TASAVVUFTA RUH TERBİYE YÖNTEMLERİ: İslami ilimler içerisinde Tasavvuf ilmi müstesna bir yere sahiptir. Tasavvuf ilminin zaman içerisinde pek çok tarifi yapılmıştır. “ Tasavvuf güzel ahlaktır .” .” diyen es-Sakati, “Tasavvuf, hakikatleri almak, insanların ellerinde bulunan şeylere gönül bağlamamak ” diyen Ma’ruf el -Kerhi, “Tasavvuf emir ve nehiy altında sabretmektir ” diyen Ebu Amr İsmail b. Nuceyd, “Tasavvuf, nefsin bütün isteklerini ve zevklerini terk etmektir ” diyen Ebu Hüseyn en -Nuri gibi tasavvufa kendi anlayışı ve bakış açısı ile izah getirmeye gayret eden ilmi şahsiyetler, adeta tasavvufun anlam ve yaşayış yönünden ferdin hayatına getirdiği zenginliğe işaret etmeye çalışmışlardır.1 Hakk’ın rızasını kazanmak ve ebedi saadete ulaşmak için nefsi terbiye etme, ahlakı güzelleştirme, güzelleştirme, içi ve dışı tenvir etme, suret ve sireti tezkiye etmeden bahseden bir ilim olan tasavvuf, kendine gaye olarak da ahlakın kemal mertebesine ulaşması için her hususta Hz.Peygamber (s.a.v.)’in gösterdiği yolu takip ederek, iç ve dış olgunluğu itibariyle O’nun gerçek varisi olmanın yolunu göstermek olarak belirlemiştir.2 Tanımlardan, konu ve gayeden de anlaşılacağı gibi hedefi, insanı “insan-ı kâmil” mertebesine eriştirmek olan tasavvuf ilmi, bu gayesini temin için insanı, nefsi ve ruhi yönlerden bir takım kısıtlama ve eğitime tabi tutmak sureti ile amacını gerçekleştirme ir. ve hedefe ulaşma yolunu izlemişt ir. Tasavvufi yaşayış bir nevi ruh eğitimidir. Ebu Talib el-Mekki, tasavvuf yoluna giren müride yedi hasletin bulunması gerektiğini, bu hasletlerin de bazı ruhi terbiye tedbirleri ile elde edilebileceğini söyler. Müridde bulunması gereken hasletler is e şöyledir: 1) İradesinde doğru olmak (Belirtisi: Manevi yükselişe hazırlık yapmak)
arkadaşları terk etmek) 2) İtaate götüren yollara sarılmak (Belirtisi: Kötü arkadaşları 3) Nefsinin halini tanımak (Belirtisi: Nefsin kötülüklerini kötülüklerini keşfetmek) 4) Allah’ı bilen âlimin meclisinde bulunmak etmek) 5) Tövbe-i Nasuh ile günahlardan dönmek devam etmek)
(Alameti: Onu başkalarına tercih
(Belirtisi: İtaatten zevk almak ve ona
6) Helal lokma yemek, (Alameti: Hayır ve takvada yardımlaşıp, günah ve düşmanlıktan menetmektir.)
7) Salih dostlar edinmek
Ruhi bir terbiye sürecinden geçildikten sonra kazanılacak olan bu hasletlerin elde edilmesine yardımcı tedbirler olarak ise: 1) Beslenmenin Sınırlandırılması -i taam: az yemek) Sınırlandırılması (kıllet -i 2) Bedeni Dinlenmenin Ölçülü Hale Getirilmesi (kıllet -i -i menam: az uyumak)
1 2
Osman Türer,Tasavvuf Tarihi,Seha Neşriyat,İstanbul,1995,s.23 -24 Türer,a.g.e.,s.26-27 1
Kontrolü (kıllet -i 3) İletişimde Dilin Kontrolü -i kelam: az konuşmak) 4) Istırap ve çileye tahammül 5) Yalnızlığa çekilmek (halvet, uzlet) 6) Sosyal ve fiziki çevrenin değişmesi (sefer) 7) Nefs muhasebesi ve murakabe 8) Dini hislerin uyanmasında sema’
Bu saymış olduğumuz ruhi terbiyeyi temin eden hasletlerden ilk dördü Mekki’ye göre nefsi zabt -u rabt altına alır. Diğerleri ise aynı gayeye yardımcı tedbirlerdir. Nefis, yaradılışından gelen müsbet ve menfi sıfatlara sahiptir ve onun olumsuz sıfatlarının olumlularına tebdil edilmesi gerekmektedir. Nefsin yaradılışından kaynaklanan bu farklı özellikler şunlardır: 1) Kibr, medhedilmeyi sevmek, izzet gibi rububiyet sıfatları 2) Hased, zan, hile, aldatma gibi şeytani sıfatlar 3) Yeme, içme, cinsel istek gibi hayvani sıfatlar 4) Korku, tevazu ve zillet gibi kulluk sıfatlarıdır.3
Mekki’ye göre mürid, bu vasıflardan rububiyet vasıflarını kulluk vasıflarına, şeytani huylarını müminde bulunması gereken vasıflara, hayvani tabiatını da ruhanilerdeki vasıflara tebdil etmedikçe tekâmül edip veli olamaz. Bu onun tasavvufta makam denen manevi merhaleleri katetmesine engel olur.
Nefis terbiyesi için uygulanan tedbirlerin tasavvuftaki adı “riyazet” tir. tir. Sözlükte “terbiye etmek, eğitmek, ıslah etmek, boyun eğdirmek, idman” anlamlarına gelen “riyazet” , tasavvufta, nefsin çekici ancak zararlı olan isteklerinden uzak kalmaya, faydalı ama zor olan şeyleri yapmaya kişinin kendini alıştırması demektir.4Sufiler, az yemeye, az konuşmaya, az uyumaya, yalnız kalmaya, devamlı zikir ve tefekkür etmeye alış an nefsin kurtulacağına inanırlar. Çile çekmek, erbain çıkarmak, sefere çıkmak, inzivaya çekilmek riyazet şekilleridir.5 Tasavvufi yaşayışta; az yemek, az uyumak, az konuşmak, uzlete çekilerek derin düşüncelere dalmak, belli kelimeleri tekrarlayarak b unların manaları üzerinde tefekkür etmek, bedeni ve cismani kuvvetleri zayıflatarak, ruhani kuvvetlerin beden üzerinde hâkimiyet kurmalarını sağlamak ve bu maksatla temrinler yapmak “riyazet”, “mücahede”, “çile” tabirleri ile ifade edilmektedir. Buna göre insanın takva sahibi olması, insanlıkta, ahlakta ve dindarlıkta kemale ulaşması, melekût âlemi melekût âlemi ile mülk âlemi arasında bulunan ve bu iki âlemi birbirinden ayıran perdeleri kaldırıp, âlemin esrarına vakıf olmasının yolu riyazet yaparak, çile çekerek ve usulüne uygun bir şekilde egzersiz yaparak kalbi tasfiye, ruhu tezkiye ve nefsi tehzib etmektir. 6
3
Hüseyin Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 261 Fikret Karaman,İsmail Karagöz,İbrahim Paçacı,Dini Kavramlar Sözlüğü,Diyanet İ şleri Başkanlığı Yayınları,Ankara,2006,s.560 5 Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 262 6 Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 262 -263 2 4
Tasavvuftaki riyazet İslâm’ın özünde var olan bu disiplinin değişik bireylere, çeşitli zümrelere, farklı zamanlarda ve mekânlarda yaşayan, ayrı ayrı geleneklere ve yaşama tarzlarına sahip toplumlara uyarlanmasından ve uygulanmasından ibarettir. Riyazetin uygulanmasında uygulanmasında aşırılığa gidilmesi, İslam’daki temel ölçülerin göz ardı edilmesi zaman zaman görülmüştür. Buna riyazet -i şâkke (çetin ve zor riyazet ) denir. Gerçi riyazetin hiçbir şekli kolay ve zevkli değildir. Her riyazet mutlaka nefse az veya çok zor, hatta ağır gelir. Zaten riyazetin terbiye ve ıslah edici olması da bundandır. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerde bu zorluk açıkça görülmektedir. İyi eğitilmiş bir nefse bu tür ibadetler zor gelmeyebilir, hatta onlara bu ibadetler zevkli de gelebilir. Nitekim:
“Şüphesiz ki sabır ve namaz huşû ehli olmayanlara ağır gelir” (Bakara, 2/45) buyrulmuştur. Yani huşû ehline ağır gelmez, buyrulmuştur. Fakat insanların büyük bir kısmı huşû ehli olmadığından ibadetlerdeki bu zorluk daima söz konusu olur. Esasen insanın Allah Teâlâ’nın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla mükellef olması da bir külfeti ve zorluğu çağrıştırır. Görülüyor ki riyazet rahatına düşkün olan keyf ehli kişilerin yapabileceği zevkli bir şey değildir. Riyazette bedensel zevkler (nefsânî arzular ) olmaz. Çünkü riyazet bedensel zevklerin kırılması, etkisizleştirilmesi ve işlevsiz hale getirilmesidir. Riyazetle bedensel arzuların kökü kazılmaz, bu arzular tümden yok edilmez ve öldürülmez ama gücü kırılır, etkisiz ve zararsız hale getirilir. 7 Riyazet ve mücahede yapılış gayesine göre derecelere ayrılmaktadır, bunlar kısaca şöyledir: a) Takva mücadelesi b) İstikamet mücadelesi c) Keşf ve ıttıla (Mücahede ve riyazetin en üst derecesi)’dır.
Ruhi tekâmülü destekleyen ve nefis terbiyesine yönelik tedbirleri ele alacak olursak
bunlar şu şekildedir: 1) Beslenmenin Sınırlandırılması (Kıllet -i -i Taam: Az Yemek): Nefs terbiyesine ve ruhun tezkiye edilm esine yönelik uygulanan fizyolojik tedbirlerden birincisi “kıllet -i taam” da denen az yemektir.
İnsanı maddi âleme bağlayan en temel beşeri ihtiyaçlardan birisi şüphesiz ki yemek ihtiyacıdır yani beslenmedir. İnsan hayatını devam ettirebilmek için mutlaka gıda almak zorundadır. Tasavvuf bu gıdalanmayı tamamen kesmek değil, kısıtlama, asgari düzeyde bir beslenme ile yetinilmesini ve bu yolla maddi âleme düşkünlüğün azaltılıp, manevi âleme yönelişin sağlanmasını temin etme gayesi güder. 7
Süleyman ULUDAĞ, Yeni Dünya Dergisi, 2000 – Şubat
8 A’raf Suresi,ayet:31 9 Rahman Suresi,ayet:7-8 10 İbn Mâce, Et’ıme 50, (3349)
3
İslam’ın Kur’an ekseninde inananlara çizdiği gastronomik plan, az yemek merkezi etrafında şekillenir. Kur’an-ı Kerîm’de Yüce Mevlâ’nın bize sunduğu ilahî manifesto şu net ifadelerle belirlenir:
“Yiyiniz içiniz aşırı gitmeyiniz!”8 Kur’ân bütünlüğü içinde bu, genel kozmi k denge içerisinde Rahman Suresi’ndeki şu âyetlere tekâbül eder: “Allah ölçüyü belirledi. Ölçüyü bozmayınız!” 9
Yemek içmekte altın-denge (golden balance)’nin nasıl sağlanacağı, bize Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) , tarafından kavlen ve fiilen gösterilmiştir. O, yaşayan Kur’ân’dı. “Mü’minler, midelerinin üçte birini yemekle, üçte birini suyla doldurup, geri kalanını da zikir için boş bırakmalıdır!”10 Bu hadisin tam Türkçesi, sofradan yarı aç kalkmaktır. Yani sofraya otururken,
kalbimizle sofradan bir çeşit aç çeşit aç kalkmaya niyet edeceğiz. Ve hadiste boş mideyle Allah’ı hatırlamak (zikir) arasında doğrudan bir bağlantı kurulmuş olması da, az yemedeki, arka planının gerçek esprisini gösterir. Az yemek yiyen, evinin bacası yemek pişirmek için sıkça tütmeyen, çektiği açlıklarla karnına taş bağlayan Hz. Peygamber’in bu yönü, herkesçe malum olan hususlardandır. Bir edeb ölçüsünden harekete edersek, açlıkla dost olan bir peygamberin, tok ümmeti olmaktan hazer etmek gerekir. Ashâb-ı Kiram da öyleydi. Az yerdi. Medine’ye Bizans İmparatoru Heraklius tarafından gönderilen bir doktor, Müslümanların sıkça hastalanmadıklarını görünce, İstanbul’a geri dönmek zorunda kalmış ve bunun sebebini soran İmparator’a da: “Onlar, sofradan aç kalkıyorlar!” şeklinde cevap vermiştir. Kur’ân ve Hz. Resulullah (s)’ı izleyen sûfîler de işte bu minval üzere hayatlarını şekillendirmiş ve hayatları boyunca kıllet -i taâma yani az yemek yemeye özen göstermişlerdir.11 Bir örnek vermek gerekirse, Hacı Bayram -ı Velî’nin Etnoğrafya Müzesi’nde sergilenen “kara taş” ı burada zikredilebilir. Hacı Bayram -ı Velî Hazretleri, sünnete riâyet için çok açlık çektiğinde açlığını bastırmak üzere kullandığı siyah bir taşı vardı, onu Hz. Peygamber gibi açlığını bastırmak üzere karnına bağlardı. Hz. Mevlânâ’nın akşam eve geldiğinde çoğu kez hanımı, evde yemek olmadığını söylediğinde yüzüne tatlı bir tebessüm yayıldığı ve “Çok şükür, evimiz Hz. Resûlullah’ın (s) evine benzemiş!” dediği kaydedilir. Hz. Mevlânâ insanın hayvanî yönünün eğitimini, bir örnekle av köpeğinin eğitimine benzetir. Bilindiği gibi av köpekleri ava giderken çok doyurulmaz ve aç da bırakılmaz. Tam doyunca ava gitmez, acıkınca da avı yiyebilir. Hz. Mevlânâ altın dengenin, açlık riyâzetindeki önemini bu mecazla vurgular. Şimdi, Hz. Mevlânâ’nın hayatından bir misalle, onun kıllet -i taâm konusundaki duruşunu/tavrını daha belirgin hâle getirelim. Bir keresinde, bütün âlimlerin ve şeyhlerin hazır olduğu bir davette, semâ töreni icra edilir ve ardından mükellef bir sofra kurulur. Vezir Pervâne Muînüddin’in işâretiyle pirinç pilavının içine altın bir kâse
11
Ethem Cebecioğlu,Hz.Mevlana’da Kıllet -i Taam,Altınoluk Dergisi, 2007 - Kasım, Sayı: 261, Sayfa: 17 4
ve onun içine de içi altın dolu bir kese yerleştirilerek yavaşça Hz. Mevlânâ’nın önüne konur. Pervâne Muînüddin, altınları fark edip alması için Hz. Mevlânâ’ya tabaktaki pilavdan yemesi yönünde sık sık; “Bu yemek helâl parayla yapılmıştır. Lütfen buyurunuz, yeyiniz!” diye ısrarlarda bulunur. Ancak bu durumu fark eden Hz. Mevlânâ, Pervâne’ye celâlli bir sesle; “Böyle bir yemeği Allah’ın erlerinin önüne getirmek, hem dinimizin, hem de insanlık mezhebinin dışındadır. Allah’a şükürler olsun, Yüce Mevlâ, bize bu kâse ve keselerden tam bir feragat bağışlamış ve bizi, bu gibi şeylerden ihtiyaçsız kılmış ve onlara karşı meylimizi kesmiştir.” diyerek ayağa kalkar semâ’a başlar ve şu gazeli okur: “Allah için, benim ne yağlıya ne tatlıya Ne altın dolu keseye, ne de altın kâseye meylim var! ”
Semâ’ı bitirince Pervane Muînüddin, büyük bir utanç içerisinde Hz. Mevlânâ’dan özür diler.12
Tasavvufun temel esaslarından birisi "az yemek" anlamındaki "kılle t-i taam"dır. Çok yemek, maddî bedenimize zarar verdiği gibi, manevî hayatımıza da zarar verir. İnsan tıka basa yediğinde, * Kalpten Allah korkusu gider.
* İnsanları tok zannettiğinden, onlara acıma duygusu kalmaz; çünkü tok, açın hâlinden anlamaz. * İbadetler ona zor gelir.
* Hikmetli sözler duysa fazla etkilenmez, en hikmetli konuşmaları bile esneyerek dinler. * İnsanlara öğüt verdiğinde tesir gücü azalır. * Hastalıklara daha kolay yakalanır. * Nefis azgınlaşır, kalbin ve aklın sözlerini dinlemez. * Şehvanî istekler kuvvetlenir. * Uyku galebe eder. Amel ve taatte değerlendirebileceği nice saat, ölümü ve yokluğu andıran uykuyla geçer. Hz. Peygamber (a.s .m.), Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Ayrıca, her kamerî ayın 13-14-15. günlerinde oruçlu olurdu. Recep ve şaban ayları geldiğinde daha
ziyade oruçlu olmaya gayret ederdi. Zaten oruçlu olmadığı zamanlarda da fazla yemezdi. Evinde aylarca duman tütmediği olurdu. Hz. Peygamber, midenin üçe ayrılmasını tavsiye eder: Üçte biri yemeğe, üçte biri suya, üçte biri havaya... "Acıkmadan yememek ve doymadan kalkmak," nefse hâkimiyette ihmal edilmemesi gereken önemli bir düsturdur. Ramazan ayını görkemli iftar sofralarıyla âdeta "yeme ayı"na çeviren günümüz Müslüman'ı, ruh ve bedenin senelik bakım ayından istifadesini azaltmaktadır. Günümüzde Günümüzde lezzetli yemeklerle nefisler şımartılmış, şım artılmış, söz dinlemez hâle getirilmiştir. 12
Eflakî, Menâkıbu’l -Ârifîn, c.I, ss. 2007 -8 5
Hemen bütün mistik akımlarda ortak bir değer olan "kıllet -i taam"a, günümüz insanı son derece muhtaçtır. Evliya menkıbelerinde, bir zeytinle 40 gün idare eden zatların hikâyelerini okuruz. Sabah kahvaltısında, peynir, reçel gibi gıdaların yanında 40 zeytin yiyen birisi, belki de bu menkıbeleri şüpheyle karşılar. Fakat şurası unutulmamalıdır ki i nsan, ruh ve kalbin hayat merte besine girince bir nevi melekleşir, maddî gıdalara olan ihtiyacı minimum seviyeye iner. 13
Tıpçıların üstadı İbni Sinâ, tıp ilmini iki satırla toplayarak Hz.Peygamber’in mideyi üçe taksim hadîsini şöyle açar: “Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin v akit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemek yemektir. Yani, vücuda en muzır, dört beş saat ara vermeden yemek yemek, veyahut lezzet için çeşitli yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.” Araştırmalar; çok yemek içmek değil; az, düzenli, ölçülü ve dengeli beslenmek; uyumak gerektiğini ortaya koyuyor. İşte, tasavvuf terbiyesinde, bu psiko -fizyolojik ve -i kelâm” (az yemek, az uyumak, psişik kazanımlar, “kıllet -i taam, kıllet -i menam, kıllet -i az konuşmak) şeklinde formüle edilmiştir. Vücûdumuzun çok yemeğe ihtiyacı yoktur. Sigara tiryakiliği ve alkol bağımlılığı nasıl ihtiyaçtan değil, alışkanlıktan kaynaklanıyorsa; belli bir kalorinin dışındaki yemek ihtiyacı ve açlık da; fizyolojik şartlanma ve alışkanlıklardandır. Sünnet -i -i Seniyye, Peygamberimizin (s.a.v ) yaşadığı tarz üzere bir hayat sürmek, tıbbın da istediği en mükemmel yaşama şeklidir. Şeytanın dürtülerinden ancak “aklımız midemize, ruhumuz cesedimize, kalbimiz nefsimize” hâkim olursa korunabilir ve ruh ile beden formumuzu koruyabiliriz.
Ruhun tezkiyesi ve nefsin terbiyesinde az yemenin önemli bir fonksiyonunun olduğunu verdiğimiz örneklerle izaha çalıştık , az yemenin riyazet olacağını ama ne kadar zamanda ve ne miktarda yemenin riyazet olacağı hususunu ise Mekki’nin izahı ile işlemek gerekirse o riyazet konusunda biri vakti, diğeri yenilen miktarı esas alan iki uygulama olduğunu belirtmektedir. Birincisinde, yenilen miktarın giderek azaltılarak, ikincisinde öğün vakti tehir edilerek açlığa tahammülde had safhaya ulaşılmaktadır. Azığı tedricen azaltmanın sınırı olarak, midenin üçte birini dolduracak kadar yemekle yetinmeye ulaşmaktır. Öğün vaktini geciktirmede ise bedenin, farzları yapamayacak kadar güçsüz düşmemesi ve aklın sağlıklı kalmasına dikkat etmektir.14 Beslenmenin kısıtlanmasının süresi ne kadardır? diye bir soruya cevap olarak ise, bu kısıtlamanın sürekli olmadığı, müridin ruhi olgunluğa ulaşıp, nefsani duygu ve isteklerinin baskısından kurtulduğu yani manevi bir olgunluğa ulaştığı ve artık yediği nimetleri nefsinin isteğinden dolayı değil, Allah’ın kendine sunduğu nimetleri ve onun hazinesinin sınırsız nimetleri olduğu ve bunlardan istifade etm enin onu Allah’ı hatırlayıp zikretmeye götüreceği, şükran duygusunun artacağı şeklinde bir düşünce yapısına sahip olacağı olgunluğa eriştikten sonra artık bu az yeme yolu ile nefsin 13 14
Şadi Eren,Olaylar ve Örneklerle Nefis Terbiyesi,Nesil T erbiyesi,Nesil Yayınları,İstanbul,2004,s.47 Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 266 -7 6
terbiye edilmesi olarak uygulanan fizyolojik tedbir gevşetilir, zira tasavvufta açlık kalıcı
bir hayat tarzı değildir. Aksine bu ve benzeri fizyolojik tedbirlerle amaçlanan kişiyi dünya hayatından ve zevklerinden uzaklaştırıp, insanı kendi üzerinde düşünmeye ve tam bir vecd halini temin amacı ile bedene yapılan baskının ruha tes irini temin etmektir. 2) Bedeni Dinlenmenin Ölçülü Hale Getirilmesi (Kıllet -i -i Menam: Az Uyumak):
Tasavvufi yaşayışta manevi hazırlanış safhasında başvurulan tedbirlerden biri de “kıllet -i menam” yani ruhi ve bedeni dinlenmenin azaltılması ya da kontrol altına alınmasıdır. Mekki uykunun azaltılmasından, günlük uyunması gereken ihtiyaç miktarının azaltılmasını değil; gece uyunan uyku süresinin azaltılmasını, gece boyunca kesintisiz kastetmektedir. Buna göre gecenin tamamını uykuyla değil, bir kısmını uyunmamasını kastetmektedir. da ibadet ve zikirle geçirilecektir. Çünkü geceler dıştan gelen tesirlerin azalması sebebiyle müminin şuur ve idrakinin canlı, dikkat ve dikkat ve düşüncenin toplu, duygusal olarak etkilenmeye hazır olduğu vakitlerdir. Nitekim Kur’an’da Müzemmil Suresi: 67.ayetlerinde, gece okunan Kur’an ve yapılan ibadetin kalbe tesirinin daha çok ve kalıcı
olduğu belirtilmiştir. “Kıllet -i menâm”; az uyumak manasına gelmektedir. Riyâzetin çok önemli bir yanı da uykunun kontrol edilmesi ve azaltılmasıyla alâkalıdır. Tıp ilminin verilerine göre günde beş-altı saat uyku insan vücudunun ihtiyacını karşılamaktadır. Said Nursi gibi büyükler fıtrî uykunun beş saat olduğunu vurgulamışlardır. Hatta hem hekimler hem de insanın kalbî ve ruhî gelişimi üzerinde duran İslam ahlakçıları beş -altı saatin ötesinde bir uykunun insana zarar verebileceği üzerinde ısrarla durmuşlardır. durmuşlardır. Bundan dolayı, insan günlük uykusunu en fazla beş saat olarak ayarlamalı ve hatta onu tedricen daha aşağılara çekmeye gayret göstermelidir. Az uyuyan bir insan belki gündüz biraz mahmurlaşır; fakat onda da ayrı bir güzellik hâsıl olur. Uyku iyice bastırdığı anlarda gerekirse kalkıp bir bardak çay içer, abdest tazeler, biraz dolaşıp açılır ve o rehaveti üzerinden atıp tekrar çalışmaya başlar. Şayet şartları müsaitse, üç -üçbuçuk saat geceleyin uyur; bir-birbuçuk saat de gündüz kaylûle yapar. Böylece, uykucu insanlara nispetle her gün üç -dört saat fazladan zaman kazanmış; okuma -yazma, vazifesini yapma ve ailesiyle meşgul olma adına o kadar bir vakti kendisine ayırmış olur. Aksi halde, uyku insan ömründen çalıp durur ve hiçbir bedel ödemeden günleri, haftaları, ayları alıp götürür. Üstelik fazla uyku insan zihnini uyuşturur, kalbe kasvet salar ve yakîn azlığına yol açar. Dahası, bir de insan yeme -içmeyi müteakiben hemen uykuya dalıyorsa, o zaman başta şişmanlık olmak üzere çeşitli hastalıklar da birer birer bünyeyi sarar.15Mekki’ye göre ise azami uyku sekiz saati geçmemelidir. Bu uyku da kesintisiz hiç uyanmaksızın uyunuyor olmamalıdır. Yine bu uyku belirtilen miktardan az olursa bedene güçsüzlük, halsizlik, yorgunluk verip hem hem çalışma hayatını hem de dini hayatı olumsuz etkiler görüşündedir. 16Ancak günlük uykunun ne kadar olacağına dair kesin bir bilgi verilememektedir. Böyle bir sorunun ne dini ne ilmi ne de tıbbi olarak kesin bir yanıtı yoktur. Günümüz tıp ilmi 5 ile 8 saat arası olmalıdır 15
http://www.herkul.org/kiriktesti/index.php?article_id=4198
16
Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 270 7
demektedir. Çünkü uykuya duyulan ihtiyacı mevsim, yenen yemek, havanın kirli ya da temiz oluşu, rakım gibi faktörler etkilemektedir. Fakat alışkanlık haline getirme ya da iradi bir gayret il e uyku için zaruri olan miktar az ya da çok değiş tirilebilir. 3) İletişimde Dilin Kontrolü (Kıllet -i -i Kelam: Az Konuşmak):
Tasavvufi yaşayışta nefs terbiyesi ve ruhun tezkiye edilmesi maksadı ile başvurulan riyazet tedbirlerinden bir diğeri de, iletişim vasıtası olan dilin kontrol altına alınması, yani konuşmanın sınırlandırılmasıdır. Bu duruma tasavvuf dili ile “kıllet -i kelam” denmektedir.
Dil diğer aza ve uzuvlardan farklı olarak vazife alanı çok geniş olan bir organdır. Bu nedenle de afetleri büyük olabilecek bir yapıya sahiptir. İmam Gazali dili ,”cirmi ,”cirmi küçük, cürmü büyük…” olarak nitelendirmiştir. Çünkü bir kulun küfrü de şehadeti de dilindeki ifadeden anlaşılır. Küfür isyanın; iman da itaatin son haddidir der. Ayrıca şamil olunan ilim de dilden anlaşılır. Çünkü dimağda olan bilgi dil ile ifadesini bulur. Gazzali, dilin ya hak ya da batıl ile konuşacağını, tüm bu şümulun da sadece dilde mevcut olduğunu ifade eder. 17Sınırsız düşüncelerin ifade aracı olan dilin de sınırsız ifade imkânına sahip olması tabiidir. Bu kadar geniş imkânlara sahip olan bir uzvun iyiliklere olduğu gibi kötülüklere de kullanılması mümkündür. İşte dilin kontrol altına alınması derken bundan maksat iyi ve iyilikleri söylemek yanında kötü olanı ve kötülükleri bırakıp, iyi olup da söylenemeyen unsurlar önündeki e ngelleri de kaldırmak, söylenmesinde fayda bulunmayan şeyleri ifadeden dili alıkoymak kastedilmektedir. Etki alanı geniş olan dilin ifade alanından çıkarılması gereken hususları Mekki şöyle sıralamaktadır: 1) Yalan 2) Gıybet 3) Kovuculuk 4) İftira 5) Yalancı şahitlik 6) Namuslu kadına zina isnadı 7) Allah’a iftira etmek 8) Boş yere yemin etmek 9) Lüzumsuz olarak konuşmak 10)Fuhuş ve batıl üzere konuşmak 11)Kelamı süslemek
zorlanmak(Tekellüf) 12)Konuşmasını beğendirmek için zorlanmak(Tekellüf) 13)Tahrif 13)Tahrif etmek 14)Muh 14)Muhal şeyler konuşmak 15)Yağcılık, Yaltaklanmak 17
el-Gazzali,İhyau Ulumi’d -Din,Huzur Yayınevi,İstanbul,C:III,s:245
8
16)Tevriye 16)Tevriye 17)İstihza 18)Münazara 19)Tel’in 20)Sövme… vb.dir.18
Çok konuşan insanın bunlardan bir ya da birkaçına dalma ihtimali mevcuttur. Sayılan bu hallerden bazısı büyük günahlardan iken bir kısmı da faydasız ve gereksiz konuşmadır ve bu yönü ile sakınca teşkil etmektedir. Bunlardan büyük günah olanları işlemek zaten dinen yasaktır. Günahlar kalbin kararmasına ve katılaşmasına sebeptir. Sözü süslemek, yapmacıklık, zorlamayla konuşmasını beğendirmeye çalışmak, tekellüf, tahrif, yağcılık… gibi şeyler ise Mekki’ye göre gönlü dağıtır. Gönül dağılınca dikkat dağılır, dikkati dağılan kişi de Allah’a yakın olan kulların derecesine yükselemez. yükselemez. 19 Yukarıda sayılan boş söz ve büyük günah türünden olup dil ile ifadesini bulan bu haller ve söylemler, Gazzali gibi birçok âlim tarafından dilin afetleri olarak nitelendirilmiş, eserlerinde “dilin afetleri” başlığı ile ve değişik eklemeler ile ifadesini bulmuştur. 20Bu sayılan ifadelerde dikkat edilirse, söze konu teşkil eden devamlı olarak üçüncü şahıslardır. Dikkat ve Dikkat ve düşünce başkaları üzerindedir. İşte tasavvuf ehli olan bir insan dış âlemden ve başkaları-diğerleri meselesinden, bu ruhi arınma yöntemi ile içe dönebilmeyi temin eder hale gelir, dilini kontrol eder, iç âlemine oradan da ilahi âleme yönelir. Terbiyevi bir tedbir olan susma ya da ifadenin sınırlandırılmasının, ruh terbiyesi
açısından yerine getirdiği fonksiyonlar kısaca şöyle tesbit edilebilir: 1) Susmak ya da az konuşmak, yukarıda saymış olduğumuz dinen yasak olan ve ahlaken hoş olmayan ifadelerden alıkoyar. 2) Susma ya da az konuşmanın bir başka faydası da dikkat ve düşüncelerin
başkalarından çekilip kişinin kendi üzerinde yoğunlaşmasına imkân sağlamasıdır. 3) Susmak ya da az konuşmak, yalan yanlış ve hatalı sözlerle başkalarının
zihinlerini meşgul etmekten alıkoyduğu gibi; aynı zamanda bilgili ve faydalı konuşmacıların konuşmasına ve bunların dinlenip bilgi sahibi olunmasına imkân vermektedir. 4) Az ve yerinde konuşmak, düşüncenin ürünü olduğu için, konuşulanlar doğru ve yararlı olacaktır. Çünkü susmak düşünmeye, düşünmek az ama yararlı
konuşmaya ve yararlı işler yapmaya sevkedecektir.
18
Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 272 Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 273 20 el-Gazzali,İhyau Ulumi’d -Din,Huzur Yayınevi,İstanbul,C:III,s:255 -365 19
9
Özetlemek gerekirse az ve yerinde konuşmak suretiyle ifadeler kontrol edilebilir hale gelir, nefse ağır gelen bir yöntem olduğu için tasavvufta riyazet ve mücahede yöntemlerinden birisi olarak görülür. Konuya bir örnek vermek gerekirse: Hikmet ehlinden ve ulemadan olan Hasan Basri hazretleri bir ilim meclisinde konuşurken adamın biri Hasan Basri’ye:-Falanca sizin hakkınızda şöyle konuşuyor, diye kovuculuk yapar, yani laf taşır. Hikmet ehlinden olan Hasan Basri, yanında kendine hediye gelmiş olan bir sepet kuru hurmayı adamın eline vererek: -Al bunları ona götür, der. Adam anlayamaz ama dediğini yapar. Hurmalar kendisine gönderilen adam nedeninin sorunca hurmaları getiren adam: -Senin, Hasan Basri’nin dedikodusunu yaptığını ona haber verdim o da bunları benimle sana gönderdi der. Dedikodu yapan o kişi hemen çıkar Hasan Basri’nin huzuruna gelir ve: -Ben sizin dedikodunuzu ettim, bu adam size haber vermiş ama siz bana kızmak ya da karşılık vermek yerine hediye göndermişsiniz, hikmeti ne ola, deyince cevaben Hasan Basri:- Kötü söze kötü ile muamele kolay olanıdır, hikmetli olan ise kötü sözü iyilikle savabilmektir. Bu haslet ise hikmet ehli olmanın alametidir, diyerek lafın kötüsünü engellemenin yöntemini ve kötü söze sabretmenin, dili muhafazanın muhafazanın bir örneğini sergilemiştir. 4) Istırap ve Çileye Tahammül:
İnsanın manevi tekâmülünü ve ruhi olgunlaşmasını hedefleyen bir eğitim olan tasavvufta, bu eğitime yardımcı olan esaslardan birisi de, “ıstırap ve çileye tahammül”dür. Kur’an’da ıstırap; eza, bela, ibtila, musibet, imtihan ve fitne kelimeleri ile karşılık bulmuş bir terimdir. Her bir kelime deneme, ıstıraba maruz bırakarak deneme anlamalarına gelmek tedir. tedir. Kur’an’da imandan sonra, insanoğlunu denemek için ona ıstırabın, çilenin geleceği haber verilmiştir. Ankebut Suresi:2-3. ayetlerinde Allah(c.c.) : “İnsanlar, inandık demeleriyle bırakılıverileceklerini, imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar? And olsun, biz onlardan öncekilerini de imtihan etmişizdir.” buyurulmuş ve bu imtihanın nasıl ve hangi konularda olacağı da haber verilmiştir. Korku, mahsullerde eksilme, sevdiklerinizin vefatı, açlık gibi konularda imtihana tabi tutulacağımız bizzat Kur’an’da haber verilmiş, bu imtihanlara da öncelikli olarak Peygamberler tabi tutulmak sureti ile adeta onların manevi olgunluk mertebelerinin insanlığa gösterilmesi amaçlanmıştır. Bu imtihanlar psikolojik, fizyolojik ve de sosyolojik olabilmektedir. Istırap yolu ile gerçekleşen bu imtihanların maksadı, müminin imanındaki samimiyeti ve sadakati denemek, rabbine bağlılık ve yakınlığının artmasını, gönüllerden masivayı çıkarıp, Rabbine yönelip, ona aşkla bağlanıp sığınmasını sağlamaktır.21 Âlimler, ıstıraba tahammülün imanı takviye ettiğini belirtirler ve Allah’ın insanları denemek için onlara ıstırap ve çile verdiğini, bunun asla bir cezalandırma olmadığını ifade ederler. Zira tasavvufi düşüncede ıstırabın yoğunluk ve büyüklüğü, Allah tarafından sevilmenin bir alameti olarak görülmüş, karşılaşılan ıstırap ,bela ve musibetlerin günahların affı için sebep teşkil edeceğine dair mevcut olan hadis -i şerifler, ıstırap ve çileye tahammüldeki dayanıklılığı ve karşılaşılan bu olaylara bakış açısını da etkilemiştir. Hatta uzun süre kendine bela ve musibetin uğramaması hoş karşılanmamıştır. 21
Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 276 10
Mekki de ıstıraba tahammülü sabrın en üstün şekli olarak görmektedir. 22Ona göre belaya sabır, seçkin insanların sabrıdır. Tasavvufta ıstırap ve çileye sabır bundan dolayı önemlidir, hatta tasavvuf tarihi içerisindeki bazı sofiler, maddi imkân i mkân ve refah düzeyleri yüksek olmasına rağmen kendilerine suni olarak çile ortamları oluşturmak sureti ile bu olgunluğa erişmenin yollarını aramış, aynı maksatla mürşitlerinde kendilerine intisap etmek isteyen müritleri “çilehane” adı verilen yerlerde aynen sabır ve tahammül sınavından geçirdikleri de kaynaklarda mevcuttur. 5) Yalnızlığa Çekilmek(Halvet, Uzlet): Tasavvufta ilahi âleme yönelişi temin için başvurulan riyazet ve mücahede dir. metodlarından metodlarından birisi de hayatın yalnızlığa çekilmesi, tasavvuf dili ile “uzlet” dir.
Sözlükte “ayrılmak, bir köşeye çekilmek” anlamına gelen uzlet, tasavvufta, günaha girmemek ve daha çok ibadet etmek gayesi ile toplumdan ayrılıp ıssız ve kimsesiz yerlere çekilmek, tek başına yaşamak demektir. Buna halvet, inziva, vihdet adı da verilir. Esasen uzlet, kötü ahlaktan ayrılmak içindir. Vatanı değil, sıfatları değiştirmektir. Kur’an’da uzleti anlatan ayetlerden bazıları şöyledir: “Sizi ve Allah’tan başka çağırdıklarınızı terk ediyorum”( Meryem:19/48) Meryem:19/48) “Onları ve tapmakta olduklarını terk ediniz…”(Kehf:18/16) ediniz…”(Kehf:18/16)
Uzletin karşıtı “hıltat” 23 ,“ihtilat” olup halka karışmak anlamına gelir. Uzlet, hayatın akışı içinde küçük zaman dilimlerinde, iç murakabe, iç muhasebe için yapılır. İslam’da asıl olan insanlardan uzaklaşmak değil, onlarla kaynaşmaktır. 24 Kişinin uzlete çekilmesinden maksat; günahtan ve günaha sebep olacak şeylerden sakınmaktır. Ancak mutasavvıflar; "Uzlete çekilene lâyık olanı; insanlardan uzak kalmaktan maksadının, onların şerrinden uzak olmak değil, kendi şerrinden insanların selamette olmalarına inanmasıdır" derler. Uzlete çekilen kişinin, Şeytan'ın kendisine vesvese vermemesi için, itikada ait bilgileri ve ibadetinin makbul olması için de farzları edaya yarayan ilimleri bilme si gerekir.25
İslâm bilginleri uzletin mi yoksa zıddı olan ihtilatın mı daha üstün olduğunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel; ihtilatın müstehab olduğunu söyleyenlerdendir. söyleyenlerdendir. İslâm'da asıl olan insanlardan uzaklaşmak değil, onlarla kaynaşmaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis- i şerifte şöyle buyurmuştur: "İnsanların ezasına karışan, onların eza ve cefasına katlanan mü'min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan mü'minden daha fazîlet lidir" lidir"26. Zaten mutasavvıfların istediği uzlet, temelli insanlardan uzak kalmak değil, nefsi terbiye edip tekrar insanların arasına dönmektir. 22
Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 277 Süleyman Uludağ, Kuşeyrî Risalesi, s.240 24 Fikret Karaman,İsmail Karagöz,İbrahim Paçacı,Mehmet Canbulat,Ahmet Gelişken,İbrahim Ural,Dini Kavramlar Sözlüğü,Diyanet Sözlüğü,Diyanet İşleri Başkanlığı Başkanlığı Yayınları,Ankara,2006,s.669 23
25 26
Hasan Kayıklık,Tasavvuf Psikolojisi,Akçağ Yayınları,Ankara 2009,s.163 Suyûtî, el-Câmiu's Sağîr, II, 282 11
Kuşeyrî Risalesi'nde; esas uzletin insanlardan uzak olmak değil, günahlardan ayrı olmak olduğuna işaretle şöyle der: "Hakîkatte uzlet, kötü huylardan ayrılmaktır. Uzletin tesiri vatandan (yerinden) ayrılmada değil, kötü vasıfları değiştirmede aranmalıdır. Bunun içindir ki; "Arif kimdir?" sorusuna Kîn ve bain (birlikte ve ayn olan) kimsedir", yani zahiren halkla b eraber bulunduğu halde, sırren onlardan ayrı olan ki msedir diye cevap vermişlerdir.27 Konu ile alakalı olarak Mekki topluma karışmanın zararlarını sıralarken,müridi olumsuz yönde etkileyip, onun dikkatini dağıtıp duygu ve düşüncelerini istenmeyen istikametlere yönlendirebilecek kişilerden oluşan bir kalabalığı kastetmektedir. Bu topluluk dünya isteklerinin ve hırsının peşinde koştuğu duyulan topluluktur 28 demek sureti ile bu tür topluluklardan, bu tutumları nedeni ile uzlet etmek, halvete çekilmek düşüncesini ve görüşünü serzetmiştir. Mekki, gereğinden fazla ihtiyaç olmadığı zamanlarda zamanlarda topluma karışmayıp uzlete çekilmenin faydalarını şöyle zikretmiştir: 1) Halvet, kalbi halk ile meşguliyetten alıkor, düşünceyi halikin işleri üzerine toplar 2) Sebat ve azmi güçle ndirir 3) Gözle görülmediği için nefsin dünyalık arzuları üzerinde düşünmeyi azaltır, zira gözler kalbin kapısıdır, afetler kalbe oradan girerler, demektedir. 29 4) Uzlet, gelip geçici dünya nimetlerinde az ile yetinmeyi sağlar 5) Hırsı zayıflatır 6) Dünyaya yönelik talepleri azaltır 7) Tamahı yok eder 8) Düşünceyi dünyalık işlerle meşguliyetten uzaklaştırır 9) Dinen sevimli olan şeylere yönelip, onlarla meşgul olmaya sevk eder,
Tüm bunlar sayesinde mürid, amellerde ihlası ve hallerine tasavvuf konusunda zühdü elde eder. Ancak Mekki, tas avvufta belli bir mertebeye erişmiş olanlar için, halkın arasına karışıp onlara faydalı olması ,onları eğitmesi, onlara yol göstermesi, uzlete çekilmesinden daha üstündür. Onların Allah ile beraber olmaları için uzlete çekilmelerine gerek yoktur, onlar halkın içindeyken de ruhen Rableri ile beraberdir. Esasen bedenen uzlete çekilmekle varılmak istenen hedef de bu gerçek halvet halini elde etmektir,der. 30 6) Sosyal ve Fiziki Çevrenin Değişmesi(Sefer):
Tasavvuf ehlinin nefis mücadelesi veya ruhi arınma ve olgunluğ a erme yolunda başvurduğu tasavvufi terbiye vasıtalarından birisi de fiziki, sosyal çevresinin bir süre için değiştirilmesi demek olan “sefer” dir. dir. Tasavvufi yaşayışta iki türlü sefer bulunur. Biri bedenen memleketinden ayrılıp dağlara, çöllere, başka diyarlara gitmektir, buna “zahiri sefer” denir. Diğeri ise “batıni 27 28
Süleyman Uludağ, a.g.e., s.240 Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993,s. 280
29
Certel,a.g.e. ,s. 280 Certel,a.g.e. ,s. 281 30 el-Gazzali,İhya,C:II,s.621-622 30
12
sefer” olup, sufinin ruhen en aşağı tabaka olan maddi âleme bağlılıktan sıyrılıp ilahi âleme doğru ve ilahi âlemin içinde seyretmesidir.31Bedenen yapılan seferden maksat da ruhen manevi âlemde yapılacak olan gerçek sefere ve yükselişe yardımcı olmaktır.32 Mutasavvıflar, gerek tasavvuf ilmini öğrenmek gerekse Allah’ın yeryüzündeki güzelliklerini görüp ibret almak için seyahat etmeyi faydalı bulmuşlardır. İbret için kâinatı tetkik edip onun üzerinde düşünmek, çeşitli ayetlerle de tavsiye edilmiştir. Buna şu iki ayet örnektir: “Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akibetlerinin nasıl olduğuna bakmıyorlar mı?...”(Rum:30/9) “De ki yeryüzünde gezin, yaratılışın gezin, yaratılışın nasıl başladığını başladığını görün…”(Ankebut:29/ görün…”(Ankebut:29/ 20)
Hz.Peygamber’in(s.a.v.) de konu ile alakalı hadisi şerifleri: “Seyahat ediniz ki sıhhat bulasınız, ganimet elde edesiniz.” 33 şeklindedir. Mutasavvıflar hadisteki ganimetten, seyahat anında karşılaşılan mürşid-i kâmilden alınacak ilmi kastettiklerini söylemişlerdir. Ayrıca “İlim Çin’de de olsa alınız” hadisindeki Çin’den maksadın da yine ilmin kaynağı olan veli, ilimden maksat da “ledün ilmidir” denmiştir. Sufiler seyahatten maksadın ehlullah bulmak, âlim ve arif saliklere yakın olmak veyahut da Beytü’l -Haram’ı, Beytü’l-Makdis’i ve asitane(tekke)yi ziyaret olduğunu ifade ederler. Yoksa ömrü zayi etmek değildir. Bu maksatla çokça seyahat ettikleri için sufilere “seyyahun” da denilir. Tasavvufun her aşamasında belli kurallar olduğu gibi sefer(ya da seyaha t) unsurunun da kendine has kuralları vardır, bunlar: 1) İzin alınır. 2) Yol arkadaşı bulunur. 3) Üç kişi varsa birisi başkan seçilir. 4) Dostlarla vedalaşılır ve dualar edilir. 5) Konaklanan yerde önce varsa hamama gidilir, sonra büyük zatların kabri ziyaret edilir. 6) Bir t ekkeye ekkeye varılacaksa, seher vakti varmaya gayret edilir. 7) Dergâha Besmele ile girilir, tanıdıklarla kucaklaşılır ve diğerleri ile musafaha
yapılır. 8) Yolcu cemaathaneye geçer, ikram edilen yemeği yer ve mümkünse bir miktar
ücret öder. 9) Daha sonra şeyhin huzuruna varır, elini öper. 10)Bu zatı mürşid-i kâmil olarak bulursa bedeni seyahat sona erer. Aksi halde devam eder. 34
31 Certel,a.g.e. ,s. 282 33 34
Ahmed b. Hanbel,Müsned,C:II,s.380 Osman Türer,Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi,Seha Neşriyat,İstanbul 1995,s.146 13
Bazen mürşid bulunduktan sonra da yolculuk devam eder, bu yolculuk mürşidin isteği üzere yapılır. Şeyhler, gelenek icabı müridlerini karşılıklı olarak birbirlerinin meclislerine göndererek kendi usullerinden istifade ettirirler. Müridin kemale ermesi için buna başvurulur. başvurulur. Ayrıca ömrünü devamlı seferle geçiren müridler de mevcuttur ki bunların prensibi şudur: Her gün başka bir mescidin misafiri olmak. Seferin bir başka faydası da kişiyi şöhretten kurtarması, dünyada garip olduğunu hatırlatması, böylece nefsi köreltmeye yardımcı olmasıdır. Çünkü tasavvufçulara göre şöhret, kalbi afetlerin en büyüklerindendir. büyüklerindendir. Bedeni yolculuk sona erdiği, yani bir mürşid bulunup ona bağlanıldığı anda artık manevi seyahat başlar ki, bu da kalbin nefsin, ruhun seyahatidir. Bu seyahat bedeni seyahatten daha zordur. Tasavvufta, seyahat, sefer, hicret, seyr vb. tabirler aşağı yukarı eş anlamda kullanılır ve bunlardan kastedilen asıl m ana, insan ruhunda daha iyiye, daha mükemmele, daha ulviye doğru cereyan eden manevi yolculuktur. Bunun da esası, kötü ahlaklardan iyi ahlaka, kötü amelden iyi amele, nefsin arzularından Hakk’ın emirlerine, bedenin hâkimiyetinden ruhun saltanatına, maddi âlemden manevi âleme, halktan Hakk’a, kesretten vahdete kalben ve ruhen yol almak teşkil eder. Bu yolculuğu sona erdiren kişi “insan-ı kâmil” olmuş, Hakk’ın aynası haline gelmiş ve O’nun yeryüzündeki yeryüzündeki halifesi olmaya hak kazanmıştır.35 7) Nefs Muhasebesi ve Murakabe:
Tasavvufi yaşayışın başında her türlü kötü fiil, düşünce ve duygulardan, beşeri zaaflardan arınma(tasfiye) ve dünyaya ruhi bağlılık ve düşkünlükten kurtulma(zühd) devresi yer almaktadır. Bunu gerçekleştirmek için başvurulan çeşitli eğitici tedbirlerden birisi de nefs muhasebesidir. 36
Normal koşullarda insanın zaman zaman kendi iç dünyasına dönüp kendini denetlemesi ve kendisi ile hesaplaşması, tasavvufta salikin yapması gereken zorunlu faaliyetler arasında yer alır. Murakabe ve muhasebede ana ölçü , Allah’ın koyduğu kurallardır. Tasavvufi anlayışa göre insana düşen, her duygu, düşünce ve davranışında, Allah’ın rızasını ve koyduğu kuralları, ölçü olarak almasıdır. Bu durumu Kuşeyri şöyle açıklar: Allah Resulünün, “…O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu göremesen de, O seni görmektedir.” (Müslim,İman,1) buyurmasında murakabe haline işaret vardır. Çünkü murakabe kulun her zaman ve zeminde, Allah’ın kendisini denetlemekte olduğunun bilincini taşımaktır. Bu bilginin sürekli olması, kul tarafından Rabbine yönelen bir murakabedir. İnsan için her türlü hayrın aslı budur. Muhasebe makamını tamamlamadan bu mertebeye ulaşma imkânı hemen hemen yok gibidir. Kul geçmişte işlediğinden ötürü nefsini hesaba çeker, derhal durumunu düzeltir, kararlı olarak hak yolda yürür, kendisi ile Allah arasındaki haller itibariyle kalbini dikkatle, güzelce denetler ve her zaman Allah’ın rızasını düşünürse bütün hallerinde Allah’ı murakabe etmiş olur. Netice olarak kul, Allah’ın kendisi üzerinde murakıp olduğunu, kalbine yakın bulunduğunu, hallerini bildiğini, fiillerini gördüğünü ve dediklerini işittiğini bilir.37
35 36 37
Türer,a.g.e. ,s.147-8 Certel,a.g.e. ,s. 284-5 Kayıklık,a.g.e ,s.188 14
Günümüzde Günümüzde meditasyon (derin düşünce) olarak da ifade edilen murakabe, “murakıbı düşünerek, tamamen onunla meşgul olmaktır. Bir kimse başka sebeple bir şeyden çekinirse ,onun hakkında ‘falancadan sakınıyor ve ondan uzaklaşmak istiyor’ denir. Murakabe, marifetin kalpte uyandırdığı bir haldir. Bu hal, aza ve kalpte ameli doğurur. Hal dediğimiz, kalbin devamlı olarak murakıbı düşünmesi, ona yönelip, onunla meşgul olması demektir. Bu hali doğuran marifete gelince, bu da içinden geçenlere ve hatta bütün gizliliklere Allah’ın muttali olduğunu, kulların amellerini murakabe ettiğini, herkese kazancına göre muamele ettiğini ve dış görünüş herkese açık olduğu gibi belki ondan da daha açık ve kalbin bütün gizliliklerinin kendisine açık bulunduğunu bilmektir. Bu marifet genişlediği ve kalbi istila edip hâkimiyeti altına aldığı vakit, ancak kalp murakıp tarafına yönelir ve himmetini ona sarf eder.38 Hulasa tasavvufi yaşayışın hazırlık safhasında başvurulan ve müminin iç dünyasında olumlu bir değişimi hedefleyen terbiye vasıtalarından biri olan ve ilahi murakabe hissinin ruhta kökleşmesini sağlayan nefs muhasebesi ve murakabe, Allah tarafından hesaba çekilmeden önce kişinin kendini hesaba çekmesidir. İlahi huzura çıkmak ve hesap vermek için ölümü ve ahireti beklemeden, hesabını bu dünyada vermek , henüz bu dünyada iken ruhen ilahi huzura çıkmaktır. 39 8) Dini Hislerin Uyanmasında Semâ’ :
Sözlükte “dinleme, işitme, kulak verme” anlamına gelen semâ’ tasavvufta, makam ve nağme ile okunan dini metin ve ilahileri ve dini musikiyi dinleme; raksetme, devran etme, dinlenen dini musikinin etkisi ile coşup dönme demektir. 40 Semâ, Arapça ( ) kökünden (sam’, sim’) gibi bir masdar olup işitmek, duymak, dinlemek, işitilen söz, iyi şöhret ve iyi anılma anlamınadır. Mecâzen şarkı, nağme, raks, vecd, üns meclisi ve nihâyet yarı dînî mâhiyette “çalgılı ve şarkılı ziyâfet” gibi türlü mânâlara gelmektedir. Bu çeşitli mânâlardan bir kaçı hâriç, diğerlerinin kelimenin eski Arapçadaki “şarkı söyleme veyâ çalgı çalma” mânâsı ile yakından ilgili olduğu açıkça görülmektedir. 41 Kelime lâtif sesler ve tatlı nağmelerle şiir okuyup dinlemek anlamına da gelmektedir. Zamanla sûfîlerin cezbe hâlinde şiir ve ilâhî dinlemeleri ve bu dinleme sırasında vecde gelip kendini tutamayarak sağa-sola bir takım hareketler yapmaları ve ayakta zikir yapmalarına isim olmuştur. Sûfîlere göre semâın faydası çoktur. En başta kalbi yumuşatmaya yarar.42Semâın, söyleyene, dinleyene, maksada ve if ade ade ettiği manaya göre çeşitleri bulunmaktadır43Ekser mutasavvıflar semaı, insanı Hakk’a çağıran ilahi bir mesaj olarak görmüşlerdir.44 Sonradan kazanmış olduğu anlaşılan raks (sıçrayarak oynama) mânâsı da aynı şekilde mûsikînin tabiî bir netîcesidir. Dînî özellikte olmak üzere güzel ses dinleme ve onun doğal bir sonucu olan raks, daha başlangıçtan îtibâren, bir taraftan mutasavvıflar arasında büyük bir ilgi ve alâkaya mazhar olurken, diğer taraftan da bunun İslâm dîni ile bağdaşıp-bağdaşmayacağı meselesi üzerinde durulmuştur. Semâ’dan bahseden 38
Kayıklık,a.g.e ,s.189
39
Certel,a.g.e. ,s. 287
40
Fikret Karaman,İsmail Karagöz,İbrahim Paçacı,Dini Kavramlar Sözlüğü,Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları,Ankara,2006,s.589
41 42 43 44
Ansiklopedisi, Semâ’, Maddesi, İstanbul 1988, c.X., s.464-466 Yazıcı Tahsin , MEB İslâm Ansiklopedisi M.Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü M.E.B. 1983, c.III. s.162 . el-Gazzali,İhya,C.II,s.677-98 Certel,a.g.e. ,s. 288
15
kaynaklarda, semâ’ın şekil ve muhtevâsından çok bu ikinci mes’ele yer almıştır. Bu bakımdan, bilhassa Mevlânâ’dan (672/1273) sonra gittikçe geliştiği ve başlı başına bir âyin hâlini aldığı anlaşılan şekli ile ondan önceki şeklinden teferruatlı bir tarzda bahseden bir esere rastlanmaz. Nitekim doğrudan doğruya veya dolayısıyla semâ’dan bahseden eserlerde, semâ’ın kendisinden ziyâde dînî hükümlere uyup uymadığı üzerinde durulmuştur. Bununla berâber ilk devirlerde çalınan ve söylenen mûsikînin makamı ile değişebilen hareketlerden ibâret olduğu gibi, bir âyin hâline geldiği zaman da muhtemelen târif edilmekten çok ancak yapması ile elde edilebileceği düşünülerek semâ’ın ne şekilde yapılacağının anlatılmasından vaz geçilmiştir. Bunun yerine çeşitli seslerin ve bu arada bilhassa güzel sesin târifi ile bu seslerin ortaya çıktığı yerler ve tesirleri ile semâ’ âdâbından bahsedilmiştir.45 Semâ’ın lehinde ve aleyhinde birçok sözler söylenmiştir. Semâ’, sûfîlere göre helâl, tarîkatla ilgisi olmayan din bilginlerine göre ise haramdır. Mevlânâ eserlerinde ve Şems-i Tebrîzî ile Seyyid makalâtında semâ’ tasavvufta son mertebeye çıkanlara (müntehîler) vâcip ve lâzım, orta derecedekilere (mutavassıtlar) sevap kazandırıcı (mendup ve müstehap), tasavvufta ilerleme gösteremeyenlere (nâkıslar) haram olduğunu söylerler. Sûfîler semâ’ı inkâr edenleri üçe ayırırlar: 1- Hz. Peygamber’in (a.s.) sünneti olduğunu bilmeyenler. Bunlar Habeşîlerin oyun
hâdisesini ve Hz. Âişe’nin def çaldırmasına Hz. Peygamber’in (a.s.) izin verdiğinden haberdar değillerdir. 2- Hz. Peygamber’in (a.s.) sünnetini tek taraflı değerlendirenler. Bunlar Hz.
Peygamber’in (a.s.) zevklerine ve haberlerinin sırlarına vâkıf bulunmuyorlar. Rasûlüllah’ın Rasûlüllah’ın (s.a.s.) sünnetinden evliyânın çıkardığı sonuçları bilmiyorlar. 3- Rûhânî zevklerden zevklerden haberi olmamış ve muhabbet dostluk ve sevgi çeşnisini tatmamış,
öyle ki yontulmamış odun sayılanlar. Bunlar semâ’ın zevkini tatmamışlardır. İşte bu gibiler semâ’ın lezzetini bilmezler.46 Başlangıçta sâdece güzel ses dinleme ile rakstan ibâret olan semâ’ın zamanla türlü mahzurları mahzurları görüldüğü veyâ yanlış anlaşıldığı için bir takım kurallar kabul edilmiştir. Bu esasları tesbit için de önce dînî bakımdan mûsikî âletlerinin üzerinde durulmuş ve bunlar arasında hangilerinin dinlenmesinin câiz olacağı, hangilerini dinlemenin günah sayılabileceği gösterilmeye çalışılmıştır. Buna göre telli sazlar ve nefesli sazların dinlenmesi haram sayılmıştır.47 Sûfîlere göre üç kimse semâ ehlidir. Diğerleri ehil değildir. 1) Semâ’ edenin amacı, nefsânî duyguların harekete geçmesi, dünyâlık elde etme, bedensel hazların doğması ise bu semâ’ oyun ve eğlence olur ve haram hükmünü alır. Böyle olmayıp da amacı kendini dinsel coşkunluğa zorlama (tevâcüd) ise, zorlama yoluyla ya da rûhsal açıdan zevk bulmak için ise bu semâ’ mendup ve müstehaptır. 45
Yazıcı a.g.e., s.464 Pakalın, a.g.e., c.III. s.162 47 Yazıcı a.g.e., s.464. ,
46
,
16
2) Semâ’ ile hallerine, makamlarına ve vakitlerine dönüş yapanlar, bu gibiler semâ’ın zevkiyle rahatlarlar ve rûhânî lezzet bulurlar. 3) Semâ’ ile Hakk’ın muhâtabı olarak O’nunla konuşma nimetine mazhar olurlar. Sûfîlere göre semâ’ nefsinin yolundan gidenlerin nefsâniyyetini, ruhunun yolundan gidenlerin rûhâniyyetini ve Hakk’ın yolundan gidenlerin de hakkâniyetini arttırır ve herkesin mertebesine uygun bir kapı açar. Semâ’; İlâhî, rûhânî ve tabiî olmak üzere üçe ayrılır. İlâhî semâ’ şöyle açıklanır; Yaratılan her şey gerçekte Allah’ın kelimesidir. Çünkü her şey Allah’ın “Kün (Ol)!” emrinin eseridir. İnsanlar dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde iken Rabbimizin “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbını duyduğunda mânevi bir sarhoşlukla kendilerinden geçerek “Belâ!” demişlerdi. Dolaysıyla Hakk’ın kelimelerini işiten evliyânın da sonsuz olan o kelimeler kadar mânevî işitmeleri (sem’i) vardır. Binâenaleyh bu mertebeye yükselen kişi o kelimelerin sırlarını bilir, anlar ve duyar.
Rûhânî semâ’; herşeyin Hakk’ı tesbih ettiğini rûhuyla duymak ve zevkiyle anlamaktır. Halkın dilleri Hakk’ın kelâmlarıdır. Binâenaleyh Hakk’ın kelâmından doğan kelimeler, sesler, harfler her ne ise ruh duygusuyla mânâlarını işitip ona göre işitmektir. Bu mertebeye yükselen herşeyin tesbîhini akıl kulağıyla dinler. İşte bu mertebeye erişenler defin, neyin, udun ve diğer sazların çalındığı vakitlerde çalınmadıkları zamandaki tesbihlerini işitirler ve kendileri de başka bir zevkle zevklenirler. Tabiî semâ, buna maddî (sûrî) semâ’ da denilir. Sûrî semâ’; birçok kimsenin bir yere gelerek leziz nağmeler, nefis sesler işitmelerine denilir. Sûfîlerin bilinen kurallar üzere ney, def ve kudüm seslerini dinlemeleri bu kabildendir. Zararsız kabul edilen semâ’da şu esaslara dikkat edilmiştir; zaman, mekân ve birlikte olunan kimseler (ihvân). Yemek hazır olduğu zamanda, namaz vaktinde, düşmanca bir davranışla karşılaşıldığında, sıkıntı duyulduğu zamanlarda semâ’ yapılmamalıdır; aynı şekilde, işlek bir caddede, pis bir yerde veya insanın kalbini Allah’tan başka bir şeyle meşgul eden eşyâ bulunan bir yerde de semâ’ doğru değildir. Bunun gibi semâ’ aleyhinde bulunan, meclise ağırlık veren, kendini beğenmiş kimselerin ve sahte vecd halleri gösteren sûfîlerin ve semâ’ın değerini takdir edemeyenlerin huzûrunda huzûrunda da semâ’ etmek doğru değildir. 48 Semâ’ın bilhassa Mevlevî tekkelerinde âdâb ve erkânı ile dört -başı mâmur bir âyin hâline hangi târihte geldiği kesin olarak bilinmemektedir. Bâzı kayıtlardan bugünkü semâ’ şeklinin Sultan Veled’in torunlarından Pîr Âdil Çelebi (865/1460) tarafından tesis edilmiş olduğu tahmin edilebilir. Bir âyin hâline geldikten sonra da, Mevlevî mukabelesi adı altında, semâ’ın her yerde ve her tekkede aynı şekilde icrâ edilmesi çelebilik makamı tarafından temin edilmiştir. Bu âyine, mukabele adının verilmesine sebep de, âyinin bir parçası sayılan, “devr-i veledî”de, âyine iştirak edenlerin birbirlerine doğru, “baş kesip”, karşılarındakilere bakmalarıdır. Bilhassa İstanbul’daki Mevlevî tekkelerinde mukabele zamanları zamanları başlangıçta bir vecdin gelişine, bir heyecânın zuhûruna bağlı olduğu halde, sonraları bâzı sebepler s ebepler ile, tekkelerin her birinde haftanın 48
Yazıcı a.g.e., s.465 ,
17
bir veya birkaç gününde icrâ edilmeye başlanmıştır. İstanbul’un dışında ise, fevkalâde zamanlar müstesnâ, cumâ namazından namazından sonra âyin icrâ ic râ ediliyordu ki bu, bundan önce de işâret edildiği gibi, Hüsâmeddin Çelebi tarafından tespit edilmiş olan zamâna uymaktadır.49 Mevlevîler arasında, mukabele tâbiri yanında, bir de “garipler semâ’ı” vardır ki, bu da ihyâ gecelerinde, yâni sabaha kadar ibâdet ile uyanık kalınan gecelerde, yapılan semâ’ âyinine doyamayanların asıl âyin bittikten ve herkes semâ’ -hâneden çıktıktan sonra, devam ettirdikleri âyinden ibârettir. Aynı şekilde belli bir nezir karşılığında mukabelenin sonu olan dördüncü devrenin uzatılmasından ibâret olan bir de niyâz âyini vardır.50 Vecd ile meydâna gelen sayha ve nâra gibi haykırışlarla bir takım ritmik hareketlerin yapılması, semâı tartışmalı bir konu hâline getirmiştir. Esâsı mûsiki ve raksa dayanan semâ’ın din ile bağdaşıp bağdaşmadığı meselesi uzun müddet münâkaşa mevzuu olmuştur. Kur’ân’da semâ’ kelimesi geçmediği için, onun mübah olup olmadığı meselesi daha ziyâde Hz. Peygamber’den (a.s.) nakledilen hadisler ile îzah edilmeğe çalışılmıştır. Semâ’ın mübah olduğunu ifâde edenler, güzel sesin Kur’ân’da övüldüğünü, kötü sesin ise yerildiğini, Hz. Peygamber’in (a.s.) bizzat seyrettiği birkaç raksı hoş karşıladığını ifâde ettikten sonra, tamâmıyla mantıkî ve mâkul deliller ileri sürmüşlerdir. Bu arada telli sazları şerîate uygun görmeyenler meseleyi bu bakımdan da incelemişlerdir. Netîce olarak, dinlenen ses ve yapılan raks nefsânî duygularını harekete geçiriyorsa, bu gibi kimselerin semâ’ı haramdır. Bununla berâber sırf gösteriş için yapılan semâ’da faydadan hâlî değildir; bu şekildeki semâ’da insanda gerçek vecd hallerinin doğmasına ve semâ’daki samîmiyetinin artmasına sebep olur. Sûfîlere göre, semâ’ın insan rûhu üzerinde türlü tesirleri vardır: insanın Allah’a olan aşkını kuvvetlendirir, kendisinde türlü haller husûle gelir ve bu haller kalpteki kötülükleri kötülükleri temizler ve nihâyet insanı müşâhede ve mükâşefe mertebesine ulaştırır. 51 Sühreverdî semâa karşı çıkanlardan bahsederken, bu karşı çıkmada haklı birtakım sebeplerin de olduğunu söylüyor. Bildirdiğine göre bir taraftan semâ, sıdk ehli tarafından sahih bir şekilde yapılırken, diğer taraftan semâ yoluyla fitneye düşenler de artmıştır. Ameli az, halleri bozuk birtakım kimseler sık sık semâ toplantıları düzenlemeye başlamışlardır. Bu nevi toplantılara rağbet, şehvetin gereğine tâlip olmaktan, işret, oyun ve eğlence düşkünlerinin arzularını tatmin etme isteklerindendir. Sıdk ehline göre bu tür toplantılar kabul edilemez.52 Sûfîlere göre semâ zorâkilikten ve yapmacıklıktan uzak olmalıdır. Cüneyd, “Semâ, isteyerek dinleyenler için fitne, tesâdüfen dinleyenler için bir ferahlık ve rahatlıktır.” demiştir. Şiblî’ye semâdan sorulunca “Dışı fitne, içi ibret, onun için işâretten anlayana ibreti dinlemek helâldir. Aksi halde fitneye dâvet eder, belâya sebep olur” demiştir. Nefsi ölü, kalbi diri olanlardan başkasının semâ yapması uygun olmaz. Şu halde semâ
49
Yazıcı, a.g.e., s.466.
50
Yazıcı, a.g.e., s.466 Yazıcı, a.g.e., s.466 52 Sühreverdî, Avârifü’l - Meârif, Terc. H. Kamil Yılmaz, İrfan Gündüz, s.24 0 18 51
yapanın nefsini mücâhede kılıcıyla boğazlaması ve kalbini muvâfaka nûru ile ihyâ etmesi îcap eder. 53 Semâ’ın zâhirî ve bâtınî olmak üzere birtakım âdapları vardır. 54 Dervişlerin şeyhlerinden evvel semâhâneye gelmeleri, edep ve vakarla oturmaları, sağa ve sola, aşağı yukarı bakmamaları, şeyhin sözlerini can kulağıyla dinlemeleri, uyumamaları, na’than, neyzen başlayınca murakabe şeklinde sükûnla oturmaları o cümledendir. Semâ meclisi için ârif bir mürşidin emin ve muhlis bir zâkir başının bulunması gerekir. Semâ çıkaracak bir derviş ile ya bizzat “semâzenbaşı” meşgul olurdu veyâhut onu semâzen dedelerden birinin nezâretine tevdî ederdi. Zâkir başı zikri idâre ederken, mürşid feyzi ve mânevî hazzı dağıtır. 55 SONUÇ:
İçerisinde yaşamış olduğumuz dünyada günümüz insanı materyalizmin kuşatması ve etkisi altında iken metafiziki ve varlığının gereği olan insani boyutları yeterince tecrübe edememenin sıkıntısını yaşamaktadır.İşte bu noktada tasavvuf ve tasavvufun içerdiği ideal insan oluşumuna destek konumundaki eğitim metodları, adeta insanlığın imdadına yetişmekte,maddeciliği geri plana itmek sureti ile onun insan olma,kul olma yönünü öne çıkarmaktadır.Evvelce üzerine yüklenmiş olan vazifelerini eksiksiz yerine getirmesini temin etmesini sağlamaya çalışırken,diğer bir yönüyle de insanı,kendine has yöntemleri ile eğiten,insanı diğer varlıklardan ayıran özellikleri olan ruh ve iradesini kontrol altına alıp,yaratıcının memnuniyet ve rahmetine mahzar olması için gereken “insan-ı kâmil” mertebesine ulaşması için gayret gösterir.Bunu temin için de kendine has metodlar ve yöntemler kullanır.Bu metodlar,insan için vazgeçilmez nimetler olarak görülen bir takım istirahat unsurlarının azaltılması ve günümüz insanının hedefleri arasında bulunan refah ve rahat -lüks unsurlarını geri plana iten bir yapı içermektedir. Tasavvuf ehli için rahat, geri plandadır. Riyazet, mücahede, çile adı verilen tedbirler bunu gerektiren uygulamalarla kaimdir.Bu tedbirler,uygulama tedbirler,uygulama anında sıkıntı verici olsa da neticesi itibariyle meyvesi tatlıdır, mükâfatı güzeldir. Ve bu uğurda yapılan tüm uygulamalar da hoştur. _________________________
53
Risâletü’l - Kuşerî, 1991, s.520 erHucvîrî, Keşfü’l - Mahcûb, terc. Süleyman Uludağ, 1982, s.574 55 Pakalın, a.g.e., c.III. s.162 -168; Yılmaz H. Kâmil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar , 1997, s.188 19 54
KAYNAKÇA:
Neşriyat,İstanbul,1995 1) Osman Türer,Tasavvuf Tarihi,Seha Neşriyat,İstanbul,1995 2) Hüseyin Certel,İman ve Ahlakta Kemalin Yolu,Hamle Yayınları,İstanbul,1993 3) Fikret Karaman,İsmail Karagöz,İbrahim Paçacı,Dini Kavramlar Sözlüğü,Di yanet
İşleri Başkanlığı Yayınları,Ankara 2006 4) Süleyman ULUDAĞ, Yeni Dünya Dergisi, 2000 – Şubat 5) İbn Mâce,Daru’l-Marife,Beyrut 1998
Cebecioğlu,Hz.Mevlana’da Kıllet -i Taam,Altınoluk Dergisi, 2007 6) Ethem Cebecioğlu,Hz.Mevlana’da 7) Eflakî, Menâkıbu’l-Ârifîn, c.I 8) Şadi Eren,Olaylar ve Örneklerle Nefis Terbiyesi,Nesil Yayınları,İstanbul,2004 Yayınları,İstanbul,2004 9) http://www.herkul.org/kiriktesti/index.php? http://www.herkul.org/kiriktesti/index.php?article_id=41 article_id=4198 98
Gazzali,İhyau Ulumi’d-Din,Huzur Yayınevi,İstanbul,C:III Yayınevi,İstanbul,C:III 10)el10)el-Gazzali,İhyau 11)Süleyman Uludağ, Kuşeyrî Risalesi,Dergah Yayınları,İstanbul 12)Hasan Kayıklık,Tasavvuf Psikolojisi,Akçağ Yayınları,Ankara 2009 13)Suyûtî, el-Câmiu's Sağîr,çev:Münire Aydın,Aydın Yayınları 14)Ahmed b. Hanbel,Müsned,C:II 15)Yazıcı Tahsin , MEB İslâm Ansiklopedisi, Semâ’, Maddesi, İstanbul 1988 16)M.Zeki 16)M.Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü M.E.B. 1983 17)Sühreverdî, Avârifü’l -Meârif, Terc. H. Kamil Yılmaz, İrfan Gündüz 18)Hucvîrî, Keşfü’l -Mahcûb, terc. Süleyman Uludağ, 1982
Mustafa MEMİŞ
20