medarı olan ""mıntıkat-ül büruc"" tabir ettikleri daire-yi azime, menazil-i Kameriyenin medarı bulunan mâil-i Kamer dairesi, birbiri üstüne geçmekle o iki daire, her birisi iki kavis
3118
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şeklini vermiş. O iki kavise Felekiyyun uleması lâtif bir teşbih ile büyük iki yılan nâmı olan tinnîneyn namını vermişler. L.)" tinnîneyn
iki büyük yılan.
Tinnîn-i felek
Saman yolu, hacılar yolu. Gökteki husuf ve küsuf mevkileri olan iki düğüm.
Tinnü
Beraberlik, eşitlik.
tip
örnek, nümune.
Tip
t. Benzerlerinin ana vasıfları kendinde görülen ideal örnek, misal.
Tipik
t. Nümune, örnek olarak. Benzer.
Tir
f. Ok.
Tir'abe
Deve hörgücü.
Tiramola
İtl. Halat çekme.
Tirase
(Türs. C.) Ask: Kalkanlar.
Tiraş
f. Tıraş. * Üst taraftan yontarak düzelten. * Üst taraftan düz olarak yontma.
Tiraşide
f. Tıraş olmuş, tıraş edilmiş. * Yontulmuş, düzleştirilmiş.
Tirb
(C.: Tirâb-Etrâb) Anasından saçlı ve dişli doğan oğlan. * Yaşta diğerine eşit olan nesne. * Lezzet.
Tirban
(Türâb. C.) Topraklar.
Tirdan
f. Ok mahfazası, sadak.
Tire
f. Karanlık. Bulanık.
Tiredil
f. Fena kalbli, kalbi kara.
Tiregî
f. Karalık. Bulanıklık.
Tiregun
f. Bulanık renkli, kara renkli. Rengi bulanık.
Tirendaz
f. Ok atan, okçu.
Tirere'y
(Tire-re'y) f. Tedbirsiz.
3119
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tireşeb
f. Karanlık gece.
Tirhal
Yola çıkma, göç etme.
Tirkeş
f. Okluk, ok kabı, sadak.
Tirmizî
(Bak: Kütüb-ü Sitte)
Tiryak
Panzehir. Zehirlenme veya hastalıklardan hemen şifâ bulmağa vesile olan ilâç.
tiryak
tesirli ilaç, panzehir.
Tiryaki
Afyon kullanmağa alışmış, afyonkeş. * Keyif verici şeyler kullanmağa alışık olan. * Mc: Huysuz, aksi, titiz.
tiryaki
alışmış, tutkun.
tiryakmisal
tiryak gibi.
Tis'a mie
Dokuz yüz. 900
tisâ
dokuz.
Tis'a
Dokuz. 9.
Tishan
(C.: Tesâhin) Çizme.
Tis'ûn
(Tis'în) Doksan, 90.
Tîş
şiddet. * Hafiflik.
Tîşe
f. Muharebede kullanılan başı sivri ve keskin balta, keser.
Tişrab
Şarap içmek.
Tiyaka
Cimaa pek ziyade düşkün olmak. * Şehvetin galip olması.
Tiyatro
yun. Dram, komedi ve sair piyeslerin temsil edildiği yer. * Sahneye konulan oyun ve bu gibi temsilleri oynama san'atı.(İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer câzibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafında toplar, sersem eder. Ş.) (Bak: Roman)
Tiyese
(Teys. C.) Erkek keçiler, tekeler.
3120
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tiyfak
Helâk olmak, mahvolmak.
Tiynet
(Bak: Tıynet)
Tiz
f. Keskin. * Çabuk, tez. * Sık.
Tiz-âb
f. Kezzap.
Tiz-çeşm
f. Gözü keskin.
Tiz-dest
f. Çabuk iş gören, eline çabuk.
Tizî
f. Çabukluk, tezlik. * Keskinlik. * Sıklık.
Tizna
f. Kılıç, bıçak gibi şeylerin keskin olan ağız tarafı.
Tiz-pâ(y)
f. Tez, süratli, ayağına çabuk.
Tiz-per
f. Hızlı ve çabuk uçan.
Tiz-reftâr
(Tiz-rev) f. Çabuk yürüyüşlü, acele ile giden.
Tiz-rev
(Bak: Tiz-reftar)
Tokat
Kale içi, siper, ahır, ağıl. El içi gibi yer. * Dere arası olan hayvan mer'ası. * El içiyle vurulan sille.
Tolga
Başlık, miğfer nevilerinden birinin adıdır.
Tonaj
Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi.
Topuz
t. Ucu top şeklinde sopadan ibâret eski silâh. * Top şeklinde toplanmış saç. * Kısa ve tıknaz kimse.
Töhem
(Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatler.
töhmet
birine isnat edilen suç.
Töhmet
Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat. * İtham altında olma.
Töhmetlendirmek
Suç isnad etmek.
Tövbe
(Bak: Tevbe)
traj
baskı sayısı, tiraj.
Traj
Fr. Basılan gazete veya mecmuanın baskı sayısı.
3121
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Trajedi
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri.
Tu
f. Sen.
Tu(y)
f. Katmer, kat.
Tuam
(Tu'me. C.) Azıklar, yiyecek şeyler. * Çeşniler, tadlar.
Tub
Kiremit. * Tuğla.
Tuba le-ke
Ne mutlu sana, devlet ve saadet sana. Tuba sana.
tûbâ
güzellik, cennet ağacı.
Tuba
Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali. * İyilik, güzellik. Baht. * Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi. * Çok berrak ve saf olan. * Saâdet. Hayır. Devlet.
Tubaha
Çömlek. * Ağızdan çıkan köpük.
Tuba-i hilkat
Hilkat ağacı, hilkat tubası. Kâinat, teşbih yapılarak tuba ağacına benzetilmiştir.(Tuba-i hilkatten semavat şıkkına hep kehkeşan ağsanınaBir Cemil-i Zülcelâl'in dest-i hikmetiyle takılmış pek güzel meyveleriz biz. M.)
Tubal
Kızmış bakırdan ve kızmış demirden çekiçle vurulduğunda kopup dökülen parça.
Tubale
(C.: Tubâlât) Dişi koyun.
Tub'an
Mühür mumu.TUBERTU : (Tu-ber-tu) Kat kat.
Tubu
Bir nevi kene.
Tubul
(Tabl. C.) Davullar.TUDE : f. Yığın, küme.
Tude-be-tude
Yığın yığın. Küme küme.
Tuf
f. Yankı. Akseden ses. Aks-i sada.
Tufa
Sihir, efsun.
3122
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tufahe (tafâhe)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çömlek. * Her ne olursa olsun ağzına alan köpek. * Her nesnenin üzerine gelen.
Tufan
Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur. * Nuh Peygamber (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi. (Hz. Nuh'un (A.S.) Cenab-ı Hak'tan aldığı emri kavmine tebliğ etmesi neticesinde kavminin ekserisi hürmetsizlik ve dinlememezlik yaptıklarından ve zulme başladıklarından, Cenab-ı Hakk'ın izni ile devamlı ve şiddetli yağmurla büyük su baskını oluyor ve Nuh Peygamber (A.S.) bir gemi yaparak, kendisine iman edenlerle ve her sınıf canlı mahluktan birer çift alarak su üzerine çıkıyor ve zâlimler suya gark oluyor, Peygambere itimad ile tâbi olanlar da tufandan kurtuluyor. Bu hâdisenin vukuu Kur'anda sâbittir.)
tûfân
şiddetli yağmur, büyük su baskını.
Tufanzede
f. Tufan görmüş. Tufana uğramış.
Tufave
Güneş dairesi. * Ay ağılı, hâle. * Kabile.
tufeylâne
asalakça.
Tufeylî
(Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.
tufeylî
asalak.
Tuff
Tırnak arasında olan kir. * Parmakların üstünde olan kir.
Tuffah(a)
Elma.
Tufu'
Ateşin sönmesi.
Tufuh
Kap ağız ağıza dolma. * Yukarı kalkma. * Çabuk geçme.
Tuful
Güneşin batmağa yaklaşması. * (Tıfl. C.) Çocuklar.
Tufulâne
f. Çocukçasına.
3123
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tufuliyyet
(Tufulet) Çocukluk. Küçüklük. Yavru oluş. * Ter u tazelik.
tufûliyyet
çocukluk.
Tufye
Mukul ağacının yaprağı. Yılanın arkasındaki hatta teşbih edilir.
Tugat
(Tâgi. C.) Tâgiler. Azmış ve hak yoldan sapmış olanlar.
Tugave
Güneş dairesi. * Araptan bir kabile.
Tugmus
Şeytanın ve cinnin gayet habisi.
Tugvan (tuğyân)
Haddinden tecavüz etmek, haddini aşmak.
Tugve
Dağ başı. * Yüksek mekân.
Tugyan
Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek. Azgınlık, taşkınlık. Taşkın mizaçlılık. * Kan galebe etmesi hali. * Resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak. * Su baskını.
Tugye
Dağ başı. * Yüksek mekân.
tuğra
padişaha has mühür, damga.
tuğyan
azgınlık, sapkınlık.
Tuh
Helâk olmak. * Berbad olmak. (Hakaret için söylenilen bir kelimedir)
Tuhaf
(Tuhfe. C.) Hediyeler. * Münâsebetsiz hâl. * Eğlenceli, gülünç. * Garip iş veya şey. * Hoşa giden ve az bulunur şeyler.
Tuhal
Dalak ağrısı.
Tuhare
Taharet ettikleri suyun bakiyyesi.
Tuhfe
Turfanda şey. * Görülmemiş yeni çıkan. Yeni. * Hediye, armağan.
tuhfe
yeni şey, armağan.
Tuhfî
İyilik etmek.
Tuhla
Kara ile boz arasındaki renk.
Tuhlüb
(C.: Tahâlib) Soysop, sülâle.
Tuhm
(C.: Tühum) Her yerin ve her köyün nihayeti.
Tuhme
Hayvanın burnunun kara olması.
3124
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Tuhr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Pâklık, temizlik, taharet. * Kadınların iki âdet görmeleri arasındaki temizlik hâlleri. (Temizlik hâli uzayan, devam eden kadına ""Mümtedet-üt tuhur"" denir)."
tuhr
temizlik, paklık.
Tuhra
Yufka bulut.
Tuhrube
(Tahrebe-Tıhrıbe) Bez parçası. * Bulut parçası.
Tuhrure
(C.: Tahârir) Bulut parçası.
Tuhtuh
Kötü ahlâk.
Tuhuha
Hamurun ekşimesi.
Tuhur
Arınıp pâk olmak, temizlenmek.
Tuhut
Hor ve hakir kimse.
Tuhve
Yufka bulut.
Tuhyan
Karlık gibi su soğutacak kap. Buzluk, buzdolabı.
Tuhye
Benî Temim kabilesinden bir cemaat.
Tuka
Takva. Allah'tan korkmak. Havfullah.
Tukat
Nefsini haramdan ve şüpheli nesnelerden saklamak.
Tukus
Yaban havucu.
Tukye
Sakınma.
Tul
Boy. * Uzunluk. * Ömür ve hayat. * Uzamak. * Zaman çokluğu. * Çokluk, bolluk.
tûl
uzunluk, meridyen.
tûlâ
çok uzun.
Tula
Çok uzun. Pek uzun.
Tulan
(Tul. den) Uzunluğuna, boyuna.
Tulatıle
(Talâtıla) (C.: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı. * Zahmet.
Tulen
Uzunlukça. Uzunluk cihetinden. Boyca.
3125
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tulga
Kusmak.
Tulha
Boz renk.
Tulhe
Azıcık su. * Azıcık ot. * İyi nesne.
Tulhum
Lezzeti değişmiş olan su.
tûliemel
bitmeyen istek.
Tulk
Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan.
Tull
Süt.
Tullab
(Talebe. C.) Talebeler.
tullâb
talebeler.
Tullab-ı nur
Nur talebeleri, Kur'an şakirtleri.
Tulleb
(Tâlib. C.) İstekliler, tâlibler, isteyenler.
Tulme
(C.: Tulum) Ekmek. * Havuz dibinde kalan su.
Tul-u emel
"Bitmeyen istek. * Hiç ölmeyecek gibi dünyaya dalmak ve düşünmek. (Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his nev'inden gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sabit telâkki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususi dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki: Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misali bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tegayyür âyinenin başına gelse, o hayalî hâne ve şehir ve bahçede hercü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakiki hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünkü senin elindeki âyinedeki hâne ve
3126
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir. Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Mâdem öyledir; sen bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme! L.)" Tul-u ömür
Ömrün uzunluğu. Uzun ömür.
tulû
doğma, doğuş.
Tulu'
Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. * Hücum etme. * Bir şeye vâkıf olup bilme.
Tuluat
(Tulu'. C.) Hazırlıksız olarak birden kalbe gelen mânalar, ilhamlar. Doğuşlar.
tulûât
doğuşlar, kalbe doğan mânâlar.
Tuluk
(Tuluka) Açık yüzlü ve hâli iyi olmak. * Cömert olmak.
tuluk
deriden yapılmış su kabı.
tulumba
su basma aleti.
Tulye
(C.: Tulâ) Boyun önü. * Göğüs önü.
Tu'm
(Tu'me) Azık, yiyinti, yiyecek şey. * Tad, çeşni.
Tuma'nine
İtminan. Emin olma, inanma, gönlü rahat olma.
Tumar
(C.: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey, tomar.
Tu'me
(Bak: Tu'm)
Tume
Kadınlar topluluğu. Avretler cemaati.
Tumea'
(Tâmi'. C.) Tamahkârlar.
Tumruk
Yarasa kuşu.
Tumrus
Sıcak külde pişmiş ekmek.
3127
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tumtuman
Peltek.
Tumturak
Söylenişi ahenkli ve parlak olan ibare. * Gösteriş, debdebe.
Tumuh
Yüksekteki bir şeye göz dikme, yüksek bir şeye göz dikerek bakma.
Tumum
Su baskını. * Saçını kırkıp tıraş etmek.
Tumur
Aşağı sıçramak. * Doldurmak. * Seyahat edip gitmek. * Defnetmek, gömmek.
Tumus
Bir şeyin mahvolması.
Tunb
Nâhiye, cânip, taraf, yön.
Tunburani
(Tunburâni) Tanbur çalan.
Tuni
f. Sefih, alçak, rezil. * Külhanbeyi. * Hırsız.
Tunub
(C.: Etnâb) Ağaç kökleri. * Gövdenin siniri. * Süngü eğriliği. * Çadır ipleri.
Tur suresi
Kur'an-ı Kerim'in 52. Suresidir. Mekkîdir.
tûr
dağ.
Tur
Dağ. * Had ve mikdar.
Tura
(Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak. * Kamçı, örme kırbaç. * Demet, bağ, paket. (Bak: Turra)
Tu-ra
f. Seni, sana, senin.
Turab
Toprak, toz.
turâb
toprak.
turâbî
toprakla ilgili.
Turame
Dişte olan kamaşma.
Turan
"Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi.
3128
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""Türk"" ile ""Tur"" kelimeleri arasındaki benzerlik de bu iki ismin bir asıldan ibaret olduğunu gösteriyor." Turbuş
Takke, külah. Başa giyilen örtü. Fes.
Turfanda
Mevsiminden önce yetiştirilen meyve veya sebze.
Turfe
Görülmemiş, tuhaf, yeni şey. Şaşılacak şey.
Turfe-kâr
f. Garip şeylerle uğraşan. Şaşılacak şeyler yapan.
Turgul
Çil kuşuna benzer bir kuş.
Turhan
"Rum subaylarından beş bin neferin zâbiti (On bin olsa ""patrik"" derler.)"
Turka
Bir kere.
Turmuk
Yarasa kuşu.
Turmus
Zayıf. * Kül içinde pişen ekmek.
Turra
(Tuğra) Mühür. Pâdişah damgası. Pâdişahın imzası. * Kumaşın etrafındaki nişan ve işaret. Kumaşta ipekten çevrilen kenar. * Herşeyin ucu ve kenarı. * Alındaki saç. Tura.
turra
tuğra, padişah imzası.
Turs
Kuvvet.
Tursus (tursun)
(C.: Tarâsis) Kalkan denilen dikenli ot.
Turş
f. Ekşi, hâmız.
Turtube
Akçe.
Turtur
Uzun boylu ince adam.
Tur-u sina
(Bak: Sina)
Turu'
Bir yerden bir yere gitmek. * Sonradan olmak.
Turuh
Uzun.
Turuk
Geceleyin eve gelmek.
turûk
tarikler, yollar, usuller.
3129
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Turuk-u hafiyye
Gizli tarikler, yollar, tarikatlar. Gizli zikir yapan tarikatlar.
Turur
Düşürmek.
Turuş
f. Ekşi.
Tus
Tabiat. * Asıl.
Tusen
f. Serkeş ve sert at.
Tusu'
Dokuz bölükte bir bölük.
Tuşe
f. Azık. Ölmeyecek kadar yenecek şey.
Tuşe-i râh
Yol azığı, yol yiyeceği.
Tut
f. Dut.
Tutanak
(Bak: Zabıt)
Tuti
Dudu kuşu. Papağan. İşittiği sözleri ezberleyip, insan sesi taklidini yapan ve söyleyen bir kuş.
tûti
papağan.
Tutiya
Çinko.
Tutu
Çinko.
Tu'tu
Söylerken duraklamak.
Tutuk
Örtü, perde, peçe.
Tuum
(Taam. C.) Taamlar, yemekler. * Lezzetler, tadlar, zevkler.
tuvâ
övülmüş.
Tuva
Övünmüş, senâ edilmiş şey. * Tur-i Sina dağı eteğinde bir vâdinin adı. * Örülmüş kuyu.
Tuval
Uzun.
Tuvan
f. Güç, kuvvet.
tuvan
güç, kuvvet.
Tuvar
Evin çevre yanı.
Tuveyrat
Kuşçuklar, küçük kuşlar.
3130
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tuveys
Küçük tavus kuşu.
Tuvmar
(C.: Tevâmir) Uzun dürülmüş nesne.
Tuvt
Lüle ağzına takılan pamuk parçası. * Pamuk. * Uzun.
Tuvvel
Ayakları uzun olan bir cins su kuşu.
Tuyuf
(Tayf. C.) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller. * Uykuda iken görünen hayâller.
Tuyur
Birbiri ardınca iade etmek, peşpeşe geri çevirmek. Tekrarlamak.
tuyûr
kuşlar.
Tübba'
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki. * Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı. * Bir kuş cinsi.
Tübban
Güreşçilerin donu.
Tübbet
"Bir yerin adı. (İyi miskler ona nisbet olunup ""Misk-i Tübbetî"" derler)"
Tücah
(Tecâh-Ticâh) Karşı taraf, karşı yön.
Tüccar
(Tâcir. C.) Tacirler, satıcılar. Ticaret yapanlar.
Tüede
Teenni etmek, acele etmeyip akıllıca davranmak. * Mühlet vermek.
Tüfe
Yırtıcı bir canavar. * Karakulak denilen canavar. * Örtünmüş kadın.
Tüfeng
f. Tüfek.
Tüfeng-endâz
f. Tüfek kullanan.
Tüfeng-hâne
f. Silâh deposu.
Tüffah
Elma.
Tüfl
Köpük. * Kir, pas. * Tükürmek.
tüflî
posa.
Tühem
(Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatlar.
Tükâh
Tekyegâh.
3131
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tüklan
Tevekkül etmek.
Tükle
İtimat etmek, güvenmek. * İşinde âciz olan kimse.
Tükme
f. Düğme.
Tükye
Dayanmak, itimad etmek.
Tülave
Borç bakiyyesi. * Havâle etmek, başkasına bırakmak.
Tülünne
Hâcet, ihtiyaç.
Tülüv
Tilâvet. * Bir kimseye uyup ardınca gitmek.
Tünban
f. Don, iç donu.
Tünbek
f. Darbuka. Dümbelek.
Tünd
f. Sert, şiddetli, haşin.
Tündbâd
f. Sert rüzgâr, kasırga.
Tündçihre
f. Asık suratlı.
Tündî
f. Sertlik, katılık. Hiddet ve şiddet.
Tündmeşreb
f. Titiz, sert tabiatlı.
Tündmizac
f. Sert huylu.
Tündreftar
f. Çabuk giden, sert ve süratli giden.
Tündzeban
f. Düzgün konuşan, düzgün söz söyleyen.
tünelvârî
tünel gibi.
Tünte
f. Eşek arısı.
Tünu'
Mukim olmak, ikamet etmek, bir yerde oturmak.
Tür'a
(C.: Türa' - Türüât) Kanal. * Suyun taştığı yer.
Türa'
(Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
Türas
Miras mal.
Türban
(Türâb. C.) Topraklar.
Türbe
Mezar üzerine yapılan yapı. Mezar. Ölmüş büyük zâta mahsus mezar.
türbe
mezar.
3132
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Türbedâr
f. Türbe muhafız ve hizmetkârı.
türbedâr
türbe bekleyen.
Türk
"Türkler, Asya'nın en büyük ve en meşhur milleti olup, Turan milletlerindendir. Türkler en evvel Sibirya ile Çin arasında olan Altın Dağı taraflarında yaşamışlar ve oradan defalarca güney ve batıya doğru yayılarak Çin'de ve Türkistan memleketlerinde fetihler yapmışlardır.Türkler eskiden beri iki şubeye ayrılmış olup; Türkistan'ın doğu tarafında bulunanlar; Uygur; batı tarafındakiler de: Türk ve Türkmen isimleriyle bilinirlerdi.Peygamberimizin (A.S.M.) hicretinden 350 sene sonra Tağ Han neslinden olduğu rivayet edilen Türkmen Hükümdarlarından Salur Han, İslâm dinini kabul ederek Kara Han ismini almış ve kavminin de ekserisine İslâm dinini kabul ettirmişti. O sıralarda Türk ve Türkmen kavimleri İslâm hilâfet merkezi olan Bağdat'a gidip gelmeğe başlamışlardı. Fıtrî cesaret ve kahramanlıkları hasebiyle Abbasi Halifeleri, bunları askerlik hizmetlerine almışlardı. Bu sebeple Türkler, Azerbeycan ve Erzurum taraflarına dolmuşlardı. Türkler, zamanla kumandanlık ve ümeralığa geçmişler, hükümet işlerini de ellerini almışlardı. Bu cihetle bütün İslâm memleketlerinde Türkler büyük bir nüfuz ve iktidara sahip olmuşlardı.Türkler, müslümanlığı kabul ettikten sonra lisanlarını Arap hattıyla yazmağa başlamışlardı. Şark Türkçesinde, yani Uygur lisanında hayli edebiyat vücuda gelmiş, bir takım şair ve edipler yetişmişti. İran'da kurulan Türk Devletleri Farisîyi resmî ve edebî lisan olarak kabul ettikleri halde; Anadolu'da kurulan Selçuklular devrinde resmî lisan Türkçe kabul edilmişti. Daha sonraları Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra bu lisan günden güne kesb-i Türkî
3133
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
etmeğe başlamış, hatta Sultan Mehmed Han, Sultan Selim ve Süleyman devirlerinde mükemmel bir Osmanlı Edebiyatı meydana gelmiş ve birçok edip ve şairler yetişmişti.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmıyan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi.) Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir; zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği hâlde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!... R.N.)(İşte ey Ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâdları; Altıyüz sene değil, belki, Abbasiler zamanından beri bin senedir, Kur'ân-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ânı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'âna ve İslâmiyet'e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümâtı def'ettiniz. Tâ $âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşreb münâfıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!..M.)(...Evvelâ Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, daha sonra Emeviye'nin son zamanlarında olduğu gibi bu hizmeti, Arap'tan Acem'e doğru geçmiş; hadis-i şerifin de delâlet ettiği üzere Fars milleti manen ve maddeten İslâmiyete pek büyük hizmetler yapmış, sonra bunlar da aynı hale
3134
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gelmiş; bu defa da Allah Türkleri göndermiş. Arapların, Farslıların, kıymetini bilemeyip zâyi' ettikleri İslâm devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan dünyanın her tarafına yaymışlar. Demek ki onlar da bu nimetin kıymetini bilmez, küfr ü küfrâna giderlerse mevkilerini, Allah'ın göndereceği diğer bir kavme terketmeğe mecbur olacaklardır. Ve kim bilir vâsi ve alim olan Allah Teâla, kıyamete kadar daha ne kavimler gönderecektir. Binaenaleyh, ey mü'minler! Dininizin kıymetini biliniz, hiç bir kavme inhisar kabul etmeyen bu vâsi' feyz-i hakkı, bu fazl-ı İlâhîyi, bu yüksek hürriyeti bırakıp da başkalarının muvalâtı arkasına düşmeyiniz. E.T.)" Türkân
(Türk. C.) Türkler.
Türkcuş
f. Yarı pişmiş et.
Türkistan
f. Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, büyük parçası olan Batı Türkistan ise Rusya'da kalmaktadır.
Türkiyyat
Türklerin dil, edebiyat, tarih ve ırki hususiyetlerini tedkik eden ilim.
Türktaz
f. Koşup saldırarak yağma etme. * Çapul, çapulcu.
Türkü
(Aslı: Türkî) Türk halk musikîsi.
Türnuk
Sel yolunda arta kalan balçık.
Türr
Yapı üstüne çekilen ip.
Türra'
Kapıcı.
Türras
Kalkancı.
Türre
(C.: Terârih) Bâtıl, herze söz.
Türrehat
(Türrehe. C.) Saçma sapan sözler.
Türrehe
(C.: Terârih-Türrehat) Saçma sapan ve mânasız söz.
3135
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Türs
(C.: Etrâs-Tirâs-Türus) Ask: Kalkan.
Türşî
Ekşilik. * Turşu.
Türüat
(Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
Türüş
f. Ekşi, hâmız.
Türüş-ru(y)
(C.: Türüşruyan) Asık suratlı, ekşi yüzlü.
Tüs'
Dokuzda bir. (1/9)
Tütuk
Örtü, perde. Çadır.
Ubab
Her nesnenin muazzamı, her şeyin büyüğü. * Cemaat, topluluk. * Taşkın sel suyu. * Pek taşkın, coşkun.
Ubar
f. Ağlama, inilti.
Ubeyd
Küçük kul, kulcuk.
Ubeyde bin cerrah (r.a.)
Aşere-i Mübeşşere'den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah'tır. Her
din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti ile de meşhurdu. Şam'ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde 58 yaşında iken taundan vefat etmiştir. Ubr
Çok. * Sedir ağacından su kenarlarında biten ağaç.
Ubs
Huzursuzluktan yüz burkulmak. Yüz ekşime, surat asma.
Ubsur
Seri. Çok yürüyen deve.
Ubud
(Ebed. C.) Ebedler, sonsuzluklar.
Ubudet
Kulluk. (Aslında zillete derler.)
ubûdiyet
ibadet, kulluk etme.
ubûdiyetkârâne
kulluk edercesine.
Ubudiyyet
"Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.(İnsanlar kendileri için değil, Allah'a ubudiyet için yaratılmışlardır.)(Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve
3136
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
rıza-i İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlâhî ve neticesi rıza-i Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler, o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, mesela yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i o faidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o halis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip, evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkar da eder. L.) (Bak: Rububiyet)" ubûr
geçme.
Ubur
Geçmek. Atlamak. * Zorlamak. * Suyun öte kıyısına geçmek.
Ubus
Çatık yüzlü. Abus. * Utanmaz kimse.
Ubuset
Yüz ekşiliği. Çehre çatıklığı. Somurtkanlık.
3137
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
U'büd
İbadet et (meâlinde emir.)
Ubye
Büyüklenmek, kibirlenmek.
Ucab
(Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey.
Ucacet
(C.: İcâc) Dişi deve sürüsü. * Toz. * Yüce avazlı, yüksek sesli.
Ucale
Misafirlerin yolda yemek için götürdükleri azık. * Çiftçilerin azık diye evvelce koyup getirdikleri buğday ve arpa.
Ucam
Çekirdek.
Ucarim
Kuvvetli adam.
Ucave
Tırnağa bitişik olan sinir.
Ucb
"(Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek. * Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli. * Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.(Arkadaş! Ye'se düşen adam, azabdan kurtulmak için istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenât ve kemâlâtı var, hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: ""Bu kemalât beni kurtarır, yeter"" diye bir derece rahat eder. Halbuki a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü, kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lekita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut havi olduğu garip san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sani-i Hâkim'in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emâneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir. M.N.)"
3138
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ucb
ibadetiyle gururlanma.
Ucbe
Acaib ve şaşılacak şey.
Ucb-üz zeneb
(Bak: Acb-üz-zeneb)
Uccab
(C.: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne.
Uccet
Kaygana aşı.
Ucd
Atın kuvvetli olması.
Ucfet
Kuru üzüm çekirdeği.
Ucle
Acele ile ve çabuk yapılan iş.
Ucm
Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar. * (Acmâ. C.) Dilinde tutukluk olanlar.
Ucme
Dil tutukluğu. Tutuk tutuk kekeliyerek konuşma. * Acemlik.
Ucre
(C.: Ucer) Ağaç boğumu. * Düğme. * Bedenin tomur kabaran yeri. * Ayıp.
Ucruf
(C.: Acârif) Uzun ayaklı karınca.
ucûbe
şaşılacak şey.
U'cube
Taaccüb olunacak şey. Ucube. Pek acib ve garib olan. * Hayret edilecek derecede olan isti'dad.
U'cube-i hilkat
Yaratılıştan insanlara hayret verici olan. Şaşılacak, hayrete düşülecek hilkat garibesi.
Uçbeyi
Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar bu şekilde müstakil bir devlet olarak meydana gelmişlerdir. (O.T.D.S.)
3139
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ud
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Meşhur bir sazın adı. * Bir hoş kokulu buhur. * Ağaç parçası. * Budak.
Udal
Katı, şiddetli. * Pek zor. * Ağır hastalık.
Udat
Düşman.
Uddet
Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat. * İstidad. * Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce.
Udhiy
Deve kuşu yumurtası.
Udhiye
Cenab-ı Hakk'ın rızası için kurban niyetiyle kesilen hayvan.
Udhuke
Gülünç şeyler. Komedi.
Udhukeperdâz
f. Güldürücü, komik.
Udi
İnce taştan kapak.
Udika
Demir çengel.
Ud'iyye
(C.: Eda'i) Mesel, hikâyat. * Bilmece, yanıltmaç.
Udlet
(C.: Uzul) Zahmet, meşakkat. * şiddet.
Udlul
Doğru yoldan sapma. İslâmiyetten ayrılma, sapıtma.
Udm
Ekmek katığı.
Udme
Buğday renklilik. * Beyazı çok olan deve.
Udmus
Karanlık.
Udre(t)
Yel inip hayası büyümek.
Udric
Sarı kaftan. * Hızlı ve çok yürüyen at.
Udtumme
Kişinin aslı.
Udube
Keskinlik.
Udul
Yoldan çıkma, dönme, sapma. * Vazgeçme. * (Âdil. C.) Âdiller, âdil olanlar.
udûl
yoldan çıkma, sapma.
3140
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Udva'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kuru, sert yer. * Üzerine oturulduğunda rahat olmayan yer. * Evin uzak olması.
Udvan
Düşmanlık, haksızlık, zulüm.
Ufafe
Memede kalan süt artığı.
Ufat
Haramdan nefsini koruyanlar.
Ufave
Çorbanın sonu.
Ufaze
Pamuk kozası. * Yüksek yer.
Uffare
Her nesnenin evveli. * Katılık. * Şiddet.
Uffe
Bir deniz hayvanı. * Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi.
Ufk
Kıyı, kenar. * Rüzgârın estiği cihetler. * Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler. * Mc: Görüş ve düşünüş derecesi.
ufk
ufuk.
Ufka
İnce deri. * Sünnet edilen deri.
ufkî
ufka ait, yatay.
Ufkî
Ufka ait. Ufka dair ve müteallik. * Yatık düzlük. Yatay.
Ufre
Başın ortasında olan saç.
Ufuc
(C.: Afâc) Vurmak. * Göden bağırsağı denilen bağırsak.
ufûl
batma, kaybolma.
Uful
Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. * Mc: Ölmek.
Ufunet
Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması. * İltihab. * Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu. * Sıkıntı veren manevî ağırlık.
ufûnet
pis koku, iltihap.
Ufure
Üzerinde her ne varsa yenilip hiç bir şey kalmayan yer.
Ufusa
Kekrelik.
3141
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ugeylime
Küçük oğlan çocukları.
Ugluta
(C.: Uglulât - Egalit) Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
Ugniye
Şarkılar, ilâhiler. Teganni edilen sözler.
Ugniyye
(C.: Egâni) Ahenk.
Ugtube
Azar, tekdir.
Ugviyye
Belâ. Zahmet. Musibet.
Uhah
Susuzluk. * Galiz, kaba, yoğun.
Uhbuşe
Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk.
Uhciyye
Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
Uhcüvve
Bulmaca, yanıltmaca, bilmece.
Uhde
Bir işi üzerine alma. Söz verme. * Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey. * Mes'uliyet hududu. * Ric'at ve taalluk dâiresi. * Becerme, yapma. * Mes'uliyet, sorumluluk.
uhde
sorumluluk, söz verme.
Uhdud
(C.: Ahâdid) Çukur. * Uzun hat. * Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak. * Hendek. * Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz.
uhdûd
hendek, yarık.
Uhduse
Hayret edilecek derecede uydurma haber. * Haber verilen nesne.
Uhfuk
(C.: Ehâfik) Yer yarığı.
Uhkuk
Yarık, hendek.
Uhne
(C.: Ühan) Kin tutmak.
uhrâ
başka, diğer, sonra.
Uhra
Sâir, diğer, başka. Ahir, gayr, son, sonra.
Uhre
Bir şeyin sonu.
Uhrevî
Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait.
uhrevî
âhiretle ilgili.
3142
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
uhrevîye
âhiretle ilgili olan.
Uhrun
f. Doğurmayan, kısır kadın veya hayvan.
Uht
(C.: Ahavât) Kızkardeş.
Uhteyn
İki kızkardeş.
Uhud muharebesi
Uhud, Medine-i Münevvere'nin bir mil kuzeyinde kırmızı bir dağ olup, Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ashâbıyla Kureyşliler arasında vuku bulmuş olan Uhud Gazasıyla meşhurdur.Uhud gazası, hicretten 2 sene 6 ay 7 gün sonra olmuştur. Bunun zahirî sebebi: Daha evvel yapılmış olan Bedir Gazasında Kureyşliler mağlub olduklarından, Kureyşlilerden Bedir Gazasında akrabaları öldürülmüş olan bazı kişiler Ebu Süfyan'a giderek harp teklifinde bulunmuşlardı. Ebu Süfyan, kendi kumandası altında Kureyş müşriklerinden ve Kenane ve Tehâme'den üçbin ikiyüz kişi kadar alarak karısı Hind ve diğer bazı kadınlarla birlikte Medine'ye doğru hareket edip Uhud Dağı'na gelmişlerdi. Hz. Resulullah (A.S.M.) Efendimiz, bunların önüne çıkmak fikrinde bulunmayıp, şehre girdiklerinde müdafaa yapmayı teklif etmişse de, bazı ashabın ısrarı üzerine muharebeye çıkmağa karar vermişlerdi. Hz. Peygamber (A.S.M.) sahabeden 700 kişiyle küffâra karşı çıktı. Muharebede müslümanlar bazan galip, bazan mağlub olarak Peygamberimizin amcası. Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabe şehid olmuştu. Hatta Peygamberimizin de dişi kırılmış, yüzü ve dudağı yaralanmıştı.(Mühim bir sual: Fahr-ül-Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül-Âlemîn Hazret-i Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?Elcevab: Müşrikler içinde o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde
3143
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mukabil gelecek Hazret-i Halid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlahiyye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâfat-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlup olmuşlar. Tâ o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin. L.) (Bak: Huneyn) Uhud
Hicazda bulunan mübarek bir dağ.
uhûd
yeminler, anlaşmalar.
Uhud-i atika
Eski anlaşmalar.
Uhud-u mer'iye
Yürürlükteki anlaşmalar.
uhuvvet
kardeşlik.
Uhuvvet
Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk.
Uhuvvet-i efkâr
Fikir kardeşliği.
Uhuvvetkâr
f. Kardeş gibi davranan. Kardeş gibi muâmelede bulunan.
Uhuvvetkârane
"f. Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı sevgi ile.(Uhuvvetin sırrı: Şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip, onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek. L.)(Her ikinizin, Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir... Bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, Dininiz bir, Kıbleniz bir.. Bir bir yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir... Ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği; ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlıyacak mânevi zincirler bulundukları hâlde; şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi
3144
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakiki adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münâsebâtı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın! M.)" uhuvvetkârane
kardeşcesine.
Uhuz
Göz ağrısı.
Uhz
Sihir, efsun.
Ukab
(C.: Ukbân-Ekub) Tavşancıl kuşu.
Ukabeyn
İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı. * Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş. * Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası. * Havuz içinde akan suyun yolu. * Büyük ilim.
Ukad
(Ukde. C.) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta bulunan guddeler.
ukad
ukdeler, düğümler.
Ukad-ı hayatiye
Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî rükünler.
Ukala
(Âkıl. C.) Akıllılar. * Halk dilinde: Akıllılık iddia edenler.
ukalâ
akıllılar, akıllılık taslayanlar.
Ukam
Çok sert. Pek şiddetli.
Ukama'
(Akîm. C.) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar.
Ukamis
Çok.
Ukar
şarap. * Lüks mobilya.
Ukas
"Bir cins ot. * ""Kesmek"" mânâsına mastardır."
Ukaykan
Karınca.
Ukaz
Mekke-i Mükerreme yakınındaki bir pazar adı.
3145
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Ukba
Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem. * Ceza.
ukbâ
öbür dünya.
Ukba-i ferda
f. Gelecek olan âhiret. Yarınki devir.
Ukbe bin amir bin kays el-cühenî (r.a.)
Turuz-Tebriz-2012
Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve
Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir. Ukbe
Nöbet. * Çorba bakiyyesi.
Ukd
Düğüm. * Yoğun. * Gazap, hiddet. * Sâkin olmak.
Ukde
Düğüm, bağ. * Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat. * Ağaçlık yer. * Pelteklik, kekemelik. * Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.
ukde
düğüm, bilmece.
Ukdegir
f. Müşkil, zor. * Şüpheli. * Düğümlü.
Ukdegüşa
f. Müşkilleri yenen.
Ukde-i hayat
f. Hayat düğümü. (Çekirdek gibi)
Ukde-i lisan
f. Kekelemek.
Ukdevî
Düğüm biçiminde olan. Ukde ile alâkalı.
Ukhuvan
Papatya.
Ukıyye
(Bak: Okiyye)
Ukkaşe bin el-mihsan el-esdî (r.a.) Efâdıl-ı Sahabeden ve kahramanlardan olup hususan Bedir muharebesinde ve Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) devrinde mürtedlerle olan muharebede yararlıklar göstermiştir. Peygamberimizin vefat tarihinde 44 yaşlarında idi. Ukkaze
(C.: Akâkiz) Ucu demirli sopa.
ukke
tulum, deri kap.
3146
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ukke
Tulum, deriden yapılan kap.
Ukle
Bağlamak. * Hile edip aldatmak.
Uklum
Kuvvetli deve.
Ukm
Kısırlık. * Verimsizlik.
Ukne
(C.: Uknâ-Akân-Uknât) Karın büklümü. (Şişmanlık ve semizlikten olur.)
Uknum
(C.: Ekanim) Asıl.
Ukr
Kısırlık. * Kısır olan kadının veya dişi hayvanın hali. * Mc: Netice alamama.
Ukre
Kısır. Doğurmayan kadın veya hayvan.
Ukruban
Akrebin erkeği.
Uksume
(C.: Ekasim) Nasib, kısmet. Hisse, pay.
Uktua
Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen şey.
Ukub
Her nesnenin sonu.
Ukubat
(Ukubet. C.) Cezalar. İşkenceler, eziyetler. * Kısas ve şahsî cezalar.
ukubât
cezalar.
Ukubet
(C.: Ukubât) İşkence, azab, eziyet. * Ceza.
Ukud suresi
Kur'an-ı Kerim'in beşinci suresi olan Mâide Suresinin diğer bir ismi.
Ukud
(Akid. C.) Akidler. Şartlar, bağlar. İki tarafça kabul edilen şeyler.
ukuk
ana babaya isyan.
Ukuk
Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak.
Ukul
(Akıl. C.) Akıllar.
ukul
akıllar.
Ukul-u aşere
(Bak: Akl-ı evvel)
3147
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ukunne
(C.: Ukun) Taştan yapılmış nesne.
Ukus
(Aks. C.) Akisler, yankılar, çarpmalar.
Ukusa
Berklik, muhkemlik, sağlamlık, sertlik.
Ukve
Kuyruk dibi.
Ula
Birinci, ilk, evvel. * Eskiden vezirlikten sonra gelen sivil rütbe.
ûlâ
ilk, birinci.
Ulale
Süt bakiyyesi. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı.
Ulase
Yağ. Birbirine karışmış olan iki şey.
Ulat
Demir örs. * Üstünde keş kurutulan taş.
Ulbari
Bir ot cinsi.
Ulbe
(C.: Uleb-İlâb) Fıçı. * Büyük kutu. * Sandık.
Ulcum
(C: Alâcim) Erkek kurbağa. * Dağ keçisinin erkeği. * Deve kuşu. * Sağlam ve dayanıklı deve. * Çok su. * Gece karanlığı.
Uleb
(Ulbe. C.) Fıçılar. * Büyük kutular. * Sandıklar.
Ulebit
Yoğun ve büyük nesne. * Koyun sürüsü.
Ulema
(Âlim. C.) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri. İlmiye mensubları.
ulemâ
âlimler.
Ulema-i âmilîn
İlmine ve bilgisine göre amel eden, ilmini tatbik eden âlimler.
Ulema-i bâtın
Şeriatın, zâhir ve hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrarını bilen âlimler.(Ulema-i zâhir ve bâtının Tâbiîn zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali'nin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan-ı Basri... M.)
Ulema-i ilm-i huruf
Kur'anın bir harfinden, bir sahife kadar esrar bulduklarını söyleyen ve dâvalarını, o fennin ehline isbat edenler.
Ulema-i râsihîn
Hak ve hakikat ilminde meleke kazanmış âlimler.
3148
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Ulema-i rüsum
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.)
Ulema-i zâhir
Kur'an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen âlimler.
Ulema-üs sû'
Kötü âlimler. Dünya için âhiretini unutan âlimler. Dünyayı dine tercih eden âlimler. Menfaat için hakikatı örten âlimler.
ulemâüssû
kötü âlimler, dünya için dinini feda eden bilginler.
Ulguze
Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
Uli
Sâhib. Ehil.
Ulk
şarap.
Ulka
Kahvaltı. * Az nesne. * Küçük çocuklara yapılan elbise.
Ulkum
(C.: Alâkım) Çok karanlık gece. * Pek sağlam deve.
Ullame
Kına.
Ullef
Muz.
Ulliyye
(İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli. * Çardak.
Ulta
Gerdanlık. * Kadınların süs olarak yüzlerine çektikleri siyah çizgi.
Uluf
(Elf. C.) Binler, bin sayıları. * Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal ve alışkan olan.
ulûfe
yeniçeri maaşı.
Ulufe
Yeniçerilere ve sipahilere dağıtılan maaş. * Bir nevi hayvan yemi.
Ulufe-hâr
(C.: Ulufehârân) Ulufesi olan, ulufeci.
ulûhiyet
" ilâhlık, kısaca ""ibadet edilmeye lâyık olan yegâne mabud bütün varlıkları yaratan Allahtır"" diye ifade edilebilen hakikat."
Uluhiyet
İlâhlık. * Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi.
3149
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Uluhiyet-i mutlaka
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Kayıt altında olmayan, mutlak uluhiyet. Ancak bir tek İlâhın mâbud oluşu.(Evet, nev'-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması ve sair zihayatın belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri bir Ma'budiyet tarafından hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhât-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin, bir tek İlâhın ma'budiyetini ilân etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hüküm-ferma olduğunu isbat ederler. Ş.)"
Uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye
"Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler
olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştüler.Bu mes'eleye dair Mesnevi-i Nuriye'den nakledeceğimiz veciz bir paragraftan bu tabirler daha iyi anlaşılabilir:""Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde sânii müşahede etmek, tarîk-ı istigrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi; ve melekutiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı; ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken dîk-i elfaz sebebiyle, uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye tabir ettiler.Ehl-i fikir, o hakaik-ı zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe' oldu.""" Ul'ul
Yaramazlık. * Çağırmak. * Budak.
Ulum
(İlm. C.) İlimler, bilgiler.
3150
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ulûm
ilimler.
U'lume
(C.: Eâlim) Alâmet, işaret, nişan.
Ulum-u âliye
"(Âlet. den) Âlet ilimleri. (Gramer, sarf, nahiv, belâgat ve mantık gibi.)(Ulum-u medarisin tedennisine ve mecrayı tabiiden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulum-u âliye $ maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, ulum-u âliye $ mühmel kaldığı gibi, libas-ı mânâ hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zaptederek, asıl maksud olan ilim ise tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir. R.N.)"
Ulum-u bedihiyyât
Delil ve isbatına lüzum görülmeyip kolaylıkla bilinen ilimler. (Bak: Kaziye-i bedihiyye)
Ulum-u bediiye
(Bak: İlm-i bedi')
Ulum-u hafiye
Gizli ilimler. Ancak veraset-i Nübüvvet muhakkiklerince veya bir kısım hakikatların esrarına vakıf âlimlerce bilinen ilimler.(İlm-i Cifrin mühim bir düsturu ve ulum-u hafiyyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiyye-i Kur'aniyyenin mühim bir miftahı tevafuktur. M.)
Ulum-u kevniye
Kâinatın ilmi. Yaratılışa dair olan ilimler.
Ulum-u müteârefe
Herkesin bildiği ve tanınmış olan ilimler.
Ulum-u nakliye
Hadis, tefsir, fıkıh gibi ve mukaddes kitaplardan nakil olunan ve rivâyet üzerine kurulmuş olan ilimler.
Ulum-u nazariye
Yalnız görüş halinde kalmış, tatbikata konulmamış ilimler, teoriler.
Ulum-u siyasiye
Siyasî ilimler.
Ulum-u şettâ
Dağınık bilgiler, çeşit çeşit ilimler.
Ulü
Sahipler. Bir şeyin ehli olanlar.
3151
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ulüf
(Ulûfe. C.) Yemler, ulufeler. * Yeniçeri maaşları.
Ulü-l azm
"Kat'i azim sahibi, ciddiyet, sabır, sebat sahibi büyük zâtlar, hususan peygamberler (Aleyhimüsselâm). Başta Hz. Muhammed (A.S.M.), İsa, Musa, İbrahim, Nuh (A.S.).(Kur'an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır. Cin ve inse mürşiddir. Ehl-i kemale rehberdir. Ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslubu tarzında olmak zaruri ve kat'idir. Çünkü, cin ve ins münacâtını ondan alıyor. Duâsını ondan öğreniyor. Mesailini onun lisaniyle zikrediyor. Edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor ve hakeza. Herkes onu merci' yapıyor. Öyle ise eğer Hz. Musa'nın (A.S.) Tur-i Sina'da işittiği kelâmullah tarzında olsa idi; beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci' edemezdi. Hz. Musa (A.S.) gibi bir ulül azm ancak birkaç kelâmı işitmeğe tahammül etmiştir. S.)"
Ulü-l ebsar
Basiret sâhibleri.
Ulü-l elbab
Akıl sâhibleri. Düşünebilenler. Akl-ı selim sahibleri.
Ulü-l emr
Müslümanları şeriat nâmına idare eden (Halife, kadı, İslâm reisi, pâdişah, sultan, reis-i cumhur, reis, müdür gibi) zâtlar.
ulülazm
pek büyük zatlar.
ulülemr
Müslümanların idarecisi.
Ulü-n nüha
Akıllı kimseler.
ulüvv
büyüklük, yücelik.
Ulüvv
Büyüklük, yükseklik. * Bir şeyin yukarısına çıkma. * Şan, şeref ve kadr sahibi olma.
Ulüvv-ü cenablık
Âlî cenablık. * Kerem ve cömertlik sâhibi ve faziletli olmak. Büyüklük.
Ulüvv-ü himmet
Yüksek himmetlilik, gayret ve himmeti çok olmak. (Bak: Himmet)
3152
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ulüvv-ü şan
Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref.
ulüvvücenâb
büyüklük ve yücelik.
Ulvan
Mektup ve yazı başlığı. * Övünme, tefahur.
Ulvi
(Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub.
ulvî
yüce.
ulvîye
değeri yüce.
Ulviyet
Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk.
ulvîyet
yücelik.
Ulya
(Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok yüksek olan.
ulyâ
pek yüce.
Umale
Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret.
umde
ilke, temel fikir.
Umde
İnanılacak şey. * Prensip, temel fikir. * Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. * Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker.
Umk
Derinlik. Dibi derin. * Kuyu veya denizin derinliği.
Umkan
Derinliğine.
Ummal
(Âmil. C.) İdare âmirleri. Valiler. Tahsildarlar.
Umman
Büyük deniz. Okyanus. * Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük deniz.
umman
derya, okyanus.
Umra
"Bir kimsenin mülkünü bir kimseye ""Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun"" demesi."
Umran
İmar ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet. Mutluluk.
umrân
medenilik.
3153
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
umre
farz olmayan hac.
Umre
Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki arasında sa'yetmekten ibarettir. Farz olan hacca Hacc-ı Ekber denildiği gibi, Umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Cuma gününe tevafuk eden hacca da Hacc-ı Ekber denilir.
Umre-i nebevî
Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, hac farz olmadan evvelki haccı.
Umud
(Amud. C.) Direkler. Sütunlar. * Mc: Seyyidler. Askerî elçiler.
Umuhet
Yapılacak işte tereddüt gösterme, tutulacak yolda duraklama.
umûm
bütün, herkes.
Umum
Umumi olmak. Hep, bütün, cümle, herkes.
Um'ume
İnsan topluluğu.
Umumen
Bütün, hep.
Umumet
Amcalık. Amca akrabalığı.
umûmî
genel, herkesle ilgili.
Umumî
Herkesle alâkalı, herkese dâir.
Umumiyet
Bir şeyin herkese âit olması. Umumilik.
umûmîyet
genellik.
Umumiyetle
Umumi olarak. Genel olarak.
Umur
(Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.(Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. L.)
umûr
işler, emirler, hususlar.
3154
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Umuraşna
(Umur-âşnâ) f. İşten anlar, işbilir.
Umurat
(Umre. C.) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe'yi ve Mekke-i Mükerreme'nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler.
Umurdide
(C.: Umurdidegân) f. İş görmüş, işten anlar ve tecrübeli kimse.
Umur-u askeriye
Askerlik işleri.
Umur-u dünyeviyye
Dünya işleri. Dünyaya ait işler.
Umur-u gaybiye
Gaybi olan ve hissiyâtımızla bilinmeyen işler. Geçmiş zamana yahut geleceğe dâir olan ve hazırda mevcut olmayan işler.
Umur-u hasise
Çirkin ve kötü işler.
Umur-u izâfiye
Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi)
Umur-u mütenasibe
Aralarında uygunluk ve münasebet bulunan şeyler.
Umur-u mütezadde
Aralarında uygunluk olmayan birbirine zıt şeyler.
Umya
(Bak: Amya)
Umyan
(A'mâ. C.) A'mâlar, körler.
Umye
Azgın ve sapkın olmak. * Husumet ve inat etmek.
Unab
Büyük burun. * Akıl. * Karın.
Unat
(Ani. C.) Esirler. * Adi, bayağı ve aşağılık kimseler.
Unayil
(C.: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem.
Uncud
Çekirdeği çıkmış üzüm.
Unf
Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor.
unf
sertlik, kabalık.
Unfen
şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak.
Unfî
(Unfiyye) Sert, şiddetli, kaba.
Unfus
Edepsiz ve hayâsız kadın.
3155
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Unfuvan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı. * Parlaklık, tazelik.
Unfuvan-ı şebab
Gençlik çağı, tazelik.
Unk
Boyun, gerdanlık, gerdan.
Unkud
Salkım.
Unsul
Ada soğanı.
Unsur
Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi. * Umumdan ayrılan kısım. * Tam olan şeyin her bir parçaları. * Madde, esas, kök. Element.
unsur
parça, element, madde, kök.
unsurculuk
milliyetçilik, ırkçılık.
unsurî
unsurla ilgili.
Unsuriyet
Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa müslümandır. Müslümanlıktan çıkan ve müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır -Macarlar gibi-. Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-i müslim var. M.)
unsûriyet
unsurluk, ırkçılık.
unsûriyetperver
milliyetçi, ırkçı.
Unsut
Kıldan bükülme ip.
Unuşe
Refah, huzur, rahatlık. * Adâlet. Merhamet. * Şarap. * Beğenme.
Unv
Alçaklık. * Alçak gönüllülük, tevâzu etmek.
3156
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Unve
Zor, kuvvet gösterme.
Unveten
Cebren, zorla, kuvvet göstererek.
Unzub
(C.: Anâzıb) Erkek çekirge.
Unzuba'
Çekirge olan yer.
Unzur
Bak, gör (Meâlinde emir).
unzur
nazar et, bak!
Unzuvan
Herze ve hezeyan söyleyen kimse. * Bir ot.
Unzuvane
Dişi çekirge.
Ur
Tek gözlüler. * Silâhsız, mühimmatsız olanlar.
Ura
Çıplaklık.
Ura'
İlmek yapmak.
Ura'ır
(C.: Arâır) Semiz etli deve. * Şerefli adam. * Kavmin reisi.
Uram
Eti soyulmuş kemik. * Çokluk. * Kötü ahlâk. * Şiddetli muhâlefet. * Çocuğun edepsizlik yapması.
Urame
Hiddet. * şiddetli muhalefet. * Kötü ahlâk. * Edepsizlik etmek.
Urat
(Uryan. C.) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar.
Uraza
Misafire çıkarılan yiyecek. * Hediye, armağan.
Urb
Şiddetli akıcı çay. * Ferah, sevinç, neşat.
Urba
(Aslı dır.) İtl. Esvab, elbise. * Arabçada: Ukde, köstek, büklüm, düğüm. * Zekâvet. * Mekir, hile.
urba
elbise.
Urban
Çöl arabaları. * Aşiretler.
urbân
çöl Arapları.
Urbun
Müşterinin bâyie verdiği pey.
Urca
Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak.
Urcan
(A'rec. C.) Topallar.
3157
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
urcun
kurumuş hurma dalı.
Urcun
Kurumuş hurma dalı. Ay gibi eğilen dal. Hurma salkımının dalı.
Urefa
(Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)
urefâ
ârifler.
Urf
(C.: A'râf) At yelesi. * Horuz ibiği. * Âdet. * Cennet ile Cehennem arasında bir makam. * İhsan.
urgan
ip, halat.
Urgan
t. İp. Halat.
Urgun
t. Vurgun, âşık.
Urrak
Kabuğu soyulmuş ağaç. * Eti gitmiş kemik.
Urret
(C.: Urr) Devenin dudaklarında ve ayaklarında çıkan bir çıban. * Ulaşmak, varmak. * Kuş tersi.
Urs
(Urus) Düğün yemeği.
Urş
Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi.
Urub
(Arub. C.) (Bak: Arube)
Uruc
Yukarı çıkmak. Yükselmek.
urûc
yükselme, çıkma.
Uruc-u isa
Hz. İsa'nın (A.S.) göğe çıkması.
Uruk
(Irk. C.) Irklar. * Kökler, damarlar.
urûk
ırklar, kökler.
Uruk-u beşer
İnsan ırkları.
Uruk-u insaniyetkâranef. İnsanlığa yakışır damar, kök veya huylar. Urum
(Urume) Alâmet, nişane. * Kök, dip. * Başın tepesi.
Urusat
(Urs ve Urus. C.) Düğün yemekleri.
Uruş
(Arş. C.) Gökler, arşlar. Tavanlar.
3158
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Uruz
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zâhir olmak, görünmek. * Gelme, ârız olma. * (Arz. C.) Bildirmeler, keyfiyetler.
Urva
Sıtma. Sıtmaya tutulma.
Urve
(C.: Urâ) Düğme iliği. * Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç. * Daima bâki olan nesne. * Arslan. Kudretten kinaye olur. * Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer.
urve
tutulacak yer, kulp.
Urvet-ül vüska
Sağlam kulp. Metin ve muhkem olan tutulacak şey. * İslâmiyet. * Kur'an-ı Kerim.
urvetülvüska
sağlam kulp, islâmiyet.
Uryan
Çıplak.
Uryani
Çıplaklık. * Bir cins erik.
Urye
Ari olmak. Çıplak olmak.
Urz
Mania, engel. Açıktan hedef gibi bir şeye mâruz olup duran. * Hâcet, ihtiyaç. * Taraf, nâhiye, cânip. * Vasat, orta.
Urza
Hedef.
Us
(C.: İsâs) Büyük kadeh.
Usafe
Buğday sapından düşen parça.
Usam
Pire.
usâre
özsu.
Usare
Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su. Öz su.
Usare-i ineb
Üzüm suyu. Şıra.
Usare-i mideviye
Mide suyu, mide salgısı.
Usas
Çok kıl.
Usat
(Asi. C.) Asiler, zorbalar, itaat etmeyenler. * Günahkârlar.
3159
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Usbe
Cemaat. İnsanlar. Atlılar. Atlar veya kuşlardan cemaat.
Usbud
Kelp aşmasından olan kurt yavrusu.
Usde
Kaftan altına giyilen küçük gömlek.
Usefa
(Asif. C.) Rençberler. Irgatlar.
Useybe
(C.: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri. Damar.
Useyle
Bal gibi tatlı olan küçük bir şey. * Çiftleşme, cinsî münasebet.
Usfür
Bir asıl boya.
Uskul
Hurma salkımı.
Usluc
(C.: Asâlic) Yeni belirmeğe başlamış ağaç budağı.
Usm
Zeytin ağacı.
Usmuh
Kulak. * Kulak deliği.
Usmur
(C.: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri.
Usnun
(C.: Asânin) Sakal ucu. * Her nesnenin evveli. * Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.
Usr
Güçlük, zorluk. Zor iş. * Sıkıntı. Darlık. Kıtlık.
usr
zorluk.
Usra
Güçlük, zorluk.
Usret
Zorluk, güçlük. Darlık, sıkıntı. İşlemezlik.
Usret-i hazm
Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu.
Usret-i teneffüs
Teneffüs zorluğu, nefes darlığı.
Usr-ün nefes
Nefes darlığı.
Usse
Güve denilen böcek.
Ustam
f. Güvenilir, emin. İtimad edilir. * Altın veya gümüşten yapılmış at eğeri.
Ustuble
Üstüpü.
3160
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ustumme
Her nesnenin aslı.
Usube
İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
Usul
(Asıl. C.) Ana, baba. Cedler. * İstinadgâh. * Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol. * Tarz, metod, tertip.
usûl
tarz, metod, yol, düzen, temel, asıl, esas.
usûlî
usûlle ilgili.
Usuliyyun
Fıkıh usulüyle uğraşan İslâm âlimleri. Usul-ü Fıkıh müellifleri.
Usul-ü erbaa
(Bak: Edille-i erbaa)
Usul-ü fıkıh ilmi
"Fıkıh ilmine âit bilgilerin esası ve istinadgâhı olan bir ilimdir. Şer'i hükümlerin mufassal ve muayyen delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dini hükümler, bu muayyen ve müşahhas deliller vâsıtası ile istinbat ve isbat olunur. Bu ilme ""Hikmet-i teşriiye"" de denilmiştir."
Usul-üd-din
(Bak: İlm-i Kelâm)
usûlüddin
dinin temelleri.
Usur
Gözcülük etmek.
Us'us
Kuyruk sokumu.
Usüvv
Kaba ve iri olmak. * Katı olmak. * Gece karanlık olmak. * Yakın olmak.
Usve
Çoktandır taranmamış sakal.
Uşabe
(C.: Eşâyib) Karışık olan. * Nesebi karışık kişi.
Uşara
Uzunluğu on zira' miktarı olan.
Uşb
(C.: A'şeb) Taze ot.
Uşere
(C.: Uşur-Uşerat) Sütleğen cinsinden dikenli, yassı yapraklı ağaç.
3161
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uşeyya
(Eşyâ. dan) Küçük şeyler, eşyacıklar.
Uşir
Taze çayır, taze ot.
Uşş
Kuş yuvası.
Uşşak
(Âşık. C.) Âşıklar.
Uşve
Gece vakti uzaktan görünen ateş.
Utahiye
Akılsız, ahmak kimse.
Utarid
Araptan bir kabile adı. * Merkür gezegeni.
Utaş
İnsana ârız olan bir hastalıktır ve hasta insanın yüreği yanar, suyu içer, yine kanmaz.
Utat
Arslan. * Bahadır er, kahraman.
Utbul
(C.: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın.
Uteka
(Atik. C.) Azatlılar. Azat olmuş köle veya cariyeler.
Utiy
(Bak: Atiy)
Utle
Boş ve muattal olmak. * Hurma salkımı. * Şahıs.
Utm
(Utüm) Yabani zeytin ağacı.
Utme
İğde gibi zeytin biçimindeki meyve.
Utrufe
(Turfe. C.) Tuhaf, az bulunur.
Utruş
Sağır.
Uttel
Üzerinde ziynet eşyası olmayan kadınlar.
Utub
Pamuk.
Utufet
Nezaket, lütuf. şefkat.
Utuh
Aklı noksan olan.
Utull
Soğuk, sert ve cimri insan. Câhil ve hayırdan men'eden. Galiz ve bahil kimse.
Utum
Taş duvar. Taş yapı. * Köşk, kasr.
Utun
Katı şey. Şiddetli.
3162
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ut'ut
Eşek sıpası.
Utüv
(Atiy-Utiy) Haddini aşma, tecavüz. Kibir. Serkeşlik. * Ayaklanma. İsyan.
Utye
Pamuk parçası. * Yanmış bez parçası.
Uva
şiddetli ses. Avaz, sayha.
Uvera
(Bak: Avrâ)
Uvvam
Dalgıç adam.
Uvvar
(C.: Avâvir) Korkak adam. * Dağ kırlangıcı.
Uvz
Bir kimseye sığınmak.
Uyku
(Bak: Kaylule)
Uyub
(Ayıb. C.) Ayıblar, kusurlar.
uyûb
ayıplar.
Uyun
(Ayn. C.) Gözler. * Kaynaklar, pınarlar.
uyûn
pınarlar.
Uzafire
Katı. şiddetli, şedid.
Uzbet
(Bak: Uzube)
Uzema'
(Azim. C.) Mevki ve şeref bakımından büyükler.
Uzeym
(C.: Uzeymât) Kemikcik.
Uzeyvat
(Uzeyve. C.) Küçük uzuvlar, uzuvcuklar.
Uzeyza'
Kuyruk kemiği.
Uzfur
Asma filizi. * Tırnak.
Uzhul
(C.: Azâhil) Yeyni, hafif. * Yük vurulmayan deve.
Uzima
Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi.
uzlet
yalnızlık.
Uzlet
Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak.
Uzletgâh
f. Oturulan tenhâ yer. Yalnızlık köşesi.
3163
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Uzletgüzin
f. Tenhada yaşayan, yalnızlık köşesine çekilen.
uzlethâne
yalnız kalınan yer.
Uzletnişin
f. Tenha bir köşeye çekilip yalnız yaşayan.
Uzlufe
Kayalık. Yalçın kaya.
Uzm
Ululanma, kibirlenme.
Uzma
(Müe.) Büyük. İri. * En büyük. Çok büyük. (Müz: A'zam)
uzmâ
büyük.
Uzme
Aşiret. * Birinin mensub olduğu âile. * Akrabâ.
Uzret
Önde olan saç.
Uzriyy
Şiddetli muhabbet. Şiddetli sevgi.
Uztumme
İnsanın ırk ve nesebi. * Her şeyin aslı.
Uzub
Kayıp ve görünmez olmak.
Uzube
(Uzbe) Bekârlık. Erginlik hâleti varken tecerrüd halinde kalmak. Evlenmemek.
Uzubet
Tatlılık, şirinlik.
Uzubet-i lisân
Tatlı dillilik. Dil tatlılığı.
Uzuf
Nefsi kötülüklerden ve şüphelerden menedip uzaklaştırmak.
Uzuv
(Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ.
uzuv
organ.
uzv
uzuv, organ.
Uzvî
(Uzviye) Uzva ait. Canlı. Organik.
Uzviyet
Uzuv oluş. Canlılık. Canlı uzva ait.
Uzza
İslâmiyetten evvel câhiliyet devrinde büyük putlardan birisinin ismi.
Uzzab
Zevc veya zevcesi olmayan. Bekâr.
Übab
Şiddetli ve taşkın sel suyu.
Übatir
Akrabasını arayıp sormayan kişi.
3164
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Übbehet
Ululuk, büyüklük, azamet.
Übeyd
(Abd. dan) Kölecik, kulcağız.
Übhet
(Bak: Übbehet)
Übne
(C.: İben) Ağaç boğumu.
Übud
Ürkmek.
Übülle
Basra yakınında bir harap şehir. * Bir miktar hurma.
Übüvvet
(Eb. den) Babalık, atalık.
Übüvveten
Babalık sıfatıyla. Atalık cihetiyle.
Ücac
Tuzlu, acı su.
Ücahin
(C: Acâhine) Hizmetkâr. * Aşçı. Dost. * Deyyus.
Ücem
(Ecme. C.) Sık ağaçlık yerler.
Ücra
"f. Pek uçta ve kenarda olan. Uzak. (Bu kelime, Arapça zannedilerek ""hücra"" yazılması yanlıştır.)"
ücrâ
uzak, pek uçta.
Ücret
Hizmet karşılığı verilen şey.
ücret
işin karşılığı.
Ücum
Kale.
Ücun
Suyun renginin ve tadının bozulması.
Ücur
(Ecir. C.) Ecirler, sevablar.
Ücurat
(Ücret. C.) Ücretler.
Ücümm
Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar. * Sığınacak yer. * Damlı dört köşeli ev.
Üdeba
(Edib. C.) Edibler, edebiyatçılar. * Edeb sâhibleri. Zarif kimseler.
üdebâ
edebiyatçılar.
Üf
Kulak kiri. * Tırnak arasında olan kir. * Hüzün ve kedere işaret eden kelime.
3165
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Üfçe
f. Bostan korkuluğu.
Üff
Of!
Üffe
Necis, pis.
Üfhud
Yetişmiş çocuk.
Üfhus
(C.: Efâhis) Kayalarda olan kuş yuvası.
Üfkuhe
Şaşılacak şey.
Üfn
Hamâkat, ahmaklık.
Üfnun
Hâl. Nev, çeşit. Saçma sapan söz. Dedikodu.
üftâde
düşkün, çaresiz.
Üftade
f. Düşmüş. Fakir, biçare. * Âşık, tutkun.
Üftadegân
(Üftade. C.) f. Düşkünler. Tutkunlar. Âşıklar.
Üftadegî
f. Düşkünlük, biçarelik.
Üftan
f. Düşen. Düşerek.
Üfuk
(Efk) Yalan söylemek. * Kaçmak. * Bir işten sapmak.
Üful
Batmak, kaybolmak. * Mc: Ölmek.
Üf'ule
Vazife, görev.
Üf'uvan
Erkek yılan.
Üfürre
Karışmak.
Ühbe
Yolculuk veya asker için hazırlanmış elbise ve malzeme. * Süt.
Ühciyye
(Ühcüvve) Hicvetmeğe sebep olan şey.
Ühcüvve
Hicvetmeğe sebep olan şey. * Yerme, hicvetme.
Ühkume
Alaylı söz veya hal.
Ükel
(Ükle. C.) Lokmalar.
Ükile
Gıybet.
Ükl
(Ükül) Meyve, yiyecek, azık. * Zekâ.
Ükle
(C.: Ükel) Lokma.
3166
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ükne
Çukur içinde olan kuş yuvası.
Ükre
Yuvarlak nesne. Top. * Çukur.
Ükrume
Kerem, bahşiş, lütuf.
Üksum
Çimenlik yer. Çayırı bol ve güzel olan bahçe.
Üksus
Sarmaşık.
Ükule
Sürüden ayırıp beslenilen koyun.
Ükül
(Bak: Ükl)
Ükzube
Yalan. Uydurma, söz.
Ülbe
Kıtlık. * Açlık.
Ülbub
Kiraz çekirdeği.
Ülema
(Bak: Ulemâ)
Ülfet
"Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.(İnsanları fikren dalâlete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telâkki etmeleridir. Yâni me'lufları olan şeyleri kendilerince mâlum bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayı mâlum zannettikleri o âdi şeyler birer hârika ve birer mu'cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasiyle onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyâleye im'an-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sâir garip halâtına bakmıyarak yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuâatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlik-ül Bihâr olan Allah'ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.İ'lem EyyühelAziz! İnsanların arza âit mâlumat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebnidir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir.
3167
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur'an, âyetleriyle insanların nazarını me'lufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havârik-ul-âdât mu'cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir. M.N.) (Bak: Tefekkür)" ülfet
alışma, alışkanlık.
Ülfetger
f. Ülfet eden. Ülfet edici.
Ülhiyye
Çocuk oyuncağı, oyuncak.
Ülhüvve
Oyuncak, çocuk oyuncağı.
Ülinnüha
(Üli-n nühâ) Akıllı kimseler.
Ülker
(Bak: Süreyya)
Ülkü
"Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te ""Peyman"" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: ""Ahd ü misak"" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır."
Ültimatom
(Oltimatom) Fr. Kat'i ve dönülmez söz. Son söz. * Bir devletin başka bir devlete verdiği ihtar.
Ül'ube
Piyes, oyun.
Üluf
Binler. (Bak: Uluf)
Üluhiyet
(Bak: Uluhiyet)
Ül'üban
Oyuncu, aktör.
Ülüm
f. Bölük, takım, cemaat.
Ülya
(Bak: Ulyâ)
Üma'
Kedi miyavlaması.
Ümdud
Usûl, âdet, görenek.
Ümduha
Medhedilmeğe sebep olan hal veya iş.
3168
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ümem
(Ümmet. C.) Ümmetler. Milletler.
ümem
ümmetler, milletler.
Ümem-i sâlife
Geçmişteki ümmetler. İslâmiyetten evvel diğer Peygamberlere tâbi olmuş ümmetler.
Ümena
Emin kimseler. Eminler. Emniyet sahibleri.
Ümera
(Emir. C.) Emirler, beyler. Seyyidler. şerifler. * Yüksek rütbeli zabitler.
ümerâ
emirler, beyler.
Ümhud
Çömlek. * Tuzluk.
Ümid
f. Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica.
ümid
umut.
Ümidbahş
f. Ümitlendiren, ümit veren.
Ümidbeste
f. Ümitlenmiş, ümit bağlamış.
Ümidgâh
f. Bir şey ümit edilen yer veya makam.
ümidkârâne
ümit edercesine.
Ümidvâr
"f. Ümitli. Ümit besleyen.(Evet, ümidvâr olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır. M.) (Rahmet-i İlâhiyyeden ümid kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur'anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatını muvakkat arızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir... M.)"
ümidvâr
ümitli.
Ümluc
Yaprak. * Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot.
Ümlud
(C: Müled) Kamış dalı.
Ümm
Ana, anne, vâlide. Nine. * Asıl, esas. * Başlıca olan şey.
3169
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ümm
anne.
Ümman
Emin kimse. Emniyetli kişi.
Ümmehat
(Ümm. C.) Analar. * Esaslar, asıllar. * İslâmî ana eserler. Me'haz olabilecek kıymetli ilmî eserler.
ümmehât
analar.
Ümmehât-ül mü'minîn Mü'minlerin anaları. Peygamberimiz Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübarek zevceleri. ümmet
bir peygambere inanan topluluk.
Ümmet
Cemaat, kavim, taife. * Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye. * Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat. * Bir dille konuşan millet. * Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat.
Ümmet-i kaime
Hakşinas, doğru, doğrudan ve Allah için kalkan, müstakim ve âdil ümmet.
ümmetî
ümmetim!
Ümm-i seleme
(Mi: 542-626) Ümmehât-ı Mü'minînden olup, Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın son vefat eden zevcesi idi. 378 Hadis-i şerif rivayet etti. (R.A.)
Ümmi sinan
(Vefatı Hi: 958, Mi: 1551) Halvetî Tarikatı, Sinaniye kolunun piridir. Bursa'lı olduğu nakledilir. Karaman'lı olduğu hakkında da rivayet vardır. Risale-i Şerife-i İstanbulî Ümmi Sinan adında bir eseri vardır. (R. Aleyh.) (Osmanlı Müellifleri sh: 214)
Ümmi
Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. (Ümmi ile câhil arasında fark vardır. Ümmi yalnız okuyup yazmak bilmiyendir. Câhil ise, okuyup yazmak bilse de, bir şey bilmiyen kimsedir, her ümmi
3170
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
câhil değildir.) * Anaya mensub olan.(Mefhar-i Âlem (A.S.M.) hiç bir mektebde, medresede ve hiçbir beşerden tahsil görmeden, ümmiliğiyle beraber, evvel, âhir ilimlerle mücehhez olması, Âlem-i İslâma, âlemlere ve dünyaya rahmet olması ve Onun bir misli ve benzeri bulunmaması, en büyük mu'cizelerden ve Hak Peygamber olduğuna dair en mühim delillerdendir.) ümmî
okuma yazma bilmeyen.
Ümmiyane
f. Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar olmadan.
Ümmiyet
Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak.
ümmîyet
ümmilik.
Ümmiyye
Analık, annelik.
Ümm-üd dem
Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından birisine açılan kan kesesi.
Ümm-üd dimağ
Beyin zarı.
Ümm-üd dünya
Dünyanın anası. Mısır.
Ümm-ül bilâd
Mekke-i Mükerreme.
Ümm-ül habâis
Şarap, rakı gibi haram olan içki.
Ümm-ül kitab
Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.) * Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânasında Ümm-ül Kitab denilir. * Fâtiha Suresi. * Diğer bir mânada bütün müsbet ve faydalı kitabların anası ve mercii olarak Kur'an-ı Kerim'e de denir.)
Ümm-ül kurâ
Mekke-i Mükerreme.
3171
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ümm-ül kur'an
Fâtiha Suresi.
Ümm-ül veled
Huk: Çocuğunun kendi efendisinden olduğunu söyleyen çocuk doğurmuş cariye.
Ümm-ün nâfi'
Tavuk.
Ümm-ün nücum
Gök. Sema.
Ümm-üt taâm
Buğday.
Ümm-üt târık
Deve kuşu.
Ümm-üt tarîk
Ulu yol. Yüce yol.
Ümniyye
Umut, ümid. * Arzu, istek, talep. * Niyet, kuruntu.
Ümsüle
Örnek olarak verilen beyit. Misal olarak gösterilen mısra.
Ümumet
(Ümm. den) Annelik, analık.
Üm'uz
Keçi veya karaca.
Ümüldan
Taze fidan. Körpe dal. * Genç, güzel. * İnce ve narin vücud.
Ünafi
Büyük burunlu kimse.
Ünah
Süstlük, zayıflık.
Ünan
İnleme.
Ünas
Halk. İnsanlar.
Ünbub
(Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım. * Parmak uçları. * Tüp. İnce boru.
Ünbuse
Çocukların oyunu.
Ünbuş
(Ünbûşe) Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla birlikte çıkarılan fidan.
Üncuc
(C.: Anâcic) Hızlı yürüyen at.
Üncur
Şişe kılıfı.
Ünf
(Bak: Unf)
Ünkua
Yağ biriken yer.
Ünma
İçi saman veya ot doldurulmuş şey.
3172
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Üns tutmak
Alışmak, birlikte düşüp kalkmak.
Üns
Alışkanlık, alışma. * Arkadaş. Hemdem.
Ünsa
Dişi. Kadın, kız.
Ünsa-üns
Sıkıfıkı konuşma.
Ünsî
(Ünsiye) Alışmış, ünsiyet etmiş, sokulgan. * Arkadaş.
ünsiyet
alışkanlık, dostluk.
Ünsiyet
Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık.
ünsiyetkâr
birbirine alışmış.
ünsiyetkârâne
birbirine alışmışçasına.
Ünşude
(Bak: Neşide)
Ünşuta
Düğüm, ilmik.
Ünuf
Henüz daha yedirilmemiş olan çayır. * (Enf. C.) Burunlar.
ünûset
dişilik.
Ünuset
Dişilik. Müennes oluş.
Ünün
Ayağı ve burnu kırmızı, vücudu kara olan bir kuş.
Ünvan
İsim. Lâkab. Adres. * Önsöz, mukaddeme.
ünvân
nam, lâkap.
Ünvan-ı mülâhaza
"Bir şeyin hakikatını bir derece düşünebilmek için olan isim, tabir ve vasıta.(Mi'raciyedeki mâceralar, mâlumumuz olan mânalarla, o kudsi ve nezih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler birer ünvan-ı mülâhazadır; birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvi ve derin hakaika birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikına birer ihtardır. Ve kabil-i tabir olmayan bazı mânalara birer kinayedir. Yoksa ma'lumumuz olan mânalar ile birer mâcera değil. Biz hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş'e-i ruhanî alabiliriz. M.)"
3173
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ünzuha
Gurur, kibir, büyüklük.
Ürba
Belâ, mihnet.
Ürbe
Büklüm. * Düğüm. * Hile.
Ürbun
Pey akçesi, pey olarak verilen para.
Ürcuce
Salıncak.
Ürcufe
(C.: Erâcif) Yalan. Uydurma söz.
Ürcuha
Salıncak.
Ürcuze
(Recez. den) Edb: Mısraları kafiyeli, kısa vezinli nazım. (Bak: Kaside)
Ürd
f. Gibi, benzer.
Ürdünn
Uyuklamak. * Bir büyük ırmak.
Ürk
Mekân, mevki.
Ürmule
(C.: Erâmil) Ergen delikanlı.
Ürne
Taze peynir. * Keler tuzağı olan yer.
Ürümek
f. Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır.
Ürviyye
(C.: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi.
Üryan
(Bak: Uryan)
üryan
çıplak.
Üsal
Çok miktar mal.
Üsame bin zeyd (r.a.) Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın azadlısı olan Zeyd bin Harise'nin oğludur. Meşhur sahabedendir. 128 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. 75 yaşında iken 54 yılında vefat etmiştir. (R.A.) Üsame
Davar otlatmak. * Arslan.
Üsara
(Bak: Üsera)
Üsare
(Bak: Usare)
3174
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Üsbu'
Hafta. Yedi günlük zaman.
Üsbube
(C.: Esâbib) Sövme, küfür.
Üsbuî
(Üsbuiyye) Haftalık.
Üsera
(Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar. * Köleler.
üserâ
esirler.
Üsfiyye
(C.: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.
Üsir
Yaranın iyi olduktan sonra kalan izi.
Üskub
Sıra ile dikilmiş olan ağaçlar. * Kunduracı. * Dökülmüş olan, akan su. * Demirci.
Üskuf
(C.: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları.
Üskun
Koruk halinde hurma salkımı.
Üskutuss
(Rumcadan) Cevher, asıl, unsur, madde.
Üsküdar
Mushaf cildi.
Üsküffe
Eşik tahtası.
Üskür
f. Kirpi.
Üslem
El arkasında hınsırla pınsır arasındaki damar.
üslûb
anlatım biçimi.
Üslub
Tarz, yol. Biçim. İfade tarzı. Dizmek.
üslûbperest
üslûba aşırı düşkün.
Üslub-perestlik
Kelâmın mâna ve maksada uygunluğuna değil de, ifade tarzının güzelliğine önem vermek.
üslûbşiken
üslûbu bozan.
Üslub-u âdî
Alelâde ifade tarzı. İfadesinde hiçbir üstünlük bulunmayan tarz.
Üslub-u âlî
Edb: Üstün ifade tarzı. İfadenin yüksek ve nezih olanı.
Üslub-u hakîm
Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek
3175
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bunun cevabı onlara lâzım olmadığı için, Kur'ân-ı Kerim o vaziyetin neticesine terettüb eden hikmeti, yani ayın takvimcilik yaptığını söylemiştir. Çünkü bu, soranlar için daha mühim ve anlaşılması daha kolaydır. Üslub-u mücerred
(Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.
Üslub-u müzeyyen
(Ziynetli ve parlak üslub) Bu üslub tergib ve terhib (teşvik etme ve sakındırma) gibi hususları tazammun eder. Hitabiyat ve iknaiyatta kullanılır.
Üsr
Sidik tutulması, sidik zoru.
Üsre
Cemaat, topluluk.
Üsruş
f. Güzel ses.
Üsrüb
f. Kurşun.
Üss
Esas, asıl. Kök, temel. * Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer. * Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer. * Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.
üss
esas, kök, temel.
Üss-ül esas
Hakiki sağlam temel.
Üss-ül harekât
Askerî harekâtın başlangıcına esas olan yer.
üssülesâs
esasların esası.
Üst perdeden başlamak Ağız bozmak, sert konuşmak.
3176
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Üstad
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Üstaz) İlim veya san'atta üstün olan kimse. Usta, san'atkâr. Muallim, profesör. Bilgide veya san'atta veya amelde meharetli zât.
üstad
ilimde ve sanatta üstün olan kimse, büyük muallim.
Üstadane
f. Üstâda yakışır surette. Ustaca.
üstadane
üstad gibi.
Üstad-ı a'zam
En büyük üstad. Muallimlerin en üstünü ve reisi olan.
Üstad-ı ezelî
Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi. Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.(... Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdaniyet ve saadet kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir... M.)
Üstad-ı küll
Herkesin üstadı. Her çeşit ilimde çok ileri bilgisi olan.
Üstadî
f. Üstadlık, ustalık.
Üstad-ül beşer
Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam.
Üstah
f. Edebsiz, hayasız, utanmaz kimse.
Üstam
f. Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. * Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri.
Üstibah
Masura.
Üstun
f. Direk. Sütun.
Üstur
f. At, katır davar gibi dört ayaklı hayvan.
Üsture
"Edb: Efsane, uydurma hikâye demek olan ""esâtir"" kelimesinin müfredidir."
üstûre
efsane, uydurma hikâye, mitoloji.
Üstühan
f. Kemik.
Üstühanpâre
Kemik parçası.
3177
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Üstükus
(C.: Üstükusât) Cevher, madde, asıl. * Geometri.
Üstümm
(C.: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer.
Üstümme
Orta, vasat.
Üstüre
f. Ustura.
Üstüvane
Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli.
Üstüvar
f. Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. * Güvenilir, itimad edilir.
Üstüvari
f. Sağlam, kuvvetli, emniyetli.
Üsun
Suyun tad ve renginin değişmesi. * Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi.
Üsür
Yara izi. * Kılıcın rengi ve cevheri.
Üsve(t)
Beraberlik. * Halka reis olmak. * Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib. * Nümune ve örnek tutulacak olan insan.
Üşabe
Irkı, nesebi karışık adam. * Karışık cemaat. * Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç.
Üşbe
Kurt, böcek.
Üşer
Dişlerini birbirine sürüp keskinleştirmek.
Üşgule
Uğraşılacak iş. Meşguliyet.
Üşgur
f. Oklu kirpi.
Üşhub
Süt sağılırken çıkan ses.
Üşkufe
f. Çiçek.
Üşkuh
f. Ululuk, büyüklük, şan ü şeref.
Üşküfte
f. Açılmış çiçek.
Üşkür
Mest içine dikilen astar.
Üşne
Yosun.
Üştülüm
f. Kavga, gürültü.
Üştülümkâr
f. Kavgacı, gürültücü.
3178
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Üştür
f. Deve.
Üştürbân
f. Deveci.
Üştürdil
f. Kinci, fesatçı, hasedçi.
Üştürek
f. Dalga. Mevc.
Üştürgav
f. Zürafa.
Üştürhu
f. Deve huylu. Kinci, hased eden.
Üştürmurg
f. Deve kuşu.
Ütam
Sidik tutulması. İdrar tutukluğu.
Ütrur
Subaşı oğlanı.
Üvam
Susuzluk.
Üvera'
Ateş ve güneş harareti. * Susuzluk harareti.
Üveyl
Çığlık, vâveylâ.
Üveys-el karanî
Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u canı ile bağlı kalmıştır. Sıffîn Muharebesinde Hz. Ali'nin (R.A.) askerleri arasında şehid düşmüştü. (Hi: 37) Veys diye de anılır.
Üveysî
"(Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzı."
Üyel
(C: Eyâyil) Dağ keçisi.
Üzani
Kulakları büyük olan adam. (Merkepten kinaye olarak söylenmiştir.)
Üzeyir
Kurânda adı geçen mübarek bir zat.
3179
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Üzeyr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
Üzfur
(C.: Ezfâr-Ezâfir) Tırnak.
Üzlufe
(C.: Ezâlif) Sarp kayalı yer.
Üzn
Kulak. İşitme organı.
Üzn-ü dâhilî
İç kulak.
Üzuf
Yakın olmak, yaklaşmak.
Va esefa
Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık!
Va hasreta
Vah vah! Ne yazık ki! (Teessür bildirir.)
Va
"""Vah, yazık"" meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada ""edât-ı nüdbe"" denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar bâzan şiddet ve te'yid için tekrar edilir."
Va'
Çakal.
Vaad
(Bak: Va'd)
vaad
söz verme.
Vaaz
(Bak: Va'z)
vaaz
dini konuşma.
Va'b
Ulaştırmak, vardırmak. * Toplamak, cem'etmek.
vâbeste
bağlı.
Vabeste
f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.(Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. M.)
Vabil
Yağmur. İri katreli yağmur.
Vâcib
(Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile
3180
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit olmamakla beraber, her halde pek kuvvetli bir delil ile sâbit bulunan şeydir. (Vitir ve Bayram namazları gibi.) * İlm-i Kelâm'da: Varlığı zaruri olup, olmaması imkânsız bulunan. vâcib
mecburi, farza yakın hüküm.
Vâcibât
(Vâcibe. C.) Yapılması lüzumlu olan şeyler. Vâcib olan şeyler.
Vâcibe
Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey.
Vâcib-ül ifa
İfa edilmesi lüzumlu olan. Yapılması gerekli olan.
Vâcib-ül vücud
"Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.(Vâcib-ül vücuddur, yâni; O'nun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir. Zevali muhaldir. Tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud O'nun vücuduna nisbeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. M.) (Bak: Kıyam-ı binefsihî, Vücud)"
Vâcibülvücûd
varlığı zaruri olan Allah.
vâcid
zaruri varlık.
Vacid(e)
Vücuda getiren. * Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin. * Mevcud olan.
Vacife
Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan. * Sallana sallana yürüyen.
Vaciz(e)
Kısa.
Va'd
"Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. Bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek va'ddır. Hayır işlenecek iş için masdar ""va'd"" veya ""vaide"" dir. İşlenecek şey şer ise; ev'ide denir. Masdarı ""Îâd: $ "" dır. Va'd hayırda, îâd ve vaîd şerde kullanıldığına göre; vaîd: $ masdarı şerre niyet ettiğini, korkulacak iş işleyeceğini haber vermekle korkutmaktan ibarettir."
3181
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vad
f. Oğul.
vâd
vaad, söz verme.
Vadade
f. Reddolunmuş, geri çevrilmiş. Merdud.
vâde
belirli süre.
Va'de
Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit. * Ecel.
vâdî
iki dağ arası uzun çukur.
Vadi
İki dağ arasındaki uzun çukur. Dere. Bir nehrin aktığı yer. Nehir yatağı. * Yol, tarz, usül. * Saha.
Vadi-i hâmuşan
Kabristan, mezarlık.
Vadk
Yağmur damlamak. * Alışmak. * Yağmur. * Genişlik. * Kolaylaştırmak, yakın olmak.
vâesefa
esefler olsun, yazık!
Vâfi ve kâfi
Bol bol yeter.
vâfi
tam, yeter.
Vâfî
vefalı, kendini seveni unutmayan, ilgisini kesmeyen.
Vâfi(ye)
(Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter. * Sözünün eri. * Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak.
Vafid
(C.: Vüffed - Evfâd - Vüfud) Elçi, temsilci.
Vafih
Kilise kayyımı.
Vafir(e)
(Vefret. den) Bir çok, bol, çok. * Edb: Aruz kalıplarından bahr-ı rabi'nin ismidir.
Vaftiz
(Vaftis) (Rumcadan) Hristiyanlarca çocuğun ve hristiyanlığa yeni girenin dine girme şartı sayılan, suya sokma merasimi. (Bak: Ta'mid)
vaftiz
Hıristiyanların dine gireni kutsal suya sokma merasimi.
Vagd
Tamahkâr, cimri, hasis. * Alçak, bayağı, âdi.
3182
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vaha
Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer.
vâha
çöl ortasında yeşillik.
Vahal
(C.: Evhâl, vuhul) Bataklık, batak çamurlu yer. (Bak: Vahl)
Vahama
(Vahim. C.) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler.
vahamet
güçlük, tehlike.
Vahamet
Zor, güçlük. * Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena. * Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. * Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.
vâhasretâ
ah özledim!
Vahat
Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar.
Vahayfa
Eyvah, yazık.
vahdânî
" ""bir"" olmakla ilgili."
Vahdanî
Allah'ın birliği ile alâkalı.
vahdâniyet
" Allahın ""bir"" olması."
Vahdaniyet
"Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir."
Vahdeddin
"(Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) (Bak: Vahîd) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan yegâne taburu Ayasofya Câmii etrafında sipere sokup câmiye çan takmak isteyenlere ""Ateş edin"" diye emir vermişti. İtimad ettiği paşaları Anadolu'ya gönderip Milli Kurtuluş hareketini hazırlamıştı.
3183
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Böyleyken İtalya'da vefat etti ve sonra Şam'da Sultan Selim Câmii kabristanına defnedildi. (R. Aleyh)" Vahdet
"Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.) * Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması. * Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.(Yüsrü vahdet; yâni birlik usulüyle bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan işler; gayet derecede kolaylık veriyor. Müteaddit merkezlerde, müteaddit kanuna, müteaddit ellere dağılsa müşkilât peyda eder. M.)"
vahdet
birlik, teklik.
Vahdet-ârâm
f. Dinlendirici, rahat yer.
Vahdet-gâh
f. Yalnız kalınacak yer.
Vahdet-güzin
f. Yalnızlığa çekilen.
vahdetişuhûd
görüşte birlik.
vahdetivücûd
varlıkta birlik.
Vahdet-nümâ
Vahdet gösteren, birlik ifade eden.
Vahdet-ül vücud
"(Vahdet-üş şuhud) Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır. (Bu mesele hakiki olarak ancak veraset-i nübüvvet muhakkikleri olan müceddid ve asfiyaların tarifleriyle anlaşılabilir.)(Aziz kardeşim;Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes'eleye dair Otuz Birinci Mektubun bir Lem'asında, Hazret-i Muhyiddin'in bu mes'eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:Bu mes'ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki edilir. (Hâşiye) Öyle
3184
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
de: Vahdet-ül vücud mes'elesi gibi hakaik-ı ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki edilir ve üç mühim zarar verir:Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken; avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlude olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref'ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsiyle ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlik'ı bir derece unutmak cihetiyle; bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi el-iyazübillâh öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren serâdan Süreyya'ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Alâ'ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma'dum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad'den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş'a çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi, diyebilir: ""Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak'tan işitebilirsin.""
3185
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arş'a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, ""Kulak ver, herkesten Kelâmullah'ı işitirsin."" desen, mânen Arş'tan ferşe sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur! L.)(Haşiye): Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırr-ı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telâkki edilmiştir." Vahhabî
(Bak: Vehhabî)
Vahhabîlik
dinin bazı konularında aşırılıkları olan bir anlayış.
vâhî
mânâsız, saçma.
Vahi
Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz. * Ahmak. Düşkün. Zaif.
Vâhib
(Vâhibe) Bağışlayan, veren, ihsan eden, hibe eden.
vâhib
bağış yapan, veren.
Vâhib-ül atâyâ
Hediyeler bağışlayan. Bağışlar ihsan eden. (Cenab-ı Hak (C.C.)
Vâhib-ül hayat
Hayatı bağışlayan, hayat veren Allah (C.C.).
Vâhid
Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.
vâhid
yalnız, tek.
Vahîd
Yalnız, tek. * Hz. Peygamber'in de (A.S.M.) bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir).
Vâhiden
Vâhid olarak. Tek olarak.
Vâhid-i i'tibarî
Hakikatta olmayıp varlığı farazî olarak kabul edilen bir şey. Varlığına itibar edilen şey. (Ağırlık için kilo, uzunluk için metre bir vâhid-i itibarîdir.)
3186
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vâhid-i kıyasî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun ""vâhid-i kıyasîsi"" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir."
vâhidikıyâsî
" birim, ""metre"" gibi."
vâhidiyet
birlik, teklik.
Vâhidiyyet
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) umum eşyada birden birlik tecellisi.(Vâhidiyyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır, demektir. Ehadiyyet ise, herbir şeyde Hâlık-ı Küll-i Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ: Güneşin ziyası bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde Güneş'in ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zihayatta ve bilhassa herbir insanda o Sâni'in ekser esması tecelli ettiği cihetle ehadiyyeti gösterir. M.) (Bak: Ehadiyyet, Rahmaniyyet, Rabb-ül erbab)
Vahîd-üd dehr
(Vahîd-üz zaman) Zamanın, devrin eşi bulunmaz tek insanı.
Vahim
Ağır. * Sonu tehlikeli. Çok korkulu. * Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek.
vahîm
korkutucu, tehlikeli.
Vahim(e)
(Vehm. den) Vehmeden, kuran, kuruntulu.
vahîme
kuruntu veren his.
Vahime
Vehim veren, vesvese veren.
Vahin
Zayıf kimse.
Vahine
İyeği kemiklerinin kısaları.
3187
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vahir
İğne. * Diken.
Vahiy
"Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi. * Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir. * Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve hakaikı Peygamberan-ı Zişanına rüya, ilham, kitap, irsal-i melek yollarından biriyle Cenab-ı Hakk'ın bildirip ifham buyurması demektir.(Vahiy ve ilhamın farkları: Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekserisi melâike vasıtası ile ve ilhamın ekserisi vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyyet-i umumiyye haysiyetiyle bir yâverini bir vâliye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir.İkincisi: Sultanlık ünvanı ile ve padişahlık umumi ismiyle değil, belki kendi şahsı ile hususi bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyyetiyle, hususi telefonu ile hususi konuşmasıdır. Öyle de Padişah-ı Ezelî'nin umum âlemlerin rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanı ile vahy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamları ile mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zihayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle hususi bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise; gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit, hem pekçok envaiyle denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir
3188
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zemin teşkil ediyor. Ş.)(Vahiy iki kısımdır:Biri: ""Vahy-i Sarihî"" dir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadis-i kudsiye gibi.İkinci kısım: ""Vahy-i Zımnî"" dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder; veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadiyle yaptığı tafsilât ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.İşte her hadiste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Mâdem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette O'na vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve teârüf-ü umumi cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasıl ki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: ""Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür."" Bir saat sonra cevap geldi ki: ""Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti."" Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin te'vilini gösterdi. M.)" vahiy
Alah tarafından peygambere bildirilen kesin bilgi.
Vahiyât
(Vâhiye. C.) Mânasız, faydasız ve ehemmiyetsiz şeyler.
3189
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vahiye
(Bak: Vahi)
Vahl
Sıvı çamur. Balçık. Tîn-i rakik.
Vahl-gâh
f. Bataklık.
Vahş
(C.: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan. * Tenha ve ıssız yer.
Vahşân
(Vahş. C.) Issız, tenha yerler. * Yabani hayvanlar.
Vahşet
(Vahş - Vahiş) Yabanilik. * Issızlık, tenhalık. * Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik. * Tenha, ıssız, korkunç yer. * Elbise ve silâhını çıkarıp atmak. * Aç kimse.
vahşet
ürkütücü yabanilik.
Vahşet-âbâd
f. Issız, korku ve ürkeklik veren yer.
vahşetâbâd
korku veren yabani yer.
Vahşet-âgin
Çok ıssız, korkulu yer, korkunç.
Vahşet-âmiz
f. Vahşetle karışık.
Vahşet-âver
f. Korku veren, ürküten.
Vahşet-engiz
f. Korkulu.
vahşetengiz
vahşet veren.
Vahşet-gâh
f. Korku yeri. Issız yer.
vahşetgâh
korkutucu yer.
Vahşet-nâk
f. Korku veren yer. Issız ve korkulu yer.
Vahşet-zâr
f. Yabani, ıssız yer.
vahşetzâr
vahşet yeri.
vahşî
yabanî, ürkek, merhametsiz.
Vahşi(ye)
Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan. * Merhametsiz, duygusuz. * Ürkek, korkak.
vahşîyane
vahşice.
3190
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vahşiyâne
Vahşice. Vahşiye yakışır şekilde.
Vahşur
f. Peygamber, nebi.
Vahy
(Bak: Vahiy)
vahy
vahiy, ilâhî makamdan peygambere inen yüce mânâlar.
Vahy-i mahz
Kuvvetli ve sarih mertebede olan vahiy. Sırf vahiy olup, içinde Allah'ın bildirdiğinden başka bir şey katılmamış vahiy.
Vahy-i sarihî
Hem sözü, hem mânası tam vahiy olan. (Âyetler ve kudsi hadisler gibi) Resul-ü Ekrem burada sırf tebliğ edendir. Müdahalesi yoktur.
Vahy-i semavî
Beşerin düşünerek yapmasına inkân olmayan, Allah (C.C.) tarafından melek vasıtasıyla Peygambere gönderilen vahiy.
Vahy-i zımnî
"Mücmel ve hulâsası vahye ve ilhama istinad eden; tasvirât ve tafsilatı Resul-ü Ekrem'e (A.S.M.) âit olan vahiydir."
Vahz
Sivri bir şey batırarak acıtma. * Çimdikleme. * Isırma. * Sokma.
Vaî
(C: Vuât) Hâfız.
vaîd
cezalandıracağını söyleme.
Vaîd
İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak. * Cehennemi haber vermek. (Bak: Va'd)
Vaif
Davar yürüdüğünde karnından işitilen ses.
Vâiz
"Nasihat veren. Dinî mes'eleler üzerinde öğüt veren.(Ben vâizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zamanı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için; isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna' lâzım iken ihmal ediyorlar.İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden
3191
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
muvazene-i Şeriatı muhafaza etmiyorlar.Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcâat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler; güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.Hâsıl-ı kelâm: Büyük vâizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i Şeriatı bozmasın. Hem beliği mukni' olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcâat-ı zamana muvafık söz söylesi ve mizan-ı Şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır. İk. M.) (Bak: Hissiyat)" vâiz
vaaz eden, öğüt veren.
Vaizîn
(Vâizûn) Vâizler. Halka nasihat verenler.
Vajgun
(Vâjgune) f. Ters, tersine dönmüş. Uğursuz.
Vak'
Ağırbaşlılık. Ağırlık. * Yüksek yer.
Va'k
Sıtma ve harareti.
Va'k(a)
Yaramaz huylu kişi.
Vak'a
Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele. * Birini bir defada yere düşürmek. * Muharebe. * Vuku bulan.
vakâ
olup biten, hâdise.
Vaka'
Yufka bulut. * Taş. * Yerin taşlı olmasından ayak incinmek. * Cefa, eza. * Vurma, darp.
Vakad
(Ateş) yanmak ve tutuşmak.
Vakah
Katı yüzlü, utanmaz, hayırsız kimse. * Sağlam ve sert tırnak.
vakâhat
arsızlık, utanmazlık.
Vakahat
Arsızlık. Utanmazlık. Katı yüzlülük. Açıklık ve saçıklık. * Pek sağlam ve metin.
3192
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vakahet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Vakhe) İbadet, taat. * Bir adamın sözünü dinleyip itaat ve imtisal etmek, ona uymak. * Bir şeyi bırakıp feragat etmek. * Büyük papaz olmak.
vakahet
ibadet.
Vak'a-i hayriye
Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve bu sebeple bu tabir meydana gelmiştir. (O.T.D.S.)
Vak'a-nüvis
f. Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi.
vakânüvis
resmî tarih yazarı.
vakar
ağırbaşlılık, ciddiyet.
Vakar
Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet.
Vakas
Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler. * İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar.
Vakayi'
(Vak'a. C.) Vâki olup zuhur eden hususlar. * Kıtaller. Öldüresiye vuruşlar.
vakayi
olaylar, vakalar.
Vakb (vükub)
Duhul etmek, dâhil olmak, girmek. * Kaybolmak.
Vakd
(Vakdân) Ateşin yanması, tutuşması.
Va'ke
Cenk yeri, dövüş alanı.
vakf
alıkoyma, bağış.
3193
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vakf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak. * Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek. * Tecvidde: Durmak ve durdurmak mânalarına gelerek, nefesle beraber sesin kesilmesine denir. Yâni: Kur'an-ı Kerimi tilâvet ederken herhangi bir kelime üzerinde bir müddet sesi kesip, nefes alarak dinlenme halidir.
Vakfe
Bir hareketin geçici olarak durdurulması. * Durak. Durulacak yer. * Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir.
vakfe
durak.
Vakfegâh
f. Durak yeri.
Vakfe-i hayret
Hayret duraklaması.
vakfetmek
Allah için vermek.
Vakfetmek
Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak. * Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.
Vakf-ı hayat
Hayatını vakfetme. * Ömrünü tamamen din hizmetine vermek.
Vakfî
Vakfa âit, vakıfla alâkalı.
Vakfiye
Mülkün vakıf olmak keyfiyyeti.
Vakh (vekahe)
Taat, ibadet.
Vâkıa suresi
Kur'an-ı Kerim'in 56. suresidir. Mekkîdir.
vakıa
olmuş, var olan.
Vâkıa'
Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise. * Olan olmuş. * Rüya, düş. * şiddetli hâdise. * Meşakkat, musibet. * Kıyamet. * Cenk, savaş.
3194
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vâkıât
(Vâkıa. C.) Vâkıalar. Baştan geçen hâdiseler.
vakıat
olanlar, olmuşlar.
vâkıf
bilen, Allah için veren.
Vâkıf
Bilen, haber sahibi. Aşina. Bir işten iyi haberi olan. * Vakfeden. * Duran, ayakta duran.
vakıf
hayır kurumu, malı.
vâkıfane
derinlemesine bilerek.
Vâkıfane
f. Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle.
Vâkıf-ı ahval
Durumdan haberli olan, işlere vâkıf bulunan.
Vâkıf-ı esrar
Gizli şeyleri, sırları bilen.
Vakıyye
Dörtyüz dirhemlik tartı.
Vâkî
(Vikaye. den) Saklayan, koruyan, vikaye eden, esirgeyen. * Önleyici tedbir veya ilaç.
Vâki'
Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. * Geçmiş olan, geçen.
vâki
olan, var olan.
Vakîa
Kıtal. Öldüresiye vuruşmak. * Vak'a.
Vakîb
At yürürken karnı içinden işitilen ses.
Vâkib
Ayak üstüne duran kişi.
Vakîh
Hayâsız, utanmaz, edepsiz.
Vâki-i hâl
Hâlin hakikatı, o işin hakikatı.
Vakin
Oturucu, oturan.
Vakir
Yuvasına girmiş kuş.
vakit
zaman.
Vakkas
Okçu. İyi muharebe eden. Savaşçı.
Vakl
Yükselmek. * Bir nesnenin üstüne çıkmak. * Mukul ağacı.
3195
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vakm
Reddetmek. * Hor ve zelil etmek.
Vakne
Her nesnenin azı.
Vakr
Az işitmek. Sağırlık.
Vakre
Davarın tırnağının taşa dokunup sürçmesi.
Vaks
Boynu vurup kırmak.
Vakş
His. * Hareket.
Vakt
(C: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur. * Su ile faydalanacak mekân. * (Horoz) tavuğa binmek.
vakt
vakit, zaman.
Vaktaki
f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit.
vaktaki
ne zaman ki.
Vakten
Vakit ve zamanca.
Vakt-i asr
İkindi vakti.
Vakt-i hâcet
İhtiyaç vakti. Lüzumlu vakit.
Vakt-i hazar
Barış zamanı.
Vakt-i merhun
Belli edilen, muayyen bir zaman.
Vakt-i tefrih
Tıb: Çiçek hastalığı aşısının yapılmasından te'sirini gösterinceye kadar geçen zaman.
Vakt-i zeval
Güneşin tam ortada, bize göre doğu ve batı ortasında bulunduğu ve gölgenin gündüzde en kısa olduğu zaman. Zeval vakti.
Vakud
Odun, kömür gibi yakılacak şeyler.
Vakur
Ağırbaşlı, temkin sahibi. İzzetli, vakarlı.
vakûr
ağırbaşlı.
Vakurane
f. Ağırbaşlılıkla. Düşünce ve tedbirlilikle. Temkinle.
Vakvak
Korkak kişi. * Hindistan'da Vakvak beldesinde yetişen bir ağaçtır. Yüz zira' miktarı boyu olur, kalkan gibi yassı yaprağı olur.
3196
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vakvaka
Kurbağa, tavuk, kuş sesi veya köpek havlaması.
Vakz
Galebe etmek. * Şiddetle vurup ölmeye yakın etmek.
Va'l
Sığınacak yer.
Vâlâ
Yüksek, âlî, refi'.
Vâlâcâh
f. Mevkii yüce, rütbesi yüksek olan.
Vâlâkadd
f. Boyu yüksek, uzun boylu.
Vâlâkadr
f. Değeri yüksek, kadri yüce.
Vâlâşân
f. Şânı yüce.
Vâlâyî
f. Yücelik, yükseklik.
Vali
Bir vilâyeti idare eden en büyük memur. * Mâlik.
Valib
Ulaşıcı, ulaşan, varan. * Önüne doğru giden.
Valibe
Evvelki ekinin kökünden biten ekin.
Valice
İnsanı şiddetle tutan bir hastalık.
Valid
(Vilâdet. den) Doğurtan. Baba.
vâlid
baba.
Validan
(Bak: Vâlideyn)
Validat
(Vâlide. C.) Anneler. Vâlideler.
vâlide
ana, doğuran.
Valide
Ana. Doğuran.
Valideyn
"Ana ile baba. Vâlidân de denir.(Peder ve valideyi, şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, Lillâh için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve şefkat etmektir. $âyeti: Beş mertebe hürmet ve
3197
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
şefkate evlâdı dâvet etmesi; Kur'an'ın nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları, ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıpta ve hasetten gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâva etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek; pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır. S.)" vâlideyn
ana ile baba.
Validiyyet
Annelik ve babalık vasfı.
Vâlih
Keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış.
Vâlihâne
f. Şaşkınca.
Vâlihîn
Hayrette kalanlar. Şaşıranlar. (Bak: Veleh)
Vallahi
Allah için, Allah hakkı için, Allah'a yemin ederim (meâlinde büyük yemin.)
vallâhi
Allah için.
Vam
f. Borç.
Va-mande
Geride kalmış.
Vamcu
f. Borç arayan.
Vamdar
f. Borçlu.
Vamhah
f. Alacaklı.
Vamık
Seven. Âşık, sevdalı. * Meşhur bir hikâyede Azra'nın âşığının ismi.
Vamî
f. Borçlu.
Vamk
Sevme, muhabbet.
3198
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Va'n
Sığınacak yer, melce'. * Ot yetişmeyen taşlık ve sert yapılı arazi.
Vapesîn
(Va-pesin) f. En gerideki, en sondaki.
Va'r
(Va'ra) Sağlam yer, sert yer.
Vâr
f. (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli.
Vara'
Haramdan ve yaramaz işlerden sakınmak.
varak
yaprak.
Varaka
Tek yaprak hâlindeki kâğıt. * Nebât yaprağı. Maden yaprağı. Kitap yaprağı. * Hasis kimse. * Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği sırada Hz. Hatice vâlidemizin (R.A.) hâdiseyi kendisine bildirdiği ve o zamanın meşhur bir âlimi olan Varaka İbn-i Nevfel'in adı.
varaka
yaprak, kâğıt parçası.
Varakî
Yaprakla ilgili. * Yaprak biçiminde.
Varakkerdan
f. Boş ve faydasız işlerle uğraşan kimse.
Varakpare
f. Kâğıt parçası. * Küçük yaprak. Yaprak parçası. * Ehemmiyetsiz yazı, tezkere.
Vardiya
İtl. Gemilerde beklenen nöbet. * Nöbet yeri. Nöbet beklenilen yer.
vâreste
affedilmiş, kurtulmuş.
Vareste
f. Affedilmiş. Halâs bulmuş, kurtulmuş. * Rahat, serbest.
Varestegî
f. Kurtulma, halâs bulma. * Rahatlık, serbestlik. * İlişiksizlik.
vârî
" ""gibi, benzer"" mânâsında son ek."
Vari
Semiz et. * Vahşi hımar, yabani eşek.
vârid
erişen, gelen, gelir.
Vârid(e)
(Vürud. dan) Ulaşan, yetişen, gelen, erişen. Akla gelen. * Olan. Bir şey hakkında söylenip tatbik edilen. * Hâzır, nâzır. * Bahadır.
3199
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vâridât
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Vâride. C.) Kâr, gelir. * Vârid olan. Bir kimseye veya hazineye ait gelir ve paralar. * Hatıra gelen, içe doğan.
vâridât
gelirler.
Vârid-i hâtır
Akla gelen, hatıra gelen.
Vâridîn
(Vârid. C.) Gelenler, vâsıl olanlar.
Varik
(C: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap. * Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü.
Vâris
Cenab-ı Hakk'ın bir ismi. * Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.
vâris
mirasa konan.
Vârisîn
(Vârisûn) Vâris olanlar. Vârisler.
Variş
Bir topluluk yemek yerken davetsiz olarak yemeğe katılan kimse.
Varta
Her çukur yer. Uçurum. * Kurtuluşun zor olduğu yer. Tehlike. Muhatara.
varta
uçurum, tehlike.
Varun
f. Ters, uğursuz, aksi.
Va's (vüuse)
(C: Vuasâ) şiddet, mihnet.
Vasaa
(C: Vusu) Kız kuşu.
Vasab
(C.: Evsâb) Hastalık. Ağrı.
Vasafe
Hizmetkârlık.
Vasail
(Vasâyil) : (Vasile. C.) Yemen'de çıkan çubuklu, alaca kumaşlar.
Vasat
İki şeyin arası. * Orta, merkez, ara. Meydan. Cemiyet muhiti. İç.
vasat
orta hâlli, normal.
Vasatî saat
Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından
3200
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi dörtte biri. Vasatî
İkisi ortası. Ortalama. Orta halde.
vasatî
ortalama.
Vasat-ül hâl
Orta halli, orta halde.
Vasat-ül kame
Orta boylu.
Vasf
Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek.
vasf
vasıf, sıfat, nitelik.
Vasfetmek
Bir şeyin vasıflarını, hâlini, şeklini veya rengini tarif etmek, anlatmak.
vasfetmek
özelliklerini saymak.
Vasf-ı tahsinî
Bir şeyin mahiyetini beyan etmekten ziyade lâfzını süslemek için kullanılan sıfatlar. Bunlar haşv-i melih kabilindendir.
Vasfî (vasfiye)
Vasıfla, mahiyetiyle alâkalı. Beyan ve tarife dair.
Vasıb
Hasta.
Vasıf terkibi
Gr: Birleşik sıfat. Bir ismin sonuna Farsça bir emir eklenerek yapılan terkib. Meselâ : Zevk-efzâ : Zevk artıran.
vasıf
sıfat, nitelik.
Vasıf
Vasfeden. Bildiren. * Medheden, öven.
Vâsık
(Vüsuk. dan) Güvenen. İtimad eden.
vâsıl
kavuşan, ulaşan, erişen.
Vâsıl
Ulaşan, erişen, kavuşan. Hakka vâsıl olan.
vâsılîn
kavuşanlar, erişenler.
Vâsılûn
(Vâsılîn) Hakka, hakikata, marifete ermiş kimseler. Hakka erenler. Yetişenler.
vâsıt
ortada bulunan.
3201
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vâsıt
Ortada bulunan. * İkisinin ortası.
vâsıta
araç.
Vâsıta
İki şeyi birbirine ulaştıran. * Aracı. Arada bulunan. Vasıtalık eden.
Vâsıta-i necat
Necat vasıtası. Kurtuluşa sebep.
Vâsi'
(Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı. * Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.)
Vasi
(Vesâyet. den) Bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse.
vasî
geniş.
vasîa
genişçe.
Vasîd
Kapı eşiği.
Vasîf
(C.: Vusafâ - Vesâif) Hizmetçi, uşak.
Vâsi'-i muhita
Muhitin genişliği.
Vasîl
Birinden aslâ ayrılmaz kimse.
Vasîle
Geniş yer. * Ucuzluk. * İmaret.
Vasît
Hakem, aracı. * Orta.
Vasiyet
Bir işi birisine havale etmek. * Emir. * Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.
vasiyet
kişinin öldükten sonra yapılmasını istediği şey.
Vasiyetnâme
f. Yazılı vasiyet. Bir kimsenin vasiyetini yazmış olduğu kâğıt.
vasiyetname
vasiyet yazısı.
Vasiyy
Yetim gibi güçsüzlerin işleri kendine vazife olarak verilen kimse.
3202
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vasl
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak. * Birleştirmek, ulaştırmak. * Gr: Ulama, ekleme. * Edb: Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usulü ki, buna Sebk-i Mevsul da ta'bir edilir. * Bir kelimenin sonundaki harfi, bir sonraki lâfzın sesli harflerle başlayan ilk hecesine birleştirmek.
vasl
kavuşma.
Vasm(e)
Utanacak şey. * Vurmak. (Liyazon yapmak)
Vasmet
Kırıklık, güçsüzlük, halsizlik. * Ayıp, eksiklik.
Vassad
Ören, örücü, dokuyan, dokuyucu.
vassaf
özellikleri tanıtan.
Vassaf
Vasıflarını sayarak medheden. Vasıflandıran. Vasıf ve beyanda ârif ve âlim olan.
Vassal
Ulaştıran, vasleden. Birleştiren.
Vasut
Gölgelik. * Sütü sağdıkları kabı dolduran deve.
Vasvas
Kadınların örtündükleri ve ancak gözleri görünecek derecede dar olan yüz örtüsü.
Vasvasa
Yüz örtüsü. * Köpek eniğinin gözlerinin açılması.
Vaş
f. Düşman.
Vaşak
Derisinden kürk yapılan bir hayvan ve bunun postu.
Vaşık
Dağ köpeği. Vaşak.
Vaşi
(C: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı.
Vaşiye
Evlâdı çok olan kadın.
Vaşüde
f. Defolunmuş, kovulmuş, geri çekilmiş.
Vata'
Bir şeyi ayakla çiğneme.
Vataf
Kaşın çok kıllı olması. * Kirpiğin sık ve çok olması.
Vatan
(C.: Evtan) Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer. Yurt.
3203
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vatan
yurt.
Vatandaş
Bir devlet ahalisinden ve teb'asından olan.
Vatan-ı aslî
Bir insanın doğup büyüdüğü veya içinde barınmak kasdedip, başka yere gitmek istemediği yerdir. Yalnız en az 15 gün kalmak istediği yer de kendisi için vatan-ı ikamettir. (Bak: Mukim) * Cennet.
Vatan-ı sânî
İkinci vatan. Sonradan yerleşilen yer.
Vatan-ı süknâ
Bir misafirin içinde 15 günden az oturmak istediği yerdir. Bu kimse de fıkıhta misafir sayılır.
Vatanî
(Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait.
Vatanperver
f. Vatanını seven. Memleketine hizmet eden.
vatanperver
vatansever.
Vatanperverâne
f. Vatanını seven kimseye yakışır şekilde.
Vatar
(Vatr) İhtiyaç, hâcet. İş. * Emir. * Madde. * Husus.
Vatavit
(Vatvât. C.) Korkak ve geveze olan kimseler. * Yarasalar. * Dağ kırlangıçları.
Vatb
(C.: Vitâb-Evtub) Süt kabı ve tulumu.
Vatd
İsbat etmek. * İhânet etmek, hâinlik yapmak.
Vater
f. Sonundaki. Çok uzak.
Vath
Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne.
Vatı'
Ayak altına alıp çiğneme. Basma. * Cima'. * Uygun hale koyma. * Tümseklikler arasında basık ve engin yer.
Vatıd
Sâbit.
Vati
Yumuşak ve kolay olan şey. (Kuş tüyünden yapılmış yastık gibi)
Vatîd
Sabit ve sağlam olan.
Vatîe
Büyük çuval, harar. * Bir çeşit yemek.
3204
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vatîs
(C: Vutas) Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş.
Vatm
Ayakla çiğneme. * Perdeyi salıverme.
Vatnî
Çiğneme, üzerine basma.
Vats
Kazmak. * Kırmak. * Ayakla yere vurmak. * Somak denilen ot.
Vatş
(C: Evtâş) Açmak.
Vatvat
(C.: Vatâvit) Korkak ve geveze olan adam. * Yarasa. * Dağ kırlangıcı.
Vatvata
Geceleyin gözün görmemesi.
Vaty
Ayak altında çiğneme, ezme, basma. * Çiftleşme.
Vav
Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır.
Va'va'
İnsan topluluğu. * Sesler.
Vaveyla
Çığlık, yaygara, feryat. * Eyvah, yazık gibi üzüntü ifadeleri.
vâveyla
çığlık, yaygara.
Vav-ı atıf
Gr: Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan vav harfi. (Bak: Harf-i atıf)
Vav-ı hâliye
"Haller cümle olabilir. Eğer isim cümlesi olursa, başında bir ""vav"" bulunur. Ona Vav-ı hâliye denir. Bu vav, hâl'i zi-l-hâle bağlar. (Reeytuhu ve biyedihi kitâbün: Elinde bir kitap olduğu halde onu gördüm) cümlesindeki gibi."
Vav-ı kasem
Gr: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan vav harfi. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi.
Vavî
Vav harfine mensub. Vav harfi ile alâkalı.
Vavik
Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli.
Vâye
Nasib, kısmet, behre.
Vâyedâr
f. Kısmetli. Nasibi olan.
3205
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vaz'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz.
Va'z
Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.
Vaz
f. Terk etme, bırakma.
vaz
koyma, bırakma.
vâz
vaaz, dinî öğüt.
Vazaat
Alçaklık, âdilik, bayağılık.
Vazah
Beyaz ve güzel yüzlü adam.
Vazahat
Açıklık, vâzıhlık.
Vazaif
(Vazife. C.) Vazifeler, işler.
Vaz'an
Vaz' ile, vaziyeti, durumu itibariyle, yerleştirmek suretiyle. * Asıl lügat mânası cihetinden.
vazetme
koyma, bırakma.
Vaz'-ı haml
Doğurma.
Vaz'-ı yed
El koymak, sahib çıkmak, tasarruf etmek.
Vâzı'
(Vazıa) Koyan. Yerleştiren. Vaz' eden.
Vâzıh
Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan. * Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.
vazıh
açık, belli.
vazıhan
açık açık.
Vâzıhan
Açık olarak. Açıkça. Açık açık. Aşikâr surette.
Vâzıhât
(Vâzıh. C.) Açık ve meydanda olan şeyler.
Vâzı-ı kanun
Kanun koyan. Kanun yerleştiren. Kanun hazırlayan.
Vâzı-ul yed
El koyan. Eline alan. Bir malı eline geçirmiş olan.
Vazî'
(Vazîa) Alçak, deni, bayağı, âdi.
3206
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vazife
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birisine havale edilen şey. Kıymet verilen iş. * Ücret.(Tarîk-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a aid vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler.Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlup eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: ""Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hak seni galip edecek."" O demiş."" Ben Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir."" İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm $ olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y-ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki $ sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı. L.)"
vazife
görev, yapılacak iş.
Vazifedâr
(C.: Vazifedârân) f. Vazifeli, görevli. * Memur.
vazifedâr
vazifeli, görevli.
vazifedârâne
vazifeli gibi.
Vazifehâr
(C.: Vazifehârân) f. Ücret alan.
vazifeperver
görevini seven.
Vazifeşinâs
f. İşini dikkatle yapan. Vazifesini özenerek, severek yapan.
vazifeşinâs
görevini seve seve yapan.
3207
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vazifeten
görevli olarak.
Vazifeten
Vazife ile, vazife olarak.
Vazîh(a)
(Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık.
Vâzir
(Vâzire) Günah işleyen. Suç işleyen.
vaziyet
durum, hâl, duruş.
Vazzah
Meydanda, çok açık, belli.
Ve bi-l hakkı natakte
"Hak ile söyledin, hakkı söyledin. Haksın, sâdıksın.(Zira o, Lâ ilahe illallah der, dâva eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurani zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ederek mânen ""Sadakte ve bi-l hakkı natakte"" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla te'yid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın. M.)"
Ve
"Gr: ""Dahi, de, hem, ile, berâber"" mânâlarına bağlama edâtı."
vebâ
bir salgın hastalık.
Veba
Salgın bir hastalık. Taun.
Veba'dü
Ondan sonra, imdi. (İlk sözden sonra esas söze başlarken kullanılan bir tâbirdir. Bilhassa dinî eserlerin başında Cenab-ı Hakk'a şükür ve hamd ettikten, Peygamberimize (A.S.M.) salâvat ve duadan sonra esas söze başlarken söylenir.)
Vebal
Günah. Zarar. Ziyan. Şiddet. Ağırlık. Azab. Doğru olmayan bir hareketin manevî mes'uliyeti.
vebâl
şiddet, ağırlık, günah.
Veber
Bedevi, göçer. * Deve yünü. * Davar tırnağı.
Vebl
Ağır ve vahim olmak.
Vebr
Kocakarı soğuğundan bir gün. * Ada tavşanı, ak tavşan.
Veca'
Sızı, ağrı, acı. Ağrıyıp acımak.
3208
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vecahet
Güzellik, güzel yüzlülük, gösterişlilik. * Haysiyet, şeref, onur, itibar.
Vecar
(C.: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.
Vecazet
Sözün veciz oluşu. Kelâmın kısa oluşu.
Vecd
Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
vecd
ilâhî aşka dalarak kendinden geçme.
Vecd-âlud
f. Vecd veren haller. Manevî coşkunlukla beraber olan hal.
Vecd-efzâ
f. Vecdi artıran, heyecanı çoğaltan.
Vecdî
Vecdle ilgili, heyecanla ilgili.
Vecel
Ürkme, korkma, havfetme.
Vecenat
(Vecne. C.) Elmacıklar, yanaktaki yumrucuklar.
Vech
(Vecih) Yüz, çehre, surat. * Tarz, üslub. * Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Satıh. Ön. Alın. Cephe. * Tarih. * Suret. * Sebeb. * Bir şeyin nefsi ve zatı. * Semt. Cihet. * Münasebet.
vech
vecih, yüz, tarz, ön, alın, sebep, ilgi.
veche
yan, taraf, yüz.
Veche
Yan, taraf. Yüz.
Vechen min-el vücuh Hiçbir suretle. Vechen
Bir vechiyle. Bir suretle. Bir bakımdan.
Vecheyn
İki taraf, iki yan, iki yüz.
Vech-i âhar
Başka sebeple.
Vech-i dikkat
Dikkat ve ferasetle.
Vech-i mâ
Bir sebepten dolayı.
Vech-i meşruh
Şerh edilen, açıklanan tarzda.
3209
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vech-i şebeh
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Edb: Bir şeyin başka bir şeye neden benzediğini anlatan söz. (Bak: Teşbih)
Vechî
(Vechiye) Yüz ile ilgili.
Vech-ül arz
Yeryüzü.
Veci (e)
Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib. * Bir kavmin büyüğü, reisi. * Hürmetli insan. * Sultan huzuruna girenler. * Makam ve şeref sâhibi.
Veci(a)
(Veca'. dan) Ağrıtıcı, sızlatıcı.
Vecibe
Borç hükmünde olan vazife. * Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey.
vecîbe
borç hükmünde vazife.
Vecibe-i nezaket
Nezâket borcu.
vecih
güzel, hoş, uygun.
Vecihî
Veche ait. Veche dair.
Veciz
Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan. * Az sözle çok mâna ifâdesi.
veciz
zengin mânâlı kısa söz.
Vecize
Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz.
vecîze
zengin mânâlı kısa söz.
Vecne
(C: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk.
Vecr
(C.: Evcâr) Mağara.
vêd
kız evladı diri diri toprağa gömüp öldürme âdeti.
Ve'd
Kızını diri iken toprağa gömme.
Veda'
"Ayrılık. * Ayrılışta selâmlamak. * ""Allah'a ısmarladık"" demek."
vedâ
ayrılık.
Vedad
Dostluk. Sevme. Sevgi. (Bak: Vidad)
3210
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vedânâme
veda yazısı.
Vedd
Dostluk. Sevgi, muhabbet.
Ve'd-dua
"""Duâlarımız sizinle birliktedir"" anlamına gelen bu tâbir, evvelce mektupların altlarına yazılırdı."
Vedi'
Başkasının malını saklamaya memur kimse.
Vedi
Küçük abdest bozduktan sonra çıkan beyazımsı su.
Vedia
Emanet.
vedîa
emanet.
Vediatullâh
Allah'ın emaneti.
Vedid
Sevgisi çok olan.
Vedk
Yağmur. Yağmurun damlaması. * Alışıp üns ve ülfet etmek. Yakın olmak. (Bak: Vadk)
Vedud
"Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak.(Vedud ismine mazhar olan muhakkıkin-i evliya: ""Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir."" demişler.) (Vedud ismine mazhar bir kısım evliya: Cennet'i istemiyoruz, bir lem'a-yı muhabbet-i İlâhiye ebeden bize kâfidir, demişler. S.)"
Vedûd
çok sevilen, Allah.
Vedûdiyet
sevilir olma, kendini sevdirme.
Ve'd-ül benat
İslâmiyetten evvelki câhiliyet devrindeki Arablarda kızlarını hakir gördüklerinden diri iken defnetmek âdeti.
Vefa
Ahdinde, sözünde durma. * Sevgi ve dostlukta sebat ve devam. * Ödeme. * Yetişme. * Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.
3211
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vef'a
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kav ettikleri bez parçası. * Şişe ağzını tıpamada kullanılan bez parçası.
vefa
sözünde durma, kendini seveni unutmama, ilgiyi kesmeme.
Vefadar (vefakâr)
Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.
vefadâr
vefalı, dostluğu devamlı.
vefadârâne
vefalı olarak.
vefakâr
vefalı.
vefakârâne
vefa göstererek.
Vefaperver
f. Sözünde duran. Vefâlı.
vefat
ölüm.
Vefat
Ölüm. Ahirete göçme.
Vefd
Çokluk. Cemaat. * Bir iş için giden heyet. Elçilik. * Dağ başı. * Gelme, ulaşma, erişme, varma, vürud.
veffakakümüllah
Allah başarılı kılsın.
Vefhiyye
Kilisede kayyımlık hizmetini etmek.
Vefi
Vefalı. * Tam, mükemmel. Kifayet eden. Bol olan.
Vefia
İçine nesne koyulan sele.
vefik
arkadaş, uygun.
Vefik
Arkadaş. Kafa dengi. Aynı fikirde olan. Uygun.
Vefir(e)
(Vefret. den) Çok, bol, kesir.
Vefiyat
(Vefat. C.) Ölümler, vefatlar.
vefiyât
vefatlar, ölümler.
Vefk
Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.* Tesirli dua.
Vefl
Derinin dibagatla giden fazlalıkları.
3212
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vefr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek. * Bolluk. * Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek.
Vefra'
Eksilmeyip değişmeyen. * El dokunulmamış ve tam olarak yetişmiş ot.
Vefret
Çokluk, bolluk.
Vefz
(C: Evfaz) Evmek, acele etmek.
Vefza
(C: Evfaz) Ok yayı konulan ve beylik denilen kap.
Vega'
Kavga gürültüsü. Harp yerinden çıkan sesler. Savt. Patırtı.
Vegab
(C: Evgab) Korkak kimse. * İri gövdeli büyük deve.
Vegadet
Akılsızlık. * Adilik, bayağılık, aşağılık, alçaklık.
Vegar
Gazap, kin, öfke, hiddet.
Vegd
(C: Evgad) Alçak adam.
Vegf
Görme zayıflığı.
Vegif
Yürüme sürati. * Ses sürati, ses hızı.
Vegik
Davar yürürken karnından çıkan ses.
Vegir
Kızmış taş üstüne koyarak pişirilen et.
Vegire
Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt.
Vegm
Kin.
Vegne
Geniş küp.
Vegre
Sıcaklığın çok olması.
Vehak
Avcı kemendi.
Vehamet
(Bak: Vahamet)
vehâmet
güçlük, tehlike.
Vehb
Hibe. Bağış. Vergi.
vehbî
Allah vergisi.
3213
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vehbî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Doğuştan. Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın (C.C.) lütfu ile olan.
Vehc
Alevli olmak. Alev ile yanmak. Parlamak.
Vehd(e)
(C: Vihad) Derin vadi. Uçurum.
Vehec
Ateş sıcaklığı.
Vehecan
Ateşin alevlenmesi. * Işıklandırmak, ziya vermek.
Vehel
Vehim, kuruntu.
Vehelümme cerra
(Bak: Helümme cerrâ)
Vehf
Bitkinin yapraklanması. Uzama. Çoğalma, artma.
Vehhab
Çok fazla ihsan eden. Çok bağışlayan.
Vehhâb
çok ihsan eden, bağışlayan, Allah.
Vehhabî
Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.
Vehhâbî
Vehhabilik anlayışından olan.
Vehhâbîlik
bazı konularda aşırılıkları olan dinî bir anlayış.
Vehhâbîyet
Allahın bol bol ihsan etmesi ve bağışlaması.
Vehhac
Parıl parıl. Pek şa'şaalı. * Çok alevli.
Vehham
Çok vehimli. Fazla şüphe eden.
vehham
vehimli, kuruntulu.
Vehhas
Arslan.
Vehic
Ateşin sıcaklığı.
vehim
belirsiz korku, kuruntu.
Vehise
Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge.
Vehl
(Vehel) Yanlış yapma. Yanlış anlama. * Unutma.
3214
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vehle
İrkilme ve ürkme. * Dakika. An, lahza.
Vehleten
Birdenbire. İlkin. Ansızın.
Vehm
(Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce. * Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.
vehm
vehim, kuruntu.
Vehm-âlud
f. Vehimli. Vehim dolu. Vehim karışık.
Vehmî
Olmadığı halde var zannederek. Düşünmeye, vehme dair, vehme ait.
vehmî
vehimle ilgili.
Vehmiyyât
(Vehmiyye. C.) Vehimler, kuruntular.
Vehm-nâk
f. Vehimli, kuruntulu.
Vehn
Gevşeklik, kuvvetsizlik. * Zayıf. * Gövdesi kalın ve kısa adam. * Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman.
vehn
gevşeklik.
Vehnane
Zayıf kadın.
Vehs
Bir işe girişip ısrar ile devamlı uğraşmak.
Veht
(C: Vihât) Vurmak. * Kırmak.
Vehtıyy
Ufak üzüm.
Vehub
Verimi fazla, vergisi çok.
Vehvah
Yaban eşeğinin anırtısı.
Vehvehe
Atın kendi gövdesini parça parça etmesi.
Vehy
Gevşeme, yırtma.
Vehz
Katı nesne. * Kovmak, deft'etmek.
Ve-illa
Olmadığı hâlde. Yoksa. Aksi takdirde.
Vek'
Akrep sokmak.
Veka'
Ayak parmaklarından baş parmağın, şehâdet parmağı üstüne gelmesi.
Vekad
Sığır bağladıkları ip.
3215
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vekahat
Hayâsızlık. Utanmazlık. Edebsizlik. (Bak: Vakahat)
vekâlet
vekillik, bakanlık.
Vekâlet
Vekillik. Birisinin nâmına iş görme. Kendi nâmına hareket etme salâhiyetini başkasına verme. Nezâret, bakanlık. * Vekilin vazife gördüğü bina.
vekâleten
başkası adına.
Vekâleten
Birisine vekil olarak. Başkası adına.
Vekâletnâme
f. Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt.
vekâletnâme
vekil etme yazısı.
Vekâletpenâh
f. Padişahın vekili olan, sadrâzam. Başvekil. Başbakan.
Vekar
(Bak: Vakar)
vekayî
vakalar, olaylar.
Vekb
Dikilmek.
Vekc
Ulaşmak, varmak.
Vekde
(C: Viked) Gitmek.
Vekeban
Derece derece yürümek.
Vekef
Günah. * Abes ve boş. * Ayıp. * Eksiklik.
Vekel
Zayıf adam.
vekezâ
ve bu da öyle.
Vekf
Evin damlaması. * Kat'etmek, kesmek.
Ve-kıs
"""Var, kıyas et!"" mânasına gelir."
Vekıyye
(Bak: Okiyye)
Vekif
Sütü çok olan deve.
vekîl
başkası adına iş gören.
3216
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vekil
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Başkasının işini gören. Bir adamın yerine hareket etme selâhiyeti olan kimse. * Nâzır. Bakan.
Vekil-i harc
(Vekil-harç) Masraf görmekle vazifeli olan. Bir kimsenin veya bir cemaatin masraf işlerini üzerine alan.
Vekir
Yuvasına giren kuş.
Vekire
Satın alınan veya yeni yapılan bina için, ahbaba, eşe dosta verilen ziyafet.
Vekkad
Aydınlık, ışıklı, parlak.
Vekm
Reddetmek.
Vekn
(C.: Evkân - Vükün) Kuş yuvası.
Vekr
Kuş yuvası.
Vekra
Hızlı yürüyen deve. * Ayağını yere kuvvetli basan kadın. * Bir nevi sıçramak.
Veks
Noksan etmek, eksiltmek.
Vekte
(C: Vikat) Gözün karasına ak düşmek. * Nokta. * Eser.
Vekvak
Korkak kimse.
Vekz
Vurmak. * Def'etmek. * Kovmak.
Vel'
Yalan. * Haps.
Vela
Yakınlık. Sâhiplik. * Sevme, muhabbet.
Veladet
(Bak: Viladet)
velâdet
doğma, dünyaya gelme.
Velaid
(Velide. C.) Cariyeler, kadın esirler.
Velaim
(Velime. C.) Düğünler, evlenmeler. * Düğün ziyafetleri.
Vela-perver
f. Dostluk gösteren, dostluk besleyen.
Velaya
(Veliyye. C.) Veli kadınlar. Veliyyeler.
velâyât
velîlikler.
3217
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Velayet
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik. * Dostluk. * Sadakat. * Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak. (Bak: Veli)
velâyet
velîlik, ermişlik.
Velayet-i âmm
Huk: Umum mallara ve fertlere şâmil olan velayet. (Şeriat hâkimleri, kadılar ve valilerin velayetleri gibi)
Velayet-i kübra
Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)(Cadde-i kübrâ, elbette velayet-i kübra sahibleri olan Sahabe ve Asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin caddesidir ki doğrudan doğruya Kur'anın birinci tabaka şâkirdleridir. M.)
Velb
Ulaşmak, varmak.
Velec
Kumlu yerde olan yol.
Veled
Erkek çocuk. Oğul. Çocuk. * Döl, yavru.
veled
oğul, yavru, çocuk.
Veled-i manevî
Evlâdlığa kabul edilen, âhiret evlâdı. Bir hocanın talebesi. Mürid.
Veled-i sulbî
Öz oğul, evlenmekle hâsıl olan kendi soyundan gelen çocuk.
Velediyet akidesi
"Hristiyanlıkta bir bâtıl akide. (Bak: Teslis)(İslâmiyet, tevhid-i hakiki dinidir ki; vasıtaları, esbabları ıskat ediyor. Enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa te'sis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat'ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki; havastan bir büyük insan tam dindar olsa enâniyeti terketmeye mecbur olur. Enaniyeti terketmiyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terkeder.Şimdiki Hristiyanlık dini ise; ""Velediyet Akidesi""ni kabul
3218
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ettiği için, vesait ve esbaba te'sir-i hakiki verir. Din nâmına enaniyeti kırmaz; belki Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın bir mukaddes vekili diye, o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nın esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve İngiliz esbak Reis-i Vükelâsı Loid George gibi çoklar var ki, mutaassıb birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nâdiren tam dindar ve salâbetli kalırlar. Çünki, gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı hakiki ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor. M.)" velediyet
" birinin çocuğu oluş, Hıristiyanların isa aleyhisselâma hata ile ""Allahın oğlu"" demeleri."
Velediyet
Birisinin evlâdı olma hâli. Çocuk oluş.
Veleh
f. Kahr, gazab, şiddet, hışım.
Velehan
Akıl gidip tembel olmak. * İbadet ederken vesvese veren şeytan.
Veleh-resan
Hayret verici, hayret edilen, şaşkınlık veren.
velehresân
şaşkınlık veren.
Veleh-resan-ı ukul
Akılları hayrette bırakan.
Velehu
Bu da onun.
Velehza
Şaşırmış.
Velehzede
f. Sevgilinin hışmına uğrayıp kahır çeken âşık.
Velev
Eğer, gerçi, her ne kadar da, hatta, ister, isterse.
velev
olsa da, bile.
Velf
(Velif-Vilâf) Tez tez yelmek. Birbiri ardınca olmak.
Velg (velüg)
Köpeğin kap içinden su içmesi veya bir şey yeyip yalaması.
Velga
Küçük kova.
3219
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Velh
Büyümek. * Uzamak.
Velhan
Şaşakalmış, şaşkın, sersem.
Velhasıl
Sözün kısası, özü, kısacası.
velhâsıl
sözün kısası.
Veli'
Kabuğunda olan hurma çiçeği.
Veli
Sahib, mâlik. * Evliya. * Muin. Muhafaza eden. * Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse. * Sıddık. * Baba. Babanın babası, cedde de denir. * Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden Allah'ın (C.C.) izniyle gaybdan haber vermek ve gaybî ahvali keşfetmek gibi ilmî ve kevnî hârikalar zuhura gelen zât. Allah'a (C.C.) manevî yakınlık kesbetmiş olan şerif zât. * Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) isimlerinden birisi.
velî
sahip, gözetici, koruyucu.
Veliahd
(Veliy-yi ahd) Bir hükümdardan sonra hükümdar olacak kimse.
velîahd
padişah adayı.
Velice
(C.: Velyüc) Büyük çuval. * Kişinin sırdaşı.
Velid
Yeni doğmuş çocuk. * Köle, kul.
Velide
(C.: Velâid) Cariye.
Velik
(Velikin) f. Amma, lâkin, fakat.
Velika
Yağla unu karıştırarak yapılan yemek.
velîme
düğün yemeği.
Velime
Sevinç ve sürur günleri verilen ziyafet. Düğün ziyafeti. * Düğün, evlenme.
velînîmet
nimet veren.
Veli-ni'met
Nimet veren. Nimeti muhafaza edip ihsan eden.
Veliyy
(C: Evliyâ) Yakın. * Amcazâde, emmi oğlu. * Yar, dost.
3220
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Veliyye
(C.: Velâyâ) Ermiş kadın, veli kadın.
Veliyyullah
Allah'ın (C.C.) veli kulu.
velîyyullah
Allahın velî kulu.
Veliyy-ül emir
Âmir. Emir veren. Emir sahibi.
Veliyy-ün niam
Nimetler ihsan eden, iyilik eden kimse. * Şeyhülislâm. * Sülâlesinin ileri gelenleri.
Velk
Yalan yakıştırmak. * Sür'at etmek, hız yapmak.
Velka
(C.: Velkât) Vurmak.
Velkalemi
Kalem hakkı için. Kaleme yemin olsun.
Vellas
Kurt.
Velm
Ulaşmak, yetişmek. * Toplanmak, cem'olmak.
Vels
"Ahd, yemin, söz. "" Az nesne. * Vurmak."
Velsan
Birbirinin boyunlarına el atarak yürüme.
Velu'
Bir şeye fazla düşkün olan.
Velud
Çok doğuran kadın. * Mc: Çok eser veren kimse.
velûd
pek verimli.
Velval
Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp inleme.
velvele
gürültü, patırtı, şamata.
Velvele
Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.
Velvele-endâz
f. Gürültü patırtı eden. Gürültücü.
Velvele-engiz
f. Gürültü koparan, gürültü çıkaran.
Vely
Birbiri ardı sıra gelme. Tâkib etme. * Çıkma. Olma. * Yaz yağmurundan sonra olan yağmur. * Yakınlık.
Vemd
Gazap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Sıcaklığın artması.
Vemiz
Bulut arasından görünen ışık.
Vemk
Muhabbet etmek, sevmek.
3221
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vems
Fücur, masiyet, günah.
Vemye
Meşakkat, sıkıntı. Belâ, musibet.
Vemz (vemiz)
İşaret etmek. * Parlamak. şimşek çakmak.
Vena (venye)
Gevşek. * Zayıf. * Hâlsiz olmak.
Venim
Sinek tersi.
Venn
Zebunluk, zayıflık, zaaf. * Çengilerin ve köçeklerin parmaklarıyla çaldıkları çalpara.
Vennecmi
Yıldıza yemin olsun.
Veny
İş hususunda gevşeklik gösterme.
Ver
"f. ""Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver $ : Âlim. Suhan-ver $ : Edip, şâir."
Vera
Halk. Mahluk. Arzı örten mahlukat. Yaratılmış olanlar.
Ver'a
Korkaklık, havf.
verâ
öte, arka, geri.
Vera'
Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.
Vera-i cebel
Dağın arkası.
Vera-i perde
Perde arkası.
Verak
Bitkilerle yer yüzünün yeşil olması.
Verakî
(Verka. C.) Güvercinler.
Veraset
Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi. * İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma.
verâset
mirasçılık, irsiyet.
Veraset-i ırkıye
Doğan yavrunun ecdadına benzemesi.
Verb
Fetret, fesad. * Yabani hayvan ini.
3222
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Verd
(Vürd - Vird) Gül.
Verdane
Toplu oklava. * Koca başlı kertenkele.
Verde
(Vürde) Renkli olmak.
Verdene
f. Oklava, börekçi merdânesi. * Dolap oku.
Verek
(C.: Evrâk) Kalça kemiği.
Verel
(C: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur.
Verem
(C.: Evrâm) şiş, yumru. * şişme.
Verentel
şiddet, mihnet.
Verese
Mirasçılar. Miras alanlar.
verese
varisler, mirasçılar.
Verf
Genişlik.
Verh
Hamâkat, ahmaklık, bilmezlik. * Ucuz et.
Verha
Akılsız ahmak kadın.
Verık
Çok eskiden kullanılan gümüş para. Kıymetli para.
Veri'
Haramdan kaçınan kişi.
Veria
At ismi.
Verid
Siyah kan damarı. Toplar damar. Boyun damarı. * Kırmızı gül. (Bak: Evride)
Veriha
Çok sıvı hamur.
Verîk
Gür sakallı adam. * Sık yapraklı ağaç.
Verik
Sikkesiz gümüş. * Gümüş.
Verîse
Veris otuyla boyanmış nesne.
Verîş
Yürümek ve seğirtmek istediği hâlde sahibi engel olan davar.
Verka'
(C.: Verâki') Yabâni güvercin. * Açık boz renk.
Verrak
Kâğıtçı.
3223
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vers
Yemende yetişen güzel kokulu sarı bir ot.
Verş
Yürek ağrısı. * Çok beyaz olan.
Verşan
(C: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini. * Kumru kuşunun erkeği.
Verta
(C: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum. * Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş.
Very
Çakmaktan ateş çıkması.
Verze
f. Meslek, san'at, iş.
Verzide
f. Ekilmiş.
Verziş
f. İşletme. Çalışma. * Çalışmış.
Verzişkâr
f. Çalışkan.
Verzkâr
f. Rençber, çiftçi, işçi.
Vesafet
Hizmetkârlık, işçilik.
Vesah
(C.: Evsâh) Kir, pas. * Murdarlık, pislik.
Vesaid
(Visâde. C.) Yastıklar, şilteler, döşekler.
Vesaif
(Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar.
Vesaik
(Vesika. C.) Vesikalar.
vesâik
belgeler.
Vesail
(Vesile. C.) Vesileler. Sebebler.
vesâil
vesileler, araçlar.
vesâir
ve diğerleri.
Vesait
(Vasıta. C.) Vasıtalar.
vesâit
vasıtalar, araçlar.
Vesait-i nakliyye
Nakil vasıtaları. Taşıtlar. (Vapur, tren, otomobil gibi)
Vesak
Bağ. Rabıta. Yeminleşerek anlaşmak. * Sözleşme yeri.
Vesam
(Vesâmet) Güzel olma. Güzellik.
Vesatet
Vâsıta olma, araya girme, aracılık yapma.
3224
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vesavis
(Vesvese. C.) Vesveseler.
Vesaya
(Vasiyet. C.) Vasiyetler. Öğütler. Nasihatlar.
vesâyâ
vasiyetler, tavsiyeler.
Vesayet
(Visâyet) Vasilik. * Vasiyet. * Tembih, emir. Tavsiye. (Bak: Vasi)
vesâyet
başkası adına iş yapma.
Vesb
Çok olmak.
Vesbe
Bir atlama. Bir sıçrayış.
Veseb
Sıçrama, atlama.
Vesen
Uyku ağırlığı. Uyku ile uyanıklık arası. * Uyku anında aklın gitmesi. * Hâcet.
Vesenî
yıldıza tapan.
Veseniyyun
Putperestler. Puta tapanlar.
Vesi'
(Vesia) Vüs'atli, geniş. * Meydanlık.
Vesib
(Bak: Vüsub)
Vesic
Şiddetli seyir. Hızlı gitme. * Hızlı yürüyen deve.
Vesik
(C.: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli.
vesika
belge, senet.
Vesika
Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened.
Vesile
(Vâsile) Bahane, sebeb. * Fırsat. * Elverişli durum. * Vasıta. Yol. * Pâye, rütbe. * Baba. * Kurbiyet. * Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey. * Cennet'te bir menzil adı. (El-Vesiletü menziletün fi-l Cenneti hadis-i şerifi bunu te'yid ediyor.)
vesile
yol, hedefe ulaştıran şey.
Vesilecu
f. Sebep ve bahane arayan.
Vesiledâr
f. Vesileli.
3225
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vesilehâh
f. Vesile isteyen.
Vesile-i cemile
Güzel sebep. Güzel fırsat.
Vesile-i sa'y
Çalışma vesilesi.
Vesilet-ün necat
Kurtuluş vesilesi, kurtuluş sebebi.
Vesim(e)
(C.: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre. * Damgalı.
Vesk
(C.: Evsük) Cem'etmek, toplamak. * Altmış sa'.
vesm
damga, işaret, dağlama.
Vesm
Damga. İşaret. * Dağlama. * Döğerek toz hâline getirme.
Vesme
Hayvana vurulan kızgın damga.
Vesmedâr
f. Dağlanmış, damgalı. * Rastıklı.
Vesn
Hafif. * Uyku. * Uyku anında aklın gitmesi. * Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.
Vesnan
Uyuklayan, uykusu gelmiş olan.
Vess
Suya dalmak.
vesselâm
işte bu kadar!
Vesselâm
İşte o kadar, artık bitti, bundan sonra selâm. (Bak: Selâm)
Vest
Ev içerisinde olan her bir kapalı mekân.
Vestî
f. Tercüme, şerh.
Vestiyer
Fr. Pardesü, palto vesairenin çıkartılıp bırakıldığı yer.
Vesvas
Müvesvis. Vesveseye sürükleyen şeytan. Nefsin zihinde ilka eylediği dağdağa ve fitne. Avcının ve köpeklerin gizli sesi.
vesvas
vesvese veren.
Vesvese
"Şübhe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller.(Vesvese, lügatta hışırtı, fısıltı gibi gizli ses demektir. Bu münasebetle gönülde tevali ve tekerrür eden gizli söze vesvese; ve bir nefse böyle bir söz ilka etmeğe de, vesvese vermek tâbir olunur.) (E.T.)(Arkadaş! Vesvese ve evham
3226
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zulmetleri içinde yürürken, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer'i zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udul ederse; şeytanlara mel'abe, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki: Onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minâre ile semaya çıkmak hamakatinde bulunan firavun gibi bir firavun olur. M.N.)(Ey su-i vesveseden me'yus nefsim! Tedai-yi hayâlât, tahattur-u faraziyat, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir. İrtisam ise, eğer hayırdan ve nuraniyetten olsa, hakikatın hükmü bir derece suretine ve misaline geçer. Güneşin ziyası ve harareti, âyinedeki misaline geçtiği gibi... Eğer şerden ve kesiften olsa, aslın hükmü ve hassası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Meselâ necis ve murdar bir şeyin âyinedeki sureti ne necistir, ne murdardır. Ve yılanın timsali, ısırmaz.İşte şu sırra binaen, tasavvur-u küfür, küfür değil; tahayyül-ü şetm, şetm değil. Hususan ihtiyarsız olsa ve farazî bir tahattur olsa, bütün bütün zararsızdır. Hem ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mezhebinde bir şey'in şer'an çirkinliği, pisliği; nehy-i İlâhi sebebiyledir. Mâdemki ihtiyarsız ve rızasız bir tahattur-u farazîdir, bir tedâî-yi hayalîdir; nehiy ona taalluk etmez. O dahi ne kadar çirkin ve pis şeyin sureti dahi olsa, çirkin ve pis olmaz. M.)(İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlâhiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis
3227
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ve çirkin vesveseler, hâtıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevâî, vehmî ve çirkin şeylerin def'iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlup olur. Ancak onları mağlup edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-ı İlâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet, pis bir menzilin deliklerinden semânın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir te'sir etmez. (Hâşiye)(Hâşiye) : O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ: Sen namazda, Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedâî-yi efkâr seni tutup en uzak mâlâyâniyat-ı rezileye sevkeder. Meselâ: Ayinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez. M.N.)" vesvese
kuruntu, gereksiz kaygı.
Vesvesedâr
f. Vesveseli, kuruntulu.
Veş'
Bir şeyin üstüne çıkmak.
Veş
f. Gibi (mânâsına teşbih edatı.) Mah-veş $ : Ay gibi.
Veşak
Dağ köpeği.
Veşb
Ayıplamak.
Veşc
Yaralamak. * Parçalamak. * Karışmak.
Veşel
Az su.
Veşelan
Suyun akışı.
3228
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Veşi'
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca. * Sümâme otundan yapılan hasır. * Ağaçlardan kuruyup düşen nesne. * Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken. * Az nesne.
Veşia
(C: Veşâyi') Üstüne iplik sardıkları ağaç. * Tarikat.
Veşic
(C: Veşâyic) Süngü ağacı.
Veşice
Lif. * Ağaç kökü.
Veşik(a)
(C: Veşâyık) Kuru et.
Veşime
Şer, kötülük. * Düşmanlık.
Veşize
(C: Veşâyız) Kırık kemik parçası.
Veşk (vişâk)
Evmek, acele etmek, sür'at.
Veşk
Yaralamak. * Parçalamak.
Veşkan
Hızlı ve aceleci kimse.
Veşl
Az miktarda olan su.
Veşm
İğne ile kan çıkarmak suretiyle vücudda yapılan damga, işaret.
Veşme
Yağmur tanesi.
Veşşemsi suresi
Kur'an-ı Kerim'in 91. suresidir. Suret-üş Şems de denir. Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
Veşt
f. Güzel.
Veşvaş
Hafif hal. Hafif adam.
Veşveşe
Hafiflik. * Kırış mırış olmak.
Veşy
Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek. * Nesil ve zürriyet. * Çoğalma. * Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek. * Bir çeşit elbise.
Veşz
Kırmak. * Dar etmek, darlaştırmak.
Vetair
(Vetire. C.) Meslekler, yollar.
Veted
Çadır kazığı. Ağaç kazık. Demir mıh. * Edb: Aruzda üç harfden meydana gelen nazım.
3229
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Veter
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yayın çilesi. İp ve kiriş. * Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi. * Kasları hareket ettiren kalın sinir.
Vetin
Kalb damarı. Şah damarı. Şiryan-ı ekber. * Bel kemiği iliği.
Vetire
(C.: Vetâir) Keçi yolu. Dar yol. * Tarz, üslub. * Burnun iki deliğini ayıran zar.
Vetr
Tek, yalnız. Bir. (Bak: Vitr) * Arefe günü.
Veyh
Heyhât!
veyl
vay hâline, yazık!
Veyl
Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran. * Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir. * Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir.
Veyle
Küstahlık, rezillik.
Veyn
Kara üzüm.
Veysel karanî
(Bak: Üveys-el Karanî)
Vez'
(C: Evzâ) Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek. * Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek. * Topluluk, cemaat.
Veza
Tıknaz, topaç, bodur kimse.
vezaif
vazifeler, görevler.
Vezan
"f. ""Olmak"" yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve ""esen, esici"" anlamlarına gelir."
Vezanet
Fikir ve görüş isabeti. * Ölçülü olma.
Vezanet-i efkâr
Düşüncelerin isabeti.
Vezanî
f. Esinti zamanı.
Vezaret
(Vizaret) Vezirlik. Başvekillik.
Vezb
Su gibi akma.
Vezega
Bir cins büyük keler.
3230
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vezen
Yürürken sallanmak.
Vezer
Sarp dağ. Sığınılacak yer. Kale. Hisar. * Galib olmak.
Vezf
Evmek, acele etmek.
Veziden
f. Yel esmek. * Atılmak, sıçramak.
Vezif
Evmek, acele etmek.
Vezile
(C.: Vezâil) Cilâlı, parlak para. * Parlak madeni ayna.
Vezim
Sebzevat demeti. * Kurumuş ot.
Vezime
Hediye.
Vezin
Hamur yapılmış ebucehil karpuzu. * Asil. * Sabit.
vezin
ölçü, tartı.
Vezir
"Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir ""Vizr"" kelimesinden gelir. ""Vezr"" kelimesinden alınsa; ""halkın sığınağı"" demek olur. Büyük düstur sahibi veya mühür sahibi kabul edilir. Osmanlı devletinde en büyük, mülkiyede en birinci mertebe olarak kabul edilmiştir. Muavin ve muin mânalarına da gelir."
vezir
padişah yardımcısı.
Vezir-i a'zam
Pâdişahın vekili olan birinci vezir. Sadrazam. Başvekil.
Veziz
Ördek.
Vezk
Çirkin yürüyüşlü olmak.
Vezme
Kış sonu. * Bir kere yemek.
Vezn
(Vezin) Tartma. Ölçme. Hesaplama. * Tartacak şey. Tartı. * Ağırlık.
vezne
para alınıp verilen yer.
3231
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vezne
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tartı. Terazi. * Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da kullanılır. Devlet daireleri ile büyük müesseselerde para alıp veren memura Veznedar denir. * Barut yuvası.
Veznedâr
f. Vezne memuru. Bir teşkilâta âit parayı alıp veren memur.
veznedâr
vezne memuru.
Vezn-i mahsus
Özgül ağırlık. Bir cismin bir santimetre küp hacmindeki parçasının ağırlığı. * Edb: Nazmın veya kelimenin belli kalıplarından her biri. Nazmın ahenk ölçüsü.
Veznî
Vezinle ilgili, vezne ait. * Tartılan şey.
Vezniyyât
Tartılan şeyler.
Vezr
Nurlu etmek, ışıklandırmak. * Kaftan eteğine birşey koyup götürmek.
Vezvaz
Hafif, zarif kimse.
Vezveze
Sür'atle sıçramak.
Vezye
Ayıp. * Soğuk.
Vezzan
(Vezn. den) Tartan, vezneden. * Kantarcı.
Vıkr
(C.: Evkar) Ağır yük. * Çok su taşıyan bulut.
Vıky
Hıfzetmek, korumak.
Vırak
(Varak. C.) Yapraklar.
Vırat
(Verta. C.) Vartalar, uçurumlar, çukurlar. * Halli güç, içinden çıkılması zor olan işler.
Vısr
Hüccet, delil. * Kadı sicili. * Ahd, söz, yemin.
Vıta'
Razı olma, rıza gösterme, uygun görme.
Vıtae
Ayak basmak.
Viâ'
(C.: Eviye) Kap, içinde bir şey konulabilen zarf.
3232
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Viâiyyet
Kap halinde olma.
Viata
(C: Viât) Sarı gül.
Vica'
Hayvanı burma, iğdiş etme.
Vicah
(Vech. den) Yüz yüze gelmek. Yüzleşmek.
vicâhen
yüz yüze.
Vicahen
Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek.
Vicahî
(Vicahiyye) Yüzyüze olan, karşılıklı olan.
Vicar
(C.: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.
Vicd
Zenginlik. Gına.
Vicdan hürriyeti
(Bak: Hürriyet-i vicdan)
Vicdan
İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * İnanç. * Şuur. * Bâtın ile Hakkı tanımak. * Din.(Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayât-ül gayâtı var: İradenin ibadetullâhdır. Zihnin ma'rifetullahdır. Hissin muhabbetullahdır. Lâtifenin müşâhedetullâhtır. Takva denilen ibadet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayât-ül gayâta sevkeder. H.)
vicdân
insanın iyiyi kötüden ayırma hissi.
vicdânen
vicdan bakımından.
Vicdanen
Vicdanca, iyilik hissine göre.
Vicdanî
(Vicdaniyye) Vicdanla, kalbî his ile ilgili. * Kendinden geçip dalmakla ilgili.
3233
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vicdânî
vicdanla ilgili.
vicdâniyat
vicdanla hissedilenler.
Vicdaniyyat
Vicdanlılıklar. Vicdana ait hususiyetler ve hisler.(İ'lem eyyühel aziz! Hayrat ve hasenatın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucb, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur.Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvâlin ölümüdür. Meselâ: Tevazua niyet, onu ifsad eder, tekebbüre niyet onu izâle eder, feraha niyet onu uçurur, gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ kıyas et. M.N.)
Vicdan-suz
f. Acı ve keder veren, kalb yakan, vicdânen çok ıztırab verici.
vicdânsûz
vicdanı rahatsız eden.
Vidad
Dostluk. Sevmek. Muhabbet. * Dost ve muhib. * Her şeye muhabbeti olan.
Vidd
Muhabbet, dostluk, sevgi.
Vifadet
Elçilik.
vifak
birbirine uyma.
Vifak
Dostça bir fikir üzerinde birleşmek. Samimi anlaşmak. * Barış. * Uygunluk.
Vihad
(Vehd. C.) Derin vâdiler. Uçurumlar.
Viham
(Vahim. C.) Vahim olan şeyler.
Vika (veka)
Kendi ile bir şey saklanan nesne.
Vikâ'
(C: Evkiye) Kırba ve tulum ağzını bağladıkları nesne.
Vika'
Cinsî münasebet. * Savaş, harp.
Vikâf
Eşek semeri ve palanı.
Vikaf
Tevakkuf etmek, vâkıf olmak, durmak.
3234
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vikahat
(Bak: Vakahat)
Vikal (vekâl)
Devamlı diğer davarların ardına kalan davar.
vikaye
koruma.
Vikaye
Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma. * Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma.
Vikr
(C.: Evkar) Ağır yük.
Vila'
Birbirinin ardı sıra gelmek. * Abdest esnasında uzuvları yıkarken birisi kurumadan diğerini yıkamağa başlamak. * Ahbablık, yakınlık, dostluk. (Bak: Velâ)
Vilad
Doğurmak.
Viladet
Doğmak, doğuş, dünyaya gelmek, doğurmak. (Veladet galattır)
vilâdet
doğuş.
Vilakâr
f. Ahbab, dost.
Vilaperver
f. Dost, muhib.
Vilayat
(Vilayet. C.) Vilayetler.
vilâyât
iller.
Vilayet
Bir şeyi kudretle elde etme. * İl. * Birisine kefil olmak. * Dostluk. Muhabbet.
vilâyet
il.
Vildan
"(Velid. C.) Çocuklar. * Kullar. Köleler.(Kur'an-ı Hakîm'de $ sırrı ve meâli şudur ki: Mü'minlerin kabl-el-büluğ vefat eden evlâdları, Cennet'te ebedî, sevimli, Cennet'e lâyık bir surette dâimî çocuk kalacaklarını.. ve Cennet'e giden peder ve vâlidelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını.. ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en lâtif bir zevki, ebeveynine te'mine medar olacaklarını.. ve her bir lezzetli şey'in Cennet'te bulunduğunu..
3235
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
""Cennet tenasül yeri olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığı"" nı diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlâd sevmesine ve okşamasına bedel sâfi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlâd sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saâdeti olduğunu şu âyet-i kerime $ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor. M.)" Vilde
(Veled. C.) Erkek evlâdlar, çocuklar, oğullar.
Vile
f. Yüksek ses.
Vin
f. Siyah üzüm. * Boya, renk.
Virad
Yol. * (Verd. C.) Güller.
Viran
f. Yıkık, harap. * Mc: Kederli, üzgün, gamlı.
viran
yıkık, üzgün.
Virane
f. Harabe. Yıkılmağa yüz tutmuş eski yapı.
virâne
yıkıntı.
Viranî
f. Viranlık, haraplık.
Virase
Mirasyedilik.
Virat
Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak.
vird
devamlı okunan şey.
Vird
f. Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih cemaat. * Talebe, şakird, mürid.
Vird-i zeban
Dilde tesbih. Sık sık tekrar edilen dua, söz, zikir.
virdizebân
dil ile devamlı okunan.
Virk (verk)
(C.: Evrâk) Uyluk üstü.
Visab
Yatak, döşek. * Atlama, sıçrama.
3236
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Visad(e)
Dayanıp rahat edilecek yastık veya şilte.
Visâdenişin
f. Yastığa yaslanıp oturan.
Visak
Kuvvetli, kalın bağ. * Yeminle söz vermeler. Muahedeler. * Peyman.
Visal
(Vasıl. dan) Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma.(Fâni mevcudatın visali, madem fanidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi bir saniye gibi geçer. Hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. L.) Öyle ise Bâki'nin yolunda çalışmak lâzım gelir.
visâl
kavuşma.
Visam
(Vesim. C.) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar. * Güzel yüzlü olanlar. * Rastıklılar.
Visata
Kavim arasında şerefli ve aziz olmak.
Visaye
Vasiyet etmek.
Visl
(C.: Evsâl) Benzer. Misil. * Uzuv, âzâ, organ.
Visme
Bir boya otu. * Çivit yaprağı.
Vişah
(Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.
Vişam
(Veşm. C.) Dövmeler.
Vişaye
Koğuculuk, dedikoduculuk, gammazlık.
Vişn-ab
f. Vişne şerbeti, vişne şurubu.
Vitam
Çulhaların beze sürdükleri nesne.
Vitamin
Fr. Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır.
Vitas
Kazmak. * Kırmak.
3237
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vitr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Tek olan şey. Çift olmayan. Tenha. * Yatsı namazından sonra kılınan üç rekât namaz. * Kurban bayramından bir önceki gün. (Bak: Vetr)
Vizam
Her nesnenin ağırlığı. * Başka birşeyle karışmış olan nesne. (Buğdayla karışmış toprak gibi.)
Vizare
Yardım etmek. * Kuvvet vermek.
Vizite
ing. Ziyaret. * Doktorun bir hastayı ziyareti. * Hekim ücreti.
vizr
günah, hata, ağırlık.
Vizr
Günah. * Yük. Ağırlık. * Silâh. * Sırta vurulan ağır yük. Yük götürmek.
Vokal
İtl. Sesle anlatma. * İnsan sesinin müzikte kullanılması. * Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.
Volkan
Fr. Yanardağ.
Voyvoda
Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederlerdi. (O.T.D.S.)
Vu'az
(Vâiz. C.) Vâizler. Vaaz edenler.
Vufud
Gelme, geliş.
Vufur
Bolluk, çokluk, kesret.
Vuhufet
Kılın yumuşak ve çok siyah olması. * Çok fazla kıllı oluş, çok kıllılık.
Vuhul
(Vahal. C.) Çamurlu yerler. Bataklıklar.
Vuhuş
(Vahş. C.) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.
vuhûş
yabanilik, yabaniler.
Vuku'
Düşme, rastlama. * Olma, oluş. * Gidip çatma. * Bir hadisenin çıkış şekli, cereyânı.
3238
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
vukû
oluş, meydana gelme.
Vukuat
"(Vak'a. C.) Vak'alar, hâdiseler. * Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise. * Normal dışında olan hâdiseler.(Verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat, verilmeyen mertebeler; imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler, nihayetsize illet olamaz. Meselâ madenler diyemezler: ""Niçin nebatî olmadık?"" Şekva edemezler. M.)"
vukûât
oluşlar, hâdiseler.
Vukud
Ateş alıp yanma. Tutuşma.
vukuf
bilme, biliş.
Vukuf
Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş.
Vukufdâr
f. Haberi olan. Bilgili.
vukufiyet
iyice bilme ve anlama.
Vuku'-i hâl
Bir hâdisenin çıkış ve oluş şekli.
Vukuka
Tavuk gıdaklaması. * Köpek havlaması.
Vusafa
(Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar.
Vuska
(Bak: Vüska)
Vusla
Bir şeyi başka bir şeye ekleyen, bitiştiren şey.
vuslat
kavuşma.
Vuslat
Visal. Sevdiğine kavuşma, ulaşma, bitişme. Bitiştiren.
Vusta
(Müe.) Orta. Ortası. * Orta parmak.
vusta
orta.
Vusu'
Kudret, tâkat, güç, kuvvet.
Vusub
Dâim ve sürekli olmak. * Vâcip olmak.
Vusuk
(Visâk ve Vesâk. C.) Bağlar, râbıtalar. * Sözleşme yerleri. * Andlaşmalar.
3239
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vusul
Ulaşma, erişme, varma, yetişme.
vusûl
ulaşma.
Vuu'
Tilki.
Vuud
Vaidler. Vâdeler.
Vuul
şerefliler. * Kuvvetliler.
Vuz'
Kadının temizliğinin sonunda hayızdan evvel hâmile olması.
Vuzu'
Abdest alma. Abdest suyu. Abdest.
vuzûh
açıklık, netlik.
Vuzuh
Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik. * Aydınlık. * Edb: İfadede açıklık.
vücûb
sınırsız gereklilik.
Vücub
Vâcib ve lâzım olmak. * Sâbit olmak. * Sukut ve vuku. * Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak. * Güneşin batması. * Muztarib olmak.
Vücubî
Vücuba ait ve onunla alâkalı. * Müsbet.
Vücub-u zekât
Zekâtın vacib, şart oluşu. * Verilmesi Allah tarafından emredilmiş olan zekât.
Vücud
"Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.(Vücud mertebeleri muhteliftir. Ve vücud âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücudda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ: Âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hâfıza âlem-i mânadan bir kütübhane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i hâricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücudun, âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i hâricîden olan o âyine ve o hâfızanın şuurları ve kuvve-i icâdiyeleri
3240
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olsaydı, bir zerrecik vücud-u hâricîleri kuvvetiyle, o vücud-u mânevide ve misâlide hadsiz tasarrufat ve tahavvülât yapabilirlerdi. Demek vücud rüsuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan vücud rusuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıt altına girmezse; o vakit cüz'î bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun çok âlemlerini çevirebilir.İşte $ şu kâinatın Sâni'-i Zülcelâli vâcib-ül-vücuddur. Yâni: O'nun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sâir tabakat-ı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib râsih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sâir tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler: $ demişler. Yâni: Vücud-u Vâcib'e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler. M.)(Vücudun en kuvvetli mertebesi olan ""Vücub"" un; ve vücudun en sebatlı derecesi olan maddeden tecerrüdün; ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan ""mekândan münezzehiyet"" in; ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan ""vahdet""in sâhibi ""Zât-ı Vâcib-ül Vücud""un en has hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyyeti ve sermediyyeti, vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyâde mekâna yayılmış olan hadsiz kesretli bir maddi madde olan esir ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyyet isnad etmek ve onları ezeli tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlâhiyyenin onlardan neş'et ettiğini
3241
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
tevehhüm etmek, ne kadar hilâf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur'un müteaddid cüzlerinde kat'i bürhanlarla gösterilmiştir. L.)(Vücud ise; birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müreccihe olmak üzere ilim, irade, kudret sıfatlarını istilzam eder. İ.İ.)" vücûd
vücut, varlık, gövde.
Vücudî
Varlığa dair. Var olan şey ile alâkalı.
vücûdî
varlıkla ilgili, var olan.
vücûdpezir
var olma.
Vücud-u hâricî
Zâhir, ademden çıkmış olan. İlmî vücuddan âlem-i şehadete gelmiş olan. Maddî varlık, cismanî eşya.
Vücud-u hissî
His ile bilinen vücud. Hisse aid vücud, varlık. Duygulu cesed.
Vücud-u ilmî
İlmî varlık.(Vücud-u ilmî, hayat-ı umumiyenin ma'nevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye o ma'nidar ve o canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. S.)
Vücuh
(Vech. C.) Çehreler, yüzler, suretler. * Tarzlar. * Sebepler. * İmkânlar. * Münasebetler. * Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar. * Bir memleketin ileri gelenleri.
vücûh
vecihler, yüzler, yönler.
Vücuh-u i'caz
Mu'ciz olmanın yolları. İ'caz nevileri ve vecihleri.
Vücuh-u seb'a
Yedi vecih. Kur'anın yedi tarzda okunuşu.
Vücum
Tiksinme, iğrenme. * Darılma, küsüp susma. * Göğüse vurma. * Kederli olma.
Vücür
(Vicâr. C.) Arslan, ayı, kurt gibi vahşi hayvanların inleri. * Sel sularının oyduğu yerler.
Vüffed
(Vâfid. C.) Temsilciler, elçiler.
3242
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Vüfud
Erişme, gelme. * (Vâfid. C.) Elçiler, temsilciler.
Vüfur
Çokluk, bolluk, kesret. * Tamam olma.
Vühub
Çok fazla bağışta bulunan, çok bağışlayan.
Vükelâ
(Vekil. C.) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.
vükelâ
vekiller, bakanlar.
Vükelâ-i deâvî
Dâvâ vekilleri. Avukatlar.
Vükne
Kuş yuvası.
Vükub
Yavaş yürüme.
Vükul
Bir kimseyle birlikte bir işe girişme. İşbirliği.
Vükun
(Vekn. C.) Kuş yuvaları.
Vükur
(Vekr. C.) Kuş yuvaları.
Vülât
(Vâli. C.) Vâliler. * Sâhib çıkanlar. * Koruyan, muhafaza edenler.
Vülât-ı emr
Vâliler. İşin başındakiler, idareciler. İdareye memur zâbitler.
Vüleyd
(Veled. den) Küçük çocuk.
Vülu'
Bir şeye aşırı derece düşkünlük.
Vüluc
Girme, sokulma, duhul etme.
Vülug
Köpeğin su içmesi.
Vüreyd
Çok küçük damar.
Vürka
Siyahı galip olan bozluk.
Vüru'
Korkaklık.
Vürud
Geliş. Gelme. Vârid olma. Gelip yetişme. * Suya gitme. * (Verid. C.) Toplar damarlar. Siyah kan damarları.
vürûd
toplardamarlar.
Vüruk
Yan yatma.
Vüruş
Yemek yemek. * Ziyafet vermek.
3243
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Vüs' (vüs'at)
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Genişlik. Bolluk. * Fırsat. * Boş meydan. * Kuvvet, güç, tâkat. * Varlık, zenginlik. * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.
vüsât
genişlik.
Vüsema
(Vesim. C.) Damgalılar, dağlanmış olanlar. * Güzel yüzlüler. * Rastıklılar.
Vüska
Çok kuvvetli ve sağlam olan.
vüskâ
sağlam.
Vüsub
(Vesb - Vesib) Sıçrama, atlama. * Oturma.
vüsûk
sağlam inanç, güvenme.
Vüsuk
Sağlam inanma. İtimad etme, güvenme. Muhkemlik, sağlamlık.
vüsûl
kavuşma, erişme, ulaşma.
Vüsüd
(Visâde. C.) Yastıklar.
Vüşul
Mal azlığı. * Zayıflık.
Vüzera
(Vezir. C.) Vezirler. (Bak: Vezir)
vüzerâ
vezirler.
Vüzub
Lüzumluluk, icab etme, gereklilik.
Vüzub-i dem
Kan akma, kanama.
Vüzur
Tuzak. * Süprüntü sepeti.
Ya eyyühel hoto
Ey vahşi, kaba dağ adamı!
Ya leyte
Keşke, ne olurdu.
Ya
"""Hey, ey!"" mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. ""Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu"" da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi ""üstün"" meftuh okutur. ""Yâ Rabbe-l Âlemîn"" de olduğu gibi.""Yâ"" üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri olur. Kübrâ $ Hüsnâ gibi.2- Harf-i inkâr olur.3- Harf-i tezkâr olur. Bu hâlde elifle
3244
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
olursa ""Harf-i nidâ"" dır. Bâzen te'kid için kullanılır: ""Yâ Allah, Yâ Rabbi"" denildiği gibi. Bazen teessüf, istimdad ve istigase ifade ettiği de olur. ""Yâ meded Allah, Yâ Allah!"" gibi. Yâ, terdif beyan eder. "" Ve yahut"" manasına: ""Ya gelir ya gelmez"" gibi. Taaccüb ve istigrab beyan eder: ""Ya öyle mi?"" de olduğu gibi. Tasdik bildirir: ""Evet, hay hay"" mânasını ifade eder. ""Gider yâ"" gibi." yâ
ey, hey!
Yab
"f. ""Yaften: Bulmak"" mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab $ : Şifa bulan, iyileşen."
yaban
çöl, sahra.
Yaban
f. Çöl, sahra.
yabanî
alışmamış, yabansı.
Yabani
Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış.
Yabende
f. Bulan, bulucu. * Keşfeden, kâşif.
Yabis
Kuru.
yâbis
kuru.
Yabnak
f. Bulan, bulucu.
Ya'bub
Hızla akan nehir. * Suyu çok olan ark. * Bulut. * Hızla giden at.
yâd
anma, hatırlama.
Yâd
f. Anma. Hatırda tutma. Zikretme. * Hediye. * Hâtıra. * Hatır, gönül. * Uyanıklık.
Yad-bud
f. Armağan, yâdigâr.
Yadbüd
f. Hâfıza kuvveti.
Yaddar
f. Hatırda tutan, unutmayan.
Yaddaşt
f. Hatırda tutulan şey. Hâtıra.
Yade
f. Hâtıra.
3245
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yâd-ı şebâbet
Gençlik hâtırası.
Yâd-i hazin
Hüzünlü hâtıra.
yâdigâr
hatıra, hediye.
Yadigâr
Hatıra. Bir kimseyi veya bir şeyi hatırlatan.
Yadkerd
f. Hazırlama.
Yafe
f. Saçma ve mânasız söz.
Yafes
Hz. Nuh'un (A.S.) üçüncü oğlu. Tufandan sonra Hazar Denizinin kuzeyinde yerleşmiştir.
yafta
yakıştırma, damgalama.
Yafte
"f. ""Bulunmuş, bulmuş, bulunan"" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte $ : f. Şeref bulmuş."
Yafuf
Turaç kuşunun yavrusu.
Yafuh
Bıngıldak. Yeni doğan çocukların baş kemiklerinin arasındaki yumuşaklık.
Ya'fur
(C.: Yaâfir) Tüyleri toprak renginde olan ceylân. * Ceylân yavrusu. * Gecenin beşte veya altıda bir bölümü. * Peygamberimizin merkebinin adı.
Yağfirullah
Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir).
yağız
esmer, yavuz, yaman.
Yağma
f. Zorla mal alma, çapul. * Bir Türk boyu.
Yağmager
(C.: Yağmagerân) f. Çapulcu, yağmacı, zorba.
Yağmagerî
f. Çapulculuk, yağmacılık.
Yah
f. Buz.
Yahamim
(Yahmum. C.) Kara dumanlar.
Yah-aver
f. Buzlu şerbet, buzlu su.
Yahbeste
Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış.
3246
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yahçe
f. Donmuş yağmur taneleri, dolu taneleri.
Yahmum
(C.: Yahâmîm) Kara duman. * Tütün. * Kara nesne.
Yahmur
Yaban eşeği.
Yahni
f. Et yemeği, yahni. * Azık, zahire. * Pişmiş şey.
Yahpare
f. Buz parçası.
Yahte
f. Benzer, misil, eş, nazir. * Oda. * Küçük küp.
Yahtemil
İhtimal.
yahu
ey falanca.
Yahud
f. İsterseniz, veyâ. İyisi.
Yahudi
lânetli bir ırk.
Yahya (a.s.)
Zekeriya'nın (A.S.) oğludur. Benî İsrail Peygamberlerinden ve İsa Aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel edenlerden olmuştu. Hz. İsa'dan (A.S.) önce Tevrat'a göre hareket ederdi. Kudüs'ün o zamanki reisi, Hz. Yahya'nın, Hz. Musa şeriatı üzere amel etmediğini ileri sürdüklerinden şehid ettiler.
Yahyah
"""Beri gel"" demektir."
Yais
(Ye's. den) Ümitsiz, kederli, me'yus.
Yakaza
(Bak: Yakza)
yakaza
uyanıklık.
Yakazan
Uyanık kimse. * Tozu yükselen toprak.
Yakık
Katı nesne.
Yakıtî (yakutî)
Kırmızı üzüm.
Yakız
(C.: Eykâz) Uyanık.
Yakîn
"Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.)
3247
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)" yakîn
kesin biliş.
Yakînen
Hiç şübhesiz olarak, kat'i surette.
yakînen
kesinlikle.
yakînî
kesin, kesin bilmekle ilgili.
Yakînî
Şüphe edilmeyecek ilmî halde, hiç şeksiz bilinmeğe dair.
yakînîyet
kesin olarak bilip inanma.
Yakîniyyât
Yakînî bir surette bilinenler.
yaktin
bir tür bitki.
Yaktîn
Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı.
Ya'kub (a.s.)
Kur'an-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. Yusuf Aleyhisselâm'ın babası ve İshak Aleyhisselâm'ın oğludur. Bir adı da İsrail olduğundan bu sülâleden gelenlere İsrail oğulları mânasına, Benî İsrail denilmektedir. Büyük oğlunun adı Yehud olduğundan sonradan bunlara Yahudi denilmiştir. (Bak: Yusuf A.S.)
Yakut
Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı.
yakut
kıymetli bir süs taşı.
Yakut-u müzab
Erimiş yakut. * Göz yaşı. * Kan. * Kırmızı şarap.
3248
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yakut-u zerd
Sarı yakut. * Güneş.
yakza
uyanıklık.
Yakza
Uyanıklık. Dikkatte olma.
yakzan
uyanık.
Yakzân
Uyanık.
Yakzaten
Uyanık olarak. Şuurlu ve dikkatli surette.
Yâl ü bâl
Boybos düzgünlüğü.
Yâl
f. Kuvvet, güç. Boyun, gerdan.
Yalak
Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir.
Yalan
(Bak: Kizb)
yaldız
parlak sarı boya ile yapılan süs.
Yaldız
t. Cilâ. * Parlatmağa yarıyan şey.
Yale
f. Sığır boynuzu.
Yalmend
f. Aile reisi. Aile başkanı.
Ya'lul
(C.: Yeâlil) Beyaz bulut. * Su üzerinde peydâ olan kabarcık. * Çift hörgüçlü deve.
Yalvane
f. Kırlangıç kuşu.
Yam
f. Posta beygiri.
Yamak
Yardımcı, yardak, muavin.
Ya'mele
İşe dayanıklı cins dişi deve.
Ya'mur
(C.: Yeâmir) Bir nevi ağaç. * Oğlak. Kuzu.
Yamur
Başının ortasında bir sürü boynuzları olan bir cins geyiğin erkeği.
Yan
f. Hastanın sayıklaması.
Yanesun
Anason otu.
Ya'ni
(Yâni) Bundan maksat, demek, demek isteniyor ki.
3249
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yani'
Kıvama gelmiş, olmuş. Pişkin.
Yankesici
Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız.
yâr
dost, sevgili.
Yâr
f. Dost, ahbab, tanıdık. * Yardımcı. * Âşık. Mâşuk, sevgili.
Yara
f. Güç, kuvvet, kudret, takat.
yârabbenâ
ey Rabbimiz.
yârân
arkadaşlar, dostlar.
Yârân
f. Dostlar. Sâdık arkadaşlar. Sevgililer.
Yarane
f. Dostça.
Yârân-ı aşk
Âşıklar, aşk dostları.
Yârân-ı safâ
Zevk ve eğlence ile vakit geçiren dostlar. Safâ dostları.
Yâre
Yara.
Yâre-i hicran
Ayrılık yarası.
Yarek
f. Dölyatağı. Meşime.
Yâr-ı bîvefâ
Vefasız dost.
Yâr-ı cihar
(Bak: Çar yâr)
Yâr-ı gar
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh'ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır. (Bak: Sıddık)
Yâr-ı kadîm
Eski dost.
Yarı ümmi
Yazıyı tam yazamayan. * İlmi daha ziyade ilhama istinad eden.
Yârî
f. Yardım. * Dostluk.
Yarmend
f. Dost, muin, yardımcı.
Yarres
f. İmdada yetişen.
3250
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Yasemin
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Güzel kokulu, beyaz ve güzel çiçekler açan sarmaşık cinsinden bir ağaç.
Yasıb
Yeşim taşı.
Yasıf
Yeşim taşı.
Yasin suresi
Kur'an-ı Kerim'in 36. suresinin ismidir. Mekkîdir.
Yasin
Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim kendisine verilmiştir. (Bak: Huruf-ı mukattaa)
Yasir
Sol tarafa giden.
Ya'sub
"Arı beyi. * Emir, bey, reis. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir atının ismi. * Atın alnındaki beyazlık. * Bir nevi kuş.(Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. M.)"
yâsub
arı beyi.
yatır
evliya mezarı.
yâve
boş söz, saçma.
Yâve
f. Hezeyan. Yalan. Yaygara. Saçma sapan söz. * Sahipsiz hayvan.
Yâve-gû
(C.: Yâve-guyân) f. Saçmasapan konuşan, saçmalayan.
Yâver
f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur.
yâver
yardımcı, memur.
Yâverân
(Yâver. C.) f. Yâverler. Yardımcılar.
Yâver-i ekrem
Cenab-ı Hakk'ın emrinde çalışan en makbul yâver, en kerim olan Hazret-i Muhammed. (A.S.M.)
Yâverî
f. Yâverlik, yardımcılık.
3251
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yâveriekrem
en kerim yaver, Peygamberimiz.
Yavuz sultan selim
"(Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırına kurşun atacak kadar işi ileri götürdüler. Yavuz Selim hemen çadırından dışarı fırladı; atına atladığı gibi toplu bir halde duran Yeniçerilerin arasına atını sürdü, öfkeli nazarlarla sert sert baktıktan sonra:"" -Bre asker kıyafetli korkak herifler! Askerî itaat, emre muhalefetten mi ibarettir? Zahmete katlanmadan zafer kazanmak kande görülmüştür? Şecaat ve erliğinden şüphe edenler, rahatını düşünenler geri dönüp karılarının yanlarına gitsinler. Ben buraya kadar zahmetler ihtiyar edip, kemal-i zelilâne bir surette geri dönmek için gelmedim. Şemşir-i celâletim altında hamaset ve şecaat göstermek isteyenler benimle beraber gelsinler. Siz gelmezseniz, ben yalnız da giderim...' diyerek atını Çaldıran'a doğru sürmüştür. Neticede Şah İsmail'e galip geldi. Şiiliğin Anadolu'ya yayılmasına mani oldu. Daha sonra Tebriz ve Mısır'ı aldı. Hutbelerde ""Haremeyn-i Şerifeyn'in Hâdimi"" diye ismini okuttu ve ilk Osmanlı Hâlifesi oldu. Osmanlı Devletinin topraklarını iki misline çıkardı. Büyük bir İslâm ittihadı için gayret gösteriyordu. Şirpençe denilen bir çıban vesilesi ile Rahmet-i Rahman'a kavuştu. Türbesi, İstanbul'da yaptırdığı Sultan Selim Camii avlusundadır. (R. Aleyh)"
Yavuz
şiddetli yanan. * A'lâ, fevkalâde. * Pek sert.
yavuz
şiddetli, pek sert.
Yazdeh
f. Onbir.
3252
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yazdehüm
f. Onbirinci.
Ya'zid
Acı marul.
Yeakib
(Ya'kub. C.) Erkek keklikler.
Yealil
(Ya'lul. C.) Suları berrak ve saf akan göller. * Beyaz bulutlar. * Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar. * Çift hörgüçlü develer.
Yeasib
(Ya'sub. C.) Reisler, başkanlar, başlar. * Arıbeyleri.
Yebab
f. Yıkık, bozuk, harap, virâne.
Yeban
f. Sahra, çöl. * Issız ve tenha yer.
Yebani
f. Görgüsüz, kaba. * Yabâni, kırlarda biten. * Sıkılgan, ürkek. (Bak: Yabani)
Yebes
Sonradan kuruyan yaş mevzi.
Yebrem
"""Gelberi"" ismiyle bilinen bir cins demir kürek."
Yebs
Islak şeyin kuruması.
Yebuset
Kuruluk, nemsizlik, rutubetsizlik.
Ye'cüc ve me'cüc
"Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.(Ye'cüc ve Me'cüc hâdisatının icmâli Kur'anda olduğu gibi, rivâyette bir kısım tafsilât var. Ve o tafsilât ise, Kur'anın muhkemâtından olan icmâli gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar te'vil isterler. Belki râvilerin içtihadları karışmasıyla tâbir isterler. Evet $ Bunun bir te'vili şudur ki: Kur'an'ın lisan-ı semavîsinde ""Ye'cüc ve Me'cüc"" nâmı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa'yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zir-ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efrâdı onlardandır. Evet,
3253
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ihtilâl-i Fransavîde hürriyet-perverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir, bilâhare Bolşevikliğe inkılâb etti. Ve Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkıye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan; elbette, ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir; daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise; Çin-i Maçin'de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acâib-i seb'a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinî'nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki, Kur'an'ın mücmel haberini tefsir eden Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) mu'cizane ve muhakkikane haber vermiş. Ş.) (Bak: Mürted)" Yêcüc-Mêcüc
Kurânda sözü edilen düzen tanımaz bir topluluk.
yed
el.
Yed
El. * Mc: Kuvvet, kudret, güç. * Yardım. * Vasıta. * Mülk.
Yedan
Eller. İki el.
Yedeyn
İki el.
Yed-i beyzâ
Musa Aleyhisselâm'ın mu'cize olarak gösterdiği beyaz ve parlak eli. Bu tabir mecaz olarak keramet ve hârikulâde haller ve meziyetler hakkında kullanılır.
3254
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Yed-i emin
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kanunen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs. * Mahkemece kendisine bir şey emanet olunan kimse. * Emniyetli, tehlikesiz ve korkusuz yer. * Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir lâkabı.
Yed-i kudret
Allah'ın kudreti ve kudretinin tasarrufu.
Yed-i rahmet
Rahmet eli, Rahmetle ihsan edilmesi.
Yed-i tasarruf
Sahibolma, sâhiblik.
Yed-i tulâ
En uzun el. * Geniş nüfuz. * Tam, çok geniş ilim ve ihtisas. * Büyük kudret.
yedibeyzâ
beyaz el.
yedikudret
kudret eli.
Yediyy
El ile dokunmuş.
Yedullah
Cenab-ı Hakk'ın kudreti, yardımı.
Yefa'
Yüksek yer.
Yefen
Bunak adam.
Yeftenc
Sevgililerin zülüfü kendisine benzetilen siyah renkli büyük bir yılan.
Yegân yegân
f. Ayrı ayrı. Birer birer.
Yegân
f. (Yek. C.) Birler. Tekler. Teker teker.
Yegâne
Tek, bir.
yegâne
tek, bir.
Yegâne-gî
f. Teklik, yegâne ve tek oluş.
Yegden
f. Birden, birdenbire.
Yegus
Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine ait bir put.
Yehhir
Katı ve sert taş. * Serap.
Yehma
Sahra, çöl.
Yehmum
Kömür gibi simsiyah olan şey. * Zifir ve kara duman. * Cehennem ahalisini ihata eden perde.
3255
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Yehmur
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Çok sözlü, çok konuşan adam. * Çok çalışkan ve işe cür'etli olan kişi. * Yeri götüren balık.
Yehr
İnat etmek.
Yehûd
Yahudiler.
Yehud
Yakub (A.S.) ın büyük oğlunun adıdır. (Bak: Ya'kub)
Yeis
(Ye's) Ümitsizlik. (Bak: Ye's, Himmet)
yeis
ümitsizlik.
yek
bir.
Yek
f. Bir, münferid. * Bir oluş, birlik.
Yek-âvâz
f. Tek sesli, bir sesli. * Mc: Bir tarzda, bir şekil üzerine. * Edb: Başından sonuna kadar aynı kuvvette güzel olan manzume.
Yekâyek
f. Birer birer. Tek tek. * Ansızın.
Yekbar
(Yekbâre) f. Bir defa, bir kere. Bir defada.
Yekcins
f. Aynı cinsten.
Yekçeşm
"Tek gözlü. * Âhir zamanda gelecek olan Deccal'ın bir ismi. ""Sadece dünya hayatını şiddetle isteyip âhireti unutan ve inkâr eden"" meâlinde mecazen söylenilmiştir. * Güneş. (Bak: Deccal)"
yekçeşm
tek gözlü.
Yekdane
f. Eşi, benzeri olmayan. Tek.
Yekdem
f. Bir nefes, çok az, çok kısa.
Yekdest
f. Bir elli, tek elli. * Bir çeşit, bir cins. * Eskiden yapılmış bir çeşit rende.
Yekdiğer
Bir başkası.
yekdiğer
bir başkası.
Yek-dü-se
f. Bir-iki-üç.
Yeke
f. Yalnız, bir, tek.
3256
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Yeknesak
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Devamlı aynı halde olan. Biteviye. Değişmez bir hal.(Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider. L.)
yeknesak
tekdüze, monoton.
Yekpa
f. Tek ayaklı. Topal.
yekpâre
tek parça.
Yekpare
Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız.
Yekreh
f. Riyasız, doğru.
Yekrişte
f. Uygun, muvafık, yaraşır. * Şefkatli.
Yekru(y)
f. İki yüzlülük yapmayan, riyasız. * Hâlis ve itimad edilir dost.
Yekruz
f. Bir günlük. Geçici, muvakkat.
Yeksal
f. Bir yıllık. Bir yaşında.
Yeksan
Beraber. Bir. * Düz. * Her zaman.
yeksan
dümdüz, yerle bir.
Yekser
f. Baştan başa. * Ansızın. * Yalnız başına.
Yeksüvare
(C.: Yeksüvârân) Yalnız başına ata binen. * Mc: Arkadaşı olmayan kimse.
Yekşebe
f. Bir gecelik.
yektâ
tek, eşsiz, yalnız.
Yekta
Tek, yalnız, eşsiz. * Bir kat.
Yektene
f. Tenha, yalnız başına.
Yekûn
"Toptan, hepsi. Netice. Toplam. (Arapçada; olur-oluyor mânâsınadır)"
yekûn
toplam.
Yekvücud
Tek kişi gibi. Hep birden.
yekvücud
tek varlık, bir kişi gibi.
3257
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Yekzeban
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Söz birliği. Ağız birliği. Sözde beraberlik. * Aynı dili konuşan. Bir dilde.
Yel
(C.: Yelân) Pehlivan. şampiyon.
Yelan
(Yel. C.) f. şampiyonlar, pehlivanlar.
Yelda
f. Uzun.
yeldâ
uzun.
Yele
f. Kuvvetle saldıran. * Otlağa salınmış hayvan sürüsü. * Koşan, koşucu, seğirten. * Bazı hayvanların ensesindeki kıllar.
Yeleb
Beyaz deve. * Polat demir. * Toplamak, cem'etmek. * Deriden yapılmış cübbe, zırh ve gömlek. * Kalkan.
Yelek(a)
Her nesnenin beyazı. * Beyaz keçi.
Yelel
Üst dişlerin kısa olması.
Yelem
Aslâ yemişi olmayan sert ve katı ağaç.
Yelemlem
Deri. * Bir yerin adı. (Yemenliler ihramı orada giyerler.)
Yelended
Etli, semiz kimse.
Yelma'
Yalancı. * Serap.
Yelmek
(C.: Yelâmık) Kalın kaftan.
yelpez
yelpaze.
Yelpez
Yelpaze. * Serinletmek için el ile havalandırma âleti.
Yeltenmek
t. Bir şeye başlamağa niyet etmek. Teşebbüse kalkışmak. Özenmek. Taklide çalışmak.
Yemame
Ehlî güvercin.
Yemen
Arap diyarında bir vilayet ismi.
Yemhur
Uzun boylu adam. * İt sineği.
yemin
and, sağ, bereket, hayır.
3258
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Yemin
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Sözü Allah'ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem. * El tutuşarak, Allah'a bağlılıklarını bildirerek, Allah'a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek. * Mübarek. * Sağ taraf, sağ el.
Yemin-i lâğv
"Alışkanlıkla veya dil sürçmesiyle veya sehven yapılan yemindir (ki; şer'an kefâret lâzım gelmez)."
Yemm
Deniz, bahir, derya, umman. * Güvercin kuşu.
Yen'
Yemişin olgunlaşması.
Yenabi'
(Yenbu'. C.) Kaynaklar, pınarlar, çeşmeler. * Kedi yavruları.
yenabi
kaynaklar, çeşmeler.
Yenabi'-i ulûm
İlim kaynakları, çeşmeleri.
Yenarık
Yassı bilezik.
Yenbagi
Münasib, uygun, şâyân. Lâzımgelir, icab eder, gerekir.
Yenbu'
(C.: Yenâbi) Pınar, kaynak. * Kedi yavrusu.
Yenbub
Dikenli bir ağaç.
Yengeç
t. Çok ayaklı ve yan yan yürüyen, başının iki tarafında iki kıskacı olan deniz veya durgun sularda yaşayan bir küçük hayvan.
Yenhub
Korkak.
Yenme
(C.: Yünem) Bir nevi ot.
Yera
(Yerâa. C.) Yontulmamış kamış kalemler. Kamışlar. * Ateşböcekleri.
Yera'
Sığır buzağısı.
Yeraa
(C.: Yerâ) Kamış düdük. * Yontulmamış kalem.
Yerabi'
(Yerbu'. C.) Tarla fareleri.
Yerbu'
(C.: Yerabi') Arap tavşanı adı verilen yaban faresi.
Yerekan
Sarılık hastalığı. * Ekin âfetlerinden bir âfet.
Yerer
Katı ve sert nesne.
3259
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Yerhamükümullah
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"""Allah (C.C.) size rahmet ve merhamet eylesin"" meâlinde dua olup, aksıran kimseye söylenmesi sünnettir. (Bak: Teşmiyet)"
Yerhum
Erkek kartal.
Yerku'
Şiddetli açlık.
Yerma'
(C.: Yerâmi) Alçı taşı.
Yerun
Ağu, zehir. * Aygır suyu.
Ye's
"Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek.(Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olmayan azaptan korka, ye'se düşer. Böyle me'yusun gözüne, dinî mes'elelere münafi edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez; diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. M.N.) (Bak: Ucb)"
yês
ümitsizlik.
Yesag
f. Kanun, nizam. * Yasak.
yesar
sol el.
Yesar
Sol, sol el. * Varlık, zenginlik. * Gençlik. * Bolluk. * Kolaylık.
Yesaret
Zenginlik. * Kolaylık.
Yesarî
Sola ait. Sol ile alâkalı.
Ye's-aver
f. Ümitsizlik veren. Me'yus eden.
Yesbehun
Yüzerler. (manasında)
Ye's-efza
Kederi, ye'si ve elemi artıran.
Yeser
Kolaylık, sühulet. * Birinin sağ tarafından gelme. * Yün, ip gibi şeyleri bükme.
Yesir
Az şey, az, kalil. * Kumarbaz. * Kolay.
Yesr
Öldürmek.
3260
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yesrib
Medine-i Münevvere'nin müslümanlıktan evvelki ismi. (Bak: Medine)
Yessir
Kolaylaştır (meâlinde duâ).
Yesteur
Medine yakınında bir yer. * Deve sağrısına yapılan palas. * Belâ. * Bâtıl. * Misvak ağacı.
Yesur
Kumarbaz.
Yeşb (yeşf-yeşm)
Yeşim denilen taş.
Yeşk
f. Köpek dişi adı verilen sivri diş.
Yetama
(Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.
Yetem
(Bak: Yütm)
yetim
babası ölmüş çocuk.
Yetim
Babası ölmüş olan çocuk. * Tek, eşsiz, yalnız. (Çocuk baliğ olduktan sonra yetimlik ondan kalkar. Anası ölene ise daha çok öksüz denir.)
yetimane
yetim gibi.
Yetime
Yetim kız. * Eşsiz.
Yetim-hâne
f. Yetim çocukların bakılıp beslendiği yer.
Yetim-üt tarafeyn
Anası ve babası ölmüş çocuk. Anadan babadan yetim kalmış çocuk.
Yetn
Doğum ânında çocuğun ayaklarının evvel çıkması.
Yetu'
Sütleğen otu.
Yeuk
Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin putlarından bir putun ismi.
Yeus
(Ye's. den) Ümitsiz, ümidi kesilmiş, me'yus.
yevm
gün.
Yevm
Gün. Yirmidört saatlik zaman. * Sene. * Asır. Devir. * Devre.
Yevmen fe yevmen
Günden güne, gittikçe.
Yevm-i fasl
İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü. Bundan başka kıyamet gününe aşağıdaki isimler de verilir: Yevm-ül cem', yevm-ül cevab, yevm-ül cezâ, yevm-üd din, yevm-ül
3261
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ahd, yevm-ül feza-ul ekber, yevm-ül haşr, yevm-ül hisâb, yevm-ül ivaz, yevm-ül karar, yevm-ül karia, yevm-ül kıyam, yevm-ül kıyame, yevm-ül mev'ud, yevm-ül miâd, yevm-ül misak, yevm-ül mizan, yevm-ül va'd, yevm-ül vâkıa, yevm-üs suâl, yevm-ül arz. Yevm-i misak
Sözleşilen gün. * Kıyâmet Günü.
Yevm-i nüşur
Kıyamet günü, mahşer günü. Herkesin amel defterinin açılıp neşredilip gösterileceği gün.
Yevm-i şevk
Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.
Yevm-i tenad
Kıyamet günü.
yevmî
günlük.
Yevmî
Günlük. Güne ait.
Yevm-id din
"Din günü, ceza günü, mâneviyat günü.(...Nasıl dünya; maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını, belki o fâniyat ve zailâtın bâki ve dâimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zaillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir, diye ifade ediliyor. E.L.)"
yevmiye
gündelik.
Yevmiye
Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret. * Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete.
Yevm-ül fetih
Fetih günü. * Mekke-i Mükerreme'nin fethi.
Yevm-ül hamis
Perşembe günü. Beşinci gün.
Yevm-ül hulud
Kıyamet günü.
Yevm-ül huruc
Kıyamet günü.
Yevm-ün nahr
Zilhiccenin onuncu günü.
3262
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yevm-üt telâki
Kıyamet günü. Ruz-u mahşer.
Yez
f. Bağ, bahçe, tarla vs. gibi arazilerin etrafına çekilen dikenli çalı. Çit.
Yezdan
f. Cenab-ı Hak. * (Mecusilerce) : Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri mevhum mâbud.
Yezdanî
İlâhî. Yezdan'a ait ve müteallik.
Yezek
f. Bekçi, gece bekçisi.
Yezid bin ebi süfyan
Ebu Süfyan'ın oğlu. Hz. Muaviye'nin büyük kardeşi idi. Ashab-ı kiramdan ve çok sâlih bir zât olup, Mekke-i Mükerreme'nin fethinde müslüman oldu. Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallâhü anh'ın Şam'a gönderdiği orduda bir birliğin kumandanı idi. Hz. Ömer zamanında Filistin valisi olmuştu. Taundan vefat eyledi. (R.A.)
Yezid
(Hi: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi.
Yoga
Bâtıl Hind felsefe sistemi. Bunlar tam bir dalgınlık ve hareketsizlik ile ve çile çekmekle gayelerine ulaşacaklarını sanarlar.
Yogi
Hindistan'da çilecilere (yogalara) verilen isim.
yoldaş
yol arkadaşı.
Yol-daş
Yol arkadaşı.
Yordam
t. Edâ. * Alâyiş, tantana, debdebe. * Meleke, çalım, çeviklik, alışkanlık, yatkınlık. Çabukluk.
Yorum
Uydurma bir kelimedir. (Bak: Tefsir)
Yorumlamak
(Bak: Tefsir etmek)
yörük
göçer, göçebe.
Yuce
f. Damla, katre.
3263
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Yuda
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir ve onu ihbar edip ihanet etmiştir. Yehuda veya Yuda Şem'un da denir. (Ol hangi acib sır ki, çıkar göklere İsa. Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yuda. E.L.)
Yûdlûn
Tarhun otu.
Yug
f. Boyunduruk.
Yuh
"(Yuhâ) Güneşin isimlerindendir. * Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna ""yuha çekmek"" denir."
Yuhanna
Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir.
Yunanî
Yunanlı.
Yunus (a.s.)
"Benî İsrail peygamberlerinden ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçenlerdendir. Elyesa (A.S.) dan sonra Ninova şehrine gönderildi. Şehir ahalisi kendisine itaat etmediği için müteessir olarak bir gemiye binmiş ve oradan denize atılmış. Cenab-ı Haktan emir almadan şehri terk ettiğinden bu hâl başına gelmişti. Büyük bir balık onu yuttu. Hz. Yunus tam bir iltica ile Allah'a dua etti ve balık onu gece, bir sahil kenarına bırakıverdi. Sıhhat bularak tekrar Ninova şehrinde ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğe devam etti.(İşte Hz. Yunus Aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor. Onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz hutumuz (balığımız) dur. Hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor.
3264
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder, bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Madem hakiki vaziyetimiz budur biz de Hazret-i Yunus'a (A.S.) iktidâen umum esbabdan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip ""Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü minezzâlimîn"" demeliyiz. L.)" Yunus emre
"(Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile görüştü. Risalet-in Nasuhiye isminde Mesnevî tarzında bir eser yazdı. Şiirleri daha sonra ""Divan"" adlı bir kitapta toplandı.Mevcudattaki her zerrede Cenab-ı Hakk'ın varlık ve birliğini okutturan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bir eserinde, sinek kanadının hârika san'atından, tevhide delil ve alâmet olduğundan bahsederken şöyle der:""- Bir sineğin kanadı, vücudu ne kadar hârika bir san'at-ı Rabbaniye olduğuna lâtifâne bir işaret olarak meşhur Yunus Emre'nin bu fıkrası ne güzel bildirir:Bir sineğin kanadın, kırk kağnıya yüklettim. Kırkı da çekemedi, şöyle kaldı yazılı..."""
Yunus suresi
Kur'an-ı Kerim'in 10. suresidir. Mekkîdir.
Yunusvârî
Yunus alehisselâm gibi.
Yusuf (a.s.)
"Hz. Yakub'un (A.S.) oniki oğlundan en küçüğü idi. Babası kendisini çok severdi. Gördüğü bir rüyayı babası tabir ederek peygamber olacağını ve bütün kardeşlerinin kendisine itaat edeceklerini söyledi.
3265
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Kardeşleri kendisini kıskandıkları için bir hile ile izini kaybetmek istediler ve bir kuyuya attılar. Oradan Mısır'a giden kervancılar aldılar. Mısır'da köle diye sattılar. Sarayda Mısır Maliye Nâzırı'nın yanında hizmet ederdi. Güzelliği, temizliği dillere destan oldu. Mısır Azizi'nin karısı Zeliha'nın iftirasına uğrayarak bir müddet hapiste, zindanda kaldı. Orada peygamberlikle müşerref oldu. Mısır Meliki'nin gördüğü rüyayı en sahih olarak Hz. Yusuf (A.S.) tabir ederek bir müddet sonra hapisten çıktı. Rüyadaki tabir gibi yedi sene bolluk oldu. Ve ondan sonra da yedi sene kıtlık başlamıştı. Hz. Yusuf da Hazine Nâzırı tayin edildi. Her taraftan mahsul, yiyecek almağa gelirlerdi. Kenan illerinde hasta ve Yusufuna ağlamakla gözleri görmez olan Hz. Yakub'un evlâdları da mahsul almak için geldiler. Hz. Yusuf evvelâ onları tanımazdan geldi, sonra onlara iyilik etti ve babalarını da Mısır'a davet etti. Yusuf'un gömleğini gözüne sürmekle Hz. Yakub'un gözleri de açılmıştı. Yusuf (A.S.) Mısır'a aziz oldu, Zeliha ile evlendi. Kardeşleri, babası da Mısır'a davet edildi ve mes'udane bir hayata kavuştular. Kısas-ı Enbiya)(Hz. Yusuf (kendisi) Cenab-ı Hak'tan vefatını istedi ve vefat etti. O saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun...İşte Kur'an-ı Hakîm'in şu belâgatına bak ki, Kıssa-i Yusuf'un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki; kabrin arkası için çalışınız, hakiki saadet ve lezzet ondadır... Hem Hz. Yusuf'un âlî
3266
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
sıddıkiyyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu hâleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor. M.)" Yusuf suresi
Kur'an-ı Kerim'in 12. suresidir. Mekkîdir.
Yusûfiye
Yusuf aleyhisselâmın da hapis yatması ve mahpusların piri olması sebebiyle Bediüzzaman Hazretlerinin hapishaneye verdiği isim.
Yuşa (a.s.)
Hz. Musa'dan (A.S.) sonra peygamber olmuş ve Benî İsrail'i çöllerden kurtarmıştı. Ondan sonra pek çok reisler Yahudilerin idaresinde bulundu, bazan da hâkimsiz kalarak esaret hayatı yaşadılar. Tâ bir müddet sonra İsmail (A.S.) hâkim oldu. Onbir sene Benî İsrail'i idare etti. Sonra içlerinden bir melik olmasını istediler. İsmail (A.S.) Tâlut'u intihab eyledi. Benî İsrail meliklerinin birincisi Tâlut oldu. Tâlut saltanata geçtikten sonra Hz. İsmail'in (A.S.) tedbiri üzere Benî İsrail'den bir ordu tertib etti ve Filistin üzerine yürüdü. Düşmanları Amelika ordusu karşı geldi. Reisleri Câlut meydana çıkıp er istedi. Tâlut tarafından Hz. Dâvut çıktı ve Câlut'u öldürdü. Bir müddet sonra devlete, Benî İsrail'e Hz. Dâvut (A.S.) hâkim oldu. Amelika ile sonradan bir muharebede Tâlut öldü. Dâvut (A.S.) nübüvvetle saltanatı cem' eyledi. Kudüs'ü pay-i taht eyledi. Kırk sene idareyi Musa'nın (A.S.) şeriatı üzerine Benî İsrail'i idare eyledi.
Yuz
f. Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars.
Yuze
f. El açan, dilenci.
Yübs
Kuruluk.
Yübuset
Kuruluk.
Yüdi
(Yed. C.) Eller.
Yümkin
Olabilir, mümkün olur.
3267
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Yümn
(Yümün) Kuvvetli, uğur, bereket.
yümn
uğur, bereket.
Yümna
Sağ taraf, sağ el.
Yümne
Yemen alacalarından bir alaca kumaş.
Yümn-i iman
Kuvvetli imandan gelen bereket ve kuvvet, saadet.
Yümnî
Uğura, berekete ait. Uğurlu.
Yümum
(Yemm. C.) Denizler.
yümün
uğur, bereket.
Yürîd
her fiilini kendi iradesiyle yapan Allah.
Yürna
Kına.
Yüscan
Yeşil taylasanlar.
Yüsr (yüsür)
Kolaylık. Genişlik. Rahatlık. Zenginlik. Gına. Refah.
yüsr
kolaylık.
Yüsra
Sol taraf. Sol el. (Eyser'in müennes)
Yüsret
Kolaylık, sühulet. Rahat.
Yüsrug
Ot arasında olan kırmızı bir böcek.
Yüsur
Ekşi yüzlü olmak.
Yüsür
Kolaylık, sühulet, yüsr.
Yütm
(Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) Bir çocuğun pederi vefat etmekle pedersiz kalması ki: Bu, yalnız insanlara mahsustur. Hayvanatta ise vâlidesiz kalmaya denir. Yetim de denir. (L.R.)
yütm
yetimlik.
Yüus
(Ye's. C.) Yeisler, ümitsizlikler, kederler.
Za
"""Ze"" harfinin adı."
Zaaf
(Bak: Za'f)
zaaf
zayıflık.
3268
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zaafiyet
zayıflık.
Zaal
Şâdlık, neşeli oluş, neşat.
Zaan (zıân)
Deve üstüne mahfe bağladıkları ip.
Zaar
şiddetli korku.
Za'ar
Zâlim kimse ki herkes ondan korkar.
Zaarre
Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması.
Zaazi'
(Za'zaa. C.) Sarsmalar, ırgalamalar.
Zab
(Zevben - Zevebânen) Eriyen, erimiş, eridi.
Za'b
Avaz, ses, savt. * Bacanak.
Zab'
Sırtlan.
Zabab
Rutubetli duman. Sis.
Zabazıb
Devenin çok acıktığında karnının ötmesi.
Zabb
Kertenkele, keler.
Za'bel
(C.: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk.
Zabıt
Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı. * Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı. * Yazı varakası. * Birçok kimselerce imzalanan rapor.
zâbıta
emniyet görevlisi.
Zâbıta
Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis. * Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ.
Zâbıta-i ahlâkıye
Ahlâk zâbıtası.
Zâbıta-i belediye
Belediye zâbıtası.
zabıtnâme
tutanak.
Zâbih
(Zebh. den) Boğazlayan, kesen. Kurban kesen.
3269
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zabil
Kısa boylu.
Zâbit
(C.: Zâbitân) Askere kumanda eden rütbeli asker. * Kuvvetli, yavuz. * Zabteden. Başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan. * Subay. * Mc: Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan kimse.
zâbit
subay.
Zâbitân
(Zâbit. C.) Zâbitler. Subaylar.
zâbitân
subaylar.
Zabt u rabt
Disiplin, âsâyiş, düzen. * Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza.
zabt
alma, tutma, bağlama.
Zabt
Zabt etmek. İdâresi altına almak. * Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek. * Kavramak. * Kaydetmek. Hülâsasını yazmak. * Bağlamak.
Zabtıyye nâzırı
Emniyet genel müdürü.
Zabtıyye nezareti
Emniyet Umum Müdürlüğü'nün eski ismi.
Zabtıyye
Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min maksadı ile çalışan hükümet kuvveti.
zabtiye
polis veya jandarma.
Zabt-nâme
f. Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt.
zabturabt
tutma ve bağlama, disiplin.
Zabu'
(C.: Zıbâ) Sırtlan.
Za'bub
Kısa boylu fena adam.
Zaby
Geyik, karaca, gazâl denen hayvan.
Zabyan
Ağaç.
Zabzab
Men'etmek, engel olmak. * Ayıp. * Zahmet. Maraz, hastalık.
Zac
Kara boya.
Za'c
Koparmak.
3270
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zacc
Cenk arasında medet istemek. Savaşta yardım istemek.
Zacir(e)
Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan.
Zad
(Ziyadet. den) Artsın, çoğalsın.
zâd
azık.
Zade
f. Evlâd, oğul. * İyi insan. * Nikâh neticesi olmuş çocuk. * Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) $ : Padişah evlâdı.
zâde
oğul, çocuk.
zâdegân
asil, soylu.
Zadegân
f. Asâlet. * Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. * Meşhur ve belli âileler cemaatı.
Zadegî
f. Asillik, soy temizliği, zadelik.
Zade-i tab'
(Zâde-i tabiat - Zâde-i hâtır) Bir kimsenin kabiliyetinden, tabiatından meydana gelen eseri.
Zadellah
Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua).
Zaden
f. Doğmak, doğurmak.
Zâd-ı âhiret
Âhiret için hazırlık. Âhiret azığı. İbadet ve sâlih amel.
zâf
zayıflık, kuvvetsizlik.
Za'f
Zayıflık. Kuvvetsizlik. İktidarsızlık.
Zafair
(Zafire. C.) Örülmüş saçlar.
Zafar
Yemen diyarında bir şehrin adı.
zafer
başarma, üstün gelme.
Zafer
Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme. * Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma.
Za'feran
(C.: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek.
Zafere
Göze inen perde.
3271
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zafer-yab
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine erişen.
zaferyâb
zafer kazanan.
Za'f-ı te'lif
Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması.
Za'fî
Zayıflığa aid. Kudretsizliğe, cılızlığa dair.
Zafir
Galib gelmiş olan.
Zafire
Yar, yoldaş. * Kavim. Kabile.
zâfiyet
zayıflık.
Za'fiyyet
Zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük.
Zafr
(Bak: Zufr)
Zafre
Çukur yer.
Zag
(C.: Ziygan) f. Karga ve kuzgun. * Fitneci, gammaz.
Zagafe
(C.: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek. * Geniş nesne.
Zagain
(Zagine. C.) Kinler, nefretler.
Zagak
Kızılcık yemişinin çekirdeği.
Zagan
f. Çaylak.
Zagar
Av köpeği.
Zag-beçe
f. Karga yavrusu. Yavru karga.
Zagine
(C.: Zagain) Kin, nefret.
Zagt
Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme.
Zagzag
Zayıf nesne.
Zagzaga
Mânâsız söz. * Bir nesneyi gizlemek.
Zaha
Çirkin kokulu, pis kokulu.
Zahair
(Zahire. C.) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler.
Zahar
Arka ağrısı.
Zahara
Ev eşyası.
3272
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zahf
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme. * (Çocuk) emekleme. * Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi.
Zahh
Hışım ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. * Kovmak, def'etmek.
Zahib
(Zehâb. dan) Giden, gidici. * Bir zanna kapılan. Bir fikre uyan.
zâhib
giden, gidici.
zâhid
din için dünyayı önemsemeyen.
Zahid(e)
(Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf.
zâhidâne
din için dünyayı önemsemeyen kimse gibi.
Zahidâne
f. Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi.
Zahif
Nişandan beri düşen ok. * (C.: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen.
Zahife
(C.: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler.
Zahih
Ateş közünün parlaması.
Zahik
Berbat, perişan, helâk olmuş. * Bâtıl. Köhne.
Zahil
(Zühul. den) İhmal eden. Unutan.
Zâhir
" ""bütün varlıkların dış yüzünü yaratan ve dışına da hükmeden"" mânâsında ilâhî isim."
zâhir
görünen, belli.
Zahir
Parlak, parlayan. Hüsün ve safvet üzere olan.
zahîr
yardımcı, arka çıkan.
zahîre
ambardaki tahıl, azık.
Zahire
Anbarda saklanan yiyecek, hububat. Azık.
Zahire-i âhiret
Ahiret azığı. Hayır ve iyilikler. Sâlih amel ve ibâdetler.
zahiren
görünüşe göre.
3273
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zâhiren
Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi.
Zâhirî mezheb
"Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, ElCâmi-üs Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, EsSiyer-ül Kebir) nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir. Buna ""Zâhir-ür rivâyât mesâili"" denir. İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değil, üstadları İmam-ı A'zam ve Ebu Yusuf'un akvâl-i fıkhiyesini zikretmiştir."
Zâhirî
(Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan. * Zâhiriyyun mezhebine âit olan. (Bak: Zâhir)
zahirî
görünüşte.
Zâhiriyyat
Dış görünüşler.
Zâhiriyyun
Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar. * İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.
zahirperest
dış görünüşe kıymet veren.
Zâhir-perest
f. Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen.
Zâhit
(Bak: Zâhid)
Zahk
Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması.
Zahl
Öç. İntikam almak. * Düşmanlık, adâvet etmek, kin tutmak.
Zahm
Galebe etmek. * Omuz vurmak. * Sıkıştırmak. * Tazyik.
Zahmdar
f. Yaralı, mecruh.
Zahme
f. Vurma, darbe. * Yara, ceriha. * Üzengi kayışı.
Zahmet
Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk. * Zor, güç.
zahmet
sıkıntı, zor, güç.
3274
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zahmhurde
f. Mecruh, yaralı.
Zahm-i tîg
Kılıç yarası.
Zahm-i zeban
Dil yarası.
Zahmin
f. Yaralı, mecruh.
Zahmkâr
f. Yaralayıcı, yara açan.
Zahmnak
f. Yaralı, zahmzede, mecruh.
Zahmres
f. Yara açan, yaralayıcı.
Zahmzede
f. Yaralı. Mecruh.
Zahr
(C.: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi. * Kuş yeleklerinin kısa tarafı. * Kara yolu. * Sırt, arka. * Yüksek yer. * Kur'an'ın lâfz-ı şerifi. * Haber.
zahr
arka, sırt.
Zahr-ı gayb
Gıyabında, kendisi hâzır olmadan.
Zahr-ı kalb
Kuvve-i hâfıza. Ezber kuvveti. Ezbere.
Zahrî
(Zahriyye) Arkaya âit, arka ile alâkalı. * Bir kâğıdın arkasına yazılan yazı, şerh.
Zahzah
Uzak, baid.
Zahzaha
İkrar etme, uzaklaştırma. * Uzak, baid olma.
Za-i mu'ceme
"""Rı"" harfinden ayırd etmek için ""ze"" harfine verilen bir isim."
Zai'
Yayılmış olan. Dağılmış olan. Herkesçe bilinen şey.
Zaib
Eriyici, eriyen.
zâid
artan, fazlalık.
Zaid
Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş. * Lüzumsuz, gereksiz. * Gr: Te'kid için söylenen. * Mat: Müsbet işareti, artı. (+) (Bak: Harf-i zâid)
Zaif
(Za'f. dan) Güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız. Kansız. Gevşek, tenbel.
zâif
güçsüz, zayıf.
3275
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zâife
zayıf, güçsüz.
zâifem
zayıfım, güçsüzüm.
Zaik
Tadan, tadıcı, lezzet alan. Zevklenen.
Zaika
"(Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa.(Hakiki ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyyenin envâını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü manevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte bu suretle kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor, belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkinde hükmü var, makamı var. S.)"
zâika
tadma duygusu.
Zail
(Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
zâil
geçici, son bulan.
Zailat
(Zâil. C.) Zâil olan şeyler.
zâilât
zailler, gelip geçiciler.
Zâilât-ı fâniye
Gelip geçici olanlar, bir hâlde durmayıp gidenler.
Zaim
(Zeâmet. den) Zeâmet sahibi. Kefil. * Prens. Şef, lider.
Zaine
(C.: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın.
Zair(e)
Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden. * Seyirci.
Zait
(Bak: Zâid)
Za'k
Çağırmak, bağırmak.
Zak
f. Dölyatağı, meşime. Rahim.
Zak-dan
f. Döl yatağı, rahim.
Zakıne
(C.: Zevâkın) Enek çukuru.
3276
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zaki
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi.
zâkir
zikreden, Allahı anan.
Zâkir
Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden.
Zâkire
Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey.
Zâkirûn (zâkirîn)
Zikredenler.
zakkum
bir bitki türü, cehennem ağacı.
Zakkum
Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği. * Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi.
Zakm
Yemek, ekl.
Zakn
Yükletmek.
Zakna'
Uzun. * Kaba, yoğun. * Eğri.
Zakt
Cima etmek.
Zakv
Çağırıp bağırmak.
Zakzak
Yeynicek, hafif. * Bir karınca cinsi.
Zakzaka
Çocukların oynayıp sıçramaları.
Zal
"() harfinin bir ismi. ""Dal-i Mu'ceme ve ""Zel"" de denir. * Horoz ibiği."
Zal'
Eğilmek, meyl etmek. * Dar olmak. * Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi.
Zalal
Gölge eden. Gölge olan.
zalâm
karanlık.
Zalâm
Karanlık. Zulmet.
Zalâm-ı zulm
Zulmün karanlığı.
3277
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zalef
Kum ve taş olmayan sağlam yer.
Zaleme
(Zâlim. C.) Zâlimler.
Zalf
Men'etmek. Nefsini bir işe rağbet ve teveccühten men etmek. * Mübah şey. * Bâtıl. * Şiddet. * Beyhude.
zâli
eğri, eğimli.
Zali'
Geniş, bol, vâsi.
Zalif
Çok hor, çok hakir kimse.
Zalifen
Birisinin izine uyup gitmek. * İzini gizlemek, belirsiz etmek.
zâlik
bu, şu, o, böylece.
Zalik
Giden, gidici.
Zalik(e)
Bu, şu, o. Kezâlik. Böylece.
zalil
gölgeli, koyu.
Zalil
Gölgeli.
Zalim
(C.: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği. * Kaymağı alınmadan içilen süt. * Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak.
zâlim
zulmeden, haksız.
Zâlim(e)
Zulmeden, haksızlık eden.
Zâlimâne
f. Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce.
zâlimane
zâlimce.
Zâlimîn
(Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler.
zâlimiyet
zâlimlik.
Zâlimûn
(Zâlim. C.) Zulmedenler. Haksızlık edenler. Zâlimler.
Zallam
(Zalûm) Çok zulmeden. Çok zâlim.
zallâm
çok zulmeden.
Zalm
Kar. * Diş beyazlığı.
Zalma
(C.: Zulem) Karanlık.
3278
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zalûm
Çok zulmeden. Çok zâlim.
zalûm
pek zâlim.
zalûmiyet
zâlimlik, zulmetme.
Zam
(Bak: Zamm)
zam
ekleme, artırma.
Za'm
Kelâm, söz.
Zama
Diş etinin kanının az olması.
Zama'
Susuzluk.
Zamaim
(Zamime. C.) İlâveler, ekler. Artırmalar.
Zamair
(Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. * İsim yerine kullanılan kelimeler.
Zamair-i şahsiyye
"Şahıs zamirleri. "" Ben, sen, o"" gibi isim yerine geçen kelimeler. (Bak: Şahıs zamiri)"
Zaman
Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti.
zamanen
zaman olarak.
Zamanet
Kötürümlük.
Zaman-ı amel
Üzerine alma. Deruhde etme. İltizam.
Zaman-ı rücu'
Huk: Cayma tazminatı. Vadinden dönme tazminatı.
zamanî
zamanla ilgili.
Zamih
"Somak ağacı. (""Tadım"" da denir)"
Zamile
(C.: Zevâmil) Yük hayvanı. * Küçük yük.
Zamime
Ek, ilâve. Artırma, katma, ekleme.
Zamin
Ödeyen. Kefil. Tazmine mecbur olan.
Zamir
Düdük çalan. Ney çalan. Ney-zen.
zamir
ismin yerini tutan kelime.
3279
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zamir-i fiilî
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Gr: Geçmiş zaman fiillerinin sonuna gelen -dim, -din, -Di, -dik, -diniz, -diler... gibi eklerdir.
Zamir-i izafî
Gr: Muzâfların sonuna gelen -im, -in, -i, -imiz, -iniz, -leri gibi eklerdir.
Zamir-i mütekellim
"Mütekellim zamiri, yani konuşanın isminin yerini tutan zâmir. (""Ben"" gibi)"
Zamir-i nisbî
Gr: İsimlerin sonuna gelen, -im, -sin, -dir, -iz, -siniz, -dirler gibi eklerdir.
Zamir-i şahsî
"Gr: Şahıs gösteren ve şahısların ismi yerine kullanılan zamirler; Ben, sen, o, biz, siz, onlar gibi. (Bak: Şahıs zamiri)"
Zamm
Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme. * Kenarlarını bitiştirme. *Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu.
Zamme
Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi.
Zamme-i makbuze-i hafife
(Ü) sesini veren zamme.
Zamme-i makbuze-i sakile
(U) sesini veren zamme.
Zamme-i mebsuta
"""O"" sesi."
Zamme-i mebsuta-i sakile
(O) sesini veren zamme.
Zammetân (zammeteyn)
İki zamme.
Zampara
"(Aslı ""zenpare""dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız erkek."
Zamya
Yufka dudaklı. * Yufka kapaklı. * Dişinin etleri boz olup kanı az olan kimse.
Zamyan
Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.)
Zamzam
(C: Zamâzim) Büyük ve kuvvetli arslan. * Gadaplı ve kızgın kimse.
Zan
Ayıp.
Za'n
Göçmek.
zân
sanma, sezme.
3280
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zanbur
(Bak: Zünbur)
Zangoç
(Ermenice) Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse.
zanî
zina eden, çiftleşen.
Zani(ye)
Zina eden. Meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan.
Zanin
Cimri, bahil ve hasis olan.
Zaniye
(Bak: Zani)
Zank
Dar yer. Dar şey. * Darlık, sıkıntı.
Zankâ'
(Bak: Dankâ')
zann
sanan, zanneden.
Zann
şüphe. Zannetmek, samak. Sezme.
Zânn
Zanneden. Sanan. Zannedici.
Zann-ı galib
Kuvvetli, hakikate en yakın olan zann. (Bak: Su-i zan)
Zann-ı kabul-ü cumhur "Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri.(Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etmek zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.Yoksa, davet bid'attır; reddedilir, ağzına tıkılır; onda daha çıkamaz... Lemeât)" zânnıgalib
kuvvetli zan.
zannî
zanla ilgili.
Zannî
Zanna ait, zanna dâir ve müteallik.
Zânû
f. Diz.
Zânû-ber-zânû
f. Diz dize.
Zânû-be-zânû
f. Diz dize.
Zânû-be-zemin
f. Diz çökerek, dizini yere koyarak.
3281
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zanûn
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Düşünce ve tedbiri kıt olan adam. * Suyu olup olmadığı bilinmeyen kuyu. * Suyu az olan kuyu.
Zânûzede
f. Diz çökmüş.
Zânû-zen
f. Diz çökmüş.
zapt
tutma, alma, yazma.
zaptiye
subaylık, subay.
Zapt-ü rabt
(Bak: Zabt ü rabt)
Zar zar
f. Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya.
Zar'
(C.: Zuru') Meme. * Süt veren hayvan memesi.
Za'r
Bedende kılın az olması.
Zar
f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız.
Zaraat
(Derâat) Alçalma. Kendini küçük görme, küçültme.
zarâfet
incelik, kibarlık.
Zarafet
Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.
Zarafet-perver
f. Zarafete düşkün olan, zarifliği seven.
Zaragım
(Zırgam. C.) Arslanlar.
Zaraif
Zârif, ince, hoş şeyler.
Zarar
"Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan. Kayıp.(Zarar, birşeye dahil olan eksikliktir ki, hastalık veya körlük, topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma a'maya ve pek zayıf hastaya darir denilir. Mühimmat ve levazım tedarikinden âciz olmak da bu mânadadır. Binaenaleyh zararlılar; dertli, sakat, âciz, özürlülerdir. Bunların gayrı olan gayr-i uli-z zarar ise, sahih, salim ve kadir olanlar demek olur. E.T.)"
Zarar-dide
f. Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan.
3282
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zarardîde
zarar gören.
Zarar-ı âmm
Umumla ilgili zarar.
Zarar-ı beyyin
f. Meydanda ve âşikâr olan zarar.
Zarar-ı hass
Bir veya bir kaç şahsa âit olan zarar.
Zarar-ı mahz
Fık: Kendisinin faydası yerine zararı olan.
Zarar-ı ma'nevî
Huk: Tazminat. Manevî zarar ve ziyan.
Zarb
(Bak: Darb)
Zarf
"Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına ""yer, zaman, mâhiyyet"" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime."
zarf
kab, kılıf.
Zarf-ı mekân
"Mekân gösteren kelime. (""Burada, dışarda, içerde"" gibi)"
Zarf-ı zaman
"Gr: Zaman gösteren kelime. (""Erken, geç"" gibi)"
zarfiyet
zarf olma.
Zarfiyyet
Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması.
zâri
ağlayıp sızlama.
Zari
f. Ağlayıp sızlama. * Hakirlik ve itibarsızlık.
Zari'
Hurma ağacının dikeni.
Zarî
Kanı durmayan damar.
Zarib
(C.: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş. * Küçük tepe.
zarif
ince, nazik, narin.
Zarif(e)
Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli. * İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan.
Zarifane
f. Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette.
Zarife
Fazla ve lüzumsuz söz.
3283
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zarif-üt tab'
İnce, zarif tabiatlı, güzel huylu.
Zarih
(Darih) Mezar, kabir. Türbe.
Zarir
(C.: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer.
Zaris
Taşla yapılmış kuyu.
Zariyat suresi
Kur'an-ı Kerim'in 51. suresidir. Mekkîdir.
Zariyat
Kırıp ufalayan, toz duman edip götüren kuvvetler. * Velud kadınlar. (Bak: Zerv)
Zarr
Soğuktan dolayı suyun donması.
Zârr
Zarar veren, zararlı.
Zarrâ'
(Darrâ') Şiddet. Keder, mihnet, sıkıntı.
Zarurat
(Zaruret. C.) Zaruretler. Sıkıntı ve muhtaçlıklar.
Zaruret
"Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk. ( $ kaidesi, yâni: ""Zaruret, haramı helâl derecesine getirir."" İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyariyle, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam su-i ihtiyariyle, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ulema-i Şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vâki olur. Bir cinâyet etse, cezâ görür. Fakat su-i ihtiyariyle olmazsa, talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zaruret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: ""Zarurettir, bana helâldir."" S.)(Meşakkat teysiri celb eder. Yâni: Suubet, sebeb-i teshil olur ve darlık vaktinde vüs'at gösterilmek lâzım gelir. Karz ve havale ve hacr gibi pek çok ahkâm-ı fıkhıyye bu asla müteferri' dir. Ve fukahanın ahkâm-ı şer'iyyede gösterdikleri ruhas ve tahfifat hep bu kaideden istihraç olunmuştur.Şu
3284
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
kadar var ki hakkında nass-ı kat'i bulunan, meselâ yapılması her halde kat'iyyen memnu bulunan bir hususda meşakkat özrile o nassın hilâfı irtikâb olunamaz. Orada meşakkat, teysiri celb etmez.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir.Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar. Yâni: İşlenmesi men ve nehy edilmiş bazı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zaruret halinde mübah hükmünde olur, bundan dolayı yapan muahaza edilmez. Muteber bir ikraha mebni başkasının malını itlâf veya açlıktan helâk havfından dolayı başkasının taamını rızası olmaksızın yemek gibi.Maamafih haram ve memnu olan şeyler, üç nevidir. Birincisi: Memnuiyeti aslâ sâkıt olmayan muharremattır. Başkasını zulmen öldürmek veya başkasının haksız yere bir uzvunu kesmek gibi. İkincisi: Aslâ sâkıt olmayıp zaruret vaktinde ruhsata mahal olan muharremattır. Başkasının malını itlâf gibi. Üçüncüsü: Zaruret halinde memnuniyeti sâkıt olan muharremattır. Meyte gibi temiz olmayan bir şeyi yemek gibi.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir ve arz olunduğu üzere her memnua şâmil değildir. Ist. Fık. K.)" zarûret
çaresizlik, yoksulluk, mecburiyet.
Zarurî
(Bak: Zaruriyye)
zarûrî
mecburiyetle, ister istemez.
zarûriyât
zarurî olanlar.
zarûrîye
zarurî olan.
zarûrîyet
mecburiyet, zorda kalma.
Zaruriyyat
(Zarurî. C.) Mecburi işler. İster istemez olan işler.
3285
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zaruriyyat-ı diniyye
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
İman edilmesi zaruri olan dinin esasları, (Allah Teâlâya, Âhiret gününe, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara ve hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.)
Zaruriyyat-ı nâşie
Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.
Zaruriyye
(Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan.
Za't
Boğmak. Boğazlamak.
zât
hürmete lâyık kimse, kendi, asıl, öz.
Zât
Hürmete lâyık kimse. * Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi)
Zâten
Esâsen, aslında, asıl olarak.
zâten
esasen, aslında.
Zâtî
(Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel.
zâtî
zatla ilgili, özel.
zâtîye
kendisiyle ilgili.
Zâtiyyat
şahsiyetler. Zâta mahsus işler.
Zât-ul esmâr
Meyve veren. Meyveli.
Zât-ul hareke
Kendi kendine hareket eden cisim. Aslında hareketli olan cisim. Otomatik.
Zât-ul ilkah-i zâhire
İlkahı (döllenmesi) çiçek vâsıtasıyla olan nebat.
Zât-ül beyn
İki kişi arasındaki düşmanlık.
Zât-ül cenb
Yan zarı iltihab. Akciğer zarı iltihabı.
Zât-ül matâli'
Birkaç matlâı bulunan akaside.
Zâtülbeyn
(Zât-ül beyn) İki kişinin arasında olan düşmanlık.
Zâtülcenb
(Zât-ül cenb) Tıb: Akciğer zarı iltihabı. Akciğer veremi.
3286
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zât-ür rie
Akciğer zarı iltihabı.
Zât-üz-zevc
Kocası olan kadın.
Zaun
Yük devesi.
Zav'
Aydınlık. Işık.
Zavabıt
(Zâbıta. C.) Kaideler. Nizamlar, usuller.
Zavahir
(Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.
Zavarib
Nabız damarları.
Zaviye
"Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde ""derece"", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde ""grat"" tır."
zâviye
açı, tekke, dergâh.
Zaviyetân (zaviyeteyn) İki zaviye. İki açı. Zav'-uş şems
Güneş ışığı.
Zay'a
(C: Zıyâ') Geliri olan bina. * Tarla. Çiftlik. * Binasız arsa.
Zaya'
Elden çıkma, yok olma.
Zayan
Yasemin çiçeği.
Zay'at
Kaybolma, kaybetme.
Zayf
Misafir. Gelip geçen.
Zayh
Çok sulu süt.
Zayi'
(Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan.
zâyî
elden çıkan, yitik.
zayîât
kayıplar, zararlar.
Zayiât
Zarar ve ziyanlar. Yitikler.
3287
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zayig
Mail, eğik, eğilmiş.
Zayiga
Meyledici, eğilen.
Zayil
Uzun etekli gömlek. * Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile)
Zayr
Mazarrat, ziyan.
Zayven
(C.: Zayâvin) Yaban kedisi. * Erkek kedi. * Hırçın ve vahşi adam.
Za'za'
Bir şeyi parça parça etmek. * şiddetle esen yel.
Za'zaa
Doldurmak. * Ayırmak. * Rüzgâra savurmak.
Za'zaa-i esnân
Dişlerin şiddetle birbirine vurması.
Ze
Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir.
Ze'a'
Bölükler, fırkalar.
Zeal
İnkârdan sonra ikrâr etmek.
Zeam
Tamâ, hırs.
Zeamet
Şeref, şan. Riyaset. * Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen en büyük timâr.
Ze'b
Ayıp. * Reddetmek. Hor ve hakir etmek, kepaze yapmak.
Zebab
Karasinek. (Bak: Zübab)
zebân
dil, lisan.
Zeban
f. Dil, lisan, lügat, lehçe.
Zeban-âver
f. Düzgün konuşan, düzgün söz veya şiir söyleyen. * Dile getiren.
Zeban-dıraz
f. Dil uzatan, atıp tutan.
Zebane
f. Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. * Alev.
Zebanekeş
f. Alevlenen, alevli.
Zebaneş
Onun dili.
zebânî
azap melaikesi.
Zebani
Cehennem'de vazife gören melek.
3288
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zebaniyân
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. (Zebaniye) Zebaniler. Cehennemlikleri Cehennem'e atmaya vazifeli melekler.
Zebaniye
Azap melekleri.
Zebanzed
f. Ata sözü, darb-ı mesel. * Alışılmış, her zaman söylenen söz.
Zebayih
(Zebiha. C.) Kurbanlık hayvanlar.
Zebb
Üzüm kurutmak.
Zebeb
Kaşın kıllı ve yoğun olması.
Zebed
(C.: Ezbâd-Zübed) Köpük. * Kir ve pas, tüfl.
zebed
köpük.
Zeber
f. Üst.
zeberced
kıymetli bir taş.
Zeberced
Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş.
Zeberdec
Zeberced taşı.
Zeberdest
f. En üstün, galib, hâkim, âmir. * Mâhir.
Zeberdestî
f. Maharetlilik, ustalık. * El üstünlüğü, üstünlük, galibiyet.
Zeberin
f. Üstteki.
Zebg
Yaramaz huy, kötü alışkanlık.
Zebh
"Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da ""zebiha"" denir.)"
zebh
kesme, boğazlama.
Zebib
Kuru üzüm. Kuru incir. * Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri.
zebîb
üzüm.
Zebih
Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan. * Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı.
Zebiha
Boğazlanmış veya kesilecek hayvan. (Bak: Zebh)
3289
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zebîha
kesilecek hayvan.
Zebiheyn
İki kurban.
Zebil
Fışkı, gübre. * Pislik.
Zebir
Sıkıntı, mihnet. * Yazılmış şey. Mektup.
Zebk
Yolmak.
Zebl
İnce belli olmak. * Çiçeğin solması. * Deniz kaplumbağasının sırt kemiği.
Zebn
Şiddetle def'etmek. * Devenin çifte vurması.
Zebr
Kitab. Cüz. Kitap yaprağı. * Yazı yazma. * Söz. Yazı. * Akıl, zekâ. * Kuvvetli, sağlam, şiddetli adam. * Men'eylemek.
Zebrec
Ziyne, süs.
Zebtel
Kısa boylu.
Zebun
f. Zayıf, güçsüz, âciz. * Alışverişte aldanan.
zebûn
güçsüz, aciz.
Zebunî
f. Zayıflık, güçsüzlük, âcizlik.
Zebun-kuş
Düşkünleri ezen. Zâlim. Gaddar.
zebûnküş
düşkünü ezen.
Zebûr
Davud aleyhisselâma inen ilahi kitap.
Zebur
Kitap. Mektub. * Peygamber Hz. Dâvud'a (A.S.) vahiy ile gelen mukaddes kitabın adı.
Zebzeb
(C.: Zebâzib) Adam zekeri.
Zebzebe
Muallâkta kalma. * Mütereddit. * Titreme. * Asılı bir şeyi havada oynatmak.
Ze'c
şiddetle emme, yutma. * Doldurmak.
Zeca
(Zecven - Zeccâ - Eczâ) Sevketmek, yürütmek. * Def etmek.
Zeca'
Hüküm geçmek. * Kolaylık.
3290
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zecc
Süngünün arkasıyla vurmak. * Atmak. * Deve kuşunun yelmesi.
Zecca'
Adımı birbirinden uzak olan.
Zeccac
Şişeci. Camcı. Sırça işleri yapan.
Zecec
Kaşın uzun ve ince olması.
Zecel
Avaz, ses, savt. * Mübâlağa ile çağırmak.
zecirkârâne
zorlarcasına.
Zecl
Atma.
Zecme
Kelime.
Zecr
Menetme, engel olma. Nehyetme. * Zorlama, zorla yaptırma. * Önleme. Sıkma. * Kovma. Eziyet etme. * Angarya olarak çalıştırma. * Köpek balığı. * Çağırma. * Sürme.
zecr
sakındırma, zorlama.
Zecre
Çağırmak, bağırmak, sayha. * Men'etmek, engel olmak.
Zecren
Zorlayarak, zorla. * Ceza olarak. * Engel olarak, menederek.
zecren
zorlayarak.
Zecrî
Cebren, zorlayıcı olarak.
Zed
"""Vurucu, vuran"" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed $ : Kulağa çalınan. Zeban-zed $ : Yayılmış söz."
zede
" ""vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş"" mânâsında son ek."
Zede
"(Zed) f. Birleşik kelimeler yapılarak, ""vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş"" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede $ : Musibete uğramış."
Zedegân
(-zede. C.) f. Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
Zedergâh
(Bak: Zidergâh)
Zeelan
Yab yab yürümek.
3291
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zefer
Ağaca vurulan payanda, destek.
Zeferat
Soluk almalar.
Zeff
Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek.
Zefif
Çabuk davranan. Çevik. * Deve kuşunun yelmesi. * Gelini kocasına göndermek. * Hızla gitmek.
Zefir
Çok şiddetli ses. * Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek. * Ağlatmak. * İnlemek. * Ateş gürültüsü. * Eşek anırtısının evveli. * Belâ.
zefir
hıçkırarak nefes verme, ağlama.
Zefirr
Uzun boylu yiğit. * Kuvvetli deve.
Zefn
Raksetmek, dansetmek.
Zefr
Yükseltmek. * Yük getirmek.
Zefur
Kir, pas, vesah.
Zefzefe
Titreme, sarsılma.
Zegab
Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler.
Zegan
f. Çaylak.
zehab
gitme, bir fikre kapılma.
Zehab
Gitmek. * Zihnen bir yola sapmak. Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan.
Zehadet
Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık.
Zehair
(Bak: Zahair)
Zeharif
(Zuhruf. C.) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler. * Sahte süsler.
Zeh-dan
f. Döl yatağı, rahim.
Zehder
Çakır doğan. * Doğan yavrusu. * Bir atın adı.
Zeheb
Altın.
3292
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zeheb
altın.
Zeheb-i zâib
Eriyen altın.
Zehebî
Altına ait. Altından yapılma.
Zehem
Yağlı ve kirli olmak.
Zehen
(C.: Zehân) Zeyreklik, akıllılık. * Hıfz. * Kuvvet.
Zeher
(C.: Ezhâr-CC: Ezâhir) Çiçek.
Zehf
Yeynilik, hafiflik.
Zehi
(Bak: Zihi)
Zehib
Altın sürülmüş, yaldızlı.
Zehid
Az, kalil.
Zehim
(C.: Zühüm) Yağlı ve kirli.
zehirbaz
zehirci, zehir yapan.
Zehk
Yorulmak.
Zehl
(Bak: Zahl)
Zehlul
İyi at.
Zehna'
Düzgün. * Süs, ziynet.
Zehr
(Zehir) f. Zehir, ağu, semm.
zehr
zehir.
Zehr(e)
Çiçek. şükufe.
Zehra
(Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak.
zehrâ
parlak, berrak.
Zehr-ab
f. Acı su.
Zehr-abe
f. Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. * Mc: Acı, acılık.
Zehr-alud
f. Zehirli. Zehir karışmış.
zehrâlûd
zehirle karışık.
Zehr-amiz
f. Acı, zehirli.
3293
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zehravan
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(Zehrâveyn) İki parlak şey. * Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim.
Zehr-bar
f. Pek acı, zehir saçan.
Zehr-baz
Zehir veren. Zehir yapan. * İmandan ayıran.
Zehre
f. Kahramanlık, yiğitlik. * Öd. Safra.
Zehreçâk
f. Çok korkmuş, ödü patlamış.
Zehredâr
(C.: Zehredârân) f. Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli.
Zehr-efşan
f. Zehir saçan.
Zehr-hand
f. Acı acı gülme.
Zehr-i katil
Öldürücü zehir.
Zehrin
f. Pek acı, zehir gibi.
Zehr-nak
f. Zehirli, ağulu.
Zehuk
(Zehak) Boş, beyhude. Bâtıl. Zâil, yok olan.
Zehv
Bâtıl. * Yalan. * Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek. * Güzel manzara. * Taze ot. * Otun çiçeği. * Titremek. * Yürümek. * Yel esmek. * Alacalanmış hurma koruğu.
Zehzehe
"""Zehi zehi"" demek."
Zeim
Ayıplanmış.
Zeir
Aslan kükremesi.
zekâ
çabuk anlama kabiliyeti.
Zekâ
Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma. * Ateşin alevlenmesi. * Güzel koku alma.
Zekâb
f. Yazı mürekkebi.
Zekan
"(C.: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. (""Enek"" de derler.)"
Zekâret
Erkeklik.
3294
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zekât
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma. * Temizlik. Taharet. (Bak: Sadaka, Nisab).( $ Bu kelâmın mâkabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise: Namaz $ Yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır. İ.İ.)(Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için bir kaç şart vardır:1- Sadakayı vermekte israf olmaması.2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.3- Minnetle in'âmın bozulmaması.4- Fakir olmak korkusu ile sadakanın terk edilmemesi.5- Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesi ile ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylere de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.6- Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcât-ı zaruriyyesinde sarfetmesi lâzımdır. İ.İ.)(Sadakalar kimlerin hakkıdır, bu cihete gelince, emr ü teşvik olunduğunuz infak u sadakat $ Allah yolunda tutulmuş, din uğrunda ilme, cihada vakf-ı nefs etmiş, $ Yeryüzünde şuraya buraya gidemiyen, yani Allah yolunda meşguliyetlerinden veya maraz ve acz gibi bir maniadan dolayı nafakalarını kazanmağa iktidarları olmayan o fakirler içindir ki $ hallerini tecrübe etmeyen cahil, onları $ taaffüflerinden, yani istemeğe tenezzül etmeyip tahammül ve tecemmül ile iffetlerini muhafaza ve ibraz eylediklerinden dolayı, zengin zanneder. $ Sen onları simalarıyla, dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek edeb ü nezahet, yüzlerinde müşahede olunacak âsâr-ı fakr u zaruret gibi alâmetleriyle tanırsın. $ İnsanlardan dilenmezler, hele $ ilhah-ı ısrar
3295
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
ile hiç dilenmezler, olsa olsa pek muztar kaldıkları zaman ehline ifham-ı hâl ederler...Bu âyet, Ashab-ı Suffa tesmiye olunan fukara-yı Muhacirîn hakkında nazil olmuştur ki; dörtyüz kişi kadar vardılar. Medine'de ne bir meskenleri, ne aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu, daima Mescid-i Nebeviyeye mülazemet ederler, mescidin sofasında ikamet eylerler, ilm-i Kur'an tahsil ederler, mevâız ve tedrisat-ı Peygamberîyi istimâ' ile müstefid olurlar, hep oruçlu bulunurlar. Hâsılı; ilm ü ibadete hasr-ı evkat ederler ve her ne zaman bir gaza olursa giderlerdi. Bunlar Medrese-i Risalet'in Allah yoluna vakf-ı nefs etmiş talebesiydiler.İbn-i Abbas Hazretlerinden vaki olan rivayete göre birgün Resulullah (A.S.M.) Ashab-ı Suffa'nın başlarına durmuş, hallerini nazar-ı tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri gördü ve kalblerini tatyib edip buyurdular ki: ""Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz hal ü sıfatta ve bulunduğu halden razı olarak bana mülaki olursa o benim refiklerimdendir. "" İşte bu âyet de bunlar dolayısiyle nâzil olmuştur. Ve fakat hükmü âmmdır. Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için hidemât-ı âmmeye vakf-ı nefs eden ve bu ahval içinde malı mülkü yok, muhtaç olmakla beraber nafakasını kesbe vakit bulamayan veya kudreti yetişemiyen fukara-yı mü'minîn bu âyetin hükmünde dâhildirler. Bunlar infakat ü sadakatın en güzel masrıfını teşkil ederler. E.T.)" zekât
zenginlerin kırkta bir oranında fakirlere yaptığı yardım.
Zekâvet
Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış.
zekâvet
zekilik, anlayış çabukluğu.
3296
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zeken
İlim, feraset.
Zeker
(C.: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek. * Erkeklik organı.
Zekeriyya (a.s.)
Benî İsrail peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın neslindendir. Beytül-Makdis'de Tevrat yazan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem'in teyzesi idi. Benî İsrail'in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı Hanne, Zekeriyya (A.S.) ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kızı ve Hanne'den doğmuştur. Zekeriyya Aleyhisselâm'ın himayesinde büyümüştü. Sonradan Yahya isminde oğlu dünyaya geldi. Yahudiler Zekeriyya'ya (A.S.) iftira ederek onu şehid ettiler. Kur'an-ı Kerim'de yedi defa ismi geçer. (Bak: Yahya A.S.)
Zekevat
(Zekât. C.) Zekâtlar.
zekî
çabuk anlayışlı, temiz.
Zeki(ye)
Hâlis. Temiz. Hali temiz olan.
Zekik
Yazının satırlarının sık olması. * Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması.
Zekir
Unutmayan. Hâfızası kuvvetli.
Zekiyy
Tâhir ve pâk kimse. Temiz insan.
Zekk
Zayıf. * Yürürken adımların birbirine yakın olması.
Zekun
Sivri ve sarkık enekli.
Zekuret
Erkeklik.
Zekve
Tamamlamak. Kesmek.
Zekzeke
Çirkin ve yaramaz huylu olmak.
Zela'
"Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık."
Zelahlah
(C.: Zelahlahât) Büyük çanak. * Aceleci ve uzun boylu adam. * Derin olmayan ırmak.
3297
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zelak
(Zelk) Yolmak (tıraş gibi). * Sürçmek. Ayağın kayması.
Zelaka
(İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması. * Tecvidde: Keskin olarak çıkan $ harflerinin ismi. Bunlara müzlika harfleri de denir.
Zelalet
Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.
Zelazil
Zelzeleler. Yer sarsıntıları.
Zel-cedd
Kudret, kuvvet, azamet ve büyüklük sâhibi. (Bak: Cedd)
Zel-cud
Bol bol ihsan eden, cud ve cömertlik sahibi.
Zelec
Kaymak yer.
Zelef
"Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine ""ezlef"" derler) (Müe: Zülefâ)"
Zelefe
(C.: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim. * Kaypak, düz yer.
Zelel
Eksiklik.
Zeleme
Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ)
Zelh
Bir ok atımı yer. * Islaklığından dolayı ayak kayan yer.
Zelic
(Ayak) kaymak.
Zelif
Adımını atmak.
Zelik
Düşük oğlan, sakat çocuk.
zelîl
alçak, düşük.
Zelil
Sürçüp düşen. * Yanılan.
zelîlâne
alçalarak, alçakça.
Zelilâne
f. Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde.
Zelilî
Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık.
Zelk(a)
Sürçme, kayma.
Zell
Yanlışlık yapma, yanılma. * Ayağı sürçme, kayma.
3298
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zellat
(Zelle. C.) Yanılmalar, yanlışlar. * Sürçmeler, kaymalar. * Hatalar.
zelle
sürçme, yanılma.
Zelle(t)
Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
Zellet-ül kari'
Okuyanın yanılması. Namaz içinde, kırâat esnasındaki yapılan yanlışlık.
Zeluh
Kaypak yer.
Zelul
Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan. * Hecin devesi. * İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.
Zelulî
Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü.
Zelzal
(Zülzâl) Sarsıntı. Zelzele. Deprem. Sarsılma. (Bak: Zilzal)
Zelzele
"Yer sarsıntısı. * Sarsma.(Sual : Mâdem bu zelzele musibeti hatâların neticesi ve keffaret-üz-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musibet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder? Yine manevî cânipten elcevab: Bu mes'ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi: $ Yani: ""Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp mâsumları da yakar.""Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler, A'lâ-yı İlliyyîne çıksınlar ve Ebucehiller, esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar, böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller, aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.Mâdem, mazlum, zâlim ile beraber musibete düşmek hikmet-i İlâhîce lâzım geliyor. Acaba o biçâre mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?Bu suale karşı cevaben denildi ki:
3299
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o mâsumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında aynı gazab içinde bir rahmettir. S.)" zelzele
yer sarsıntısı, deprem.
Zelzelet-üs sâa
Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele.
Zelzil
Ev içinde olan mal, mülk ve eşya.
Ze'm
Katı, şiddetli, şedid. * Hacet, ihtiyaç. * Mevt, ölüm.
Zema'
Tenbel olmak. * Dehşetli olmak. * Acele etmek. * Yırtmak. * Alçak insan, kötü insan.
Zemahşerî
Keşşaf isimli ünlü tefsiri yazan islâm âlimi.
Zemaim
(Zemime. C.) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler.
Zemam
(Bak: Zimam)
Zeman
Zaman, devir, vakit, çağ, mevsim, mehil.(Levh-i Mahv-İsbat ise, sâbit ve dâim olan Levh-i Mahfuz-u Azam'ın daire-i mümkinatta, yâni mevt ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşey'in bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikatı dahi Levh-i Mahv-İsbat'taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir. S.)
zemân
zaman.
3300
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zemane
f. şimdiki zaman. * Vakit, devir. * Tâlih, baht, şans.
Zemane(t)
Belâ, musibet, âfet. * Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma.
Zemanen
Zamanca, zaman bakımından. * Vaktinde, vaktiyle.
Zeman-ı medide
Pek uzun zaman.
Zeman-ı vusûl
Varma zamanı.
Zemanî
Zamanla ilgili, zamana ait.
Zemaniyan
f. İnsanlar. Beşer.
Zemar
Kamışa (ney'e) üfleyen.
Zemare
Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık.
zembil
büyük sepet.
Zemca
Kuş kuyruğunun çıktığı yeri.
Zemcere
(C.: Zemâcir) Şiddetle çağırmak.
Zeme
(C.: Zemmâm) Suyu az olan kuyu. * Tenbellik.
Ze'me
Şiddetli ses, çığlık. * İhtiyaç, hâcet.
Zemec
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Doldurmak.
Zemel
Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak. * Devenin ayağına ârız olan aksaklık. * Su tulumunun sarkması.
Zemen
Zaman, vakit.
Zemer
İnce saçlı. * Bahadır, kahraman, yiğit kimse.
Zemeyan
Acele.
Zemha
Yaramaz huylu, bahil kimse.
Zemhare
(C: Zemâhir) Ok.
Zemheri(r)
Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi.
zemherir
zemheri, şiddetli soğuk devresi.
Zemil
Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam.
3301
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zemim
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Burun suyu, sümük. * Koç ve teke zekerinden akan bevl. * Koyun emziğinden akan süt.
zemime
kötü hâl ve hareket.
Zemime
Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket.
Zemin ü zaman
Vakit ve yer. * Münasebet. Mevzuya veya mes'eleye olan uygunluk, hâl, vaziyet.
Zemin
f. Yer. Yeryüzü.* Meydan. Satıh. * Tarz. Eda. *Mevzu.
zemîn
yer, yeryüzü.
Zemin-bus
(Saygı ve hürmetten dolayı) yeri öpme.
Zemin-dâr
(C: Zemindârân) f. Hâkim. Vâli.
Zemin-i şure
Çorak yer.
Zemin-kub
f. İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. * Yer tepici olan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar.
Zemir
Bahadır, kahraman, yiğit.
Zemistan
f. Kış. Kış mevsimi.
Zemistanî
f. Kışlık. Kış mevsimine ait.
Zemk
"Sakal yolmak. (Yolunan sakala ""zemika"" veya ""mezmuka"" derler.)"
Zemka
Kuşun kuyruğunun bittiği yer.
Zeml
Atın, davarın neşeli yürüyüşü. * Yük yüklemek. * Refik. Arkadaş.
Zemm
Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.
zemm
kötüleme.
Zemmâm
Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici.
Zemmar
Düdük çalan.
Zemn
Kötürüm olmak.
3302
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zemr
Savaşmak. * Bir nesne ile kandırmak.
Zemu' (zemi')
Aceleci ve seri kimse. * Sıçraması birbirine yakın olan tavşan.
Zemzem
Kâbedeki mukaddes su.
zemzeme
hoş ses, nağme.
Zemzeme
Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek. * Cemaat.
Zemzeme-dâr
f. Ahenkli.
Zemzeme-pirâ
f. Şarkı söyleyen, terennüm eden.
Zen
f. Kadın, nisa.
Zena'
Kısa boylu ve dar nesne. * Sidiğini tutup işemeyen kişi.
Zenabi
Kuş kuyruğu. * Deve burnundan akan sümük.
Zenabil
(Zenbil. C.) Zenbiller.
Zenabir
(Zünbur. C.) Eşek arıları.
Zenadık
(Zındık. C.) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler. İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar.
zenadıka
zındıklar, dinsizler.
Zenadika
(Zındık. C.) Zındıklar.
Zenah
(Zenâhdân) f. Çene.
Zenan
"f. ""Vurarak"" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan $ : Söverek."
Zenane
f. Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi.
Zenav
(Bak: Avzen)
zenav
havuz veya göl.
Zenb
Suç, günah, kabahat.
zenb
suç, günah.
3303
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zenbak
Güzel kokulu bir çiçek. Zambak. * Yâsemin yağı.
Zenberek
(Zenburek) f. Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. * Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. * Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey.
zenberek
kurulan âlet.
zenberekvârî
zemberek gibi.
Zenberiyye
Büyük cins bir gemi. * İri vücutlu, enli erkek.
Zenbil
İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.
Zenbilli ali efendi
Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyhül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindarların sultanlara karşı nasıl metanet ve cesaret göstereceğine nümunelik bir zat olarak yaşamış, devlet reislerine istikameti gösterebilen bir İslâm kahramanı olmuştur. Vefatı Mi: 1526 tarihine rastlar. Karaman'lı olduğu söylenir.
Zenbuc
Yabani zeytin.
Zenburek
f. Zenberek. * Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar.
Zenc
Siyah, kara.
Zencebil
Hoş kokulu bir baharat adı.
zencebîl
hoş kokulu bir baharat, zencefil.
Zencere
Parmakla fiske vurmak.
zencî
siyah ırktan olan.
Zenci
Siyah ırktan olan. Siyâhi.
Zencir
f. Zincir.
3304
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zencir-bend
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
"f. Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. * Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan şâirleri arasında bunun yerine ""Redd-ül acz an-is sadr"", halk şâirleri arasında ise ""Zincirleme"" veya ""Ayaklı koşma"" denilirdi.Safter-i âlemsin, senden hidâyet,Hidâyet menbaı dilde begayet,Begayet cemâlin nur-i beşâret,Beşâret gösterir hüsnün enveri.Enver-i cihansın, senden münevver,Münevver sıfatın zât-ı mükerrer,Mükerrer eyledin dehri serâser,Serâser okunur kenz-i ekberi(Lâ)"
Zend
(C.: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı. * Çakmak taşı ve demiri.
Zendeka
"Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail olan kimsedir.)"
zendeka
dinsizlik.
Zen-dost
f. Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara.
Zeneb
Kuyruk.
zeneb
kuyruk.
Zened
f. (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde).
Zenek
f. Küçük kadın.
Zenen
Burundan sümük akıp durmak.
Zeng
Zenci. * Kir, pas. * Zil.
3305
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zengâr
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.
zengâr
pas.
Zengel(e)
f. Çıngırak. * Çan.
Zenh
Yemeğin kokup bozulması.
Zenim
Soyu bozuk, soysuz. Aslında o kavimden olmayıp sonradan ona katılan kimse. * Aşağılık.(Zenim, Zeneme'den müştaktır. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde derisinden küpe gibi yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan muallâk bırakılan sarkıntıya denir ve bu, her tarafa sallanır durur. Lisanımızda o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi, Arapçada ise zenim denilir. Mecazen: Dalkavuk veya kulağı kesik, kulağı küpeli tâbirlerindeki mânayı andırır.İbn-i Cerir tefsirinde tafsil olunduğu üzere, târifinde şöyle denmiştir: Nesebi mülhak, piç, şer ile mâruf, kötü damgalı, fâcir ilâahir... E.T.)
Zenin
Sümük.
Zenk
Bir taife adı.
Zenka
Dar sokak.
Zenme
Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar. * Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.
Zenna'
Sümüklü kadın. * Hayzı kesilmiş olmayan kadın.
Zenne
Kadın kısmı. * Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı.
Zennun
Sümüklü.
3306
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zenpare
f. Zampara. Zenperest.
Zenperest
(C.: Zenperestegân) f. Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse.
Zentere
Darlık, şiddet.
Zenub
"Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib mânasına istiare olunmuştur. (E.T.)"
Zenyan
Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek. * Evmek, acele etmek. * Rüzgârın sert esmesi.
Ze'r (zeir)
Arslan kükremesi. * Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar.
zer
ekme.
Ze'r
Kerih görmek. İğrenmek. Nefret etmek.
Zer
Sarı. * Altın, akçe. * Nöbet. * Oruç. * Çile.
Zer'
Yaratmak. * Yere tohum saçmak.
Zera
Gölgelik, perdelik.
Zera'
İplik eğirmekte elleri çabuk olan.
Zeraa
Genişlik. * Hız, sür'at.
Zerab
f. Beyaz şarap. * Yaldız mürekkep.
Zerabî
(Zürbiye) (Zirbiye. C.) İftihar eden. * Geniş, enli döşek, yatak.
Zeraf
f. Zürafa.
Zerafe (zürâfa)
(C.: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa.
zerâfet
zariflik, incelik, güzellik.
Zerafî
(Zerafe. C.) Zürafalar.
Zerak
Gök renkli. Mavi.
Zerare
Saçılan şey.
Zerarî
(Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
3307
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zer-baf
Sırma dokuyan.
Zer-bâf
Sırma dokuyan.
Zerbe
Yüce avazlı, gür sesli olmak.
Zerd
f. Sarı. * Soluk, solgun.
Zerdab
(Zerd-âb) f. İrin, cerahat. * Safra. * Beyaz şarap.
Zerd-âlû
"f. (Zerd: sarı; âlû: erik) Sarı erik, zerdali."
Zerde
f. Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. * Safran. * Yumurta sarısı.
Zerdec
Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu.
Zerdeme
Yutacak yer.
Zerdfam
f. Sarı renkte. Sarı renkli.
Zerdguş
f. İki yüzlü. Müraî. * Ürkek, korkak.
Zerdî
f. Sarılık. Sarı renkte olma.
Zerdost
f. Cimri, hasis, tamahkâr.
Zerdüşt
Ateşe tapan, mecusi. * İlk önce nur ve zulmet diye iki ilâha inanmayı uyduran adam.
zerdüşt
ateşe tapan.
Zere'
Başın önünde vâki olan beyazlık.
Ze're
Meşelik.
Zereb
Keskin nesne. * Midenin bozulması.
Zerecun
(Zerâcin) Üzüm ağacı. * Üzüm asması. * Kızıl boya. * Çukur taş içinde biriken yağmur suyu.
Zered
Zırh.
Zeref
(Zerefân-Zerâfe-Zerif) (C: Zevârif) Gözden yaş akmak. * Yavaş yürümek.
3308
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zerendud
(Ze-endud) f. Altın yaldızlı.
Zer-enduz
Altun kazanan.
Zerger
(C.: Zergerân) Altın işleyen. * Kuyumcu.
Zergerî
f. Kuyumculuk.
Zergûn
f. Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli.
Zerh
Yemeğe zehir katmak.
Zer-hırid
(Zer-hıride) f. Satın alınmış kimse, köle.
Zer'î
(C.: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey.
Zeri'
Araya giren, şefaat edici.
Zeria
(C.: Zerâi) Vesile. * Yol. * Geçit. * Avcının, arkasında gizlendiği deve.
Zerin
(Bak: Zerrin)
Zerir
Yanmak. * Parlamak.
Zerire
(C.: Ezirre) Göz otu. Tutya.
Zer'iyyat
Ekim işleri.
Zerk
Çirkin söz söylemek. * Kuşun terslemesi.
zerk
hile, şırınga.
Zerk-âlûd
f. Riyalı, riya karışık.
Zer-keş
f. Altın kakmalı, altın işlemeli. * Altın tel yapan.
Zerk-füruş
f. Hileci, hilekâr. İkiyüzlü, müraî.
Zerm
Kesilmek.
Zerneb
Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot. * Fercin dışarısında olan et.
Zernigâr
f. Altın ile işlenmiş. Yaldızlı.
Zerr
Düğmeyi iliklemek. * Birbirine pekitip bağlamak.
Zerra'
Ekinci, çiftçi.
Zerrad
Zırh ören.
3309
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zerrak
(Zerk. den) İki yüzlü.
Zerrat
(Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.
zerrât
zerreler, atomlar.
Zerre
(C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam.
zerre
atom, molekül.
zerrece
zerre kadar.
Zerrevâri
f. Zerre gibi çok küçük.
Zerrevî
Zerre ile alâkalı, zerreye âit.
zerrîn
altından yapılmış.
Zerrin
f. Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı
Zer-rişte
f. Altın tel. Sırma. * Sarı.
Zerşek
Kadın tuzluğu. Pars anberi.
Zer-şinas
f. Altın tanıyan, sarraf.
Zer-tar
f. Altın tel, sırma. * Güneş ışını.
Zeruf
Seri, hızlı, aceleci.
Zerur
Göz otu.
Zerv
Tutup götürmek. * Savurmak. * Kırıp götürmek.
Zer-ver
f. Altın yaldızlı olan.
Zeryac
Zerde aşı.
Zerzere
Sığırcık kuşunun ötmesi.
Ze't
Boğmak.
Zett
Ziynet, süs.
Zeum
Yağlı mıdır değil midir bilinmeyen koyun.
Zeur
Korkak kimse.
Zev'
Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder.
3310
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ze'v
Sürmek ve sulamak.
Zevabe
(C.: Zevâib) Saç bölüğü. * Zülüf. * Kılıç tasması.
Zevabi'
Musibetler. Büyük belâlar. (Bak: Devâhi)
Zevacir
(Zâcire. C.) Yasak edenler, men'edenler, önleyenler.
Zevad
Azıklar, yiyecekler.
Zevade
Ziyadelik, çokluk.
Zevah
Gitmek.
Zevahif
(Zâhife. C.) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler.
zevâhir
çiçekler, görünüşler.
Zevahir
Dolu, taşkın, coşkun denizler. * Mc: Yüksek şan ve şerefler.
Zevaib
(Zâib. C.) Erimiş şeyler, eriyenler.
Zevaid
(Zâide. C.) Fazlalıklar, fazla şeyler. Faydasız şeyler.
zevâid
fazlalıklar.
Zevail
(Zail. C.) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler. * Mc: Yıldızlar.
Zeval
"Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.(Gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki; acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmasının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkatı, bir sürura inkılâb eder. Hem zevâl ve fenâya mâruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zevâl ve fenâyı, tezyidi hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. M.)"
3311
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zevâl
sona erme, silinme.
zevâlâlûd
zevalle karışık.
Zeval-i elem
Elemin sona ermesi.(Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. S.)
Zeval-i lezzet
Lezzetin bitmesi, lezzetin sona ermesi.
zevâlî
sonu ermesi yakın.
Zevalî
Zevale mensub, zevale ait ve müteallik. * Çok yaşlı.
Zevalnâpezir
f. Geçici ve muvakkat olmayan. Zeval bulmayan. Sona ermeyen.
Zevalpezir
f. Geçici olan. Muvakkat. Sona eren.
Zevamil
(Zâmile. C.) Küçük yükler. * Yük hayvanları.
Zevani
(Zâniye. C.) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar.
Zevari'
Küçük tuluklar.
Zevat
(Zât. C.) Zatlar, şahıslar, kimseler. * Üzüm, buğday gibi şeylerin kabuğu.
zevât
zatlar, kimseler.
Zevata
İki zat. * İki sahib. * Çift.
Zevat-ı kiram
Şerefli, temiz, büyük zatlar.
Zevat-ı ma'dude
Sayılı zevât. Sayılı kimseler.
Zevaya
(Zâviye. C.) Zaviyeler. Açılar. Köşeler. Tekyeler.
Zevb
Erime.
Zevc
Çift. İki şeyden meydana gelen. * Sınıf, cins, nev'. * Karı ve kocanın herbiri. * Koca, eş.
zevc
koca, eş.
Zevcat
(Zevce. C.) Zevceler. Karılar. Kadın eşler.
zevcât
zevceler, eşler.
Zevce
Kadın eş. Nikâhlı kadın, eş.
3312
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zevce
kadın, eş, karı.
Zevceyn
Karı ile koca. Kadın ile erkek çift.
zevciyyet
karı kocalık.
Zevciyyet
Kocalık, karılık. Eşlik. Karı ve koca oluş.
Zevd
Koyunu su yerinden sürmek. * Sevk.
Ze've
(C: Ze'vât) Zayıf koyun.
Zeveban etmek
Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline geçmesi. Erimiş olması.
Zeveban
Erime.
Zevel
Hafif, zeyrek, zarif kimse. (Müe: Zevle)
Zever
Meyl, eğrilik.
Zevf
Adımını birbirine yakın atmak.
Zevg
Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme.
Zevh
Develeri dağıtıp toplamak.
Zevi
(Zû. C.) Sahipler.
Zevi-l ehsas
Duygu sahibi olanlar, duyanlar, hissedenler.
Zevi-l erham
Yakın akraba.
Zevi-l ervah
Ruh sahipleri. Hayatlılar, ruhlular. Can sahibi olanlar.
Zevi-l idrak
İdrak sahipleri. Anlayış ve akıl ile kavrayışlı olan.
Zevi-l ukul
Akıl sahipleri. Aklı olanlar. * Tas: Halkı zâhiren, Hakkı bâtınen görenler.
zevil
sahibi, sahipler.
zevilervah
ruh sahipleri.
zevilhayat
hayat sahibi.
zevilidrâk
idrak sahibi.
zevilihsas
hissedebilen.
3313
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zevilukûl
aklı olanlar.
Zevk
Lezzet alma, hoşa gitme, tatma. * Hoş, hoşa giden. Mânevi haz. * Boş vakit geçirmek. Eğlenmek. * Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.(Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz... S.)
zevk
tatma, tad, haz.
Zevk-âlud
f. Zevkli, zevk karışık.
zevkâlûd
zevkle karışık.
Zevk-bahş
f. Zevk veren, eğlendiren, neşelendiren. * Meşhur bir cins lâle.
Zevk-cû
(C. : Zevkcuyân) f. Zevkine düşkün. Zevk arıyan.
zevken
zevk olarak.
Zevk-i selim
En temiz, nezih ve en yüksek derecedeki zevk. Selâmette olan zevk. Meşru dairedeki zevk. * Sezme kabiliyeti.
Zevkî
Zevkle alâkalı. Zevke âit.
zevkî
zevkle ilgili.
Zevkiyyat
Zevk ve eğlenceye dair hususlar.
zevkperest
zevke düşkün.
Zevk-yâb
f. Lezzet alan, zevklenen.
Zevl
(C.: Ezvâl) Acib nesne. * Zâil olmak, geçici olmak.
Zevlak
Taraf, cânib.
Zevr
Yalan, kizb. * Bâtıl mâbud. * Ziyaret etmek. * Göğüs üstü.
Zevra'
Bağdat. * Dicle nehri. * Eğri ve eğilmiş nesne. Yay. * Derin kuyu. * Uzak yer.
Zevrak
Kayık, sandal. * Mekke'de yapılan ve içine zemzem koymaya mahsus olan kap, ibrik.
3314
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zevrakçe
f. Ufak kayık. Ufak sandal.
Zevraksüvâr
f. Kayığa binen. Sandala binmiş olan.
Zevre
Uzaklık. * Ziyaret etmek.
Zevreka
(C.: Zevrak-Zevârik) Ölçek. * Küçük gemi.
Zevt
Boğmak.
Zevv
Irak diyarında bir dağın adı. * Kadr, kıymet. * Miktar.
Zevvak
Bir şeyi fazlasıyla deneyen. * Bir şeyi çok fazla tadan.
Zevy
(Zevey) Döndürmek. Cem etmek, dürülmek. Tutmak.
Zevzat
Doğurmak. * Sür'atle gitmek. * Reddedip uzaklaştırmak.
zevzek
geveze, münasebetsiz, hoppa.
Zevzek
t. Geveze. Münasebetsiz, temkinsiz. Ağzı ve eli durmayan. Hoppa.
Zey'
Güzelce pişip erimek.
Zeyb
(Bak: Zîb)
Zeybek
Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker.
Zeyd (ziyâd)
Men'etmek, reddedip gidermek.
Zeyd bin sabit (r.a.)
Sahabe-i Güzinden ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Henüz on bir yaşında iken isteği ile İslâmiyet'i kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i kemiklerde yazılı ve hâfızların ezberinde iken bugünkü şeklinde ilk olarak yazan, bu hizmette en büyük hizmet kendisine nasib olandır. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) kâtipliğini yapmıştır. Süryanice de öğrenmişti. Hz. Ebu Bekir-i Sıddık'ın (R.A.) hilâfeti mes'elesinde Ensar'ı tenvir etmiş, hakikatı izah etmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman (R.A.) devirlerinde büyük hizmetler görmüş ve beyt-ül mâl te'sisinde ve tesbitinde büyük hizmetleri olmuştur. Hi: 45 tarihinde 56 yaşında irtihal etmiştir.
3315
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zeyd
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid)
Zeyek
İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması.
Zeyf
(C.: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe.
Zeyg
Şübhe. Doğruluktan ayrılma. * Bir tarafa meyletme. * Yanılma. * Kamaşma.
Zeyh
(Zeyhân) Zulüm etmek. Haktan uzaklaşmak.
Zeyhan
Zulüm etmek. Zâlimlik yapmak.
zeyil
zeyl, ek.
Zeyl
Ayırma. Tefrik.
zeyl
zeyil, ek, ilave, etek.
zeylen
ek olarak.
Zeylen
Ek olarak. İlâve ederek.
Zeyliyât
İlâve ve ek olarak yazılan şeyler.
zeyn
süs, süsleme.
Zeyn
Zinet, süs. Süslemek.
Zeyn-ab
(Kürdçe) Su kaynağı, pınar.
zeynab
gölcük.
Zeyneb
Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri. * Gül. (Bak: Hatice)
zeyneb
gül.
Zeyn-üd din
Dinin süsü, dinin zineti.
Zeyn-ül abidin
(Zeynel âbidîn) Lügat mânası: İbadet edenlerin zineti. * (Hi: 38-94) Oniki İmamın dördüncüsü olan zât (R.A.). Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın torunu olan Hazret-i Hüseyin'in ortanca oğlu. Asıl adı:
3316
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ali'dir. Tâbiînin büyüklerindendir. Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (Rahmetullâhi Aleyh) Zeyr
Eksilmek.
zeyt
zeytin yağı.
Zeyt
Zeytinyağı. Yağ.
Zeytun
Zeytin.
Zeytunî
Zeytin renginde olan.
Zeyy
(Bak: Ziyy)
Zeyyal
Kuyruklu. * Uzun etekli.
Zeyyat
Zeytin ağacı.
Ze'zee
Cem'etmek, toplamak.
Zı
Kur'an-ı Kerim alfabesinde onyedinci harftir. Ebcedî değeri: 900'dur.
Zıa
İşlenir toprak. Tarla.
Zıar
Devenin ağzını bağlamak.
Zıba'
(Zabu. C.) Sırtlanlar.
Zıbab
(Zabb. C.) Kertenkeleler. Kelerler.
Zıd
Aksi, muhâlif, zıt. * Nefret edilen, kerih şey.
zıd
zıt, aksi.
Zıddân
İki zıt.
Zıddeyn
Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt.
zıddeyn
iki zıt.
Zıddiyet
Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.
zıddiyet
zıtlık.
Zı'f
İki kat. Bir şeyin miktarca iki katı.
Zıfr
Tırnak. Çengel. Pençe.
3317
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zıhar
" kocanın karısına ""sen anam gibisin"" demesi."
Zıhar
"İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak. * Karşılıklı yardımlaşmak. * Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karısına, ""Sen bana anam gibisin"" demesi gibi. Bu halde karısı da ona haram olurdu. İslâmiyetten evvel câhiliyet âdetleri olan ve bir nevi boşanma usulü sayılan bu çeşit hareketi İslâmiyet men'etmiştir ve zecr için zıhar eden kimseye keffaret vaz' olunmuştur. (O.L.)"
Zıhare
Elbisenin dış yüzü, dış tarafı.
Zıhlil
Dayanacak ve kayacak dar mekân.
Zıhrıt
Koyun ve deve burunlarından akan sümük.
Zıhrî
(C.: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne.
Zıkkî
Deriden yapılmış su tulumu.
Zılal
(Zıll. C.) Gölgeler.
zılâl
gölge.
Zılale
Gölgelik.
Zılf
Hayvanların çatal tırnağı.
zıll
gölge.
Zıll
Gölge. * Perde. * Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme.
Zıll-âlud
f. Gölgeli.
Zıll-ı zâil
Geçen gölge.
Zıll-ı zalil
Koyu gölgeli yer.
Zıllî
Gölge ile alâkalı.
zıllî
gölgeli, gölge ile ilgili.
Zıllîm
Zulmü çok olan kimse. Zâlim insan.
3318
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zıllîye
gölgeli.
zıllîyet
gölgelilik.
Zılliyet
Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma. * Gölgelik.
Zıllullah
Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı.
Zımad
(C.: Zamâid) İlâç. * Merhemle yaraya sarılan sargı, bez.
Zıman
Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.
Zımar
Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal. * Gizli kalmış hazine, iş veya şey.
Zımn
İç taraf. * Maksad, gaye. * Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.
zımn
iç yüz, dolaylı anlatılan.
Zımnen
Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.
zımnen
dolayısıyle.
Zımnî
İçinde saklı, gizli olarak. * Kendiliğinden.
zımnî
saklı, gizli, örtülü.
Zındık
(Bak: Zendeka)
zındık
dinsiz.
zındıka
dinsizlik.
Zınne
Töhmet, kabahat.
Zınnet
Cimrilik, pintilik.
Zı'r
(C.: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası.
Zıra'
(Bak: Zirâ')
Zırar
Karşılıklı zarar vermek.
Zırba'
Maymuna benzer bir hayvan.
Zırban
(C.: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan.
3319
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zırgam
(C.: Zarâgım) Aslan, gazanfer.
Zırh
Cevşen. * Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise.
zırh
savaş elbisesi.
Zırhpuş
(C.: Zırhpuşân) f. Zırh giyinmiş, zırh giyen.
Zırr
Gömlek ve kaftan düğmesi. * Tomurcuk.
Zıvana
f. İki ucu açık küçük boru. * Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik.
zıvana
küçük boru.
Zıvanadan çıkmak
Taşkınlık göstermek. Haddini aşmak, edepsizlik etmek.
Zıya
(Bak: Ziyâ)
Zıya'
(Zay'a. C.) Küçük çiftlikler, tarlalar.
Zıyk
(Dıyyık - Dıyk) Dar. Sıkıntılı.
Zıyyık
Pek dar.
zi
" ""den, dan"" mânâsında ön ek."
zî
" ""sahibi"" mânâsında ön ek."
Zî
"Arapçada kelimenin yerine göre ""Zâ, Zû, Zî"" şeklinde okunan, ""sâhib"" mânasını ifade eden ve birleşik kelimeler yapılan bir edattır."
Zi
"f. Türkçedeki ""den, dan"" mânasını ifade eder. Meselâ: Zi-mısır $ : Mısır'dan."
Ziab
(Zi'b. C.) Kurtlar, canavarlar.
zîakıl
akıl sahibi, akıllı.
Ziamet
(Bak: Zeâmet)
zîb
kurt.
Zi'b
Kurt. Canavar.
3320
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zîb
Zinet, süs. Düzgün, iyi elbise.
Ziba
f. Güzel, süslü, yakışıklı.
zibâ
güzel, süslü.
Zibac
Nedimelik etmek. * Sohbet etmek.
Zibak
Cıva.
Zibal
Karıncanın ağzıyla götürdüğü şey.
Zibar
(Zebr. C.) Kitaplar. * Yazı yazmalar. * Kâğıt yaprakları.
Zîbarû
(Zibâ-ru) f. Güzel yüzlü. Dilber.
Zîb-âver
f. Süsleyici, bezeyici.
Zîbayî
f. Süslülük, güzellik, yakışıklılık.
Zibbah
Ayak parmaklarının diplerinde olan yarıklar.
Zibban
(Zübâb. C.) Sinekler.
Zibbir
Kuvvetli.
Zi'be
Eyerin ve semerin iki yanlarının arası.
Zîb-efza
f. Güzelleştiren, süsü artıran, güzelliği çoğaltan.
Zibende
f. Süslü, zinetli, yakışıklı. Lâyık, güzel.
Zi'ber
Çok kaba dikişli bir Arap kaftanı.
Zibe'ra
Yaramaz huylu kimse. * Kaba sakallı, yüzü ve kaşı kıllı kimse. * Timsahın dişisi. * Boynuzuyla fili başında götüren canavar.
Ziberkan
Ay, kamer. Ay ve güneş. * Arap reislerinden bir reisin adı.
Zibh
Boğazlanan davar.
Zibha
(Zübha) Kuşpalazı, difteri.
Zi'bık
Civa.
Zi'b-i mütegannim
Koyun postuna girmiş kurt.
Zi'b-i yusuf
Kabahati ve suçu olmadığı halde suçlandırılan kimse.
Zibl
Süprüntü. Gübre.
3321
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zibniye
Zorla def'edici, zorla kovan.
Zibr
Mektup. Kitap.
Zibrak
Sarartmak.
Zicac
Karanfil.
Zican
Meyletmek, eğilmek.
Zicc
Yumuşaklıkla def'etmek. Tatlılıkla kovmak.
zîcemâl
güzellik sahibi.
Zida(y)
Cilâlayıcı, temizleyip parlatıcı.
Zidb
(C.: Ezdâb) Nasip, kısmet.
Zide
"(Zidet) : f. ""Çoğalsın, artsın"" anlamlarına gelir ve duâ ve temennilerde bulunmak üzere kullanılır."
Zi-der
f. Kapıdan.
zidergâh
dergahtan.
Zi-dergâh
f. Dergâhtan.
Zidet fazluhu
Bilgisi artsın, fazlı çok olsun!
Zidk
Sıdk, doğruluk.
Zîf
Kenar, nâhiye, cânip, taraf.
Zifaf
Gerdeğe girmek. Gerdek.
zifaf
gerdek.
Zifan
(Zayf. C.) Misafirler.
Ziff
Deve kuşunun yeleklerinin küçüğü.
zîfikir
fikir sahibi, düşünebilen.
Zî-fikir
Fikir sahibi, tefekkür eden.
Zifil
Katran.
Zifr
"(C: Azfâr) Kir, pas. * Yük. * Kırba. (Kırba götürenlere ""Zevâfir"" derler.)"
3322
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zifra
(C.: Zifâri) Devenin kulağı ardında terleyen yer.
Zîfünun
Çok şeyler bilen, mehâret sâhibi olan, fen sâhibi.
Zîh
(C.: Züyuh-Ezyâh) Çok kıllı erkek sırtlan. (Müe: Zeyhâ)
Zih
f. Kiriş. * Yay kirişi. * Kenar çizgisi. * Kaytan, şerit.
Zihaf
Çokluk. * Süstlük ve zayıflık ile yürümek. * Edb: İbarede uzun okunulması gereken bir sesli harfin, vezin zarureti ile kısa okunuşu. (Bunun zıddı: İmâle'dir)
Ziham
Kalabalık, sıkışıklık.
Zîhassa
Hassalı, özellik, hususiyyet sâhibi.
Zî-hassa-i meşhure
Meşhur hususiyet sâhibi.
Zî-hasse
Duygulu, duygu sâhibi, hisseden.
zîhaşmet
haşmet sahibi, görkemli.
Zî-haşmet
Haşmet sahibi, haşmetli.
zîhayat
hayat sahibi, canlı.
Zî-hayat
Hayatlı, hayata sâhip, canlı. (Bak: Hayat)
Zihbe
(C. Zihâb) Yağmur katresi.
Zihi
"""Şu, bu"" mânasına gelen müennes işaret zamiri."
zîhimmet
himmet sahibi.
zihin
" ""anlama, bilme, hatırlama, ezberleme"" kabiliyeti."
Zihin
(Zihn) Anlama, bilme, hatırlama kuvveti. Anlama kuvvet ve istidadı. Hıfz kabiliyeti. (Bak: Dimağ)
Zihlaf
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek.
Zihnen
Zihin ile, düşünerek, akıl ile.
Zihn-i mahdud
Dar zihin.
Zihnî
(Zihniyye) Zihinle alâkalı. Zihne âit.
Zihniyyât
Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler.
3323
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zihniyyet
düşünce, anlayış.
Zihniyyet
Düşünce. Düşünce yolu. * Anlayış. * Kafa.
zîidrâk
idrak sahibi, anlayabilen.
Zîk
(Bak: Dıyk)
Zikâr
(Zeker. C.) Erkekler.
Zîkared gazvesi
Zîkared, Gatafan diyarı civarında oniki mil mesafede bir kuyudur. Rivayete göre Medine ile Hayber arasında ve Şam yolu üzerindedir ve Medine'ye iki konak mesafededir. Bu Zîkared kuyusu yakınında yapılan gazaya Gabe Gazası da denilir, hicretin altıncı yılında rebiülevvel ayında vuku bulduğu rivayet edilir.Hayberden üç gün önce bir takım Gatafan ve Fezare çapulcuları Resulullah'ın sağılan develerine yağmacılık etmeleri üzerine bu gaza vuku bulmuştur. İbn-i Sa'd, bu develerin yirmi tane olduğunu ve Gabe Korusu'nda yayılırken baskına uğradığını bildiriyor. (S.B.M.)
Zike
Silâh.
Zî-kıymet
Kıymet sâhibi, kıymetli.
zikir
anmak, Allahı daima hatırlamak.
Zikir-hâne
Allah'ın çok çok zikredildiği yer. Mescid, câmi. Ehl-i tarikatın toplanıp Allah'ı zikrettikleri yer. Tekke.
zikirhâne
zikir evi.
Zikr
"(Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak. * Allah'ı (C.C.) çok çok anıp azametini düşünmek ve esmâ-i hüsnâsını okuyup tefekkür etmek. * Kur'ân-ı Kerim'in bir ismi.(İ'lem eyyühel aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşvü nemâ bulamaz; ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinse, büyüyüp
3324
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlik-ı Semâvat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde (ene) mahvolur...Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celbeden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yâni şuurlara tâbi değildir. M.N.)" zikr
zikir, anma.
Zikra
Anma, hatırlama. * Nasihat, öğüt. * İbret. Örnek.
Zikr-ârend
f. Zikreden. Anan.
zikretmek
Allahı anmak.
Zikr-i alenî
Aşikâr ve açıktan toplanıp Allah'ı zikretmek.
Zikr-i cehrî
Yüksek sesle yapılan zikir.
Zikr-i hafî
İçten ve kalbden yapılan gizlice olan zikir. Nakşilerin zikir şekli.
Zikr-i kalbî
Kalb ile yapılan, sessiz zikir.
zikriye
zikirle ilgili.
zikrullah
Allahı zikretmek, anmak.
zîkudret
kudret sahibi, güçlü.
Zikzak
Fr. Bir sağa ve bir sola doğru gidiş yapma.
Zi-l ecniha
Çok cihetli, çok hususiyetli bulunan. * Kanatlar sahibi. * Çok taraflı.
Zi-l yed
Fık: Bir malı elinde bulunduran. Bu malın hakiki sahibi olsun veya olmasın halen istediği şekilde kullanmakta bulunan kimse.
Zilal
(Zelil. C.) Hor ve hakir olanlar. Zeliller.
zilâl
gölgeler.
Zi'leb(e)
Deve kuşu. * Hızlı yürüyen dişi deve.
zilhicce
Arabî onikinci ay.
Zilhicce
Hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi onikinci ay. Kurban bayramı, bu ayın onuncu gününe rastlar.
Zilka'de
Arabi ayların on birincisi.
3325
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zilkâde
Arabî onbirinci ay.
Zill
Yumuşaklık. * Kolaylık, âsanlık. * Davarın alışması.
Zille
Orak kuşu denilen bir böcektir, orak vaktinde öter.
Zillet
Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık.
zillet
aşağılık.
Zillet-i nefs
Nefis alçaklığı.
zilliyet
bir malı elinde bulundurma hâli.
Zilye
(C.: Zelâli) Büyük döşek.
Zilzal suresi
"Kur'an-ı Kerim'in 99. suresidir. ""Zelzele, İzâzülzile"" sureleri de denir."
Zilzal
Zelzele, sarsıntı.
Zilzil
(C.: Zelâzil) Uzun etek.
Zi'm
Ayıp.
Zimal
(Bak: Zemel)
Zimam
Hayvan yuları. Yular.
zimam
tercih, seçme.
Zimam-dâr
f. Elinde yular tutan. * İdare eden. İdareci. İleri gelen. Bir işi elinde tutan.
Zimar
Irz, namus. Kişinin koruması kendi üzerine vâcib olan aile efradı.
Zimem
(Zimmet. C.) Borçlar, zimmetler.
Zimemat
(Zimem. C.) Borçlar.
Zimmar
"Deve kuşu sesi. * ""Bağırmak, savt ve sada etmek"" mânâsına mastar."
Zimmet
Himayeyi te'min eden ittifak. * Borç. * Alâkalı. * Uhde. * Vicdan. * Mes'uliyet. * Üst. Üstte olan şey. * Koruma zorunda kalma.
zimmet
korumak zorunda kalma.
3326
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zimmet-dâr
f. Hazine sâhibi. Vergiyi alan, toplayan. Alacaklı.
Zimmî
Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet.(Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse hakk-ı hayatı var diye usul-ü şeriatın bir düsturudur. Hem Mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık, merdud-üş şehadettir, çünkü hâindir. L.)
zimmî
anlaşma ile islâm ülkesinde yaşayan kâfir.
Zimmit
Ağır başlı, ciddi, vakarlı kimse.
Zimr
(C.: Ezmâr) Bahadır, kahraman, yiğit.
Zimzim
İri gövdeli deve.
Zi-n nur
Nurlu, ışıklı. Parlak. * Bahtiyar.
Zi-n nureyn
"""İki nur sâhibi"" meâlinde cihar-ı yar-ı güzinden Hz. Osman'ın (R.A.) lâkabı. (Hazret-i Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ile iki kat akrabalığı dolayısiyle) (Bak: Osman R.A.)"
Zîn
f. Binek hayvanlarına vurulan eyer.
Zina
Haram ve büyük günah olan ve nikâhsız olarak yapılan cinsi münasebet.
zinâ
nikâhsız cinsi münasebet, büyük bir günah.
Zinab
(Zeneb. C.) Kuyruklar.
Zinabe
Her şeyin ardı, arkası.
Zinak
Çene altının derisi. * Altından veya gümüşten yapılan ve kadınların boyunlarına taktıkları boğmak.
Zinakâr
f. Zina eden, zâni.
Zinbar
Hafif, zarif, hazırcevap kimse. * Yük götürebilen eşek. * Büyük fare. * Çınar ağacına benzer bir ağaç.
Zincar
Bir nevi balık.
3327
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zindan
f. Karanlık, yeraltı hapishânesi. Sıkıntı ve karanlık yer.
zindân
karanlık yer altı hapishanesi.
Zindan-ı atâlet
Atâlet zindanı. (Bak: Himmet)
Zindanî
(C.: Zindaniyân) Zindanlık. Zindana kapatılmış suçlu. * Zindan muhafızı. Zindancı.
zinde
dinç.
Zinde
f. Dinç, diri, canlı. * Güçlü, kuvvetli.
Zinde-bâd
f. Yaşasın, çok yaşa, sağ ol.
Zinde-dâr
f. Gece uyumayan, uyanık kalan.
Zinde-dil
f. Kalbi diri olan, uyanık.
Zinde-gî
f. Canlılık, zindelik, dirilik.
Zindık
(Zındık) Dinsiz, imansız. Müşrik. (Bak: Zendeka)
Zine
Düzgün. * Libas, elbise.
Zinet
"Süs. Bezek. Kadınlara mahsus kıymetli eşya.(Her bir çiçekte, her bir meyvede bir mizan ve o mizan bir intizam içinde ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde ve o tevzin ve tanzim bir zinet ve sanat içinde ve o zinet ve san'at, manidar kokular ve hikmetli tadlar içinde bulunduğundan; her bir çiçek o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelâl'e işaretler ediyor. L.)"
zînet
süs, bezek.
Zinfilece
(Zinfelîce) Zenbile benzer bir nesne.ZİNHAR $ f. Sakın, aslâ, kat'iyyen, olmaya, aman. * Elbette.
zinhar
sakın, asla.
Zinharhâr
f. Sözünde durmayan adam. * Aman dileyen.
Zinkîr
Tırnak kesintisi.
zînnûr
nurlu, ışıklı.
3328
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zînnûreyn
iki nur sahibi.
Zin-puş
Eyer örtüsü.
zînur
nurlu.
Zir ü zeber
Altüst, karmakarışık, darmadağın.
Zir
(C.: Zire) İnce kiriş. * Kadınlar sohbetini seven kişi.
zîr
alt, aşağı.
zîrâ
çünkü.
Zira'
El, kol uzunluğu. Yirmidört parmak uzunluğu. Arşın. * Bir kolun dirseğinden orta parmak ucuna kadar uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar) * Gökte ayın menzillerinden birisi. * Tulum. İçine peynir veya su, yağ gibi şeyler konan deriden kap.
Zira
f. Çünkü. Ondan ki, şundan, şu sebepten ki.
zirâ
kol uzunluğu, 75 santimetre kadar.
Ziraat
Çiftçilik, ekincilik.
ziraat
tarım.
Zirabe
Keskinlik.
Zî-rahm
Nesebî akraba.
Ziraî
Çitfçiliğe ait. Ziraate dair, onunla alâkalı.
Ziraye
Hışım etmek, hiddetlenmek, kızmak.
Zir-bend
f. Kayış, kuşak, kemer.
Zirek
f. Anlayışlı, uyanık, zeyrek.
Zirekî
f. Uyanıklık, zeyreklik, anlayışlılık.
Zirfin
(C.: Zerâfin) Kapı halkası.
Zir-i zemin
Yeraltı.
Ziriba'
Belâ, zahmet.
Zirin
f. Alttaki, aşağıdaki.
3329
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zirnîk
Zırhım, fare otu.
Zirr
Düğme. * Tomurcuk.
zîruh
ruh sahibi, ruhlu.
Zî-ruh
Ruhlu, canlı, hayattar. Zi-hayat. (Bak: Ruh)
zîrüzeber
altüst, darmadağın.
Zirve
Bir şeyin, hususan dağın en yüksek noktası, tepesi.
zirve
doruk, tepe.
Zirve-i bâlâ
f. Yüksek zirve. * Yüksek makam. * Yüce kat.
Zirve-i cebel
Dağ tepesi.
Zî-şan
Şanlı, meşhur ve şerefli olan.
zîşân
şanlı.
Zî-şa'şaa
Çok parlak. Şa'şaalı.
Zişt
f. Çirkin. Kötü. Kabih.
Ziştî
f. Çirkinlik.
zîşuûr
şuurlu, bilinci olan.
Zî-şuur
şuurlu. şuur sâhibi.
Zît
(Ziyât) Çağırmak. * Niza edişmek, çekişmek.
Zivana
(Bak: Zıvana)
Ziver
Süs. Zinet.
zîvücûd
vücut sahibi.
Ziya paşa
"(Mi: 1825 - 1880) İstanbul'da doğmuş ve Adana'da vali iken vefat etmiştir. İslâm-Türk hürriyet-perverlerinden olan Ziya Paşa, ""zekâvette alemdar"" bir şahsiyet olmasına rağmen, kâinatta cereyan eden hâdiselerin gaye ve hikmeti karşısında şaşırmış, bu sebebten ıztırab çekiyor. "" Eyvah kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım"" diye feryad etmiştir. Yine kâinattaki İlâhi güzellik ve zahirde
3330
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
çirkin olarak gözüken, fakat neticesi hayır ve hikmetler dolu olan hadiseler karşısında da; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ederek ruhunun feryadını dindirmeğe çalışmıştır.Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve Namık Kemal ile 1876'da Paris'e hicret etmiştir. Zafernâme ve üç cildlik Harabât adlı -Divan edebiyatı şairlerinin seçme şiirlerini toplayan- kitabı vardır." Ziya
"Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik. (Nur, ziya'dan daha umumidir. Çünkü ziyâ aydınlığın intişarı mülâhazası ile ve Nur, intişarı ve sebatı mülâhazaları ile ıtlak olunmuştur ve bazıları indinde bizzat olan aydınlığa ziya; ve vasıta ile olan aydınlığa nur ıtlâk olunur. L.R.)(Ziya ile; mevcudat görünür, hayat ile, mevcudatın varlığı bilinir; her birisi birer keşşaftır. M.)"
ziyâ
ışık, nur, aydınlık.
Ziya'
Kaybolma, mahvolma.
Ziya-bâr
(Ziya-efşan - Ziyapâş) Işık saçan.
ziyâdâr
ışıklı, parlak.
Ziya-dâr
Ziyalı, ışıklı, parlak. * Aydın. Akıllı, münevver.
ziyâde
artan, çok bol.
Ziyade
Artan, fazla kalan. Çok bol. Fazladan. * Artma, çoğalma.
Ziya-efşan
f. Işık saçan, ziya saçan.
Ziyaf
(Zeyf. C.) Kalp ve silik paralar. Karışık akçeler.
Ziyafe
Merdut olmak. * Tenbel. * Değişmek.
Ziyafeşan
f. Işık saçan, ziya saçan.
ziyâfet
bolca yedirip içirme.
Ziyafet
Karışık ve değişik olma.
ziyâfetgâh
ziyafet yeri.
3331
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Ziyai
(Ziyaiyye) Işığa ait. Ziyaya dair ve mensub olan.
Ziyal
Uzun kuyruklu at.
Ziyame
Ayıplı olmak.
Ziyan
f. Zarar, ziyan, kayıp, hasar.
ziyân
zarar.
Ziyanisar
(Ziya-nisâr) f. Işık saçan, ışık serpen.
Ziyankâr
f. Zarar veren, ziyancı. Zarar ve ziyan edici.
Ziyapaş
f. Işık ve aydınlık veren. Ziya saçan.
Ziyar
Yavşa denilen nesne. (Baytarlar) onunla davar dudağını kıstırıp zebun ederler.
Ziyare
Meşhur, şöhretli.
ziyâret
görmeye gitme.
Ziyaret
Görüşmeğe gitmek. Bir kimseyi görmeye varmak.
Ziyaret-gâh
f. Ziyaret yeri. * Türbe. Makbul ve dine büyük hizmeti olan ve veli tanınanların kabrinin bulunduğu yer.
ziyâretgâh
ziyaret yeri.
Ziya-yı kalb
Kalbin ziyası, nuru, ışığı. Kalbin iman nuruyla ziyalanması, uyanması, gafletten halâs olması.
Ziyy
(C.: Ezyâ) (Zeyy) Dış görünüş. * Libas. Kılık, kıyafet. Hey'et.
ziyy
dış görünüş, kıyafet.
Ziza'
Ot ve su olmayan yer.
Zizefun
Ihlamur ağacı.
Zorbaz
f. Kuvvet oyunları gösteren sanatkâr. Bu oyunlar hünerden çok güce, kuvvete dayandıkları için, zor oyuncusu demek olan bu tabir meydana gelmiştir. Eskiden cambazlar kuvvetli adamlar oldukları için ekseriyetle vücutlarının kuvvet ve metanetine delil olan görülmeğe
3332
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
değer numaralar da gösterirlerdi. Meselâ bazı cambazlar koca bir taşı yerden alıp havaya atarlar ve taş aşağıya inerken, başlarının üstündeki lâstik topmuş gibi kâh göğüsleriyle, kâh arkalarıyla, kâh başlarıyla karşılayıp taşa vururlar, yere düşmeden tekrar havaya çıkarırlar ve böylece oynarlardı.Bazan da koca su küplerini karşılarına alıp, koç dövüşür gibi karşıdan hızla gelip başlarıyla vurarak küpü parça parça ederlerdi. Bu çeşit kuvvet oyunları gösteren cambazlara, zorbaz denirdi. (O.T.D.S.) Zû
"Kelimenin başına gelerek ""sâhip, mâlik olan"" mânasını verir. (Bak: Zâ)"
Zû'
Gece uçan kuşlardan birisi. * Erkek baykuş.
Zuafa
(Zayıf. C.) Zayıflar. Zayıf olanlar.
zuafa
zayıflar.
Zuak
Tuzlu su.
Zuama
(Zaim. C.) (Zeâmet. den) Kefiller. * Büyük tımar sâhipleri.
Zu'ban
(Zi'b. C.) Canavarlar, kurtlar.
Zubban
(Zabb. C.) Kelerler, kertenkeleler.
Zube
Bir taraf.
Zucret
Yürek darlığı, iç sıkıntısı.
Zucretver
f. Sıkıntılı.
Zud
Üçten ona kadar olan develer.
Zudaşna
(Zud-âşnâ) f. Her gördüğü kimseyle dost olan.
Zudendaz
(Zud-endâz) f. Akla geldiği şekilde, düşünülmeden söylenen söz.
Zudhiz
f. Vazifesini çok çabuk gören hizmetkâr.
Zudî
f. Tezlik, çabukluk.
Zudres
f. Çabuk erişen.
3333
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zudsir
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
f. Faydasız. Menfaatsiz. * Kötü huylu. * Bir şeyden çabuk bıkan, usanan.
Zudter
f. Daha çabuk.
Zu-esmar
Meyveli. Semereli.
Zufr
Tırnak.
Zufur
(C.: Ezfâr-Ezâfir-Zufir) Tırnak. * Yay başında kiriş takılan yerden ucuna varıncaya kadar olan miktar.
Zugle
Her nesnenin bakiyyesi ve bölüğü. * Birşeyin bölük bölük olması.
Zuglul
Yeyni, hafif. * Küçük oğlan.
Zugr
Şam vilayetinde bir yerin adı.
Zuhal
(Bak: Zühal)
Zuhar
Ok yeleği. Kanat yeleği.
Zu-hazz
Nasibi olan, nasibli. * Hoşlanan, zevk alan.
zuhr
öğle vakti.
Zuhr
Sahavetli zenginlik. * Yüksek şeref.
Zuhr(e)
İhtiyaç zamanı için muhafaza edilen, saklanan şey. Zahire. * Sâlih amel. Âhiret için yapılan hazırlık.
Zuhrefe
Süslemek, bezemek.
Zuhruf suresi
Kur'an-ı Kerim'in 43. suresidir. Mekkîdir.
Zuhruf
Yaldız. Yalancı süs. Gösteriş. Zinet. Altın.
zuhûr
görünme, ortaya çıkma.
Zuhur
Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr.
zuhûrât
birden oluveren şeyler.
Zuhurât
Birden oluveren şeyler. Hesapta olmayan umulmadık hâdiseler. * Sünuhat. (L.R.)
3334
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zuk'
(C.: Ezkâ) İki uyluk arası.
Zukak
(C.: Ezikka) Sokak.
Zukk
Kuşun yavrusuna ağzından birşey yedirmesi.
Zukl
Harâmi. * Küçük dar gemi.
Zu'kuk
(C.: Zeâkık) Yaramaz huylu kimse.
Zulame
Mazlumun hakkı.
Zulel
Gölgelikler.
Zulem
Karanlıklar.
Zulemat
(Zulmet. C.) Zulmetler, karanlıklar.
Zullame
(Zalime) Zâlimin zulümle aldığı mal.
Zullân
(Zelil. C.) Zeliller.
Zulle
(C.: Zulel) Gölgelik. * Gölge eden bulut. * Sofa.
Zulm
"(Zulüm) Haksızlık. * Eziyet, işkence. * Bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymak.( $ sırrınca: Dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmiyerek hizmetimize tecavüzü, zendeka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar. Nasılki küçük kabahatleri işliyenlerin, nâhiyelerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de: Ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada ve sür'aten verilir. Ehl-i dalâletin cinayetleri, o kadar büyüktür ki: Kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, muktezâ-yı adalet olarak Alem-i Beka'daki Mahkeme-i Kübrâ'ya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.İşte
3335
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Hadis-i Şerifte $ mezkûr hakikata dahi işaret ediyor. Yâni: Dünyada şu mü'min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, madem Cehennem'den çıkmıyacaklar. Hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları te'hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir. Yoksa mü'min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mes'uddur. Âdeta mü'minin imanı, mü'minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir cehennemi ateşlendiriyor. L.)" zulm
zulüm, haksızlık.
zulmânî
karanlık, sıkıntı.
Zulmanî
Karanlık. Karanlıkla alâkalı. Karanlıklı ve karanlık gaflet uykusunda olan.
Zulmat
(Zulümât - Zulemât) (Zulmet. C.) Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik ve zulüm devri.
Zulmen
Haksızlıkla, zulüm yaparak.
zulmen
zulüm ile, haksız biçimde.
zulmet
karanlık.
Zulmet
Karanlık. * Mc: Sıkıntı.
Zulmet-âlud
Karanlıklı. Karışık ve sıkıntılı.
Zulmet-efzâ
(Zulmet-fezâ) Karanlığı artıran.
Zulmet-i münevvere
Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti, cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebep. Meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve izah olundu zannetmektir. Manyetizma, telepati, kuvve-i
3336
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
mıknatısıyye ve elektrik gibi isimleri takmakla o hârika hâdiseler izah olunmuş olamazlar. Zulmet-i müzevver
Dedikodu, fitneden hâsıl olan azab ve mânevi karanlık.
Zulm-ü mütehaccir
Taş haline gelmiş, zulüm. (Bak: Sanemperest)
Zu'lub
(C.: Zeâlib) Bez parçası.
Zuluf
(Zılf. C.) Koyun, keçi, inek gibi hayvanların çatal tırnakları.
Zu'luk
Bir ot cinsi.
Zulul
Gün geçirmek. * İşi gece yapmak. * (Zıll. C.) Gölgeler.
zulüm
haksızlık, eziyet, işkence.
Zulümat
(Bak: Zulmât)
zulümât
zulmetler, karanlıklar.
zulümâtâbâd
karanlıklarla dolu.
zulümkâr
zulüm eden, zâlim.
Zu'm
(Zuum) Bâtıl zan. Şübhe. Yanlış zan.
zûm
yanlış zan.
Zu'miyyât
Bâtıl, yanlış zanlarla alâkalı şeyler.
Zumne
Müzmin illet, zamanla yerleşmiş olan hastalık.
Zu'mum
Yorulmak.
Zun
Put, sanem.
Zunbub
İncik önünde olan kuru kemik.
Zunun
(Zann. C.) Zanlar. şübheler.
zunûn
zanlar, sanmalar.
Zu'r
Korku, havf.
Zur
Yalan. Asılsız. Uydurma.
Zurafa
(Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler.
3337
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
zurafâ
zarifler, kibarlar, nazikler.
Zurar
Keskin bir taş.
Zurba
f. Zorba. Bir işi zorla yaptıran. * Kuvvetli, güçlü.
Zurbayâne
f. Zorbalıkla, zorbacasına.
Zurbaz
(Bak: Zorbaz)
Zurhane
f. Spor salonu.
Zurk
Yonca içinde biten yaban otu.
Zurkâr
f. Zorlayan.
Zurmend
f. Güçlü, kuvvetli.
Zuru'
(Zar'. C.) İnek ve benzeri hayvanların memeleri.
Zurub
Kısa boylu, şişman ve etli kimse.
Zuruf
(Zarf. C.) Zarflar. Kablar.
Zu'rur
Yaramaz huylu kişi. * Kızılcık yemişi.
Zutt
Zencilerden bir kabile.
Zuyuc
Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
Zuyuf
(Zayf. C.) Misafirler. Geçici olarak duranlar.
Zû-zeneb
Kuyruklu. Kuyruğu olan.
Zü-
"""Sâhip, mâlik"" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır."
Züaf
Ağu. Zehir.
Zübab
Şom. Şer, kötülük. Kovmak, uzaklaştırmak.
Zübab(e)
Sinek.
Zübad
Bir ot cinsi.
Zübale
Mum. Kandil fitili.
Zübana
Yılan boynuzu. * Akrebin kuyruğu ucundaki dikeni.
Zübbad
Değersiz şey. * Kaymak.
Zübd
Tereyağı, kaymak.
3338
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zübde
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
(C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. * Bir şeyin en mühim kısmı. * Kaymak. * Her nesnenin iyisi ve hâlisi.
zübde
öz, özet.
Zübde-i kemâl
Kemâlin en ileri derecesi.
Zübde-i makal
Sözün özü.
Zübdî
Tereyağıyla ilgili, tereyağına ait. Tereyağlı cisimler.
Zübed
(Zebed. C.) Köpükler. * (Zübde. C.) Özler, özetler, zübdeler, neticeler.
Zübeh
Bir ot.
Zübeyr bin avvam (r.a.)
Sahabe-i Kiramdan ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Erkeklerin
beşincisi olarak onbeş yaşında iken İslâmiyeti kabul etti. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı muhafaza için ilk kılıç çekenlerdendir. Bütün gazalarda bulunup çok yara aldı. Mısır'ın Fethinde bulundu. Çok zengin olduğu hâlde bütün varını İslâmiyete fedâ etti. Namaz kılarken şehid edildi (Hi: 67). Namazını Hz. Ali (Radıyallahü anh) kıldırdı. Zübeyr
(Zübür. den) Yazılı küçük şey.
zübeyr
yazılı şey.
Zübre
(C.: Züber) Büyük demir parçası. (Örs mânasına da gelir.)
Zübul
Sararıp solma. Buruşma. * Pejmürdelik.
Zübul-yafte
f. Gübrelenip kuvvetlenmiş olan.
Zübur
(Zibr. C.) Mektuplar. Kitaplar.
Zübür
(Zebur. C.) Kitaplar. Mektuplar.
Zübye
(C.: Zübâ) Tepe.
zücac
cam.
Zücac(e)
Cam, şişe, sırça.
zücace
cam, şişe.
3339
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zücacî
Camcı, şişeci, sırçacı.
Zücaciyye
Cam veya sırçadan yapılı kaplar.
Zücal
Oyuncu güvercin.
Zücc
(C.: Zicce-Zicâc) Süngü arkasının demiri. * Dirsek kenarı. * Ok demiri.
Zücle
(C.: Zücül) İnsanlardan bir taife.
Zücur
(Zecr. C.) Yasak etmeler, mâni olmalar, önlemeler. Zorlamalar. Eziyetler. Kovmalar.
Züff
(Züfâf) : Az, kalil.
Züffe
Bölük, zümre.
Züfr
Ulu kişi, seyyid.
Züfre
(C.: Zeferât) Kükremek. Gürlemek. * Nefesi içeri çekip göğsünü öttürmek. * Gam, tasa. * Atın orta yeri.
Züfyan
Rüzgârın şiddetle esip sürüp götürmesi.
Züha'
Miktar.
Zühal
bir gezegen.
Zühar
Zorla içi geçmek. * şiddetle teneffüs etmek.
Zühban
(Zühub) (Zeheb. C.) Altınlar.
zühd
din için dünyadan el etek çekme.
Zühd
Dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek.
Zühdî
Zühde ait ve müteallik. Zühde dair.
Zühdiyye
Fls: Çilecilik. Eziyet ve sıkıntılara katlanarak mânevi terakki sahibi olmağa çalışmak.
Zühd-ü kalb
Kalben dünyaya değil, Allah rızasına müteveccih olmak. Kalbin dünya alâkalarından kesilmesi.
3340
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Züheyr
Küçük çiçek. Çiçekcik.
Zühluk
(C.: Zehâlik) Semiz,besili, şişman.
Zühm
İçyağı.
Zühme
(C.: Zühem) Çirkin koku. * Kedinin kuyruğu altında toplanan misk.
Zühre
Sabah Yıldızı, çiçek.
zührevî
frengi gibi hastalıklar.
Zührevî
Frengi ve bel soğukluğu gibi hastalıklar.
Zühruf
(Bak: Zuhruf) Yaldızlı zinet.
Zühub
(Zeheb. C.) Altınlar.
Zühuk
Bitip tükenme, mahvolma, yok olma. Hükümsüz kalma.
zühûl
geciktirme, yanılma.
Zühul
Uzak olmak, yerinden gitmek. Uzaklaşmak.
Zühumet
Yağlılık.
zühûr
çiçekler.
Zühur
Parlaklık. Parıldama. Zühuret. * Çiçekler. Ezhar.
Zühuret
Parlaklık, parıldama.
Züka'
Güneş.
Zükae
Malı çok olan, zengin.
Zükak
(C.: Zekâk-Ezikka) Sokak. * Üveyik kuşunun sesi. * Ses, avaz, sadâ.
Zükam
Nezle.
Züke
Hışım, gadap, hiddet, öfke. * Üzüntü, gam, tasa.
Zükk
Üveyik kuşunun yavrusu.
Zükme
Kişinin son çocuğu. * Çocuk doğarken çıkan ses. * Ağır ve can sıkıcı kimse.
Zükr
Kalbdeki fikir, düşünce.
Zükran
(Zeker. C.) Erkekler.
3341
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zükre
Peklik. * Keskinlik.
Zükun
(Zekan. C.) Yüzün alt uçları. Çeneler.
Zükur
(Zeker. C.) Erkekler.
zükûr
erkekler.
Zükuret
Erkeklik.
zükûret
erkeklik.
Zü-l celal
Celâl sahibi, Allah (C.C.) Azamet, kibriyâ, izzet ve heybet sahibi Cenâb-ı Hak. (C.C.)
Zü-l cemal
Cemâl, lütuf, rahmet ve güzellik sâhibi Allah. (C.C.)
Zü-l cenah
Çok cihetli, çok taraflı, her yana gidebilir.
Zü-l cenaheyn
İki taraflı. Çitf kanatlı. * Hem dünya hem âhirete âit. Zâhiri ve bâtıni bilgisi geniş olan kimse. İki mânevi yol takib eden. İki ayrı meharet sahibi.
Zü-l ecniha
Kısım kısım, Çok taraflı, çok kanatlı.
Zü-l fikar
(Zülfekar) Resül-ü Ekrem (A.S.M.) zamanında bir kâfire âit kılıç iken Hz. Peygamber (A.S.M.) Bedir Muharebesinde Hz. Ali'ye (R.A.) verdiği ve ucu iki kısma ayrılan meşhur kılıç.(Mecâzen, şimdiki devirde Hz. Peygamber (A.S.M.) ve Kur'an-ı Kerim hakkında inkâra ve şüpheye düşenleri ilmen, aklen ikna edip, mânen küfrü kesen Risale-i Nur Külliyatından çok mühim bir eserin ismidir. Bu kitapta üç yüzden ziyade, râvileri ile birlikte hadis-i şerifler nakledilerek Kur'an-ı Kerim'in mu'cizeliği ve Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) hak peygamber olduğu isbat ve beyan edilmiştir.)
Zü-l karneyn
İki boynuzlu. Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen ve Peygamber olup olmadığı tam bilinmeyen büyük bir hükümdar ismi. İki zülüflü yahut da şark ve garbın hakimi olduğu için böyle denilir. Eski Yemen
3342
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Padişahlarından birisidir. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm zamanında bulunup Hazret-i Hızır'dan ders almıştır. Bazıları yanlış olarak bunu İskender-i Rumî ile karıştırır. İskender-i Rumî Milâddan 300 sene evvel yaşamış ve Aristo'dan ders almıştır. Yemen'li İskender'e İskender-i Kebir de denir. (Bak: Karn) Zü-l kavafi
İkiden fazla kafiyeli nazım şekli.
Zü-l yedeyn
İki elliler, insanlar.
zül
" ""sahibi"" mânâsında ön ek."
Zülaka
(Bak: Zelâka)
zülâl
berrak, tatlı, güzel, soğuk, su.
Zülâl
Saf, berrak, tatlı, hafif, güzel, soğuk su. * Yumurta akı.
Zülâl-i vasl
Sevdiğine, muhabbet ettiğine kavuşmanın neticesi hâsıl olan tatlılık ve sürur.
Zülâlî
(Zülâliyye) Yumurta akı özelliğinde olan maddeler. Yumurta akına benziyen.
Zülam
Parasız, züğürt.
zülcelâl
büyüklük sahibi.
zülcenaheyn
iki kanatlı, iki taraflı.
zülecniha
çok kanatlı, çok yönlü.
Zülef
(Zülfe. C.) Gecenin gündüze yakın saatleri. * Yakınlık. * Rütbe. Menzile.
Zülenkata
Zeker. * Kısa boylu kişi.
Zülf
(Zülüf). f. Yüzün iki yanından sarkan saç lülesi.
zülf
zülüf, saç lülesi.
Zülfa
Yakınlık, yaklaşma.
3343
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük Zülfe
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Küçük saçak, püskül. * Yazı ıstahlarındandır, sülüs yazısındaki eliflerin ucundaki çengele verilen addır. Eliflerini ucundaki çengel, ufak saçağı benzediği için bu ad verilmiştir.
Zülfet
Yakınlık.
Zülf-i perişan
f. Zülfün dağınık, perişan oluşu. Sevgilinin saçının darma dağın oluşu. * Mc: Sevilen şeylerin, işlerin karma karışık oluşu.
Zülf-i yâr
f. Sevgilinin zülfü. * Mc: Menfaat, fayda, çıkar. * Hatır, onur, şeref.
Zülfikâr
Hazreti Alinin kılıcı.
Zülfikârmisâl
Zülfikâr gibi.
Zülhuka
Çocukların üzerine çıkıp kaydıkları nesne.
Zülka
Kaypak, düz yer.
Zülkarneyn
eski bir hükümdar.
Zülkarneynmisâl
Zülkarneyn gibi.
Zülkum
Boğaz.
züll
alçalma, horluk.
Züll
Hakir olma, alçalma. Zillette oluş. Horluk.
Züllaha
Arka ağrısı.
Züll-i teslim
Teslim olma alçaklığı.
Zülul
Vezinde eksik olmak.
Zülüf
(Bak: Zülf)
Zülül
(Zelul. C.) Yavaş ve başı yumuşak olanlar.
Zülzal
Zelzele, deprem, sarsılma.
Zülzil
(C.: Zelâzil) Etek ucu.
Zümer suresi
Kur'an-ı Kerim'in 39. suresi. Mekkîdir.
Zümer
(Zümre. C.) Gruplar, zümreler.
Zümh
Yüce ve büyük olmak.
3344
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zü-mirre
Halk. * Hasen yahut bediî eserler.
Zümmah
Bahil, yaramaz kişi.
Zümmel (zümmâl)
Zayıf, korkak kişi.
Zümre
Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.
zümre
bölük, gurup.
Zümre-i muvahhidîn
Bir Allah'a inanmış ve O'nun emirlerinden ayrılmak istemeyenler. Bir Allah'a inanıp başka fikre aldanmayanlar.
zümrüt
bir süs taşı.
Zümrüt
Cam parlaklığında, güzel, yeşil renkte şeffaf bir süs taşı.
Zümuh
Uzak olmak. * Katı olmak.
Zümum
(Zemm. C.) Ayıplamalar. Kınamalar.
Zümürrüd
Zümrüt. * Mc: Çok yeşil olan renk.
Zünabe
Herşeyin ardı, arkası.
Zünane
Borcun ve iddetin bakiyyesi.
Zünba'
Akıllı, zeyrek kimse.
Zünbur (zünbâr)
(C.: Zenâbir) Eşek arısı. * Ufak taş parçası.
Züneyb
Küçük kuyruk, kuyrukçuk. * Küçük sap, sapçık.
Zünnar
İp. * Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak. (Rükûa mâni olduğu için kuşanılması İslâmiyette küfür alâmeti sayılmıştır.)
zünnâr
papaz kuşağı.
Zün-nun
(Sahib-i Nun) Yunus Peygamber'in (A.S.) bir namı. * Mısır'lı Ebul Gayıd: Tasavvufun büyük müessislerindendir. Hi. 860'da vefat etmiştir.
Zünub
(Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar.
zünûb
günahlar, suçlar.
3345
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Zü'nun
Bir ot cinsi.
Zünzün
(C.: Zenâzin) Gömlek eteği.
Zür'a
Bir miktar ekilmiş yer.
Zürare
Saçılan şey.
Zür'e
Aklık, beyazlık.
Zürefa
(Zarif. C.) Zarif kimseler. (Bak: Zurafâ)
zürefâ
zarif kimseler.
Züreyka'
Aş çervişi. (Aşın üstüne gelir)
Züribe (ziribe)
(C.: Zerâbi) Enli ve iyi döşek.
Zürka(t)
Mâvi, mâvimtırak renk.
Zürkum
Çehresi gömgök kimse.
Zürmanika
Sof zırh.
Zürnuk
Küçük nehir.
Zürra'
(Zari'. C.) Ekinciler. Ziraatçiler.
Zürrak
(C.: Zerârik) Beyaz tüylü doğan.
Zürre
Darı.
Zürriyat
(Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
Zürriyet
Soy, nesil, döl, kuşak.
zürriyet
soy, nesil.
Züru'
Ekili tarlalar.
Zürud
(Zerd ve Zered. C.) Savaşçıların halka halka örülmüş zırhları.
Zürur
Ay, güneş ve yıldızın doğması.
Zürzür
Sığırcık kuşu.
Züube
(C.: Zevâib) Her nesnenin âlâsı, iyisi. * Ağaç başında olan incecik budak.
Züvaf
Tez, hızlı, seri.
3346
Yeni Osmanlıca-Türkce Sözlük
60 000 Başlıq
Turuz-Tebriz-2012
Züval
Yab yab, sallana sallana yürüyen kişi.
Züvan
Buğday içinde çok olan ve gökçek adı verilen kara tohum.
Züvenn
Kısa boylu.
Züveyza'
Kısa boylu.
Züviyet
Toplandı, dürüldü. (Bak: Zevy)
Züvvar
(Zâir. C.) Ziyaretçiler. Hal hatır sormağa gidenler.
Züyuf
(Zeyf. C.) Kalp akça, sahte para. Mağşuş olmak, mağşuş akçalar.
Züyul
(Zeyl. C.) İlâveler, ekler. Kuyruklar. Etekler. Bir kitaba yapılan ilâveler.
Züyur
(Bak: Ziver)
Züyut
(Zeyt. C.) Yağ
3347