DESTEK
yayınevi
SOSYAL DININ
SLAM
DIREĞI
PAYLAŞıMDıR
R. İHSAN ELİAÇIK
DESTEK YAYINEVİ: 186 ARAŞTIRMA-İNCELEME: 62 SOSYAL İSLAM / R. İHSAN ELİAÇIK Her hakkı saklıdır. Bu eserin aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Genel Yayın Yönetmeni: Ertürk AKŞUN Editör: Zuhal DOĞAN
SOSYAL İSLAM Dinin
direği paylaşımdır
Teknik Hazırlık: İlknur MUŞTU Kapak: İlknur Muştu 1. BASKI : Kasım 2011
R. I H S A N ELIAÇıK
Yayıncı Sertifika No: 13226 ISBN 978-605-4455-83-6 © Destek Medya Prodüksiyon&Yayınevi İnönü Cad. 33/4 Gümüşsüyü Beyoğlu / İstanbul Tel: (0212) 252 22 42 Fax : (0212) 252 22 43 www.destekyayinlari.com
[email protected] inkılap Yayın Sanayi ve Tic. A.Ş inkılap Kitabevi Baskı Tesisleri Matbaa Sertifika No: 10614 Çobançeşme Mah. Altay Sk. No: 8 Yenibosna - Bahçelievler / İstanbul Tel: (0212) 496 11 11
p I
DESTEK
yayınevi
R. İ H S A N ELİAÇIK Yazar ve düşünür. 23 Aralık 1961de Kayseri'de doğdu. Kayseri ve Kırşehir'deki 'değişik okullarda ilk, orta ve lise öğrenimini tamamladı (1980). Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okudu (1985-1990). İlahiyat Fakültesi nden ayrılarak bağımsız yazarlık hayatına başladı... 30 yılı aşkın süredir düşünce ve yazı hayatına devam ediyor. Şu ana kadar 20 kitabı yayımlandı. Evli ve beş çocuk babası. Arapça ve İngilizce biliyor. İstanbul'da yaşıyor.
ESERLERİ . İtikat Üzerine (1992) • İslam ve Sosyal değişim (1994) • Devrimci İslam (1995) • İslam'ın Yenilikçileri (üç cilt, 2000) . Adalet Devleti; Ortak İyinin İktidarı (2003) • İhyadan İnşaya İslam Düşüncesi (2003) . İslam'ın Üç Çağı (2004) . Mehmet Akif (2004) • Muhammed İkbal (2004) . Aliya İzzet Begoviç (2004) • Yaşayan Kuran; Türkçe Meal (2006) • Yaşayan Kuran; Türkçe Meal-Tefsir (üç cilt 2006) • Daru's-Selam; Evrensel adalet ve barış yurdu (2006) . Gerçek Hayat Dini (2006). • Nüzul sırasına göre Yaşayan Kuran; Türkçe Meal-Tefsir (tek cilt 2007) . Mülk Yazıları I (2009) • Hanginiz Muhammed (2010) . Mülk Yazıları 1+11(2011) . Bana Dinden Bahset (2011) . Bu Belde (2011) • Kurana Giriş (2011)
İçindekiler
Kur anda "Hayır!" Sesleri
9
"Büyük Günah" Nedir?
26
Dağları Korkutan "Emanet"
35
Kur anda Din Adamı Eleştirileri
58
Kur'an'da "Üsttekiler" Ve "Alttakiler"
68
"Aşağılık Maymunlar Olun!"
85
'Kitap Yüklü Eşekler!'
94
Hırsız Kimdir?
105
Çölde Yaşayan "Bedeviler"
114
"Tek Çeşit Yemek" Ve "Samirî'nin Buzağısı"
125
Kendi Elleriyle Yonttuklarına Tapanlar
137
Sosyal İslam
147
En Büyük Eşitleyici Olarak Ölüm
157
"Eskilerin Masalları"
166
Allah "Eşitliği" Takdir Etti
177
Gecenin Ve Gündüzün Güçleri
185
Süleyman'ın Mülkü
194
Açlık Günlerinde "Allah"ın Yüzü
216
Zamanın Sözü
229
İslam'ın İki Büyük Şiarı
235
İslam'ın Ritüelleri
245
"Bir Elime Ayı, Bir Elime Güneşi Verseniz..."
256
Bir Şehir (Medine) Nasıl Kurulur?
263
Yeni Başlayanlar İçin Siyaset Rehberi
268
Muhterislere Panzehir: Zühd
273
Yeni Sınıfın "Simon"ları
282
Muhafazakâr Zamparalığa Dinî Kılıf: Çok Eşlilik
298
Kervana Son Hücum
305
K u r a n ı n nüzul sırasına göre ilk "Hayır!" (Kellâ) veya aynı an-
Ölmüş Firavun un Cesedi
311
lamda "Bilakis, hayır, öyle değil" (Bel) dedikleri acaba nedir? Bu
Kürt Sorunu, Kanlı Çanak Ve Haceru'l-Esved
317
önemli. Çünkü ilk neye hayır denmişse esas itiraz da onadır ve en
Zaman Tünelinde Bir Hesaplaşma
323
önemli sorun olarak da o görüluyordur.
Dinle Beyaz Adam
331
KUR'AN'DA "HAYIR!" SESLERİ
Kuranda nüzul sırasına göre yaklaşık ilk 40 sure boyunca 16 "Hayır!" denilen sure yeri tespit ettim. Sure içlerindeki tekrarları da katarsanız 20'yi geçiyor. İlk mesajlar boyunca âdeta çığlık çığlığa bir itiraz ve hayır sesleri yükseliyor. Hiç atlamadan sırasıyla dizdim. Altlarda da kısa açıklamalarla izahat yaptım. Bakın, bunlar nereler.
[HAYIR! İnsan zenginliği kendine yeterli görünce tuğyan eder. Oysa sonunda Rabb'inedir dönüş. Bak şu bir kulu içtenlikle yönelirken yasaklamaya kalkana... HAYIR! Bu yaptıklarına bir son vermezse onu alnından tutup sürükleyeceğiz. O yalancı, ar damarı çatlamış alnından. O zaman çağırsın toplanıp durduklarını
9
Sosyal, İslam
R. İhsan Eliaçık Biz de çağıracağız zebanileri,
G ö z ü n ü n ö n ü n d e oğullarıyla,
HAYIR! Sakın ona boyun eğme, sen secde et ve yaklaş!]
Nimetimi döşedikçe döşediğim o a d a m ı . . .
(Alak; 6-14, 15-19)
Hâlâ gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor. HAYIR! O ayetlerimize karşı inat etti.
K u r a n ı n nüzul sırasına göre ilk suresi olan Alak peş peşe "Hayır!" (Kellal) itirazları ile başlıyor.
O n u dimdik bir yokuşa süreceğim.] (Müddesir;ll-15)
G ö r ü l d ü ğ ü gibi K u r a n ı n nüzul sırasına göre ilk suresi zenginlik
Rivayete göre b u r a d a kastedilen şahıs "Kâbe çetesinin" ele-
ile tuğyan arasında ilişki kurarak başlıyor. K u r a n , ilk sosyal tespit
başlarından tefeci bezirgân Velid bin Muğire idi. Hadsiz hesapsız
olarak "zenginliğe" dikkat çekerek başlıyor. İlk olmasının anlamı
zenginliği vardı. Mekke'den Taif e kadar uzanan, deve, at ve koyun
şu ki sonraki bütün "üsttekileri" niteleyen ayetler b u n u n l a ilgilidir:
sürüleri; Taif'in bağ ve bahçeleri, sulak arazileri, bol nakit para-
Mal biriktiren (nıustağnî) servetiyle azgınlık eder (tuğyan), serve-
sı, kendisinin bile hesabını tutamayacak kadar çok serveti vardı.
tine yaslanarak büyüklenir (mustekbir), emredip yasaklar koyarak
O n u n için kendisine Velid bin Muğire el-Vahid (Zenginlikte tek,
zulmeder (zâlim), mülküyle ortak koşar (müşrik), hegemonya kur-
eşi benzeri olmayan Muğire oğlu Velid) denmekteydi (Razi, Kurtu-
maya yeltenir (ceberrut), gururlanır (mağrur), inkâr eder (münkir),
bi, Taberi). Bugünkü tabirle o bir para babasıydı. O n u n için ayette
yok sayar
"şehrin en zengin tek adamı" olarak anılmasına nazire olarak "tek
(mulhid)...
D e m e k ki "tuğyan", kişinin "zenginliğini" kendine yeterli gör-
başına yarattığım" deniyor.
mesi (müstağni) ve ardından bu zenginliğe, yani mal ve iktidar gü-
Uzayıp giden mal (mâlen memdûd), gözünün ö n ü n d e oğullar
cüne dayanarak emir ve yasak (nehy) koymaya başlaması ile oluyor.
(benine şuhûdâ), o n u n için döşedikçe döşediğim (mehhedtü lehu
Buna bir toplumda mal ve iktidar sahiplerinin (üsttekilerin) halk
temhidâ) ifadeleri, şehrin bu eşşiz/tek olarak anılan en büyük zen-
(alttakiler) üzerinde kurduğu "hegemonya" diyoruz. Şu halde Ebu
ginini tasvir içindir. K u r a n şehrin en büyük zenginini hedef tahta-
Cehil'in şahsında anlatılmak istenen zenginlerin mustağnîleşerek
sına oturtmakta ve âdeta "İşe buradan başlayacaksınız" demekte-
insanlar üzerinde emir ve yasak (nehy) koymaya kalkması ve böyle-
dir...
ce haddini aşması (tuğyan) toplumların en önemli s o r u n u oluyor. Dikkat ediniz! Müstağnilere ve bunların tuğyan ve hegemonya-
Dikkat ediniz! Şehrin en büyük zenginine "Hayır!" (Kellal) diyerek başlıyor bu Kitab.
sına "Hayır!" (Kellal) diyerek başlıyor bu Kitab. [HAYIR! Ay dile gelsin! [Tek başına yarattığım o adamı bana bırak
Biten gece dile gelsin!
Uzayıp giden mal verdiğim,
Ağaran tan yeri dile gelsin!
10
101
Sosyal, İslam
R. İhsan Eliaçık Hiç şüphesiz o gerçekten büyük bir olaydır!
[Şu halde onlara ne oluyor ki b ü t ü n hatırlatmalardan yüz çeviriyorlar?
Bu insanoğluna bir uyarıdır! İyiyi veya kötüyü seçmek isteyen herkes için bir uyarı!
Sanki aslandan kaçan ü r k m ü ş yaban eşekleri gibiler.
Her insan kazandığının esiridir.
Her biri kendisine özel n a m a yazılı davetiye istiyor.
Ancak iyiyi seçenler cennete girecek.
HAYIR! Onlar ahiretten korkmuyorlar.
O r a d a n suçlulara soracaklar; "Sizi ateşe sokan nedir?"
HAYIR! Bu bir hatırlatmadır!
Şöyle diyecekler: "Biz musalli değildik. Yoksulu doyurmazdık.
Dileyen o n u n üzerinde d ü ş ü n ü p öğüt alır.
Dalanlarla beraber dalanlardık. D i n g ü n ü n ü yalan sayardık.
Allah lâyık görmedikçe de d ü ş ü n ü p öğüt alamazlar.
Gerçeğin ta kendisi olan ölüm gelinceye kadar hep böyleydik."]
D ü ş ü n ü p öğüt alan ise sakınanlardan ve bağışlananlardan olur.]
(Müddesir;32-47)
(Müddesir;45-56) "Biz musalli değildik, yoksulu doyurmazdık" ayeti bu anlamda, h e m e n birkaç sure sonraki M a u n suresi ışığında düşünülmelidir. Bu d u r u m d a m a n a "Biz aslında musalli idik (salât ederdik) ama bu yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen bir salât idi. O n u n için de salâtımız y ü z ü m ü z e çarpıldı ve kabul edilmedi, hiç salât etmemiş d u r u m u n a düştük." şeklinde olur. Ç ü n k ü müşrikler Kâbe ört ü s ü n ü değiştirme, hacılara su dağıtma, içindeki putlarla beraber Kâbe etrafında d ö n m e , alkış, ıslık, ayakta d u r m a (kıyam), bir şeyler o k u m a (kıraat), eğilme (ruku), yere k a p a n m a (secde) gibi ritüelleri yerine getiriyorlar ve bunları yapana da "musalli" diyorlardı. "Vay o musallilere ki yoksulu doyurmaz, yetimi hor görürler. Onların yaptığı salât boştur, gösteriş yapıyorlar." Ne d e m e k anlaşılıyor olmalı.
Daha önce "gözleriyle seni devirecek gibi bakarlar" dendiği gibi, burada da hatırlatmayı (zikr) her duyduklarında "aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri" benzetmesi yapılıyor. Allah'a ve ahirete inanan (fakat korkmayan), salât eden, tavaf yapan, hacılara su dağıtan, Kâbe'nin örtüsünü değiştiren; fakat "uzayıp giden mallar", "gözünün önünde oğullar" ve "döşendikçe d ö ş e n m i ş nimetler" sahibi olduğu halde "hâlâ gözü doymayan; daha da fazlasını isteyen" birisi hangi hatırlatma (zikr) sebebiyle aslandan kaçan ü r k m ü ş eşek gibi olur? Hangi hatırlatmayı her duyd u ğ u n d a sanki gözleriyle devirecekmiş gibi bakar? D ü ş ü n ü n . . . Rivayete göre Mekkeli kâfirler şöyle derdi: "Her birimize gökten, başlığında 'Âlemlerin Rabbi'nden falan oğlu filana' hitabı b u l u n a n ve içinde M u h a m m e d ' i n söylediklerine uymamız gerektiğini emreden bir mektup, sahife veya kitap gelmedikçe inanmayız." (Razi,
Dikkat ediniz! Salât ile yoksulu doyurmayı teşvikin (yoksul ile beraber olmanın) arasını ayıranlara "Hayır!" (Kellal) diyerek başlıyor bu Kitab.
İbn Kesir Kuıtubi). "Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye istiyor." ifadesi bu iddiaya cevaptı. Açıktır ki, bu, mal ve oğullar (servet, çevre, nüfuz) sahibi kişinin narsist (kendine hayran) kişiliğini yansıtır. Allah'tan kendine
13 101
R. İhsan Eli açık
Sosyal islam
özel davetiye istiyor! "Eşitliğe" yanaşmıyor ve sıradan bir m u h a t a p
kâhinlerin kendilerine saklamaları gibi kendine saklamıyor. Hepsi-
olmak istemiyor! Sanki Allah'tan kendisine n a m a yazılı özel hatır-
ni açıklıyor ve bu açıklamalarından dolayı kâhinler gibi ücret iste-
latma (zikr) gelse "aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeği" gibi ol-
miyor. Vahiy o n u n mesleği değil. Bu vahiyleri size kendini zengin
mayacak?
etmek için getirmiyor. O bir din tüccarı, iman taciri, u m u t hırsızı,
Ne kadar da tanıdık tuzu kuru bahaneler, değil mi?
kâhin, rahip, din adamı veya sihirbaz değil. Allah'tan aldığı ne varsa
Dikkat ediniz! Kendine özel davetiye isteyenlere, eşitliğe yanaş-
onu olduğu gibi söyleyen vicdanın sesi o!
mayanlara; bu hatırlatmayı duyunca aslandan kaçan ü r k m ü ş yaban eşeklerine dönenlere "Hayır" (Kellal) diyerek başlıyor bu Kitab!
Dikkat ediniz! Bilgi cimriliği yapanlara/tekeline alanlara: din baronlarına, mecnunlara, kâhinlere, sihirbazlara "Hayır!" (Kellal) diyerek başlıyor bu Kitab.
[HAYIR! Dile gelin kaybolan yıldızlar! Dile gelin akan gezegenler!
[Arınıp temizlenen,
Dile gel ey kararan gece!
Rabb'iniıı adını hatırlayıp O'na yönelen kurtulacak.
Dile gel ey ağaran tan yeri!;
HAYIR! Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
"Bu K u r a n şerefli bir peygamberin sözüdür,
Oysa ahirettir daha hayırlı ve sürekli olan...
Karakteri sağlam, görkem sahibinin katında saygı değer,
Bu hatırlatmalar ilkçağların sayfalarından beri yapılıyor.
Sözü dinlenen, e m i n birisidir,
İbrahim ve Musa'nın sahifelerinden beri...]
Arkadaşınız cinlerle konuşan (mecnun) değildir.
(A'la;14-19)
O n u apaçık ufukta gördü.
"Dünya hayatını tercih ediyorsunuz..." ifadesi K u r a n b ü t ü n -
Gayb k o n u s u n d a cimri değildir.]
lüğü içinde "dünya malına" meylediyorsunuz anlamındadır. Kav-
(Tekvir; 15-25)
min mülk (servet ve iktidar) sahipleri kastediliyor.
Yani: Kırk yıldır aranızda bulunan, kendisiyle arkadaşlık etti-
"Arınıp temizlenen kurtulmuştur..." tabiri ise K u r a n b ü t ü n -
ğiniz, düşüp kalktığınız bu öksüz M u h a m m e d ' i n Allah katında ve
lüğü içinde "malından veren" arınıp temizlenir anlamındadır. Bir
aranızda saygıdeğer bir kişiliği vardır; sağlam karakterli, sözü din-
sonraki surede arınıp temizlenmekten (tezkiye) maksadın ne ol-
lenen, güvenilir, emin birisidir. Bunu böyle olduğunu siz de çok iyi
tluğu aynen böyle tefsir edilir. Üzerinde ihtiyaçtan fazla mal olup
biliyorsunuz. Şu halde ona cinlerden haber getiriyor vs. nasıl diyor-
oııdan rahatsız olanlar ve b u n d a n dolayı da verenler kastediliyor.
sunuz? Bilakis o Allah'ın nefesi, vicdanın ve m e r h a m e t i n dile gelen
(bkz. Leyi; 12-21)
soylu sesidir!
"İbrahim ve Musa'nın sahifelerinden beri hatırlatılan..."dan
M u h a m m e d vahiyler alıyor (ğaybtan bilgiler veriyor); fakat onu 14
maksadın ne olduğu ise surenin başında cehri ve hafi olan şeklinde
15
Sosyal, İslam
R. İhsan Eliaçık
ifade edilmişti. Daha geniş olarak aynı ifade (İbrahim ve Musa'nın
[HAYIR! Yeryüzü peş peşe sarsılıp paramparça olduğu zaman,
sahifeleri) ile Necm suresinde açıklanır: "İnsanın emeğinden (say)
Rabb'in ve güçleri b ü t ü n görkemiyle geldiği zaman,
başka hakkı yoktur!" (bkz. Necm; 33 54 ).
İşte o gün c e h e n n e m orta yere konacak.
İnsanlıkta temel, kalıcı, sürekli olan, İbrahim ve Musa'nın sahi-
İnsan o gün hatırlar, ama bu hatırlama neye yarar?
felerinden beri hatırlatılan gerçekler bunlardı. Fakat "nimet sahip-
Diyecek ki "Keşke ö m r ü m ü boşa harcamasaydım."
leri" (uli'n-ni'me) bunlara "eskilerin masalları" der dururlar...
Artık o gün Allah'ın ettiği azabı kimse edemez.
Dikkat (meyl-mâl),
ediniz!
Dünya
hayatına
(malına)
vermeye yanaşmayarak armmayanlara,
meyledenlere İbrahim ve
O n u n kıskıvrak bağladığı gibi kimse bağlayamaz... A m a ey vicdanı rahat olan kişi, sen!
Musa'nın sahifelerinden beri söylenegelen "İnsanın emeğinden
Sen d ö n Rabb'ine, sen O'ndan, O senden razı olarak.
başka hakkı yoktur" ölümsüz ilkesine "eskilerin masalı" diyenlere
Gir kullarımın içine.
"Hayır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab.
Gir cennetime!]
* * *
(Fecr; 21-30)
[HAYIR! Siz öksüze ikramda bulunmuyorsunuz.
Buradaki hatırlama (zikr) birkaç sure önce (Müddesir) şehrin
Birbirinizi yoksulu doyurmaya teşvik etmiyorsunuz.
mal ve iktidar sahiplerini her duyduklarında "gözlerini devirecek
Elinize geçeni hiçbir sınır t a n ı m a d a n yedikçe yiyorsunuz.
gibi baktıran" ve "aslan görmüş yaban eşeği gibi kaçırtan" ha-
Malı çok seviyorsunuz, yığdıkça daha çok seviyorsunuz.]
tırlatma (zikr) idi. Onlar peş peşe sarsılıp yıkılacakları ve y a m a n
(Fecr; 17-20)
bir hesabın pençesine düşecekleri k o n u s u n d a uyarılıyorlar. Bu sah-
D e m e k ki mesele Allah'a i n a n m a k , salât etmek, oruç tutmak, ta-
ne aynı zamanda toplumsal bir altüst oluşla yerlerinden sökülüp
vaf etmek, Kâbe'nin ö r t ü s ü n ü değiştirmek değildi. Bunların hepbini
atılacakları (devrim) anını da resmediyor. Ki bu Mekke'nin Fethi
müşrikler de yapıyordu. Asıl mesele işte bu ayetlerde ortaya k o n a n
g ü n ü n d e gerçekleşmiştir.
hususlardı. İlk sure olan Alak'taki "Hayır! İnsanoğlu muhakkak ki
Vicdanı rahat olan kişilik (nefsu'l-mutmainne) bu d u r u m d a , sure
tuğyan eder. Zenginliğini kendisine yeterli gördüğü için..." itira-
bütünlüğü içinde isteneni yerine getirerek görevin yapan kişi olu-
zının peş peşe gelen "Hayır!"lar ile nasıl tefsir edildiğini görün.
yor. Yani sürekli vurgulanan "malından vererek kendini arındıran
Dikkat ediniz! Öksüzü korumayanlara, yoksul ile beraber olmayanlara
(doyurmaya teşvik etmeyenlere), yedikçe yiyenlere, malı
çok sevenlere, yığdıkça daha çok sevenlere "Hayır!" (Kella\) diye-
(tezkiye) kişilik", "öksüze ikram eden", "yoksulu doyurmaya teşvik ı-den", "eline geçeni hiçbir sınır tanımadan yedikçe yemeyen", "malı vc yığmayı sevmeyen" kişilik oluyor.
rek başladı bu Kitab. [ Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz.
17 101
Sosyal islam
R. ihsan Eli açık
Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş... HAYIR! Yakında bileceksiniz.
Dikkat ediniz! Tekâsür (zenginlik yarışı) çılgınlığına kendini kaptırmışlara defalarca "Hayır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab.
Kesinlikle HAYIR! Çok yakında bileceksiniz.
'«I-'
HAYIR! Daha derinden bakabilseydiniz, Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz. Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz. O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız.]
[HAYIR! Bu sadece d ü ş ü n m e y e çağıran bir öğüttür. Kim istekliyse d ü ş ü n ü p öğüt alır Değerli sayfalardadır bu çağrı; üstün, tertemiz sayfalarda... Elçilerin elleriyle her yana yayılır; saygıdeğer, kıymetli elçile-
(Tekâsür; 1-8) Görüldüğü gibi ayeüer bir ekonomi-politik eleştiriden ziyade
rin...
psiko-metafızik eleştiri yapıyor. Ekonomi-politik bir sistemin insan
Şu kahrolasıca insan ne kadar nankördür.
ruhundaki köklerine iniyor. Çünkü insan ruhunda kökleri olmadan
Hiç d ü ş ü n m e z mi, hangi şeyden yaratılmış?
hiçbir sistem ayakta duramaz. Mekkî ayetlerin genel özelliği budur za-
Allah bir damla sudan yaratır insanı, sonra doğasını belirler.
ten. Medine'ye gelince ise sistem vaazı ve kurallar başlar. Ama işin önce
Sonra yürüyeceği yolu kolaylaştırır.
insan ruhundaki köklerine inmek ve orayı kurutmak gerektiğinden
Sonunda ölüm verir, mezara koyar.
buradan başlıyor. Zaten bir dinden beklenen de esasında bu değil mi?
Vakti zamanı gelince de onu yeniden diriltip ortaya çıkarır!]
Kapitalizmin k u r u c u babalarından A d a m Smith 1776da yazdığı
(Abase; 11-22)
Milletlerin Zenginliği adlı kitabında kapitalizmin insan r u h u n d a k i
Müstağniler (zenginliklerini her şeye yeter sanan şehrin ileri ge-
köklerinin bencillik ve açgözlülük olduğunu söyler. Ve b u n u n her
lenleri) kör ve yoksul bir a d a m geldi diye surat asıp öte tarafa d ö n ü p
ne kadar ahlaken bir düşüklük gibi görülse de toplumsal fayda açı-
gidince, onların bu yaptıkları mercek altına alınıyor ve oradan t ü m
sından yararlı olduğunu, böylece bencil çıkarları peşinde açgözlüce
müstağnilere ders mahiyetinde "ölüm ve m e z a r " hatırlatılıyor.
koşan insanların piyasayı canlandıracağı ve bu sayede bolluk olacağını söyler.
Ve d e n m e k isteniyor ki: Bunlar yaşarken yoksullarla aynı mecliste oturmaktan, onlarla eşit hale gelmekten kaçsalar da "en bü-
Madem kapitalizmin insan r u h u n d a k i kökleri b u d u r ; o halde,
yük eşitleyici ilke olan ölümden" kaçamayacak, mezara girmekten
işe ilk önce buradan başlanmalıdır. Bunun için kapitalizmin pan-
kurtulamayacaklar. Ç ü n k ü yaşarken aynı mecliste b u l u n m a k iste-
zehiri, Tekâsür suresinde yapıldığı gibi önce psikolojik-metafizik
medikleri yoksulla, mezarda aynı toprağın altında yan yana gele-
eleştiridir. Bunu es geçen, dahası bu konuda birikimi, d o n a n ı m ı ve
cek, eşitlenecekler. İşte o zaman "aynı mecliste oturacaklar" ama
dili bulunmayan marksizm son derece yetersiz ve güdük kalmıştır.
iş işten geçmiş olacak!
Marx'ın ekonomi-politik analiz ve eleştirisi ise yeniden üretilmek kaydıyla iyi bir başlangıçtır.
18
19
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam "İnsan kemiklerini tekrar bir araya getiremeyeceğimizi mi sa-
[HAYIR! Gerçek şu ki (insan), O n u n emrini hiçbir zaman yerine getirmedi.
nıyor? HAYIR! O n u p a r m a k uçlarına kadar yeniden var etmeye kadi-
Bir baksın insan yediklerine, Nasıl suyu bolca indirmekteyiz, Sonra toprağı s ü r ü p ekmekteyiz. Böylece orada nasıl tahıllar yetiştirmekteyiz; ü z ü m bağları, yonca tarlaları... Zeytin ağaçları, hurmalıklar... Yemyeşil ormanlar, meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz... Bütün bunlar hep sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için...] (Abase; 23-32) Müstağnilere kendi sonları olan ölüm ve mezar hatırlatıldıktan sonra, böbürlendikleri mal ve mülklerinin "tek bir çığlık" ile ellerinden gideceği hatırlatılıyor. Bahçe sahipleri kıssasında anlatılan yok oluş ve helakin tekrar hatırlatılması... Bu çığlık (sayha) o aşağılayıp durdukları, aynı mecliste oturmak istemedikleri körlerin, ezilenlerin, yoksulların, kimsesizlerin, çaresizlerin "devrim çığlığı" olabileceği gibi, "kıyamet çığlığı" da olabilir. Her ikisi de kükreyerek yükselen "sayha" (çığlık, gürültü) demektir. Bu nedenle d e n m e k isteniyor ki: Zenginler, elde ettikleri o ü z ü m bağları, yonca tarlaları, zeytin ağaçları, hurmalıklar, koruluklar, meyveler ve meraları kendi mülkleri sanmasınlar. Bunların hepsini Allah insanlar ve hayvanları için yaratmıştır. Yaratan onlar değildir. Bunları "zenginler arasında dönüp dolanan bir tahakküm aracı (devlet)" haline getirmekle ateşe davetiye çıkarmaktalar...
• ı»
rız! Fakat insanoğlu ö n ü n d e k i gerçeği inkâra kalkışıyor. Soruyor: "Şu kıyamet günü ne zaman gelecekmiş?"] (Kıyamet; 1-6) Görüldüğü gibi b u r a d a da
"nimet sahipleri" yıkılış ile tehdit
ediliyor. K u r a n d a ayağa kalkış (kıyamet), diriliş/canlanış (ba'as) ve çıkış/ meydana atılış (hurûc), nefes/soluk (sûr), toplanış (haşr) kavramları, daha sembolik okuyuşla bir toplumsal altüst oluş halinin safhalarım da ifade eder. Bu d u r u m d a rüzgâr (rîh), çığlık (sayha) ve tufan örneğin toplumsal rüzgârın giderek artması, çığlığa dönüşmesi ve tufandan (devrim) sonra t o p l u m u n yeniden k u r u l u ş u n u ifade eder. Özellikle Mekkî surelerde çokça görülen ve ilginçtir "Mekke'nin fethinden" sonraki ayetlerde pek görülmeyen yıkılış ve helak sahnelerini bu şekilde o k u m a k da m ü m k ü n d ü r . Bu d u r u m d a bildiğimiz anlamda "uhrevî" baas, kıyamet, cennet ve cehennem; mezardaki ölülerin dirilmesi, ayağa kalkması, cennete ve c e h e n n e m e atılması itikat olurken, "dünyevî" baas, kıyamet, cennet ve cehennem de t o p l u m u n üzerinden ölü toprağını atması, uyanması, ayağa kalkması ve ardından ideal t o p l u m u n (cennet) kurulması ve zalimlerin cezalandırılması (cehennem) d e m e k olur... Bu türden ayetleri her iki yüzüyle de o k u m a k m ü m k ü n d ü r . Dünyevî yüzüyle okumakla beraber, uhrevî yüzüne de itikat etmek gerekir. Bunun anlamı "Burada olmazsa orada, er geç olacak bu."
[Kıyamet günü dile gelsin!
manasına gelir...
Vicdan azabı çeken nefis dile gelsin! 21
101
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam ya malına, servete, altına düşkünlük d e m e k oluyor. Nitekim aynı
[HAYIR! Kaçacak hiçbir yer yok. O gün varıp sığınılacak tek yer Rabb'indir. O gün insana yaptığı ve yapmadığı her şey haber verilecek. Dahası insan mazaret arayıp yaptıklarını gizlemeye çalışsa d a . . .
kökten gelen kelime Samiri'nin buzağısı anlatılırken de kullanılır. Bu d u r u m d a , "süs eşyalarından buzağı (i'el) yapmak" süs, altın, para, servet hırsından vazgeçememek ve b u n u elde etmek için Firavuna yaranmak, ona kölece sığınmak, b u n u n için de o n u n soğanına, sarımsağına, mercimeğine, yeşilliğine razı olmak d e m e k
Bizzat kendi vicdanından kaçamayacak.
olur. Nitekim "Onların kalplerine buzağı (tel) içirildi" (Bakara;
Öyleyse aceleye getirip yaptıklarına mazeret arayıp d u r m a .
2/93) ifadesi b u n u n esasında kalpte olan/içsel bir d u r u m olduğunu
Ç ü n k ü yaptıklarının bir bir anlatılması Bize aittir.
gösterir. D e m e k ki dışarıdaki put (buzağı) içe içirilmişin/işlemişin;
Yaptıklarını bir bir anlattığımızda sen sadece dinle.
tutkunun, ihtirasın mücessem ifadesi (ıclen cesedâ) oluyor. İşte yu-
Yapıp ettiğin her şeyi açıklamak Bize aittir.]
karıdaki b ö l ü m d e Mekkeli "Samirı 'lerin de aynı d u r u m d a olduğu
(Kıyamet;ll-19)
ifade ediliyor...
G ö r ü l d ü ğ ü gibi burada müstağnilerin m u h a k e m e edilirken ne d u r u m a düşeceği canlandırılıyor. H e m Mahkeme-i Suğra (dünya-
Dikkat ediniz! Şimdi olanı (acile) yani altını, serveti sevenlere "Hayır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab.
daki m a h k e m e / k ü ç ü k mahkeme), h e m de Mahkeme-i Kübra (Ahir-^-J
retteki m a h k e m e / b ü y ü k m a h k e m e ) ö n ü n d e müstağninin (nimet
r - ^ j
sahibi/mal ve oğul sahibi/bahçe sahibi/sutun sahibi/köşk-kâşane
[HAYIR! Ne zaman ki can boğaza dayanır...
sahibi) hal-i p ü r melalini resmediyor...
"Doktor yok m u ? " diye bağrışılır...
. O - r-®-'
Ayrılık vaktinin geldiği anlaşılır... El ayak birbirine dolanır...
[HAYIR! Siz hep şimdi olanı seviyorsunuz.
İşte o zaman kişi Rabb'ine gittiğini anlar.
Sonrayı bırakıyorsunuz.
Gel gör ki ne söze inandı, ne yöneldi.
Bazı yüzler o gün sevinçten parlayacak.
Bilakis yalan dedi, sırt çevirdi.
Rablerinden umacaklar.
Hep kibirlendi; tarafı etrafı kendine yeter sandı.
Bazı yüzler ise o gün m o s m o r kesilecek.
Yazıklar olsun böylesine, yazıklar olsun!]
Belkemiklerini çatırdatacak y a m a n bir hesabın gelmekte oldu-
(Kıyamet; 26-35) Rivayete göre Hz. Peygamber bir gün Ebu Cehil'in yakasından
ğunu anlayacaklar.] (Kıyamet; 20-25)
tutup "Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun!" diyerek ona ölümü ve
"Şimdi olanı (âcile) sevmek" K u r a n bütünlüğü içinde d ü n -
kıyameti hatırlatmıştı. Ebu Cehil de Hz. Peygamber'in elini silkip
23
101
Sosyal İslam
R. İhsan Eliaçtk
atarak, "Bırak şu yakamı, sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun. Sen
Rivayete göre buradaki eleştirilerin hedefi Umeyye bin H a l e f t i .
de Rabb'in de bana bir şey yapamaz." diyerek kibirli kibirli adam-
D e m e k ki bu karakter üzerinden diğer t ü m zengin k o d a m a n l a r he-
larının yanına gitmişti. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Hz.
def tahtasındadır...
Peygamber in Ebu Cehil ile tartışırken kullandığı "Yazıklar olsun
Bu d u r u m d a alay edip (humeze) dalga geçme (lumeze) bir zen-
sana, yazıklar olsun" (evlâ lekefeevlâ) ifadesi burada aynen ayetleş-
gin küstahlığı olarak ele alınıyor. Mal toplayıp b u n u n l a sonsuza ka-
miştir (Katade, Kelbi, Mukatil).
dar yaşacağını zanneden kişinin müstağni kibrini resmeder. Onlar
Görüldüğü gibi surenin son bölümü ölüm temasını işliyor. Ö l ü m
biriktirdikleri bu mallarla yoksullarla alay ederler: "Kursakların-
temasının ilk mesajlar boyunca sürekli hatırlatılması, son ayetlerde
da ekmeğim var.", "Ekmeğini b e n v e r i y o r u m " "Züğürtler, baldırı
"nutfe", "akıtılan meni", "pıhtı" vurgularının yapılması ve ardından er-
çıplaklar!" "Açlıktan ağızları kokuyor." vb. laflarla küstahlıklarını
kek ve kadın iki eş olarak var edildiğinin söylenmesi oldukça anlam-
göstermiş olurlar. İşte hümeze ve lümeze bu türden bir alay, dalga
lıdır. Keza var eldilme/yaratma/yapma anlatılırken "fesevvâ" kelime-
geçme ve dedikodudur.
sinin kullanılması da çarpıcıdır: Bu, şekil verdi/eşit kıldı yani kadın ve erkek olarak ayrı ayrı "farklı şekil verdi; fakat "eşit kıldı demektir. A r d ı n d a n son cümlede "Bunu yapan ölüleri diriltemez mi?"
Dikkat ediniz! Mal yığanlara, d ö n ü p d ö n ü p tekrar sayanlara, yığdıklarına güvenerek yoksullarla alay edenlere, dalga geçenlere, yukarıdan bakanlara "Hayır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab.
diye sorulması ö l ü m ü n ve eşitliğin birbirini tamamlaması içindir. Ç ü n k ü ölüm en büyük eşitleyici ilkedir ve kendini bu eşitlikten ayıran insanlar ölümle tekrar ilk yaratılış anına dönerler. Bu soru aynı
K u r a n ı n ilk altı yıl boyunca inen surelerinde
(yaklaşık ilk 40
zamanda ölü toprağı serpilmiş bir halkın dirilmesi manasında "top-
sure) "Hayır!" (Kellal) geçen yerleri gördünüz. Nelere "Hayır!"
lumsal dirilişi" ima ettiği gibi, mezarlarda yatan ölülerin "yeniden
(Kellal) dendiği apaçık ortada.
dirilişi" manasında itikat ifade eder... Dikkat ediniz! Tarafına etrafına güvenerek kibirlenenlere "Hayır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab.
[Dedikodu yaparak alay eden herkesin vay haline! Vay haline o boyuna mal istif ederek sayıp durana! Sanır ki malı kendisini sonsuza dek yaşatacak. HAYIR! O yalayıp yutan bir v a k u m a atılacak.] (Hümeze; 1-5)
24
Gözler kör olmaz, kalplerdir kör olan.
Sosyal İslam
{KEBÂİRE'L-İSM}: Sözlükte
[^ ]
kökü "büyük olmak",
kökü de "suç işlemek, günaha girmek" demektir. Bu iki kelimeden oluşan [ p ^ U 1 ; * 1 ^ ] ise "büyük günahlar" demektir. Bu deyim aslmda sadece Müslümanlara değil; insanlığa önemli mesajlar vermektedir. Ayette geçen lemem kelimesi ise "Bir anlık şuursuzluk hali" demek olup (Razi) "küçük günahlar, ufak tefek hatalar" şeklinde meşhur olmuştur. Demek
"BÜYÜK GÜNAH" NEDİR?
ki "Günahın büyüğü küçüğü olmaz" sözü doğru değildir. Suçun ve günahın büyüğü olur ve Kur an bu anlamda büyükler (kebâir) demektedir. Peki, büyük günahtan ne anlamalıyız? Ayet bağlamına baktığımızda, "Dünya ve ahiret Allah'ın'dır"
Acaba Kur a n ı n "büyük günah" dediği şey nedir?
(Necm; 53/25) ve "Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır" (Necm;
N a m a z k ı l m a m a k mı?
53/31) tekrarlı vurgularından da anlaşılacağı gibi büyük günah
O r u ç t u t m a m a k mı?
(kebâire'l-ism) "sahiplenme" (mülk) ile ilgilidir. Keza aynı bağlamda "İnsan için emeğinden başka hakkı yok-
Başörtüsü t a k m a m a k mı? K u r a n d a "suç, günah, hata" tabirlerinden öte bir de "büyük
tur" (Necm; 53/39) ve "Onun emeği karşılığını görecektir (Necm; 53/40) tekrarlı uyarısından da anlaşılacağı gibi kişi e m e ğ i n d e n baş-
suç/hata/günah" tabirleri geçiyor. Baktığımızda bunların 7 yerde geçtiğini görüyoruz. Ne olduğu-
ka bir şeye sahip değildir. Bunu u n u t u p örneğin çit çevirerek, emeği
nu anlamak istiyorsanız, gelin birlikte bakalım. Nüzul (iniş) sırası-
sömürerek vs. Allah'ın m ü l k ü n ü ve insanların alınterini sahiplen-
na göre sıralıyorum;
meye kalkışması büyük günah (kebâire'l-ism) olmaktadır. Sure bağ•-o-'
lamından anlaşılan budur. .-«S_>
İlki N E C M suresinde: [Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bu, kötülük ya-
r-SS^t
İkincisi VAKIA suresinde:
panların karşılıksız kalmaması, güzellik yapanların ise daha güzeliyle
[İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su... Kapkara boğucu bir
karşılıklarını bulması içindir. Onlar ki arada bir hataya düşseler de
d u m a n . . . Ne serinletir ne rahatlatır... Ç ü n k ü onlar b u n d a n önce
büyük günahlardan (kebârie'l-ism) ve çirkin davranışlardan kaçınırlar. Rabb'inin mağfireti geniştir; b u n d a n hiç şüpheniz olmasın.] (Necm; 53/31-32)
zenginliğin şımarttığı kimseler ( m u t r e f î n ) idi ve/yani büyük günah (,hınsı'l-azim) üzerinde ısrar ediyorlardı.] (Vakıa; 56/42-46). {MUTREF}: "Bolluk içinde olan, şımarmış" demektir. Bol-
26
27
Sosyal, İslam
R. İhsan Eliaçık
lukve nimet içinde olmak, şımarmak (teref), konfor içinde olmak, nimetler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarık-
G ö r ü l d ü ğ ü gibi b u r a d a da konu (büyük günah) ve vurgu (mülk; zenginlik/yoksulluk) aynı.
lık (teref) kelimeleri bu kökten... D e m e k ki mütref bir t o p l u m u n '
rahatlık ve konfordan şımarmış, "fors" sahipleri demektir... Bu durumda K u r a n d a sık sık geçen mele-i mütref" kavmin zengin-
D ö r d ü n c ü s ü ŞURA suresinde:
likten şımarmış ileri gelenleri" d e m e k oluyor. Bugün için devlet
[Size verilmiş bulunan şeyler dünya hayatının metaıdır. Allah'ın
beslemesi ailelere, sosyete çevrelerine, lüks ve sefahat içinde yaşa-
yanındakiler ise iman edip sadece Rablerine dayananlar için daha
yan zümrelere ve onlara özenenlere tekâbül eder. (bkz. "Kur anda
hayırlı ve daha kalıcıdır. Onlar büyük günahlardan (kebâire'l-ism)
Alttakiler ve Üsttekiler" Makalesi).
ve çirkin davranışlardan uzak dururlar.] (Şura; 42/36-37).
Bu d u r u m d a ayet bağlamında büyük günah (hınsı'l-azîm) in-
Yine buradaki büyük g ü n a h da (kebâire'l-ism) yukarıdaki N e c m
sanlar açlık ve yoksulluk içindeyken zenginlik, bolluk ve refah
süresindeki ile aynı. Vurgu da oradaki ile aynı. O r a d a "Göklerde
içinde yaşamak ve b u n u n verdiği v u r d u m d u y m a z l ı k ve şımarıklık
ve yerde ne varsa Allah'ındır." dendikten sonra gelirken, burada
(mütref) d e m e k oluyor. Öyle ki böylesi tipler bu şımarıklık içinde
"Size verilen şeyler dünya hayatının metaıdır." dendikten sonra
hesap, kitap, mizan, yeniden diriliş nedir bilmezler, aldırış etmezler, bunları hiç umursamazlar.
kullanılıyor. D e m e k ki büyük g ü n a h (kebâire'l-ism) dünya hayatını (malı, mülkü) ve o n d a n gelen faydayı (meta) bencilce sahiplenmedir. Oysa mülk Allah'ındır (dünya hayatı; yer, gök, mal, meta) ve insan için emeğinden başka hakkı yoktur.
Üçüncüsü İSRA suresinde: [Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da size de rızkı veren Biziz. D o ğ r u s u onları öldürmek büyük bir günahtır (hıtaen kebîrâ).} (tsra; 17/31). Yani: "Çalışmıyorlar, yağmaya, talana katılıp mal getirmiyorlar, hiçbir işe yaramıyorlar." veya "Beş parasız oldukları için zengin bir koca talip olmuyor, fakirlere gidiyorlar." veya "Büyüyünce tefeci
Ayetin devamında da büyük günahtan (kebâire'l-ism) kurtulmak için ne yapılması gerektiği açıklanıyor: Allah'a güvenmek, kalıcı olanın O olduğunu kabul etmek, mal ve meta hırsına kapılıp elde edemeyince öfkelenmemek, salât etmek, etrafına danışmak ve verilen rızıklardan infak e t m e k . . . (Şura; 42/37-38). Metnin dışına çıkmaksızın bağlamdan baktığımızda d u r u m budur.
bezirganların eline düşerler, genelevlerinde çalıştırırlar, iyice rezil rüsva oluruz." veya "Belki bize acırlarda bol rızık ve mal verirler, onun için tanrılara k u r b a n sunalım." diyerek çocuklarınızı sakın öldürmeyin. Bu çok büyük bir günah/cinayettir... Çünkü bunlar Mekke'de oluyordu. 29
Beşincisi BAKARA suresinde: [Sana içkiyi ve k u m a r ı sorarlar. De ki: 'Onlarda h e m büyük günah (ism kebir), h e m de insanlar için yararlar vardır. A m a günahla101
Sosyal İslam
R. İhsan Eliaçtk
rı yararlarından büyüktür.' Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'İhtiyaçtan fazlasını.'] (Bakara; 219). G ö r ü l d ü ğ ü gibi burada da büyük g ü n a h
(kebâire l-ism) kavra-
m ı n ı n öncesinde içki ve k u m a r sonrasında da infaktan bahsediyor. Bu ikisi arasındaki bağlantı açıktır: Bir şeyi (kumar gibi) haksız yere sahiplenmek büyük gühahtır. Sahip olduklarının fazlasını elden çıkarmak (infak) gerekir. Bunu yapmayan da büyük günah işlemiş olur. D e m e k ki içki, kumar, zina, altın, ipek vs. "zenginliğin şımarttığı kimse" ( m ü t r e j ) davranışıdır. Onlara özenmemeliyiz. İşte sahip olduklarını infak etmeyip böyle heva ve heves yolunda harcayanlar büyük g ü n a h işlemiş oluyorlar. İşte bu beş yer K u r a n d a büyük günah/suç/hata anlamında iki kelimeyle; kebârie'l-ism, hınsı'l-azîm, hıtaen kebîrâ, ism kebîr (tamlama) olarak geçen yerler.
ediniz: H a r a m aylarda ve Mescid-i Haram'da savaşmak... Halkı yer i n d e n y u r d u n d a n s ü r m e k . . . Baskı, zülüm, zorbalık... Âdeta d e n m e k isteniyor ki: Sana h a r a m ayda ve Mescit-i Haram'da savaşmayı soruyorlar. Bu çok kötü bir günahtır. H a r a m aylarda ve Mescit-i Haram'da savaşmak d ü p e d ü z insanları Allah'ın yolundan m e n e t m e k ve Allah'ı inkârdan başka bir şey değildir. (Ebu Müslim). H e m Allah'ın evini kendi tekeline alacaksın, h e m de bu anıtın gerçek sahiplerinin oraya girmesine engel olacaksın. Allah'ın savaşmayı yasakladığı aylarda silâh çekmekten, kan dökmekten çekinmeyeceksin. Allah'ın Evini savaş ve kan dökülen bir yer haline getireceksin. Ne ayların ne de Ev'in hiçbir saygınlığına uymayacaksın. Bunları ihlâl d o ğ r u d a n Allah'ı inkârdır. Üstelik ahaliyi yerinden y u r d u n d a n edeceksin. Allah'ın Evinin gerçek bağlılarını şehirden süreceksin, "Buralar benim" diye kibrinden geçilmeyecek! Bu da zulüm üstüne zulümdür. "Hem suçlu h e m güçlü" diye b u n a denir. Şüphesiz savaş iyi bir şey değil. H a r a m aylarda ve
Şu iki yerde de tek kelimeyle (kebâir); fakat aynı a n l a m d a geçiyor:
Mescit-i H a r a m d a savaş ise daha kötüdür. Baskı, z u l ü m ve zorbalık (fitne) ise savaştan çok daha kötü, çok daha beterdir. Görüldüğü gibi ayette büyük günahın mantığı aynı: Sahiplen-
Altıncısı yine BAKARA suresinde;
mek! Bu sefer sahiplenilen yer üstelik Allah'ın evi Kâbe...
[Sana h a r a m aylarda ve Mescit-i Haram'da savaşmayı soruyorlar. Onlara söyle: H a r a m aylarda ve Mescit-i Haram'da savaşmak büyük (kebîr) bir şeydir. Bu, insanları Allah'ın yolundan m e n e t m e k ve kâfirlik anlamına gelir. Halkı yerinden y u r d u n d a n s ü r m e k ise Allah katında çok daha büyüktür (ekber). Baskı, z u l ü m ve zorbalık (fitne) öldürmekten daha büyüktür
(ekber). Bu zalim zorbalar, eğer
güçleri yetse yolunuzdan d ö n d ü r ü n c e y e kadar sizinle savaşmaktan vazgeçmeyecekler.] (Bakara; 217). Ayette neye b ü y ü k / d a h a büyük (kebir/ekber) dendiğine dikkat 30
Yedincisi NİSA suresinde: [Eğer siz yasaklandığınız büyük günahlardan (kebâir) kaçınırsanız kusurlarınızı (seyyiât) bağışlar ve itibarınızı yükseltiriz.] (Nisa;31). Buradaki "büyüklerin" (kebâir) ne olduğunu anlamak için de ayetin öncesine ve sonrasına (paragrafa) b a k m a m ı z yeterlidir çünkü t a m anlaşılmadı.
31
Sosyal slanı
R. İhsan Eliaçık
Sizce bu ayetin öncesinde neden bahsediliyor olabilir?
ve hegEmonya oluşturmayın. İlahî/doğal taksimatta her şey herke-
Okuyun;
se yeter. Ötekinin "payına" düşene göz dikmeyin, fazlasına t a m a h
[Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını karşılıklı rızaya daya-
ederek eşitsizlik yaratmayın. Erkekler için kazandığından bir "pay",
nan ticaret yoluyla dahi olsa haksız yere yemeyin. Kendi kendinizi
kadınlar için de kazandıklarından bir "pay" vardır. Paylarınıza razı
aldatmayın. Allah size karşı gerçekten merhametlidir. Kim haddi
olun, daha fazlasına sahip olmaya çalışmayın. Bu paylar zaten ara-
aşarak, haksızca b u n u yaparsa yarın onu ateşe atacağız. Allah'a göre
nızda vârisler yoluyla birbirinize geçecektir, ihtirasa kapılmanı-
b u n u yapmak çok kolaydır.] (Nisa; 29-30).
za gerek yok. Sözleşmelerden doğan haklara riayet edin, kime ne
Yani: Ey iman edenler! Bırakın açıktan haksızlık yaparak birbi-
"pay" düşüyorsa adaletlice dağıtın; bölüşün, paylaşın...
rinizin malını yemeyi, "kamu" adını vererek "birbirinizin malı"
Ayetin öncesini ve sonrasını okuyunca sanırım "büyük günah"
haline getirdiğiniz ortak malı (beytu'l-mal), karşılıklı paslaşarak,
(kebâir) neymiş anladınız; Başkasının payına göz d i k m e k . . . Daha
eşe dosta peşkeş çekerek, usulsüz ihalelerle ve ulufe dağıtmalarla,
fazlası hırsıyla mal t o p l a m a k . . . Kamu malını zimmetine geçirmeye
alan m e m n u n veren m e m n u n tarzında dahi olsa yemeyin... Birbi
kalkmak... Sahip olduklarıyla eşitliği bozmak; üstünlük taslamak,
riniz ile dışarıdan bakılınca sanki ticaret yapıyormuş gibi görünen;
sınıf yaratmak, hegemonya o l u ş t u r m a k . . .
fakat gerçekte danışıklı dövüş olan alışverişlerden sakının. Böyle yaparak kendi kendinizi aldatmayın... Peki, ayetin sonrasında neden bahsediliyor olabilir? Okuyun; [Allah'ın kiminize kiminizden farklı verdiği şeylere göz dikmeyin. Erkekler için kazandıklarından bir pay, kadınlar için de kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan, O n u n l ü t f u n u isteyin. Allah her şeyi biliyor. Herkes için bir şeyler bırakabileceği vârisler tayin etmişizdir; anne-babalar, yakın akrabalar, nikâh akti ile bir araya gelenler. Sözleşmelerinizden doğan payları verin. Allah her şeyi inceden inceye görüyor.] (Nisa; 32-33). Yani: Allah "eşitliği" takdir etmiştir (Fussilet; 10). Rızık ve rızık kaynaklarını, yarattığı insanların eşitçe kullanacağı şekilde "taksim" etmiştir. Bu doğal taksimatta herkes farklı, fakat eşittir. Kimine kiminden farklı yetenekler vermiştir. Bunları istismar ederek, farklılıklarınızdan eşitsizlik çıkarmayın. Tekel, kast, sınıf, hiyerarşi
G ö r ü l d ü ğ ü gibi K u r a n d a "büyük günah" bir şeyi sahiplenme (mülk) etrafında dönmektedir. Bu, K u r a n ı n bir taraftan  d e m kıssasındaki vesveselerin anası (şecere-i huld ve tnülk-i la yebla) diğer taraftan da en
"en büyük
zulüm" (zulmün azîm) dediği şirk ile ilgilidir. Şecere-i huld: Son sınırına varıncaya kadar mal toplama. Şecere: toplayan şey, huld: son sınır. Sembolik dilde "sonsuzluk ağacı"... (Taha; 120). Mülk-i la yebla: Yıkılmayacak bir iktidar ve mal sahibi olma. (Taha; 120). Şirk-i zulmün azîm: En büyük zulüm ortak olmaya kalkmak. (Lokman; 13). Sözlükte şirk, bir malın iki sahibi olması demektir. Örneğin
R. ihsan Eliaçık
"şirket"te mal ortaklığı vardır. Allah'ın m ü l k ü n d e n bir şeyi sahiplenip ortak olmaya kalkarsanız O na şirk koşmuş olursunuz. Allah'ın m ü l k ü n d e n (gökler ve yer) hiçbir şeye sahip olamazsanız, sahip old u ğ u n u z tek şey emeğinizdir, o n d a n da size bir "pay" vardır. Gerisi kamunun/herkesindir. Bunları u n u t u p şeytanın vesvesesine kapılarak son sınırına kadar toplamaya (şecere-i huld) kalkar ve yıkılmayacak bir m ü l k ü n
DAĞLARI KORKUTAN "EMANET"
(mülk-i la yebla) peşinden giderseniz "büyük günah" işlemiş olursunuz. K u r a n verileri ışığında "büyük günah" bu olmak icap eder. İlmihal kitaplarındaki büyük g ü n a h listelerini u n u t u n . Yukarıda göstermeye çalıştığımız yedi yerde geçen büyük g ü n a h ayetlerini Kuran'dan tekrar tekrar o k u y u n . . .
Çokça bilinen bir Kur an ayetinde şöyle buyurulur: [Biz emaneti göklere, yere ve dağlara yükledik de onlar onu üstlenmeye yanaşmadı. O n d a n korktular da insan üstlendi. Hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir.] (Ahzab; 72). Kur'an'm "varlığın diliyle konuşan" uslübuna çok güzel bir örnek olan bu ayette, görüldüğü gibi, dağlar, yer ve gök!—lc teşhis (kişileştirme) ve intak (konuşturma) mecazî anlatım sanatı çerçevesinde diyaloğa giriliyor ve insanoğlunun d u r u m u onlarla karşılaştırılıyor. Peki, dağların, yerin ve göklerin korkup da insanın üstlendiği bu "emanet" ile ne kastediliyor? Bilgisizlik (cehl) ve ötekine haksızlık (zulm) sebebi ile her an hıyanete d ö n ü ş m e potansiyeli taşıyan bu "emanet" ne olabilir? Evet, dağların, yerin ve göklerin yanında esamesi bile okunmayan, küçücük bir böcek gibi kalan, takat cehl ve zulm potansiyeli taşıdığından, biz insanların tabiri caizse "hemen üstüne atladığı" emanet nedir? Kur'an'm  d e m ve Habil-Kabil kıssası gibi, burada da, aslında "yaşayan bir durum" anlatılıyor.
34
35
R. İhsan Eli açık
Sosyal İslam 119
Bir an d u r u n ve yere, göğe ve dağlara b a k ı n . . . Kendi kendinize "Bütün bunların üstlenmekten korkup da
layı hesap yoktur" diyerek Allah'a karşı bile bile yalan söylerler.] (Al-i İmran; 75).
b e n i m üstlendiğim, üzerime almakta ve sorumluluğunu yüklen-
Görüldüğü gibi b u r a d a emanet "mal ve para" (kantar ve di-
mekte hiçbir beis görmediğim/görmüyor o l d u ğ u m 'emanet' ne
nar) olarak kullanılmış...
ola ki?" diye s o r u n . . .
5- [Eğer yolculukta iseniz ve hesabı tutacak birisini de bulamaz-
Üzerine alma ve s o r u m l u l u ğ u n u yüklenme söz konusu olduğu-
sanız borçludan bir rehin alabilirsiniz. Yok, birbirinize gü-
na göre, bu emanet, gelip giden, üstlenilip bırakılabilen, alınıp geri
venirseniz artık güvenilen Allah'tan korksun ve emanetini
iade edilebilen yaşayan/dinamik bir şey olmalı?
ödesin. Şahitliği gizlemeyin, kim gizlerse vebali boynunadır.
A m a ne?
Allah yaptığınız her şeyi görüyor, biliyor.] (Bakara; 283) Burada da emanet "ödenmesi gereken mal veya para" anlam ı n d a kullanılmış...
Kur a n d a n başlayalım...
7- [Ey i m a n edenler! Allah'a ve Peygambere hainlik etmeyin.
"Emanet" sözcüğü K u r a n d a 7 yerde geçiyor. Tek tek aktarıyorum:
sanlarsınız. Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imti-
1 - [Biz emaneti göklere, yere ve dağlara yükledik de onlar onu
2-
Size verilmiş emanetlere ihanet etmeyin. Sizler bilinçli inh a n vesilesidir. Asıl b ü y ü k mükâfat Allah'ın katındadır.] (En-
üstlenmeye yanaşmadı. O n d a n korktular da insan üstlendi.
fal; 27-28).
Hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir.] (Ahzab; 72).
Burada da emanetin mallar (emval) çocuklar (evlâd) şeklin-
[Onlar
emanetlerine ve
ahidlerine
riayet
edenlerdir.]
de ifade edilen servet olduğu anlaşılıyor.
(Mu'minûn: 8) 3- [Onlar kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde riayet edenlerdir.] (Meâric; 32)
Rivayete göre Enfâl (ganimet malları) suresinin girişinde bahsedilen sahabelerin "aralarının bozulmasına" n e d e n olan şey, Be-
Görüldüğü gibi bu ilk üç ayette emanet kavramı herhangi bir
dir savaşında 1 - Hz. Peygamber in ganimetleri savaşa katılmamış
"kendi kendine tefsir" yapılmadan, genel olarak geçiyor. Ne
olanlara da vermesiydi. Bunlar Muhacirlerden üç, E n s a r d a n da beş
kastettiğini anlamamız için tefsire ihtiyaç var. Bakalım diğer
kişiydi. Hasta olan kızının yanında kalan Osman b. Affan, Şamdan
ayetlerde var m ı . . .
gelen kervanı gözetlemeye giden Talha ve Said b. Zeyd, geride vekil
4- [Kitap verilenlerden kimileri var ki, kantarla emanet bırak-
olarak bırakılan Ebu Lübabe ve Asım, bir yere haberci olarak gön-
san onu sana geri verir. Yine onlardan kimileri var ki, bir
derilen Haris b. Hatip, yolda hastalanarak kalan Haris b. Es-Samit
dinar emanet etsen, tepesine binmedikçe onu sana vermez.
ve Huvat b. Cuveyr idi. Bunlara da ganimetten pay verilince itiraz-
Ç ü n k ü onlar "Bize sıradan halka karşı yaptıklarımızdan do-
lar yükseldi ve tartışma çıktı. 2- Bedir'de savaşan genç sahabeler,
36
R. İhsan Eli açık cephe gerisinde bekleyen yaşlı ve yoksul sahabelere ganimetten pay verilmesine itiraz ettiler ve ganimetin kendilerinin hakkı olduğunu, onların bizzat vuruşmadığını söylediler. Bunun üzerine aralarında tartışma çıktı. Bu ayet işte bu olay üzerine nazil oldu. (Razi, İbn Kesir, Kurtubi).
Sosyal İslam
dan infak edin. İnanıp böyle infak edenlerinizi büyük bir karşılık bekliyor. Neden Allah'a i m a n etmiyorsunuz? Oysa elçi sizi Rabb'inize iman edesiniz diye davet edip duruyor. Eğer gerçek m ü m i n l e r iseniz, unutmayın, O sizden söz almıştı. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kuluna söze dayalı apaçık ayetler indiren O d u r . Allah
G ö r ü l d ü ğ ü gibi b u r a d a geçen "Size verilen emanetler" tabiri
size karşı çok şefkatli, sevgi ve merhametle dopdoludur. Neden Al-
ile d ü ş m a n d a n ele geçirilen servet, yani "ganimet malları" ( e n f â l )
lah yolunda infak etmiyorsunuz? Gökler ve yer Allah'tan başkasına
kastediliyor...
mı kalacak?] (Hadid; 7-10).
4- [İyi dinleyin! Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle h ü k m e t m e n i z i emrediyor. Gerçekten Allah size ne güzel öğüt veriyor. Allah her şeyi işitiyor, her şeyi biliyor; b u n d a n hiç şüpheniz olmasın.] (Nisa; 58)
Görüldüğü gibi "üzerine halife kıldığı (emanet ettiği) mallar" deniyor ve onların infak edilmesini istiyor. Elçinin "mu'minleri" imana çağırıp d u r d u ğ u söylenerek önce "Neden iman etmiyorsunuz? diye soruluyor. A r d ı n d a n ilk sorudaki imanın yerine infak konarak soru yineleniyor: "Neden Allah yolunda infak etmiyor-
Rivayetlere göre Mekke'nin fethi g ü n ü Hz. Peygamber, Kâbe'nin
sunuz? Gökler ve yer Allah'tan başkasına mı kalacak?"
anahtarını yanındaki sahabelerinden birisine v e r m e k istedi. Arap geleneklerine göre Kabe anahtarı kime verilirse o n u n kabilesi Mekke'nin yönetimine, yani h ü k ü m e t etmeye h a k kazanmış sayılıyordu. Abbas, Ali ve Osman arasında çekişme oldu. Ayet b u n u n üzerine nazil oldu (Razi).
Kıssalara bakalım... K u r a n d a Kabil, Karun, N e m r u d , Firavun, Ad kavmi, Semud kavmi, Bahçe sahipleri, Talut, Allah'ın devesi (Nâgatallah) vs. ye-
G ö r ü l d ü ğ ü gibi emanet burada ise bir işin başına kimin getirileceğine h ü k m e t m e k çerçevesinde "kamu görevi" üstlenmek anlam ı n d a kullanılıyor.
ı in, göğün ve dağların üstlenmekten çekindiği halde, insanlardan kimilerinin çekinmeyip cehl ve zulmleri sebebiyle Allah'ın mülkünü (yeryüzünü) nasıl talan ettiklerine, sahipsiz gördükleri her şeye
Kur an'da emanet kavramının geçtiği yerler işte bunlardır. .-«(-.
.-fflS-.
ııasıl saldırdıklarına ve başkalarını o n d a n nasıl m a h r u m bırakmaya kalktıklarına tarihten birer örnektirler. Mesela kendisine mülk verildi diye İbrahim ile tartışmaya giren
K u r a n d a n birkaç ö r n e k d a h a . . . Şu ayette "halife" kavramı "emanet" ile eş anlamlı kullanılmış ve hepsini özetlemekte:
•idama (Nemrud'a) İbrahim'in ne dediğine bakalım: [Siz Allah'ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O na ortak koşmaktan korkmazken, ben koştuğunuz o ortaklardan n e d e n kor-
[Allah'a ve elçisine i m a n edin. Sizi üzerine halife kıldığı mallar38
kacakmışım? Şu halde güvene (emanete) iki taraftan hangisi daha 119
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
layık? İman edip de (emaneti üstlenip de) imanlarına (emanetleri-
layık olanlar emanetlerine (emvâl ve egvât'a) zulm bulaştırmayanlar
ne) z u l ü m bulaştırmayanlar... İşte güvene (emanete) layık olanlar
yani kendi zimmetlerine geçirmeyenler, mal kaçırmayanlar, mülk
onlardır ve doğru yolda yürüyenler de onlardır.] (Enam; 81-82).
ketiz etmeyenler, biriktirmeyip isteyenlere verenlerdir." dedi.
Ayette emanet (güvene bırakılan şey) bu kez aynı kökten gelen "emn" (güven) olarak geçiyor. "İman etmek" (güven duymak) da aslında b u n u n l a ilgili. Bu anlamda "iman edenler" ( m ü m i n l e r )
O n u n için K u r a n N e m r u d için "Kendisine 'mülk' verildi diye İbrahim ile tartışmaya giren adam" der. (Bakara; 258). Neydi mülk verildi diye tartıştıkları?
Allah'a güven duyan/itimad edenler demektir. Keza Allah da
.-«s--
kendine güven duyanlara güvenir/itimad eder. O n u n için O da "Mu'min"dir. Bu nedenle iman edenler aynı z a m a n d a Allah'ın
K u r a n d a ortaya k o n a n bu yaklaşımın, Hz. Peygamber, Hz.
emanetini üstlenenler anlamına da gelir. Ayette geçtiği gibi cehl ve
Ö m e r ve Hz. Ali'nin dilinde ve uygulamasında nasıl ete kemiğe bü-
zulm sebebiyle b u n a hıyanet ediliyor. O n u n için imanlarına (ema-
r ü n d ü r ü l d ü ğ ü n e dair de üç ö r n e k . . .
netlerine) zulm bulaştıranlardan bahsediliyor. İşte N e m r u d ve avânesi b u n u n örneği olarak anlatılıyor.
Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Ben aranızda bölüştürücüyüm." (Buhari; H u m u s , 7).
Onlar Allah'ın ülkesinin (yeryüzünün) servet ve kuvvet kaynak-
Hz. Ö m e r şöyle demiştir: "Fethedilen topraklara öyle bir ada-
larına (emval ve egvât'a) el koyarak, kendi mülkiyetlerine geçirmiş-
let ve mülkiyet düzeni getirmeliyim ki Irak'ın dulları ve yetimle-
lerdi. Oysa onlar isteyenler (sâilîn) arasında eşitçe paylaştırılmak
ri bir daha ebediyen krallara muhtaç olmamalı ve Müslümanla-
için yaratılmışlardı. Böylece Allah'a mülkte şirk koşmuşlardı. Kendi
ra da köle olup sömürülmemeliler."
zimmetlerine geçirdikleri bu servet ve kuvvet kaynaklarını teolojik-
Hz. Ali'nin uygulamasına bakınız:
leştirerek Ay, Güneş, Yıldız vb. totem-sembolleriyle ifade etmektey-
"Bahreynde bir grup (girişimci) Basrada İbn Abbas'a müracaat
diler. Mekkede Lat, Menat, Uzza, Hubel gibi kabilenin teolojikleş-
ederek şöyle dediler: "Bize toprak verin, işletelim." Vali bu isteği
miş servet ve kuvvet (emvâl ve egvât) kaynağı totem-sembolleri gibi
bir mektupla Hz. Ali'ye bildirdi. Hz. Ali cevabi m e k t u b u n d a "Bu
imparatorluğun devlet tanrılarıydılar. "Onları (Putlarla ifade edilen
toprak tüm Müslümanlarındır. Oradan elde edilecek menfaatler
servet ve kuvveti) bize Allah verdi, onlar bizi Allah'a yaklaştırıyor."
konusunda hepiniz eşit haklara sahipsiniz. Eğer hepsi razı olur-
demekteydiler.
sa, o araziyi onlara ver. Ben ise sahip olmadığım bir şeyi başka-
İbrahim'in şirk koşuyorsunuz dediği şey buydu. N e m r u d ve ava-
sına veremem."
nesine Allah'ın ülkesinden ( m ü l k ü n d e n ) el çekmelerini, Allah'ın
Dikkat ediniz! Devletin başındaki halife ne kendini, ne de dev-
kimseye böyle bir yetki vermediğini, emanetleri geri teslim etmele-
leti toprağın sahibi olarak görmüyor. "Yeryüzünde dört m e v s i m
rini, isteyenlere eşitçe dağıtmalarım, ç ü n k ü emanete hıyanet içinde
rızık ve rızık kaynakları (egvât) yarattı, isteyenler için eşitçe tak-
olduklarını söyledi. O n u n için "Siz emanete layık değilsiniz, bilakis
dir etti..." (Fussilet; 10) ayetini ete kemiğe b ü r ü n d ü r ü y o r . Girişim-
40
101
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
çilere ancak bir görev/emanet olarak toprağın ( m ü l k ü n / ü r e t i m aracının) verilebileceğini söylüyor ve ahalinin rızasını almak ve eşitçe D e m e k ki...
yararlanmak gibi şartlar getiriyor.
Gökler, yer ve dağlar öyle bir teklifle karşılaşmışlar ki sanki r - ® -
Peki, bir sözcük ve terim olarak emanet nedir,
lisân ı hâl ile "Ey Rabb'imiz! Aman, bu bizi bozar." demişler ve ona da baka-
yanaşmamışlar."Mal, para, servet" ve "görev" onları korkutmuş, ürkütmüş, titretmiş. Fakat insanoğlu h e m e n atlamış/atlıyor.
lım... "Emanet" kavramının yukarıda görüldüğü gibi başlıca iki anlamda kullanıldığını görüyoruz: 1- İtimat etmek, güvenmek. 2- Gö-
D e m e k ki... K u r a n d a dağların, yerin ve göklerin üstlenmekten kaçınıp da insanın üstlendiğini söylediği emanetten maksat "mülk"tür! Yani
rev ve sorumluluk. Terim olarak emanet, "Bir şeyi veya bir değeri gönül huzuruy-
Allah'ın ülkesi (yeryüzü) üzerinde tasarrufta b u l u n m a , m ü l k ü n ü
la, güvenle başka birine teslim etmek veya aynı şeyi aynı şart-
(servet ve kuvvet kaynaklarını) üzerine alma, kullanma ve onlar
larla teslim almak" anlamındadır. Allah'ın insanlara verdiği b ü t ü n
üzerinden "metalar" üretme, bu metaların fazlalıklarını özel mül-
maddî ve manevî nimetler ile insanların geri almak üzere verdikleri
kiyete d ö n ü ş t ü r m e . . .
şeyler birer emanettir. Tersi hıyanettir.
D e m e k ki...
Emanet ile "hibe" arasında fark vardır. Emanet mülkiyeti baş-
Allah insanoğluna "mülkünü" (servet ve kuvvet/ rızık ve rızık
kasına ait olan, geri ö d e n m e k z o r u n d a olunan ve zarar verildiğinde
kaynaklarını) emanet etmiş, ona böylesi bir "görev" vermiş. Üstüne
tazmin edilmesi, ödetilmesi gereken şeyken, "hibe" mülkiyeti ile
üstlük ilahî mülkiyet üzerinde tasarrufta b u l u n m a yetenek ve yetki-
birlikte geçen ve geri verilmek z o r u n d a olunmayan ve zarar verildi-
si (akıl, vicdan, irade, özgürlük, ilim) ile d o n a t m ı ş . . .
ğinde tazmin etme sorumluluğu olmayan şeydir, (bkz. Adalet Dev-
Kur an işte b u n a "emanet" diyor.
leti; Ortak İyinin İktidarı, "Emanet" bölümü, ist., 2003).
İyi de dağlar, yer ve gökler b u n d a n n e d e n çekiniyor ki?
Bu anlamda b ü t ü n servet (emvâl) ve kuvvet (egvât) kaynakları
İnsanoğlu olaya n e d e n 'hemen atlıyor' ki?
yani mülk Allah'ın (yere inince halkın) birer emanetidir, geçicidir
Çünkü...
ve hesabı verilmek zorundadır. Servet ve kuvvet kaynakları bir hibe,
İnsanoğlu K u r a n ı n "emanete hıyanet" dediği şeyin serve-
ancak ölümle çıkarılan Allah'ın giydirdiği bir hırka değildir. İslam
ti (emvâl) ve kuvveti (egvât) kendi tekeline alıp başkasını o n d a n
dünyasında saltanatın bu denli yer bulabilmiş olmasında servet
m a h r u m etmek olduğunu bilmemektedir. Ç ü n k ü cehl üzeredir.
ve kuvvet sahibi olmanın Allah'ın/ halkın geçici bir emaneti değil;
Keza Allah'ın m ü l k ü n d e n (su, ateş, toprak, maden, gıdalar, altın,
Allah'ın dilediğine verdiği mülkü, bağışı, hibesi olduğu anlayışı yat-
)',ımıüş, bitki, sığır, koyun vs.) kimi emvâl (mallar) ve egvât'ı (kuvvet
maktadır. ..
kaynaklarını) zimmetine geçirip b u n u insanlardan saklamanın, ka42
101
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
ç ı r m a n m , t e m e r k ü z ü n / k e n d i n e biriktirmenin (kenz), geri verme-
miş k a m u (Allah/halk) mülkiyetini özel mülkiyete çevirmemek, ih-
m e n i n , onunla insanlar üzerinde hegemonya kurmaya kalkmanın
tiyacından fazlasını infak etmektir.
zulm o l d u ğ u n u n farkında değildir.
Ne deniyordu: "Hiç şüphesiz
Yeryüzünü Allah'ın ülkesi, kendinizi de bu ülkede görev verilmiş birisi olarak d ü ş ü n ü n . . .
insan çok cahil ve zalimdir." Yani
Size görevinizi yerine getirmek için yetki, rütbe, m a k a m , mal ve
Allah'ın m ü l k ü n d e n aldıklarını vermeyenler, i n f a k e t m e y e n -
para veriliyor. Bunları şu amaçlar için kullanacaksın deniyor. Hiç-
lerdir. Tıpkı bir devlette, h a z i n e m e m u r u n u n z i m m e t i n e p a r a
birisi sizin değil. Size sadece geçiminiz için gerekli maişet (maaş)
geçirmesi gibi... Böyle birisine ne diyoruz: Hırsız, yolsuz, h o r -
veriliyor. Kimseye de m u h t a ç edilmiyorsunuz.
Münafıklar onun
için
e m a n e t e hıyanet edenlerdir.
t u m c u ! Peki, Allah'ın m ü l k ü n d e n çalana, çit çevirene, k e n d i n e
Fakat siz ne yapıyorsunuz?
y o n t a n a ne demeli?
Emaneti hibeye çeviriyorsunuz. Bütün bunları zimmetinize ge-
D e m e k ki...
çirip özel amaçlarınız için kullanıyor, kendi zenginliğiniz için bi-
Allah'ın mülkü/ülkesi (yeryüzü) kişisel zenginler ü r e t m e çiftli-
riktiriyorsunuz.
ği değildir. Bilakis zenginlikleri eşitçe dağıtma, bölüşme, paylaşma, barış, adalet ve kardeşlik yurdudur. (Dârusselam). Burada herkes kendi "kısmetine" ( b ü t ü n d e n eşit pay) razı olarak, "nasibine" (büt ü n d e n kendi ihtiyacı kadar) düşene razı olarak yaşayacaktır.
Karşınıza bir İbrahim çıkınca da size mülk verildi diye onunla Rabb'i hakkında tartışıyorsunuz. "İhtiyacından fazlasını ver" "O mallarda isteyenlerin (sâilîn) ve m a h r u m bırakılanların
(mahrumîn) hakkı var", "Onları zen-
Bunların hepsi Allah'ın ülkesinin
ginler arasında dolanıp duran bir devlet haline getirme", "Allah
(yeryüzü) aslında eşitlik ile ilgili ekonomi-politik/metafızik kavramla-
onları isteyenler için eşit şekilde bölüşülüp dağıtılsın diye yarat-
rı. .. Kültürümüzün derinliklerine işlemiş ama sinirleri alındığı, içi bo-
lı." diyene de "Kırkta bir neyinize yetmiyor, daha vermem, be-
şaltılıp tapınak dili haline getirildiği için haberimiz yok. Kelime kök-
nim bunlar." diyorsunuz.
"Takdir", "kısmet", "nasip"...
lerini tek tek araştırdım, müthiş eşitlikçi anlamları var. Başka bir göz-
"Haddini aştın, 'esasa' girdin, görevi suistimâl ettin, cehl ve
le bakınca fark ettim. Hepsi de Allah'ın dağıtımında (taqsîm/qısmet)
zulm üzeresin, emanete ihanet ediyorsun, geri ver" diyene "Gü-
kişiye düşen (isabet/nasîb) bütün içindeki eşit pay, hisse, ölçü (taqdir)
cün yeterse gel al, artık bunlar benim, üstelik ölünce de oğulla-
anlamına geliyor. Gayet paylaşımcı ve "kamucu" kavramlar.. .(bkz. el-
rıma bırakacağım. Sülalemden dışarı da çıkmayacak, b e n i m de
Furûkfi'l-Luğa, Ebu Hilal el-Askeri, İşaret, ist., 2009. s. 234-259)
henim." diye t u t t u r m u ş gidiyorsunuz.
D e m e k ki...
Demek ki...
Mülkiyet bir hak değil; görevdir!
Allah'ın ülkesinden (yeryüzünden) zimmetinize geçirdiğiniz her
Görev (emanet) ise ehil olana verilir. Ehil olmanın birinci şartı
şey, birleşik kap misali bir tarafta eksilmeye yol açıyor. Ondan ihtiyacı-
ise mülkiyeti (emaneti) kendine y o n t m a m a k , emanet olarak veril-
ıı ız (emeğiniz) kadarını alıp gerisini vermeniz/infak etmeniz isteniyor.
44
101
Sosyal İslam
R. İhsan Eli açık D e m e k ki...
D e m e k ki...
"Helalinden zenginlik" diye bir şey olamaz. Zaten zengin-
Üzerine halife kılındığından (emaneti üstlendiğinden) elde et-
lik, ihtiyacından fazla mülkiyete sahip olmak d e m e k olduğundan
tiği fazlalık kendisinin değildir. Asıl sahiplerine geri iade etmek
Allah'ın ülkesinden (yeryüzünden) aşırma, zimmetine geçirme de-
zorundadır. Ehil değilseniz, yetkileriniz alınır, rütbeleriniz sökülür,
mektir. İhtiyaçtan fazla olan her şey geri verilmek d u r u m u n d a d ı r .
emanet geri alınır. Zimmetinize bir şey geçirmişseniz ödetilir, zarar
Fıkıhtaki tabirle havâic-i asliye yani ev, binek, ev eşyası, alet edevât,
vermişseniz tazmin ettirilir. Emval'i (malı, parayı) ve egvât'ı (kuvvet
işyeri açma, maişet temini vs. ve bunlar için gerekli miktar temel ve
kaynaklarını) kullanma yetkisini kötüye kullanmışsanız hesabı so-
zaruri ihtiyaçlara girer ve özel mülkiyet değildir. Veya illa mülkiyet
rulur. Bir daha size verilmez. Ehil olana yani kendini "özel mülki-
denecekse "küçük mülkiyet" denebilir.
yet şehvetine" kaptırmayacak olana verilir. O da aynı şeyi yaparsa
Çünkü "Mülk Allah'uıdır" ilkesi gereğince mülkiyet kişiye izafe
aynı işlem o n u n için de geçerlidir.
edilemez. Keza "Allah zengindir, siz fakirsiniz" desturu gereğince as-
Kanımca sözde değil; özde emanet budur!
lında kişiye "zengin" de denemez. Mülkiyet kişiye izafe edilemeyeceği
Düşünün...
gibi "devlete" de izafe edilemez. Mülk yalnızca ve sadece Allah'ındır.
Bir devletin bakanlığı kişiye ebedî olabilir mi? Bakanlığın t ü m
Temel ve zaruri ihtiyaçlar (havâic-i asliye) "görev" değil;
araç gereçleri, malı, mülkü, parası, kasası bakana sonsuza kadar teslim edilebilir mi? O n u n oğullarına, sülalesine, aşiretine tapulanır,
"hak"tır. Oysa havâic-i asliye dışındaki mülkiyet "hak" değil; "görev'dir. Görev olunca kişi, görevli kılındığı (üzerine halife yapıldığı)
bakanlık özel mülkiyeti haline gelebilir mi? Gelemez.
mülkiyetin sahibi olamaz, miras bırakamaz, zimmetine geçiremez,
Ç ü n k ü bakanlık dediğin bir emanettir ve halkın kamusudur. Peki,
şahsi amaçları için kullanamaz. Cehl sebebi ile miras bırakırsa evin
aynı şeyi Allah'ın mülkü/kamusunda (yeryüzünde) hangi hakla yapı-
en büyük oğlunun (ekber) tekeline bırakılamaz, küçüklere de, ka-
yoruz? Orada da görevliyiz. Orada da emanetçiyiz. Allah'ın ülkesinin
dınlara da verilir. Önce aile içinde, sonra kardeşlik ahdi (muâhede)
(yeryüzünün) egvât'mı (kuvvetlerini) yani rızık ve rızık kaynaklarını/
yoluyla aile dışına da dağıtılır. Vasiyet yoluyla başkaları da fayda-
üretim araçlarını kişisel mülkiyetinize geçiremezsiniz!
landırılır.
Bir yerde yığılmasına (kenz) izin verilmez. İslam'da mi-
Ç ü n k ü onları siz yaratmadınız.
rasın mantığı budur. Sanıldığının aksine miras taksimi özel mülki-
"İmtihan" bahanesi, malı götürmenin, emanete hıyanet etme-
yetin değil; özel mülkiyeti dağıtmanın, kamulaştırmanın delilidir.
nin gerekçesi olamaz. Allah'ın ülkesinin servet (emval) ve kuvvet
"Kamulaştırma" devlete ait kılma değil; herkese ait kılma, tabana
(egvât) kaynakları yani yeryüzünün üretim araçları "zenginlerin
yayma demektir. Bundan maksat ise yukarıda Hz. Ö m e r ' i n sözün-
insafına" bırakılamaz. G ü n ü n birinde yoksullara acımaları ve in-
de geçtiği gibi kişiyi bir daha ebediyen "krallara muhtaç durumda
safa gelmeleri beklenip durulamaz. Zaten ne böyle bir "hakları" ne
bırakmamak", havâic-i asliyesine sahip d u r u m a getirmektir.
de böyle bir "ayrıcalıkları" vardır.
47
119
Sosyal, İslam
R. İhsan Eliaçık
Görevi kötüye kullanmış yani emanete hıyanet etmişlerse yapılacak iş, tıpkı bir ülkede bakanların görevi kötüye kullanması ve emanete hıyanet etmesindeki gibi gayet basittir. Böylesi d u r u m l a r d a isteyenler in/muhtaçların (sâilîn), m a h r u m ların (mahrumîtı) ve ezilenlerin ( m u s t a z a f î n ) organik ve uyanık gücü "pençe-i Ali'deki şimşir aşkına" harekete geçer. İslamda devlet, adalet ve mülkiyet düzeni b u n u n için vardır. Hz. Peygamber'in, Hz. Ö m e r ' i n ve Hz. Ali'nin icraatları esin kaynağı olmak için yeterince açıktır.
[Hamd, Âlemlerin Rabb'inedir. O R a h m â n ve Rahimdir. D İ N G Ü N Ü ' N Ü N mâlikidir.] (Fatiha; 2-4) Hepimizin çok iyi bildiği Fatiha suresinde "Din gününün maliki" (Mâliki yevmud-din) ifadesi "din gününde mülkün tek sahibi" demek oluyor. Demek, bir "din günü" var ve bu g ü n d e mülkün tek sahibi bir mâlik/melik
olacak.
Demek, bu gün, Y u n u s u n "Hani bunun ilk sahibi?" ifadesinde geçen "İlk sahib"in ortaya çıktığı ve b ü t ü n sahte ve yalan mülk (servet ve iktidar) sahipliklerinin sona erdiği gündür.
D e m e k ki... Dağların bile üstlenmekten korktuğu o emanette, tüyü bitmemiş yetimin, işçinin, emekçinin, yoksulun, m a h r u m u n , muhtacın
D e m e k ki din günü esas itibariyle "mülk" ile ilgilidir. [Sizi ateşe sokan nedir? (diye sorulunca) 'Biz salât etmez, yok-
hakkı (havaic-i asliyesi) vardır. Dağlar, yer ve gökler o n u n için üst-
sulu doyurmaz, dalanlarla beraber dalardık.
lenmekten korkuyorlar. Cehl ve zulm tabiatımız b u n u görmemize
lan sayardık.
engel oluyor.
(Müddesssir; 42-47).
D İ N G Ü N Ü ' N Ü ya-
Apaçık gerçek (yaqîn) gelinceye kadar böyleydik.]
D e m e k ki o g ü n d e y a m a n bir hesabın ve b u n u n cezası olarak
D e m e k ki... "Görevi" gözümüz kesmiyorsa "emanete" talip olmuyoruz.
ateşin/azabın içine düşenler, Y u n u s u n "Mal da yalan mülk de
Şartlarını (hakça bölüşüm, kardeşçe paylaşım, rıza, infak, karz-ı
yalan" ifadesinde geçen yalana dalıp gidenler, b u n u n peşinde bir
hasen, i'ta, kenz yasağı vb.) yerine getirerek ancak emaneti üstle-
ö m ü r tüketenler, b u n d a n dolayı da "sâlat" etmeyenler ve "yoksul' u
nebiliyoruz.
unutanlardır. Salât ile yoksulun arasını ayırarak, salâtı sadece "na-
Aksi halde yerin, göklerin ve dağların yaptığını yapıyor; ürküyor, titriyor ve "Bu beni bozar" deyip yerimize oturuyoruz.
m a z kılmak"tan ibaret sananlardır. Bunların salâtı Maûn suresinde geçtiği gibi yüzlerine çarpılacak-
Bakın dağlar nasıl oturuyor.
tır. "Yazıklar olsun sizin salâtınıza!" ifadesinden de anlaşılacağı gibi,
"DİN G Ü N Ü " N E DEMEKTİR?
içinde yetim ve yoksul derdi olmayan her salât boş (sâhun) dur.
K u r a n d a "din günü" (yevmu'd-din) kavramı -birisi bir ayette iki
D e m e k ki, din günü öyle bir g ü n d ü r ki içinde yetim ve yoksul
kez olmak üzere- 12 yerde geçiyor. Bunları aşağıda tek tek sırala-
derdi olmayan, başta salât olmak üzere t ü m dindarlık tezahürlerinin
dım.
iflas bayrağını çektiği gün olacaktır. Şu halde siz siz olun salâtınızı,
Sağdan soldan duyduklarınızı u n u t u n . Bakın, Kur'an "din günü"
sakın yetim ve yoksuldan ayırmayın. Salâtmız sizi yetime ve yoksula götürsün, aksi halde karşılaşacağınız koskoca bir iflastır.
derken ne kastediyor. 48
101
R. İhsan Eliaçtk
Sosyalİslam
D e m e k ki din günü "yoksulların hesabı" ile ilgilidir.
ri (mutrefîn) idiler. En büyük günahta ısrar ediyorlardı. Diyorlardı
[Hani bir zamanlar Rabb'in meleklere demişti ki: "Ben çamur-
ki; "Biz ölüp toz toprak olduktan sonra, tekrar mı diriltileceğiz?"
dan bir insan yaratacağım. O n a son şeklini verip r u h u m d a n üf-
Üstelik önceki atalarımızla birlikte!" Söyle onlara; "Öncekilerin ve
leyince onu selâmlayın!" B u n u n üzerine meleklerin hepsi toptan
sonrakilerin hepsi belli bir g ü n ü n belli bir vaktinde toplanacaklar.
selâma durdular. Yalnız iblis büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
" Sonra siz, ey sapkın inkârcılar! Mutlaka zakkum ağacından yiye-
Allah: "Ey iblis, Kendi elimle yarattığımı selamlamaktan seni alıko-
ceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Üstüne de kaynar
yan nedir? Büyüklük taslayıp kendini üstün mü görüyorsun?" dedi.
su içeceksiniz. D o y m a k bilmez susuz develer gibi içeceksiniz. İşte
İblis: "Ben o n d a n hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise ç a m u r d a n yarat-
bu D İ N G Ü N Ü ' N D E onların ziyafetidir!] (Vakıa; 41-56).
tın." Allah: " H e m e n çık oradan, ç ü n k ü artık sen kovuldun. Lânetim D İ N G Ü N Ü ' N E kadar senin üzerindedir.] (Sad; 71-78)
G ö r ü l d ü ğ ü gibi ayette "din günü ziyafetinden" bahsediliyor. Bu g ü n d e "zakkum ağacından d o y m a k bilmez susuz develer gibi
G ö r ü l d ü ğ ü gibi bu ayete de din günü "büyüklük taslamak",
içecek" olanların, "kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri"
"kendini üstün görmek", "Beni ateşten onu çamurdan" diyerek
(mutrefîn) olduğu, bunların en büyük günahta (mülke şirk) ısrar
eşitsizlik yaratmak ile ilgili ele almıyor.
ettikleri ç ü n k ü onların ashâb-ı şimal oldukları ifade ediliyor.
Din g ü n ü n e kadar bu türden iddiaların "lanetli" olduğu ifade edilerek, o büyük din g ü n ü n d e b ü t ü n bunların sona ereceği ifade ediliyor.
Ashâb-ı şimal... Nedir acaba Ashâb-ı şimal? Öyle görünüyor ki bu deyim K u r a n literatürü içinde "Ashâbu'lcenne" (bahçe sahipleri) deyiminin diğer söylenişidir. Ç ü n k ü
Şu halde her türden büyüklük taslama, kendini üstün görme,
Arapçada şimâl kökü toplamak, içine almak, kendine ait kılmak
k e n d i n d e olan bir şeyin ötekinde olmamasını "eşitsiz ilişkilere"
demektir. Türkçeye de geçen şâmil, teşmil, şumûl de bu kökten...
dayanak yapma Şeytanîdir ve lanetlidir.
Ör. cihanşumûl; dünyayı içine alan, kapsayan... Âleme teşmil etmek-,
Ben beyazım o zenci... Ben Batılıyım o D o ğ u l u . . . Ben erkeğim o k a d ı n . . . B e n bilgiliyim o cahil... Ben zenginim o yoksul... Ben Türk'üm o Kürt...Ben askerim o sivil... Ben sünniyim o alevi vb.
11er şeyi içine almak, herkesle ilgili y a p m a k . . . Keza şekli şemâili deriz yani şekli ve t ü m özellikleri... Şu halde Ashâb-ı şimal, her şeyi kendine ait kılanlar, toplayanlar,
t ü m d u r u m d a n eşitsizlik çıkaran kıyaslamalar lanetlenmiştir.
her şeyi kapsamak isteyenler, kendilerini her şeye teşmil edenler,
D e m e k ki din günü b ü t ü n bunların sona erdiği gündür.
şecere-i huld (son sınırına kadar toplama) ve mülk-i la yeblâ (yıkıl-
D e m e k ki din g ü n ü "eşitlik" ile ilgilidir.
maz bir mülk) peşinden koşanlar demektir...
[Her şeyi kendine ait kılıp toplayanlar (ashâb-ı şimâl)... Nedir
B u n u n tersi olarak ayetin öncesinde Ashâbu'l-yemin kullanılır.
acaba bunların karşılaşacakları? İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar
Yemin söz ve güç kuvvet manalarını içerir. Mal ve mülk toplamanın
su... Kapkara boğucu bir d u m a n . . . Ne serinletir ne rahatlatır...
(şimâl) değil; sözün/yeminin güç ve kuvvetine inananlar demektir.
Ç ü n k ü onlar geçmişte kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenle-
Mal yığarak ve toplayarak değil; birbirine destek olarak, birbirinde
0
51
R. İhsan Eliaçtk
Sosyal İslam
yok alarak kuvvet bulanlar demektir. Bereket manası da b u r a d a n
tutmakta ve toplayıp kendilerine ait kıldıkları ile halk üzerinde he-
gelir.
gemonya kurarak iktidar sürmektedirler.
Şimale kuzey, Yemin e de güney (Yemen tarafı/sağ taraf) d e n m e -
İşte din günü bu h e g e m o n y a n ı n sona erdiği, iktidar ve servet sa-
sinin de Mekke'nin o günkü yerleşim planına baktığımızda b u n u n -
hiplerinin konumlarını kaybedip, m ü l k ü n tümüyle Allah'a (halka)
la ilgili olduğu anlaşılıyor. Ç ü n k ü müşriklerin toplandığı Daru'n-
ait kılındığı gündür. O g ü n tek mâlik Allah (halk) tır...
Nedve adlı toplantı yeri şehrin merkezi yerinde, Müslümanların
[Hani Rabb'in meleklere: "Ben, balçığı oluşa oluşa ses veren
toplandığı Daru'l-Erkam da şehrin kenarında Safa Tepesi yanın-
toprak haline getirip o n d a n bir beşer yaratacağım. O n u m u n t a z a m
daydı. Merkez-çevre veya burjuvaların oturduğu yer ile varoşlar
bir kıvama getirip içine r u h u m d a n üflediğim zaman, o n u n için
d e m e m i z gibi...
selâma d u r u n " dedi. Bunun üzerine b ü t ü n melekler selâma d u r d u -
D e m e k ki din günü kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelen-
lar. Ancak iblis, selâmlayanlarla beraber olmaktan kaçındı. Allah:
leri (ashab-ı şimal) ile şehrin varoşlarında, kenar semtlerinde ya-
"Ey iblis, sen neden selâmlayanlarla beraber olmadın?" dedi. İblis:
şayanların (ashâb-t yemin) arasındaki u ç u r u m u n ortadan kalktığı
"Benim, balçıktan oluşturarak k u r u m u ş ç a m u r d a n yarattığın bir
gündür.
beşere selâm d u r m a m olacak şey değildir" dedi. Allah: "O halde çık
D e m e k ki din günü toplumsal "altüst oluş" ile ilgilidir.
oradan; çünkü sen artık burada kalamazsın. D İ N G Ü N Ü ' N E kadar
[Onlara İbrahim olayını da anlat. Bir zamanlar babasına ve hal-
yaklaşma buraya" dedi.] (Hıcr; 28-35).
kına: "Siz neye tapınıp duruyorsunuz?" demişti. "Putlara tapıyoruz,
(bkz. 3. sıradaki ayet ve açılması ile aynı).
onların başından hiç de ayrılmayacağız" dediler. İbrahim: "Dua et-
[Vay başımıza gelene! İşte bu D İ N GÜNÜDÜR." diyecek-
tiğiniz vakit onlar işitirler mi veya size bir fayda yahut zarar verirler
ler. Onlara: "Evet, işte bu yalan dediğiniz o gün; safların ayrılma
mi?" dedi."Ama atalarımızdan hep böyle gördük" dediler. İbrahim:
günüdür" denecek. Ve bir ses "O zulmedenleri, yardakçılarını ve
"Peki" dedi, "Bu taptığınız şeylere siz ve atalarınız başını kaldırıp
Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplayın. Sürün ateşin yoluna. Tu-
hiç bakmadı mı?" "Âlemlerin Rabb'i hariç bu tanrıların hepsi be-
lu ıı, yakalayın hepsini ç ü n k ü sorgudan kaçamayacaklar" diye yan
nim düşmanımdır. Ç ü n k ü beni yaratan, sonra da beni doğru yolda
kılanacak.] (Saffat; 20-23).
yürüten Odur. Beni yediren, içiren Odur. Hastalandığım zaman
Görüldüğü gibi b u r a d a da din günü safların ayrıldığı, zülme-
bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek olan, sonra yeniden diriltecek
ılcıılerin ve yardakçılarının (eşlerinin), Allah'ın altında taptıkları-
olan O d u r . Ve D İ N G Ü N Ü ' N D E günahlarımı bağışlamasını u m -
nın toplanıp hesaba çekildiği, yaptıkları zulmün hesabını tek tek
d u ğ u m Odur.] (Şuara; 69-82).
verdikleri gündür.
Görüldüğü gibi şehrin/ülkenin merkezinde atalarından gördü-
Demek ki din günü "zulmün" hesabını verme ile ilgilidir.
ğü hal üzere birtakım putlara tapanlar, heykellere perestiş edenler
[Soruyorlar; "Ne zamanmış D İ N GÜNÜ?" Ateş üzerinde yakıl-
vardır. Bunlar ülkenin bilgi, iktidar ve servet kaynaklarını ellerinde
dığınız gün! "Tadın kendinize ayırdıklarınızı! (fitnelerinizi). Budur
52
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
55 işte o sizin acele istediğiniz!" Sakınanları ise cennetler, pınarlar bekliyor. Rableı inin kendilerine verdiklerinden alacaklar. Ç ü n k ü onlar dünyadayken güzel ahlak sahibiydiler. Gece yarılarında kalkarlardı. Seher vakitlerinde af dilerlerdi. Onların mallarında isteyenin ve m a h r u m bırakılanın hakkı vardır.] (Zâriyat: 12-19).
Mallarında İsteyenin ve m a h r u m bırakılanın hakkı vardır (Çünkü) Onlar m N G Ü N İ T N Ü tasdik ederler.] (Meâric: 19-26). (bkz. bir önceki ayetle aynı). [Yolsuzluk yapanların vay haline! Onlar alacaklarının son kuruşuna kadar peşine düşerler. A m a iş vereceklerine gelince kıyısından
Bu ayette geçen "fitne" kavramının kullanışı da çok ilginçtir.
kenarından nasıl çalıp çırpacaklarını hesaplarlar. Onlar diriltilecek
"Onlara bunların (yığıp yoksullardan sakladıklarınızın) hesabı-
lerini sanmıyorlar mı? O büyük günde... insanlar o gün Âlemlerin
nı din günü vereceksiniz." denince "Ne zamanmış bu din günü?"
Rabbı için ayağa kalkacak. Hayır! Yoldan çıkanların sicili tutuldu
diye alay ediyorlar. "Ateş üzerinde fiten edildiğiniz gün" yani altı-
B.hr misin, sicil demek? O r a d a her şey m a d d e m a d d e yazılmıştır.
nın cevheri c u r û f u n d a n ayrılırken ateşte kızartılması gibi sizin de
O gun yalan diyenlerin vay haline! Onlar D İ N G Ü N Ü ' N E yalan
yandığınız gün deniliyor. Burada fitne/fiten kelimesi kullanılıyor.
diyenlerdir.] (Mutaffifîn: 1-11).
Sonra "Tadın fitnelerinizi" yani m a d e n i n c u r û f u n u ayırıp altınını
Görüldüğü gibi buradaki tema da aynı.
kendinize ayırdığınız gibi kendinize biriktirdiğiniz malların dağ-
Demek ki din günü b ü t ü n yolsuzlukların hesabının sorulacağı
lanıp size ateş olarak geri dönmesini de tadın deniyor. Burada da
Rundür. O gün çalınan, çırpılan, zimmete geçirilen, cebe indirilen
fitneleriniz
eşe dosta peşkeş çekilen her zerrenin hesabı sorulacaktır.
deniyor.
Fitne, Arapçada altınla ilgilidir. Şeytan (el-Fettânu), iki fitne: altın ve gümüş/ d i r h e m ve dinar (el-Fettânân), k u y u m c u (el-Feten) kelimeleri de bu köktendir. Şu halde ayet "İşte kendiniz için biriktirdikleriniz (hazâ mâ keneztum lienfisekum), tadın biriktirdiklerinizi"
(zûgû mâ kun-
tum teknizûn) ayetiyle aynı şeyi anlatmaktadır. (Tövbe; 34-35). D e m e k ki din günü yoksulların ve m a h r u m bırakılmışların hakkı olan saklanmış birikimlerin (kenz/fiten) hesabının sorulacağı gündür. D e m e k ki din günü "altın, gümüş, yoksullar, mahrumlar" ile ilgilidir. [İnsan cimri ve muhteris yaratılmıştır. Başına bir kötülük gelince feryat eder. Eline mal geçince (hayr d o k u n u n c a ) m e n eder,
Demek ki din günü "yolsuzluklar" ile ilgilidir. [Bilir misin, (İUNÜ?
nedir D İ N GÜNÜ? Evet, nedir acaba D İ N
0 gün, kimse kimse için bir şeye malik olamacak! O gün artık iş/emir Allah'ındır.] (İnfıtâr; 17-19). Ve "din günü" kavramının geçtiği son ayet... İki defa "din günü nedir?" diye soruyor. A r d ı n d a n cevabı veı iyor. 1 >ikkat ediniz: "O gün kimse kimse için bir şeye malik olamay.uak!" (Yevmu lâ temliku nefsun linefsin şeyâ). 'Malikiyevmud-din
deki mülk ile aynı kökten: temliku.
Vani o gün kimse mülk sahibi olamayacak, o g ü n m ü l k ü n hepsi AH..Inn (halkın) olacak... İşte "din günü" budur.
vermez. Ancak salât edenler hariç. Onlar sürekli salât üzeredirler. 101
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
"Sura üflemek" yerlerde s ü r ü n e n , ölmüş, bitmiş bir halka vahiy Kelime-i Şehadet'in ilk cümlesi Lehu'l-Mülk, ikinci cümlesi Lailaheillallah,
ü ç ü n c ü cümlesi Muhammedutı Rasulullah'tır d e m e m i -
zin ne anlama geldiği sanırım anlaşılıyor... Nitekim K u r a n d a Lailaheillallah ile Lehu'l-Mülk'ün birlikte kullanıldığı her yerde daima Lehu'l-Mülk önce geliyor. Lehu'l-Mülk d e m e d e n bu dine giremezsiniz. Peki "din günü" bu dünyada mı öbür dünyada mı olacak? Baktığımızda "din günü" geçen ayetlerin hep Mekke d ö n e m i n d e geldiğini, Medine d ö n e m i n d e geçmediğini, özellikle de Mekke'nin Fethi n d e n sonra bu tür tehditlerin t a m a m e n sona erdiğini görüyoruz. Yani din günü Mekke'nin Fethi günü oluyor. Gerçekten de o gün, m ü l k ü n tek sahibi Allah (halk) olmuş, efendi ile köle aynı hizaya gelmiş, zulmedenler nasıl bir inkılap ile devrildiklerini görmüş, toplanan, yığılan, yoksullardan kaçırılan malların hesabı sorulmuş, zülmedenler ateşin yoluna sürülmüş, tutulmuş, bağlanmış, b ü t ü n konumlarını kaybetmiş, defterler açılmış, yolsuzlukların hesabı bir bir sorulmuş, kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri elim azabı tatmış, siyahi köle Bilal, Kâbe'nin d a m ı n d a ezan okuyarak "Bugün e m r Allah'ındır, m ü l k ü n yegâne sahibi Odur, O'ndan başka otorite yoktur" diye "din gününü" hay-
soluğunu üflemek, onlar, diriltmek, ayağa kaldırmaktır "Ölülerin dirilişi", ölmüş bir halkın uyanışı, mezara d ö n m ü ş şehirlerin canlanışı, yattıkları yerden sarsılarak kalkışıdır. "Çığlık, sayha, tufan" bu anlamda toplumsal altüst oluş anlarıdır. Bunların hepsi Mekke'nin Fethi g ü n ü n d e gerçekleşmiştir. "Ahiret", sonra d e m e k olup bunların eninde s o n u n d a bir gün gerçekleşeceğini ifade eder. Öyle ki bunlar bu dünyada gerçekleşmese, öbür dünyada ilelebet gerçekleşecektir. Buna da itikat edeI iz. İtikadımız bu dünya ile sınırlı değildir. Önce şehirler dirilecek, sonra şehrin mezarları. Hin günü, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem her ikisini de ifade aler. Zulümle dolmuş şehirler her daim bir Mekke Fethi bekler. üzerine ölü toprağı serpilmiş halklar, her daim diriltici bir soluk inıılıha fi's-sur) gözler. »u anlamda Mekke Fethi bir defada olmuş bitmiş bir olay değilI >aha fethedilecek nice Mekke'ler, uyanıp dirilecek nice halklar ve devrilecek nice zalimler vardır. " ' 7 hayat süren leşler sizi kim diriltecek?" Din gününden" kaçış, kurtuluş yok!
kırarak ilan etmiştir. .-SB--
Demek ki "din günü" zalimlerin devrildiği gündür. "Kıyamet" halkın ayağa kalkışı, üzerinden ölü toprağını atışı ve dirilişidir. 56
57
Sosyal, İslam
(irhâbiyye), Allah'tan korkan, ürperen, keşiş (râhib), korku, heybet (rehbe), fobi (ruhâb) kelimeleri bu kökten gelir... Rehbâniyye r u h b â n a ait iş anlamında, Ruhbân da çoğulu olup rahipler, keşişler demektir. Ruhbânlık ile kastedilen ise, böylesi kişilerin "Tanrı korkusundan" dağlara çekilmeleri, kendilerini bütünüyle ibadete (nusuk) vermeleri, üzerlerine vacip olan nusuklara ek olarak yalnız yaşamak, sert elbiseler giymek, kadınlardan uzak durmak, mağaralarda ve kuytu köşelerde kendilerini ibadete vermek
KUR'AN'DA DİN ADAMI ELEŞTİRİLERİ
gibi ileri derecede meşakkatli bir hayat tarzına katlanmalarıydı... Ruhbân, b u r a d a n kaynaklanan bir tanrısallığa ulaştığını düşünür. Artık T a n r ı n ı n yeryüzündeki dostu, evliyası, oğlu, gölgesi, ve-
K u r a n d a «Ruhban", "Ahbâr", "Hâmân" «Rabbâniyyûn" diye
kili kendisi olmuştur. Bu nedenle tanrı hakkında k o n u ş m a hakkına
anılan ve şiddetli eleştiriler yöneltildiğini g ö r d ü ğ ü m ü z «din ada-
sahiptir. D e m e k ki Ruhbân, g ö r ü n m e z bir güç adına iç dünyalarınıza h ü k m e d e n eden bir "ruh işgalcisi" olmaktadır. Sizin m a n a ve
mı" karakterleri var. Acaba bunlar hangi sebeple eleştiriliyorlar, hiç d ü ş ü n d ü n ü z mü? Hiç, bir «din kitabı" kalkıp da «din adamlarını" eleştirir mi? Bu,
Hâmân
ve
Kuranda Rabbâniyyûn
adının
bizzat geçtiği
yönetmektedir... AHBÂR: Sözlükte mastarı "mürekkep" demektir. Mürekkep
kendi ayağına kurşun sıkmak olmuyor mu? Aşağıda
ruh dünyanızı işgal etmekte ve sizi size bırakmayarak Tanrı adına
Ahbâr,
(lıibr), hokka, divid, mürekkep şişesi (mihbera), piskopos/yahudi
okuyacaksınız,
lı.ıhamı (ahbâr) kelimeleri bu kökten gelir... Şu halde Ahbâr Allah,
Ruhban, ayetleri
özellikle bu isimlerin geçtiği yerleri çıkardım. İsmi (ünvanı) verilmeksizin geçen yerler de var fakat onları atladım. Bakın, n e d e n dolayı eleştiriliyorlar. A m a önce bu isimler ne d e m e k ve b u g ü n için kimlere tekabül
k ıiap, din mevzularında hokka, divid ve mürekkep kullanarak yazıl.ıı yazan kişi d e m e k oluyor. Zamanla bunlara din âlimi veya ahbâr ilenmiş. 1 )emek ki Ruhbân ve Ahbâr kendilerine "din adamı" denilen I işi veya kişiler oluyor. Bunlar toplumdan ayrı kıyafetleri, çoğu kez
ediyor ona bakalım.
• İr <>zel statüleri ile ayrılırlar. Din onlar için bir meslektir. Başka bir i'.lc uğraşmazlar. Bugün için hoca, hâce, pîr, molla, şehy, seyyid, RUHBÂN: Sözlükte "korkmak, ü r p e r m e k " k ö k ü n d e n gelir. Korkutmak, tedhiş uyandırmak, yıld.rmak, ü r p e r m e k , dehşet saçmak (irhâb), korkutmak, yıldırmak (terhîb), terörist (irhâbî), terörizm
58
lı.ıh,ı, dede, haham, papaz, keşiş vb. şekilde değişik kültürlerde anıLııl.ır bu sınıfa girer... Mıbâr'ın farkı daha çok yazı ve kitaplarıyla öne çıkmasıdır. Bu-
59
Sosyal islam
R. İ san Eliaçık g ü n için Allah, kitap, peygamber, din hakkında yazılar yazan kalem erbabı yani "yazarlar" bu guruba girer. Ruhban daha çok insanların r u h dünyalarına h ü k m e d e r k e n , Ahbâr zihin dünyalarına hükmeder. Uğraştıkları işin kendilerine tanrısallık kattığı vehmi içindedirler. Bu tanrısallığın kendilerine ayrıcalıklı bir k o n u m ve statü getirmesinin doğal olduğunu düşünürler. Böylece kendilerini "normal insanlar'la eşit görmezler. Din sınıfının zihinsel kökeni buraya dayanmaktadır... Amon-Ra nın
1- [Firavun ise şöyle dedi: "Ben, sizin için b e n d e n başka bir ilâh bilmiyorum. Ey H â m â n ! Bana tuğlalardan bir kule yap. Belki Musa'nın tanrısına çıkarım. Bu (Musa) kesinlikle yalancının biri.] (Kasas; 38). Görüldüğü gibi Firavun, Hâmân'a "Bana pişmiş çamurdan (tuğladan) yüksek bir kule yap" diyor. Böylece güya Musa'nın tanrısını görebilecek. Burada H â m â n (din adamı) tipolojisinin bir Firavun düzenindeki rolünü de g ö r m ü ş oluyoruz. Firavun, yüksek bir kule
H Â M Â N : Eski Mısır'da din adamları sınıfının ünvanı olarak kullanılırdı.
İlk ayet din adamlığının toplumdaki rolünü ortaya koyuyor:
hizmetkârı
anlamında
yaparak göğe çıkmaya kalkacak kadar aptal değildi tabii. Buradaki
Hâ-Amon un
ilade sembolik bir alaydı. Hâmân'dan Musa'yı alt etmeye yarayacak
veya "Ramn be-
bir yol yöntem (esbâb) bulmasını istiyor. "Musa'nın Tanrısı nın gü-
denlenmiş hali" (Yürüyen Rai) anlamında eski Mısır krallarının ün-
ı iinü bana ver." d e m e k istiyor. H â m â n bunu nasıl yapacaktır? Dinin
vanı idi. K u r a n d a sık sık F i r a v u n - H a m a n ikilisi birlikte zikredilir.
.ılyon yüzü ile! (bkz. "Dinin Afyon Yüzü" başlıklı makale)...
Arapçalaşmış halidir. Fİ-Ra-vun da "Ramn oğlu
Mısır geleneğinde "Araon tapınağının rahipleri" olarak anılırlar. Mısır havzasında Hz. Yusuf ve Hz. Musa dâhil, ismi anılan ve anılmayan t ü m peygamberlerin, A m o n tapınağının rahipleri (Ha-
İkinci ayet rahipliğin ortaya çıkışı ve kökenini deşifre ediyor:
Amon) ile şiddetli bir mücadele içinde olduklarını ve her defasında
2- [Rahipliğe gelince, onu onlar uydurdular. Biz onlara böyle
onlar tarafından öldürülmek istendiklerini görüyoruz...
bir şey emretmedik. Allah'ın rızasını aramak amacıyla böyle
RABBÂNİYYÛN: Kendilerini Rabb'e adamış olanlar, 'Rabbciler'
yaptılar, fakat gereğini de yerine getirmediler. Biz de içlerin-
manasmdadır. Rabb'in kitabını k o r u m a k , Kitab'm şahitliğin yapmak
den iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik, ama çoğu yol-
ve onunla h ü k ü m vermek gibi görevleri olduğu belirtilir. (Maide;
dan çıkmıştı.] (Hadid; 27).
44). Bugün için şekil ve statü olarak "din a d a m ı " g ö r ü n t ü s ü n d e ol-
I İz. Peygamberden gelen bazı rivayetler bu konuda oldukça
masa da "İslam davası", "Kur'an hizmeti", " K u r a n şakirdi", " K u r a n a
•w, ık kıyıcıdır. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette "Fetret d ö n e m i n d e
çağrı", "himmet, hizmet, şahitlik, davet, İslami mücadele" vs. adı
I ı.ıllar Tevrat ve İncili değiştirmişlerdi. Derken bir g u r u p insan gez-
altında Allah, Kitab, din davası güden t ü m kişi ve gurupları ifade
i'.ııu ı bir hayata başlamış ve rahatsız edici yünlü elbiseler giymeye
eder... Şimdi bakın, bunlar K u r a n d a neden dolayı eleştiriliyorlar.
l'.r.l.ımışlardı." denir... Yine İbn Mes'uddan başka bir rivayette de 11/ l'eygamber'in kendisine şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey İbn b lı s'ud, sen İsrailoğullarının yetmiş fırkaya ayrıldıklarını, üç fırkası
60
61
K. İhsan Eliaçtk
Sosyal slam
hariç hepsinin ateşte olduğunu, bu üç fırkanın ise; 1- İsa'ya iman
onlar g ü c ü n ü sadece d i n a d a m ı o l m a k t a n ve i n s a n l a r ı n dinî
eden, ona yardım için ölesiye Allah'ın düşmanlarıyla çarpışan fırka,
u m u t l a r ı n ı s ö m ü r m e k t e n alır olmuşlardır. Y e r y ü z ü n d e h a k ve
2- Savaşmaya takatları olmayınca m a r u f u emredip m ü n k e r d e n sa-
adaleti h â k i m kılma, haksızlıklara karşı m ü c a d e l e , y a r d ı m l a ş m a
kındıran fırka, 3- Bu iki işe de gücü yetmediği için kalın yün abalar
ve insanları yoksulluktan, m a ğ d u r i y e t t e n , m a h r u m i y e t t e n ve
giyen, ıssız yerlere ve çöllere çekilen fırka olduğunu ve b u n u n "Ona
z u l ü m d e n k u r t a r m a gibi asıl işleri b ı r a k m ı ş l a r "ruhları kurtar-
tabi olanların yüreklerine bir şefkat ve m e r h a m e t koyduk" ayetinde
mayı" m i s y o n edinmişlerdir. Böylece i n s a n l a r ı n r u h l a r ı n a n ü f u z
ifade edildiğini biliyor muydun." (Razi).
etmişler ve bu n ü f u z u krallara peşkeş ç e k m e d e kullanmışlardır.
G ö r ü l d ü ğ ü ayette
Ruhbânlığın uydurulduğu, Allah'ın rızasını
Böylece din, kitlelerin a f y o n u haline gelmiştir... H a l k ı n b a ğ r ı n -
aramak için böyle bir iş yaptıkları, fakat gereğinin de yapmayarak
dan çıkan ( ü m m i ) nebi ise "Bizde ruhbanlık yoktur, cihat vardır"
yoldan çıktıklarını söyleniyor.
demişti...
Rivayette ise fetret d ö n e m i n d e Tevrat'ı ve İncil'i "kralların" tahrif ettiği bildiriliyor. Bu ne demek? "Ölesiye
çarpışan/marufu
emredip
münkeri
nehyeden/ıs-
sız yerlere ve çöllere çekilenler" dışında, krallar saraya yanaşan Ruhbânlara, "yüksek kule" yapmalarını istiyorlar. Böylece kralların emriyle, kitap Ruhbânlar eliyle tahrif edilmiş oluyor. Tahrifin illa lafzen olması gerekmez. Krala itaatin, T a n r ı n ı n emri olduğunu söyleyen ruhbân tahrifatın anasını yapmış, en " y ü k s e k kuleyi" dik-
Üçüncü ayet din adamlarının (ruhbân ve ahbâr) kralların yanında ne aradıklarını, yaptıkları "yüksek kuleler" karşılığında ne aldıklarını, böylece ne yaparak yoldan çıktıkları açıklıyor: 3- [Onlardan birçoğunun günah, saldırganlık ve h a r a m yiyicilikte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne berbat bir şey! Bari ruhbânları ve hahamları onları günahkârca
miş demektir. Bu noktada ruhbânlık Bizans "krallarının" halkı gütmek için kendilerine din adamları sınıfı icat etmeleri ve b u n u imparatorluğun resmî dini haline getirerek dayatmaları anlamına geliyor. Keza o n d a n önce de Pers "kralları" Musa'nın mirası içinden "haham-
sözlerden ve h a r a m yiyicilikten alıkoysaydılar. Yaptıklardı ne berbat bir iş!] (Maide; 62-63) Ayette geçen h a r a m yiyicilik (ekli's-suht)
yolsuzluktan, avan-
l.ulan, halkın parasından, başkasının sırtından yeme/zenginleşme
lar" üreterek, onlarla iş birliği yaparak bir din adamları sınıfı üret-
demektir. İşte ruhbânlar ve hahamlar bunlara ses çıkarmayarak,
mişler ve onunla bölgeyi denetim altında t u t m a k istemişlerdi. O n -
lı.ılta bu işlerin içinde bizzat yer alarak h a r a m yiyiciliğe ortak olu-
dan önce de Mısır kralları... O n d a n önce de Asur kralları... O n d a n
yorlardı...
önce de Sümer kralları... Öyle g ö r ü n ü y o r ki rahiplik z a m a n l a profesyonel d i n a d a m ları sınıfı m a n a s ı n d a " d i n i s t i s m a r ı n ı n " adı o l m u ş t u r . Ç ü n k ü 62
63
Sosyal İslam
R. İhsan Eliaçık
Görüldüğü gibi esas vurgu sona kaydırılmış: "Ayetlerimi az bir
D ö r d ü n c ü ayet yiyiciliği (eki) ve yığıcılığı (kenz) deşifre ediyor: 4- [Hahamların ve rahiplerin birçoğu, insanların mallarını h e m haksızlıkla yiyor h e m de onları Allah yolundan alıkoyuyorlar. Altını ve g ü m ü ş ü biriktirip de Allah yolunda infak etme-
pahaya (semenen galilâ) satmayın." Tabii buradan "Az değil; çok paraya satın" anlamı çıkarmak için halis muhlis m a m o n u n (para) kulu olmak gerekir. O n u n için çeviriyi biraz değişik yaptım. G ü n ü m ü z için söyleyecek olursak, burada, İslam'a hizmet iddia-
yenleri acı bir azabın beklediğini haber ver.] (Tövbe; 34) Ayette
geçen
"insanların
mallarını
haksızca
yer-
ler" (yekulûne emvâle'n-nâs bi'l-bâtıl) ve "altını ve g ü m ü ş ü biriktirirler" (yeknizûne'z-zehebe ve'l-fızza) ifadelerini Ebuzer-i Ğifari, Muaviye'nin yüzüne o k u m u ş t u da Muaviye "Burada benden değil din adamlarından
(ahbâr ve ruhban) bahsediliyor" demişti.
Fakat
sında olan t ü m Rabbâniyyûn'a esaslı bir uyarı vardır. Yani Rabb davası güdenler, Allah yolunda hizmet iddiasında olanlar, Kitab'ı korumak, kollamak, şahitliğini yapmak, vahyi hayatın merkezine taşımak, ehl-i K u r a n ve'l-İslam ve's-sünnet ve'l-hizmet ve'l-himmet... vs. Rabb davası güdenlere d e n m e k isteniyor ki: "Ey 'Allah, Rabb' diyerek yola çıkanlar! Sonunda d ö n ü p dolaşıp
Ebuzer'in "yaşayan y o r u m u n d a n " kaçamamış ve "Bu ü m m e t i n
Allah ile aldatanlardan olmayın! Ey K u r a n diyerek yola çıkanlar!
ahbârı ve ruhbânı da sen oldun!" cevabını almıştı. Evet, her kim yiyicilik ve yığıcılık (eki ve kenz) yapıyorsa kendi toplumunun ahbârı ve ruhbânı odur! Bunlar cübbeli ve sarıklı din adamı kıyafetinde olabileceği gibi kravatlı, takım elbiseli de olabilir. Hatta illa din adamı da olması gerekmez. O gün bunu daha çok din adamları yaptığı için onlar örnek veriliyor. Bugün kim yapıyorsa o!
Bunların
hepsi Kuranın "halkın parasını yerler, altını ve gümüşü biriktirirler" dediği toplumun yiyici ve yığıcı asalak üst sınıflarıdır...
Sonunda d ö n ü p dolaşıp K u r a n tüccarı haline gelmeyin! Ey Peygamber diyerek yola çıkanlar! Sonunda d ö n ü p dolaşıp peygamberin kürsüsünden servet yığanlardan olmayın! Yani Kur an'ı ve o n u n ölümsüz mesajlarını az bir az bir paha karşılığı asıl amacından çıkarıp ticarete, mal mülk yığıcılığına d ö k m e yin! "Islami faaliyet" diye başlayıp İslami ticaret ve'l-menfaate çevirmeyin! "Daru'l-Erkam" diye başlayıp sonra dernek, sonra vakıf, son-
Beşinci ayet din adamı olmasa da bir misyon yüklenmiş, bir zamanlar veya şimdi "Rabb'e adanmak, Kur'an'a, İslam'a hizmet" vb. iddiaların sahiplerine yönelik: 5- [Rabb'e a d a n m ı ş olanlar ve din âlimleri de Allah'ın kitabını korumakla s o r u m l u ve ona tanık olmaları dolayısıyla onunla h ü k ü m verirlerdi. Artık insanlardan korkmayın, Benden korkun ve Benim ayetlerimi üç beş kuruş para için bir kenara itmeyin.] (Maide; 44).
ı.ı şirket, sonra holding haline gelerek fakir fukaradan toplananl.ıı ı "dava" veya "hizmet" adına zenginlere aktarmayın! "Daru'lI ı kam '1ar tam tersi için k u r u l m a m ı ş mıydı? Bahçe sahipleri" kıssasını okuya okuya her biriniz bir "bahçe s.ılıibi" haline gelmeyin! Topladıklarınız üzerinden mütekebbir servet ve iktidar kuleleri dikmeyin! Terkettikleriniz kazandıklarınızdan daha hayırlıydı. ! y din âlimleri! Ey dinî kitap yazanlar! Allah, Kitab, peygam-
65
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
ber üzerinden kazandıklarınızı "en büyük kamu" n a m u s u adına
ye" dayandırılarak eleştirildiklerine dikkat ediniz: Krallara yüksek
asıl sahiplerine iade edin! Allah yolunda (öksüze, yoksula, çeresize, kimsesize) infak edin! Sadece ihtiyacınız kadarı hakkınız olabilir, gerisi ateştir! Eğer bunları yapmazsanız Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığı satmış olursunuz! Bunlar üzerinden ne kazanırsanız kazanın hepsi "az bir paha" olup sahibi için elim bir azap ve yakıcı bir ateşten başka bir şey değildir!"
kuleler y a p m a k . . . H a r a m yiyicilik... Halkın mallarını g ö t ü r m e k . . . Altını ve g ü m ü ş ü biriktirmek... Allah yolunda infak e t m e m e k . . . Allah'tan k o r k m a m a k . . . Ayetleri az bir paha karşılığı satmak... K u r a n d a "din adamlarına" yönelik eleştiriler de "vesveselerin anası" ile aynı; mülk-i la yeblal (yıkılmayacak bir mülke kavuşma arzusu!) Bazıları "Bu nasıl din kitabı, din adamlarını nasıl da eleştiriyor" diyebilir. Öyle... Ç ü n k ü K u r a n bir din kitabı değil!
Ayetlerin verdiği mesajı böyle anlamayıp, Muaviye gibi topu taca atmak, b e n d e n bahsetmiyor diye arkasına b a k ı n m a k kendi kendini aldatmaktan başka bir şey değildir.
İslam dinlerden bir din değil! Hz. Peygamber bir din adamı değil! Bunlar anlaşılmadıkça İslam'ın dinler tarihi içinde neye tekabül ettiğini hiçbir zaman anlayamayacaksınız.
Dahası, mesajı ve kime hitap ettiği apaçık olan bu ayetlerden
G ö r d ü n ü z . . . Yukarıda sadece din adamı unvanı ile bizzat anıl-
şifre çıkarmak, bilimsel keşifler aramak, K u r a n ziyafetleri (!) çek-
dıkları yerleri seçtim. Gerisi yorumlanabilir ve "bunlar bizden bah-
mek, astrolojik, kozmolojik, teolojik, kelami, felsefi büyük ve de-
setmiyor" denilebilirdi.
rin (!) manalar bulmak, şifa niyetine okumak, ü f ü r m e k , muskasını
A m a bunlardan kaçış var mı?
yazmak vs. başka bir şey değil; Kur'an'm etrafında gürültü kopar-
Fe eyne tezhebûn
(Nereye gidiyorsunuz?)
maktır! Hani, bu ayetlerin ilk muhatapları çıkarlarına d o k u n u n c a gürültü koparıp ayetlerin anlaşılmamasını sağlamaya çalışıyorlardı ya, aynen öyle...
Kuranda
Ahbâr,
Ruhbân,
Hâmân,
Rabbâniyyûn
ifadelerinin
geçtiği yerleri kendi gözlerinizle okudunuz. (Birkaç H â m â n geçen yer daha var fakat orada bir şey denmiyor Firavun ile birlikte kullanılıyor sadece. Onları göz ardı ettim.) Bunların "ne yönden", "hangi sebeple", "nasıl bir gerekçe66
101
Sosyal islam bölge, cinsiyet vs. değil; mülk (servet ve iktidar) ile ilişkidir. Mülk sahipleri üsttekileri, bunların gadrine uğrayanlar da alttakileri belirleyen temel saik olmaktadır. Bu ayrımı K u r a n "Lehu'l-Mülk" ve "Lailahe illallah" kılıcıyla kesip atmakta, devrimci bir altüst oluş çağrısı ile insanlığı eşitliğe çağırmaktadır. Tarih boyunca b u n u n hiç değişmediğini görüyoruz. Müslüman, mu'min, münâfık, kâfir, zâlim, hakk, bâtıl, adâlet,
KUR'AN'DA "ÜSTTEKİLER" VE "ALTTAKİLER"
levhid, şirk gibi nitelemeler, Firavun, N e m r u d , Karun, H a m a n gibi larihin kötü yüzleri, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, M u h a m m e d gibi tarihin iyi yüzleri, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı U h d u d gibi kıssalar hep bu üsttekileri ve alttakileri örneklemek içindir. Bu an-
İbn Haldun (öl. 1406) altı asır önce "Şu ana kadarki bütün tarih Bedeviler ile Hadarîlerin mücadelesinden ibarettir." demişti.
lamda ikinci dereceden nitelemelerdir. Bunların içi "mülk" (servet ve iktidar) ilişkileri ile dolduruldu-
Aslında bu, k a d i m dinî metinlerin; Avestanın, Tevrat'ın, İncil'in
ğunda ete kemiğe bürünürler. Yoksa soyut bir dinî, itikâdî, kelâmî,
ve Kur a n ı n vurgularını yeniden ifade etmekten başka bir şey değil-
leolojik söylem olarak kalırlar. K u r a n ı n sahici bir gerçek hayat ki-
dir.
tabı olması için üsttekileri ve alttakileri "mülk" temelinde yeniden
Hadarîler üsttekiler, Bedeviler alttakiler oluyor.
İbn Haldun'a
göre bu mücadelede birinden diğerine geçişte esas amil mülktür. Yani servet ve iktidar sahipleri (üsttekiler) ile, bunlara sahip olma-
ele almamız ve analiz etmemiz kaçınılmazdır. Belli başlılarını ele alacağız. Ö n c e "üsttekiler"den başlayalım.
yanların; dahası bunların gadrine uğrayanların (alttakilerin) ezelî mücadelesi... "Ümmet-i vahide" (sınıfsız tek toplum), mülk (servet ve ikti-
AĞNİYÂ: "Zenginler" demektir. Kök olarak "ğina" zenginlik
dar) ihtirasları sebebiyle parçalanıp sınıflara ayırıldığından beri hiç
ve servet, "ganî" zengin, ihtiyacı olmayan, kalantor, varlıklı, koda-
d u r m a d a n süren bir mücadele bu.
man, "ganimet" d ü ş m a n d a n elde edilen zenginlikler, "müstağni" de
Bu yazıda, söz konusu ezelî mücadelenin her iki tarafına K u r a n ı n dünyası açısından bakacağız. "Üsttekileri" ve "alttakile-
kendini her türlü ihtiyacın üstünde gören zenginlik budalası d e m e k oluyor.
ri" K u r a n ı n nasıl ele aldığını, onlara ne dediğini, hangi b a k ı m d a n
K u r a n ı n nüzul sırasına göre ilk suresinde (Alak; 96/7) karşı-
ayırdığını, ayırımda temel saikin ne olduğunu göstermeye çalışa-
mıza çıkar. İlk olmasının anlamı şu ki sonraki b ü t ü n "üsttekile-
cağız.
ri" niteleyen ayetler b u n u n l a ilgilidir: Müstağni servetiyle azgınlık
Görüleceği üzere ayırımda temel saik dil, din, ırk, itikat, renk, 68
eder (tâğut), servetine yaslanarak büyüklenir (mustekbir), emredip
69
R.
sanEliaçık
Sosyal slam
yasaklar koyarak zulmeder (zâlim), mülküyle ortak koşar (müş-
ve konfordan şımarmış, "fors" sahipleri demektir... Bu d u r u m d a
rik), hegemonya k u r m a y a yeltenir (ceberrut), gururlanır (mağrur),
K u r a n d a sık sık geçen mele-i mütref "kavmin zenginlikten şımar-
inkâr eder (münkir), yok sayar (mulhid)...
mış ileri gelenleri" d e m e k oluyor. Bugün için devlet beslemesi ai-
Bütün bunların k ö k ü n d e "ğina'yı özelleştirmesi, kendi elinde tutması yatmaktadır. Bu nedenle Kur an malların zenginler (ağniyâ)
lelere, sosyete çevrelerine, lüks ve sefahat içinde yaşayan zümrelere ve onlara özenenlere tekâbül eder.
elinde dolanıp d u r a n bir devlet olmasını m e n e d e r (Haşr; 59/7). Yani
MÜSRİF: "Harcayan" demektir. Kavmin zenginlikten şımarmış
zenginliğin bir devlet haline gelmesini veya devletin bir zenginler
ileri gelenlerinin (üsttekilerin) başkasının (alttakilerin) emeğinden
kulübüne dönüşmesini reddeder. Bu d u r u m d a zenginler (ağniyâ),
çaldıklarını sorumsuzca harcamalarıdır. Nasıl olsa başkasından
Allah'ın yarattığı rızık ve rızık kaynaklarını (üretim araçlarını) bir
geçtiği için kimin malı olduğu u m u r l a r ı n d a bile değildir.
şekilde ele geçirip, "alttakileri" o n d a n m a h r u m edenler, alttakilerle
Türkçede "israf etmek" deyimi kendi emeği ile kazandığından
"eşit" hale gelmekten 'aslan görmüş yaban eşeği gibi' kaçanlar olu-
gereksiz yere harcamayı ifade etmek için kullanılıyor ki K u r a n d a
yor. Sırf zenginliğin K u r a n ı n hiçbir yerinde olumlu anlamda anıl-
hu anlamda değildir. Bilakis başkasının emeğinden geçeni harca-
dığını, övüldüğünü, teşvik edildiğini görmedim. Bugün için üretim
mak manasındadır. Bu anlamıyla "hortumcunun" har v u r u p har-
araçlarının mülkiyetini elinde tutan finans-kapital sahiplerine, ser-
man savurmasını ifade eder.
mayedarlara, para babalarına tekâbül eder.
Kendi emeğinden gereksiz harcamaya ise K u r a n "tebzîr" der.
MELE': "Dolu hale gelmiş" demektir. Kök olarak 1- Bir şeyi
lebzîr lüzumsuz h a r c a m a demektir. (İsra; 50/26). Bu d u r u m d a "Yi-
d o l d u r m a k 2- Yola girmek, yolda y ü r ü m e k d e m e k . . . D o l m a k (imti-
yiniz, içiniz, israf etmeyiniz" d e m e k "Kendi emeğinizle kazandığı-
la'), dolmuş, dolu, tombul, etine dolgun (mumteli') birinci, koşmak,
nızdan yiyiniz, içiniz fakat başkasının emeğini yemeyiniz, mele-i
hızla y ü r ü m e k (melv), genleşmek, genişlemek (muluv) ikinci an-
mürtefin yaptığını yapmayınız, b u n d a n kaçınınız." demektir. Şu
l a m d a n gelir... Bu d u r u m d a mele servetle dolmuş, mal ve mülk ile
ayette bu anlamda kullanılmıştır:
şişmiş, servet ve iktidarı ele geçirme ve onunla hegemonya k u r m a
[Öksüzlere evlenme çağma gelinceye kadar göz kulak olun. Ek-
yolunda yürüyen, hayatının amacı bu olan d e m e k oluyor. "Kavmin
meğini kendisi kazanacak yaşa geldiklerini gördüğünüzde malları-
ileri gelen melesi" şeklinde Kur a n d a sıklıkla geçer. Bugün için bir
nı kendilerine teslim edin. Büyüyünce onlara kalacak diye mallarını
ülkenin siyasî, askerî ve iktisadî mülk (servet ve iktidar) sahiplerine
sorumsuzca (israf ile) yemeye kalkmayın. İhtiyacı olmayan tenezzül
tekâbül eder.
i'lmesin.] (Nisa; 4/6).
MUTREF: "Bolluk içinde olan, şımarmış" demektir. Bolluk ve
Burada israf kendi malını saçıp savurma değil; başkasına ait ola-
nimet içinde olmak, ş ı m a r m a k (teref), konfor içinde olmak, nimet-
nı zimmetine geçirip harcama manasındadır. "Onlar infak ettik-
ler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarıklık (te-
lerinde ne israf ederler ne de cimrilik" (Furkan; 25/67) Yani ne
ref) kelimeleri bu kökten... Demek ki mütref bir t o p l u m u n rahatlık
başkasının malından bol keseden harcarlar, ne de kendi keselerini
0
71
R. İhsan Eliaçık
Sosyal İslam
kısarlar; ikisinin ortası bir yol tutarlar; kendi alınteri ile kazandık-
için "Faiz yiyenlere Allah ve Resulü'nün savaş açtığını bildir"
larından infak ederler...
(Bakara; 2/279) denmemiştir!
K u r a n Mekke'nin mülk sahiplerine, Firavuna vs. hep "müsrif-
Genellikle savaş s a v u n m a amaçlı olup "izne" tabidir. Örneğin
ler" diyor. Burada "gereksiz harcama yapıyorlardı" d e n m e k isten-
kendilerine zulmedilenlere, yurtlarından çıkarılanlara Allah yo-
miyor. Bilakis "alttakinin" emeğinden çaldıkları ve o n d a n geçin-
lunda savaşmaları için "izin verildi" denir. Fakat faiz söz konusu
dikleri, s ö m ü r ü c ü olduklarını için eleştiriliyorlar... İsraf, bugün
olunca Allah ve Resulü onlara savaş açar! (Bakara; 2/275). Faiz yi-
için "Başkasının (devlet) malı deniz yemeyen domuz" sözündeki
yenler kabirlerinden, şeytan çarpmış gibi kalkacaklardır. Bu hal on-
manayı ifade eder.
ların "Alım-satım tıpkı faiz gibidir "demeleri yüzündendir. Hâlbuki
KÂNİZ: "Biriktiren, yığan" demektir. Malı "kenz" etmek; yığ-
Allah alım-satımı helal, faizi h a r a m kılmıştır. Bugün için küresel
mak, biriktirmek, hazine yapmak manasına geliyor. K u r a n altını ve
finans-kapitale, o n u n yerli iş birlikçisi bankalara, tefeci bezirgânlara
g ü m ü ş ü (parayı) kenz edenleri şiddetle eleştirir ve biriktirdikleri-
tekâbül eder...
nin dağlanarak alınlarına, böğürlerine, sırtlarına vurulacağını haber verir. (Tövbe; 9/34). Bu ayet nazil olunca Hz. Peygamber "Kahrolsun biriktiriciler" (Tebbet el-Kânizûn) diye üç defa bağırmıştır.
İşte bunlar üsttekilerdir.
(Kutüb-i Sitte; Zekât, 2011).
Dilleri, dinleri, ırkları, renkleri ve bölgelerinin ne olduğu önemli
Bugün için Kâniz, ihtiyaçtan fazla para, mal, arazi, bina vs. cin-
değildir. Tamamı s ö m ü r ü c ü olup alttakilerin kanını emerek yaşar-
sinden özel mülkiyet biriktirene tekâbül eder. Genellikle servet ve
lar. Allah ise alttaki ezilenleri (mustazaflan) onların yerine geçir-
iktidar sahibinin yani "üsttekinin" tuttuğu yoldur. Biriktirdiğini ne
mek, böylece eşitliği sağlayarak, yarattığı rızık ve rızık kaynaklarını
infak eder, ne de bir işe yatırır, kendi şahsi mülkü olarak tutar. İşte
adilce bölüştürerek korktuklarının bir gün başlarına geleceğini on-
bu kenz olup sahibini ateşle yakacaktır. Biriktiriciden istenen alttaki
lara göstermek ister (Kasas; 5).
ile aradaki farkı sürdürerek u c u n d a n verip d u r m a k değil; alttaki-
Şunlar da K u r a n d a sürekli korunan, kollanan, d u r u m l a r ı n ı n
ni yukarı çıkarıp, kendisi da aşağı inerek, orta bir yerde eşit hale
düzeltilmesi için zekât, sadaka, infak, karz-ı hasen çağrıları yapılan,
gelinceye kadar infak etmektir. Ç ü n k ü biriktirdiği alttakinden ona
Allah'ın kendisini onların yerine koyarak, onların sesi ve soluğu
geçmiştir. Başka türlü kenz edemezdi (zengin olamazdı).
olarak konuştuğu "alttakiler"dir. Kitab'ın asıl sahipleri bunlardır.
MURÂBÎ: "Fâizci" demektir. Kök olarak ribâ (faiz), "tepe haline gelme" manasındadır. Üsttekilerin en önemli özelliklerindendir.
Bunların K u r a n ı n hiçbir yerinde yerildiğini, aşağılandığını, h o r ve hakir görüldüğünü g ö r m e d i m .
Tefecilik yaparak paralarına para katarlar. Başkasından "fazlalık" alarak tepe gibi yığarlar. Bununla mal ve servet yığarlar. Bu yolla alttakileri sömürür, kanlarını emerler. K u r a n d a başka hiçbir şey 73
R. İhsan Eliaçık
C E V Â N : "Açlar" demektir. "Altta" olmaktan öte en "dipte"
SosyaL slam larını) inkâr ve halka karşı işlenmiş bir suçtur.
olanlardır. Açlık tehlikesi söz konusu olduğundan ölümle yüzyü-
Bugün için açlık ve yoksulluk K u r a n ı n mantığı açısından bi-
zedirler. Bu açıdan b ü t ü n her şeyi bırakıp b u n a yönelmek birinci
rince dereceden bir sorundur. Bütün her şey b u n d a n sonra gelir.
dereceden bir görevdir.
"Açlık, korku ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edilme" sanıldı-
Malum, kıssaların anasında (Âdem kıssası) Allah'ın istediği
ğının aksine, Allah'ın bunları kullarına musallat edip "Bakayım ne
dünya (cennet), kimsenin "aç" (yeme-içme ihtiyacından m a h r u m ) ,
yapacaklar?" diye gökten olup bitenleri seyretmesi değildir. Bilakis
"çıplak"
(giyinme ve b a r ı n m a ihtiyacından m a h r u m ) , "susuz"
rızık ve rızık kaynaklarını mülkiyetlerine geçirerek açlık ve yoksul-
(yaşamı sağlayan diğer temel ve zaruri ihtiyaçlardan m a h r u m ) ol-
luğa n e d e n olanlar engellenmezse bunların s ü r ü p gideceği, bela-
madığı ve "yanmayan" (saldırı tehditlerine karşı güven içinde) bir
mızı kendimiz istediğimiz için Allah'ın da b u n u bize tattıracağının
dünyadır. (Taha; 20/118-119).
varlığın (hayatın) diliyle konuşularak hatırlatılmasıdır...
Fakat bu birtakım muhterislerin
kendi eleriyle yaptıkları y ü z ü n d e n gerçekleşememektedir. K u r a n bir ülkenin açlık ve şiddetli yoksulluğa d ü ş m e sebebini şöyle açıklar:
FUKARÂ: "Fakirler" demektir. Kök olarak "Omurga kemiği kırılmış" manasındadır. Türkçede "fıkra" da aynı kökten. Bu durumda " f ı k r a anlatmak" yazı gibi t ü m ayrıntıları içermeyen, kırıl-
[Bir ülke d u ş u n u n ; halkı güven ve huzur içinde yaşıyor. Bolluk
mış omurga gibi atlanmış, kırık anlatım demek. Eskiden köşe ya-
ve refah içinde yüzüyorlar. Derken Allah'ın nimetlerini inkâr edi-
zarlarına "fıkra muharriri" denirdi. Yani anlatımı zayıf, konularını
yorlar. Yaptıklarına karşılık Allah da onları açlık ve korkuyla tanış-
derinlemesine ele almayan, ü s t ü n k ö r ü yazan manasında. Arap, za-
tırıyor.] (Nahl; 16/112).
yıf deveye de "fakr" demiş...
Onların yaptıkları neydi ki açlık, yoksulluk ve korkuyla tanıştılar (tattılar)?
Terim olarak fakirin, türlü t a n ı m l a r yapılmışsa da ü z e r i n d e ittifak edilen görüş "temel ve zaruri ihtiyaçlarını karşılayama-
Bunu anlamak için K u r a n ı n dünyasında özel bir anlama sahip
yan kimse" o l d u ğ u d u r . Bunlar da i n s a n o ğ l u n a şu d ü n y a d a lazım
"Allah'ın nimetlerini inkâr etmek" tabirini iyi anlamak lazımdır.
olan y e m e - i ç m e , g i y i n m e ve b a r ı n m a ihtiyaçlarıdır. İşte b u n l a r ı
Bakın aynı sure içinde bu nasıl açıklanıyor:
kendi çabası ile karşılayamayan kimseye fakir veya yoksul di-
[Zenginler (rızıkta üstün kılınanlar) mallarını "Arada fark kal-
yoruz. Kişi b u n l a r ı karşılayamayınca beli bükülüyor, "omurga-
maz, eşit hale geliriz" diye yanındakilerle paylaşmıyorlar. Allah'ın
sı kırılıyor" ve dik d u r a m a z hale geliyor. K u r a n d a "alttakiler"
nimetini mi inkâr ediyor bunlar?] (Nahl; 16/71).
içinde e n çok kullanılan k a v r a m budur. H e m e n h e m e n t ü m
D e m e k ki bir ülkede açlık ve yoksulluk "kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin" yani "üsttekilerin" mülkiyet hırsıyla
zekât, infak, sadaka, karz, i'ta vb. v e r m e y e yönelik ayetlerde ilk sırada geçer.
"alttakiler" ile eşit hale gelmek istememeleri y ü z ü n d e n olmaktadır.
G ü n ü m ü z d e "işsiz" kategorisine tekâbül ettiği söylenebilir.
Bu d u r u m u n sürüp gitmesi Allah'ın nimetini (rızık ve rızık kaynak-
(,1ünkü işsizin yeme-içme, giyinme ve b a r ı n m a ihtiyaçlarını karşı-
75
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
layacak bir işi olmadığı için geliri de yoktur. Bu d u r u m d a işsiz beli
r u m d a Bâisûn, şiddetli fakr-u zaruret içinde olduklarından istemek
bükük, omurgası kırık kişi olur.
zorunda bırakılan hatta yalvartılan "yalınayaklıları" ifade eder.
MESÂKİN: "Yoksullar" demektir. Kök olarak "sakin olan, su-
K u r a n d a "el-Bâise'l-Fakir" şeklinde geçer. (Hac; 22/28).
san, duran, dinen şey" manasındadır. "Sükûn" hareketin durması,
MUMLİG: "Fakir düşmekten korkan" demektir. Kur a n d a şöy-
"seken" ise mülkü olmadığı halde kira veya başka bir şekilde evde
le geçer: "Yoksulluk korkusuyla (imlâg) çocuklarınızı öldürme-
o t u r m a k demektir. "Meskûn mahal" veya "Mahalle sâkinleri" bura-
yin" (Enam; 6/151), "Yoksulluk korkusuyla (imlâg) çocuklarınızı öldürmeyin.
dan gelir. Fukarâ ile mesâkin arasında şöyle bir fark olduğu söylenebilir: Fukara işsiz olduğu için zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak gelirden
Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır" (İsra; 17/31).
mesâkin de işi olduğu halde geliri zaruri ihtiyaç-
Mumlig ile memluk arasında yakınlık olduğu anlaşılıyor. Mem-
larını karşılamaya yetmeyenler, bu nedenle de geçim sıkıntısı çe-
luk başkasına köle olmuş kimse demektir. Kur an ın indiği d ö n e m d e
kenler demektir. Öyleki işi olduğu, kira da olsa bir evde meskûn
Mekkeliler kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekteydi. Ç ü n k ü
b u l u n d u ğ u için görenler onu hali vakti yerinde biri sanmaktadır.
yoksulluk belasından Mekkeli tefeci bezirgânlardan borç para al-
Hâlbuki geliri zaruri ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetmemekte, ge-
makta, daha sonra bunları ödeyememekte ve tefeciye köle olmak-
çim sıkıntısı çekmekte ve b u n u da sâkin durarak, susarak kimselere
laydılar. Eşlerini ve kızlarını da onlara vermekte ve u m u m h a n e -
söylememektedir. İşte mesâkin b u d u r . . .
lerinde çalıştırılma zilletine katlanmak z o r u n d a kalmaktaydılar.
yoksun olanlar,
Bugün için dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli bes-
İleride kızlarının başına bu gelmesin diye de çocuklarını diri diri
lenebilmesi için yapması gereken gıda harcamasının (açlık sınırı)
gömmekteydiler. İşte bu çeşit yoksulluk "İleride tefecinin eline dü-
mayıs ayında 826.19, gıda harcamasının yanı sıra giyim, konut,
şerek yoksullaşır, ona köle olur, beni, eşimi veya kızımı ne olur bırak
ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu
diye yalvarmak zorunda kalırım." korkusunu ifade ediyor.
harcamaların (yoksulluk sınırı) 2691.18 lira olduğunu düşünürsek,
için olsa gerek mumlig, sözlüklerde "boyun eğen ve yalvaran yok-
Türkiye'nin neredeyse 3/4'ü fukarâ ve mesâkin oluyor, (bkz.http://
sul" diye tarif edilmiş (İbn Manzur).
Onun
MUSRİM: "Kararmış, solmuş" manasındadır. Bahçe sahiple-
adilmedya.com/haber.asp?id=2110) "Şiddetli sıkıntı çeken" demektir. Şiddetli darlık, yok-
rinin bahçesine felaket gelip ü r ü n ü toplayamadıkları, böylece bah-
luk, çaresizlik, açlık, savaş manalarına gelir. Fukarâ ve mesâkinden
çeleri kararıp solduğu için yoksullaştıkları anlatılırken kullanılır.
daha şiddetli yoksulluğu ifade eder. İbn Abbas'a göre Bâis, şiddetli
(Kalem; 68/20). Dolayısıyla musrim, zenginin yoksul d u r u m u n a
yoksulluğu y ü z ü n d e n ve elbisesinden belli olan kimsedir.
Çünkü
ıliişmesi demektir. G ü n ü m ü z d e afet, iflas, icra, ipotek, ağır borç
fakirin fiziki g ö r ü n ü m ü böyle değildir. Fakirin elbisesi temizdir
vs. sonucu zenginin malı ve serveti elden giderek fakir düşmesine
ve yeterli gıda aldığı da y ü z ü n d e n belli olmaktadır (Razi). Bu du-
lekâbül eder. "Sınıf atlamanın" tersidir.
BÂİS:
76
101
Sosyal İslam
R. İhsan Eliaçık
M A H R U M : "Yasaklanmış" demektir. Türkçede de kullanılan
SÂİL: "İsteyen" demektir. D a h a doğrusu istemek z o r u n d a ka-
Diğer yoksulluk kavramla-
lan manasındadır. Yukarıdaki "Bâis" ile benzer anlamdadır. Bâis'de
r ı n d a n farkı elinden bir iş geldiği, bilgisi ve becerisi olduğu halde
istemenin nedeni (şiddetli fakr-u zaruret) öne çıkarılırken, Sâil de
haksız yere bunları kullanma imkânı kendisine verilmeyen, yasak
şiddetli fakr-u zaruretin sonucu (isteme, dilenme, yalvarma) öne
konan, engellenen, b u n d a n dolayı da yoksul ve m u h t a ç d u r u m a
çıkarılır. Bu d u r u m a d ü ş m ü ş olan için peygambere şöyle "emredi-
düşen demektir. "Kamu hizmetinden mahrumiyet" b u n u ifade
lir"; "Sakın isteyeni/yalvaranı azarlama!" (Duha; 93/10). Keza bu
eder. K u r a n d a zenginlerin malında yoksullar (sâil ve mahrum) için
labir, Allah'ın, yarattığı dünya nimetlerini ona ihtiyacı olanlar/iste-
hak olduğu söylenirken geçer. (Zariyat; 19/51, Mearic; 50/25). Ge-
yenler arasında "eşitçe" takdir ettiğini söylerken de kullanılır:
"mahrum
bırakılmak" manasındadır.
nel olarak da Allah'ın yarattığı rızık (ürün) ve rızık kaynaklarından (üretim araçları) m a h r u m bırakılan b ü t ü n yoksulları ifade eder. M U H T A Ç : "İhtiyaç sahibi" demektir. Hacet, ihtiyaç, muhtaç kelimeleri buradan gelir. K u r a n d a Allah'ın yarattığı rızık (ürün)
[Yeryüzünde sabit dağlar yarattı. Yeryüzünü (rızık ve ürünlerle) bereketlendi. O r a d a ihtiyacı olanlar/isteyenler (sevaen li's-sâilîn) eşitçe (paylaşsın) diye dört g ü n d e (dört mevsim) gıdalar takdir etti.] (Fussilet; 41/10).
ve rızık kaynaklarına (üretim araçları) insanların ihtiyaç duyması
Sâil, aynı zamanda suâl soran demek, mesele de b u r a d a n gelir.
m a n a s ı n d a kullanılır. Allah evcil hayvanları yaratmıştır ki insan-
Dolayısıyla soru soranı, bir meselesi olduğunu söyleyeni, senden
lar yiyeceklerini ve binitlerini onlarla karşılasın diye. Nice faydaları
yardım isteyeni sakın azarlama, küçük görme manasına da gelir.
olan bu hayvanlarla "ihtiyaçlar" giderilir (Mu'min; 40/850). Ge-
YETİM: "Öksüz" demektir. Arapların "eşsiz inci" (durre yetim)
miler, su, ırmak, deniz, toprak, bahçe ve madenlerde de nice fayda-
sözünden alınmıştır. İnci nasıl diğer taşlar arasında benzersiz ise ye-
lar vardır. Bütün bu rızık ve rızık kaynakları insanlar içindir. Fakat
lim de diğer insanlar arasında kimsesi olmaması b a k ı m ı n d a n ben-
bunların etraflarına "çit" çevirilip özel mülkiyete alınması yüzün-
zersizdir. Öksüz, eski Türkçede (8.yy) Anne (ög) kelimesinin (süz,
den Allah'ın kullarından kimileri buralara sokulmamakta, dışarıda
sız) olumsuzlama ekiyle kullanılmasından geliyor. Göğüssüz (öğ-
tutulmaktadır. İşte "muhtaç" bunlardan uzak tutulan, yararlandı-
süz) yani yaslanacak bir a n n e göğsü bulamayan demek. K u r a n d a
rılmayan kimsedir.
yukarıdaki sâil için söylenen aynen yetim için de söylenir: "Sakın
Oysa "iman" kalplerine yerleşmiş olanlar ve daha önceden bu-
öksüzü hor görme/üzıne" (Duha; 93/9).
ralara (rızık ve rızık kaynaklarına) yerleşenler, sonradan gelenleri
Daha geniş açıdan bakarsak, bugün için kimisi annesi babası ol-
(hicret edenleri) sevgiyle bağırlarına basarlar ve onlara verilenler-
mama anlamında, onları bir şekilde kaybetme anlamında, kimisi
den dolayı haset etmezler. Kendilerinin "ihtiyacı" olsa bile onları
toplumu içinde yalnız kalma anlamında öksüzdür. Babası, annesi
kendilerine tercih ederler. Kim bencilce hırslarından (servet, siya-
olmayan, t o p l u m u n d a yanlış anlaşılan, doğruyu söylediği için do-
set, şehvet, şöhret) t u t k u s u n d a n arınırsa işte onlar k u r t u l m u ş t u r
kuz köyden kovulan, onca gurultu arasında sesini duyuramayan,
(Haşr; 59/9).
sözü yarım kalan, dışlanan, m a h k û m edilen, çaresiz kalan, kapısı
79
R. ihsan Eliaçık
Sosyal slam
çalınmayan, unutulan, terk edilen, taşlanan herkese öksüz demek
etmektedir. Ancak b u n u n infak fonlarından, karşılıksız, kâr amacı
icap eder. Bunlar da "alttakiler"dir.
olmadan, adalet devletinin sosyal güvenlik politikaları kapsamında
İBNU'S-SEBİL: "Yolun oğlu" demektir. Genelde "yolda kalmış"
ve sıkı bir denetim içinde yapılması gerekiyor. Aksi halde kapita-
olarak çevrilen bu deyim aslında "Yolu (önü) kesilmiş, düşürülmüş"
lizmin kâr ve p r i m sistemiyle çalışan sosyal sigorta k u r u m u n d a n
dediğimiz şeydir. İbn sözcüğünün "bina yapmak" k ö k ü n d e n geldi-
farkı kalmaz ve "faizsiz bankacılık" t ü r ü n d e n abdestli kapitalizm
ğini düşünürsek belki bir fikir verebilir. Yoluna âdeta bina yapılan,
üretilmiş olur.
ö n ü n e engel çıkarılan, yolu kesilen manası buradan gelir. D e m e k
RİGÂB: "Gözetim altında olanlar" demektir. Murakabe de
ki İbnu's-Sebil deyimini başkasının gadrine uğramış, önü kesilmiş,
buradan gelir. Tarihsel anlamda K u r a n ı n indiği sıradaki "kölele-
d ü ş ü r ü l m ü ş olarak anlamak icap eder.
ri" ifade eder. Ç ü n k ü onlar özgürlüklerinden m a h r u m bir şekilde
Bugün için örneğin siyasî mülteciler, suç çetelerinin eline dü-
efendilerinin gözetimi altındaydılar. Ragabe şeklinde söylendiğinde
şenler, haksız yere zorla borçlandırılanlar, beyaz kadın tacirlerinin,
boyun anlamına da gelir. Bu d u r u m d a b o y u n d u r u k altına alınmak
organ mafyasının, kaçak insan avcılarının eline düşenler, rehin alı-
suretiyle gözetim altında t u t u l m a k manasına gelir. K u r a n d a daha
nanlar, sokak çocukları vs. bu sınıfa girer.
ilk surelerde "Fekku Ragabe" ( b o y u n d u r u ğ u kırmak, parçalamak!)
O devirde İbnus-sebil diye daha çok dışarıdan gelip de o g ü n k ü Melekedeki "Kâbe çetesinin" (Ebu Cehil, Umeyye bin Halef, Ve-
ilenmek suretiyle "kölelere özgürlük" çağrısı yapıldığını goruruz. (lieled; 90/13). G ü n ü m ü z d e Rigâb, siyasî, sosyal ve iktisâdi a n l a m d a özgürlüğü
lid bin Muğire vs.) yani Mekkeli tefeci bezirgânların eline düşenler
kısıtlanan, insanî haklarından m a h r u m bırakılan ve başkasının bo-
kastedilmekteydi. Böyle bir olayda (peygamberlikten önce) bir tefeci bezirgân
yunduruğu altında yaşayan herkesi ifade eder. ÂMİL: "İş yapan" demektir. Kök olarak bir ameliye gerçekleş-
(Ebu Cehil) Mekke'ye kızıyla birlikte gelen bir yabancının malına el koyarak kızını elinden almak istemiş, olay Hilfu'l-FuduFe intikal
liren demek olup özel anlamda zekât memurları demektir. (Tövbe;
edince genç M u h a m m e d tefeci bezirgânm evini kuşatarak mağ-
(
d u r u zor kullanarak kurtarmış, kızını ve malını "yolu kesilmişe"
kından ve savaşa katılanlara ganimetten pay verildiğinden zekât
(İbnus-sebîle) iadeye m e c b u r etmişti. (İbn Hişam).
işleri ile ilgilenenlerden başka m e m u r statüsünde pek kimse yoktu.
ĞÂRİM: "Borçlu" demektir. Birinci dereceden borçlu, zaruri ihtiyaçları (yeme-içme, giyinme, barınma, sağlık) için borçlanan,
>/60). O devirde devlet kurumları b u g ü n k ü gibi gelişmiş olmadı-
Dolayısıyla "âmil" devlet m e m u r u anlamında "kamu görevlisi" demek oluyor.
ikinci dereceden sel, yangın, deprem gibi afetlere m a r u z kalanların
Bugün için "kamu emekçileri" (bordro mahkûmları!) dediğimiz
borçlanması kişiyiğârim (borçlu) yapıyor. K u r a n d a zekât verilecek
sınıfa tekâbül eder. "Amele" de bu kökten gelir. Bu manada, daha ge-
sınıflar sayılırken işte bu borçlular da zikredilir. (Tövbe; 9/60).
niş açıdan "işçi" (âmil) demek olur ki t ü m işçiler (ummâl) bu kapsa-
Bugün için "sosyal güvenlik" dediğimiz uygulamalara tekâbül 0
ma girer; tarım işçisi (âmiliz- zirâi), fabrika işçisi (âmili'l-mesna)...
81
R. İhsan Eliaçık
Sosyal İslam
UZERÂ: "Özürlüler" demektir. K u r a n d a kör (ama), topal
Bu ayet, eline düşen kadınları f u h u ş sektöründe çalıştırarak ser-
(araç), hasta (marîz) olarak geçer. "Köre sakınca yoktur, topala
vet yığan Abdullah bin Ubeyy'in "köle ve cariye" pazarını kapat-
salanca yoktur, hastaya sakınca yoktur" (Nur; 24/61) ayetinden
tırmak için nazil olmuştu (Razî, İbn Kesir, Kurtubî).
anlaşılacağı gibi, bu ayetlerin indiği sırada toplumda özürlü olanla-
Bugün için "seks köleleri" denilen f u h u ş dünyasına tekâbül
ra (kör, topal, hasta vs.) kimi ayrıcalıklı muameleler oluyordu. Ör-
ettiği söylenebilir. "İffetiyle yaşamak istediği halde zorla yaptı-
neğin bazı kimseler bu tur ozurıu Kişilerle aynı sofraya oturmuyor,
rılmak"
onlardan lanetli gibi kaçınıyordu. Özürlüler de, kendilerini eksik
çıkması, K u r a n ı n "alttakileri" nerelere kadar sahiplendiğinin apa-
hissetmelerinden dolayı, sağlıklı olanların sofralarına o t u r m a k t a n
çık göstergesidir. Zorbalıktan kurtarılıp onlara mağfiret ve rahmet
çekinir hale gelmişti (Razi, İbni Kesir, Kurtubi). Bu d u r u m toplum-
edileceği söyleniyor!
kaydını koyarak f u h u ş kadınlarına (feteyâti'l-biğâ) sahip
da sağlığı yerinde olanların iyi, özürlü olanların eksik ve kötü olduğu şeklinde bir anlayışın yaygınlaşmasına neden olmaktaydı. İşte Kuran, sağlıklı-özürlü diye bir ayrımcılığın söz k o n u s u ola-
Açlar, işsizler, yoksullar, yalın ayaklar, mahrumlar, muhtaçlar,
mayacağını, özürlülere yarım insan muamelesi y a p m a n ı n d o ğ r u ol-
köleler, borçlular, çaresizler, öksüzler, dışlanmışlar, yalnız kalmışlar,
madığını beyan ederek "Köre sakınca yoktur, topala sakınca yoktur,
yolu kesilmişler, düşürülmüşler, b o r d r o mahkûmları, işçiler, emek-
hastaya sakınca yoktur" diyor. Ayetteki (Nur; 24/61) sakınca yoktur
çiler, özürlüler, f u h u ş mağdurları...
(ve lâ... haracun) kelimesi bu bağlamda "ayrıcalıklı muamele yoktur" anlamındadır. Ç ü n k ü ayet, söz konusu ayrıcalıklı muameleleri
ı.ııı t ü m ezilen erkekler, kadınlar, çocuklar... Velhasıl b ü t ü n o alttakiler...
ortadan kaldırmak için gelmiştir. Bugün için toplumda bedensel engelliler/özürlüler dediğimiz kesime tekâbül eder. Bunlar da "alttakiler" olup K u r a n onlara da
Kuran b ü t ü n bunlara zaafa uğratılmışlar/ezilenler (mustazafîn) der. (Nisa; 4/75). Bir toplumda bunlar varsa K u r a n ı n tavrının tereddütsüz onlar-
sahip çıkmaktadır. FETEYÂTİ'L-BİĞÂ:
Zulüm altında inleyen ve 'bize bir kurtarıcı gönder' diye yalva-
"Fuhuş
(genç)
kadınları"
demektir.
Kuran'm, fuhuş tacirlerinin eline d ü ş m ü ş genç kız ve k a d ı n l a r a da sahip çıktığını görüyoruz: [Dünya hayatının geçici zenginliğini kazanacaksınız diye, sakın namusuyla yaşamak istediği h a l d e elinize
'l.m yana olacağına hükmedebilirsiniz. Tüm Kuran boyunca b u n u n lııç şaşmadığını goruruz. (îoruluyor ki Kuranın bir toplumda "ezilenler ve hor görülenlerden" yana tavrı apaçık ortadadır.
d ü ş m ü ş (genç) kız ve kadınları f u h u ş yapmaya zorlamayın. H e r kim
"Üsttekilerin" elinden çekip alarak, tekrar ilk ortaya çıktığında
onları f u h u ş yapmaya zorlarsa Allah, kendilerine zorla yaptırılan
olduğu gibi "alttakilerin" sesi, soluğu ve çığlığı olarak yeniden oku-
bu işten dolayı onları bağışlayacak, sevgi ve m e r h a m e t i n e alacaktır;
ın.ıdıkça Bu Kitab'ı, tuzu kuruların elinde dolanıp d u r a n bir "ayin
b u n d a n hiç şüpheniz olmasın.] (Nur; 24/33).
ı ıtiieli" ve "tapınak kitabı" olmaya devam edecek demektir...
83
R. İhsan Eliaçık
Bu Kitab tuzu kuruların elinden çekilip alınmayı beklemektedir. Bu Kitab onların elinde "mehcur" (terk edilmiş, temel mesajlar ı n d a n uzaklaştırılmış, sinirleri alınmış) durumdadır. Lisân-ı hâl ile "halkım beni terk etti" diye gece gündüz ağlamakta, için için inlemektedir. Ey o b ü t ü n alttakiler! Sesinize, soluğunuza, çığlığınıza sahip çı-
"AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!
kın! [Firavun yeryüzünde büyüklük taslamış ve halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir grubu ezmek istiyordu. Oğullarına kurbanlık muamelesi yapıyor, kadınlarını hayâsızlığa zorluyordu. Sürekli
Malum, Kur anda bir "maymun" anlatısı var. Üç yerde geçiyor.
terör estirip duruyordu. Biz ise yeryüzünde ezilenlere (alttakilere)
Kazı insanlara "aşağılık maymunlar" diyor Kur an. Yazının başlığı
lütufta b u l u n m a k , onları önderler yapmak ve Firavun un yerine ge-
m o ayetten aldım. Üstelik b u n u n h e m öncekiler h e m de sonrakiler
çirmek istiyorduk. Onları yeryüzünde işbaşına getirmek suretiyle,
yani b ü t ü n zamanlar boyunca bir ibret ve öğüt olduğunu söylüyor.
Firavun, H a m a n ve ordularına (üsttekilere) korktuklarının başları-
Kim bu aşağılık maymunlar? Bu örnek ile b ü t ü n zamanlara gös-
na geleceğini gösterelim istiyorduk.] (Kasas; 28/4-6)
lerilmek istenen ibret ve verilmek istenen öğüt ne olabilir? Sana, bana, ona, memleketime, dünyaya ne diyor? Hayvanat bahçesindeki maymunların, bir zamanlar Allah'ın lanetine ve gazabına uğrayıp maymuna d ö n ü ş m ü ş insanlar olduğundan mı bahsediliyor? Bakalım, birlikte anlayacağız...
Önce Kur anda geçtiği yerleri görelim. [Cumartesi yasağını çiğneyenleri hatırlayın. Onlara 'Aşağılık maymunlar olun!' demiştik. Böylece b u n u h e m öncekiler h e m .onrakiler için bir ibret ve sakınanlar için öğüt yaptık.] .'/(>5-66).
84
85
(Bakara;
Sosyal, İslam
R. İhsan Eliaçık
[Kibirlenip de yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara
Bari ruhbânları ve hahamları onları günahkârca sözlerden ve haram yiyicilikten alıkoysaydılar. Yaptıklardı ne berbat bir iş! Yahu-
"Aşağılık maymunlar olun!" dedik.] (Araf; 7/166). [Allah katında bunlardan daha şiddetli bir cezayı h a k edenleri size haber vereyim mi? Onlar Allah'ın lanet ettiği, çok kızdığı, kendilerini maymunlara ve domuzlara d ö n ü ş t ü r d ü ğ ü kimselerle tağuta tapanlardır. İşte bu d o ğ r u yoldan sapıp gitmiş olanları çok berbat
diler 'Allah"m eli bağlıdır (cimridir)' derler. Asıl elleri bağlı olan kendileridir. Bu laflarından dolayı Allah onları lanetlemiştir. Tam tersi Allah'ın iki eli de açıktır; dilediği şekilde infak eder.] (Maide; 5/62-64).
bir yer bekliyor.] (Maide; 5/60). "Cumartesi yasağı" Eric From'un enfes y o r u m u n a göre aslında G ö r ü l d ü ğ ü gibi ayetlerde bir cumartesi yasağından, bu g ü n d e yasak olanları yapanlardan, böylelerinin aşağılık m a y m u n , d o m u z ve tağuta tapan kimseler o l d u ğ u n d a n ve şiddetli bir cezayı hak et-
olmak",
lıangi bir şeye sahip olmak için çalışılmayacak, altı gün boyunca sahip olunanlar yedinci g ü n ü infak edilecek, paylaşılacaktı. "Cumartesi günü" infak günü, paylaşma günü demekti. (İslamda bu,
tiklerinden bahsediliyor... "Maymun
"sahip olmama, mülkiyet e d i n m e m e günü" demekti. O gün her
"domuza
dönüşmek"
veya
"tağuta
tapmak"tan ne kastedildiğini anlamak için bu ayetlerin geçtiği yerlerdeki paragraflara bir göz atmak yeterlidir. Yukarıdaki 2. sıradaki ayetten (Araf; 7/166) h e m e n iki ayet son-
haftalık olmaktan "anlık, günlük" vakte çekildi. Artık b u n u n vakti zamanı yoktu ve her an, her gün, her vakit sahip olunanların infak edilmesi, paylaşılması istendi ve cumartesi günü kaldırıldı.) Eric From'a göre "vatansızlık" da sahip o l m a m a ile ilgiliydi. "Allah'ın halkı" için b ü t ü n yeryüzü vatandı. Bir yere sınır (çit) çe-
ra şöyle deniyor: [Bunlar kitaba vâris oldukları halde 'Nasıl olsa kurtulmuşuz' diyerek dünya (malına) dalıp gitmişlerdi. D o y m a k nedir bilmez, fazlası gelse yine isterlerdi. Oysa kitapta Allah h a k k ı n d a gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı? Tekrar tekrar okumamışlar mıydı kitabı? Ahiret y u r d u Allah'ın öfkesini çekmekten sakınanlar için d a h a hayırlıdır. Bu akıl tutulması neden?] (A'raf; 7/169). Yine yukarıdaki 3. ayetten (Maide; 5/60) h e m e n bir ayet sonra da şöyle deniyor: [Onlardan birçoğunun günah, saldırganlık ve h a r a m yiyicilikte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne berbat bir şey! 87
virip burası b e n i m diye sahiplenmek ve orada mülkiyet iddia etmek Tanrı ile yürüyen (İsra-el) bir halka yakışmazdı. Bilakis yeryüzündeki t ü m sahiplenmelerin kaldırılması, evrensel adalet ve barış yurd u n u n (cennet) kurulması için b ü t ü n yeryüzünün, b ü t ü n insanlara ait kılınması gerekirdi. Fakat onlar, ne "yeryüzü vatanını", ne "Allah'ın halkı olmayı" ne de "cumartesi yasağını" anlamadılar, liu büyük ve yüce idealleri t a m tersine kendi mülkiyetlerine geçirip lekellerine aldılar ve böylece bu yüce insanlık ülkülerini katlettiler... Cumartesi yasağını (mülkiyet edinmeme, k a z a n m a m a , sahip olmama yasağını) delmek için akıllarınca şöyle f o r m ü l bulmuşlardı: 101
R. İbsan Eliaçık
Sosyal, islam
C u m a akşamından kıyıya ağı atıyorlar, pazar sabahı gelip ağı çeki-
kelime ve deyimlerini içine alıyor; rüşvet, kara para, şaibe, haram,
yorlar ve balıklara sahip oluyorlardı. Böylece güya h e m cumartesi
hortumlamak, yolmak, söğüşlemek, soyup soğana çevirmek, ne var
yasağına riayet etmiş, h e m de balıklardan vazgeçmemiş oluyorlar-
yok götürmek, k ö k ü n ü k u r u t m a k , içini boşaltmak, gözü doyma-
dı. Böyle böyle giderek cumartesi yasağını hiç u m u r s a m a m a y a baş-
mak vs.
ladılar. Cumartesi günü açıktan balık tutmaya, alıp satmaya, depo-
Bunların hepsi ayette geçen ve sözlük anlamı "yemek" ve "kazımak" demek olan
lamaya ve de yemeye başladılar. Hâlbuki bu tür yasaklar onların nefislerine hâkim olmayı bece-
[eklihumu's-suht] deyiminin kapsamına giri-
yor. ..
rebilmeleri için ruhî bir terbiyeden başka bir şey değildi. Fakat on-
Rivayete göre o g ü n k ü din adamları aynı z a m a n d a hâkimlik de
lar hırs, tamah ve açgözlülükleri yüzünden bir türlü yola gelmedi-
yaparlardı. Baktıkları davalarda rüşvet karşılığı yalan beyanlara iti-
ler. Mal mülk hırsı karakterlerini bozdu. Aşırı kurnazlık zekâlarını
bar ederlerdi. Parası olanı ve hediye getireni isterse yalancı olsun
da aldı. Akılları tutuldu, vicdanları paslandı, yürekleri karardı. Ver-
haklı çıkarırlardı. Yine din adamlarından aldıkları paralarla geçinen
dikleri sözle çeliştiler. İşlerine gelmeyince şeriatlarım (hukuklarım)
halktan fakir kimseler vardı. Bunlar din adamlarını ekmek kapısı
çiğneyebildiler. Arzu ve iştahlarına gem vuramayan böylesi tipler
Kİbi görürler, onlardan aldıkları paralar sayesinde her dediklerine
"maymun iştahlı" olmaları y ü z ü n d e n perişan oldular. Ç ü n k ü tıpkı
kafa sallarlardı. Bu sayede din adamı (ruhbân, ahbâr) istediği her
bir m a y m u n gibi davranıyorlardı. Hiçbir şeyde sebatları yoktu. Şe-
yalanı söyler, istemediği birini yaftalayıp t o p l u m d a n dışlayabilirdi.
riatı (hukuku) çıkarları u ğ r u n a ilk çiğneyen yine kendileri oluyor-
(Razi).
du. İlmiyle amel etmeyenlere "kitap yüklü eşekler" dendiği gibi böylesi açgözlü, muhteris tiplere de "aşağılık maymunlar" dendi. | rŞJj
Demek ki din/ticaret/siyaset d ö n g ü s ü n ü n , h a r a m yiyicilik/kara |>a ra/rüşvet/ (suht) ve yalan/dolan/entrika (kizb) üzerinden d ö n e n bir çark olduğu anlaşılıyor.
r
İşte "domuza dönüşenler" ve "tağuta tapanlar" bunlardı. Paragraflardaki ayetlerde geçen "haram yiyicilik" (eklihumu'ssuht) ve "Allah'ın eli bağlıdır" (yedu'llahi mağlûle) tabirlerine ge-
Ayette geçen d o m u z u n aynen Türkçede kullanıldığı m a n a d a olduğu anlaşılıyor: "Devletin malı deniz yemeyen domuz..." "Tağuta tapanlar" ise h a r a m yiyen, rüşvet, yolsuzluk ve yetim
lince... SUHT: "Bel bellemek, k ö k ü n d e n kazımak" demek. Haram, kirli
malı ile karnını dolduran, bunlarla zenginleşmiş m a y m u n iştahlı
kazanç, şaibeli yolla elde edilen para, rüşvet (suht), açgözlü, obur,
vi' d o m u z tıynetlilere kulluk kölelik edenler, menfaat gelecek diye
karnı geniş (suhut, meshût), kazımak suretiyle soyulmuş, giderilmiş
unlara yalakalık yapanlar oluyor...
şey (sahît), uğradığı her şeyi götüren bulut (sahîte) kelimeleri bu
GULUL: Sözlükte "Bir şeyi gizlice almak" demektir. Elbise altından giyildiği için gizlenmiş elbise (ğılale), p a r f ü m ü n saçın diplerine
kökten... Görüldüğü gibi suht kavramı "yolsuzluk edebiyatının" b ü t ü n 88
•aıı üldüğü için gizlenmiş olması (ğılale fi'r-re s), kendine ait olma-
89
Sosyal İslam
R. hsan Eliaçık
yan ganimet vs. gizlice üzerine geçirme (ğulul), gizli dolap çevirme,
yurur: "Yöneticilere verilen hediyeler ğulul(yolsuzluk, e m a n e t e
hile, sahtekârlık, kin (ğtll), devenin tam k a n m a d a n ö n ü n d e n suyu-
hıyanet)tir." (Müsned).
n u n alınması (iğlale'l-ibl), bir şeyin kâr ve gelirini alma, istismar ve
Şu halde ayette geçen ğulul kelimesi b u g ü n yolsuzluk, hırsızlık,
s ö m ü r ü (istiğlal), bir şeyin hâsılatı, geliri, ev kirası (el-ğulle)...
zimmete para geçirme, k a m u malını peşkeş çekme, hileli alışveriş,
Bütün bunlarda ortak anlam "bir şeyin diğer şeye g ö r ü n m e d e n
evrakta sahtekârlık, nitelikli dolandırıcılık vs. dediğimiz şeyleri
dâhil edilmesi" dir. Buna g ö n ü m ü z d e en genel anlamıyla "yolsuz-
çağrıştırmaktadır. Bugün için "yolsuzluk" dediğimiz şeyin ta ken-
luk" diyoruz. "Allah'ın eli bağlıdır" derken kastettikleri Müslü-
dişidir.
manların fakirliğine bakarak "Demek siz Allah yolundasınız. Mad e m öyle, o Allah'ınız -çok cimri olmalı- sizi neden zengin etmiyor? D e m e k ki doğru yolda olanlar ve Allah'ın sevgili kulları siz değil bizim gibi zengin olanlardır." derlerdi. Ayet bu iddiaya cevaptır. (Razi,
K u r a n ı n kime "Aşağılık maymunlar olun!", "Domuza dönüşliirülenler", "Tağuta tapanlar" dediği sanırım anlaşılıyor.
Kurtubi, İbn Kesir, Taberi).
Görüldüğü gibi m a y m u n l u k , domuzluk ve tağutluk dünya m a -
Bu kafaya göre Allah yoksullara değil zenginlere vermektedir.
hna dalmak, doymak nedir bilmeyip fazlası gelse yine istemek, gü-
M a d e m zengin olmuşlardır d e m e k ki Allah öyle dilemiş ki zengin
nah, saldırganlık, h a r a m yiyicilik ve eli bağlı olmak (cimrilik) ile
olmuşlardır. Allah'ın yoksullara karşı eli bağlı, zenginlere açıktır,
ilgili...
o n u n için nimetlerini -yolsuzluk yapar gibi- alttan alta zenginlere aktarmaktadır. Şu halde Allah'ın elinin zengine açık yoksula bağlı (cimri) iddia sini ifade için ayette (ğulul/mağlule) tabiri kullanılıyor. Bu tabir (ğulul)
Hz. Peygamber'in g a n i m e t mallarını gizlice
kendi z i m m e t i n e geçirdiği iddiası anlatılırken de kullanılır (Al - i İmran; 3/161). Savaşta elde edilen ve artık k a m u malı haline gelen
<>k ilginç ayette geçen "maymun" (qırde) Arapçada "kenelenmek" anlamına geliyor. Bir şeye "kene gibi yapışmak" dediğimiz '"•mayı çağrıştırır. Maymunluk da mala, mülke, paraya, servete kene gibi yapışan" onu bir türlü bırakmayan d e m e k oluyor. Çok ilginç başka bir şey d a h a . . .
ganimetlerin dağıtımının gecikmesi sonucu, Hz. Peygamber hak kında "Acaba ganimetleri z i m m e t i n e mi geçirdi, k e n d i n e gizlice
Ayette "Aşağılık maymunlar olun!" denilen kişilere "Asıl onla-
pay mı çıkarıyor, n e d e n ganimetleri hâlâ dağıtmıyor?" t ü r ü n d e n
m eli bağlı, Allah'ın eli açık/geniştir. Dilediği şekilde infak eder"
şüpheleri izale için bu ayet (Al-i İmran; 3/161) indi. Bu vesile ile
'İrilmesinin m a y m u n l a çok ilginç bir bağlantısı daha var. Hakin nasıl...
K u r a n ı n en temel ahlakî ilkelerinden birisi d a h a vazedildi; "Ğulul yani gizlice z i m m e t e mal geçirme büyük bir suç ve günahtır!" Nitekim d a h a açıklayıcı bir h a d i s i n d e Hz. Peygamber şöyle bu
0
Asyada m a y m u n yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak varılıı
91
R. İhsan Eliaçık Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir
Sosyal, İslam 'Yoksul olduğunuza göre d e m e k ki Allah size vermiyor, size karşı eli bağlı" derler.
kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine
Tuzağına düştükleri Hindistan cevizinden (mal mülk hırsından) gönüllerini kurtarıp da ellerini açarak (infak ederek) özgür
tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece m a y m u n u n elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. M a y m u n tatlının kok u s u n u alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması imkânsızdır. Avcılar geldiğinde
olamazlar. Böyleleri için Allah'ın laneti ve gazabı b ü t ü n zamanlar boyunca; şu gök kubbe varoldukça yankılanıp duracak: "Aşağılık maymunlar olun!"
m a y m u n çılgına d ö n e r a m a kaçamaz. Ç ü n k ü elindekini bırakmak istememektir. Aslında m a y m u n u tutsak eden hiçbir şeyi yoktur. O n u sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır. A m a iştahı ve açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki üç kuruşluk tatlıya sımsıkı sarılmakta, y u m r u ğ u n u sıkıp (elini bağlayıp) bırakmamaktadır. Yumruğu da yarıktan çıkm a m a k t a ve tuzağa bağlanıp kalmaktadır. Elini açıp cevizden çekse tuzaktan çıkacak ve özgür olacak...
D e m e k ki "aşağılık maymunlar" d ü n y a n ı n malına m ü l k ü n e bağlanıp kalanlar oluyor. Öyle ki bunlar her mala, paraya, servete "maymun iştahı" ile saldırırlar. Mülkiyete karşı "domuz şehveti" içindedirler. Yedikçe yerler, d o y m a k bilmezler. Z i m m e t e para geçirip kenz yapmaktan (ğull) ve yolsuzluktan (suht) geçinirler. İhtirasları öyle azgındır ki cumartesi günü dâhil hiçbir yasak dinlemezler. Yasakları şark kurnazlığı içinde kitabına uydururlar. "Allah zengin o l d u ğ u m u z için bizi seviyor, nimetlerini kulları ü z e r i n d e g ö r m e k istiyor, o n u n için bize veriyor da veriyor" derler. Allah'ı da kendileri gibi zannederek 93
101
Sosyal islam Kuran'da "eşek" benzetmesi iki yerde geçiyor. Nüzul sırasına göre gidelim. İlki "ilk mesajlar"da... Malum, K u r a n ı n nüzul sırasına göre ilk 37 suresine "ilk mesajlar" diyoruz ki Mekke döneminin üç yıl süren (Ş'ib-i Ebi Talip) ambargosu öncesi yaklaşık ilk altı yılını kapsayan d ö n e m oluyor. Bu d ö n e m i n ana karakteri; 37. sureye (Necm) kadar putların isminin hiç anılmaması ve zengin kodamanlardan oluşan 9'lu çeteye (tis'a raht) şiddetli saldırılar-
'KİTAP YÜKLÜ EŞEKLER!'
la "Lehu'l-mülk" (Mülk Allah'ındır) temasının yoğun bir şekilde işlenmesidir. İşte "eşek" benzetmesi ilk olarak bunlardan 4. sure olan Müddessir suresinde geçiyor. Önce sureyi kısaca özetleyelim:
Kur an ın, mal düşkünlerine "aşağılık maymun"... Yemede kır-
İlk ayetinde peygamberliğinin ilk yıllarında bir ara sessizliğe bü-
mızı çizgisi olmayan her türden yiyici takımına "domuz". . Kral/
rünen Hz. Peygamber'in bu hali "yalnızlığa bürünen" (müddesir)
zengin uşağı din a d a m ı n a "dilini sarkıtarak soluyan köpek". . de-
kelimesiyle ifade edildiği için bu adı almış. Sure, Hz. Peygamberi,
diğini ve şiddetli eleştiriler yönelttiğini gördünüz, (bkz. "Aşağılık
açıkça tarihin meydanına atılarak kendini elçi olarak tanıtmasını
Maymunlar Olun" başlıklı makale).
ve uyanış hareketini başlatmasını ister ve "Kalk ve uyar", "Rabbini
Şimdi de "Kitap yüklü eşekler" diye kime diyor onu göreceğiz. Bazılarınız "Bu nasıl Allah ki kullarına 'aşağılık m a y m u n , 'domuz', 'dilini sarkıtarak soluyan köpek' veya 'kitap yüklü eşek' diye kızıyor, itham ediyor, bu nasıl kutsal kitap?" diyebilir. Oysa bunlar K u r a n ı n "öfke (gazap) ibresinin" yükseldiği yerlerdir. Buradan neye çok kızdığını anlıyoruz. Bunlar "tefsir mantığı" açısından önemli göstergeler olup şahsen çok ö n e m verdiğim bir "satır aralarını çözme" yöntemidir. Böylesi öfke ibresinin yükseldiği yerleri iyi inceleyin, h e p aynı konu etrafında d ö n d ü ğ ü n ü göreceksiniz... Bunlardan birisi de "Kitap yüklü eşekler" benzetmesidir.
tekbir et (Allahukberi haykır) diyerek fiili eylem çağrısında bulunur. Mekkeli zengin eleştirisinin en sert yer aldığı surelerdendir. İki sure ile birlikte Hz. Peygamber dünyayı sarsan o büyük hareketi için meydanlara çıkmıştır. Bu nedenle olsa gerek surenin özellikle ilk ayetlerinin Mekke sokaklarını inleten sarsıcı meydan okumayı yansıttığını görüyoruz. Surede ele alınan karakter isim verilmeksizin 9'lu çeteden "elVahid" (Mekke'nin tek/en büyük zengini) diye bilinen Velid bin Muğire el-Vahiddir. (Alak ve M â u n surelerinde Ebu Cehil, Leheb suresinde Ebû Leheb gibi ilk 37 sure boyunca bu 9'lu çete tek tek deşifre edilir). Surenin ilk b ö l ü m ü n d e (1-10) Hz. Peygambere "Servet (çoğaltma) ve m e n n (para/servet) beklentisi içinde olma" denilir. ("En
94
95
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
kral" çevirilerde "İyiliği başa kakma" diye çevrilen.) [Müddesir; 6]
oluyor ki bütün hatırlatmalardan yüz çeviriyorlar? Sanki 'as-
İkinci b ö l ü m ü n d e (11-15) Velid bin Muğire el-Vahid deşifre edilir: "Tek başına (el
Vahid) yarattığım o adamı bana bırak.
Uzayıp giden mal verdiğim, gözünün ö n ü n d e oğullarıyla nimetimi döşedikçe döşediğim o adamı... Hâlâ gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor." Ü ç ü n c ü b ö l ü m ü n d e (16-30) kâr-zarar hesabı yapıp duran bu tüccar karakterin "tanıyın bunları" dercesine ciğeri okunur: "Dü-
landan kaçan ürkmüş yaban eşekleri' gibiler. Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye (sahife) istiyor. Hayır! Onlar ahiretten korkmuyorlar. Hayır! Bu bir hatırlatmadır!" Daha önce "gözleriyle seni devirecek gibi bakarlar" (Kalem; 48-52) dendiği gibi, b u r a d a da hatırlatmayı (zikr) her duyduklarında "aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri" benzetmesi yapılıyor.
şündü, ölçtü, kahrolsun nasıl da ölçtü. Canı çıksın nasılda ölçtü.
Allah'a ve ahirete inanan (fakat korkmayan), salât eden, tavaf ya-
Çevresine bakındı, kaşlarını çattı, surat astı. Sonra sırtını döndü
pan, hacılara su dağıtan, Kâbe'nin ö r t ü s ü n ü değiştiren, fakat "uza-
ve küstahça böbürlendi..."
yıp giden mallar", "gözünün ö n ü n d e oğullar" ve "döşendikçe
D ö r d ü n c ü b ö l ü m ü n d e (31) konuyu hırsızca/arsızca yığdıkla-
döşenmiş nimetler" sahibi olduğu halde "Hâlâ gözü doymayan;
rı servetlerinden saptırıp metafiziğe postalamak için dalga geçip
daha da fazlasını isteyen" birisi hangi hatırlatma (zikr) sebebiyle
dillerine doladıkları "ateşin muhafızları", "19 melek", "Allah ne demek istedi?" gibi topu taca atma mazeretleri tek bir ayetle ce-
.ıslandan kaçan ü r k m ü ş eşek gibi olur? Hangi hatırlatmayı her duyduğunda sanki gözleriyle devirecekmiş gibi bakar? Düşünün...
vaplandırılır. .. D ö r d ü n c ü b ö l ü m d e (32-48) cehennem tehdidi gelir. Onların hesap günü "Sizi ateşe sokan nedir?" diye s o r u l d u ğ u n d a "Biz (gerçek anlamda) salât edenlerden değildik ve/yani yoksulu doyurmazdık" diyecekleri anlatılır ve "Şefaat'in faydası yok" denir. Buradaki şefaat "Servetiniz sizi kurtaramayacak" anlamındadır. Şu ayette geçtiği gibi: [Bir kimse kazançları (malı/serveti) y ü z ü n d e n azabın pençesine
Rivayete göre Mekkeli "kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri" şöyle derdi: "Her birimize gökten, başlığında 'Âlemlerin Knbbi'nden falan oğlu filana' hitabı bulunan ve içinde M u h a m m e d ' i n söylediklerine uymamız gerektiğini emreden bir mektup/sahife/ kilap gelmedikçe inanmayız." (Razi, İbn Kesir Kurtubi). "Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye istiyor" ifadesi bu iddiaya cevaptır.
düşmeye görsün, o zaman Allah'ın h u z u r u n d a O n d a n başka ne bir
Açıktır ki, bu, mal ve oğullar (servet, çevre, nüfuz) sahibi kişi-
dost ne de bir şefaatçi bulunur. Kendini k u r t a r m a karşılığı h e r türlü
nin narsist (kendine hayran) kişiliğini yansıtır. Allah'tan kendine
fidyeyi denkleştirse dahi (dünyaları verse bile) kabul edilmez. Çün-
o/el davetiye istiyor! Sıradan bir m u h a t a p olmak istemiyor! Sanki
kü onlar artık azabın pençesine düşmüşlerdir.] (Enam; 6/70).
Allah'tan kendisine n a m a yazılı özel hatırlatma (zikr) gelse "aslan-
Böylece surenin son b ö l ü m ü n e (49-56) gelinir. İşte burada sure "eşek" benzetmesi yaparak biter: "Onlara ne
96
dan kaçan ürkmüş yaban eşeği" gibi olmayacak? Ne kadar da tanıdık (tuzu kuru) bahaneler, değil mi? 101
R. hsanEliaçık
Sosyal slam ğunu taşıyamayanlar da aynı şeyi yapmakta ve "kitap yüklü eşekler" gibi olmaktadırlar.
K u r a n d a "eşek" benzetmesinin yapıldığı ikinci yer ise C u m a süresidir.
"Eşek" benzetmesinin her ikisinde de gerekçe aynı: "Ayrıcalık kibri..."
Medine'ye gelindiği için o r t a m değişmiştir. Fakat "öfkenin" yöneldiği karakter ve tiplemeler hayret edilecek şekilde aynıdır.
Mekke'dekiler hacılara su dağıtmakta, fakat haccın ne anlama geldiğini bilmemektedirler. D ü n y a n ı n en büyük "eşitlik gösterisf'ne
Yine sureyi özetleyerek gidelim...
ev sahipliği yapmakta, Kâbe'ye gelen mallara el koymakta, b u n u
C u m a suresi iki b ö l ü m d e n oluşur. Yahudilerden bahseden birin-
kendilerini zengin etmek için kullanmakta, üstelik b u n u yapıyorlar
ci b ö l ü m (1-8) ve Müslümanlardan bahseden ikinci bölüm (9-11).
diye peygamberden "özel sahife" isteyecek kadar kendilerini halk-
Birinci bölüm m ü l k ü n sahibi (el-Melik) vurgusuyla başlar. O nun
tan ayırmakta, imtiyaz yaratmakta ve halka tepeden bakmaktadır-
halkın içinden çıkan (ummî) elçi seçtiği, o n u n insanları arınmaya
lar. Genel halkın m u h a t a p olduklarından ayrı kendilerine özel ayet
(tezkiye) çağırdığı, Kitab'ı ve hikmeti öğrettiği söylenir. Hâlbuki
gelmesini istemektedirler. Bu kadar da tuzu kuru, kibirli ve halk
daha önce açık bir sapkınlık içinde oldukları ve elçinin onlardan
düşmanıdırlar.
başkalarını da arınmaya, Kitab'ı ve hikmeti öğretmeye geldiği haber
Medinedekiler ise Kitab yanlarında olduğu halde halktan kopa-
verilir. Hâlbuki daha önce Tevrat'ı yüklenenler, yüklendikleri şeyi
rak Allah'ın seçilmiş özel kulları (velileri) olduklarını sanmakta ve
taşıyamamışlar ve insanlar arasında tabakalaşma ve sınıflaşma ya-
Kitab üzerine tekel oluşturarak kendi dışındakileri "ummi" (halk-
ratarak kendilerini halktan ayırmışlar (min dûni'n-Nâs) ve "Allah'ın
tan/avamdan) diye aşağılamaktadırlar. Oysaki Kitab bu türden ta-
velileri" olduklarını iddia etmişlerdir (bkz. Cuma; 1-8).
bakalaşma, sınıflaşma ve halktan ayrılmaları ortadan kaldırmak
Kutsal bilgiye sadece kendilerinin sahip olduğu vehmiyle Kitab üzerinde tekel oluşturan bu zümre kendi dışında kalanlara da "ummi" demektedir. O n u n için özellikle b ö l ü m ü n girişinde "halkın içinden çıkan elçi" ( u m m i resul) vurgusu yapılmakta. Görülüyor ki Mekkede "Bize üzerinde ismimiz yazılı özel sahife gelmeli" diyen zümre, Medine'de "Biz halktan ayrıca/üstünde (dûnen-nâs) Allah'ın velileriyiz" imtiyazına dönüşmüştür. Kâbe'nin s o r u m l u l u ğ u n u taşıyamayanlar nasıl kendilerini halktan ayırarak imtiyazlı sınıf yaratmışlarsa, halkın geri kalanı ile eşit hale gelmek istemiyorlarsa ve b u n u hatırlatanı d u y u n c a "aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri" gibi oluyorlarsa, Tevrat'ın sorumlu98
(levhid; birlik, eşitlik) için gelmişti. Onlar için din artık statü kazanma aracına dönüşmüştür. Kutsal bilgiyi elinde b u l u n d u r m a k artık onlar için iktidar, mal ve statü elde etmenin aracından başka bir şey değildir. Mekkedekiler nasıl "aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeği" gibi ise Medinedekiler de "ciltler dolusu kitap taşıyan eşekler" gibi olmuşlardır. Mekkedekiler "yaban eşeği" gibi ürkektirler ç ü n k ü mülklerinin elinden gitmesinden ödleri kopmaktadır. Medinedekiler ise Kitab'ı sırtlarında taşımakta, fakat "katır" gibi kendi bildikleri yoldan gitmektedirler.
99
Sosyal, İslam
R. İhsan Eliaçık
Ne Kâbe ve hac onlara eşitliği, ne de Kitab bunlara paylaşmayı/
Pek tabii, Kitab yanlarında (hatta peygamber aralarında) olduğu halde yine v u r d u m d u y m a z bir edayla "Kitab bizde, peygamber
bölüşmeyi öğretememektedir.
aramızda, nasıl olsa kurtulmuşuz" vehmiyle mal şamatasına gi.-«»->
Ali Şeriatî'nin tabiri ile "eşekleşmeye" (istihmâr) sebep "ayrıcalık kibri"nden başka ikinci bir şey daha var. Her iki surede (Müddesir ve C u m a ) vurgulanan bu şey, surenin (Cuma) girişindeki "mülkün sahibi" (el-Melik) v u r g u s u n d a n da anlaşılacağı gibi, k e n d i n d e n m e n k u l bu ayrıcalık kibrinin kayna-
denlerin de "kitap yüklü eşekler" gibi olacağını... D e m e k ki bunlara da "Kur'an'ı taşıyamayanlar" diyeceğiz. Görüldüğü gibi Mekke'de eleştirilen Velid bin Muğire'nin d u r u muna, Medinede Müslümanlar düşmüştür. Kitab yanlarında, peygamber aralarında olduğu halde onu taşıyamamışlar, mal mülk şamatasına kapılmışlardır...
ğında yatan mülkiyet hırsı ve mal düşkünlüğüdür. Müddesir suresinde bu hırs Velid bin Muğire el-Vahid üzerinÖte yandan "ayrıcalık kibrine" ve "mal hırsına" karşı her iki
den anlatılmıştı. C u m a suresinde ise P e y g a m b e r i hutbede ayakta bırakarak "mal şamatasına" giden Müslümanlar üzerinden anlatılıyor. Rivayete göre Medineliler alış veriş için şehre bir ticaret kervanı geldiğinde davul zurna çalarak karşılama yaparlardı. Kervanın başına üşüşürler ve pazarlıklar yaparak malları alır-satarlardı. Bu arada davul zurna sesleri arasında bağırıp çağrışmalar olur, şamata çıkardı. Böyle bir kervanın geldiği sırada Hz. Peygamber mescitte hutbe irad ediyordu. Mescittekilerin neredeyse t a m a m ı davul zurna ile bağırıp çağrışmaları (mal şamatası, alışveriş eğlencesi) duyunca hutbeyi yarıda bırakarak çekip gittiler. Hz. Peygamber'i ayakta yalnız bıraktılar. Bu sırada mescitte 8 - 1 0 kişi ancak kalmıştı. İşte b u n u n üzerine C u m a suresinin son ayetleri (9-11) nazil oldu (Razi,
surede de "ölüm" v u r g u s u n u n öne çıkarılmasının nedeni acakı ne olabilir? Ç ü n k ü "Ölüm gelinceye kadar hep böyleydik" (Müddesir;47)
veya "Allah'ın ayrıcalıklı/veli kulları iseniz hadi
ölümü isteyen o zaman" (Cuma; 6) ifadeleri ayrıcalık kibri ve mal lıırsı içindeki zihnin t a m bir panzehiridir. Bu d u r u m d a b ü t ü n imli yazlar kaybolur ve sahip olunan her şey yok olur. D ü m d ü z edilip eşitlenirsiniz. Aynı mecliste b u l u n m a k bile istemediğiniz, surat asıp "hür tarafa d ö n d ü ğ ü n ü z yoksulla aynı toprağın altına konulursunuz. O n u n için ölüm en büyük eşitleyici ilkedir, (bkz. "En Büyük I şitleyici İlke Olarak Ölüm" başlıklı makale). Demek ki "kitap yüklü eşekler" Kitab yanında olduğu halde işaret ettiği yöne gitmeyen; halka, sokağa, yetimi korumaya, yoksulun yanında olmaya, paylaşmaya, bölüşmeye, eşitliğe, karışmaya,
İbn Kesir, Kuıtubi). Bu ayetlerin, v u r d u m d u y m a z bir edayla "Kitab bizde, nasıl olsa kurtulmuşuz" diye halktan koparak, "Allah'ın velileri" adı altında imtiyazlı bir sınıf/zümre oluşturanların anlatıldığı b ö l ü m ü n h e m e n altına yerleştirilmesi sizce neyi anlatıyor? 100
kaynaşmaya gelemeyenler oluyor. Öyle ki Kitabın sadece "fiyatı" ve sağlayacağı "kariyer" ve "ayrıcalık" onları ilgilendiriyor. Müddesir ve C u m a surelerinin bana öğrettikleri budur. Kur'an'm k u ne "Kitap yüklü eşekler" dediğini anladınız mı? Anlamadınız ise
101
R. İhsan Eliaçık
b e n z e t m e n i n yapıldığı Müddesir ve C u m a surelerini bizzat kendiniz okuyunuz. O k u m a k yetmez, karşılaştırınız, g ü n ü m ü z e getiriniz ve üzerlerinde en az yarımşar saat d ü ş ü n ü n ü z ve "metin üzerinde
Sosyal, İslam Ey, asgari ücretin kaç lira o l d u ğ u n u bile bilmeyen "Allah'ın velileri!" Ey, Nuh'a dedikleri gibi "ekâbirân" (büyükler/zenginler) "erâzil" (ayak takımı/yoksullar) ile aynı yerde olamaz, onları yanından kov
çalışmalar" yapınız...
diyenler...
r-^-'
Ey, halkla aynı şeye m u h a t a p olmayı, onların oturduğu yerde Şimdi...
oturmayı, onların yediğini yemeyi, giydiğini giymeyi kibirlerine
Ey Mekkedeki "uzayıp giden mal" sahiplerinin ve Medinedeki
yediremeyenler...
"Allah'ın veli kulları" o l d u ğ u n u iddia edenlerin yerine geçmiş
Ey, Kitab'ın bilgisine sahip olmayı zenginleşme, sınıflaşma, hiyerarşi ve hegemonya aracı haline getirerek "din mesleği" icra eden-
olanlar... Ey, "Ayet bizden bahsetmiyor" diye arkalarına bakanlar... Ey, yoksulla aynı mahallede o l m a m a k için semt değiştirenler... Ey, "V.I.P. umre ziyareti... Kâbe ayağınızın altında!" diye küs-
ler... Ey, yıllardır Velid bin Muğire gibi hacılara su dağıtanlar... Kabe'nin örtüsünü değiştirip duranlar... Ebu Cehil gibi salât edenler, 40/1 yeter diyenler, abdestsiz yere basmayanlar...
tahça ilanlar verenler... Ey Kâbe'ye (Velid bin Muğire gibi) 120 kilo altın işlemeli örtü
Ey, TV'lerde 1 saat tadil-i erkan (abdest ve n a m a z ı n kuralları) anlatıp mazmaza (suyu ağızda çalkalama), istinşak (burna su ver-
asanlar... Ey, eşitlik ritüelinden ( t a v a f ) çıkar çıkmaz kral dairelerinde ko-
me) anlatılarıyla, aynlar ğaynlar patlatanlar: "Vay o namaz kılanların haline" ayetine nasıl m u h a t a p olmayacağımızı anlatırken tek
naklayanlar. .. Ey, kaşânelere, villalara, burjlara taşınıp kendilerine halktan ayrı
kelime "yetimi koruma" ve "yoksulu doyurmaya teşvik"ten bahsetmeksizin, dilimizin yanını azı dişlerimize bastırıp yayarak nasıl
muamele (sahife) isteyenler... Ey bir eşeği tutsa ö n ü n e koyduğu ot, işçisine verdiği asgari ücretden (599 TL.) daha fazla tutacak olan patronlar... Ey, yanında 20 yıldır çalışan işçisi hâlâ kirada o t u r u r k e n kendisi katlar, yatlar, apartmanlar sahibi olanlar... Ey, fabrikasına bir taraftan mescit açarak, diğer taraftan iftar ve sahur yemekleri vererek işçileri afyonlayan, öte yandan da "İslam'da grev yoktur, sendika caiz değildir" diye kitap bastırıp dağıtanlar... Ey, bu türden kitapları yazan âlim taslakları, her biri "zengin soytarısı" haline gelmiş fetva vezneleri... 103 101
'uziîîm" çıkaracağımızı k a m e r a n ı n zoomlamasıyla ağzını aça aça göstererek M â u n suresi tefsiri yaptığını sananlar... Ey, (Kayserili tabiri ile) K u r a n ı n "ıcığını cıcığını" çıkardığı yani tartışılmadık hiçbir k o n u s u n u bırakmadığı halde iş "mülk" konusuna gelince "gözleriyle devirecek gibi bakanlar"... Ey, "Asgari ücretle işçi çalıştıranın kıldığı namaz boştur." sözünü duyunca "aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri" gibi kadınlar, daha da semtime uğramayanlar... Ey, din ile uğraşmak kendisine entelektüel gevezelik, akademik
K. İhsan Eliaçık geveleme, dinci lakırdı, imtiyaz, kariyer, rütbe, titr, makam, mal, para, iktidar, hiyerarşi, cemaat, vakıf getirdiği halde bir türlü enNâs a dönme; sokaktaki yangını görme, kum tepelerinden inip kumlara karışma, paylaşma, bölüşme, kardeşlik, sevgi ve merhamet getirmeyenler... Ey, ruhsuz ve heyecansız kuru kuruya yatıp kalkanlar, şaklabanlıklar, iki yüzlülükler, yalanlar ve birçok mübtezel merasimlerle oyalanıp duranlar...
HIRSIZ KİMDİR?
Ey, "Bana özel sahife" veya "Allah'ın seçkin kulu" kasınmasıyla korunaklı evlerde oturanlar, korumalarla dolaşanlar, ellerini öptürenler, eteklerini yalatanlar, cahil, fakat samimi dindarları kendilerine kıyam, kıraat, ruku ve secde ettirenler... Ey, "Allah Allah" nidaları ile hamile kızın bebeğini düşüren-
Başlıktaki kelime size neyi çağrıştırıyor? İlk duyduğunuzda /ilminizde beliren fotoğraf nedir? Behren fotoğrafı zihninizde tuluıı... Fotoğraf karesine iyice bakın; yakından, daha yakından bakın. Fotoğrafta gördüğünüz zengin mi yoksul mu? Yoksul, değil mi?
ler... Ey, "Bu çocuk hangi suçundan öldürüldü?" diye sorulduğunda vereceği bir cevabı olmayanlar...
"Hırsızın elini kesin" (Maide; 5/38) veya "Çalmayacaksın" (Çıkış; 19/15) buyruklarını duyduğunuzda oluşan fotoğraf da aynı değil
Ey, dini "muktedir sopası" olarak kullananlar...
mi? Zenginin malını çalan yoksul için söyleniyor sanki. Peki, ne-
Velhasıl ey bütün o dini "zengin eğlencesi" haline getirenler...
den? Neden "hırsız" dendiğinde hep yoksul akla geliyor da zengin
Sizin Kitabdaki adınız işte budur: "Kitap yüklü eşekler."
gelmiyor? Neden?... Niçin?
Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harflerinde kimliğim Bağışlanmamı dilerim. Kuran, "hırsızlık" (sirgat) kelimesini 6 yerde kullanır. Bunların
(Cahit Zarifoğlu)
hiçbirinde de "zenginin malını çalan yoksul" vurgusunu göremeyiz. Yani hitap, ihtiyaçlarını bile karşılayamayan yoksullara değil; ıhliyaç fazlası içinde yüzen zenginleredir. Şöyle ki: İlk olarak hırsızlık kavramı şehrin (Mekke) cin, kehanet ve i'iıyii işleriyle uğraşarak zenginleşmiş olanların yaptıklarının "kul.ık hırsızlığı" (istirega's-sema) olduğu söylenirken geçer. Bunlar,
104
105
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
g ö r ü n m e z güçlerden; yani gök cisimleri, yıldızlar, cinler, periler,
Bununla halk üzerinde hegemonya kurarlar. Kurdukları bu hege-
ifritlerden güya bilgi alarak/çalarak halk üzerinde n ü f u z sağlayan-
monya hırsızlık yaparak k u r u l m u ş bir hegemonyadır.
lardı. Bunların yaptıklarına karşılık alevli bir ateşten başka bir şeyle
bana bendeki bir bilgi sayesinde verildi." diyenler yapıyor. Bun
karşılaşmayacakları söylenir (Hicr; 18). İkinci olarak Yusuf'un kardeşlerine Mısırda "hırsız" dendiği söylenirken geçer. Hâlbuki onlar hırsızlık yapmamışlardı. Bu, zenginlerin (saray çevresinin) ithamı olarak aktarılır.
(Yusuf; 70, 73,
81). Ü ç ü n c ü olarak Mekke'nin fethi günü Peygambere gelen kadınların "hırsızlık yapmayacaklarına" dair sözün de yer aldığı biat (tabi olma) olayı anlatılırken geçer. Bunlar, daha çok Kâbe'ye getirilen malları iç edip üleşerek (çalarak) halk üzerinde n ü f u z sağlayan erkekler ve onların karılarıydı. Önce erkekler, sonra kadınlar sırayla gelip biat ettiler.
O devirde kâhinlerin ve mecnunların yaptığını, bugün "Bu
İçlerinde Ebu Süfyan'ın karısı H i n d de vardı,
"şerefi develerinin sırtında" olan, şehrin en büyük "bahçe sahibi" Ebu Süfyan ve karısı bir d a h a "hırsızlık yapmayacaklarına" dair biat etti! (Mümtehine; 12). Bu ayetlerin yer aldığı sure nüzul sırasına göre sondan yedinci suredir... D ö r d ü n c ü olarak b u n d a n böyle hırsızlık eden erkek ve kadınların "ellerinin kesileceği" söylenirken geçer (Maide; 38). Bu ayetlerin yer aldığı sure de (Maide) nüzul sırasına göre sondan ikinci suredir... "Hırsızlık" kelimesinin K u r a n d a geçtiği yerler işte bunlardır.
lar, bilgiyi tekellerine alarak halktan saklarlar. Halkın bu bilgilere ulaşmasına istemezler. Bu bilgi sayesinde halkın kendilerine sürekli muhtaç d u r u m d a kalmasını isterler. Bilgiyi güç elde etme aracı olarak kullanırlar. "Kulak hırsızlığı" işitmeye/bilmeye dayalı hırsızlık türüdür, insanların bilmediği şeylere muttali olan kulak hırsızı, böylece, önemli bir k o n u m elde etmiş olur. Kendindeki bu bilgi sayesinde insanları kendine m u h t a ç d u r u m a d ü ş ü r ü r ve onlar üzerinde emrcdici ve hegemonya k u r u c u bir pozisyon elde eder. Nasıl ki kâhin ve m e c n u n yıldızlardan ve cinlerden güya başkalarının sahip olamayacağı bilgiler aldığını söyler ve b u n u n l a üzerimizde otorite ve hegemonya k u r m a k ister; işte öyle, bugün de bir lıiIim adamı insan anatomisinden (tıp), yeraltından (jeoloji), gökyüzünden (astronomi), bitkilerden (botanik), hayvanlardan (zooloji), minerallerden (kimya) vs. "yeri ve göğü dinleyerek" bilgi ı ılinir ve bizi onunla kendine m u h t a ç eder ve b u n u hegemonyaya dönüştürerek üzerimizde otoriteleşir. Din adamı da b u n u kutsal bilgiyi elde ederek/tekeline alarak ya|>.ır. Bu nedenledir ki peygamberler onlara hep "Hırsız yuvası yaplınız" (Tevrat: Yeramya; 7/11), "Haydut inine çevirdiniz" (İncil: luka; 19/46), "Halkın mallarını haksızca/hırsızca yiyorsunuz"
Görüldüğü gibi "hırsızlık" d a h a çok bilgi, iktidar ve servet sahiplerinin davranışı olarak ele alınıyor.
(Kur'an: Tevbe; 34) diyerek "kral çıplak" deme misyonu üslenirler. Bunlar hep kulak hırsızlarını uyarmak içindir.
Ç ü n k ü kâhinler ve m e c n u n l a r gizli güçlerden (yıldızlardan, cin-
Olayın saf ilim, Tanrıya ve insanlığa hizmet olması için, bilgi-
lerden) bilgi çalarak (kulak hırsızlığı yaparak) otorite oluştururlar.
nin lekelleşmemesi, güç temerküzü, otoriteleşme, servet yığma ve
107 101
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
iktidar (ele geçirme ve s ü r d ü r m e ) aracı olarak kullanılmaktan vaz-
na, yığana ve biriktirme, yani "kenz" edene "zengin" diyorlar. Bu
geçilmesi gerekir.
d u r u m d a zengin; bilgiyi depolayan, malı yığan ve iktidarı temerküz
Aksi halde yapılan ayette geçtiği gibi "kulak hırsızlığı"dır. Yani herkeste olmayanı ele geçirip, herkes üzerinde hegemonya aracı olarak kullanmaya kalkma...
eden o l d u ğ u n d a n "hırsız" d u r u m u n a d ü ş m ü ş oluyor. O n u n için Tevrat'ın Yeramya'sı, Rabb'in adı anılan yere (tapınağa) din adamları "kenz" merkezine çevirdikleri için "Hırsız mağarası" diyor (Yeramya; 7/11)...
f-^*.'
İncilde İsa aynı gerekçeyle yine aynı deyimi kullanıyor: "Hay-
Bilgideki "kulak hırsızlığı", emek söz konusu olunca "mülkiyet
dut ini" (Luka; 19/46)... K u r a n da b u n u n nasıl o l d u ğ u n u tefsir ediyor: [Halkın malları-
hırsızlığı" olur. Ç ü n k ü K u r a n ı n bakışına göre yerde ve gökte olan her şeyin
nı haksızca/hırsızca yiyerek... Altını ve g ü m ü ş ü kenz ederek ... ]
mülkiyeti Allah'a aittir. Ne gökten bilgi çalarak "kulak hırsızlığı",
(Tevbe; 34)
ne yerden rızık ve rızık kaynakları devşirerek "mülkiyet hırsızlığı",
demek.
Kenz: Biriktirmek, yığmak, kendine hazine y a p m a k
ne de insanlardan itaat devşirerek "iktidar hırsızlığı" yapamazsı-
D e m e k ki "kişisel zenginlik" bir toplum için felakettir.
nız.
Toplumsal zenginlik olacak; aradığın her şeyi bulacak ve ona
Bilgi, servet ve iktidar bütünüyle Allah'a (halka) aittir.
ulaşabileceksin.
Bizim hakkımız olan şey sadece emeğimizdir. (Necm; 39). Ken-
Böylesi herkesin ulaşabileceği toplumsal zenginlikler, birinin
di bedenimizin bile sahibi değiliz. Ç ü n k ü kendimizi yaratmak için
veya bir g u r u b u n / k e s i m i n / z ü m r e n i n elinde d ö n ü p dolanan kişisel
hiçbir emek sarfetmiş değiliz. Ancak eınek/ahnteri (sa'y/kesb) dö-
zenginliğe dönüşmeyecek.
kerek elde ettiğimiz şey bizimdir. Hatta emeğimizle kazandığımızın bile hepsi bizim değildir. Kur an der ki: "Erkeklerin kazandığından bir pay vardır. Kadın-
İşte b u n u sağlamak için kurulacak düzene "adalet devleti; ortak iyinin iktidarı" diyoruz... .-*3s-'
.-«S^-
ların da kazandığından bir pay vardır." (Nisa: 32). Yani kazandığımızın hepsi de bizim değil; o n d a n sadece "pay" (havaic-i asliye)
Hz. İsa'nın İncildeki mesellerini çok severim. Biraz da oradan devam edelim. Zengine, hırsız d u r u m u n a düştüğünü, fakat b u n u
var. Gerisi kimin?: "Onların mallarında m a l u m bir hak vardır."
kendisinin bile fark etmediğini bakın nasıl anlatıyor: "Birisi O n u n yanına gelerek O'na: 'Ey iyi hocam! Sonsuz yaşama
(Meâric: 24). "Malum hak" ne?: "Onların mallarında yoksulların ve mahrumların hakkı vardır." (Zâriyat: 19). Yoksulun ve m a h r u m u n hakkını vermeyip de k e n d i n e saklaya10
erişmem için ben ne iyilik yapayım?' diye sordu. O da ona: 'Niçin b a n a iyi diyorsun? Birden; yani Tanrıdan başka iyi yoktur. {'Bana efendim deme 'Efendi' Allah'tır hadisine ne kadar da benziyor! İ.E) 101
Sosyal islam
K. İhsan Eliaçık
A m a eğer yaşama girmek istersen, buyrukları tut,' dedi. O da O n a : 'Hangilerini?' dediğinde, İsa: 'Bunları; öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan tanıklık yapmayacaksın, A n nene, babana saygılı olacak ve k o m ş u n u da kendin gibi seveceksin'
yanında çalıştırdığın işçiler hâlâ kirada? Git, onları ver. Onlar sana "emek hırsızlığı" yaptığın için geçti. Kazandığından sana bir "pay" vardır, hakkın sadece odur. Aksi halde deve iğne deliğinden geçerse sen de "Göklerin Egemenliğine" (Cennete) girersin, dedenin namazıyla veya "elinin kiri" kırkta birle övünerek değil...
dedi. O da ona: ' T ü m bunları çocukluğumdan beri tutuyorum; daha ne eksiğim var?' dedi. İsa, ona: 'Eğer kâmil olmak istiyorsan, gidip neyin varsa sat ve yoksullara ver. Bununla gökte hazineye sahip ola-
Kur anda şöyle yazılıdır: "Onlar (din adamları/yöneticiler) yalandan dolandan medet umarlar (semmâûne li'l-kezb) hırsızlıkla/
caksın ve gel bana katıl,' dedi. A d a m bu sözü d u y u n c a hızla uzaklaştı; ç ü n k ü zengindi. İsa, öğrencilerine: "Gerçekten size diyorum ki zengin k i ş i ' G ö k lerin Egemenliğine güçlükle girer. Ve yine size d i y o r u m ki zenginin T a n r ı n ı n Egemenliğine girmesinden, devenin iğne deliğinden geçmesi daha kolaydır." (Matta; 18/16-24). Tefsiri: Zengin kişi diyor ki: "Bunları ç o c u k l u ğ u m d a n beri yapıy o r u m zaten." İsa da diyor ki: "Yaptığını sanıyorsun. Sen bir şeyin farkında değilsin. "Çalmayacaksın" emrini üzerine alınmıyorsun. Bunun, zenginin malını yoksulun çalması olarak anlıyorsun. Oysa sen yoksulun hakkı sana geçtiği için ('Hırsız olmuşsun haberin yok' d e m e n i n kibarcası!) zengin olmuşsun. Git onları yoksullara ver, öyle gel. Yoksa ne dediğimi anlayamazsın. Bu kadar malla cennete (Göklerin Egemenliğine) giremezsin. Deve iğne deliğinden geçerse
yolsuzlukla yiyicilik (ekkâlûne li's-suht) yaparlar" (Maide; 42). Tevrat'da şöyle yazılıdır: "Yöneticileri asilerle hırsızların iş birlikçisi; hepsi rüşveti seviyor, hediye peşine düşmüş." (Yeşaya; I -23) Kime "hırsız" deniyor dikkat ediniz. İ n d i d e şöyle yazılıdır: "Bundan iyice e m i n olun: Koyunların ağılına kapıdan girmeyip de başka yerden giren hırsız ve soyguncudur. (Yuhanna; 10/1). Yani bilgi, servet veya itaat devşirerek zengin olanlar hırsızdır. Halkın malını haksızca/hırsızca/arsızca yiyenler koyun ağılına kapıdan değil; başka yerlerden girenlerdir. Asıl hırsız ve soyguncu l>ıı ulardır. Koyun ağılına (yeryüzü) başka yollardan (rızık ve rızık kaynaklarını ele geçirerek, toprağa çit çevirerek, doğal kaynaklara el
sen de cennete girersin..." Tevili: Bugün de aynısı denmiyor mu: " Ç o c u k l u ğ u m d a n beri cumaları hiç kaçırmam... D e d e m de n a m a z kılardı... Zekâtımı hiç aksatmam, kırkta bir mutlaka veririm... Çevremde hayırsever zengin olarak bilinirim..." İyi de nasıl zengin oldun? İhtiyacından fazla mal sende ne geziyor? 20 yılda katlar, yatlar almışsın, araziler kapatmışsın, apartmanlar dikmişsin, hesabına hazineler yığmışsın, 11
koyarak, üretim araçlarını (agvât) kendine sermaye yaparak) girip; l>unlar üzerinden servet yığanlar ve bunları Allah yolunda (yoksullar, muhtaçlar, kimsesizler, çaresizler, yolu kesilmişler, b o y u n d u r u k .ılı mdakiler için) infak etmeyenler hırsız ve soyguncudur... Koyun ağılına (bilgi) başka yollardan (cincilik, falcılık, ururukuliik; spekülasyon, borsa oyunları, bilgi tekeli oluşturarak) girip;
111
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
bunlar üzerinden güç ve hegemonya devşirenler hırsız ve soygun-
Emeğe, alınterine, çalışmaya, ekmeğe, sofraya uzanan elleri.
cudur...
Aça, yoksula, kimsesize, garibana uzanan elleri...
Koyun ağılına (kamuya) başka yollardan (yolsuzluk, faiz, rüş-
Bir milyar insanı aç bırakan o elleri (eyd)...
vet, nitelikli dolandırıcılık, iltimas, torpil, peşkeş, ihale üçkâğıtları,
Kurdukları küresel ve yerel düzenleri (yedâ) ...
yetki n ü f u z u , söğüşleme) ile girip; b u n d a n servet yığanlar hırsız ve
Evet, elleri (eydiyehum) kesilmeli. Yani ahtapot gibi her yana uzanan elleri; kurdukları s ö m ü r ü düzenleri (yedâ Ebu Lehep) son
soyguncudur... Koyun ağılına (din) başka yollardan (hediye, bağış, yardım pa-
bulmalı...
ralarını iç ederek, cemaat/tarikat paralarını zimmetine geçirerek,
Aksi halde hırsızlık bitmez, soygun sona ermez.
din kitapları basarak, tefsir yazarak, ayin/program düzenleyerek)
Banka soyana hırsız ve soyguncu diyoruz.
girip; bunlardan servet yığanlar hırsız ve soyguncudur...
Peki, banka kuran ne oluyor?
Koyun ağılına (fabrika) başka yollardan (asgari ücretle işçi çalıştırarak, emeği sermayeye eşit görmeyerek, ücret ve emek hırsızlığı yaparak) girip; b u n d a n servet yığanlar hırsız ve soyguncudur... Velhasıl bilgiyi, iktidarı ve serveti; kulak, itaat ve e m e k hırsızlığı yaparak otorite, iktidar ve servet yığma aracı haline getirenlerin alayı hırsız ve soyguncudur! Bunların yuvalandığı mekânlar ister devlet, ister tapınak, ister cemaat, ister tarikat, ister örgüt, ister fabrika, ister şirket, ister borsa, ister banka olsun İncil'in tabiri ile "haydut ini", Tevrat'ın tabiri ile "hırsızlar mağarası"dır. Bunlara K u r a n ı n tabiri ile de "aşağılık maymunlar" ve "domuzlar" denir...
İşte bunların "elleri kesilmeli"dir! Yere ve göğe uzanan elleri... Toprağa, suya, ırmağa, ekine uzanan elleri... Yeryüzünün rızık ve rızık kaynaklarına uzanan elleri... Doğal gaza, petrole, u r a n y u m a , yağmur o r m a n l a r ı n a uzanan elleri. .. 113 101
Sosyal islam
Devam...
(2):
[Düşman birliklerinin geri çekilmeyeceğini sanıyorlar-
dı. Eğer o birlikler bir daha gelecek olsa, iç bölgelerdeki Bedeviler (el-A'râb) içine gidip sizden gelecek haberleri oradan takip etmeyi tercih ederlerdi. İçinizde kalacak olsalar
ÇÖLDE YAŞAYAN "BEDEVİLER"
dahi savaşa pek aşılmazlardı.] (Ahzab; 33/20). Ayetin geçtiği pasajdaki (Ahzab; 9 - 2 7 ) ayetler İslâm tarihine "Hendek Savaşı" olarak geçen olayı anlatmaktadır. Şöyle ki: hic-
Malum, Kur anda Bedeviler diye çevirilen "el-A'rab" kavramı var. Türkçede Bedevi-, 1- Çölde yaşayan göçebe 2- Huysuz, ahlaksız anlamında kullanılıyor. (TDK) K u r a n d a ne anlamda kullanılıp kullanılmadığına bakılmadan "yol y o r d a m bilmez, kaba saba çöl Arabi" olarak biliniyor. Kur anda 10 (on) yerde geçiyor. Aşağıda hepsini tek tek verdim. Bakın, K u r a n ı n "Bedeviler' (el-A'rab) dediği kim?
retin 5. yılında b ü t ü n d ü ş m a n kabileler birleşerek Medinede kendileri için tehdit olarak gördükleri Hz. Peygamber önderliğindeki oluşumu ortadan kaldırmak istediler. Başta Kureyş ve Gatafan kabileleri olmak üzere t ü m d ü ş m a n kabileler birleşerek 12 bin kişilik bir orduyla Medine'yi kuşattılar. Kuşatma yaklaşık bir ay sürdü. Hz. I'eygamber Medine'nin etrafına h e n d e k kazılmasını ve şehrin bu şekilde savunulmasını emretti. T ü m girişimlere r a ğ m e n hendekleri geçip şehre giremediler. Derken destanlaşan direnişe, çıkan korkunç bir kasırga da destek verince kabileler koalisyonu perişan
(1): [Bedeviler (el-A'râb) 'İman ettik' dediler. Söyle onlara: Siz i m a n etmediniz, lakin 'Boyun eğdik' deyin. İman kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz yaptıklarınız boşa gitmez. Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve m e r h a m e t kaynağıdır.] (Hucurât; 19/14). Bedevilere neden "İman etmediniz, lakin boyun eğdik" deyin deniyor?'İmamn kalplerine girmiş olması' için ne yapmaları lazımdı? Ne yapınca 'Allah'a ve peygamberine itaat etmiş' olacaklardı? 'Yaptıklarının boşa gitmesi' ne demek? Kim bu Bedeviler (el-A'rab)?
114
oldu. Soğuk ve k u m kasırgasına daha fazla dayanamayıp gerisin geri çekildiler. (İbn Hişam, İbni İshak, Taberi).
Böylesi bir anda Medinede birtakım kimselerin, eğer d ü ş m a n birlikleri bir daha gelecek olsa, iç bölgelerdeki Bedeviler (el-A'râb) içine gidip gelecek haberleri oradan takip etmeyi tercih edecekleri, şehirde kalacak olsalar dahi savaşa pek aşılmayacakları söylenerek; bunların "kalplerinde hastalık bulunan", "mal düşkünü", "tehlike anında gözleri dönen", "tehlike geçince incitici konuşmalar yapıp duran" kimseler olduğu haber veriliyor. (Ahzab; 33/18-19)
115
R. İhsan Eliaçık
Sosyal slam
Şu halde Bedeviler (el-A'râb) bu özelliklere sahip olanların iş birlikçileri oluyor. Medine'nin münafıkları ile iş birliği içinde olduklarını anladık. Biraz ipucu çıktı ortaya ama hâlâ netleşmedi. Kim bu Bedeviler (el-A'rab)?
(4): [Göklerin ve yerin mülkiyeti Allah'ındır. Lâyık gördüğünü affeder, m ü s t a h a k g ö r d ü ğ ü n e de azap eder. Allah çok bağışlayandır, sevgi ve m e r h a m e t l e dopdoludur. Sizler birtakım
Devam...
ganimetleri almaya gittiğinizde o geride kalanlar yakında şöyle diyecekler: "Bırakın sizinle gelelim..." Onlar Allah'ın
(3): [Bedevilerden (el-A'râb) geride kalanlar sana "Bizleri mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu, bize bağışlama dile" diyecekler. Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar. Onlara söyle: "Eğer Allah sizi bir zarara uğratmayı isterse veya size bir yarar sağlamayı dilerse Allah'a karşı kim bir şey yapabilir? Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır."] (Fetih; 49/11). Rivayete göre bunlar M ü s l ü m a n olduklarını söyledikleri halde "mal, mülk, bağ, bahçe, evlâd-ı iyâl" bahanesiyle Hudeybiye seferine katılmayan Ğifar, Muzeyne, Culıayne, Eşca, Elsem ve Zeyl
sözünü değiştirmek istiyorlar. Onlara söyle: "Siz asla bizimle gelmeyeceksiniz. Hakkınızda b u n d a n önce Allah böyle buyurdu." O n a da diyecekler ki: "Hayır, bizi kıskanıyorsunuz..." Hayır, onlar anlayışı kıt kimselerdir. O geride kalan Bedevilere (el-A'râb) söyle: "Siz, ileride savaşçı bir toplulukla savaşmaya çağrılacaksınız. Öyle ki işin u c u n d a ölmenin de teslim almanın da olabileceği bir savaş... Bu d u r u m d a çağrıya uyarsanız Allah size en güzelinden karşılığını verir. Fakat daha önce yaptığınız gibi yan çizerseniz acı bir azaba çarptırır.] (Fetih; 49/16).
kabilelerine m e n s u p Bedevilerdi. Ç ü n k ü d u r u m u n kötü olduğunu, Mekkelilerin silahsız Müslümanları bir kaşık suda boğacaklarını
Rivayete göre burada Huydeybiye, Hayber veya Tebuk seferleri
düşünüyorlardı (Kurtubi, İbn Kesir, Zemahşeri). Olaylar düşün-
esnasındaki olaylardan bahsedilmektedir (Razi, Kurtubi, İbn Ke-
dükleri gibi gerçekleşmeyip Hudeybiyede antlaşma sağlanarak Hz.
sit). Ancak bugün için artık bunların "Kur'an'ı kendi etkin tarihi
Peygamber Mekke'ye d ö n ü n c e durumlarını k u r t a r m a k için mazeret
içinde anlamak" dışında bir önemi bulunmuyor. Ç ü n k ü Hudeybi-
ileri sürmeye başladılar. Fakat ileri sürdükleri mazeretler ilerleyen
ye, Hayber veya Tebuk tarih olup gitmiştir. Nitekim ayette hiçbir
ayetlerde ikiyüzlüce bulunarak reddedildi.
ısını, zaman ve mekân ismi verilmeksizin bu tarihsel olaylar üzerinden mesajlar verilmesi, bunların çok da önemli zaman ve mekânlar
D e m e k ki Bedevi "mal ve evlat" bahanesi ileri sürendir. Bunun için kenarda (badiye) d u r u r ve işin içine tam girmez.
olmadığını, asıl buradan çıkarılacak evrensel mesajlara yoğunlaşılın.ısı gerektiğini göstermektedir.
Bedevinin kim olduğu giderek netleşiyor. I'eki, nedir bu mesajlar?
Devam... 116
11
Sosyal İslam
R. İhsan Eli açık
ne yalan söyleyerek o t u r u p kaldılar. Onların kâfir olanlarını
Allah yolunda cihat bir ganimet' davası değil; iman, ihlâs, tev-
acı bir azap bekliyor.] (Tevbe; 9/85-90).
hid ve adalet davasıdır. Göklerin ve yerin mülkiyeti' Allah'a aittir (Mülk Allah'ındır). En temel, değişmez ve kalıcı gerçek budur. Böyle tarihin her d ö n e m i n d e işin u c u n d a 'ganimet' (mal) görününce "Biz de gelelim", sıkıntı görünce "Malımız, evlâd-ı iyâlimiz var, onları bırakamayız" mazeretleri ileri süren "Bedeviler" {elA'râb) olacaktır. Allah'ın davasını bir "rant" ve şahsi ikbal davası olarak anlayan bu tiplere dikkat edilmelidir. Bunlar görünüşte din, iman, Allah, kitap, peygamber deyip duran; gerçekte ise kendi çıkarından başka bir şey d ü ş ü n m e y e n , dine at gözlüğüyle bakan, aslında Allah'a değil; "mala/paraya" tapan korkak ikiyüzlülerdir. D i n bunlara teslim edilemeyecek kadar önemli bir olaydır, ey yüreğiyle iman edenler!
Görüldüğü gibi burada da cihada (Tebuk seferine)
çağırılınca
"mal, mülk, evlâd" bahanesiyle geride kalan servet sahiplerine (ulu't-tavl)) veya aynı bahaneyi ileri sürerek servet sahipleriyle betaber geride kalanlara "Bedevi" (el-A'râb) deniyor. Her iki halde de sonuç değişmiyor... K u r a n ı n "Bedevi" (el-A'rab) dediğinin 'kültürsüz, cahil çöl Aral)i' olduğunu mu sanıyorsunuz? O n u n için mi 'dinin sınırlarını tanımamaya' daha yatkınlar? Allah' ın hükümlerinin sınırlarını tanımamaya yatkın' olmalarının nedeni ne acaba? Devam... •-es-' •-<»-•
Bedevinin kim olduğu sanırım anlaşılıyor. Hâlâ k i m m i ş bu Bedevi mi diyorsunuz?
(6):
[Bedeviler (el-A'râb) inkâr ve nifak b a k ı m ı n d a n daha ile-
ri ve Allah'ın peygamberine indirdiği h ü k ü m l e r i n sınırlarını
Devam...
tanımamaya daha yatkındırlar. Oysa Allah bilendir, bilgelik kaynağıdır.] (Tövbe; 9/97).
(5): [Onların ne mallarını, ne de evlatlarını gözünde büyütme. Allah onlara dünyada ancak bununla azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını istiyor, başka bir şey değil! Baksana "Allah'a iman edin ve peygamberi ile beraber cihada çıkın" diye bir sure indirildiği zaman, içlerinden servet sahipleri (ulu't-tavl) senden izin istediler ve "Bırak bizi, rahatımızı bozma" dediler.
Geride kalanlarla beraber olmaya razı ol-
dular, onların kalplerine m ü h ü r vuruldu. Artık onlar gerçeği kavrayamazlar... Bedeviler (el-A'râb) mazeret beyan ederek kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah ve peygamberi 11
Görüldüğü gibi Bedevi (el-A'râb) mal d ü ş k ü n ü o l d u ğ u n d a n inkârı ve nifakı daha şiddetlidir. Ç ü n k ü mal canın yongası olduğundan ondan vazgeçemez. Öyle ki "Canımı al, malımı alma!" der. İşte bu şiddetli mal tutkusu y ü z ü n d e n Allah'ın peygamberine indirdiği dinin sınırlarını tanımamaya daha yatkın olanlar Bedevi i fl A'rab) oluyor. Öyle ki mal ve para söz konusu olunca dinden lüle çıkabilirler. "Böyle din olmaz olsun, bizi yoksulluğa çağırıyor." veya "Böyle peygamber olmaz olsun, servetimde gözü var." derler. Nıiekim bunlar peygamber ölür ölmez irtidat etmiş, dinden dönmüşlerdir. Şu halde "Peygamberin ö l ü m ü n d e n sonra çoğu Bedevi
119
R. İhsan Eliaçık
dinden döndü." demek, "Çoğu servet sahibi (ulu't-tavl) dinden
Sosyal, İslam rine karıştırdılar. Bunların tövbelerini Allah'ın kabul etmesi umulur. Ç ü n k ü Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve m e r h a m e t
döndü." demekti. "Bedevf'nin kim olduğundan hâlâ şüpheniz var sanırım.
kaynağıdır. Şu halde sözün n a m u s u adına (sıdk) mallarından al. Böylece bu kendilerini h e m temizlesin, hem de arın-
Devam...
dırırsın.] (Tövbe; 9/101-103). Rivayete göre bu ayette bahsedilenler üç kişi olup Ebu Lübabe (7): [Bedevilerden (el-A'râb) kimileri yaptığı infakı zarar sayar ve (bundan k u r t u l m a k için) size belalar gelmesini bekler dururlar. En kötü belalar kendilerine olsun! Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.] (Tövbe; 9/98). G ö r ü l d ü ğ ü gibi Bedevî öylesi bir tiptir ki ayette geçtiği gibi mal düşkünlüğü (eşihhaten ale'l-hayr) y ü z ü n d e n infaka yanaşmamakta
Mervan b. Abdülmünzir, Evs b. Salebe ve Vedia b. Hizam idi. Bunl.ırın sayısının 10'u bulduğu da söylenmiştir. İşte bunlardan yedisi "geride kalanlar" (servet sahipleri/Bedeviler) ile ilgili inen ayetleri okuyunca kendilerini mescidin direğine bağladılar. Hz. Peyg.ımber mescide gelince onları bu halde gördü ve niye böyle yapl'Olarını sordu. Onlar da Allah'ın Resulü kendilerini çözmedikçe kendilerini çözmeyeceklerine dair yemin ettiklerini söylediler. Hz.
ve bu yüzden de nifak ehli ( m ü n a f ı k ) olmaktadır. Dahası zar zor
Peygamber'in "Bu konuda bana bir emir gelmedikçe sizi çözme-
infak etse bile b u n u zarar saymakta, kendisini infaka çağıranların
yeceğim" demesi üzerine bu ayet nazil oldu ve onları bağlarından
başına bela gelmesini gözleyerek bir an önce bu can sıkıcı d u r u m -
kendi eleriyle çözdü. B u n u n üzerine onlar "Ey Allah'ın Resulü mal-
dan (infak zorunluluğu) k u r t u l m a k istemektedir.
lınınız y ü z ü n d e n sefere katılmadık, hepsini tasadduk ediyoruz,
Bedevilerin (çoğunun) böylece münafıklar (infak etmeyenler,
l.ı/i temizle" dediler. Hz. Peygamber "Ben sizden bir şey almakla
b u n d a n kaçanlar) olduğu anlaşılmış oluyor. Gelen ayet ise b u n u n
rmrolunmadım" deyince bir sonraki "Sözün n a m u s u adına (sıdk)
böyle olduğu k o n u s u n d a tartışmaya mahal bırakmayacak kadar
ıılallarından al, böylece temizlenip arınsınlar." ayeti nazil oldu
açıktır.
(K.ızî, Kurtubi, İbn Kesir, Taberî). Çünkü bunlar geride kalanlarla (servet sahipleri/Bedeviler) uyarak mallarını saklamışlar ve sefere katılmamışlardı. Böylece in-
(8): [Çevrenizde Bedevilerden (el-A'râb) münafıklar vardır.
l.ık kaçkını (münafık) d u r u m u n a düşmüşlerdi. Fakat sonra tövbe
Medine halkından münafıklıklarını küstahlık derecesinde
• ilerek dönmüşlerdi. Tövbe suresinin adı da b u r a d a n gelmektedir.
ileri götürenler var. Sen bilmezsin onları, Biz biliriz. Onları
\velle geçen servet sahiplerine (ulu't-tavl) ve Bedevilere (el-A'rab)
katmerli azaba çarptıracağız. Sonuçta büyük bir azabın için
!•'• nifakta (infak kaçkınlığında) direndikleri için "Çevrenizde
de bulacaklar kendilerini... Kimileri de var ki salih amelle
llı ılevîlerden (el-A'râb) münafıklar vardır. Medine halkından m ü -
rini öteki kötü davranışlar (cihat ve infaktan kaçış) ile birbi
n.ılıklıklarını küstahlık derecesinde ileri götürenler var. Sen bilmez-
121 101
Sosyal, İslam
R. İhsan Eliaçık
sin onları, Biz biliriz. Onları katmerli azaba çarptıracağız." dendi. Ve Bedevi (el-Arab) tabirinin geçtiği son iki ayet...
(10): [Bedevilerden (el-A'rab) Allah'a ve ahiret g ü n ü n e inanan, yaptıkları infakı Allah'a yakınlaşmaya ve peygamberin duasını almaya vesile sayanlar da vardır. Gerçekten de bunlar yakınlık vesilesidir. Allah onları sevgi ve merhametle bağrı-
(9): [Ey iman edenler! Allah'ın öfkesini çekmekten sakının ve doğrular/verenler (sâdıkûn) ile birlikte olun. Ne Medine halkının ne de etrafındaki Bedevîlerîn (el-A'rab) Allah'ın elçisine kayıtsız kalmaları ve onu bırakıp kendi canlarının
na basacaktır. Ç ü n k ü Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır.] (Tövbe; 8/99). D e m e k ki "Bedeviler" (el-A'rab) içinde olumlu bakılan tek grup "infak" edenlerdir. Diğerleri de Allah'a ve ahirete inandığını söylemekte, fakat infak etmeyerek lafta kalmaktalar. O n u n için onlara
derdine düşmeleri yakışık almaz. Ç ü n k ü onların Allah yo-
İman ettik demeyin, boyun eğdik deyin" denmekte. İman iddiala-
lunda çektikleri her susuzluk, her yorgunluk, her açlık veya
rının geçerli olması için infak etmeleri, mal d ü ş k ü n l ü ğ ü n d e n vaz-
kâfirleri öfkelendirecek her cesur çıkış ve d ü ş m a n karşısında
geçmeleri gerektiği söylenmekte. Böyle yapanlar da bu son ayette
elde ettikleri her başarı hanelerine güzel bir amel olarak ya-
görüldüğü gibi övülmekte...
zılır. Allah güzel ahlak sahiplerini karşılıksız bırakmaz. Yine • - » j
küçük ya da büyük yaptıkları her înfak, kat ettikleri her yol hanelerine sevap olarak yazılır ve Allah'tan karşılığını daha güzeliyle alırlar.] (Tövbe; 9/119-121). Görüldüğü gibi burada da genel bir çağrıyla "Medine halkı" ve "Bedeviler" mallarından vermeye (tasadduk) ve infak etmeye ça-
"Bedevi" (el-A'rab) kelimesinin K u r a n d a geçtiği 10 (on) yeri gördünüz. Hepsinde de mal, ganimet, infak, tasadduk geçiyor. Ayetlerin öncesini ve sonrasını okuyun, hiç şaşmadığını göreceksiniz.
ğırmıyorlar. Allah'ın elçisinin ve onunla birilikte olanların çektikleri
Mal ve ganimet düşkünlüğüne, b u n u n için savaştan geri d u r m a -
sıkıntılara kayıtsız kalmalarının ve kendi mallarının ve canlarının
ya, Kuran, işin kenarında (badiye) d u r m a , imanın kalbe girmeme-
derdine düşmelerinin d o ğ r u olmayacağı hatırlatılıyor. B u n u n güzel
si, dıştan teslim olmuş g ö r ü n m e , yani "Bedevilik" diyor.
ahlak sahibi (muhsin) olmak d e m e k olduğu, Allah tarafından karşılıksız bırakılmayacağı ısrarla vurgulanıyor.
Bedevi kelime manası itibariyle bedâvet/buduv k ö k ü n d e n gelir. İlk/başlangıç demektir. îbtidâi de buradan gelir. İlkel diye Türkçeye sevil iyoruz. Mubtedi de aynı kökten olup yeni başlayan demektir. Bu d u r u m d a bir K u r a n kavramı olarak Bedevi, din k o n u s u n d a
Ve geliyoruz Bedeviler (el-A'rab) kelimesinin olumlu anlamda kullanıldığı tek yer olan son ayete... Bakın, onda da konu aynı; 123 101
ilkel kalan, henüz mübtedi seviyesini aşamamış, "İnandım" ( A m e n in) demenin yeteceğini sanan, lafta kalan, ritüellere takılan, bunları 'linin kendisi sanan, bunların ötesine geçip infaka, tasadduka, ver-
R. hsan Eliaçık
meye, paylaşmaya (öze, esasa) gelemeyen, b u n u n için de zenginlik t u t k u s u n u aşamamış, dünya hayatına (mal ve metaya) bağlanıp kalmış, K u r a n kapısından m a m o n a (paraya) ayak basıp geçememiş kişi demektir. O n u n için "İman ettik." demeleri geçersiz olup "Boyun eğdik." (dıştan kabul ettik) demeleri daha uygundur. Ç ü n k ü i m a n h e n ü z kalplerine girmemiştir.
"TEK ÇEŞİT YEMEK" VE "SAMİRÎ'NİN BUZAĞISI Kimmiş Bedevi anladınız mı? Bedevi, çölde yaşayan köylü d e m e k değildir. Bedevi, kendi iç dünyasında çöl hayatı yaşayandır. Servet ile gözü kararan, para ile merhametsizleşen, içine düştüğü bu mal ve meta vahasından ötekini göremeyen; açın iniltisini, öksüzün ağlamasını, yoksulun çığlığını duyamayan herkes çölde yaşayan bir Bedevidir... Çöl, Arabistarida değil; içimizdedir. Bedevinin içi çöldür, içi...
Malum, Kur anda "buzağı" anlatısı vardır. İçlerinde İsrailoğulları'nm da olduğu Mısırlılar, yeni bir yurt arayışı ile Musa önderliğinde Mısırdan çıkarlar. Kölelikten kurtulup özgürce yaşayacakları yurda d o ğ r u ilerlerken türlü döneklikler yaparlar. 'Özgürlüğün riskine' katlanamayıp, 'hür ve bağımsız olaı ağız diye böyle çöllerde sürünmektense tekrar eski kölelik gönlerine d ö n m e k daha iyi' diye düşünürler ve Musa'yı yarı yolda bırakıp dönmek isterler... İşte bu olayları anlatırken K u r a n muazzam mesajlar verir. Kölelikten k u r t u l m a k isteyen, h ü r ve bağımsız yaşamak isteyen dünyanın t ü m halklarına b u n u n nasıl gerçekleşeceğinin yollarını anlatır. Alttakilerin, ezilenlerin, kölelikten k u r t u l m a k isteyenlerin yol haritası mesabesindeki bu anlatılar geleneksel vaizlerin dilinde bimt mitolojiye dönüştürülerek anlaşılmaz hale getirilmiş, verdiği muazzam mesajların sinirleri alınmıştır; onlardan bir şey anlayamazsınız. Oysa bakın 'Tek çeşit yemek' ne anlama geliyor ve 'Samirî'nin hu/ağısı' ne demek?
176
125
Sosyal, İslam
R. İhsan Eliaçık
ilan yakalanıyorlar ve Firavunlara köle oluyorlar. Firavun, onlara bunu veriyor. Onlar b i t m e k t ü k e n m e k bilmeyen yeşillik, sarımsak, Önce, tek çeşit yemek...
soğan, kabak, mercimek vs. peşinden koştukça köleleşiyorlar aslın-
[Şöyle demiştiniz: "Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe k a z a n a m a -
da.
yacağız; Rabb'ine yalvar da, yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sa-
Yani eşyanın, nesnelerin ve metaların kölesi haline geliyorlar.
rımsak, mercimek ve soğan çıkarsın." Musa da; "Hayırlı olanı daha
1 )aha fazla eşya, daha fazla meta, daha fazla tüketim, daha fazla yi-
aşağı olana tercih mi ediyorsunuz? Mısır'a geri d ö n ü n , orada iste-
yecek, daha fazla giyecek, daha fazla, daha fazla... Bu ihtiras bir
diğinizden var." demişti. Allah'ın gazabına uğradılar, onlara zillet
tiirlü bitmek bilmiyor. İhtiraslarının peşinden koştukça metalara
ve alçaklık damgası vuruldu. Bu, Allah'ın mesajını inkârda ısrarları
köle oluyoruz, haberimiz yok.
ve peygamberleri haksız yere öldürmelerinden dolayı böyle oldu,
İşte "tek çeşit yemek" b ü t ü n bunları kestirip atıyor.
b u n d a n hiç şüpheniz olmasın. Bu böyle oldu, ç ü n k ü isyan etmişler
Şu halde "tek çeşit yemek" bize ihtiyaçtan fazlasına t a m a h et-
ve aşırı gitmişlerdi.] (Bakara; 2/61)
memeyi, israf ve gösteriş peşinde koşmamayı, açgözlü ve muhteris
G ö r ü l d ü ğ ü gibi kölelikten kurtulanlar "tek çeşit yemeğe"
olmamayı, "yerin bitirdiklerinin" t a m a m ı n ı n bize ait olmadığını,
(ta'âmin vahidin) sabredemeyeceklerini/katlanamayacaklarını söy-
onda başkasının da hakkı olduğunu, "tek çeşit yemek" ile yetin-
lüyorlar. Mısır daki efendileri Firavun un çok çeşitli yemeklerinden
meyip onlara da göz d i k m e m e m i z gerektiğini, ilahî taksimatta bize
istiyorlar. Yerin bitirdiği çeşitlerden; yeşillik, kabak, sarımsak, mer-
düşene (bütün içinde eşit parça; kısmet) razı olmamızı, nasibimiz
cimek, soğan vs. istiyorlar.
(taksimatta bize düşen pay) ile yetinmemizi, 'Buna katlanamaya-
Burada "tek çeşit yemek" sadeliği ve ihtiyacı kadar olanı temsil
(ağız, d a h a fazlasını isteriz, ötekine düşen payı da isteriz' ihtirasını
ediyor. "Yerin bitirdiği şeyler" (mimrnâ tunbitu'l-arz) ise çokluğu,
bırakmamızı, bunların bizi köleleştireceğini, Firavunların bizi asıl
türlü türlü yiyecekleri ifade ediyor.
İni zaafımızdan esir aldığını vurgulamakta ve u y a r m a k t a . . .
"Firavun bizi bolluk içinde yaşatıyordu. Ö n ü m ü z e her türden
"Tek çeşit yemek" ile temsil edilen sadeliğe, kanaatkârlığa, züh-
yiyeceği koyuyordu. Köleydik ama bolluk ve refah içindeydik. Şim-
de, bütün içinde 'takdir' edilmiş olan 'eşit paya' (nasip/kısmet) razı
di özgür olduk ama tek çeşit yemeğe talim ediyoruz." d e m e k isti-
olarak bu oyunu bozmamız gerektiği mesajını vermekte...
yorlar.
Bu istek karşısında Musa ne diyor?
"Tek çeşit yemek" b u g ü n için sadeliği, ihtiyacı kadar olanla ye-
"Hayırlı olanı (sadeliği, kanaatkârlığı, zühdü, eşyadan ve meta-
tinmeyi temsil ederken, "yerin bitirdikleri" yani yeşillik, soğan,
l.ırdan özgürleşmeyi) bırakıp, daha aşağılık olanı (hırs, açgözlülük,
sarımsak, kabak, m e r c i m e k vs. b u g ü n için "tüketim kültürü" de-
ıloymama, daha fazlasını isteme, ötekinin payına göz dikme, eşya,
diğimiz türlü türlü eşyaları, çeşit çeşit metaları ifade ediyor.
meta ve tüketim çılgınlığını) mı istiyorsunuz? O istediğinizden
İnsanlar sadeliği terk edip daha fazlasına "iştah" edince, bura-
126
M ısır da çok var, oraya gidin...
101
Sosyal İslam
R. ihsan Eliaçık
Firavun bunları size veriyordu, önünüze bol sarımsak, soğan, yeşillik, kabak, mercimek (eşya, meta) vs. koyuyor, doya doya yedi-
Gelelim buzağıya tapmaya...
riyor, sonra da eşek' gibi çalıştırıyordu, oraya gidin...
Olay K u r a n d a şöyle anlatılır:
Üstelik de aslında azıcığını veriyor, çoğunu kendisi alıyordu.
[Musa öfkeli ve morali bozuk bir şekilde halkına döndü. 'Ey
Sizi karın tokluğuna çalıştırıp emeğinizi sömürüyordu. Bal ve süt
halkım, Rabb'iniz size son derece güzel vaatlerde b u l u n m a d ı mı?
vermiyordu mesela, yeşillik, soğan, sarımsak, mercimek, n o h u t ve-
Çok
riyordu, b u n u bile göremiyorsunuz. Kendi emeğinizin ü r ü n ü olan
mu uzadı vaat? Yoksa üzerinize Rabb'inizden gazap inmesi-
tek çeşit yemeği bırakıp, F i r a v u n u n size çok çeşit g ö r ü n e n soğanı-
ni mi istediniz de bana verdiğiniz sözü tutmadınız?' dedi. Onlar
na, kabağına, mercimeğine t a m a h ediyorsunuz, oraya gidin..."
Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz
İşte b u n u n için onlar Allah'ın gazabına uğradılar. Kendilerini
Mısırdan çıkarken halktan üzerimize birtakım süs eşyaları almış-
"tek çeşit yemeğe" çağıran peygamberlerine karşı geldiler. Onlara
lık. Onları attık, aynı şekilde Samirî de attı' dediler. Senin ardından
özgürlük zor geldi. Önceki kölelik yıllarını özlediler. Tekrar kölelik
halkına böğüren bir buzağı heykeli yapıp çıkardı. 'İşte sizin tanrınız
yıllarında önlerine konan sarımsak, soğan gibi yiyecekleri istediler.
ve Musa'nın tanrısı bu. Fakat Musa b u n u unuttu' dediler.] (Taha;
Kölelik onların r u h u n a işlemişti, özgürlüğün riskine katlanamadı-
Kh-88).
lar. Musa da dedi ki: O halde utanç içinde gerisin geri d ö n ü n . Orada bu istediklerinizden var...
Görüldüğü gibi Musa halkının yanından uzaklaşınca Samirî, Mısır'dan getirdikleri süs eşyaları ile bir buzağı heykeli yapıyor ve
İşte böylelerine zillet ve alçaklık damgası vurulur. Aşağılık bir
Sizin tanrınız da, Musa'nın unuttuğu tanrısı da bu" diyor.
hayatla mutlu olurlar. Özgür olmanın şeref ve haysiyetinden nasip
SAMİRÎ: Eski Mısır dilinde "ecnebi, yabancı" anlamına gelen
leri yoktur. "Bir kaşık aşım, ağrımaz başım." diyerek güce ve zen
shcnıer k ö k ü n d e n bir sıfat-isimdir. Dolayısıyla Samirî, Hz. Musa'ya
ginliğe taparlar. G ö r ü n m e y e n bir Allah ve özgürlük onlara çok zor
inlememde katılan binlerce Mısırlıdan birisi olmalıdır. İsrailoğulla-
ve katlanılmaz gelir. Kimde zenginlik, güç ve iktidar görseler kuy
n Mısırdaki Firavun İ m p a r a t o r l u ğ u n u n tanrı-devlet sembolü kut-
ruklarını sallayarak etraflarında pervane olurlar. Böyle yapmakla
s.ıl boğa (Apsis)'m etkisinde oldukları için Musa aralarından ayrılır
Allah'ın gazabını çekmekten başka bir şey yapmış olmazlar.
ayrılmaz, tekrar geri d ö n m e arzusuyla boğa (Apsis) heykeli yaparak
Allah, "özgürlüğün" değerini gösteriyor; kendi şerefi ve haysi yeti ile yaşamanın yollarını öğretiyor. Fakat onlar köleliği özgürlüğe
'''•ki Mısır dinine d ö n m e eğilimi gösterdiler. Mısır'daki boğa (bakara) heykelleri, arkasından ve ö n ü n d e n
tercih ediyorlar. Ve b u n u d o y m a k bilmez ihtiraslarının peşinden gi
hoşluk bırakılarak yapılırdı. Rüzgâr vurunca da b ö ğ ü r m e sesi çı-
derek kendi kendilerine yapıyorlar.
kıt irdi. Bu boğaya metafizik bir hava verirdi. Genellikle tunç ren-
D e m e k "tek çeşit yemek" sadeliği ile yetinerek küresel Firavun ların o y u n u n u b o z m a k lazım...
Kinde, altın yaldızlı olurdu. Gücü; tanrısal bilgiyi (sihir), devleti m serveti elinde b u l u n d u r m a n ı n sembolüydü. Böyle onlarca boğa
129 18i
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
heykeli Mısır'ın ana cadde ve meydanlarında dikiliydi. F i r a v u n u n
Daha sembolik a n l a m d a yorumlarsak, "süs eşyalarından bu-
sarayına çıkan yolun her iki yanı da böyle heykellerle doluydu (Eli-
zağı yapmak" süs, altın, para, servet hırsından vazgeçememek ve
ade). Kur an m en uzun suresine adını veren "bakara" da boğa/inek
bunu elde etmek için Firavuna yaranmak, ona kölece sığınmak,
(Apsis) d e m e k olup b u n u anlatır.
bunun için de o n u n soğanına, sarımsağına, mercimeğine, yeşilli-
İşte Samirî b u n u n bir benzeri küçük figürünü (ıcl /buzağı) yap-
ğine razı olmak d e m e k olur. Nitekim sonraki ayetlerde "Onların
mış ve "Bizim eskiden beri Tanrımız bu, bundan vazgeçemeyiz"
kalplerine buzağı (sevgisi) içirildi" (Bakara; 2/93) ifadesi b u n u n
diye laflar etmeye başlamıştı.
esasında kalpte olan/içsel bir d u r u m olduğunu gösterir. Demek ki dışarıdaki put (buzağı) içe içirilmişin/işlemişin; tut-
Tc/"Arapçada buzağı/dana d e m e k olup Türkçede de kullanılan "acele/âcil" k ö k ü n d e n gelir. K u r a n d a insanoğlunun temel bir özelliği olarak dünyaya düşkünlük, dünya malına tamah anlamında kullanılır: "Hayır! Siz şimdi/hemen/peşin (âcile) olanı seviyorsu nuz, sonrasını/ilerisini (âhire) bırakıyorsunuz" (Kıyamet; 20-21). Keza insanoğlunun temel bir tabiatı olduğu söylenir: "Muhakkak ki insan hemen/peşin/şimdi olana düşkün (acel) yaratıldı." (En
kunun, ihtirasın mücessem ifadesi (ıclen cesedâ) oluyor. Bu nedenledir ki "kalplerine buzağı sevgisi içirilenler" yani süs, altın, para ve servet tutkusu içinde olanlar ve b u n u n için de Firavuna kölece boyun eğenler K u r a n d a hep "aşağılık maymunlar", "domuza dönüşenler", "haddi aşanlar, aşırı gidenler", "zillet ve alçaklık damgası vurulanlar" ve "gazaba uğrayanlar" olarak anılırlar. Bunlar Kur an söyleminin öfke ibresinin tavan yaptığı yerlerdir.
biya; 37). Bu d u r u m d a Samirî'nin yaptığı ayette geçen "ıclen cesedâ", "in sanoğlunun b u r a d a / ş i m d i / h e m e n olana d ü ş k ü n l ü ğ ü n ü n ölü (ceseıl) bir hayvan temsili ile ifadesi/dışa v u r u m u " d e m e k olur. İşte "buzağı heykeli" bu oluyor. Samirî'nin "Musa unuttu" demesi yaptığı buzağı heykelinin öıı ceden bilinen bir şey olduğunu gösterir. Samirî'nin d e m e k istediği şuydu: "Mısır'daki Firavun sarayının, tanrısal güç, bilgi, iktidar ve servet sembolü olarak kullandığı boğa figürü ile temsil edilen tan
Neye öfkelendiğine/gazap ettiğine dikkat ediniz. Buradan Fatihada ln-r gün o k u d u ğ u m u z "gazaba uğrayanların/öfkeni çekenlerin yoluna değil" (gayri'l-mağdubu aleyhim) derken ne demiş olduğuIMIız
sanırım anlaşılıyor.
Nitekim yukarıdaki ilk ayette "Allah'ın gazabına uğradılar, onlara zillet ve alçaklık damgası vuruldu.... Çünkü isyan etmişler »<• aşırı gitmişlerdi." denildiği dikkatinizden kaçmamıştır. "Aşırı gitmek, aşırılık" k o n u s u n a dikkatinizi çekerim.
rıyı unuttu da gitti g ö r ü n m e z bir Tanrıyı Sina D a ğ ı n ı n yamaçla rında arıyor. Hâlbuki önceden bizim tanrımız buydu. Bundan v.ı/ geçemeyiz. Bakın Musa'ya uyduk çöllerde sürünüyoruz. Demek kl Mısır'ın büyük tanrısını kızdırdık. Şimdi tekrar ona dönüyoruz.
'-anıldığın aksine aşırı gitmek "tek çeşit yemeği" (sadeliği, ihHya> ı kadar olanı) s a v u n m a k değil; ihtiyacından fazla olanı da isli inek. ona hırs beslemek, eline geçirince biriktirmek, paylaşman ı z ı ir.
130
18i
Sosyal İslam
R. ihsan Eliaçık
Yine sanıldığının aksine zillet ve meskenet damgası yemek "tek çeşit yemek" ile yetinmek değil; "yerin bitirdiklerine" yönelik doym a z bir iştah, Allah'ın doğal çevrede var olan nimetlerini (kudret helvası, bıldırcın) az görüp, başkalarının elindekine de göz dikmektir. Onları elde etme u ğ r u n a Firavunlara kölece boyun eğmektir. Yine sanıldığının aksine Allah'ın gazabına uğrayanlar (mağdubu aleyhim) kurumsal bir din olarak Yahudiler değil; O g ü n k ü Yahudi-
değil; ' "yerin bitirdiklerinden" yeşillik, bahçe, soğan, sarımsak, bakla, h u r m a tarlaları da isteyenler, onların peşinden kölece gidenlerdir. "Tek Allah"ı bırakıp m a m o n a (para, servet/altın/buzağı) tapanlardır. Aşırı giden ve haddi aşanlar ayette geçtiği gibi kalplerine buzağı sevgisi içirilenlerdir. "Her ü m m e t i n fitnesi vardır b e n i m ü m m e t i m i n fitnesi de mal
lerin yaptığını yapanlardır. Yani "tek çeşit yemeğe" razı olmayanlardır, "Tek eve" katlanamayıp üstüne havuzlu villa, apartman, kat, yat, cip, jet-ski, rezidans vs. ekleyip Karunlaşanlardır. Sonra da bunların esiri/kölesi olanlardır. "Tek işe" katlanamayıp soğan, sarımsak, mercimek, bakla (tekstil, banka, matbaa, gıda, enerji, medya!) vs. işine de girerek "yerin bitirdiklerinin/ürettiklerinin" hepsine tamah ederek (tekel/baron olmak isteyerek) kişisel servetlerini katlamak isteyenlerdir. Sonra
olacaktır." diyen Hz. Peygamber in yolunu sürdüren, "Her ü m m e tin bir putu vardır, bu ü m m e t i n putu (buzağısı) da maldır." diyen Hasan-ı Basri'nin uyarısını önceden haykıran ve ü m m e t i Musa ve H a r u n gibi "tek çeşit yemeğe", b u n d a n fazlasını infaka çağıran I büzer marjinal ve aşırı oluyor öyle mi? Başta Hz. Peygamber olmak üzere, Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebuzer ve A m m a r gibi "tek çeşit yemeğe" razı olmak "kişisel tcrcih" oluyor öyle mi? Bunlarınki "marjinal/uç/aşırı" bunların yolunu terk ederek
da b u n u n esiri/kölesi olanlardır. "Tek eşe" katlanamayıp sarışın, esmer, kumral vs. heva ve heveslerinin peşinden gidenlerdir. Sonra da onların esiri/kölesi olanlardır.
yerin bitirdiklerinden soğana, sarımsağa, baklaya, yeşil bahçelere, burma tarlalarına t a m a h edenler, kalbine buzağı sevgisi içirilenler, süse, altına, servete, mala, mülke iştahla sarılanlar ve yığdıkça/sayılıkça sevinenler "normal" oluyor öyle mi?
Onlar kalplerinde buzağı (altın, para, servet, güç) tutkusu olan lar, b u n u n için egemenlerin ö n ü n d e kırk takla atanlar, kaz gelecek
"İnfak olması için zengin olunması lazım." diyerek Karunlaıp, servetinin anahtarlarını bir bölük taşıyamaz hale gelince "Bu
yerden tavuk esirgenmez diyenler, az bir menfaat (cemaate yardım,
l.ııııa bendeki bilgi sayesinde verildi." diyenler normal, b u n a karşı
vakfa bağış) gelecek diye zenginlerin keyfine göre ayetleri y o r u m
ı,ikanlar uç oluyor öyle mi?
layanlardır.
Bakınız, Ebuzer sayısal olarak hiç de tek değil. Tam tersi tıpkı Yımiri'nin tek, Musa'nın halkının çok alması gibi Ebuzer çoğunluğun/geniş halk kitlelerinin sesiydi, asıl diğerleri (saray çevresi)
H e m kimmiş aşırı giden? Aşırı giden ve haddi aşan "tek çeşit yemeğe" razı olan Ebuzer 132
ııı.ırjinal/uç idi.
18i
R. ihsan Eliaçık
Buzağıya t a m a h edenler hep bir avuç iktidar ve servet sahibi ol-
Sosyal İslam Bir avuç saray erkânı mı milyonlarca halk mı? Halkın ( ü m m e t i n ) çoğunluğu o gün de "tek çeşit yemekle" ya-
muştur. İşçi/emekçi değil; patron tektir. Halk değil; kral tektir. Askerler
şıyordu. Saray çevresi, malcılar, mülkçüler azınlıktaydı. Tarihin her
değil; k o m u t a n tektir. Halkın evleri/ gecekondular değil; saraylar,
d ö n e m i n d e de böyledir. A m a onlar tehlikenin neredene geldiğini
villalar marjinaldir.
bildikleri ve kitle iletişim araçları ellerinde olduğu için "tek çeşit
Onlar sihir yaparak gariban halkı kandırırlar. "Kavmin zengin-
yemeğe" çağıranları azınlıkta/marj inal/uç gibi gösterirler.
likten şımarmış ileri gelenleri" tarih boyunca hep kendi korkula-
-S- '
rını kitlelerin korkusuymuş gibi lanse etmişler, kendileri azınlıkta olduğu halde "tek çeşit yemeğe" çağıranları azınlıktaymış gibi gös-
Size söyleyeyim: Musa aralarından ayrılınca buzağıya tapanlarla, M u h a m m e d aralarından ayrılınca mala tapanların d u r u m u
termişlerdir. Sorarım size, b u g ü n Türkiyede "tek çeşit yemeğe" katlanan mı çok, yoksa bir eli yağda bir eh balda, Boğazda piposunu tüttüren
aynıdır. Daha geçen gün Kâbe'nin örtüsü değiştirildi. Üzerinde 120 kilo altın olan ipek k u m a ş t a n yapılmış yenisiyle örtüldü. Eskisi ziyarete
mi çok? İşçi/emekçi mi çok, patron mu çok?
gelen devlet başkanlarına (tuzu kurulara) parça parça hediye edili-
Halk mı çok, iktidar ve servet sahipleri mi çok?
yor. Ebu Cehil de Kâbe'nin ortusunu böyle altın işlemeli örtülerle
Kaç kişi bu tuzu kurular? Topu topu 12.020 aile!
değiştirirdi ve b u n u n l a övünürdü.
Geniş halk kitlesi işte böyle; o zamanda, Ebuzer gibi "tek çeşit
Kâbe'nin içindeki putlar yıkıldı, evet. A m a tıpkı Musa gibi Peygamberimiz de aramızdan ayrılınca Samirîler yeni putu dikti.
yemekle" yaşıyordu. Tuzu kuruların sayısı o zaman da azdı, b u n u n çok çok altınday-
"Bizim asıl tanrımız zaten buydu, M u h h a m m e d o n u unuttu."
dı. Fakat toplumsal servetin % 76'sı onların elindeydi. Memleket bir
dediler. Tıpkı H a r u n gibi Ebuzer de yapmayın, etmeyin dedi ama
avuç zadeganın şahsi mülkü haline gelmişti.
sözünü dinletemedi.
Bu d u r u m d a Ebuzer geniş halk kitlelerinin sesi, soluğu ve nefesi
Putu diken halk değildi; Samirî idi! O halkı kandırdı, buzağıyı süslü gösterdi, "Allah nimetlerini
oldu. Bir avuç saray çevresi onu marjinalleştirmek istedi. Yalnız, tek
kulları üzerinde görmek ister." dedi, "Güçlü o l m a m ı z lazım."
diyerek sanki kendileri çoğunluktaymış gibi gösterdiler. Ebuzer gi-
dedi, "Aç kalırsınız, üşürsünüz, tedavi olamazsınız." dedi. Halkın
bilerinin sesini şeytanlığın ve şarlatanlığın her türlüsünü deneyerek
zaaflarını istismar etti, zaten hep böyledir...
bastırdılar, o n u n için sanki tek başına kalmış gibi g ö r ü n d ü .
"Küresel Samirîler" de hep buradan girmiyorlar mı?
Kim yalnızdı?
Kanmayın g ü n ü m ü z ü n Samirîlerine, Harun'a kulak verin!
Saray mı yoksa şehrin etrafını sarmış gecekondular mı?
Kanmayın g ü n ü m ü z ü n Muaviyelerine Ebuzer'e kulak verin!
134
18i
R. hsatıEliaçtk Musa'yı ve Muhammed'i asıl onlar anlatır size. Yoksa kalbinize buzağı (altın/mal) sevgisi mi içirildi? O n u n için mi "tek çeşit yemeğe" katlanamayız diyorsunuz? Kuran kimden bahsediyor sanıyorsunuz? Bu makalede üç bin sene öncesinin İsrailoğulları mı anlatıldı sanıyorsunuz?
KENDİ ELLERİYLE YONTTUKLARINA TAPANLAR
Saffât; 95: "Dedi: Kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı ibadet rdiyorsunuz?" (Gâle e ta budûne mâ tenhitûn?) Yazının başlığı görüldüğü Hz. İbrahim'in bu sorusundan alınma. Ama ne soru! "İbrahim'in soruları" arasında en sarsıcı olanlarından birisi ilaha... Malum, Hz. İbrahim'e sağlığında üç beş kişi bile inanmamıştı. Ama öyle sorular sormuş, öyle sorgulamalar yapmıştı ki açtığı çığır imparatorlukları çatırdatmış, kâşaneleri yıkmıştı... Ayette geçen "tenhît" bir şeyi yontmak, elleriyle içini oymak ılcıııek. Örneğin Arab heykeltıraşa bu kökten "tenhitu'l-temâsil" ılı-ıııiş... Yani resimleri/temsilleri elleriyle oyan, yontan, şekil veırıı... .-«»j Kuran bu kelimeyi birkaç yerde daha kullanıyor, bakın nereler.1. | Ad kavminin ardından yeryüzüne sizi yerleştirdi. Düzlüklerin-
136
137
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
de saraylar, dağlarında evler (köşkler) yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetine d ü ş ü n ü n de yeryüzünü talan etmeyin.] (A'raf; 74). [Siz burada rahat ve lüks içinde yaşayacağınızı mı sanıyorsunuz? Böyle bahçeler, çeşme başları, salkım, salkım hurmalar ve ekinler içinde? Dağları yontup saray yavrusu evler (köşkler) yapıyorsunuz. Allah'tan sakının ve sözümü dinleyin. Haddi aşanların, yeryüzünü talan edenlerin peşinden gitmeyin.] (Şuâra; 146-153). Görüldüğü gibi, bu sözler, Âd kavminin ardından yeryüzünde ( O r t a d o ğ ü d a ) kök salan Semud kavminin "zenginlikten şımarmış ileri gelenlerine" Hz. Sâlih tarafından söylenmekte. Onlar yeryüzünün ovalarında saraylar, dağlarında köşkler yapmış, rahat ve lüks içinde yaşayan, geniş bahçelerde, çeşme başlarında, salkım salkım hurmalar ve çiftlikler içinde, korunaklı saraylar/duvarlar (burç/burj/burjuvazi?) içinde yaşamaktaydılar. Allah'tan (halktan) bihaberdiler. Dışarıda ne olup bittiğinden haberleri yoktu. Kendi el-
Bundan önce de Nuh'un dilinden kavmin "bahçe, çiftlik, yontulmuş saray ve köşk sahipleri" şöyle demektedir: "Toplumun en aşağı tabakasının sana uyduğunu göre göre sana inanmamızı mı bekliyorsun?" (Şuâra; 111). Bundan önce de İbrahim anlatılmakta ve o ünlü sorusu yer almakta: "Siz neye tapınıp duruyorsunuz?" (Şuâra; 70). Buraya bir m i m koyalım. Yontularak yapılan köşklerin, sarayların, bahçelerin, hurmalıkların, ekinlerin vs. "put" haline dönüştüğü yer burasıdır çünkü. İnsanlar kendi elleriyle yontuklarını (saray, servet, köşk, bahçe, çiftlik, iktidar, güç, otorite vs.) yegâne amaç ve varlık gayesi haline getirince, bunlar üzerinden ve bunlara dayanarak sınıflaşma, lekelleşme, hiyerarşi ve hegemonya üretilmeye başlanınca ve her l'iri bir temâsil/heykel şeklinde ifade edilmeye başlanınca birer put uluyorlar.
leriyle yontukları sarayların etrafına, yine kendi elleriyle yontukları korunaklı duvarlar örmüşlerdi. Gayet asude bir hayat sürüyorlardı. Üstelik bütün bunları yeryüzünü talan etme pahasına yapıyorlardı. Hz.
Salih
onlara "Allah'ın devesine
(yeryüziine/kamuya/ortak
olana) dokunmayın!" dedi. (bkz. "Allah'ın Devesine Dokunmayın"
İbrahim'in "Neye tapıyorsunuz, kendi yonttuklarınıza mı? soı usuna, "Putlara (esnam) tapıyoruz, onların başında dikilmeye de devam edeceğiz." (Şuâra; 71) şeklinde verilen cevapta geçen "putla r.n" (esnam) altında neyin yattığını anlamak istiyorsanız Şuâra suresinin İbrahim'den sonra gelen Nuh, Ad ve Semud bölümlerini
başlıkla makale). Şuâra suresinde Sâlih'in dilinden Semud'un anlatıldığı bu bö l ü m ü n hemen öncesinde de H û d ' u n dilinden Âd kavmi anlatılır.
(Şuara; 69-159) yeniden okuyun. Yukarıda özetleyerek verdim. Surenin esas mesajı Mekke'nin "ovalarda saray, dağlarda köşk ym,tanlarına" yönelik. Türkçede "yazlar, sayfiyelerde, kışlar,
Tema yine aynıdır: [Ne kadar güçlü ve zengin olduğunuz görünsün diye dağa taşıl binalar yaparak gönül mü eğlendiriyorsunuz? İçinde ebedi kalacak mış gibi villalar, kâşaneler dikiyorsunuz. Ö n ü n ü z e gelene merlı.ı metsiz zorbalar gibi saldırıyorsunuz. Allah'tan sakının ve sözümü
köşklerde" dediğimiz şey. Tabii Mekke üzerinden g ü n ü m ü z ü n sayfiye, köşk ve kâşane sahiplerine yönelik. K u r a n ı n konuları birbirine bağlayarak devam eden bilinçli akıkesi
P ' i?i iyice tefsire d ö k m e d e n konuyu güncelleştire-
ıek devam edelim...
dinleyin.] (Şuâra; 128-132).
139 18i
Sosyal slarn
R. İhsan Eliaçtk
Bunlar K u r a n ı 'kerim' gözle okumalar olmayıp, Kur an'ı okuyanın putu haline getirebilir. "Kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapmak" ne demektir? Ali Şeriati "put"u şöyle tarif eder: Allah'a kendi koyduğun (yonttuğun) kurallarla ibadet edersen O'nu kendi p u t u n yaparsın! D e m e k "Allah" bizim için put olabilir. Allah'a nasıl ibadet edileceğinin kurallarını sen kendin koydu-
Bu nedenle artık "Kur'an okuyalım, Kur'an'a dönelim" çağrılarının önemi kalmamıştır. Artık esas mesele "Kur'an'ı hangi gözle okuyacağımız" dır. Bunun, çok daha önemli olduğunu d ü ş ü n m e k leyim. (bkz. "Hangi K u r a n " başlıklı makale). Kerem;
malum,
karşılıksız
vermelcömertlik ve
bundan
kay-
ğun zaman "Allah" adında bir puta tapmış olursun. O, Kurandaki
naklanan
Allah olmaz.
ıliğergâmlığın, kardeşliğin, dostluğun, ötekiciliğin t ü m kuralları
asaleti şeref! onur
demektir.
Paylaşımın,
bölüşümün,
Ç ü n k ü Allah ile diyaloğa girmiyorsun. Kuralları tek yanlı olarak
buradan çıkar. Kur'an'ı bu gözle okumadığınız zaman, o n u n ayet-
sen koyuyorsun. Allah'ı "susan Tanrı" yapıyorsun. Kuralları sen
lerinin d e r û n u n d a yatan r u h u n ne olduğunu anlayamazsınız. Bu
kendin koyuyorsun (yontuyorsun), sonra d ö n ü p kendi kurallarınla
nedenle Kur'an'ı kendi ellerimizle y o n t t u ğ u m u z kurallara göre de-
O'na tapınıyorsun, işte bu puttur.
ğil; o n u n koyduğu kurallara göre okumalıyız. B u n u n için de önce
Oysa Allah insanları zaten kendi uyduğu kurallara çağırıyor;
kapaktaki isme bakmalıyız: Kur'an-ı Kerim... Bu şu demek: Ey
gelin b e n i m uyduğum, kendime farz kıldığım şeylere siz de uyun
okuyucu! Eline aldığın bu Kitab'ı 'Kerim' gözle okursan derinlikle-
diyor. (bkz. "İlkeli Allah, İlkeli Peygamber" başlıklı makale).
rime girebilirsin! Aksi halde bardağı dışarıdan yalar ama suyumu
Keza "Kur'an" da bizim için put olabilir. K u r a n a hangi gözle bakacağının kuralını/ölçüsünü sen kendin
içemezsin! Keza "Peygamber" de put olabilir.
koyduğun (yonttuğun) zaman onu da put yapmış olursun. Peki,
Peygambere "kuru hurma yiyen bir kadının oğlu" olarak bak-
bizim değil; o n u n bakmamızı istediği yerin ne olduğunu nereden
maz, onu yiyen, içen, düşen, kalkan, evlenen, savaşan Allah'ın kulu
bileceğiz?
ve elçisi, bir beşer olarak değil; sihirbaz, kâhin, m e c n u n , şâir ola-
Ben b u n u n , daha kapaktaki isimde verildiğini d ü ş ü n ü y o r u m :
rak görürsen ve çarşılarda değil; harikalar diyarında dolandırırsan,
Kur'an-ı Kerim! (bk. " K u r a n ı , Kerim Gözle O k u " başlıklı maka-
kendi ellerinle yonttuğun bir peygambere tapmış, kurgusal bir Mulıammed yaratmış olursun.
le). Şu halde K u r a n a , "kerim" gözle bakmayan t ü m okumalar, onu put haline getirebilir. Kendine bir bakış/ölçü/göz belirlersin (yontarsın). Örneğin K u r a n d a 'bilim' ararsın, 'şifre' kovalarsın, 'ezberden başka bir şeyi ile ilgilenmezsin, 'şifa niyetine okuyup ü f ü r m e aracı yaparsın vs. 140
Böylesi bir peygamber, Allah'ın kitabında özelliklerini anlattığı, ona nasıl, nereden ve "hangi gözle" b a k m a m ı z gerektiğini açıkça gösterdiği (Resûl-ü Ekrem/Kerim Elçi) değildir artık. Bilakis artık o, tarihte bu özellikleri ile yaşamış gerçek bir kişilik değil; senin kentli ellerinle yonttuğun, özelliklerini (nasıl birisi olduğunu) kendin
141
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
kurguladığın muhayyel bir puttur. Ve sen artık "kerim elçiye" tabi
Kendi ellerimizle yonttuklarımız sadece m a m o n da değildir.
olmuyor, kendi kurguna tapınıyorsundur. (bkz. "Hanginiz M u h a m -
Kimimiz kendi ellerimizle y o n t t u ğ u m u z "başarı"ya tapar. Öyle ki o noktaya "dişimizle tırnağımızla kazıyarak" (yontarak) gelmi-
m e d " başlıklı makale). K u r a n kendine nasıl "kerim" demişse, elçisine de "kerim" diyor. Bunlar Kitaba ve Peygambere "ne gözle" bakacağımızın göstergesidirler, boşuna söylenmiyor.
şizdir. Bu nedenle de tapılmaya layıktır. Kimimiz kendi ellerimizle y o n t u ğ u m u z "bahçelere, saraylara, köşklere" tapar. Öyle ki onlar ne kadar güçlü o l d u ğ u m u z u n göster-
Bu d u r u m (kurgulama/yontma) sadece peygamberler için ge-
gesidirler ve "yıkılmayacak bir mülkün" abideleri olarak bize kor-
çerli değildir. Tarihin t ü m geçmişte yaşamış simaları; liderler, bilge-
kulardan emin, güven dolu bir gelecek vadederler. Onlara baktıkça
ler, filozoflar, ulusal kahramanlar vs. hepsi için geçerlidir.
içimiz huzurla dolar, r u h u m u z secdelere kapanır. Kendi ellerimizle y o n t t u ğ u m u z evlerin mobilyasına, arabaların kaportasına ruku ile yaklaşır, onları başköşelere oturturuz. "Şehrin
Kendi ellerimizle yonttuklarımız, sadece Allah, Kitap ve Pey-
tapınaklarına" (AVM'ler) mabede gider gibi h u ş û içinde gideriz. Alışverişte aldıklarımızı eşyada r u h gören ilkel dinler gibi sever,
gamber anlayışında olmaz. Çevremiz kendi ellerimizle yonttuklarımızla doludur.
okşarız. Bir tür m o d e r n a n i m i z m d i r bizimki. Dünya malını çok
Hayatımız kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapmakla geçiyor.
sever, eşyaya tapınırız. Kendi ellerimizle yonttuklarımızdan haz alı-
İnsanoğlunun kendi elleriyle yontarak yaptığı en büyük icadı
rız. Haz aldıkça da o n u n kölesi oluruz. Esaret bile değildir bizimki.
hiç şüphesiz "mamon" (para)dır. Yontulduğu g ü n d e n beri kendi
Çünkü esaret bedende olur, asıl kölelik ruhtadır.
sine perestiş edilmekte ve gelmiş geçmiş en büyük "yonut" olma
Kimimiz kendi ellerimizle y o n t t u ğ u m u z "iktidara, devlete" ta-
özelliğini sürdürmektedir. En parlak çağlan hiç şüphesiz içinde ya-
par. Öyle ki yönetirken ve emrederken şehvet hazzı tadarız. Yaptı-
şadığımız kapitalizm çağıdır.
ğımız devrimler, k u r d u ğ u m u z düzenler, çıkardığımız kanunlar bize
Ruhlara öylesine n ü f u z etmiş ki insanlar onsuz bir hayat düşü-
hegemonya hazzı tattırdığı için, h e m kimseyle paylaşmak istemez
nemiyor. Şu gök kubbe altında "Tanrı öldü." diye bile ses duyulu-
hem de sonuçta bunların insan için olduğunu, eskidiğini, zamanla
yor, fakat "Mamon öldü." diye bir fısıltı bile duyulmuyor. İnsanlar
değiştirilmesi gerektiğini söyleyenleri m a h k û m ederiz, asarız, ol-
önce ruhlarından esir alınmış, m a m o n u n b o y u n d u r u ğ u altına gir-
dururuz. Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz (edindiğimiz) "bilgi-
miş d u r u m d a . Oysa m a m o n s u z bir dünya m ü m k ü n d ü r . Ruhları b u n a inanabi lecek kadar özgür ve güçlü olmayanlar için söyleyelim, en azından, tanrı olmaktan; tapınma nesnesi bir yonut (put) olmaktan çıkacağı
ye" tapar. Öyle ki "Bu servet bana bendeki bilgi sayesinde verildi." deriz. Bilgi bize "yıkılmayacak bir mülkün" yolunu açtığı için
bir dünya m ü m k ü n d ü r . 142
18i
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
teriz. İnsanlara "yılan" göstererek mutlak bilginin bizde olduğunu,
rencisi öğretmeni ile; şeyh müridi, m ü r i d şeyhi ile; teşkilat mensu-
karşı k o n u l m a z bir gücün sahibi olduğumuzu hissettirir ve "itaat"
l)iı, m e n s u b u teşkilatı ile velhasıl iki şeyden birisi diğeri ile tek yanlı,
isteriz. Bir Musa çıkıp dümenimizi bozunca onu asla affetmez, boğ-
kın alını kendisi koyarak (kendi elleri ile yontarak), muhatabını hiç
m a k isteriz.
dinlemeden, dikkate almadan, gözetmeden ilişkiye giriyorsa, bu
Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz "partilere, örgütlere,
ilişki biçimi hegemoniktir.
cemaatlere" tapar. Öyle ki örgütlenerek, örgütlenemeyenleri çare-
Orada diyalog yok, m o n o l o g vardır. Konuşamayan, karşılık ve-
siz bırakmak, esir almak isteriz. Bunları yüce amaçlar u ğ r u n a ken-
remeyen, dilsiz bir put vardır orada. Zaten put da b u d u r ; diyaloğa
di ellerimizle yontarız (kurarız), sonra yonttuğumuzu amaç haline
};ırilemeyen...
getirir, yontu (parti, örgüt, cemaat) zindanının m ü e b b e t m a h k û m u oluruz. Bunlarla asıl büyük cemaatten (halk, kitle, maşeri vicdan) kopar, ona tepeden bakarız.
Velhasıl, daha hangisini sayayım, ö m r ü m ü z kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapınmakla geçiyor. Kimimiz kendi ellerimizle y o n t u ğ u m u z "servete" tapınıyor.
Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz "kariyere ve konfora"
Kimimiz kendi ellerimizle y o n t u ğ u m u z "devlete" tapınıyor.
tapar. Öyle ki oraya çok u z u n yıllar bekleyerek gelmişizdir. Artık
Kimimiz kendi ellerimizle y o n t u ğ u m u z "şöhrete" tapınıyor.
bizim için korku yoktur, tasa da geride kalmıştır. Asude fanusların
Kimimiz kendi ellerimizle y o n t u ğ u m u z "şehvete" tapınıyor.
içinde mutluyuzdur. Artık ne pahasına olursa olsun onu k o r u m a -
Bütün bunlar ancak saf bir yürek temizliği (ihlâs) içindeki "öz-
ya yönelir, b ü t ü n eski fotoğrafları yakarız. Böylece b u l u n d u ğ u m u z
^ür ve yüce ruhları" teslim alamaz. Sadece özgür ve yüce ruhlar
yerin biçimini alır ve con-form oluruz. Artık her şekle girmeye ha-
kendi elleriyle yonttuklarına tapmazlar. Ç ü n k ü yalnızca onlar hayır
zırızdır, yeter ki elimizden gitmesin.
(l.â) diyebilme cesaret, kabiliyet ve imanına sahiptirler...
Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz "eserlere" tapar. Öyle
En büyük eşitleyici ilke olarak ölüm, her daim bize, kendi elleri-
ki eserimizin esiri olur, onu aşamayız. Bu kimimiz için bir mes
mizle yonttuklarımıza tapmamız gerektiğini öğretir durur. Ç ü n k ü
lek, kimimiz için yazarlık, kimimiz için yönetmenlik, kimimiz için
mezara bunların hiçbirini götüremeyiz. Bilakis kendi ellerimizle
müzisyenlik, kimimiz için ressamlık, kimimiz için akademisyenlik,
yonttuğumuz mezarın içine konuluruz.
kimimiz için askerlik vs. olabilir. İnsanın eseri (rütbesi) de kendi yonttuğudur ve tapınç nesnesi haline gelebilir... --^-J D e m e k ki Allah kulu, kul Allah'ı ile; peygamber ü m m e t i , ümmel
Ve orada bir ses şöyle der: Yâ Sin! (Ey İnsan!) Hayatın kendi ellerinle yonttuklarına tapmakla geçti. Ve şimdi onların hiçbirisini yanında getiremedin. Nerede yonttukların? Sana d e m e d i m mi eline geçenle (yonttuğunla) şımarma, eline geçmeyenle (yontamadıl'jnla) üzülme diye.
Bugün, yonttuklarının seni kurtaramayacağı,
peygamberi ile; kitap okuyucusu, okuyucu kitabı ile; iktidar halkı,
yontmak isteyip de yontamadıklarmın da sana hiçbir fayda verme-
halk iktidarı ile; karı kocası, koca karısı ile; öğretmen öğrencisi, öğ
yeceği gündür!
144
18i
R. hsan Eliaçık
O gün gelmeden önce kendi ellerinizle yonttuklarınıza tapmaktan vazgeçin. Neye hayır (La) diyemiyorsanız o sizin ilâhımzdır. Elinize geçenden (yonttuklarınızdan) dolayı şımarmayın, elinize geçmeyenden (yontamadıklarınızdan) dolayı da üzülmeyin. Yontulara bağlı yaşamaktan kurtulun, özgür olun. "İnsan" hiç kendi yonttuklarının ö n ü n d e eğilir mi?
SOSYAL İSLAM
"Kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz?"
Bu makalede, İslam'ın "sosyal" özünü veya K u r a n ı n "sosyal" içeriğini, başka bir yönü ile daha göstermeye çalışacağım: Keffâretler... Keffâret, örtmek manasına gelen [kefer] kelimesinden türetilmiş. Bir hata sebebiyle m e y d a n a gelen günahı örten perde anlamında kullanılıyor. [Kâfir] de bu kökten. Allah'a değil; m ü l k ü n Allah'a ait olduğuna inanmayan, bu gerçeği örten, b u n u ısrarla reddeden anlı nıındadır. Mülkün Allah'a ait olduğu gerçeğini örtmekle kalmaz, ona ortak olmaya kalkarsa b u n a da [müşrik] diyor K u r a n . Kur anda başlıca dört tür keffâret, yani bir hatanın örtülmesini .ağlayan yaptırım var. Aşağıda geçtiği yerleri veriyorum. Öngörülen yaptırımların allını çizdim. Hep aynı konu etrafında dönüyor. K u r a n ı n "sosyal" içeriğinin ne olduğunu bir kez daha görün. f®-' İ İki Hac ile ilgili: | by i m a n edenler, sizler hac yaparken bir hayvanı dahi öldür-
176 146
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
meyin. Kim bir hayvanı kasten öldürürse Kâbe'ye sunulacak bir
yi özgürlüğüne kavuşturması gerekir. Şayet antlaşmalı olduğunuz
kurbanlık olmak üzere adalet sahibi iki kişinin vereceği kararla
bir kavimden ise, mirasçılarına tatmin edici bir diyet vermek ve
öldürdüğü hayvanın bedelini tazmin etmelidir. Veya öldürdüğü
mu'min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak icap eder. Bunlara
havyana karşılık yoksulları doyurmalı veya o n u n dengi oruç tut-
gücü yetmeyen, Allah'a tövbe ederek, peş peşe iki ay oruç tutmalı-
malıdır. Ta ki bu şekilde yaptığının vebalini tatsın. Allah geçmişi
dır. Allah, her şeyi bilendir, çok bilgedir.] (Nisa; 4/92). Görüldüğü gibi aynı ayet içinde üç defa "bir köleyi özgürlü-
affetmiştir. Fakat kim bir daha yaparsa Allah o n d a n intikamını alır. Allah azizdir, kötülere karşı intikamı vardır.] (Maide; 5/95) Görüldüğü gibi verilmek istenen mesaj, büyük eşitlik ritüeli (Hac) sırasında bir hayvana bile zarar verilmemesi gerektiği, "kim-
ğüne kavuşturmak" geçiyor. Sonra verdiği zararın bedelini (tazminat) ö d e m e k . . . Bunlara gücü yetmiyorsa iki ay peş peşe oruç lııtmak...
senin hakkının yenemeyeceği, yendiği takdirde de ödetileceği"dir.
C-&S--
Keza sözü ayağa düşürenler, iyi olacağına söz verdiği halde kötii bir davranışta bulunanlar "sözün n a m u s u adına" bedelini ödemeli
Üçüncüsü b o ş a n m a ile ilgili:
dir. Hiçbir kötülük karşılıksız bırakılmamalıdır. Kötülük yapan bir
[ K a d ı n l a r ı n d a n 'Sen artık b a n a a n n e m gibisin' diyerek ay-
yoksul duyurarak b u n u iyilikle karşılamalı veya kötülüğün kaynağı
ıılıııaya kalkıp da s o n r a cayanlar tekrar ilişkiye g i r m e d e n ö n c e
olan açlık ve şehveti kendine yasaklayarak (savm/oruç) kendini tut
bir köleyi ö z g ü r l ü ğ ü n e kavuşturacaklardır. İşte size tavsiye
masını öğrenmelidir...
edilen b u d u r . Allah h e r ne yaparsanız h a b e r d a r d ı r . Buna gücü
Keza hacda vaktinden önce tıraş olanlar için yine sadaka ver m e k ve oruç t u t m a k öngörülür (Bakara; 2/196). Yaptırımlara dikkat ediniz: Zarar verdiğinin bedelini ödemek.. Yoksulu d o y u r m a k . . . Tasadduk etmek... Oruç t u t m a k . . .
yetmeyen tekrar ilişkiye g i r m e d e n önce iki ay sırasıyla oruç tutacaktır. Buna da g ü c ü y e t m e y e n altmış y o k s u l u doyuracaklır. Allah'a ve p e y g a m b e r i n e i m a n ı n ı z varsa böyle yapacaksınız. Ilımlar Allah'ın çizdiği sınırlardır. Kâfirleri ise acı bir azap bekliyor.] (Mücadele; 3-4).
İkincisi yanlışlıkla adam öldürmek ile ilgili:
IZIHAR]: Sözlükte 'sırt, arka" anlamına gelen zıhar rivayete
[Bir m ü m i n i n diğer m ü m i n i öldürmeye hiçbir şekilde hakkı
(i.oıe Araplar arasında geri d ö n ü ş ü olmayan zalimane ve gaddar bir
yoktur. Fakat kim bir m ü m i n i yanlışlıkla öldürürse, m u ' m i n bir
boşanma çeşidiydi. A d a m karısına "Sen bana a n a m ı n sırtı (zahr)
köleyi özgürlüğüne kavuşturması ve ölenin mirasçılarına tatmin
Kibısin" veya "Sen bana artık a n n e m gibi görünüyorsun" der; b u n u n
edici bir diyet vermesi gerekir. Fakat mirasçılar diyetten vazgeçeı
ıı/eı ine kadın boş olmaz, fakat o erkeğe h a r a m sayılır ve ebediyen
lerse gerekmez. Eğer öldürülen -kendi m u ' m i n olmakla berabeı
İM» .ısı tarafından terk edilmiş olurdu. Yani adam karısını anası ye-
size d ü ş m a n bir kavimden ise, o zaman öldürenin m u ' m i n bir köle
line
148
koyar, ne onunla ilişkiye girer ne de başkasıyla evlenmesine
18i
R. İhsan Eliaçık
Sosyal islam
izin verirdi. Kadını bir başına yapayalnız ortada bıraktığı gibi bir
boşanmadan ibaret beş aşamalı süreç işletilir.
Kuranın b o ş a n m a
yere gitmesine de izin vermezdi.
olayına getirdiği "medenî" çözüm b u n d a n ibarettir.
İşte hicretin 5. yılı civarında Medinede yaşanan böylesi bir olay
Asıl, bu olay vesile kılınarak öngörülen keffâret yaptırımına dik-
üzerine Mücadele suresinin bu ilk ayetleri nazil olmuş. Şöyle ki: Hz.
kat ediniz: Bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak... İki ay sırasıyla
Peygamber in arkadaşlarından Evs İ b n Samit bir gün karısı Havle
oruç t u t m a k . . . Altmış yoksulu d o y u r m a k . . .
b i n t Sa'lebe'yi n a m a z kılarken görür. Havle selâm verip n a m a z d a n çıkınca Evs'in gözüne bir an için karısı çok cazip görünerek onunla
Bunlar ne anlama geliyor yazının s o n u n d a değineceğiz.
ilişkiye girmek ister. Havle yüz vermeyince Evs sinirlenerek "Sen bana a n a m ı n sırtı gibi ol" diyerek zıhar yapar. Bunun üzerin kadın Hz. Peygambere başvurarak d u r u m u düzeltmek ister. "Ben" der
D ö r d ü n c ü s ü yemin ile ilgili:
"Yıllardır bu adamla evliyim. Bir defa isteğini yerine getirmedim
[Allah d ü ş ü n m e d e n etiğiniz yeminlerden sizi sorumlu tutmaz.
diye bana b u n u yaptı. Şimdi ben ne yapacağım? Çocuklarım var,
Ancak bile bile kendinizi bağladığınız yeminlerinizden sizi s o r u m -
gidecek yerim yok, böyle olursa perişan olurum. Buna bir çözüm
lu tutar. Bunun keffâret olarak bedeli çoluk çocuğunuza yedirdiği-
bulalım ey Allah'ın Resulü!" der. Hz. Peygamber "Görünüşe göre
nizin orta derecesinden on fakiri doyurmak yahut giydirmek veya
sen ona artık h a r a m olmuşsun" der. Kadın söz alarak, böyle bir şeyin yanlış olduğunu, kendisinin b u n u hiç de hak etmediğini ısrarla anlatır. Allah'a dua ederek bir çıkış yolu arar. İşte Hz. Peygamber'in olayı nasıl çözeceğini d ü ş ü n d ü ğ ü bir sırada yukarıdaki ayetler nazil olur. (Razi, Taberi, İbn Kesir, K u r t u b i ) . D e m e k ki bir kadın karşılaştığı bir haksızlığı gidermek için
l>ir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bunlara gücü yetmeyen ise üç gün oruç tutmalıdır. İşte yemin edip de b o z m a n ı n cezası buıltır. Şu halde yeminlerinizi koruyun. Allah size hükümlerini böyleı e açıklıyor ki, şükretmesini bilesiniz.] (Maide; 5/89). Yaptırımlar yine aynı: On yoksulu d o y u r m a k veya giydirmek. Kir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak ve üç gün oruç t u t m a k .
yetkili merciye (mahkemeye) başvurabilir ve kocasından şikâyetçi olabilir. Hatta Bakara; 2/229. ayetinin getirdiği hükümlere göre bu başvuru kadının kocasını "boşamasıyla" bile sonuçlanabilir. Sanıl dığının aksine "boşama" tek taraflı olarak erkeğe verilmiş bir hak
i ç i y o r . Sonra "yoksulu doyurmak", sonra "oruç tutmak" sonra
değildir. Tarafların herhangi birinin şikâyeti üzerine eğer şiddetli
di "zararı tazmin etmek" (Hacda), bir yerde de "kurban".
geçimsizlik (nuşüz) varsa 1- O t u r u p k o n u ş m a 2- Odaları ayırma 3- Bir m ü d d e t ayrı yaşama 4- Hakemlere b a ş v u r m a ve 5- Tümüyle 1
Görüldüğü gibi en çok "bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak"
2
1
Hepsi de "vermek" ile ilgili... Bunlar kanımca şu anlama geliyor:
Sosyal islam
R. İhsan Eliaçık
Bir hata mı yaptın, telafi etmek için h e m e n bir b o y u n d u r u k altında olan (ör. borçlu) bul ve onu b o y u n d u r u ğ u n d a n kurtar... Buna gücün yetmezse h e m e n bir (10/ 60) yoksul bul ve onları açlıktan kurtar...
de [sok-yo] bir şeyin peşinden gitmek demek. O r a d a n Latinceye müttefik [socius], sonra ittifak etmek, ortak olmak [sociare] veya [sociabilis] olarak geçmiş. O r a d a n da Fransızcaya toplum, toplumsal, toplumla ilgili m a n a s ı n d a [social] denmiş. Türkçeye de [sosyal] olarak geçmiş...
Buna da gücün yetmezse ( 1 0 / 6 0 gün) aç kal... Ya kölelere özgürlük (Jekku ragabe)... Ya açları d o y u r m a (taam miskin)... Ya da aç kalma ( s a v m ) . . . "Ya açları doyur ya da kendin aç kal ki halleri anla" diyor âdeta.
Türkçede kullandığımız sosyal, sosyete, sosyoloji, sosyalist kelimeleri de bu kökten. Sosyoloji kelimesi 1830da, sosyalist kelimesi de m o d e r n anlamda ilk olarak İngilizcede 1822, Fransızcada ise 1831de kaydedilmiş. Arapça, Osmanlıca ve Farsça gibi doğu dillerinde [içtimâi, lecemmui, cemiyet, cuma, cemaat, iştiraki] vb. ile aynı çağrışıma
Şimdi...
sahip sosyal kelimesi, kök a n l a m ı n d a yer alan "peşinden gitmek"
Soru şu: Neden K u r a n d a kelfâretler hep bunlar etrafında dönüyor?
i l adesinden de anlaşılacağı gibi, ötekini d ü ş ü n m e k , öteki ile ilgili olmak ve giderek ötekicilik, diğergâmlık (ötekinin gamı ile gam-
Mesela neden 10 rekât n a m a z kıl, 60 gün peş peşe sabah n a m a -
lanmak), ortaklaşacılık velhasıl en genel anlamıyla toplumculuk demek oluyor...
zına kalk yok? Neden hep verme, verme, v e r m e . . . Neden hep özgürlük, özgürlük, özgürlük... Neden hep yoksul, yoksul, yoksul... Neden hep açı d o y u r m a veya aç kalma (oruç)
1992de yayınlanan ikinci kitabımın ismi İslam ve Sosyal Değişim, 1995de yayınlanan üçüncü kitabımın ismi de Devrimci İslam idi. Buradan da anlaşılacağı gibi, b e n i m zihin d ü n y a m d a İslam hep
Yani açlık, açlık, açlık...
"sosyal" yönü ağırlıklı bir din olarak belirmiştir. Benim algılayışım-
Neden?... Niçin? Bunun üzerine d ü ş ü n ü n . "Sosyal İslam" derken ne kastettiğimi çok iyi anlayacaksınız.
da bu İslama sonradan y a m a n a n bir y o r u m değil; İslam'ın ö z ü n d e var olan bir gerçeklik olarak belirmektedir. Veya şöyle söyleyelim: İslam'ın özünde neyin yattığını kavrayışım hep bu istikamette olmuştur. Ve bu başından beri hep böyledir.
"Sosyal" kelimesinin etimolojik (sözcük kökenleri bilimi) izini s ü r d ü ğ ü m ü z d e karşımıza şunlar çıkıyor: Hint-Avrupa dil kökün122
Son zamanlarda b u n a "Sosyalist İslam" "Komünist İslam" diyenler oluyor.
Sosyal slam
R. İ, san Eliaçık
"Sosyal" bir kelime olmasına rağmen, sosyalist veya komünist kelime değil; terimdirler. Bu nedenle bir ideoloji ve tecrübe d ü n yasının terim değeri olan "kavramı'dırlar. Yani "sosyal" kök kelimesine bir dünyanın kattığı anlamlar, değerler ve pratikler ile yüklüdürler. Ve bu anlamlar, değerler ve pratikler bizim yüklediğimiz anlamlar, değerler ve pratikler değildir. Bu nedenle İslam'ın ekonomi-politik y o r u m u n u n sosyalizme yakın olduğunu, Lehu'l-Mülk şiarının komünal mülkiyet anlayışını çağrıştırdığını söylememe rağmen, b u n a sosyalist veya komünist İslam (anlayışı) d e m e d i m , d e m i y o r u m . Yaptığımız şeyin ne olduğunu soranlara şunu diyeceğim: Bu, İslam'ın "sosyal" ö z ü n ü n öne çıkarılması veya Kur'an'ın "sosyal" içeriğinin v u r g u l a n m a s ı n d a n başka bir şey değildir. Kısaca buna "Sosyal İslam" diyebiliriz. D o ğ r u d a n doğruya K u r a n d a n alarak ilhamı/ Çağın idrakine böyle sunabiliriz İslamı... "Totemi m a m o n (para/servet), tabusu mülkiyet" olan çağın egemen paradigmasına meydan okumanın b u r a d a n çıkacağına inanmaktayım.
kartı kölesi olabilsin. T o p l u m u n t ü m dayanışmacı, sosyal bağları bir bir çözülsün ve dağılsın. Yoksa bankalar hangi zaaf ve korkudan beslenecek? Şunu u n u t m a y ı n ki akraba bağları (aile, yakın çevre, komşular, arkadaş çevresi, mahalle) çözüldükçe pusuda bekleyen bankaların eline düşeceksiniz. Her cuma, i m a m m i m b e r d e n şu ayeti okuyup öyle iniyor: "Allah adaleti, ihsanı ve yakın çevrenizi (zi'l-gurba) gözetmeyi/vermeyi emrediyor." (Nahl; 90).
Fakat dinleyen kim,
anlayan nerede? Öyle olunca i n s a n l a r ı n artık k e n d i a n n e , baba, akraba, kardeş ve a r k a d a ş ı n a bile p a r a s ı n ı v e r e m e y i p güven içinde b a n k a l a r a g ö t ü r ü p y a t ı r m a s ı n ı n , hangi çözülme, yalnızlaşma ve arkasından gelen k o r k u ( h a v f ) ve kaygı ( h u z n ) d a n beslendiği s a n ı r ı m anlaşılıyor. Bu, toplumdaki yakınlık bağlarının (zi'l-gurba) yani "sosyal"in söküşüdür. Yukarıdaki keffâretlerde ortaya konan "sosyal" içeriğin ne anlama geldiğine tekrar d ü ş ü n ü n . D ü ş ü n m e k l e kalmayın gün(elleştirin. İşte bu, yalnızlaşmış, bir başına kalmış (birey!) y u r d u m insanının boynuna geçirilen tasmaların, zincirlerin, b o y u n d u r u k l a r ı n na-
Keza k ü l t ü r ü m ü z d e yer alan " k u r b a n ı n olayım", "canımın içi" , "gadasını aldığım", "sana gelen b a n a gelsin", "canım feda", " v e r m e y e n şerefsizdir",
" d ü k k â n senin" vb. ifadeler Kur'an'ın
"sosyal" içeriğine paralel olup, o n u n M ü s l ü m a n halk dilindeki
mI kırılıp atılacağının ve profesyonel hırsız şebekelerinin ellerinin toplumdan nasıl kesileceğinin de panzehiridir. Bunun yolu kırkta bircilik değildir. Bu düzenin sürmesini, köleleım karınlarının doyurulup daha iyi çalışmalarını sağlar ancak. H e m ku kta bircilik Kuranda eleştirilir: "Yüz çevireni, azını verip çoğuna
yansımalarıdır. Ancak bu diğergâm kültür, liberal kapitalist ( m a m o n c u , mülki yetçi) teranelerle yok edilmek isteniyor. Öyle ya yok edilsin ki lıeı kes tek tek "birey" haline gelsin ve bankaların ağına düşerek kredi 178
ı imrice sarılanı gördün mü?" (Necm, 33-34). Burada anlatılan müşı ıklerin en zengini Velid bin Muğire idi. Çünkü o kırkta birciydi! Bunun yolu "Sosyal İslam" anlayışının siyasî, ekonomi-politik
155
R. İhsan Eli açık olarak diriltilmesidir. Böylece boyunduruklar kırılacak, köleler özgürleşecek, yoksullar doyacak, açların yüzü gülecek ve ezilenler y e r y ü z ü n ü n önderleri olacaktır. ilahî vaat bu yönde ve gerçekleşmek için bir "kendinden zuhur" beklemekte.
EN BÜYÜK EŞİTLEYİCİ OLARAK ÖLÜM
K u r a n d a özellikle "ilk mesajlarında" çarpıcı ve sarsıcı ölüm vc mezar sahneleri var. Bu uyarıların neden yapıldığını anlayabiliyoruz. Fakat kime karşı yapılıyor, hiç d ü ş ü n d ü n ü z mü? Ve neden yapılıyor? Önce bu türden uyarıların geçtiği yerleri görelim. Ö l ü m vc mezar sahnelerinin hangi konulardan sonra geldiğine dikkat ediniz.
İlk uyarı nüzul sırasında 2. sıradaki Kalem suresinde ve "Bahçe sahipleri" kıssasının h e m e n ardından geliyor: [Can boğaza dayanıp yatağa düşünce İmana gelmek için vakit çok geçtir. Artık isteseler de yapamazlar. Çünkü gözlerinin feri gitmiş, zavallı bir d u r u m a düşmüşlerdir. Oysa sıhhat ve sağlık yerindeyken imana çağrılıp duruluyorlardı. O halde Bana bırak bu söze yalan diyenleri! Onları ne olup bittiğini anlamadan yavaş yavaş u ç u r u m a yuvarlayacağız.
156
1
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
Onlara mühlet veriyorum. Hesabım çok sağlamdır.] (Kalem; 42-45).
Üçüncü sahne nüzul sırasına göre 14. sırada olan Adiyat suresinde ve "mal sevgisi" {hubbulhayr)
Harfi harfine: "Baldırların çıplak kalacağı gün secdeye çağı-
tespitinin h e m e n ardından
geliyor:
rılırlar, güç yetiremezler." Burada kıyamet g ü n ü n d e n değil; ölüm
[İnsan Rabb'ine karşı nankördür.
anından bahsedildiği anlaşılıyor. Ç ü n k ü kıyamette insanların sec-
Kendisi de b u n a şahiddir.
deye çağırılması K u r a n ı n üslubu değildir. Bunu kötü bir d u r u m a
Mala olan sevgisi çok şiddetlidir,
d ü ş m ü ş olmaktan mecaz olarak anlasak bile kıyamet sahnelerinin
Bilmez mi ki mezarlar deşildiği zaman,
anlatıldığı pasajlarda pek görülmeyen "sıhhatli, salim, sağlıklı iken
Göğüsler açıldığı zaman,
çağırılmak, güç yetirememek, içi geçmek, bir deri bir kemik kalmak
işte o gün her hallerinden haberdar olduğunu,
anlamında baldırı soyulmak" ifadeleri b u n u n "ihtiyarlık, yaşlılık,
Rableri onlara gösterecektir.] (Adiyat; 6-11).
acizlik veya ölüm anını anlattığını" gösteriyor (Ebu Müslim).
Mezarların deşilmesi, h e m öleni g ö m m e k için mezarın kazılması. hem de yeniden dirilen ölünün mezardan kalkışını tasvir içindir.
İİli İkinci sahne nüzul sırasında 9. sıradaki Leyi suresinde ve "cim-
açıdan hem ölümü, h e m de kıyameti hatırlatmadır. Böylesi b u r
ılımımda mal ve mülk hiçbiri işe yaramayacaktır.
rilik" (bahl) ve "zenginliği kendine yeterli görmek" (istiğna) teş hisinin h e m e n ardından geliyor: [Kim verir ve sakınırsa
Dördünce sahne nüzul sırasında 16. sırada olan Tekâsür sure-
Ve güzel olana karşılıksız verme (sadaqa) ile destek olursa,
sinde ve ilk ayetinin h e m e n ardından geliyor:
O n a kolay olanı kolaylaştırırız.
[Bir zenginlik yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz,
Her kim de cimrilik eder, zenginliğini kendine yeterli görür,
Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş...
Güzel olanı yalanlarsa ona da zor alanı kolaylaştırırız.
Hayır! Yakında bileceksiniz!] (Tekâsür; 1-3)
Baş aşağı (mezara) d ö n d ü ğ ü zaman onu malı kurtaramayacak!!
Yani birbirinize üstünlük taslamak ve öne çıkmak için bir zen-
(Leyi: 5-11)
Ç
Diğer bir ifadeyle her halükârda bir gün ölecektir. Rahatı için topladığı her şeyini dünyada bırakacaktır. Eğer ahiret için hiçblf şey yapmamışsa ona ne yarayacak ki? Ne bir villayı, ne arabayı, ne araziyi ve ne de topladığını kabre götüremez. ( T e f h i m ; Mevdudl). 159 18i
°ğalma
ve
biriktirme yarışına girmiş gidiyorsunuz. T â m e -
/•nkırınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş b u . . . Mezara «».liginizde anlayacaksanız b u n u n ne kadar boş bir çaba olduğu""
• O zaman anlayacaksanız, toprağın üstünde yanındaki ile eşit « d m e k E t m e y e n l e r i n toprağın altında nasıl eşit hale geldiği-
Sosyal İslam
R. ihsan Eliaçık ni... Bunu çok yakında bileceksiniz, aynel-yakin yaşayarak göre-
(bkz. " C e h e n n e m Tasvirleri Kime Yönelik?" başlıklı makale). Görüldüğü gibi her ölüm sahnesinde mutlaka "bahçe sahiple-
ceksiniz...
ri", "verme" (ı ta, sadaqa), "cimrilik" (bahl), "zengin olma arzusu/zenginliğini kendine yeterli görme" (istiğna), "mal sevgisi" Beşinci sahne nüzul sırasında 29. sıradaki Kıyamet suresinde ve
(hubbu l-hayr), "zenginlik/çoğaltma yarışı" (tekâsür) ve "tarafı
yine şehrin en büyük mülk (servet ve iktidar) sahibi hedef alınmış:
etrafı ile böbürlenme ve onları yeter sanma" ( ehlihi yetematta)
[Hayır! Ne zaman ki can boğaza dayanır,
vurguları yer alıyor.
"Doktor yok mu?" diye bağırışılır,
Bunlar tesadüf olamaz.
Ayrılık vaktinin geldiği anlaşılır,
Bunun bir anlamı olmalı?
El ayak birbirine dolanır, İşte o zaman kişi Rabb'ine gittiğini anlar. Gel gör ki ne verdi (sadaqa) ne de salât etti. Bilakis yalanladı ve yüz çevirdi.
Allah, insanoğlunun dünyasına öyle bir yasa koymuş ki her 80100 yılda bir insanlığı eşitliyor, d ü m d ü z ediyor.
Hep kibirlendi; tarafı etrafı kendine yeter sandı.
İnsanı doğduğu andaki hale döndürüyor.
Yazıklar olsun, yazıklar!] (Kıyamet; 26-35).
Burçlarda yaşayanları, gökdelenlerden aşağı inmeyenleri, yığ-
Rivayete göre Hz. Peygamber bir gün Ebu Cehil'in yakasından
dıkları mal ile yoksullara tepeden bakanları, onlardan tiksinenleri,
tutup "Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun!" diyerek ona ölümü ha
onlarla eşit hale gelmek istemeyenleri, hayatları boyunca müstah-
tırlatmıştı. Ebu Cehil de Hz. P e y g a m b e r i n elini silkip atarak, "Bırak
kem kalelerinden, villalarından aşağı inmeyenleri öyle bir eşit hale
şu yakamı, sen kiminle k o n u ş t u ğ u n u sanıyorsun. Sen de Rabb'in de
gel iriyor ki ne malı ne mülkü hiçbir şeyi onu kurtaramıyor.
bana bir şey yapamaz!" diyerek kibirli kibirli, adamlarının yanma
"Bu bana bendeki bilgi sayesinde verildi." diyen Karun'un o
gitmişti. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Hz. Peygamber'in
sok "dâhi" sandığı beynini mezarda kurtlar böcekler yiyor. A n a h -
Ebu Cehil ile tartışırken kullandığı "Yazıklar olsun sana, yazıklar
I.ıı larını bir bölüğün bile taşıyamadığı serveti hiçbiri işe yaramıyor.
olsun!" (evlâ leke feevlâ) ifadesi b u r a d a aynen ayetleşmiştir. (Kala
Varisleri akbabalar gibi malına üşüşürken çoktan cesedi kokmaya
de, Kelbi, Mukatil)
luslıyor ve yılana, çıyana yem oluyor. .-«S-.
K u r a n ı n ilk beş ölüm ve mezar sahnesini kendi gözlerini/l.'
Mezarlarımızın üstüne türbeler dikeriz M e r m e r d e n anıtlar ya-
okudunuz.Daha c e h e n n e m tasvirlerinin yapıldığı yerleri atladın.
l-aı ız. Fakat o soğuk ve karanlık çukurdaki korkunç sondan kurtu-
160
18i
R. İhsan Eliaçık
Sosyal islam
lanımız görülmemiştir hiç. O r a d a d ü m d ü z oluruz, öyle bir eşit hale
"Ölmeden önce ölünüz" ( m u t u gable temûtu) diyen bilgelik
geliriz ki!... İtiraf edelim, bu, insanoğlu için çok acımasız bir son.
bunu görmüş. Ne d e n m e k isteniyor acaba? Kanımca "Eşitlenme-
Ne zaman, kimden ve nerede doğacağın sorulmadığı gibi, ne za-
den önce eşitleniniz" d e m e k istiyor. Ç ü n k ü d o ğ u m ve özellikle de
m a n , nerede ve nasıl öleceğin de sorulmuyor. İzin bile alamıyorsun.
ölüm Allah ın koyduğu en büyük eşitleyici oluş ve bozuluş (kevn-u
İşlerim yarım kalmıştı, daha çok yapacaklarım vardı, biraz toparla-
/esad) yasasıdır.
yayım, işleri yoluna koyayım bile diyemiyorsun. Hele "Ama ben bu
Bir d ü ş ü n ü n , ölüm olmasa ne yapardık?
ülkeye lazımım." diyenlere hiç acınmıyor.
O küçük dağları ben yarattım edasında yürüyen kibir abidele-
Ne bir ilaç, ne bir tabip bulunamadı. Ne bir deva, ne bir çare, keşfedilmedi.
rini, piramitlerin, burçların, şatoların, gökdelenlerin tepesinden böcek gibi bizleri izleyen müstağnileri ve müstekbirleri hangi güç yere indirir, bir yoksulun mezarıyla aynı soğuk ve karanlık toprağa
"Bir cismi envâ-i nâz ile yüz sene besler. Sonunda
ölümün pençesine
bırakıverir.
yatırırdı. Yılanları ve çıyanları hangi güç hiç acımadan dâhilere musallat
Yüzyılda bir vücudu bilgi hazinesi yapar.
ederdi? Hint kültüründeki ölü yakmalarını düşünsek bile orada da
Sonunda
aynen eşitlenme var. Burada toprağa, orada havaya, dağlara, deniz-
kara
toprağa gömdürür"
lere karışıyorsun.
(Ziya Paşa, Terci-i Bend) "Bu ne iş Ya Rab\" d e m e k isteyen Ziya Paşa haklı galiba? Öyle ya 90-100 yüz yıl yaşayan bir profesör, mucit, bilim adamı, k a h r a m a n , devlet adamı, şair filozof vs. ve hatta peygamber, bütün o deha beyinleri ile kara toprağa gömülüyorlar.
"Ölmeden önce ölünüz" tasavvuf k ü l t ü r ü n d e çok işlenen bir labirdir. İbn Arabî
(ö. 1240)
Fütûhâtü'l-Mekkiyyede ölmeden önce ölü-
Ziya Paşa o n u n için soruyor; m a d e m enva-i naz ile bir cisim
mü şu şekilde açıklar: "Beyaz ölüm" açlıkla, "kırmızı ölüm" nefsin
yüz sene besleniyor, s o n u n d a neden ölümün pençesine bırakılıyor?
Ilevasına muhalefetle, "yeşil ölüm" yamalı hırka giymekle, "siyah
Madem, yüzyılda bir dâhi zor yetişiyor, neden o dâhinin beynini
öliim" ise halkın eziyetlerine katlanmakla gerçekleştirilir.
mezarda kurtlar böcekler yiyor... "Flash bellek" takılıp başka bir
Niyazi Mısride (ö. 1694) divanında şöyle der:
beyne aktarılanııyor, "disk" kurtarılamıyor!
"Ölmeden evvel ölüp kabre girüp hem haşr olup
Gerçekten çok acımasız, hatta çok insafsız, değil mi?
Mâlikü'l-mülkün
şühûdunda gönül
hayrân
gerek"
Abdulllah Nuri (öl. 1651) divanında şu mısraları okuruz: "Fâriğ ol gayrıdan aksâ-yı maksûdı bulup Ben ölüm zikrinden (hatırlatmasından) şunları çıkarıyorum: 1 2
Hem hayât-ı bâkiye er ölmeden evvel ölüp
163
R. hsan Eliaçık
Sosyal sla
Gel boşal efkâr-ı gayrîden ledünniyle dolup "İbret istersen cihânda âkıbet-endîş olup Kayser ü Fağfûr u C e m İskender ü Dârâ yeter."
Görüldüğü gibi bunlar, yazının girişindeki "ilk mesajların" bahçe/mülk sahipleri, zenginlik yarışı, cimrilik, mal sevgisi, ölüm
Görüldüğü gibi bu kültür "ölmeden önce ölme" tabiri ile kişinin servet, siyaset (iktidar), şehvet ve şöhret burç ve şatolarından inmesini, bunlardan kaynaklanan ayrıcalıklı, dokunulmazlı, hiyerarşik ve hegemonik ilişkilerini bitirmesini (öldürmesini) kastediyor.
ve mezar sahnelerindeki vurgularıyla t a m a m e n paraleldir. İnsanları "ölmeden önce ölmeye" yani diğer "insanlarla eşit hale gelmeye" çağırmaktalar. Aksi halde ceset olup eşitlenip gideceğiz zaten demekteler.
"Beyaz ölüm" ile açlığı, "yeşil ölüm" ile yoksulluğu (yamalı hır-
Nasıl öldüğünüzde toprağa, doğaya, havaya, denizlere, dağlara
ka) anlayacağımızı, "kırmızı ölüm" ile ihtiras, iştah ve şehvetleri-
karışıp gidiyorsanız, ölmeden önce de halka (en-Nâsa) karışacaksı-
mize nasıl gem vuracağımızı, "siyah ölüm" ile ise bunları yaparken
nız. Kum tepelerinden (ahkâj) inip kumlara karışacaksanız, gören
toplumu içinde yalnız kalmayı ve eziyete katlamayı nasıl öğrenece-
size "Hanginiz M u h a m m e d " diye soracak.
ğimizi anlatmaya çalışıyorlar.
Ölüm yatağında "7 dirhem dahi olsa üzerimde mülkiyet oldu-
Niyazi Mısri'nin dediği gibi ölmeden evvel ölmüş gibi yaparak mezara girmemizi ve tekrar dirilmemizi, o zaman bütün mülkün sahibinin (Maliku'l-Mülk) Allah olduğunu göreceğimizi ve fazla mülk ile mezara girmekten hayâ edeceğimizi söylemeye çalışıyor
ğu halde Rabb'imin huzuruna çıkmaktan hayâ ederim." diyerek dirhemi dahi infak edecek, ölmeden önce Hz. Peygamber gibi böyle öleceksiniz. Buralarda insanlığa çok esaslı mesajlar var. "Yanındaki ile eşit hale gelmek" zor ve biraz da acımasızdır. Çok can yakar bu, ciyak
lar. Kendi zamanlarının servet ve iktidar sahiplerini (Kayser, Fağfur, Cem, İskender) örnek göstererek, ibret istersen bunların akıbetine
ı lyak bağırtır. Tıpkı ölüm gibi... Hn büyük eşitleyici ilke olarak ölüm.
bak, nasıl onca devlet ve saltanatı bırakıp mezarda yılana çıyana yem oldular, beyinlerini kurtlar böcekler yedi, belki de açlığı vo yoksulluğu ilk kez mezarlıkta tattılar d e m e k istiyorlar. Ben tasavvuftaki "zühd" ilkesini gayet eşitleyici bulduğumdan çok severim. Elimden geldiğince bizzat yaşarım ve yaşatmaya çalı şırım. K u r a n ı n "dünyaya meyletmeme" ilkesi bu a n l a m d a dünya nın "malına" m e y l e t m e m e anlamındadır. Yoksa dünyadaki hayal, yaşam ve doğadan uzak d u r m a , bunlara m e y l e t m e m e manasında değildir, (bkz. "Kuran Dünyayı Kötülüyor m u ? " başlıklı makale)
164
165
Sosyal islam [Yalanlayanları tanıma, itaat etme onlara! İsterler ki yağcılık yapasın da onlar da sana yağ çeksinler. Çokça yemin eden aşağılık âdi, küçük gören, dedikoducu, Hayrı engelleyen, g ü n a h k â r zorba, kaba saba ve asalak ... Mal ve oğullar sahibi diye karşısında ayetlerimiz okunurken "eskilerin masalları" diyor. Yakında o n u n b u r n u n u yere sürteceğiz!] (Kalem; 8-16) "ESKİLERİN MASALLARI"
Görüldüğü gibi "eskilerin masalları" denmesinin sebebi "mal ve oğullar sahibi" (zâ malin ve benin) olmakmış. "Mal ve oğullar sahibi" K u r a n ı n "Bahçe sahipleri" (ashabu'l-cenne) gibi devrin servet sahipleri için kullandığı bir tabirdir. Nitekim bu ayetlerden
Kur'an, Mekke'de yükselen sarsıcı söylemi bastırmak için. inkarcıların türlü savunma refleksleri geliştirdiklerini söyler. Bunlardan ön önemlileri şunlardı: «eskilerin masalı" (esâtiru I evvelin), «uydurulmuş yalan" ( i f k u n müftera), "apaçık büyü" (sih run mubîn), "çok eski bir yalan" {ifkun gadîm)... Acaba bunlara neye karşı söyleniyordu? Peygamber ne söylü
hemen sonra Bahçe Sahipleri kıssasının anlatılması tesadüf olamaz. Bunlar b u g ü n k ü tabirle "Burjuvazi" veya "Yüksek sosyete" dediğimiz sınıflara tekabül eder. D e m e k ki bu kesimlere yönelik bir söylem yükseltiliyor, onlar da bunlara "eskilerin masalları" diyor. Bunun böyle olduğunu ayetleri okudukça apaçık göreceksiniz ve şaşıracaksınız. Lütfen bütün
yordu ki böyle masal, efsane, sihir, büyü, iftira, yalan, u y d u r m a vs.
dikkatinizi ayet paragraflarının bizzat içeriğine veriniz, ön yargıla-
diyorlardı?
ı ınızı bir kenara bırakınız.
Yaygın anlayışa göre Peygamberimiz inkârcıları inandırmak için birtakım mucizeler gösteriyor, onlar da b u n u inkâr ederek si hir, büyü, efsane, yalan, masal vs. diyorlardı. Acaba öyle mi? Bu ithamların geçtiği yerleri K u r a n d a n tek tek çıkardım. En çok geçen de "eskilerin masalları" {esâtiru l-evvelîn) ... Bakın, neymiş bu eskilerin masalları... r^S-'
İkincisi "ayıran/farkı gösteren" d e m e k "Furkan" suresinde... [ İnsanlık için uyanışa vesile olsun diye doğruyu yanlıştan ayıran ölçüyü kuluna indiren ne kutlu, ne yücedir! Göklerin ve yerin mülkü O n a aittir. Ç o c u k edinmemiştir. Mülkiyetinde ortağı yoktur. I ler şeyi yaratmış ve yarattığı her şeyin doğasını ve kapasitesini belıı İçmiştir. Hal böyleyken hiçbir şey yaratamayan, bilakis kendileri y.ualılıp duran, kendileri için ne zarara ne faydaya malik olama-
İlki daha ikinci sure olan "Kalem" suresinde... 166
yan, ne öldürmeye, ne yaşatmaya, ne de diriltmeye malik olamayan
167
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
O n d a n başka ilahlar ediniyorlar. Üstelik gerçeğin üstünü örtenler:
rın tek bir dalını bile bitiremezdiniz. Allah'la birlikte başka bir ilah
"Bu, yalnızca kendisinin u y d u r u p düzdüğü bir iftiradır. Bu konuda
ha? Olur şey değil! Onlar iyice yoldan çıkmış bir güruh!..
başkalarından yardım da alıyor." diyorlar. Bunların yaptığı apaçık
Yeryüzünü yerleşime uygun bir yer haline getiren, vadilerinden
haksızlık ve yalancılıktır. Yine diyorlar ki: "Bunlar eskilerin masal-
dereler, ırmaklar akıtan, üzerine sağlam dağlar yerleştiren ve iki de-
ları, onları yazdırtmış, sabah akşam kendisine o k u n u p duruyor."]
niz arasına engel koyan kimdir? Allah'la birlikte başka bir ilah ha?
(Furkan; 1-5).
Olur şey değil! Onların çoğu ne söylediklerini bilmiyor...
G ö r ü l d ü ğ ü gibi paragrafta "Göklerin ve yerin mülkü O'na ait-
Darda kalanın i m d a d ı n a yetişip kötü d u r u m d a n kurtaran ve siz-
tir" (lehu'l-mülk) "Mülkiyetinde ortağı yoktur" (şerîkun fi'l-mülk)
leri yeryüzünün vârisleri kılan kimdir? Allah'la birlikte başka bir
vurguları yapılıyor. Onların sahip olduklarının ise yaratmayan,
ilah ha? Ne kadar az düşünüyorsunuz?...
kendisi yaratılmış olan, öldürmeye, yaşatmaya, diriltmeye "malik" olamayan birtakım "ilahlar" olduğu söyleniyor. İlahlaştırdıkları şeyler sahibi (maliki) olduklarını iddia ettikleri mülkleriydi. Bunlara öylesine güveniyorlardı ki "mal ve oğulları-
Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan, sevgi ve m e r h a m e t i n i n ö n ü n d e rüzgârları müjdeci olarak gönderen kimdir? Allah'la birlikte başka bir ilah ha? Allah, koştukları ortaklardan yüce, çok yücedir!...
nın" ve "bahçelerinin" dünyada sırtlarını yere getirtmeyeceğine,
Yaratılışı başlatıp sonra yenileyerek sürdüren, size sürekli gök-
hiç kimseye ihtiyaç duydurmayacağına (istiğna) ve bu sebeple de
len ve yerden rızıklar veren kimdir? Allah'la birlikte başka bir ilah
kimseye hesap vermek d u r u m u n d a olmadıklarını düşünüyorlardı. Bu nedenle ısrarla "Mülk Allah'ındır, mülkünde ortağı yoktur"
lıa? De ki: "Getirin delilinizi eğer doğru söylüyorsanız!" Söyle onlara: "Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse ğaybı bilemez. Ne zaman yeniden diriltileceklerini de bilmezler. Oysa
vurguları yapılıyor. Allah'ın m ü l k ü n e sahip olmaya k a l k m a n ı n en elverişli ar g ü m a n ı da "Allah'ın oğlu" iddiasıydı. N i t e k i m tarih boyunca "Tanrı'nın oğlu" i d d i a s ı n d a o l m a y a n hiçbir m ü l k sahibi (kral, i m p a r a t o r ) g ö r ü l m e m i ş t i r . B u n u n için d e "Çocuk e d i n m e m i ş tir" denilerek bu iddia biçiliyor ve bir d ö n e m kapatılıyor, (ayrıca
ahiret hakkında kendilerine devamlı bilgi veriliyor. Fakat onlar kuşku içinde kıvranıp duruyorlar. Açıkçası kalp gözleri körelmiş, göremiyorlar. Kâfirler: "Nasıl yani, biz ve atalarımız toprak olduklaıı sonra yeniden mi diriltileceğiz? Geçin bunları, bu lafları çok ıluyduk. Bunlar eskilerin masallarından başka bir şey değil." diyorlar.] (Nemi; 60-68)
bkz. İhlas suresi)
Görüldüğü gibi paragrafın başından itibaren uzunca bir liste sıı,ıkınıyor ve her seferinde "Allah ile birlikte bir ilah ha?" diye soÜçüncüsü "karınca" d e m e k olan "Nemi" suresinde...
ı uluyor. Klasik bakış b u n u n tahtadan taştan putlar o l d u ğ u n u sanı-
[Peki kimdir gökleri ve yeri yaratıp sizin için gökten su indiren?
yor. Hâlbuki sıralanan şeyler Allah'ın m ü l k ü n d e n örnekler ve b u n -
O su ile bağlar bahçeler bitirip gözünüzü gönlünüzü açan? Siz onla 168
la 11 sahiplenme, kendi mülkü haline getirip ona ihtiyacı olanlardan
18i
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
saklama, dahası bunlara çit çevirip zimmetine geçirme kastediliyor.
biliyorsanız söyleyin.", "Allah'ın" diyecekler. Cevap ver: "Peki bu ha-
K u r a n işte b u n a "ilahlaşmak" diyor ve reddediyor.
fızasızlık neden?
Kuranın
"Yakınlık
sağlamaları
için
edindikleri
ilâhlar"
Sor onlara: "Yedi kat göklerin Rabb'i ve şu m u a z z a m görkemin
(gurbânen âlihe) tabirinin ne olduğunu yine K u r a n ı n kendisi açık-
sahibi kimdir?
lar: "Ne mallarınız ne de oğullarınız, sizi bizim katımıza daha
neden?"
çok yaklaştıran şeylerdir!" (Sebe: 37).
"Allah" diyecekler. Cevap ver: "Peki bu aldırmazlık
Sor onlara: "Her şeyin mülk hükümranlığını (melekût) elinde
Dikkat edilirse yukarıdaki paragrafta put ismi hiç geçmiyor. Bi-
tutan, koruyup kollayan ama kendisine karşı kimsenin k o r u n u p
lakis gökten inen su, toprak/arazi/yeryüzü (arz), bağ, bahçe, ağaç,
kollanamayacağı kimdir? Söyleyin biliyorsanız? "Allah" diyecekler.
dal, vadi, dere, ırmak, deniz, gökten ve yerden rızıklar... deniyor.
Cevap ver: "Peki bu aldanış niçin?] (Mu'minun; 81-92).
Bunlar o g ü n k ü tarım t o p l u m u n d a servet tasvirleridir. Ve bunlar
D e m e k ki "mal ve oğul sahipleri" veya "bahçe sahipleri" sade-
sıralanırken her defasında soruluyor: H e m Allah'a inanacaksınız,
ce Allah'a inanmakla kalmıyor, yeryüzünün, orada var olanların (su,
h e m de Allah'ın sayılan mülklerini zimmetinize geçirip başkasını
bağ, bahçe, tarla, m a d e n ocakları, hayvan sürüleri vb.), görkemli
b u n d a n m a h r u m edeceksiniz ha? Bu ilahlaşmak ve m ü l k ü n e ortak
arşın, melekûtun (tüm m ü l k deryasının) h ü k ü m r a n ı n ı n Allah ol-
olmaya kalkmaktır (şerîkun fi'l-mülk).
duğuna da inanıyorlar. Ç ü n k ü "Bunlar kimin?" diye sorulunca her
"Bunların hesabının sorulacağı bir g ü n gelecek, bu yaptıklarınız
defasında da "Allah'ın" diyorlar.
yanına kâr kalmayacak, yargılanacaksınız. Burada, olmazsa ora-
"Ee, m a d e m öyle sahiplenmeyin, zimmetinize geçirmeyin, ta-
da. .." denince "Ne yani yeniden mi diriltileceğiz? Bizden önce kime
pulamayın, verin o zaman? Allah bütün bunlardan insanların eşit
hesap sorulmuş? Kapanın elinde kalıyor, görmüyor musunuz? Ne
şekilde yararlanmasını istiyor (Fussilet; 10). İçimizden zenginler
burada ne orada hesap mesap yok? Bunlar "eskilerin masalların-
arasında d ö n ü p dolanan bir t a h a k k ü m aracı olmasını istemiyor
dan" başka bir şey değil..." diyorlar.
(Haşr; 7). Aksi halde hesabını vermezsiniz. Er ya da geç b u n u n hesabını vermek için huzura çıkarılacaksınız, öldükten sonra bile kaçamayacaksanız" denince "Ölüp toz toprak ve kemik yığını haline
D ö r d ü n c ü s ü "inanmışlar" demek olan "Mu'minun" suresin-
geldikten sonra yeniden diriltileceğiz, öyle mi? D o ğ r u s u bu laflar bize de, atalarımıza da b u n d a n önce söylendi durdu. "Eskilerin ma-
de... [Hayır, öncekilerin dediğini diyorlar. "Ölüp toz toprak ve kemik
sallarından başka bir şey değil bunlar." diyorlar...
yığını haline geldikten sonra yeniden diriltileceğiz, öyle mi? Doğ rusu bu laflar bize de atalarımıza da b u n d a n önce söylendi durdu. Eskilerin masallarından başka bir şey değil bunlar." Sor onlara: "Peki, yeryüzü ve orada var olanlar kimindir? Eğer 170
Beşincisi " k u m tepeleri" d e m e k olan "Ahkaf" suresinde... [Kâfirlik edenler iman edenler hakkında; "Eğer ona inende bir
18i
R. ihsan Eliaçık
Sosyal İslam
hayır olsaydı, (ayak takımımız) bizden önce ona koşmazlardı." di-
onların zevkini sürdünüz. Artık bugün yeryüzünde haksız yere bü-
yorlar. Fakat onunla doğru yola gelmeyi kendilerine yediremedik-
yüklük taslamanızın ve fesat peşinde koşup d u r m a n ı z ı n karşılığı
lerinden her zaman "bu eski bir yalan" diyecekler.] (Ahkaf; 11)
aşağılayıcı bir azap olacak!] (Ahkaf; 20)
D e m e k ki "Din bir afyondur." sözünü o g ü n k ü inkârcılar, Marx'ın
Ayette geçen "fesat çıkarmak" Kur'an'ın anlam örgüsü içinde
söylediğinin tam tersi m a n a d a söylüyorlardı. Yani: "Din kitleleri
daima  d e m kıssasında geçen son sınırına kadar toplamak (şecere-i
u y u ş t u r m a k için zengin üst sınıfların halka ayaklanmamaları için
huld) ve yıkılmayacak bir mülkiyet (mülk-i la yebla) için ele geçir-
zerkettiği bir uyuşturucudur." değil; t a m tersi "Din ( M u h a m m e d e
me, çalma, hırsızlık ve bunlar için yapılan işgal, talan ve kargaşayı
gelen) kendini peygamber gören birisinin, ezilenler yeryüzünün
ifade eder. "Güzellikleri dünya hayıtında tüketmek", ele geçirdik-
önderi olacak, adalet, eşitlik olacak, köleler özgürleşecek, siz cen-
lerini sorumsuzca harcamayı, "zevkini sürmek" de onlarla har vu-
nete onlar cehenneme gidecek..." vaatleriyle ayaklanma çıkarmak
rup h a r m a n savurmayı, g ü n ü n ü gün etmeyi ifade eder.
için halka zerkettiği bir uyuşturucudur. Bununla ayak takımını bü
İşte böylesine birine "Allah var, hesap var, böyle yapamazsın!"
yülüyor. Sihirli sözlerle mutlu yarınlar ve t o z p e m b e gelecek vadedi
ilenince, "Bizden önce bunca insan gelmiş geçmiş, kimseye bir şey
yor. Yoksa bu ayak takımı (erâzil) nasıl bu kadar cesaretli olabilir?
olmamış, biz mi hesap vereceğiz; yok böyle şeyler, masal, hikâye
Eğer söylediğinde bir hayır olsaydı ilk önce biz icabet ederdik. Do
hunlar" diyor...
layısıyla eskiden beri söylenen birtakım hayali vaatler ve masallar bunlar..." --m-'
Yedincisi "bal arısı" d e m e k olan "Nahl" suresinde... [Allah, büyüklük taslayanları sevmez. Böyleleri "Rabb'iniz ne
Altıncısı yine " k u m tepeleri" d e m e k olan "Ahkaf" suresinde...
indirdi?" denildiğinde: "Eskilerin masalları."derler. Böyle söyle-
[Fakat öyleleri de vardır ki a n n e ve babasına: "Öf be! Benden
mekle kıyamet g ü n ü n d e kendi veballerini tümüyle, saptırdıkları ca-
önce bu kadar insan gelip geçmişken tekrar (huzura) çıkarılacağı
hillerin veballerini de kısmen üzerlerine almış olurlar. Dikkat edin,
mızı mı söyleyip duruyorsunuz?" der. A n n e ve babası Allah'a sığı
ne kötü bir vebaldir bu! Onlardan öncekiler de düzen kurmuşlardı.
narak: "Yazıklar olsun, inan. Allah'ın sözü gerçektir; b u n d a n şüphe
Allah kurdukları düzeni temelden yıkmış, çatılarını da başlarına
olmaz." der. O yine: "Hepsi yalan, eskilerin masalları bunlar.] deı
geçirmişti. Azap, onlara fark edemedikleri bir yönden gelmişti.]
(Ahkaf; 17)
(Nahl: 23-26).
Bu ayetteki "eskilerin masalları" diyenin kim olduğu, hangi ke simden birisi olduğu ise üç ayet sonra açıklanıyor: [Kâfirlik edenlere ateşin karşısına çıkarılacakları gün şöyle de necek; "Siz, bütün güzelliklerinizi dünya hayatınızda tükettiniz vr 173 18i
Bu ayette de "eskilerin masalları" diyenlerin büyüklük taslaydılar (müstekbirler) olduğu ifade ediliyor. K u r a n ı n anlam b ü t ü n lüğü içinde bunlar servet ve iktidar sahipleri (mal ve oğul sahipleri, nimet sahipleri, bahçe sahipleri) d e m e k oluyor.
R. ihsan Eliaçık
Bunlar tarih boyunca hep bir düzen kurmuşlar ve her defasında kurdukları düzen başlarına geçmiştir. Bundan sonra başkası olacak değildir. Bunlar hep demişlerdir ki: Adalet, eşitlik, cennet,
Sosyal İslam lan dediğiniz şey işte bu!" denilecek.] (Mutaffifin; 1-17) Görüldüğü gibi buradaki "eskilerin masalları" teranesi de paragrafın başındaki eksik ölçüp tartma (yolsuzluk) ile ilgilidir.
ezilenlerin ( m ü s t a z a f l a r ı n ) kurtuluşu ve yeryüzüne önder olmala-
Onlara "Eksik ölçüp tartmayın, halkın malına göz dikmeyin,
rı, kölelere özgürlük, şirksiz (sınıfsız/kastsız) bir toplum (ümmet-i
çalmayın, çırpmayın. Hak yemeyin, hesabınız çok yaman olur,'
vahide) bir hayalden ibarettir, "eskilerin masallarından" başka bir
hem halkın m a h k e m e s i n d e n (mahkeme-i suğra) h e m de Allah'ın
şey değildir...
mahkemesinden (mahkeme-i kübra) kurtulamazsınız." dendiğin-
Böyle söyleyenlere deniyor ki ayette: "Böyle söylemekle kıyamet
de "Bunlar eskiden beri söylenip durulan masallar." derler. Buna
(ayaklanma/kalkış/kıyam) g ü n ü n d e kendi veballerini tümüyle, sap-
verilen cevap ise Leheb süresindeki tehdit ile aynıdır: ("Malı ve
tırdıkları cahillerin veballerini de kısmen üzerlerine almış olurlar.
kazandıkları onu kurtaramayacak!"). Kazanmakta olduklarından
Dikkat edin, ne kötü bir vebaldir bu!
kalpleri paslanmıştır. Yani mal ve kazanma hırsından gözleri bir şey göremez olmuştur. Bunları temizleyecek şey ise alev alev yanan ateştir!
Sekizincisi "yolsuzluk yapanlar" d e m e k olan "Mutaffifın" suresinde. .. [Yolsuzluk yapanların vay haline! Onlar alacaklarının son kuruşuna kadar peşine düşerler. A m a iş, vereceklerine gelince kıyısın dan kenarından nasıl çalıp çırpacaklarını hesaplarlar. Onlar tekrar
D o k u z u n c u s u "ganimet malları" d e m e k olan "Enfâl" suresinde... [Biliniz ki mallarınız ve oğullarınız birer imtihan vesilesidir. Asıl bü-
diriltileceklerini sanmıyorlar mı? O büyük g ü n d e hesaba çekilecek
yük mükâfat Allah'ın katındadır. Ey iman edenler! Eğer Allah bilinciyle
ler. Öyle bir gün ki insanlık o gün Âlemlerin Rabbi'nin h u z u r u n d a
yaşarsanız, size, doğru ile yanlışı ayırma yetisi verir; suçlarınızı örter ve
esas duruşa geçecek!
si/i bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir. Hani kâfirler seni hap-
Kötülerin sicili tutulmuştur. Bilir misin, sicil ne demek? Orada
setmek, öldürmek yahut sürgün etmek için plânlar kuruyorlardı. Onlar
her şey m a d d e m a d d e yazılmıştır. O gün yalan diyenlerin vay ha
plân kurup dururken, Allah bütün plânlarını boşa çıkarttı. Çünkü bütün
line! Onlar hesaplaşma g ü n ü n e yalan diyenlerdir. Ona, ancak hak
I ıesaplar Allah'tan döner. Onlara ayederimiz okunduğu zaman: "Tamam
ve adaleti çiğneyen ve günah k ü p ü haline gelmiş olan yalan deı.
ıluyduk. İstesek biz de bunun benzerini söyleyebiliriz. Bu, öncekilerin
O n a ayetlerimiz o k u n d u ğ u zaman: "Eskiden beri söylenip durıı
masallarından başka nedir ki." dediler] (Enfal; 28-31)
lan masallar." der. Hayır! Kazanmakta olduklarından kalpleri pas lanmıştır. D o ğ r u s u onlar o g ü n Rablerinden yüz bulamayacaklaı
Görüldüğü gibi buradaki "eskilerin masalları" da, paragrafın I-.ışında işaret edildiği gibi yine aynı konu ile ilgili: Mal ve oğul-
Doğruca alev alev yanan ateşi boylayacaklar. Sonra da onlara; "Ya
174
175
R. hsan Eliaçık
"Mal ve oğul sahipleri" tabirinin K u r a n ı n anlam bütünlüğü içinde ne anlama geldiğini artık biliyoruz. Bunlar düzenlerinin sürmesi için plan kuruyorlar, peygamberi hapse atmak, ö l d ü r m e k ve bu "beladan" k u r t u l m a k için ellerinden geleni yapıyorlar. Fakat azap hiç beklemedikleri bir yerden geliyor. Bunların planını b o z m a k için "Allah bilinci ile yaşamak" (takva) sahibi olmak gerekir. Öyle olursa Allah, m ü l k ü n Allah'a ait olduğu-
ALLAH "EŞİTLİĞİ" TAKDİR ETTİ
na i m a n etmişlere doğru ile yanlışı ayırma yetisi verir. Kim yalancı, kim sahtekâr, kim münafık, kim laf olsun diye, kim yürekten mülk Allah'ındır diyor ayırabilirler...
Kur'an'da bir ayet var, yazının başlığı oradan aldım. "Eskilerin masalları" teranesini nerede, kim, niçin söylüyor gördünüz. Ne bir eksik, ne bir fazla hepsini aktardım. Bana inanamıyorsamz kendiniz açın bakın, sureler ve ayet numaraları ortada. Ayetleri cımbızla çekmeyin, paragrafıyla birlikte, konu bütünlüğü içinde okuyun. Mal ve oğul sahibi olmak, kazanç, mal, mülkiyet, eksik ölçüp tartmak, yolsuzluk, dünya hayatı, servetin zevkini sürmek, rızık ve bunların hesabının sorulacağı kaçınılmaz gün ile ilgili olmayan tek bir paragraf yok. Bu kadarı tesadüf olabilir mi? "Söylediklerin hayal, olacak işler değil; vazgeç bu sevdadan.
Mevcut
meallere bakılırsa, bu tür konuların çoğunda olduğu gibi "sinirleri alınmış" ayetlerden birisi ile daha karşı karşıya o l d u ğ u m u z görülüyor. "Eşitlik" kavramına duyulan antipati nedeniyle türlü teviller yapılarak anlaşılmaz hale sokulmuş. Bakın ne diyor ayet: "Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi. Orada dört mevsim güç/kuvvet kaynaklarını (cgvâtuhâ), isteyenler/ihtiyaç sahipleri eşit olarak yararlansın diye (sevâen li's-sâilîn) takdir etti." (Fussilet; 41/10). Ayette geçen "isteyenler için eşitçe" (sevâen li's-sâilîn) ifadesi "eşitliğin" bir K u r a n kavramı olduğunun apaçık delilidir. Sadece hurada değil; başka yerlerde de özellikle "rızık" söz konusu oldu-
Masal anlatma bize" diyenler! "Eskilerin masalları" nı tekrar edip durmayınız. Başlangıçta hangi büyük işe hayal/masal d e n m e d i ki?
ğunda "eşitlik" kavramının dikkat çekici bir şekilde vurgulandığını görüyoruz, (bk. Nahl; 71). Ayette geçen "dört günde" (fî erbeati eyyâm) dört mevsim içinde yani b ü t ü n bir yıl boyunca, "güçler/kuvvetler" (egvât) da insana güç veren, kuvvet toplamasını sağlayan gıdalar/rızık ve rızık kay-
176
177
Sosyal slam
R. İ, san Eliaçık
nakları manasındadır. Kur'an, bunlara yeryüzündeki güç/kuvvet kaynakları (egvâtuhâ) diyor. "Egvât" Türkçede de kullanılan "guvve" nin çoğuludur ki kuvvet diye telaffuz ederiz. En geniş anlamıyla yeryüzünde rızık biriktirici t ü m servet ve güç yığıcı t ü m iktidar kaynaklarını ifade eder.
Ayet d o ğ r u d a n adalet, özellikle de eşitlik mesajı verdiğine göre, devam edelim... Rağıp el-Isfehanî'nin dediği gibi adalet eşitçe paylaştırma (etlııqsît ala's-sevâ) demektir. ( e l - M ü f r e d a t , ADL mad.). Bu d u r u m -
İşte, Allah, y e r y ü z ü n ü n t ü m güç ve kuvvet kaynaklarının/servet ve iktidar araçlarının isteyenler yani ona ihtiyacı olanlar arasında "eşitçe" dağıtılmasını/paylaştırılmasını "takdir" ettiğini söylüyor. Bu şu demek: Böyle b u y u r d u Allah! Böyle olmasını istiyor! Ne istiyor? Yeryüzünde güç ve kuvvet kaynaklarında eşitlik! Yarattığı rızık ve rızık kaynaklarının zenginler arasında d ö n ü p dolanan bir t a h a k k ü m aracı (devlet) olmasını istemiyor! (Haşr; 7). Her türden sosyal, politik, iktisadi güç ve kuvvet kaynaklarının "eşitçe" dağıtılmasını, bir yerde merkezîleştirilmemesini (temerküz), ortaklaşacı üretim ve paylaşım düzeni içinde bunlardan tüm insanların faydalanmasını istiyor! (Fussilet; 10). D e m e k ki neyi "takdir" ediyor? Zengin ile yoksul arasındaki u ç u r u m u n sürüp gitmesini, b u n u n bir imtihan olmasını değil; uçu r u m u n kapatılmasını, "eşit" hale gelmeyi... D e m e k ki neyi "irade" ediyor? Güç ve kuvvetin ö m ü r boyu üst
da adaletin r u h u ve sevk-i sebebi (emredilme yönü) eşitlik olmuş olur. Bu iki türlü olur: Biçimsel eşitlik ve fonksiyonel eşitlik... Biçimsel eşitlik Aristo'nun "dağıtıcı adalet" dediği şeydir ki kikinin dil, din, ırk, bölge, kavmiyet, milliyet, mülkiyet, cinsiyet vs. ayrımı yapılmaksızın herkesin eşit görülmesidir. Eski Yunan adalet lanrıçası Vıemis resmindeki gibi burada adaletin gözü kapalıdır, kimin ne olduğuna bakmaz. Acilen sağlanması gereken ilk etaptaki eşitlik budur. Fonksiyonel eşitlikte ise adaletin gözü açıktır. K i m i n ne old u ğ u n a bakar.
Ö r n e ğ i n y e m e k dağıtılırken h e r k e s i n y e m e k
lıakkı o l d u ğ u n u söylemek biçimsel eşitliktir. Kimseye dili, dini, ırkı, bölgesi, mülkiyeti, cinsiyeti veya yaşı sebebiyle ayrımcılık yapılamaz. Fakat ç o c u k l a r a ayrı, hastalara ayrı y e m e k v e r m e k
tekilere, acziyet ve zaafıyetin de ö m ü r boyu alttakilere ait olmasını
lonksiyonel eşitliktir. B u r a d a adaletin göze açıktır ve k i m i n ne
değil; güç ve kuvvet kaynaklarının eşitçe dağıtılmasını, kimseye ta
olduğuna b a k a r ve f o n k s i y o n u n a göre dağıtır. A r i s t o b u n a da
pulanmamasını, ezmek, s ö m ü r m e k ve t a h a k k ü m gibi hegemonya
"denkleştiriri adalet" der.
araçlarına dönüşmemesini, bilakis "kamucu amaçlar" için yayıla
Ali Şeriati de, bu ayrımın K u r a n d a adalet (denkleştirme) ve k ısl (hakkı olanı verme) kavramları ile yapıldığını söyler. Adaletin
rak seferber edilmesini... Lütfen bu ayeti (Fussilet; 10) tekrar tekrar okuyun, üzerinde dü ş ü n ü n . Diğer eşitlik ayetleri (ör. Nahl; 71, Haşr; 7) ile karşılaştın
mahkeme, yargı, hukuk, adliye teşkilatı gibi üst yapıda, Kist'ın ise mülkiyet ilişkileri gibi alt yapıda olacağını ifade eder.
nız...
178
179
R. ihsan Eliaçık
D e m e k ki "İslam'da eşitlik yok; adalet var" sözü,
Sosyal İslam
"İslam'da
devrim yok; diriliş var" sözü gibi içi boş manasız bir demogojidir.
ledi. Ve size kulaklar, gözler, kalpler verdi. Ne kadar az şükrediyorsunuz?" (Secde; 32/9).
"Eşitlik" ve "devrim" bal gibi K u r a n kavramlarıdır, (bkz. Dev-
Görüldüğü gibi insanın yaratılışını anlatan ayetlerde "sevâ/tes-
rimci İslam ve İslam ve Sosyal Değişim adlı kitap çalışmalarımız;
ı'iye" kavramının kullanılması çok manidardır. "Biçim verdi, düzenledi, tam yaptı" d e n m e k istenirken h e p eşitlik k ö k ü n d e n gelen
İst., 1992). İnsanların "farklı" renk, tip, cinsiyet ve karakterde yaratılması eşit yaratılmadığı anlamına gelmez. Farklıyım diye a d a m eşit olamayacağını iddia ediyor. Farklılıktan eşitsizlik ve hatta üstünlük çıkarmaya kalkıyor. Eşitlik davası tam da b u r a d a lazımdır. D e m e k ki adaletin amacı (biçimsel veya fonksiyonel) eşitliği sağlamadır. Bu iki türüyle eşitlik sağlandığında adalet gerçekleşmiş olur. Bunlar iç içe geçmiş, biri o l m a d a n diğeri olmayan, biri diğerini d o ğ u r a n kavramlardır. Hakkaniyet, dağıtıcı adalet, denkleştirici adalet veya mutlak eşitlik, nispi eşitlik vs. diye d a h a h u k u k fakültelerinin birinci sınıflarında öğretilir.
bu kavram kullanılır. B u n u n anlamı insanın yaratılış anında kadın erkek eşit bir şekilde yaratıldığı, ana r a h m i n d e böylece biçim verildiği, düzenlendiğidir. Yaratılıştaki eşitlik anlatılmak istenir. İkinci düzey: Dünya hayatındaki birtakım farklılıklar anlatılırken kullanılır: "Kör ile gören eşit olur mu? Karanlık ile aydınlık eşit olur mu?"(Nahl; 16/16), "Hacıları su verme ve Mescid i I laram'ı onarma ile Allah yolunda cihad eşit olur mu?" (Tevbe; 9/19), "Oturanlar ile malları ve canlarıyla cihad edenler eşit olur ıııu?" (Nisa; 4/95), "Kendine bile sahip olmayan zavallı bir kul ile verdiğimiz rızıklardan gizli açık infak eden eşit olur mu?" (Nahl; 16/75). Görüldüğü gibi b u r a d a da dünya hayatında insanlar arasında
K u r a n d a adalet ve eşitlik kavramları birkaç çeşittir: Adalet,
I izikî, tabiî, ahlakî veya amelî birtakım farklar karşılaştırılır ve bun-
Kist, Vasat, Hakk, Vezn, Sevâ... Bunların her biri meselenin ayrı
ların sanki aralarında hiç fark yokmuş gibi olamayacağı belirtilir.
bir y ö n ü n ü ifade eder ve kavramı b ü t ü n yönleri ile detaylarıdırır.
Ancak farklılıklardan eşitsizlik çıkarmak, dahası b u n u bir ayrıca-
(bkz. Adalet Devleti; Ortak İyinin İktidarı adlı kitap çalışmamız; İst,
lıklı sınıflaşmaya dönüştürerek, özellikle rızık ve rızık kaynakları-
2003).
nın kullanımı k o n u s u n d a sınıflaşma ve eşitsizlik yaratılmaya kal-
Örneğin eşitlik (sevâ) başlıca üç düzeyde ele alınır:
kışılınca ü ç ü n c ü düzeydeki eşitlik ayetleri gelir ve tekrar birinci
Birinci düzey: İnsanın yaratılışı anlatılırken kullanılır: [İnsan
kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? O akıtılan bir meninin
Üçüncü düzey: Rızık ve rızık kaynaklarının kullanımı anlatırken
içinden bir nutfe değil miydi? Sonra bu aşılanmış bir y u m u r t a oldu,
kullanılır: "Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlen-
derken Allah onu eşitleyip biçimlendirdi. O n d a n da iki eşi; erkek ve
dirdi. Orada dört mevsim güç/kuvvet kaynaklarını (egvâtuhâ),
dişiyi var etti] (Kıyamet; 75/36-39).
isleyenler/ihtiyaç sahipleri eşit olarak yararlansın diye (sevâen
"Sonra onu eşitçe yaratıp düzenledi. Ona kendi ruhundan üf180
It's-sâilın) takdir etti." (Fussilet; 41/10), "Rızıkta üstün kılınanlar
18i
I R. İhsan Eliaçık
Sosyal, slam
(zenginler) yanlarındaki (yoksullar) ile eşit hale gelmemek için
sağcılaştırma o p e r a s y o n l a r ı n d a n k a l m a olup hiçbir geçerliliği yoktur.
onlara vermiyorlar. Allah'ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?"
Etrafınıza bakın; dil, din, mezhep, meşrep, renk, ırk, bölge, kav-
(Nahl; 16/71).
miyet, meslek, milliyet, cinsiyet ve mülkiyetten kaynaklanan yığın-
Görüldüğü gibi birinci düzeyde eşitlik, ana rahmindeki yaratı-
la adaletsizlikler ve eşitsizlikler görmüyor m u s u n u z ?
lış ile başlıyor. Burada bir ayırım yapılmıyor ve yaratılış anlatılır-
Kur an, yukarıdaki ikinci düzey kullanımda nelerin birbiriyle
ken hep eşitlik k ö k ü n d e n gelen kavram (sevâ/tesviye) kullanılıyor.
eşit olamayacağını söylüyor.
Sonra ikinci düzeyde insanoğlu dünyaya geliyor. D ü n y a n ı n çeşitle
Oturanla cihat eden, başkasına köle
olanla, kendisi kazanıp gizli açık infak eden ve adaleti emredenin
halleri sebebiyle farklılaşmalar oluyor. Dil, din, ırk, renk, mülkiyet,
eşit olamayacağı gibi...
cinsiyet, kavmiyet ve milliyet temelinde yaşanan bu farklılaşmaların Allah'ın b ü t ü n insanlar için yarattığı rızık ve rızık kaynakların-
Dikkat edilirse bunların hepsi fizikî mecburiyet (kör ve sağır ile
da (üretim araçlarının kullanımında) bir eşitsizliğe ve sınıflaşmaya
gören ve işiten vb.), doğadaki farklılıklar (aydınlık ile karanlık vb.)
yol açtığı görülünce b u n a "dur" deniliyor ve ü ç ü n c ü düzeyde "eşit-
ve ahlakî meziyet farklılıklarıdır. Ancak bu farklılıkların hiçbirisi
liğin takdir edildiği" açıklanarak, tekrar yaratılıştaki eşitlik düze-
rızık ve rızık kaynaklarının (güç ve kuvvet kaynaklarının) eşitçe
yine çekilinmesi çağrısı yapılıyor.
paylaşılmasına ve dağıtılmasına m a n i değildir. Keza bu farklılıklar üstteki-alttaki, ezen-ezilen, zengin-yoksul,
Bunun anlamı "farklı, fakat eşit" yaşama çağırışıdır.
yöneten-yönetilen, doğulu-batılı, zenci-beyaz, kadın-erkek, asker-
Özellikle rızık ve rızık kaynaklarının kullanımı konusunda-
s
ki eşitsizliğe K u r a n ı n t a h a m m ü l ü olmadığını görüyoruz. Öyle ki yoksulluk boyutundaki eşitsizlik "Allah'ın nimetini inkâr",
ivil, Alevî-Sünnî, Türk-Kürt, Arap-Acem vs. eşitsizliklerine yol
açamaz...
açlık
"Allah'a ortak koşmak" olarak görül-
İşte burada Allah "eşitliği" takdir ettiğini söylüyor. Böyle ol-
mektedir. (bkz. Nahl; 16/71,112 ve Fussilet; 41/10 ile öncesi ve son-
masını m u r a d ediyor, iradesini bu yönde açıklıyor. Kanımca ayet-
boyutundaki eşitsizlik de
le ifade edilen manayı başka yönlere çekip bu vurguyu ıskalamak
rasındaki ayetler.)
bilmeden yapılıyorsa mazeret, bilinçsiz yapılıyorsa gaflet, bile bile yapılıyorsa hıyanettir. K u r a n söz konusu eşitliği sağlamanın türlü yollarını göster-
D e m e k ki şairin "Bir mesele var ki bütün meselelerin başı"
miştir; Zekât, sadaka, infak, karz-ı hasen, i'ta gibi verme/paylaşma
dediği şey K u r a n d a esaslı bir şekilde ele alınan adalet ve eşitlik me
emirleri hep bu "takdirin" yerine gelmesi, gerçekleşmesi içindir.
selesidir.
I lac, tavaf, ihram, namaz, secde, saf bağlama vs. hep bu eşitliği gös-
Eşitliği, "sola ait bir kavram" kompleksiyle adaletten ayıran
teren ve örnekleyen ritüellerden (nusuk) ibarettir.
ve "İslam'da eşitlik değil; adalet var" diyen söylem yukarıda
Ana r a h m i n d e bir atımlık nutfe ve aşılanmış y u m u r t a (alak) ha-
g ö r ü l d ü ğ ü gibi K u r a n verileriyle b a ğ d a ş m a m a k t ı r . 70'li yılların 182
I
18
R. ihsan Eliaçık ü n d e oluşurken eşit değil miydik? O r a d a tek bir nefs olarak eşitçe yaratılıp biçim verilmemiş miydik? (Şems; 91/7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ). "O ki seni yarattı, (özüne) eşitliği koydu, adaleti yerleştirdi" (İnfitâr;
82/7;
Ellezî
halagakejesevvâkejeadaleke).
GECENİN VE GÜNDÜZÜN GÜÇLERİ
[Rabbin, senin ve beraberindekilerin uykusuz geceler geçirdiğini biliyor. Gecenin ve g ü n d ü z ü n ö l ç ü s ü n ü / g ü c ü n ü koyan Allah'tır. Bu konuda epeyce zorlanacağınızı bildiği için size lütuf ile muamelede bulunuyor. Artık Kurandan kolayınıza geleni okuyun. İçinizden hastaların olacağını, Allah'ın fazlından aramaya koyulanların bulunacağını, yeryüzünde sefere çıkacakların olabileceğini bilmektedir. () halde Kurandan kolayınıza geleni o k u y u n . . . Salâtı ikame edin, zekâtı verin. Allah'a güzel bir borç verin. Kendiniz için ne hayır yaparsanız, karşılığını Allah katında daha büyük olarak bulursunuz. I >aima Allah'tan bağışlanma dileyin. Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır.] (Müzzemmil; 20). ı-®-.
Bu f r a g m a n (parça, bölüm, pasaj) Kur'an'm iniş sırasında üçünı u sırasında yer alan Müzzemmil suresinin son ayetidir. "Yaşayan kıır"an" perspektifinden bakılınca g ü n ü m ü z e yönelik esaslı mesajlar içeriyor. Yazıya "gecenin ve g ü n d ü z ü n güçleri" başlığını k o y m a m ı n
185 331
Sosyal slam
R. İhsan Eliaçik
sebebi, ayette gecenin ve g ü n d ü z ü n takdir edildiği/içine güç ver i c i / k a d i r kılıcı d i n a m i k l e r yerleştirildiğinin söylemesine daya-
izleneceği ve onlarla uzlaşmadan nasıl mücadele edileceği gösteriliyor: Gecenin ve g ü n d ü z ü n güçleriyle donanarak... Bunun g ü n ü m ü z d e k i sorusu şudur: Nasıl alternatif olacağız?
nıyor. Gece ve g ü n d ü z insana nasıl güç verir? İçine yerleştirilen dina-
Müslümanlar nasıl güçlenecek?
mikler nelerdir? Mu'min insan, gecenin s o n u n d a ve g ü n d ü z ü n bitim i n d e nasıl daha güçlü/kâdir hale gelir? O g ü n k ü Mekke o r t a m ı n d a Peygamberimizin etrafında toplananların sayısı daha iki elin parmağını geçmemişken "gecenin ve g ü n d ü z ü n güçlerinden" yararlanmalarını istemenin manası nedir?
"Büyük işi yüklenen" d e m e k olan Müzzemmil suresi işte bunu anlatıyor. Sure ilk pasajda (1-9) peygambere gece yarılarında kalmasını, K u r a n ı düşüne düşüne (tertil) ile okumasını, g ü n d ü z ü n onu "zorlu bir uğraşın" beklediğini, Rabb'ini asla unutmamasını, b ü t ü n varlı-
Dahası bu ayetler b u g ü n için ne anlama geliyor? Hangi derde
ğı ile O na yönelmesini, O'nun d o ğ u n u n ve batının Rabb'i olduğu
deva, hangi hastalığı şifadır? Bütün bunların cevabını yazının biti-
O n d a n başka bir ilah (otorite) olamayacağı, b u n u n için "gecenin"
m i n d e anlamış olacağız. A m a önce bazı "faideli bilgiler"...
ruh dinginliği ve sağlıklı o k u m a için gayet elverişli bir zaman olduğu hatırlatılıyor.
Birinci surede (Alak; 6-14) şehre hâkim olanların zenginlik ih tirası (istiğna) içinde oldukları, b u n d a n kaynaklanan bir azgınlık (tuğyan) yaşadıkları ve b u n u n sonucu olarak da yasak/dayatma/ hegemonyaya (nehy) yöneldikleri tespit edilmiş ve hareket bunlara "Kella!" (Hayır) diyerek başlamıştı. İkinci surede (Kalem; 17-35) "bahçe sahipleri" hedef gösteril miş ve ezilenin ve yoksulun yanında olunduğu deklare edilmişti, "Mal ve oğul (köle, cariye, maraba) sahiplerine" asla itaat etme mesi, onlarla asla uzlaşmaması öğütlenmiş, onlara ölüm hatırlata rak ölmeden önce ölme (eşitlenmeden önce eşit hale gelme) çağrısı yapılmış, bu çağrının onları "aslandan kaçan yaban eşekleri gibi"
İkinci pasajda (10-14) aleyhine söylenenlere katlanması, onlardan kopması, "nimet sahiplerine" az mühlet vermesi, onların yediklerinin bir gün boğazlarına düğümleneceği, o gün büyük bir sarsıntı geçirecekleri, k u m yığınına d ö n e n dağlar gibi savrulacakları haber veriliyor. Üçüncü pasajda (15-19) b u n u n tarihten örneği verilerek "Firavun" anlatılıyor. F i r a v u n u n elçiye isyan ettiği, fakat kıskıvrak yakalanmaktan kurtulamadığı, bunların da s o n u n u n böyle olacağı, "ço. tıkların saçlarını ağırtan bir günün" elbet geleceği, o gün göğün paramparça olacağı (büyük bir devrimle yıkılacakları) ve Allah'ın vaadinin gerçekleşeceği müjdeleniyor. Bunların ardından yazının girişindeki o f r a g m a n (pasaj, bölüm)
ürküttüğü söylenmişti... İşte b u n u n a r d ı n d a n Müzzemmil suresi gelerek bu "gözleriylr devirecek gibi bakan" yaban eşeklerine karşı nasıl bir yol yöntem 186
geliyor. "Gecenin ve g ü n d ü z ü n güçlerini" anlatan bu b ö l ü m o günler-
18
Sosyal islam
R. İhsan Eliaçık
de daha bir avuç olan ezilen, kimsesiz, yoksul ve çaresizlerin b ü t ü n bunları nasıl başaracağı, gerekli gücü nereden bulacakları gösteriliyor.
"Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" diye iki defa söylenen ifade ilk bakışta çeviri problemi nedeniyle anlaşılmaz gibi duruyor.
Ayette "gecenin ve g ü n d ü z ü n takdirinden" bahsedilmesi, ge-
Fakat biraz yakından bakınca b u n u n daha sonra g ü n d ü z ü n güçleri
cenin ve g ü n d ü z ü n kudreti/takdiri/gücü/ölçüsü anlamına geliyor.
olarak ifade edilen Allah'ın fazlından aramak (çalışmak, rızık temi-
Peygamberin etrafında yavaş yavaş toplanmaya başlayanlara "ni-
ni), fazlalaşanı vermek (zekât), güzel borç (karz-ı hasen) ve karşılık-
met sahiplerine" karşı gecenin ve g ü n d ü z ü n güçleri ile d o n a n m a -
sız yardım (hayr) ile ilgili olduğu görülür. Ayette geçen ibare (sin ile) "îsâr"dır. Sözlükte birinin işini ko-
ları isteniyor. Gecenin güçleri: Gece yarılarında kalkmak, K u r a n ı d ü ş ü n e dü-
laylaştırmak için ona yardım ederek varlıklı kılmak, maldâr yap-
şüne okumak, salât, istiğfâr... G ü n d ü z ü n güçleri: Allah'ın fazlından
mak getirmek" demektir. Bir de (peltek se ile) "isâr" var. Türk-
aramak, yolculuklara çıkmak, çalışmak, paylaşmak, bölüşmek, yardımlaşmak {zekât, karz-ı hasen, hayr)... Peygamberimiz o dönemlerde (Mekke dönemi) sabah ve akşam olmak üzere iki vakit n a m a z kılmaktadır. Salât burada geniş anlamıyla kullanılıyor ve Allah'a içten yöneliş ve O nunla kuvvetli manevi bağ k u r m a k a n l a m ı n d a kullanılıyor. Salât bunu sağlayacaktır. Sonra geceleri yalnız veya topluca bir araya gelerek inen Kur'an ayetlerini tetkik etmeleri, yönlendirmeler üzerinde düşünmeleri, ne yapacaklarını planlamaları isteniyor. Yaptıkları yanlış varsa onları konuşmaları, kişisel olarak temiz kalmaları, pisliklere bulaşmamaları, bulaşmışlarsa derhal hatalarını kabul etmeleri (istiğfar), yanlışta ısrar etmemeleri, bu "büyük işin"
çede bu ayrımı gösterecek bir harf olmadığı için ikisi de aynı (se) ile okunuyor. Bu da varlıklı kılmanın öncesini ifade ediyor. Yani kendisi ihtiyaç sahibi olduğu halde kardeşinin ihtiyacını gidermek, ona kolaylık sağlamak için onu kendi nefsine tercih ederek vermek, varlıklılaştırmak, bu maksatla cömert davranmak" demek. Haşr 9. ayette böyle geçer. Demek ki "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" diye iki defa lekraren gelen ifade gecenin gücü olup, kişiyi gündüze hazırlayan esaslı bir dinamik oluyor. Yani Kur'an'ı ezbere, anlamadan, papağan gibi tekrar ederek, teberrüken (sevap kazanma kastıyla) değil; "isâr" yapmak için, kardeşinin işini kolaylaştırmak, yardımlaşmak, paylaşmak, "büyük işi" ve "zorlu uğraşı" kolay kılmak, yükün altından birlikte Lılkmak için okuyun, buna çok ihtiyacınız olacak demek istiyor. Aksi
hata kaldırmayacağı, en büyük güçlerinin "pisliğe bulaşmamak"
lı.ılde gündüzün büyük işinin ve zorlu uğraşının altından kalkamaz,
(temiz ve dürüst yaşamak) ve "elbiselerini temiz tutmak" (güzel
yalnız kalır, tek tek ezilirsiniz; varlığınızı, zenginliğinizi birbirinize ak-
ahlak) olacağı hatırlatılıyor.
ların, birbirinize sahip çıkın, bu işin altından başka kalkamazsınız de-
İşte bunlar "gecenin güçleri" oluyor.
meye getiriyor. Zaten "Kerim" Kur'an sizi buna çağırıyor, adı bile bunu
Büyük işi yüklenen kişiye bireysel güç ve d o n a n ı m kazandırıyor
'.oylüyor, kalkıp bunu hafız ezberine çevirmeyin diyor.
ve g ü n d ü z ü n "zorlu uğraşı" için yıkılmaz bir irade veriyor. 188
18 1
R. ,hsan Eliaçık
Sosyal İslam
Sonra bu "isâr"ın nasıl olacağı yine tekraren tefsir ediliyor. Aynı
d.r. Nitekim "hayırlarda yarışmak", "hayır yapmak", "birisine hayr,
ayette üç defa peş peşe "zekât", "karz-ı hasen" ve "hayr" dan bah-
dokunmak", "babasına bile hayrı yok", "hayır çarşısı", "hayır kuru-
sediliyor.
mu vb. Türkçedeki tüm "hayr'' ile ilgili deyimler "ötekine mal ver-
Daha üçüncü surede zekâttan bahsedilmesi şaşırtıcıdır. Hâlbuki çoğu dindar zekâtın devlet kurulduktan sonra alınacağını ve daha
mek" anlamındadır. İşte bunlar da "gündüzün güçleri" oluyor.
çok Medinede geçtiğini sanır. Oysa Mekkede "Nimet sahiplerine" itirazla birlikte alternatif bir oluşum olarak kendi aralarında dayanışma, yardımlaşma ve paylaşma içine girmeleri emrediliyor. Bundan dolayı da zekâttan, karz-ı hasenden ve hayırdan bahsediliyor.
Hz. Peygamber "şehrin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerine yani "bahçe sahiplerine", yani "nimet sahiplerine", yani "mal
Karz-ı hasen, terim olarak karşılığı veya geri ödemesi Allah'tan
ve °ğul sahiplerine" yani "sütnn (gökdelen) sahiplerine" böyle
beklenerek yapılan her türden harcamaya denir. Zekât'ın hemen
karşı koymuştur. Dönüp kendi içinden yeniden bunların çıkmasına asla izin vermemiştir.
ardından tekraren Karz-ı hasenden bahsedilmesi konuya ne denli önem verildiğini gösterir. Âdeta denmek istenmektedir ki: Allah'a borç verecek yok mu? Karşılığı kat kat fazlasıyla ödenecektir. Eğer Allah'a borç vermek is-
Müminlerin bireysel gücü gecenin, toplumsal gücü gündüzün güçlerinde saklıdır.
tiyorsanız fakirlere, muhtaçlara, darda kalanlara, ağır borç altında
"Bahçe sahiplerine" özenerek, onların arasına katılıp yeni bahçe sahibi olarak alternatif olamazsınız.
inleyenlere el uzatın. Bol bol hayır yapın, Allah yolunda harcayın,
Kuran, peygambere (ve bize tabii) "Onların mal ve ognlları
malınızı istif etmeyin, infak edin, paylaşın. Mezara götüremeyece-
seni imrendirmesinler. (Tövbe; 55,85) Çünkü o güç değil; güç
ğiniz her şeyi hayattayken insanlarla bölüşün, yığıp biriktirmeyin.
k.ırdeşlik, paylaşma, dayanışma yani "isâr" dadır. Ezilenlerin yok-
İşte bu Allah'a borç vermektir. Bu şekilde Allah'tan alacaklı olarak
sulların ve çaresizlerin gücü içlerinden yem "mal ve oğnl sahipleri
huzura gelirseniz karşılığını kat kat geri alırsınız. Keza hastaya ilâç,
çıkarmak" değil; paylaşmak, bölüşmek, birbirine aktarmak, yükü kolaylaştırmaktır.
susuza su, aça yemek verirseniz Allah'a vermiş olursunuz. Bu tiir yerlerde "Allah" kelimesinin geçtiği her yere "insanlık" (en-Nâs)
Zaten çaresizler, neyi paylaşacaklar mı diyorsunuz?
kelimesini koyun pek bir şeyin değişmediğini görecekseniz (A. Şe-
Hele bir çanakta balınız (kardeşlik, paylaşım) n.ıgdatdan gelecektir. Demek ki...
riati). Bu da gösteriyor ki daha ilk mesajlarda Allah kendini açın ve yoksulun yerine koyarak konuşmaktadır... Hayr ise "kendi özgür kararınla ötekine mal vermek, infak el mek" demek oluyor. Kavramın kök anlamında "serbestlik, seçilir hakkı ile mal, servet" manasının bulunması bu manaya gelmekte 191 339
olsun ar,
Eğer tanns, mamon, tabusu da mülkiyet olan çağ.n egemen pai'iıiıgınalarına alternatif olmak istiyorsanız, yol haritası Müzzemm ıl suresi.
R. ihsan Eliaçık
Bankaların b o y u n d u r u ğ u n a girmiş olan milyonlar, bu boyund u r u k t a n nasıl kurtulacak? Bir "fekku ragabe"(boyunduruklar kırılsın, kölelere özgürlük!) sesi lazım. Bir alternatif lazım.
Sosyal sla mizin "Kendine zırh hazırla, belalar sel gibi yağacak" demesinin... Evet, bu yol "zorlu b i r u ğ r a ş " isteyen uzun bir yoldur, (sebhan lavilâ). Her birimiz bir m ü z z e m m i l olmalıyız.
Faizsiz finans kurumları mı?
"Alternatif n e d i r ? " diye soruyorsanız gecenin ve g ü n d ü z ü n
Geç.
güçlerini gecenin yansında, ortasında veya sonunda kalkarak tek-
Alternatif gecenin ve g ü n d ü z ü n güçlerinde...
nik tekrar okuyun. Yol haritası orada.
Gecenin güçleriyle d o n a n d ı k t a n sonra, her yerde, her mahalle-
Önce ruh ve irade lazım.
de m a n t a r gibi "infak fonları", "karz-hasen" k u r u m l a n veya "hayr
O kendi model ve f o r m ü l ü n ü yaratacaktır.
havuzları" oluşturacaksınız.
Ruh ve irade işte orada.
Yerel "ahi loncaları" gibi gruplar halinde, varoşlardan şehirlerin
Gecenin ve g ü n d ü z ü n güçlerinde.
merkezine doğru bankaların etrafını bir ağ gibi saracaksınız. Ezilenlerin, kredi kartı kölelerinin, b o y u n d u r u k altına girmişlerin gücü buradadır. Bankalara teslim olmayacak, kendi aranızda "isâr"ı yükseltecek, "Kur'an'dan kolaylaştırıcı olanı okuyacaksınız". Şehrin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerini, aslan g ö r m ü ş ya ban eşeği gibi ürkütecek, gözleriyle devirecek gibi baktıracak "ağır söz" ve "zorlu uğraş" budur. Evet, bu işin altından ancak "büyük işi yüklenen" ( M ü z e m m i l ) kişiler kalkabilir. Evet, çağın tanrısı ve tabusuna karşı söylenecek söz, "ağır bir sözdür" (kavlerı sakila). Bu ağır sözü duyunca "gözleriyle devirecek gibi" bakanlar, "as lan görmüş yaban eşeği gibi" kaçanlar olacaktır. Bunu herkes kaldıramaz. İçinde hardal tanesi kadar m a m o n ve mülkiyet tutkusu bulunanlar b u n u taşıyamaz. Hz. İsa'nın "Üzerindi* hırka hariç her şeyini infak et, öyle gel, yoksa beni anlayamazsın" sözünün ne anlama geldiği sanırım anlaşılıyor. Veya Peygamberi 192
193
Sosyal slam redin, huriler sizi bekliyor." dediler. Tabii ki "öldükten sonra, cennette..." Kurdular bir düzen, şeytanca telkinlerle oyalanıp durdular. Nasıl olsa Ebuzer m e z a r ı n d a n çıkamazdı. Peygamberin, Ali nin mezarına ise beton dökülmüş, üzerine kayalar yığılmıştı, çıkmaları hiç m ü m k ü n değildi. Böylesi bir din algısının asırlardır Hindistandaki kast sisteminin
SÜLEYMAN'IN MÜLKÜ
yerini aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İslam, ne yazık ki p a r a m p a r ç a yapmak, zırr-u zeber etmek istediği böylesi bir kast (şirk) düzeninin aracısı, onaylayıcısı ve afyon yüzü haline getirildi.
K u r a n , "Süleyman'ın mülkü" h a k k ı n d a "şeytanca telkinlere" uyanlardan bahseder. Acaba b u n u n l a anlatılmak istenen nedir? Dahası kimdir bu şeytanca telkinlere uyanlar? Bu önemli. Ç ü n k ü dinî muhayyilede "Süleyman'ın mülkü" efsanesi, nice dindarın, aslında şeytanca telkinden başka bir şey ol mayan zenginlik hayalini süslüyor ve b u r a d a n meşruiyet alıyor. Öyle ki b u r a d a n girilerek, sonsuz zenginlik ve sınırsız servetin "bir kişide" olabileceğine dair cevazlar veriliyor, fetvalar çıkarılı-
Değil Kur'an'ın, dört kitabın, hatta "İbrahim ve Musa'dan beri söylenegelen" t ü m suhufların manası, içeriği, mesajı, çağrısı yani tüm mülk ayetlerinin r u h u ve bedeni âdeta çarmıha gerildi, sonra mezara gömüldü, sonra üzerine betonlar döküldü, sonra da üzerlerine kaşâneler dikilip içlerinde tepinildi. Hz. İsa'nın "Peygamberleri h e m öldürürsünüz, sonra da üzerlerine türbe dikersiniz" dediği şey b u n d a n başkası değildi. (Matta; 23/19-35)...
yor.
.-i®-.
İslam dünyasında zenginlik, şatafat ve debdebeli saray hayatı özlemlerinin hep "Süleyman'ın mülkü" efsanesinden esinlendiğini
Çare yok, o kâşaneleri yıkacak, betonları sökecek, mezarlara gömülmüş mesajları gün y ü z ü n e çıkaracağız. Bunu yaparken ciyak
görüyoruz. Tarih boyunca sultanlar, krallar ve onların dalkavuk avanesi, h e p cariyelerle dolu haremlerde, altın musluklu, g ü m ü ş şamdanlı, camdan havuzlu saraylarda "zenginlikle i m t i h a n olunduklarını" söylediler. "Ama..." diye itiraz edenleri "Süleyman'ın mülkü" di
ı lyak bağırılmasına aldırış etmeyeceğiz. "Yeter geç artık bu konuyu; böcekten, çiçekten, estetikten, metafizikten bahset." hinoğlu hinliğine pirim vermeyeceğiz... Bakın, o dediğinizi "en kral mealler" yapıyor. Çevirmen heyeti arasında Ali Özek, Hayrettin Karaman, Ali
yerek susturdular. Saray çöplüklerinde yiyecek arayan yoksul dindarlara ise "Sab-
l üı-gut, Mustafa Çağırıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin G ü m ü ş
9
195
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
gibi isimlerin yer aldığı, Suudi Arabistan Krallığı nın finansıyla hazırlanan mealde Bakaranın 219. ayeti bakın nasıl çevirilmiş: "Sana iyilikte ne harcayacaklarını sorarlar: 'Affetmek' olduğunu söyle." (Doğrusu: "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını")
Önce Süleyman'a verilen mülk neydi ve ne manaya geliyordu oradan başlayalım. [Süleyman'ı imtihan etmiştik. Sağlığı öyle bozulmuştu ki tahtında (sanki bir) ceset oturuyordu. Sonra d ö n ü p tekrar sağlığına kavuşunca "Rabb'im, beni affet ve bana a r d ı m d a n kimsenin ulaşamayacağı bir mülk ver. Ç ü n k ü Sen daima verirsin" diye dua etmişti. Bu
Hz. İsa'nın "Ey kör kılavuzlar! Ey engerek soyu!" derken ne dem e k istediği sanırım anlaşılıyor.
tevazu karşında Biz de rüzgârı o n u n e m r i n e verdik. Emriyle istediği yöne kolayca akardı. Bozgunculuk çıkaran b ü t ü n yapı ustalarını ve
Kraldan alınan dolarlarla hazırlanan meal işte böyle oluyor. "En
dalgıçlıkları da e m r i n e verdik. Ve zincirlere bağlanmış diğerlerini
kral meal" işte budur! Çiçek, böcek, estetik, metafizik mi diyordu-
de... İşte bu bizim bağışımızdır. Artık ihsan et veya tut, hesabı yok"
nuz? Alın, evire çevire o k u y u n . . .
dedik.]
(Sad; 38/34-39)
"İhtiyaçtan fazla mal haramdır" söylemi karşısında can simidi gibi sarıldıkları "Süleyman'ın mülkü" ayetlerinden birisi de b u . . . Fazla
dağıtmadan,
mevzudan
gidelim...
Bunun
benzerini
Güya burada Allah Hz. Süleyman'a sınırsız servet vermiş ve ister
"Süleyman'ın mülkü" hakkında da görüyoruz. K u r a n ı n "Şeytan-
ver ister verme bu bizim sana ihsanımızdır demiş. Dolayısıyla bir
ca telkinler" dediğini, bizzat meal ve tefsirler yapıyor:
Müslümanın sınırsız/hesapsız mal ve servete sahip olması caizmiş,
Allah'ın Hz. Süleyman'a dünyada eşi benzeri görülmemiş bir
Inına bir sınırlama getirilemezmiş ve neden bu kadar zengin olduğu sorulamazmış, bu o n u n imtihanıymış...
servet verdiği... Zenginlik, şatafat, lüks ve servet içinde y ü z d ü ğ ü . . . Onlarca karısı, 600 cariyesi, altından muslukları, gümüşten şamdanları, camdan havuzları olduğu... Dahası, böyle bir servetin olsa olsa büyü yoluyla elde edilmiş
Üstelik h e m e n yukarıda geçen bir ayette de (Sad; 38/32) Süleyman'a
( l en kral' çeviriyle) "Mal sevgisi bana sevdirildi, bu
bana Rabb'imi hatırlatır" demiş... Kur'an'ı "kerim" gözle o k u m a m a n ı n sonu işte budur. Bu öyle bir "kör kılavuz" o k u m a d ı r ki daha isminde keremi,
olabileceği... Bunun için Süleyman'a Harut ve Marut aracılığıyla büyü öğretildiği... "Süleyman'ın mülkü hakkında şeytanca telkinlere uyanlar" ne d e m e k sanırım anlaşılıyor.
içeriğinde sürekli infakı, paylaşımı emreden bir kitabın peygamberine kalkar, "İster tut (cimrilik et) ister ihsan et" dedirtir... İmsak etmek/ t u t m a k (vakfederek gelirini bağışlamak) veya t e m n i n / i h s a n etmek ( m e m n u n ederek mülkiyetini bağışlamak) nedir anlaması m ü m k ü n değildir... Bu öyle bir "kör kılavuz" o k u m a d ı r ki neredeyse her sayfasında
308
197
R. ihsan Eliaçık
Sosyal Islatn
m ü l k ü n Allah'a ait olduğunu söyleyip d u r a n kitabın peygamberini
sullara infak manasız olurdu. Bu, tam bir k a m u (din-u devlete
"dünyada hiç kimseye nasip olmayacak bir mülkün" tek başına ki-
adanmış) adam sözüdür. Yani "İmkânım olduğu halde, onca mülk e m r i m e verildiği hal-
şisel sahibi yapar... Bu öyle bir "kör kılavuz" o k u m a d ı r ki kendisine hediye mallar
de onları kendime y o n t m a m , bana verilen m a k a m ı k e n d i m i zengin
gönderen kraliçeye (Belkıs) "Allah'ın bana verdiği sizin verdiği-
etmek için kullanmam. Kamu malından yoksun kalırım, fakat onu
nizden daha hayırlıdır, onlara geri götürün..." (Nemi; 36-37) di-
y e m e m ve yedirtmem, işte bu b e n i m övüncümdür." d e m e k istemek-
yen bir peygambere "malı severim" dedirtir. Allah'ın ona verdiği
teydi. O n a verilen m a k a m - ı m a h m u d (övülmüş m a k a m ) b u y d u . . .
şeyin ne olduğunu Kitab'ı "kerim" gözle okumadığı için anlaması
Evet, bir k a m u adamı b u n u n l a ne kadar övünse azdır. Hz. Süleym a n da böyleydi.
m ü m k ü n değildir... K u r a n d a "mülk vermek" bir elçi hakkında kullanıldığında
Bütün peygamberler böyleydi. Bütün asalet sahibi büyük adam-
peygamberlik, egemenlik sahibi olma anlamındadır. Bu a n l a m d a
lar böyledir. Şeref (kerem) kendine yontmada değil; vermede, da-
örneğin İbrahim veya Süleyman'a mülk verilmiştir. Peygamberle-
ğıtmada, paylaşmadadır.
rin düşmanları hakkında ise mal ve servet sahibi olma anlamında kullanılır: "Onların mülkten nasipleri mi var? Öyle olsa ondan halka bir çekirdek tanesi (zırnık!) vermezler" (Nisa; 4/53).
Hz. Süleyman'a verilen m ü l k ü n ne olduğu söyleniyor zaten: Emriyle istediği yöne kolayca akan rüzgâr... Yapı ustaları... Dalgıçlar... Zincirlere bağlanmış diğerleri... İnsanlardan, cinlerden,
D e m e k ki "Süleyman'ın mülkü" ayetlerinde anlatılan Hz.
şeytanlardan, kuşlardan oluşan karşı duramayacakları o r d u . . .
Süleyman'ın kişisel zenginliği, malı ve serveti değildi. Mal ve servet
Bunlar Fenikeli denizciler, Babilli yapı ustaları, Hititli askerler
üzerinde infak ve paylaşım amacıyla egemenlik/tasarruf gücüydü.
ve çeşitli kabilelerden katılanlardan oluşan ordusuydu yani siyasî
İşte b u n a "hayr sevgisi" (hubbu'l-hayr) dendi. Hz. Süleyman'a ve-
ve askerî gücüydü... "Rüzgârlar", "Cinler", "Şeytanlar", "Kuşlar" o d ö n e m d e değişik
rilen buydu. Hz. Süleyman, Hz. İsa'nın İncil'de dediği gibi "Onca görkemin (mülkün) içinde bunlardan birisi (zengin din adamları/kör kılavuzlar) gibi giyinmezdi." (Matta; 6/29). Gayet mütevazı ve yoksul yaşardı. Bununla peygamberimiz gibi
kabilelerin ad, a r m a ve sembolleriydi. O devirde öyle anılmaktaydılar. Böylesi bir siyasî ve askerî güçle (mülk) rızık ve rızık kaynaklarının zenginler arasında d ö n ü p dolanan bir devlet haline gelmesine ınani olacak, "hayr sevgisi" ile zengin ile yoksul arasındaki uçu-
ovunurdü. Peygamberimiz "Yoksulluğum övüncümdür" (el-fakru fahri) derken sefalet içinde yaşamayı kastetmiyordu. Eğer öyle olsa yok
308
rumu kapatacak, "bilgi, iktidar ve serveti" t ü m tabana yayacaktı. Bunların birtakım odaklar elinde d ö n ü p dolanan "hegemonya ara-
199
R. İhsan Eliaçık
cı" olmasına izin vermeyecekti. Bir peygambere mülk verilmesinin
sel zenginlik, lüks ve servet sembolüdür. K u r a n ı n Süleyman'ı ise
amacı buydu. Böylece m ü l k tümüyle Allah'ın (halkın) olacaktı.
"hayr/infak sevgisi" kendisine sevdirilmiş, paylaşım ve kerim
D ü ş ü n ü n . . . Türkiye Devleti nin siyasî, iktisadî, askerî gücü, t ü m
(devlet) sembolüdür.
taşınır ve taşınmaz mal varlığı yani Türkiye Cumhuriyeti nin mülkü (ülke, devlet, toprak, hazine) kimindir? C u m h u r b a ş k a n ı Abdullah Hz. Süleyman'a "hayr sevgisi" (hubbu'l-hayr) amacıyla mülk ve-
Gül un m ü ? . . . Hz. Süleyman'ın d u r u m u da böyleydi.
rildiğini söyleyen yukarıdaki ayetler, Fecr; 17-20'de "öksüze kerim
O devirde devletler ve imparatorluklar, halk arasında, başında
olmayan" (la
bulunan kişinin adıyla anıldığı için "Süleyman'ın Mülkü" dendi.
tukrimûne'l-yetim), "birbirini yoksulu doyurmaya
teşvik etmeyen" (la tehâzzune ala teâmi'l-meskîn), "ellerine geçe-
Hz. Süleyman, mülkü t a m a m e n Allah'a (halka) ait kılmak için,
ni hiçbir sınır tanımadan yedikçe yiyen" (te'kulûne't-terâse eklen
O n u n mülkü üzerinde görevlendirilmiş bir k a m u adamıydı (hali-
lemmâ), malı çok seven, yığdıkça daha çok seven" (tuhibbûne'l-
fe). Hz. Peygamber gibi Beytu'l-Mal'den aldığı maaş ile geçiniyor ve
mâle hubben cemmâ) şeklinde tarif edilen tefeci bezirgânlarm "Kala
gayet mütevazı yaşıyordu. Şahsi serveti yoktu. Görevi mülkü zim-
kala vahiy almak bu adama (öksüz Muhammed) mı kaldı?" itirazları
metine geçirmek, kendini ve ailesini zenginleştirmek değil; hayr
altında aşağılanan Hz. Peygambere Mekke yıllarının orta dönemle-
yapmak; dağıtmak, paylaştırmaktı. O n u n için "hayr (dağıtma/ver-
rinde gelen Sa'd suresinin ayetleridir.
me/infak) sevgisi" (Sad; 38/32) ona sevdirilmişti...
Sure nasihatlerle başlar; mutlu gelecek, büyük zafer ve yeryüzü
Kendisi de tıpkı İbrahim, Yusuf, Musa, İsa ve M u h a m m e d (hep-
egemenliğinin (İsa'nın diliyle Göklerin Krallığının) yakm olduğu
sine selam olsun!) gibi halktan biri gibi yaşamaktaydı. Onca görke-
müjdesini verme sadedinde Davud örneğinden konuya girilir. Ar-
me, makama, ordular yönetmesine, e m r e t m e g ü c ü n e rağmen b u n -
dından söz Süleyman'a getirilir. Davud örneğinde yeryüzünde ha-
lar (zamane liderleri, komutanlar, krallar, sultanlar) gibi giyinmez,
life (önder) olmanın, mülk ve egemenlik k u r m a n ı n olmazsa olmaz
yaşamaz ve davranmazdı...
dört şartı sıralanır. Süleyman örneğinde ise m ü l k (görevi; hakkı de-
İbranî (Tevrat) anlatısı, Hz. Yusuf'u, bolluk z a m a n ı n d a birikti-
ğil) verildikten sonra b u n u n nasıl kullanılacağı, b u n u n olmazsa ol-
ren, kıtlık zamanında da o biriktirdikleri ile insanları köleleştiren
mazları sıralanır: 1- Ö m r ü n ü Allah ile y ü r ü m e y e adamalı. 2- Hayr
muhteris bir vezir, tacir olarak resmeder. Tevrat'da Yusuf böyle an-
(kerem/infak/verme/dağıtma) sevgisi içinde olmalı. 3- Varlıkta,
latılır. Oysa Kur anda anlatılan Yusuf, bolluk z a m a n ı n d a ambarları
yoklukta, hastalıkta, sıhhatte, iyi g ü n d e kötü g ü n d e daima mütevazı
dolduran, kıtlık z a m a n ı n d a da ihtiyaç sahiplerine dağıtan tedbirli
ve alçak gönüllü olmalı. Ne oldum değil; ne olacağıma bakmalıdır.
yönetici (kamu adamı) olarak anlatılır.
Eğer böyle olursa yeryüzünde bir egemenlik k u r m a n ı n Allah katın-
Hz. Süleyman da böyledir.
da bir "anlamı" olur. Aksi halde kişisel servet, şöhret ve cihangirlik
Tevrat'ın Süleyman'ı "mal sevgisi" kendisine sevdirilmiş, kişi-
davası olur ki "ha bir k u r u emektir"...
200
Sosyal slam
R. İhsan Eliaçık
D u r u m böyle olunca, K u r a n a bir türlü kerim gözle bakamayan
cağına dair büyüler çıkarıyorlardı. Ancak bu Allah'ın izni o l m a d a n
"kör kılavuz" okuma, Hz. Süleyman'ı, Fecr; 88/20'de "malı çok se-
hiç kimseye zarar veremeyecekleri, sadece kendilerine zarar veren
ven, yığdıkça daha çok seven" (tuhibbûne'l-mâle hubben cemmâ)
ve hiçbir faydası olmayan bir bilgiydi. Oysa onlar bu işlerle uğra-
şeklinde tasvir edilen mal düşkünlerinden birisi yapar. "Hubbu'l-
şanların ahiret hayatının güzelliğinden nasipsiz kalacağını çok iyi
hayr"ın peygamberlerin dilinde ne anlama geldiğini bir türlü kav-
biliyorlardı. Kendilerini o n u n ile sattıkları şey ne kötüdür! Keşke
rayamaz. Tüccâr bezirgân kafası, onu h e m e n kişisel zenginlik ve
b u n u bilselerdi.] (Bakara; 2/102).
servet edinmeye dönüştürür.
Tefsiri:
Allah'ın
kitabını
arkalarına
atanlar
bir
zamanlar
Süleyman'ın elde ettiği güç ve kudretin (mülkün) ancak sihir ve 18
büyü yoluyla elde edilebildiğine inanıyorlardı. Hz. Peygamber ile Gelelim "Süleyman'ın mülkü" hakkında bir başka şeytanca tel-
kine... Süleyman'ın onca mülkü "büyü" sayesinde elde ettiği yalanına... Güya Süleyman onca mülkü büyü yaparak elde etmiş. (Günüm ü z d e b u n a spekülatif kazanç, faiz, borsa, üçkâğıt vs. deniyor!) Samua yerlilerinin lideri Tukiai'nin "Korunaklı bir yere koyduk-
normal yollardan mücadele edemeyeceklerini anlayınca "Bari Süleyman'ın sihir ve büyülerini öğrenelim, onunla karşı çıkalım!" demeye başladılar. Güya bir zamanlar Babil'de Harut ile M a r u t adında iki melek (elçi) Süleyman'a büyü öğretmiş, M u h a m m e d ' i n söylediği gibi normal bir peygamber değilmiş, sihirbazmış, yoksa bu kadar mülkü nasıl elde edecekmiş...
ları yuvarlak metal ve ağır kâğıtlarını, kendileri çalışmadan ağacın
Oysa Süleyman'a, o Harut ve Marut diye bildikleri iki melek
yaprakları gibi artırdıklarını b ü y ü n ü n yardımı o l m a d a n nasıl ba-
(elçi) aracılığıyla M u h a m m e d ' e indirilenin aynısı vahyediliyordu.
şardıklarını anlayamadım" dediği şey...
Tevrat'ta, İncilde ve şimdi K u r a n d a ne söyleniyorsa onlar söyle-
Ayet-para-büyü arasında nasıl bir ilişki olabilir ve b u n u n "Süleyman'ın mülkü" ile ne alakası var diyeceksiniz?
niyordu; doğruluk ve dürüstlük yolunun (sırat-ı müstakim) gerçekleri... Fakat Süleyman z a m a n ı n d a da bunlar gibi şeytanca işler
Dinleyin...
peşinde koşan kimseler vardı. İnen vahyi sihir ve büyü yolunda kul-
[Onlar Süleyman'ın mülkü h a k k ı n d a şeytanca telkinlere uydular.
lanmaya kalkıyor, o n d a n menfaat temin ediyorlardı. Bu vahiylerde
Süleyman değil; şeytanca niyetler taşıyan o kimseler kâfirdi. Onlar
güya karı ile kocanın arasını açacak bilgiler buluyorlardı. Kendi si-
insanlara büyü öğretiyorlar ve Babilde Harut ve M a r u t adlı iki me-
hirbazlıklarım, hokkabazlıklarını Süleyman'a ve ona vahyi getiren
leğe indirilen şeyin büyü olduğunu sanıyorlardı. Oysaki o iki melek
iki meleğe (elçiye) mal ediyorlardı. Allah'ın vahyini o k u m a ü f ü r m e ,
"Biz ancak bir sınama vesilesiyiz, sakın kâfirlik etmeyin" uyarısında
cin çağırma, o k u n m u ş ayet, kısmet bağlama gibi türlü şarlatanlıkla-
b u l u n m a d a n kendilerine vahyedileni bildirmiyorlardı. Bu iki mele-
ra âlet ediyorlar, Süleyman'a inen vahyi büyücülük yolunda kullan-
ğin öğrettiklerinden karıkoca arasında nasıl huzursuzluk çıkarıla-
maya kalkıyorlardı. Vahyin asıl mesajını görmezlikten geliyorlardı.
203
R. İhsan Eliaçık
Sosyal slam
18 İnsanların bu husustaki zaaflarından yararlanarak büyü sektörü
Buna mani olmak için "Bu çocuklar hangi suçundan dolayı öldü-
oluşturup o k u n m u ş ayet satarak servet biriktiriyorlardı.
rüldü" diye ayet gelir. Gelen ayet t a m a m e n praxis (pratik, sokağa
Süleyman, ayetlerin bu yolla istismar edildiğini görünce bu şar-
dönük, amelî) bir çabayı öngörmektedir. Fakat ü f ü r ü k ç ü bezirgân
latanlarla mücadele başlattı. Büyü kitaplarını, o k u n m u ş ayetleri
b u n u bırakıp suya batırıp çıkararak o k u n m u ş ayet yapar, onunla
toplattı, hepsini g ö m d ü r d ü . Harut ile Marut olarak bildikleri elçiler
güya hastalara şifa dağıtır, 'kim b u n u g ü n d e yüz defa okursa cennete
de "Bize vahyedilen Allah'ın tertemiz vahyi, doğru yolun ilkeleri-
girer' der, ölülerin arkasından okur, en güzel hatlarla yazıp duvarla-
dir. İstismar etmeyin, biz sizin için bir imtihan vesilesiyiz, ayetleri
ra asar, ezber komasına girer, sayı değerini hesaplar, şifre arar vs...
doğru anlayın, amacı doğrultusunda kullanın." d e m e d e n hiçbir va-
Bu yaptıklarından dolayı da meslek ve menfaat temin eder. Ö b ü r
hiy getirmezlerdi. Fakat b ü y ü n ü n anavatanı haline gelmiş Babilde
taraftan da şehrin arka sokaklarında kızlar diri diri gömülmeye de-
Süleyman'a indirilen vahiylerin büyücülük yolunda kullanılmasına
vam eder. Ü f ü r ü k ç ü bezirgânın aklına bunlara m a n i olmak, b u n u n
t a m olarak da mani olunamıyordu. Çünkü onlar "Allah ile y ü r ü -
için meydana atılmak, mücadele etmek hiç gelmez.
meyi" çoktan terk etmişler; şeytanlarla, büyücülerle, sihirbazlarla,
İşte g ü n ü m ü z ü n ü f ü r ü k ç ü bezirgânları da bunlardır.
şarlatanlarla yürüyorlardı.
Bunlar, Hz. Süleymandan beri, üç bin yıldır Allah'ın ayetlerini
İşte ağızlarında geveleyip durdukları "Süleyman'ın sihirleri, Harut ve Marut'un büyüleri" hikâyesi b u n d a n ibarettir.
böyle böyle ü f ü r ü k ç ü l ü k malzemesi yapanlardır. Bunlar, inen ayetlerin gereğini yapmayı bırakıp m e d y u m l u k ,
Onlar hâlâ vahyin asıl mesajını bırakıp böyle işlerle uğraşarak
cincilik, falcılık, kehanet, cin kovma, muskacılık, gizemcilik, felsefi
ruhlarını satıyorlar. Boş işlerle uğraşıyor, sihirden b ü y ü d e n medet
spekülosyan, kelamî muğalata, mistik hezeyan, bilimsel buluşları
umuyor, vahyin berrak çağrısına sırt çeviriyorlar. Boyuna şeytanlık
onaylatma malzemesi olarak kullananlardır.
ve şarlatanlık peşinde koşturup duruyorlar. Bu yaptıkları ü f ü r ü k ç ü bezirgânlık ne kötü bir iş bir bilseler...
Bunlar, anlaşılmaması için Kur'an'ın etrafında gürültü koparanlardır.
Tevili: Ayette geçen "Onun ile kendilerini sattıkları şey" (ma şarev bihi enfusehum) b u g ü n adına "üfürükçü bezirgânlık" dediğimiz şeyin ta kendisidir. Ü f ü r ü k ç ü bezirgân, okuyup ü f ü r m e yo-
Oysa Kuran, Peygamber Süleyman'ı kişisel zenginlik sembolü
luyla ayetlerden para kazanan kişidir. Bunlar Hz. Süleyman zama-
değil; görevli olduğu kamusal zenginlikleri dağıtma (hayr) ve pay-
nında olduğu gibi, Hz. Peygamber zamanında da vardı, b u g ü n de
laştırma sembolü olarak vazediyor. "Ben yalnızca bölüştürücü-
var. Gelen ayetler ü f ü r ü k ç ü bezirgânm elinde nesneleşir. Ayetlerin
yüm" (Buharr, H u m u s , 7) diyen Hz. Peygamber in örneği olarak
esas amacını bırakıp üzerinden sırlı, gizemli, efsunlu, tılsımlı ma-
anlatıyor. Her tür büyücülüğü, bu arada para, borsa, üçkâğıt vs. bü-
nalar çıkarır.
yücülüğünü ve ü f ü r ü k ç ü l ü ğ ü n ü Süleyman üzerinden kesin bir dille
Örneğin şehrin arka sokaklarında kızlar diri diri gömülüyordun
reddediyor.
205
R. İhsan Eliaçık İşaret edilen yöne gitmeyi bırakıp işaret parmağı ile uğraşıp durmayı, keza anlaşılmaması için Kur an ın etrafında gürültü/yaygara koparıp d u r m a anlamına gelecek atıl/boş çabaları m a h k û m
Sosyal slam
Buradan bakılınca mesele "inandın-inanmadın" meselesi oluyor. Acaba öyle mi?
ediyor... "Süleyman'ın mülkü" hakkındaki gerçekler işte b u n d a n ibarettir. "Şeytanca telkinlere" itibar etmeyiniz. O gün Süleyman'ın mülkü h a k k ı n d a böylesi şeytanca telkinlere uyanlara "Yahudi" deniyordu.
K u r a n d a geçen Musa-Firavun diyaloglarına baktığımızda bir "inandın-inanmadın" tartışması yapılmadığını görüyoruz. Ç ü n k ü Firavun, Musa'nın getirdiği ayetlerin 'Göklerin ve Yerin
Peki, ya bugün?
Rabb'in'den geldiğini çok iyi "bilmektedir" (İsra; 102). Üstelik de
FİRAVUN'U TANIYALIM
halkı d o ğ r u yola (sebilu'r-reşâd) ilettiği iddiasındadır (Mu'min, 29).
"Firavun" ismi Kur a n d a t a m 74 kez geçer.
Yani Firavun için mesele "iman etmek" değil; bu işin "kendisin-
70'li yılların muhafazakâr dergilerinin başlık altında geçen ifa-
den izin alınmadan" yapılmaya kalkışılmasıdır (Araf; 123).
desiyle; dinî, millî, ilmî, siyasî, iktisadî ve içtimaî bir "kenz" (birik-
O zaten kendi tanrısına i m a n etmektir. İman etmesi mi var
tirme) ve "temerküz" (merkezileştirme) karakteri olarak betimle-
adam "Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi/gözü" olduğunu iddia
nir.
ediyor. Firavunluk eski çağların aynı zamanda çok esaslı bir "dinî" Bütün zamanlara ve mekânlara taşınabilsin diye m ü m k ü n mer-
tebe yer ve mekan isimlerinden arındırılarak anlatılır. Kitab'ın en güncel, en yaşayan karakterlerinden birisidir. Hatta başkarakteridir bile diyebiliriz.
kurumu... Peki, o zaman mesele nedir? Mesele hangi Tanrı, hangi din meselesidir. Musa'nın tanrısı "Mülk Allah'ındır" diyor. Firavun ise tanrısı Ra adına "Mısır mülkü benim" diyor. A m o n tapınağının rahipleri
18
de "Evet, öyle efendimiz" diye fetva döşeniyor... Yaygın dinî zihne göre Firavun "iman etmemenin" tipik karak-
Klasik zihin Mekkede "salât eden" Ebu Cehilde göremediğini
teridir. Ç ü n k ü Musa ona hakâik-i imaniyeyi (iman hakikatlerini)
"Tanrı'nın yeryüzündeki gözü/oğlu" olan Firavunda da göremi-
götürmüş, fakat o i m a n a yanaşmamıştır. Ö m r ü b o y u n c a i m a n a gel-
yor.
memiş, en son boğulurken "son dakika imanı" izhar etmişse de kabul edilmemiştir. D e m e k ki nasıl ki her binanın bir m i m a r ı var, şu kâinat mucizesinin da bir yüce m i m a r ı var ve Firavun onu "kalp ile tasdik" etmiyor, b u n u n için de "imansız" giderek azabı hak ediyor.
Yani ortada "iki din" olduğunu, her iki tarafında Allah, din, iman iddiasında b u l u n d u ğ u n u ; fakat birbirinin dinini (yolunu, söylemini, taleplerini, yaşantısını) reddettiklerini, arada şiddetli bir "mülk, kenz" tartışması olduğunu anlayamıyor. Bunun, b ü t ü n zamanların mülk, kenz ve temerküz karakteri ola207
Sosyal İslam
R. hsan Eli açık
rak ele alınan Firavun için de geçerli olduğunu, esasında Firavun un
Peki, bu mülkten maksat nedir?
Mekkedeki Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Velid bin Muğire'ye çok ben-
"Firavun 'Onları bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve
zediği için sıklıkla örnek verildiğini fark edemiyor.
itibarlı makamlardan uzaklaştırdığımız için böyleler.' diyordu." (Şuara; 57-58)...
Şu halde "Firavun" kimdir? Nelere sahiptir?
"Mûsâ, şöyle dedi: "Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun'a ve
Nasıl yönetmektedir?
onun ileri gelenlerine, dünya hayatında nice zinet ve mallar ver-
Ne şekilde davranmaktadır?
din." (Yunus; 88)
İtiraz edeni ne ile itham etmektedir?
D e m e k ki F i r a v u n u n sahibi olmakla ö v ü n d ü ğ ü "Mısır mül-
Buradan aynı şeylere sahip olanların, aynı tarzda yönetenlerin,
kü" ayette geçtiği gibi ırmaklar (enhâr), bahçeler (cenrıât), pınarlar
aynı şekilde davrananların ve aynı şekilde itham edenlerin de gene-
(uyûrı), hazineler/servetler ( k u n û z ) ve itibarlı m a k a m l a r ( m e q â m
tiğini çıkarmış olacağız.
kerîm) idi.
D e m e k ki Firavunluğun itikat/iman kategorisinde değil; sahip
Bunların b ü t ü n zamanlar için anlamı bir ülkenin/yeryüzünün
olma, yönetme, h ü k m e t m e , ekonomi-politik d u r u ş ve siyasal dav-
yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yani t ü m zenginliklerini, en itibarlı
ranış kategorisinde yaşayan bir kuramsallık olarak ele alınması ge-
makamlarını (köşe başlarım, stratejik noktalarını) ele geçirmek ve
rekiyor.
geri kalan herkesi b u n d a n m a h r u m bırakıp m u h t a ç d u r u m a düşürerek kendinde "kenz" ve "temerküz" etmektir. İşte Firavunluğun başlangıç noktası budur.
Önce F i r a v u n u n sahip olduğu şeyler nelerdi onlarla başlayalım.
B u n u n içindir ki güç bir kişide veya gurupta kenze (birikmeye) ve temerküze (merkezîleşmeye) başladı mı Firavunluk iklimine gi-
"Firavun kavmine seslenerek dedi ki: "Ey kavmim! Mısır mülkü b e n i m değil mi? Şu nehirler de b e n i m altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?" (Zulıruf; 51). "Ey kavmim! Bugün yeryüzüne egemen kimseler olarak mülk sizindir." (Mu'min; 29).
rilmiş demektir. Bundan sonra Firavun kenzin ve temerküzün tabiatında olanı yapar, yani hegemonyaya yönelir. K u r a n b u n a t a ş m a k / h a d d i aşmak (tuğyan), b u n u yapana da taşan/haddini aşan (tâğût) der: "Firavun'a git, çünkü o tuğyân etti/tâğût oldu." (Naziat; 17).
D e m e k ki Firavun o kimsedir ki kendisini ülkenin mutlak sahibi olarak görür. Öyle ki t ü m ülke o n u n mülküdür. M ü l k ü n d e istediği gibi tasarruf eder. Dilediğini ihya eder, dilediğini ifna eder. İstediğine verir, istediğinden geri alır. D e m e k ki Firavunluk bir ülkede
Bu noktada "Lehu'l-Mülk" (Mülk Allah'ındır) ne d e m e k anlaşılıyor olmalı... Mülkü kenz ve temerküz eder işte böyle yoldan çıkar Firavun.
"mülkün" ele geçirilmesi ile başlıyor. 2 8
209
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
M a d e m bunlara sahip olmakla Firavunluk iklimine giriliyor, bakalım b u n d a n sonra Firavun nasıl davranıyor, edip eyliyor.
larını sağ bırakmak" olup tipik Firavun davranışlarıdır... Ayrıca "oğullarını/erkeklerini boğazlamak" şu anlama da
[Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora hal-
gelir: Firavun eril çıkışları boğazlar, öldürür. Yani erkekçe dik du-
kını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını bo-
ruşları sevmez. Başkaldıranı, itiraz edeni, muhalif olanı boğazlar.
ğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, fesat çıkaran-
Bu d u r u m d a "kadınlarını sağ bırakmak" da şu d e m e k olur: Dişil
lardandı.] (Kasas; 4)
davranışlara ses çıkarmaz, hayat hakkı tanır, yaşatır. Yanaşmaları,
D e m e k ki Firavun, sahip olduğu mülk (bahçe, pınar, servet, m a -
sokulmaları, suyuna gitmeleri sağ bırakır hatta ödüllendirir...
kam) ile büyüklük taslamaya (istihbar) başlar. Halkı ezer, sınıflara
Keza oturduğu yerden para kazanmak, emeğe, alın terine el koy-
ayırır, erkeklerine kurbanlık koyun muamelesi yapar, kadınlarını
mak, başkasının sırtından zengin olmak, arsa, tarla, ihale, yatırım
hayâsızlığa zorlar.
adı altında oraya buraya sahip olmaya kalkmak, insanların b a r ı n m a
Sahip olduğu mülkü k o r u m a k ve kollamak için halkı baskı altın-
ihtiyaçlarını kullanarak 30 yıl vadeyle ev taksidine bağlamak, sonra
da tutmak, göz açtırmamak, takip etmek, fişlemek, dinlemek, böl-
bir gecede kiriz çıkarıp hepsini geri almak, sıcak para adı altında
mek, parçalamak; halkın bir kısmını dili, ırkı, dini, mezhebi nede-
ülkeyle para sokup insanları iliklerine kadar faizle s ö m ü r m e k , yılda
niyle diğer kısmına karşı kışkırtmak, birini tutup diğerine v u r m a k ,
56 milyar dolar faiz h o r t u m u ile insanların kanını e m m e k . . . Bun-
sınıf, hiyerarşi, kast yaratmak... Bunların hepsi "ezmek ve sınıflara
ların hepsi "fesat çıkarmak" olup Firavun-Karun ikilisinin banka-
ayırmak" olup tipik Firavun davranışlarıdır...
borsa-tahvil üçkâğıt fesadına denir. K u r a n d a fesat sanıldığının ak-
İtiraz edeni ve başkaldıranı biçmek, öldürmek, fail-i meçhullere kurban etmek, ağır hapislerde s ü r ü n d ü r m e k , genç fidanları darağaçlarında sallandırmak, bir kuşağı yok etmek, kendi evlatlarını
sine sahip olmak (mülk) yani ele geçirmek ile ilgilidir... Halkını sınıflara ayırır, yaşatır, öldürür, zebun eder. İşte böyle yurutur m ü l k ü n ü Firavun.
kıyıma uğratmak, ret, inkâr, asimilasyon politikaları uygulamak, kimlikleri ve kişilikleri yok saymak, babaları kredi kartı kölesi haline getirmek... Bunların hepsi "oğullarını boğazlamak" olup tipik
Firavun bunları yaparken hep dini diyaneti kullanır.
Firavun davranışlarıdır...
"Firavun, 'Ey ileri gelenler! Sizin b e n d e n başka bir ilâhınız ol-
Anaları ağlatmak, nişanlıları sızlatmak, geride dul ve yetimler
duğunu bilmiyorum. Ey H â m â n ! Benim için bir ateş yakıp tuğla
bırakmak, 12 saat çalıştırmak, asgari ücretle çalışan kadınları sel-
pişir de bana bir kule yap! Belki M û s a n ı n ilâhına çıkar bakarım (!)"
lere kaptırmak, karnındın sıpayı sırtından sopayı eksik etmemek,
(Kasas; 38)
hayâsızlığa zorlamak, beyaz kadın tacirlerine, uyuşturucu kaçakçı-
Görüldüğü gibi Firavun kendine "ilah" diyor. Sahip olduğu
larına zebun etmek, güvencesiz çalıştırmak, ırgat gibi koşturmak,
mülk (bahçe, pınar, servet, m a k a m ) ile büyüklük taslıyor ve yıkıl-
bedenini kullanmak, r u h u n u kirletmek... Bunların hepsi "kadın-
maz bir güce sahip olduğunu düşünüyor.
308
211
R. İhsan Eliaçık
D e m e k ki, esasında, K u r a n ı n "ilah" dediği gökte u y d u r u k tanrılar veya yerde cansız, tahtadan taştan putlar değildir. K u r a n ı n "ilah" dediği mülkü ele geçirmiş, kenz ve temerküz sahibi içimizden birileri yani insanlardır.
Sosyal islam. G ö r ü l d ü ğ ü gibi Firavun "sihirbazları" ile de halka k u m p a s kurar. Sihirbazlarına (göz boyacılarına, yandaşlarına, şaklabanlarına) muhalefete karşı başarılı olurlarsa ödül vadeder. Bu ödül ise onları
Bunlar mülkü (bahçe, pınar, servet, m a k a m ) ele geçirir, kenz ve
en yakınlarından yapmaktır. Yani yükselmeleri, kariyer yapmala-
temerküz eder, tabiatı icabı da hegemonyaya (tuğyan) yönelirler.
rı, iyi para kazanmaları, yönetimin gözdesi haline gelmeleri, en iyi
Bununla halkı ezer, sınıflara ayırır, oğullarını boğazlar, kadınlarını
makamlara yükselmeleri, birinci halka içinde yer almaları, majeste-
sağ bırakır ve fesat çıkarırlar. İşte b u n a K u r a n ilahlaşmak diyor.
lerinin uçağına binebilmeleri vs. dir.
Bu noktada "Lailahe illallah" (Allah'tan başka ilah yoktur) ne
Bunun karşılığı olarak iyi göz boyamaları, yeni numaralar icat etmeleri, tozpembe tablolar çizmeleri, her şeyi iyi gidiyor göster-
d e m e k anlaşılıyor olmalı... S o n r a Firavun, H â m â n (din a d a m ı ) ile de halka k u m p a s ku-
meleri, muhalefet edene iyi vurmaları, deşifre etmeleri, andıçlama-
rar. O n d a n Musa'nın itiraz ve isyanı karşısında halkı afyonlaya-
ları, çok iyi teoriler yazmaları, kalemlerini, köşelerini, ekranlarını
cağı bir u y u ş t u r u c u ister. "Bana ateş yak, tuğla pişir, kule yap"
çok iyi kullanmaları yani asalarını yılana çevirebilme başarısını çok
der. B u n u n l a Musa'nın t a n r ı s ı n a çıkacaktır. Yani M u s a ' n ı n tanrı-
iyi göstermeleri gerekir.
s ı n d a n aldığı şeylerin bir b e n z e r i n i getirecektir. A n c a k bir farkla
Sihirbazına tasmayı takar, işte böyle kendisi için havlatır Firavun.
k i o n d a T a n r ı n ı n F i r a v u n u n y a n ı n d a olduğu, F i r a v u n a (ulu'le m r e ) itaatin farz olduğu, Musa'nın isyankâr, ihtilalci ve servet d ü ş m a n ı o l d u ğ u yazılı olacaktır. Ç ü n k ü Musa'ya karşı k o y m a n ı n en etkili yolu o n u n k o n u ş t u ğ u k a y n a k t a n (Allah, d i n ) konuşmaktır. H â m â n ' ı n ateş yakması, tuğla pişirmesi ve kule yapması bu demektir...
Firavun için önemli olan bir şeyin yapılması değil; yapılırken "kendisinden izin alınması"dır. [Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Bu açıkça, kendi ülkemde halkı b e n d e n k o p a r m a k için k u r u l m u ş
Din a d a m ı n a fetvayı verdirtir, halkı işte böyle u y u ş t u r u r Fira-
bir tuzaktır. Göreceksiniz!"] (Araf; 123). G ö r ü l d ü ğ ü gibi Firavun otoriter olduğu gibi totaliterdir de. Her
vun.
şey için o n d a n izin alınmalıdır. Kuşlar bile uçarken o n d a n izin al-
.-«B-j
malıdır. Memlekete k o m ü n i z m lazımsa onu da o getirecektir. O n Firavun muti kullarına bol rızık dağıtır, ödül verir.
dan habersiz bir şey düşünmeye, bir karar almaya, bir eylem plan-
[Sihirbazlar Firavuna geldi ve "Eğer yenersek ödül var mı?" de
lamaya gerek yoktur. Her şeyi zamanı geldiğinde o düşenecek ve ya-
diler. Firavun, "Evet, en yakınlarımdan olacaksınız." dedi.] (Araf;
pacaktır. Bize düşen dinlemek, itaat etmek, gözlerimizi Firavundan
113-114)
ayırmadan, o ne yöne esiyorsa o yönde hizalanmaktır. 212
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
Zatını âleme çok lazım sanır, işte böyle herkesi kör, sağır ve dil-
lirliği olmayan laflar edip duran, Firavun u kızdıracak, majestelerini rahatsız edecek sözler eden manasındadır.
siz eder Firavun.
Ayette »-«»-•
geçen
"Yerinizden
(yuhricâkum min arzıkum) tabiri
Ve gün olur asra bedel bir "uyarıcı, elçi" F i r a v u n u n karşısına dikilir. Firavun ve avanesinin ithamları sıradan mı sıradan, klasik
sizi
çıkarırlar/çıkaracaklar"
"Sizi koltuğunuzdan edecekler,
iktidarınızı elinizden alacaklar, buralardan s ü r ü p çıkaracaklar, devirecekler" manasına geliyor. Keza "Örnek/üstün yolunuzu giderirler/giderecekler" (yezhebâ bitarîgatikumu'l-müslâ) tabiri de "Kur-
mi klasiktir: [Firavun dedi: 'Seni biz küçük bir çocuk olarak alıp aramızda büyütmedik mi? (Şuara; 18)... F i r a v u n u n kavminden zenginlikten şımarmış ileri gelenler dedi ki: "Bu adam usta bir sihirbazdır. Sizi yerinizden çıkarmak istiyor." (Araf; 109-110)...
Firavun "Bu size
gönderilen elçiniz m e c n u n d u r " dedi] (Şuara; 27)... Bu iki sihirbaz, sihirleriyle sizi yerinizden etmek ve rejiminizi yıkmak istiyor.] (Taha; 63).
duğunuz herkese örnek ve üstün yolunuzu/sisteminizi/rejiminizi giderecekler, yıkıp çökertecekler" manasındadır. "Müsla" kelimesi örnek, üstün, ideal anlamına geliyor. Put, heykel (temâsil) kelimesi de bu köktendir. Bu d u r u m d a "Putlarınızı yıkacaklar, heykellerinizi devirecekler" manasını da zımnen içerir... İtirazı hiç sevmez, muhalefetten nefret eder, isyan karşısında panikler ve işte böyle itham eder Firavun. ***
İtiraz, isyan ve uyarı önce görmezlikten gelinir. (Musa, Mısır'a geldiğinde iki yıl saraydan randevu verilmemişti). Derin bir sessizlik ve kale almama pozlarına b ü r ü n ü l ü r . . . Sonra başa kakma, ardından alay... Ve ithamlar başlar: sihirbaz, m e c n u n , yalancı...
Tanıyın bunları.Dinî, millî, ilmî, siyasî, iktisadî ve içtimaî " k e n z " ve " t e m e r k ü z ü n " olduğu yerde görülür. Yeri, zamanı, mekânı, dini, mezhebi, ırkı, milliyeti yoktur. Kitab'ın en güncel, en yaşayan karakterlerinden birisidir. K u r a n d a tam 74 kez geçer.
" S i h i r b a z " yalanları ortaya çıkaran, sahtekârlığı deşifre eden manasındadır. Elçilerin sihirbazlıkla suçlanması, tavşandan çapka çıkardıkları için değildir. Firavun ve kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri (mele-i- mütref), halkın " k e n d i l e r i n d e n izin almad a n " nasıl olup da bu " s a ç m a s a p a n " sözlere rağbet ettiğini anla yamaz ve büyülenmiş/kandırılmış görürler. Kurdukları yalan dolan düzenini deşifre ettikleri, sahtekârlıklarını ortaya döktükleri için de elçileri sihirbazlıkla suçlarlar. " M e c n u n " ise delice sözler söyleyen, aklı başında konuşmayan, "reel-politiğe" uygun olmayan, akıntıya kürek çeken, uygulanabi
308
215
Sosyal, Islatn Bunları anlamak için K u r a n a alttakilerin (açların ve yoksulların) gözüyle bakabilmek lazımdır. Dine bu zaviyeden bakabilmek için de sıradanlıktan çıkıp 'özgün bir din' anlayış ve bilincine sahip olmak lazımdır.
Dinlerini 'tapınak dini' ve 'zengin eğlencesi' haline getirenler,
AÇLIK GÜNLERİNDE "ALLAH" IN YÜZÜ
başta oruç, iftar ve sahur olmak üzere İslam'ın özgün ritüllerini tahrif etmişlerdir. Artık Ramazan bir festival. İftar, zenginlerin davet ve şatafat gösterisi. Sahurun anlamı yok. Ramazan gelince "din pazarı" açılıyor. Ekranlar ramazan meddahlarından, kıssacılardan,
"Açlık günleri» d e m e k olan oruç ile «Yeryüzünde 1 milyar
lıurafecilerden geçilmez oluyor. Allah'ın bizim sırf aç kalmamızı is-
insan hangi suçundan dolayı aç?» sorusu arasında bir bağ kura-
tediğini, o n d a n 'hoşnut' olduğunu sanıyorlar. Sanki biz aç kaldıkça
mayan ve "Ne alaka, kel alaka" vaziyetleri ile karşılayan "yurdum
Allah'ın "egosu" tatmin oluyor ve b u n d a n büyük zevk duyarak "Nasıl da milyonlarca insan b e n i m için aç kalıyor, en büyük benim!"
insanı dindarına" ne demeli? Dindar mı demeli, dini-dâr mı demeli? O n a mı, kendime mi yanmalıyım?
diye gökte tanrılığını kutluyor (!) Sırf "bir" ay aç k a l m a d a maharet var sanıyorlar. Sadece "beş" kez eğilip kalkmanın meziyet olduğunu sanıyor-
Acaba K u r a n ı n indirilmeye başladığı ay olan ramazan ayının tümüyle "açlık günleri» ilan edilmesinin amacı ne olabilir? Acaba "Açlık günleri (oruç) sizden öncekilere de farz kılınd." ayeti nasıl bir insanlık ve tarih o k u y u ş u n u n ve bilincin ifadesidir? K u r a n d a keffâretlere öngörülen " b o y u n d u r u k altında olanlar, (köleleri) özgürleştirmek", "on veya 60 açı d o y u r m a k " veya "on veyıı 60 gün peş peşe aç kalmak", "ötekine" nasıl bir bakışın ifadesıd.r? (bkz "Sosyal İslam" başlıklı makele). Acaba K u r a n "doyurulması gerekenler" ile "Allah'ınyüzü» (ve, hülah) arasında neden ilişki kuruyor? (insan; 76/9) Sonra "Sizde., beni doyurmanızı istemiyorum, sizden rızık da istemiyor».,,
lar. Kâbe'nin etrafını 'yedi' defa d ö n m e n i n yeteceğini sanıyorlar. Hayvan boğazlamanın, her yanı kan gölüne çevirmenin; derinin, bağırsağın, dananın, tekenin 'din kuralı' olduğunu sanıyorlar. Saçının tek telini göstermezsen, d o m u z etini zinhar yemezsen en çok takva sahibi ve en iyi dindar oluyorsun. Bu zihniyet n u s ü k u n (ritüelin) hayattaki gereğini yapmayı değil; İn/zat kendisini din sanıyor. Açlarla beraber olmayı değil; orucun kendisini... Zulme ve sömüııiye "kıyam" etmeyi, zenginin önünde eğilmemeyi, hayatta kimseye •ecde" etmemeyi değil; namazın kendisini... Halka karışmayı, eşitlen-
(Zariyat: 51/57) diyor. Bu nasıl bir teolojidir? 216
217
Sosyal islam.
R. İhsan Eliaçık
meyi değil; tavafın kendisini... Yakınlaşmayı, kaynaşmayı değil; kurbanın kendisini... Domuzlaşmamayı, yiyicilik yapmamayı değil; domuz etinin kendisini... Kadının boyunduruklardan kurtulmasını değil; saç telini örtmenin kendisini "ibadet" sanıyor. Başörtüsünün sırf saç telini göstermemek için var olduğunu sanıyor ve "fetiş" oluşturuyor. Bunları söyleyene de "Ne yani namazı, orucu, haccı, kurbanı, başörtüsünü inkâr mı ediyorsun, d o m u z eti caiz mi diyorsun?" diyerek de "din bekçiliğini" kimselere bırakmıyor. Akif'in tabiri ile "Nebiye atf ile binlerce herze uyduruyor, yıkıyor da onunla dini mübini yeni bir din kuruyor" sonra da "yeni bir din mi getiriyorsun" diye üste çıkıyor. "İbadet' ın ne olduğunu bilmiyor. 40 yıldır "Din nedir?' okuyor, bir arpa boyu mesafe yok. Dinlerde "ritüel" ne amaçla yapılır tümüyle Fransız. Ritüelin kendisini ibadet sanıyor, (bkz. "Din ve İbadet Anlayışı mız" başlıklı makale)
Bir dinin ete kemiğe b ü r ü n d ü ğ ü , vücutlandığı yere o n u n için "Medine" denir. Batılıların "religion" değil; "state" dediği şeye takabül eder. Batılılar ölüler, ruhlar ve ayin (ritüel) ile ilgili olana din anlamında 'religion' diyorlar. Ç ü n k ü Aydınlanma da öyle tanımlandı. Buna göre din bir vicdan işi olup, ölüler, ruhlar ve ayin ile ilgilidir. Yeri tapınaklar ve mezarlardır. Oysa din "state" olmak icap eder. "State" yaşayanlar, diriler, siyasal, sosyal, toplumsal, ekonomi-politik olanla ilgilidir. Buna göre din bir vicdan işi değil; vicdanla başlayan bir iştir. Mecrası tarih, tabiat, insan, yaşam ve toplumsal hayattır. Yeri tapınaklar ve mezarlar değil; hayatın atardamarlarıdır. İşte b u n a 'gerçek hayat dini' diyoruz. islam'ı böyle anlamazsanız onu Hristiyanlığın düştüğü d u r u m a düşürür ve 'dinlerden bir din' haline getirirsiniz. Oysa İslam dinlerden bir din değildir. Hatta 'religion' anlamında bir 'din' de değildir, (bkz. "İslam Dinlerden Bir Din midir?" başlıklı makale).
Ç ü n k ü ona öyle anlatıyorlar. Din adına konuşanlar, cemaat hocaları, televizyon vaizleri, hatla Diyanet bile böyle anlıyor dini, diyaneti, ibadeti... Din, Diyanet, Medine, Medeniyet hepsi aynı kökten gelir. Peygamberimiz k u r d u ğ u yeni topluma neden din k ö k ü n d e n Kilen " M e d i n e " demiş n e d e n acaba? D ü ş ü n ü n bakalım İsrail'in resmî ismi neden "Medinetıı'l İzrail" acaba? Ç ü n k ü din bir inanış, d ü ş ü n ü ş ve anlayış biçiminin siyasî, m it yal, toplumsal ve ekonomi-politik ete kemiğe b u r u n ü ş u ; "devlel" halinde vücutlanışı d e m e k . . . 218
Namazı, orucu, haccı, kurbanı vs. "dinin kendisi" s a n m a n ı n neye mal olacağını görünüz. Aslında mal olmuş bile. Bugün
Türkiyede
Diyanet'in
temsil
ettiği
din
bir
Türk
l eligionu dur. Dirilerle ilgili değil; ölülerle ilgilidir. Yeri tapınak, kandil geceleri ve mezarlardır. Hayatın atardamarlarından akmaz. Mülkiyetle, kapitalizmle, bankalarla, faizle, sömürüyle, emperyalizmle ilgilenmez. Derdi d o ğ r u d a n doğruya açlar ve yoksullar değil; açın ve yoksulun çiğnediği sakızın orucu bozup bozmayacağı, ılıııra saat kaçta kalkacağı vs.dir.
Sosyal islam.
R. İhsan Eliaçık
Türkiye dindarlığı neredeyse bütün kesimleriyle beraber doğr u d a n açlığı ve yoksulluğu "dinî bir mesele" olarak görmez. "Açlık günlerinin" (orucun) ne için var olduğunun farkında değildir. A m a açın ve yoksulun iftarını hanımını öperek ve ilişkiye girerek açması caiz mi değil mi bayıla bayıla tartışır. İşin derdinde değil; eğlencesindedir. "Açlık günlerinde" eğlence de böyle olur (!) Halkı böyledir de devlet değil midir? Hükümetler de böyledir. Her şey değişir, kozmik odalara girilir, anayasa bile yeniden yapılır ama Diyanete asla dokunulmaz. Ç ü n k ü bütün hükümetler, siyasîler, egemenler, güç sahipleri hepsi İslam'ı 'religion' olarak anlarlar. Öyle ki bu hususta aydını, sanatçısı, sağcısı, solcusu, Türkçüsü,
Peki, bu ritüellerin d i n d e yeri yok mu? Var. Ama bunlar dinin direği değil; gereğidir. Dinî düşüncenin imgeler, simgeler ve ritüeller üzerinden akan bir tarzı vardır. Bu o n u n kuşatıcı olma iddiasının gereğidir. Fakat bunlar amaç değil; nihayetinde araçtırlar. Dinlerin ritüellerden ibaret görülür hale gelmesi, yaşamla bağının koparılıp Ali Şeriati'nin tabiriyle "anlamsız tekrarlara" (ayin) dönüşmesi ve böylece "religion'laşması yeni bir sorun değildir. İslamiyet bunlardan en s o n u n c u s u n u yaşamakta belki.
Kürtçüsü, Atatürkçüsü, hocası, şeyhi, dindarı, İslamcısı vs. neredeyse tamamı böyledir. Dindarı dini "religion" olarak anladığı için iktidara geldiğinde namazı, orucu, haccı, kurbanı, başörtüsünü devlet eliyle uygulamaya hatta dayatmaya kalkar. İran, Taliban vs. b u n u n örneğidir. Laiki de dini 'religion' olarak anladığı için iktidarı elinde tuttu ğu sürece buna direnir ve "Devlet din kuralları ile yönetilemez." der durur. Ritüelleri 'din kuralları' olarak anlar çünkü neredeyse herkes öyle görmektedir. Oysa devlet söz k o n u s u ise "din kuralları" şunlar olmak icap eder: Hak, adalet, eşitlik, kardeşlik, özgürlük, dürüstlük, yetimi, yoksulu, işçiyi, emekçiyi, 'alttakini' korumak, m a z l u m u n yanında olmak, zayıfı güçlüye ezdirmemek, faiz, emek sömürüsü, kamu imtiyazı gibi yollardan 'kenz ve 'temerküze' izin vermemek, ülke kaynaklarını zenginler arasında d ö n ü p dolanan bir t a h a k k ü m ara cı olmaktan çıkarmak, hakça dağıtmak, eşitçe bölüştürmek, 'ortak
Bakınız, Yahudilikte "cumartesi günü yasağı" aslında "mülkiyet e d i n m e m e günü" idi. Altı gün çalışılacak yedinci gün bölüşülecekti. Altı gün boyunca "kenz" edilmişse, yedinci gün "infak" edilecek, o giin herhangi bir şeye sahip olmak için çalışamayacaktı. Cumartesi yasağı bu "sosyal amacı" gerçekleştirmek için konulmuştu. Zamanla "ritüelleşti" ve anlamsız tekrara dönüştü. Esas amacı unutuldu. C u m a akşamı nehre ağ atıp pazar sabahı günü balıkları toplayarak h e m yasağa riayet etmiş, hem de sahip olmaya devam etmiş olduklarını sandılar. Bu "şark kurnazlığı" yapanlaım yüzlerine vuruldu ve "Aşağılık maymunlar olun" dendi. (bkz. "Aşağılık M a y m u n l a r Olun" başlıklı makale). Bugün Yahudilikte cumartesi yasağı "dinlenme g ü n ü " olup, daha la/.la ve hırsla kazanmak için geri çekilmeyi ifade eder ve "kimlik oluşturucu" bir ritüel olarak titizlikle uygulanır. D o m u z eti yasağı
iyiyi' iktidar y a p m a k . . . Velhasıl adam gibi bir 'adalet devleti' haline
gelecek ilke, değer ve kurallar b ü t ü n ü . . .
mezler! Gazze'ye girip en büyük haram olan 1500 "insanı" keserler,
220
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
sonra lokantaya gidip "ineğin" dinî usullere göre kesilip kesilmediğini sorarlar, helal et (koşer) isterler. Masada ölü eti yerler (gıybet), sonra garsondan helal et isterler. Bu konuda en çok M ü s l ü m a n dindarlarla, Yahudi dindarlar birbirine benzer. Koşerci dindarlığın sefaleti!
ğı" çareyi şöyle buldu. Dediler ki i m a m ı n cemaate d ö n ü n c e "zikir" yaptırması sünnettir. Peygamberimiz b u y u r m u ş t u r ki "Her namazdan sonra kim 33 kez Sübhaneallah, 33 kez Elhamdülillah, 33 kez Allahuekber derse..." Ve cemaate d ö n e n i m a m sustu, susuş o susuş, gidin bir camiye hâlâ öyle. Bir "anlamsız tekrardır" sürer gider. "Sub sub sub..." dedirtirler ve gönderirler y u r d u m insanını yapayalnız çaresizliğin girdabına.
Hristiyanlıkta "komünyon ayini" adı üzerinde topluca/cemaa t / k o m ü n halinde olmayı ifade eden bir d u r u m u ifade ederdi. Hz.
Nerede cemaat? Nerede din kardeşliği? Kimse kimsenin derdiyle dertlenmez. Herkes birbirine h o m u r h o m u r bakar. Bırakın derdim
İsa'nın sürekli toplu halde yemek yemesinden gelir. Hz. İsa ekmeği
var, dardayım demeyi herhangi bir "dünya kelamı" k o n u ş m a k bile
bölüşür, suyu paylaşırdı. Hiç ayrı yemek yemezdi. İnsanlara sürek-
yasaktır. Sub sub sub dindarlığının sefaleti!
li olarak bunları öğütlerdi. O n u n bu davranışı d ö n d ü dolaştı "kom ü n y o n ayini" oldu. Ritüel haline gelerek yemeği bölüşmesi bir parça ekmekten alarak onunla bütünleşmeye, suyu paylaşması da şaraptan içerek o n u n kanına ortak olmaya dönüştü.
Bunlara dinlerin içinden güçlü itirazlar yükselmiştir. Hatta peygamberler tarihî bir anlamda b u n u n örnekleriyle doludur.
Bugün ortalama bir Hristiyan kiliseye gider, k o m ü n y o n ayini-
Yeşaya böyle bir zamanda yaşamış olmalı ki ritüelin dinin özü-
ne katılır, ekmekten yer, şaraptan(sudan) içer ama dışarı çıkınca ne
nü ve sosyal amaçlarını boğmasına karşı çığlık çığlığa bağırır. "Aç-
ekmeği, ne suyu kimseyle bölüşmez. C e m a a t / k o m ü n hayatından
lık g ü n l e r i n d e n " ne anlamımız gerektiğini bakın nasıl anlatıyor:
nefret eder. Bencilliği tavan yapmıştır. Ç ü n k ü artık o bir ayin ve
Bugünkü gibi oruç tutmakla sesinizi yükseklere duyuramazsınız.
ritüeldir. Sırf onu yerine getirmek dindarlık olarak görülür...
islediğim oruç bu mu sanıyorsunuz? İnsanın isteklerini denetlediği gün böyle mi olmalı? Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı? (o günkü ritüel). Siz b u n a mı oruç, Rabb'i hoşnut eden
İslam'dan da bir örnek verelim. Peygamberimiz n a m a z d a n son ra cemaate döner ve bir derdi olan var mı yok mu sorardı. Derdi olan söyler, olan olmayana verir, bölüşülür, paylaşılır, kaynaşılırdı. Bu gelenek devam ederek Emeviler d ö n e m i n e gelindi. İmamlar hu "sünneti" sürdürerek cemaate sormaya devam edince şikâyetleı yükselmeye başladı. Bundan rahatsız olan Emevi "şark kurnazlr
308
gun diyorsunuz? Benim istediğim oruç haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları salıvermek, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak, Ikt türlü b o y u n d u r u ğ u kırmak değil mi? Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi? Barınaksız yoksulları evinize alır, çıplak gördüğünüzü giydirir, yakınlarınızı gözetirseniz ışığınız tan yeri gibi ağıraı ak, çabucak şifa bulacaksınız. Doğruluğunuz ö n ü n ü z d e n gidecek,
223
R. İhsan Eliaçık
Sosyal islam.
Rabb'in yüceliği artçınız olacak, o zaman yardım çağrılarınızı Rabb
eller uydurmuşlardı. Başta kıldıkları n a m a z olmak üzere, hacılara
cevaplayacak, feryat ettiğinizde 'İşte buradayım' diyecek!" (Tevrat; Yeşaya: 58/3-14).
su dağıtmaları, Kâbe'nin ö r t ü s ü n ü değiştirmeleri gibi dindarlık tezahürleri tıpkı Hz. İsa gibi "Vay halinize" denilerek yüzlerine çarpıldı. Ç ü n k ü bunların içinde İsa'nın tabiri ile adalet, m e r h a m e t ve sa-
Hz. İsa ritüel ve ayin fetişisti zamanın Ferisilerini bakın nasıl
dakat yoktu. Yeşaya'nın tabiri ile de "yiyeceğini açla paylaşmak,
anlatıyor: "Yaptıklarının t ü m ü n ü gösteriş için yaparlar. Örneğin
barınaksız yoksulları eve almak, çıplak gördüğünü giydirmek"
hamâillerini büyük, giysilerinin püsküllerini u z u n yaparlar. Şölen-
yoktu. Maun suresi tıpkı Yeşaya'nın ve İsa'nın sözleri gibi yüzlerine
lerde başköşeye, havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda selamlanmaktan ve insanların kendilerine 'Rabbi" diye çağırmalarından zevk duyarlar... Vay halinize kör kılavuzlar! Diyorsunuz ki 'Tapınak üzerine yemin etmek caiz değildir. Ama tapınaktaki altın üzerine yemin eden yeminini yerine getirmesi gerekir. Budalalar! Körler! Hangisi daha önemli? Altın mı altını kutsal kılan mabed mi?... Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüz lüler! Siz nanenin, d e r e o t u n u n ve kimyonun ondalığını verirsiniz de, Kutsal Yasanın daha önemli konularını adaleti, m e r h a m e t i ve sadakati ihmal edersiniz. Ey kör kılavuzlar! Küçük sineği süzer ayı rır ama deveyi yutarsınız! Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz ama içiniz açgözlülükle ve taşkınlıkla doludur... Siz dıştan güzel görünen ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı mezarlara benziyorsunuz!" (İncil; Matta; 23/1-29). r-®-'
<-»-•
tokat gibi çarpıldı. Ferisilerin nanenin, d e r e o t u n u n ve kimyonun ondalığını hesapladıkları gibi Kabe'ye gelen hediyeleri hesaplıyorlar, sineği süzüp ayırıyor, deveyi ise amuduyla yutuyorlardı. K u r a n d a bunlar şöyle anlatılır: [Derler ki: "Deveden bir çift sığırdan da." Söyle onlara: "İki erkeği mi, iki dişiyi mi, yoksa iki dişinin rahimlerindekini mi h a r a m etti? Yoksa Allah size bu yasaklamayı emrederken siz orada mıydınız?"] (Enam; 6/144) Tefeci bezirgânlar Ferisilerin tapınakta yaptığına benzer bir işi Kabe'de yapıyorlardı. İşlerine gelen deve ve sığırları tek tek, çift çift veya gebe olanlar- gebe olmayanlar vs. diyerek ayırıyor, göz koyduklarının kesilmesini haram kılarak kendi sığır sürülerine katıyor, bunun licaretini yapıyorlardı. Onlar için en önemli gelir kaynağı da "gebe deve" idi. Bu nedenledir ki Kuranın kıyamet gününün dehşetini ifade için kullandığı "Gebe develer salıverildiği zaman" (81/4) ayetini duyunca beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Bu ifade bugünün küresel
K u r a n d a da b u n a benzer ifadeler yer alır. Musa ve İsa zanıu
be/.irgânlarına "Dolarlarınız sonbahar yaprağı gibi savrulduğu zaman,
nındaki Ferisi din adamlarının yerini Mekke'de tefeci bezirganlar
lılolannız Titanik gibi denizin dibine battığı zaman" demek gibi bir
almıştı. Kur'an bunlara "mal ve oğul sahipleri", "bahçe sahiplet i",
şeydi. İşte bu sığır sürüleri (enam) üzerinden dönen çarka peygamber
"nimet sahipleri" vb. der. Bunlar da kendi çıkarlarına uygun rilli
ı,<>ınak sokunca çılgına döndüler. Var güçleriyle karşı çıktılar.
224
Sosyal, slam
R. İhsan Eliaçık
Üstüne üstlük onlar orucu bu şekilde ele almayı "sekülerleşme"
Yeşayanın "Yakmalık koç sunularına, besili hayvanların yağı-
olarak görürler. Ç ü n k ü o zaman o r u c u n dinî boyutu kaybolur, me-
na d o y d u m . Boğa, kuzu, teke kanı değil istediğim." (Yeşaya; 1/10)
tafizik tarafı ortadan kalkar ve Allah ile ilişkisi kesilirmiş. Dini 'se-
demesi gibi, K u r a n , "Ben, onlardan bir rızık istemiyorum. Bana
külerleştirmemek' lazımmış. "Sıradan" insanlık sorunlarıyla ilgili
yedirmelerini de istemiyorum." (Zariyat: 51/57) der.
görülmemeliymiş din. O n u n çok derin, manevî ve ruhânî boyutları
Bunun ne d e m e k olduğunu şu ayet daha iyi açıklar: "Onların
varmış...
etleri ve kanları asla Allah'a ulaşmaz. Fakat O'na sizin takvanız ulaşır." (Hacc; 22/37). Burada kurban 'ritüeli' kastediliyor ama diğer bütün ritüeller için de bunu genelleyebiliriz. O zaman şöyle denmiş olur: "Yakmalık koç,
Bende diyorum ki: Ruhâniyat da, maneviyat da yemin ederim ki
besili hayvan, deve, koyun, et, k a n . . . Asıl maksat bunlar değildir!
açların ve yoksulların yüzündedir. Onları K u r a n ı n "Allah'ın yüzüne' (li'vechillah) nispet ettiğini okuyunca sanırım b e n i m gibi siz de
Havra, kilise, cami, hac, namaz, oruç, domuz eti, cumartesi yasağı,
şaşıracaksınız, (bkz. İnsan suresi; 76/9). D e m e k ki açlar ve yoksul-
komünyon ayini... Asıl mesele bunlar değildir! Bunların hiçbirisi
lar yeryüzünde "Allah'ın yüzü"dürler.
bana ulaşmaz. Gece gündüz sırf eğilip kalkarak, kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine oturarak, ekmek yeyip şaraptan yudumlayarak,
Bu nedenle "Açlık günlerinde" şeytanlar zincire vurularak bağ-
ağlama duvarında ağlayarak, amaçsızca hacca giderek, manasızca aç
lanır. Böylece şeytanlar bizi "açlık ve yoksullukla" korkutamazlar.
kalarak, sub sub teşbih çekerek sesinizi yükseklere duyuramazsınız!"
Ç ü n k ü açlık günlerinde korkuya ve çaresizliğe gerek yoktur. Hep beraber aç kalır, hep beraber de iftar ederiz. Olan olmayana verir, paylaşır, bölüşürüz. Bu d u r u m d a şeytanlar hangi korkudan beslenecek, hangi çaresizlikten nemalanacaktır? Neyi istismar ede-
Bir memuriyetin ifası olarak yerine getirilen ritüeller dindarın
cek, hangi muhtacı borç ve faiz ağına düşürebilecektir?
dinini daraltır. Hz. Süleyman'ın bastonu gibi yapar, yıkılması için
Böyle bir topluluğu kim dize getirebilir? Ç ü n k ü "oruç" artık sırf
bir d o k u n u ş yeter.
ritüel" olsun diye yapılmamaktadır. Ya "namaz" da, "hac" da, "kur-
D e m e k ki her namazın aslında namazdan sonra, her haccın as-
ban" da öyle olursa...
lında hacdan d ö n d ü k t e n sonra, her ramazanın da r a m a z a n d a n son
Bunlar da "beş'e, "yedi'ye, "bir'e hapsedilmez, b ü t ü n yıllara,
ra başladığını görmemiz gerekiyor.
mevsimlere, diyarlara, coğrafyalara "mana ve ruh" kazanarak, "ete
Açlık günleri d o ğ r u d a n doğruya "açlığa ve yoksulluğa" dikkal
kemiğe bürünerek", "bedenlerek", "vücutlaşarak" yayılır; yaşayan,
çekmedir. Önceki ü m m e t l e r e farz kılındığı gibi bize de farz kılın
yürüyen, direnen, bölüşen, paylaşan, birleyen, eşitleyen, seven, se-
mıştır. Ç ü n k ü bu sorun kadim bir insanlık sorunudur. İnsanlığın
vilen, sarıp sarmalayan hale gelirse "küresel şeytanların" hali nice
en kadım, en acil en yakıcı s o r u n u n a bigâne bir din olamaz ama
olur?
bigâne hale gelmiş dindarlar pekâlâ olabilir. 227
226 I
R. İhsan Eliaçık "Açlık günlerinde" o r u c u b u g ü n k ü gibi tutmakla sesinizi yük seklere duyuramazsınız. Tehdit değil, tekliftir; "perspektifi", "bakış açısını", "felsefeyi" de ğiştirin. Sakın O n d a n kopmayın. "Allah'ın yüzüne" yaklaşın.
ZAMANIN SÖZÜ
Servet ve iktidar sahibi, Ebuzer'e şöyle dedi: "Kur andan başka ayet yok mu ki Tövbe 34-35 ayetlerini her yerde okuyup duruyorsun?" [Tövbe; 34-35: Ey i m a n edenler! Hahamların ve rahiplerin birçoğu, insanların mallarını h e m haksızlıkla yiyor h e m de onları Allah yolundan alıkoyuyorlar. Altını ve g ü m ü ş ü biriktirip de (kenz) Allah yolunda infak etmeyenleri acı bir azabın beklediğini haber ver! O gün o biriktirip yığdıkları (kenz) cehennem ateşinde kızartılacak ve alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. "İşte bu bencilce biriktirip yığdıklarınız (kenz); tadın bakalım" denilecek. ] Ebuzer şöyle cevap verdi: "Tabii ki var. Fakat "zamanın sözü (ayeti) budur!" Servet ve iktidar sahibi, bu kez, ayette Yahudi h a h a m l a r ı n d a n ve Hristiyan r u h b â n l a r ı n d a n bahsedildiğini, hitabın M ü s l ü m a n lara olmadığını, Ehl-Kitap ile ilgili olduğunu söyleyince Ebuzer'in "yaşayan" y o r u m u n d a n kaçamadı: "Zamanın hahamı ve ruhbânı sensin!" "Zamanın sözü..." 228
229
R. ihsan Eliaçık
Sosyal sla
" Z a m a n ı n h a h a m ı ve ruhbanı..."
gümüş) taşıyamaz oluyor. Hz. Ömer'e giderek d u r u m u anlatıyorlar
Buraya bir "mim" koyalım.
"Hiç para taşımayacak mıyız? Ne kadar malımız olabilir peki?" diye soruyorlar ve Hz. P e y g a m b e r d e n tabiri acizse bir "yumuşama" bekliyorlar. Hz. Ömer, Peygamberimize gelerek d u r u m u anlatıyor.
Servet ve iktidar sahibinin "Başka ayet mi yok?" diyerek üzerine
Cevap şu oluyor: "Zikreden bir dil, şükreden bir kalp, dinine yar-
alınmadığı, içinde üç kez biriktirme, yığma, hazine yapma anlamı-
dımcı olacak bir zevce." (bkz. İbn Kesir, Tövbe 34. ayet tefsirinde ve
na gelen "kenz" kavramının geçtiği ayet nazil olduğunda olanlar
İ. Canan Ceylan; Kutüb-i Sitte; Zekât; 2011. hadis ve şerhi). Beklenen "yumuşama" gelmiyor.
çok ilginç. Bakın neler olmuş...
"Böyle buyurdu Allah". ..
D ö n e m Medine'ye hicretin 9. yılı civarıdır. Peygamberimiz ölm e d e n 1 veya 1.5 yıl önce nazil olan bu ayet nüzul tarihinde son sıralarda inen ayetler g r u b u n d a n .
Ebuzer'in "yaşayan" y o r u m u n u g ü n ü m ü z e taşırsak, ahbâr "ha-
Devir Mekke'nin fetihten sonra, iktidar, devlet, bolluk yılları-
ber veren", r u h b â n da "korkan/korkutan" demektir. Her kim insanlar üzerinde bilgi, iktidar ve servet tekeli (kenz) oluşturup, bunları
dır... O r t a m yığma, biriktirme, hazineye h o r t u m bağlama ve kendine yontmaya gayet müsaittir... Bilgi, iktidar ve servet fırsatları Müslümanların ö n ü n e serilmiş, devran d ö n m ü ş yokluk yılları gerilerde kalmıştır... İşte t a m da böylesi bir anda ateş tehditleri ile dolu "kenz" ayetleri geliyor.
halkla paylaşmaz, kendi hegemoyası için kullanmaya kalkarsa zamanın ahbârı ve r u h b â n ı o olur. Bilgiyi "kenz" edenler: Bilim adamları, din âlimleri, aydın lar, sanatçılar, entelektüeller... Bunlar zamanımızın bilgiyi/sanatı (ahbârı) ele geçirip halkı kendilerine zebun etmek isteyenleridir. İktidarı "kenz" edenler: Liderler, siyasetçiler, askerler, bürokratlar, amirler, m e m u r l a r . . . Bunlar zamanımızın iktidarı ele geçirip
Yığmaya, biriktirmeye, kendine yontmaya karşı şiddetli azap tehditleri ile dolu o kenz ayetleri...
halkı yetki, m a k a m , rütbe vb. ile tehdit edenleri ve korkutanlarıdır. Serveti "kenz" edenler: Zenginler, sermayedarlar, bankalar...
Bu ayetler gelince Hz. Peygamber mescitte üç defa "Kahrolsun
Bunlar zamanımızın parayı ele geçirip insanları açlıkla, yoksulluk-
kânizûn" (Kahrolsun/yok olsun biriktiriciler) veya "Kahrolsun al-
la, gelecek kaygısı ile korkutanları ve yığdıkları ile halk üzerinde
tın ve gümüş" diye bağırıyor ve b u n u üç defa tekrar ediyor. (Tebbeıı
hegemonya kurmaya çalışanlarıdır.
el-Kânizûn/Tebben
el-Fızza
tebben
ez-Zeheb!).
Öyle ki sesinin şiddetinden mescitin tavanına serili yapraklar titriyor. Bu hal, sahabeye çok ağır geliyor ve kara kara düşünmeye başlıyorlar. Hatta bazıları dışarı çıkamaz, üzerinde para (altın ve 230
Her kim bunları yapıyorsa zamanın ahbârı da ve r u h b â n ı da onlardır. Onlar biriktirdikleri ile dağlanacaklar.
249
Sosyal sla
R. ihsan Eliaçık
Kendilerine yonttukları o bilgi, iktidar ve servet "ateş" olarak kendilerine geri dönecek. Ç ü n k ü b ü t ü n bilgi, iktidar ve servet (mülk) Allah'ın yani halkındır.
Kelime-i tevhid, Lehu'l-Mülk'ten koparılıp zikir virdi ve mezar telkini haline getirilince anlaşılmaz oldu. Artık kimse Lailaheillallah'ı mülkle (bilgi, iktidar ve servet) ile ilgili anlamıyor. Ölülerin arkasından okuyorlar. Hâlbuki bu Peygamberimizin dilinde hep "Lailaheillallahu vahdehu la şerike leh, lehu'l-mülk, ve lehu'l-hamd..." şeklinde geçerdi.
Şu halde "zamanın sözünü" servet ve iktidar sahiplerinin yüzüne haykırmak gerekir. Ve o "Lehu'l-Mülk'den başkası değildir. Öyle ki zamanımızda kelime-i tevhid "Lehu'l-mülk" olmak icap eder. Şöyle ki:
Yani Allah'tan başka ilah yoktur, O n u n ortağı olamaz ç ü n k ü mülk O nundur, övgüye layık yalnızca O'dur... H a c d a k i telbiye de böyledir. Kâbe'nin etrafındaki en büyük "eşitlik gösterisinde" ( t a v a f ) her yıl milyonlarca hacı yeri göğü inleterek b u n u söyler durur. Gel gör ki artık bu sözlere ayin, söylendiği
Bu dine girmek için önce t ü m m ü l k ü n (bilgi, iktidar ve servet)
yerlere de tapınak diyorlar.
Allah'a (halka) ait olduğunu kabul edeceksiniz. Bunlar üzerinde oluşturulan t ü m tekelleri reddedeceksiniz. Bilginin, iktidarın ve servetin bilginler, yöneticiler ve zenginler arasında d ö n ü p dolanan
Eğer yeryüzünde 1 milyar insan aç sabahlıyorsa... Afrika'da aç-
bir t a h a k k ü m aracı olmasına karşı çıkacak, halka dağıtılmasını is-
lığın bitirilmesi için 40 milyar dolar gerekirken, dünyanın en zen-
teyeceksiniz.
gin adamı 76 milyar dolar "kenz" etmişse... 50 Arap zengini 250
Birileri bilgiyi, iktidarı ve serveti (mülkü) ele geçirip halk üze-
milyar dolar "kenz" etmişken, Tunus diktatörü tonlarca altınla kaç-
rinde bunlardan kaynaklanan bir t a h a k k ü m ve hegemonya kur-
mışken, Mısır diktatörü 66 milyar dolar yığmışken, 1.5 milyon in-
maya kalkışıyorsa onlara "La" (Hayır!) diyeceksiniz. Ç ü n k ü onlar
san mezar evlerinde yaşıyorsa... Türkiye'de geçen yıl 27 olan dolar
böyle yapmakla halk üzerinde "ilahlık" taslamış oluyorlar. Demek
milyarderi bu yıl 39 olmuşken, O r t a d o ğ u d a en çok dolar milyarde-
ki "Lailahe illallah" kelime-i tevhidin ikinci b ö l ü m ü oluyor.
rinin Türkiye'de olduğu ortaya çıkmışken, 5.5 milyon insan asgari
Sonra tarih boyunca t ü m peygamberlerin bu m a n a d a kendi za-
ücretle çalışıyorsa, 41 milyon kişi kredi kartı kölesi haline gelmişse
manlarının sözünü söylediğini, hassaten de 7. yüzyılda Abdullah'ın
ve 13 milyon yoksul varsa... Bilgi, iktidar ve servet, bir avuç "kav-
oğlu M u h a m m e d ' i n Allah'ın elçisi olarak insanları b u n a çağırdığını
min zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin" (mele-i miitref)
kabul edeceksiniz; "Muhammedun Resulullah..." Bu da kelime-i
elinde bir t a h a k k ü m ve hegemonya aracı halinde dolanıp duruyor-
tevhidin ü ç ü n c ü b ö l ü m ü oluyor.
sa... Para, altın ve g ü m ü ş tanrısı ( m a m o n ) yeryüzü egemenliğini
Yani iş "Lehu'l-Mülk" ile başlıyor.
ilan etmişse... Totemi para, tabusu mülkiyet olan kapitalizm dünya
Her üç bölümüyle de kelime-i tevhid K u r a n ı n h e m e n her yeri-
ıliııi haline gelmişse... Para büyücüleri (bankalar) efendi, halk köle
ne serpiştirilmiş halde geçer. 232
249
R. İhsan Eliaçık
s ü r ü s ü
haline
gelmişse...
"Lehu'l-Mülk"
( M ü l k
Sorarım size'"samanın s ö z ü " nedir? Allah'ın/halkın) değilse nedir? " K u r a n d a
başka ayet mi yok" diyenler! Bilginin iktidara, iktidarın servete dönüştüğü her yerde "zamanın sözü" her d e m tazedir: Lehu'l-mulk!
İSLAM'IN İKİ BÜYÜK ŞİÂRI
"Şiâr" kelimesi, "şiir" ile aynı kökten geliyor. "Sıklık, incelik, farkındalık" manalarını içeren bir kelime... Kısa, sık ve incelikli söz (şiir), inceliklerin farkında olan (şâir), inceliklerin farkında olma (şuur), ince ve sık biten/saç (şar), buğdaydan farklı olarak u c u n d a ince kılçık bulunan arpa (şaîr), sıkça söylenen slogan, amblem (şiâr) kelimeleri bu kökten. D e m e k ki birisine "Şuursuz" deyince "farkındalığı olmayan, farkı fark etmeyen, inceliği, derinliği olmayan" demiş oluyoruz. Keza "Şiirden anlamaz" d e m e k de "incelik bilmez, farkındalığı zayıf" d e m e k oluyor. "Slogan" kelimesi de "slog" (sık) k ö k ü n d e n geliyor. "Sıkça söylenen kısa sözler" olarak Türkçede kullanılıyor. Arapça b u n a "şiâr" deniyor. Bu d u r u m d a İslam'm iki büyük şiârı, "İslam'ın sıkça söylenen iki büyük kısa sözü" d e m e k oluyor. Öyle ki bu sözler/şiarlar/sloganlar İslam'ın inceliklerini, farkını anlatır ve o n u söyleyenlere "şuur"
(bilinç) verir. Bundan habersiz olanlar şuursuz/bilinçsiz
olmuş olurlar.
235
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
İslam'ın şiarlarına tapınak virdi haline getirilmiş bir halde ezanda, namazda, dualarda, niyazlarda vs. sıklıkla rastlarız. A m a bu makalede en çok tekrarlanan ve bilinen ikisi üzerinde duracağız: Allahuekber ve Lailahe
mevkiden dolayı kibirlenirse zehv, kibirden dolayı başını havaya kaldırırsa nahve, kibirden dolayı b u r n u havada olursa huzuvâne, kibrinden dolayı kendine hayran olursa ucb olur. Aslen büyük olmadığı halde kendini büyük sanana ise müstekbir denir. Servet ve
illallah...
iktidar sahibi olmaya ise kibriya denir. Mutekebbir ise Allah için kullanılır ve büyüklük, güç ve kudrete sahip olduğu halde zulmet-
ALLAHU EKBER: Kur'an'da "Allahu ekber" lafzı ile geçmez. Fakat daha d ö r d ü n c ü surede "Rabbini tekbir et" (Müddesir; 3) diye emredilir. Müslümanlar da bu emri yerine getirmek için "Allahu ekber" derler. Böylece her Allahuekber dendiğinde bu emir yerine getirilmiş olur. Gelelim a n l a m ı n a . . . M a l u m "Allah en büyüktür" d e m e k oluyor. Allah'ın büyüklüğü zaten m a l u m olduğuna göre bu söz kime karşı söyleniyor? Ç ü n k ü artık mesele bu şiarların "kime karşı" söylendiğidir. C e h e n n e m tehditlerinin ve tabiat tasvirlerinin Mekke'nin ulularına yönelik olması gibi, bu söz de Mekke ve civarında (ve ora dan t ü m yeryüzünde) kendini "büyük, güçlü, karşı konulmaz" vs. zannedenlere yönelik olduğunu görüyoruz.
Yani Allah'tan başka
birtakım metafizik tanrılar var da, onlar büyüklük iddia diyorlar da onlara karşı söyleniyor değildir. Zira Allah'tan başka zaten tanrı yoktur.
meyen demektir. Zor kullanan kibirliye ise ceberût denir. K u r a n d a n birkaç ö r n e k . . . Firavun, Musa ve Harun'a şöyle der: "Yeryüzünde kibriyâ (servet ve iktidar) sizin ikinizin olsun diye mi geldiniz?" (Yunus; 78)... Ad kavminin ileri gelenleri: "Bizden daha kuvvetli kim var?" diyerek büyüklük tasladılar." (Fussilet; 15)... Bunlar beş ayet önceki Allah'ın yeryüzünde insanlar "eşitçe" bölüşsün diye yarattığı kuvvetleri (egvât) kişisel mülkiyetine yığıp onunla üstünlük taslayanlardı. Ayette önce eşitliğin takdir edildiği belirtiliyor, beş ayet sonra da b u n u n nasıl bozulduğuna dair Ad kavminden örnek veriliyor (bkz. Fussilet; 10-15).., İşte böyle servet ve iktidar temerküz ederek güç toplayıp büyüklük taslayanları, yığdıkları ve biriktirdiklerinin kurtaramayacağı söylenir: "Ne (güç ve servet) toplamış olmanız, ne büyüklük taslamanız (istikbarınız) size bir yarar sağlamadı." (A'raf; 48). Ç ü n k ü onların "İçlerinde hiçbir zaman tatmin edemeyecekle-
Bu söz t a m a m e n insanlardan kimilerinin servet ve iktidar
ri büyüklük hastalığı (kibr) vardır." (Mu'min; 56)...
(mülk) sahibi olmakla büyüklenmesine, kibirlenmesine, tannlaı
Dahası böyle yapmakla h e m kendilerini h e m de egemenlikleri
gibi davranmasına karşı söylenmektedir. Şiarda geçen "ekber" sözcüğü "en büyük" d e m e k olup "kibir"
altında tuttuklarını ateşe sürüklemişlerdir: "Rabb'imiz, gerçek-
ile aynı köktendir. Kibr, "şânın azametini izhar etmek/ortaya koymak" demek olup kişinin kendinde hak ettiğinden fazlalık görmesidir. Mal ve
308 236
len biz, seyyitlerimize (sâdetenâ) ve büyüklerimize (kuberâenâ) itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular." (Ahzab; (>7)...
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
b ü y ü l e n m e l e r i n e itiraz o l d u ğ u n u görüyoruz. Kuralları uygulama bahenesiyle oluşturulan kör otoriteler "Lâ" (hayır) denerek reddeG ö r ü l d ü ğ ü gibi Allahuekber şiarı, içimizden birilerine karşı söylenmektedir. Servet ve iktidar sahiplerinin "kibrini" kırmak için
diliyor. K u r a n ı n "ilah" dediği şey bu a n l a m d a insanlardan başkası değildir. Bu nedenle "Lailahe illallah" servet ve iktidar temerküzü
olduğu apaçık ortada. D e m e k ki Allahuekber, ekâbirin tevhid vasatını (birlik, eşitlik ve
neticesinde insanlar üzerinde otoriteleşenlere isyan çağrısıdır.
adalet ortamını) terk edip ayrı baş çekmesine, servet ve iktidar gibi
Yoksa insanlar sırf ineğe, taşa, tahtaya, buzağıya, soğana, put
biriktirip topladıkları ile t o p l u m d a n ayrılmasına, kumlara karışma-
heykellerine tapınıyor da, Allah da onlara tapınmayı kıskanıp
yı kibrine yediremeyip k u m tepelerinde yaşamasına panzehirdir.
"Bana tapının, onlara değil" diyor değildir. İnek, taş, tahta, soğan,
Bunun anlamı, "En büyük Allah'tır; Allah'a (en-Nâsa, topluma,
buzağı, put, heykel vs. biz insanların birbirimiz üzerine kurduğu-
halka) gel, halka karış, kibri bırak" demektir. Gökten yere inince
muz servet, iktidar, otorite, hegemonya ve sınıflaşma araçlarının
Allahuekber bu d e m e k olur.
sembolleridir. Onları kaldırdığınızda ortada insanoğlu insandan
Bu nedenle "burnu havada olan" d e m e k olan kibirlinin, her
başkası yoktur. İlahlar (âlihe) insanlardır; inek, taş, tahta, soğan, buzağı, put, heykel vs. onların sembolleri olup kendi başlarına ad-
secdede b u r n u yere sürtülür. Bu nedenle servet ve iktidar gücüyle t o p l u m d a n / h a l k t a n ayrılan kibirli, "Hacc-ı ekber" (Tövbe; 3) g ü n ü n d e halk deryasının içine
larında geçtiğinden başka bir anlamları bulunmamaktadır. Bunun böyle olduğunu "ilah" kavramının Kur'an'da 140 küsur yerde geçen kullanımından apaçık anlıyoruz.
karıştırılır. İlginçtir, Kur'an "Hacc-ı ekber" tabirini kullanıyor. Allah yerine burada Hac geçmiş. İslamda Hac, büyük halk kitlelerinin, insan deryası oluşturarak birlik ve eşitlik gösterisi yaptıkları toplanış, karışış, sarmaş-dolaş oluş ve d ö n ü ş ritüelidir. Verdiği mesaj Allahuekber in yere indiğinde nasıl anlaşılması gerektiğinin tatbikatıdır: Allah'tan (en-Nâs'tan/halktan/toplumdan) d a h a büyük değilsin! O n a dön!
Birkaç örnek... "Firavun dedi ki: Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum." (Kasas; 38). G ö r ü l d ü ğ ü gibi Firavun lafı evirip çevirmeden inek, boğa, buzağı (bakara) gibi heykel ve tasvirlerle ifade edilen "imparatorluk sembollerinin" altında neyin yattığını açık ediyor. "Asıl ilah benim, onlar hegemonyamızın işaret ve sembolleri" demeye getiriyor. K u r a n d a adı anılan t ü m putların d u r u m u aynen böyledir.
LAİLAHE İLLALLLAH: "Allah'tan başka 'ilah' yok" anlamına geliyor. Kur'an'da geçen "ilah" kavramının kullanımına baktığımızda, "ekber" gibi, içimizden kimilerinin, servet ve iktidar kuvvetleri (egvât) yığarak eşitliği bozmalarına ve böylece t o p l u m d a n ayrılarak
308 238
Başka bir ö r n e k . . . "Ve dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suva'dan, Yeğus'tan, Ye'uk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin!" (Nuh; 23).
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
İbnu'l-Kelbi'nin açıklamasına göre Ved putu iri yarı gövdeli bir erkek şeklinde idi. Suva bir kadın şeklindeydi. Yeğus dişi bir aslan biçi-
Kur'an "din adamlığı" (hocalık, şeyhlik, seyyitlik, velilik, baba-
mindeydi. Yeûk at şeklindeydi. Nesr akbaba şeklindeydi. Diğer bölge-
lık, dedelik, ağalık, beylik, sultanlık, şahkululuk) hegemonyasına
lerdeki tapınakların kapılarının üzerinde bu akbaba resimleri vardı.
da "rablik/ilahlık" der:
Bunlar aynı toplum içinde kabile (sınıf) totemleri/sembolleriydiler. Kabilenin kurucusu ve ileri gelen bir b ü y ü ğ ü n ü n anısına dikilmişlerdi. Genel insanlık içinde ise b u g ü n k ü ulus sembollerine tekabül ettiği söylenebilir. Her ulusun bir devlet arması/bayrağı vardır ve onların üzerinde ulusu simgeleyen birtakım şekil, bitki, hayvan veya tabiat figürleri vardır. Haç işareti, gamalı haç, yıldız, orak-çekiç, hilal, güneş, arslan, kurt, kartal, yaprak vs. Bunlar o ulusun kendi toprakları üzerindeki egemenliğini (hegemonya) ve mutlak otoritesini temsil eder. Bu anlamda örneğin "uluslararası sular" henüz kimsenin egemenliğine girmemiş, etrafına çit (sınır/gümrük) çevrilmemiş yerler demektir. Cahiliye d ö n e m i n d e , bu, kabile toprakları (mera) şeklinde oluyordu. Oraya girdiğinizde kabileye toprak bastı/giriş parası (gümrük) ödüyordunuz. Kabilenin egemen olduğu yerler kabile toteminin arma ve sembolleriyle donatılmıştı ve genellikle merkezi bir yerde de ana tapınak bulunmaktaydı. Şu halde Arapların ilahlar (âlihe) dediği, bu t ü r d e n arma ve sembollerle ifade edilen devrin kurumsal kabile otoriteleri oluyor. Bunlar insanlar üzerinde servet ve iktidar hegemonyaları oluşturmakta ve sınıflaşma meydana getirmekteydiler. Üsttekiler ve alttakiler ara-
[Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve M e r y e m oğlu Mesih'i rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilaha ibadet etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur.] (Tövbe; 31). Kur an "heva/heves/arzu/şehvet" hegemonyasına da "ilahlık" der: "Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü?" (Furkan; 43) K u r a n melekler (nuranî varlıklar, cinler, periler, ifritler) ve peygamberler (İbrahim, Musa, İsa, M u h a m m e d ailesi ve soyu) hegemonyasına da "rablik/ilahlık" der: [Size melekleri ve peygamberleri rabler/ilahlar edinin, diye de emretmez. Siz m ü s l ü m a n olduktan sonra hiç size kâfirliği emreder mi?] (Al-i İmran; 80)... K u r a n a göre peygamberin görevi "insanlara hükmetmek" (hegemonya) değildir. Bilakis "insanlar arasında" adil kararlar vermektir (hakem). Kur'an peygambere (ve bize) hitaben hep "onlara hükmet" (fehkumhum) değil; "onlar arasında h ü k ü m ver/hakem ol" (fehkum beynehum) der. (bkz. Al-i İmran; 23, Nisa; 58, Maide; 42, 48, 49, Araf; 89, Sad; 22, 26) Bunun hiç değişmediğini görüyoruz. Bu ikisi arasındaki farkı biraz d ü ş ü n ü n . . .
sında keskin bir sınır (kast) vardı ve geçişkenlik yoktu. Üsttekiler,
Keza "Allah'a, resulüne ve sizden olan emir sahiplerine (ulu'l-
alttakileri mutlak egemenlikleri altında yönetiyorlardı. Eleştiriye vc
emr) itaat edin" (Nisa; 59) ayeti gönüllü birliktelikten doğan yü-
sorgulamaya kapalıydılar. Egemenlikleri mutlaktı.
kümlülükleri ifade eder. Ayette geçen "Sizden olan emir sahiple-
İşte bu mutlak ve ebedi zannettikleri hegemonya (egemenlik) totemlerine/sembollerine " i l a h " demekteydiler...
308
ri" (ulu'l-emri minkum) ifadesi "içinizden gönüllü rızanızı olarak işlerinizin başına getirdiğiniz kimseler" demektir. Bugün için "sizin
241
R. İhsan Eliaçık
kendi rızanızla seçtiğiniz kimseler" manasına gelir. Yine hegemonik ilişki yoktur.
Sosyal, İslam
Aksi halde servet ve iktidar ilişkilerinden aile ilişkilerine, iş d ü n yası ilişkilerinden uluslarası ilişkilere b ü t ü n ö m r ü efendi-köle iliş-
h»--
kisi içinde geçer. Allah-insan ilişkisi bile efendi-köle ilişkisi değil; "gönüllü bir-
"Lailahe illallah" (Allah'tan başka ilah yoktur) ne d e m e k anlaşılıyor olmalı.
liktelik" ilişkisidir. Kur an der ki: "Benim rabbim sırat-ı müstakim üzerindedir" (Hud; 56).
Yani Allah, insanlarla hegemonik ilişki
Yani: Yeryüzünde mutlak egemenlik altına girilecek h e g e m o n -
kurmuyor. Bizi zaten kendi uyduğu, üzerinde olduğu yola çağırıyor.
ya, otorite yoktur. Totem, put, heykel, kabile, sınıf, ulus, sınır, oto-
Varlık ve oluş (sosyal) kanunlarına (sevgi, m e r h a m e t , adalet, doğ-
rite, gelenek, tapınak, din adamları, heva ve heves, servet ve iktidar
ruluk, dürüstlük) birlikte uyalım, ben de onlara u y u y o r u m diyor.
güçleri tartışılamaz, sorgulanamaz değildir.
"Kendime rahmeti farz kıldım" (Enam; 54) bu demek.
"Allah" adına ortaya çıkmış otoriteler de b u n a dâhildir. Hatta
Hal böyleyken insan-insan; yöneten-yönetilen,
işçi-işveren,
öyle ki hiçbir "otorite" Lailahe illalah kılıcından kendini kurtara-
karı-koca, devlet-millet vs. ilişkisi nasıl hegemonik/ceberût (sahip-
bilmiş değildir.
lik esasına, efendi-köle mantığına, zora dayanan, tek yanlı) ilişki
İster Allah, ister din, ister kabile, ister sınıf, ister ulus, ister vatan, ister gelenek, ister tapınak, ister proleterya, ister burjuva vs. ne
olabilir? K u r a n peygamberine (ve tabii bize) şöyle der: "Sen bir zorba değilsin" (Gaşiye; 22)
adına k u r u l m u ş olursa olsun yeryüzündeki b ü t ü n otoriteler; sonuç
•
- •^s-'
itibariyle gerçeğin ta kendisi (hakk) olan Allah'ın ayetleri (varlık ve oluş kanunları, evrenin gidiş yasaları, gönüllü birliktelikten doğan
Buradan bakılınca "İslam'ın iki büyük şiarı" bir tapınak virdi
yükümlülükler ve bunları öğütleyen Kitab) karşısında ve bunlara
değildir. G ü n d e yüz kez, gece de bin kez zikrini çekmekle cennette
rağmen kurulmuşsa birer kurgu ve yalan (batıl) imparatorluğudur-
huriler bizi bekliyor değildir. Hele bunları ölülerin arkasından oku-
lar. İcabında yıkılabilir, değiştirilebilir ve yok edilebilirler...
yup ü f ü r m e k ise "İslam'ın şiarlarına" hakaret anlamına gelir.
"Allah" dış dünyada g ö r ü n ü r bir nesne olmadığı ve onu temsil
Bunları dirilere okuyun, dirilere!
eden ebedî bir kurumsallık olmadığı için de, sonuç itibariyle Laila-
Para, servet, iktidar, devlet, mahkeme, evlilik, aile, iş, fabrika,
he illallah, insanoğlunu, b o y u n d u r u k altında tutan t ü m bağlardan
uluslarası ilişkiler vs. gibi hayatın ve dünyanın kalbinin attığı yer-
kurtulmaya ve serazat bir "yeryüzü özgürlüğüne" çağırır.
lerde Allahuekber ve Lailahe illallah'ı ete kemiğe büründürecek,
İnsanoğlu ancak ve sadece Allah'ın ayetlerine (varlık ve oluş kanunlarına, evrenin gidiş yasalarına, gönüllü birliktelikten doğan yükümlülüklere ve bunları öğütleyen Kitaba) uyarsa hegemonik ilişkilerden arınabilir.
kendimizle y ü r ü r hale getireceğiz. Her türden hegemonik ilişkiden kendimiz arınacak ve çevremizi de arındıracağız. Yok edeceğiz insanın insana kulluğunu.
242
243
R. .hsan Eliaçık
Her şeyden önce kendimize yabancılaşmayacağız. Hep insan, sadece insan, insanoğlu insan kalacağız. İnsan olmanın ve özgürlüğün ne demek olduğunu ancak o zam a n anlarız. "İslam'ın iki büyük şiarı" bize bunları öğretmiyorsa, havanda su dövüyoruz demektir.
İSLAM'IN RİTÜELLERİ
"Ritüel" sözcüğü Hint-Avrupa kökünde "ritu" (saymak) imiş... O r a d a n Latinceye "ritus" (ayin, tören, merasim, örf, adet) olarak geçmiş, Orta-Latincede "ritüale"
olmuş... O r a d a n da Fransızcaya
"ritüel", İngilizceye "ritual" olarak yerleşmiş... "Âyin" kelimesi ise Türkçeye Farsçadan geçmiş ve görenek, tören, merasim anlamına geliyor. Osmanlıcada kullanılan "Şehrâyin" bu anlamda tören, merasim, şenlik ayı demek. "Ayna" kelimesi de bu kökten. Ayin ve törende belli hareketlerin tekrar "aynısı" yapılır, aynada da kendinin "aynısını" görürsün. "Aynen" de bu kökten olup tekrar ifade eder... Görüldüğü gibi ritüel veya ayinde bir hareketin "sayısı, tekrarı ve aynılığı" esastır: Her yıl Ganj N e h r i n e girersin ( H i n d u i z m ) . . . 11er pazar kilisede toplanırsın (Hristiyanlık)... Her ramazan ayında bir ay oruç tutarsın... N a m a z d a bir rükû iki secde yaparsın... Abdestte dört uzvunu yıkarsın... Hacda şeytan taşlarsın... Kâbe etrafında yedi defa dönersin (İslam)... K u r a n d a ritüeli karşılayacak kavramın "nüsuk/menâsik" olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla "İslâm'ın ritüelleri" aslında "İslâm'ın ııüsukları" d e m e k oluyor. 244
245 I
Sosyal İslam
R. ,hsan Eliaçık HAC:
Nusuk/menâsik kelimesinin Arapçada toprağı ıslah için gübre-
Nüsuku: Her (kamerî) yıl s o n u n d a Mekkedeki Kâbe (Beyt) etra-
lemek (nusukul-ard), yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardun nâsike), bir a d a m ı n alıştığı yer (en-Neseki) kelimelerinden da anlaşılacağı gibi "gübrelemek, alışmak" gibi anlamları var. Kur anda nusuk altı yerde salât, oruç, hac, k u r b a n vb. ile birlikte kullanılır. Bütün ritüelleri kendinde topladığı için özellikle hac için "menâsik" denir ki aslında diğerlerini de kapsar. Kur'an namaz, oruç, hac, k u r b a n vb. ritüllere ibadet demez. İbadet Kur'an'da 278 civarında yerde geçer ve hiç bunlarla birlikte kullanılmaz,
(bkz.
"Din ve İbadet Anlayışımız 1-2" ve "Dinin Direği Nedir?" başlıklı makaleler). Şu halde İslam'ın ritüellerine nüsuk diyeceğiz. Nüsuk belirli hareketlerin sayılı, tekrarlı ve aynı tarzda yapılması b a k ı m ı n d a n ritüel ve ayine benzer. Fakat kelime k ö k ü n d e n de anlaşılacağı gibi bunlardan maksat sırf "aynı şeyleri tekrar" edip d u r m a değildir. Amacını kaybetmiş, manasız tekrar olunca ayin, hayatın içindeki bir amaca "alıştırma" veya hayatta ü r ü n almak için "gübreleme" olunca tekrarlanan hareketler nüsuk oluyor. Bu dur u m d a n ü s u k u n amacı "ibadet" oluyor. İbadet ise bir şeyi hayatın içinde yapmak, iş ve değer üretmek, ortaya çıkarmak, etmek, eylem e k demektir.
fında toplanılır. İhrama girilir. Beyt tavaf edilir; etrafında yedi kez dönülür. Arafat da vakfe ye d u r u l u r . . . İbadeti: Hayatta eve (beyt) dayalı yaşamı yüceltmeyi ve yaşatmayı ifade eder. İnsanlığın ve uygarlığın kökenini hatırlatır. Kâbe'yi Âdem yapmıştır. Ç ü n k ü Â d e m / A d a m ilk ev (beyt) kuran, aileye dayalı yaşamı başlatan, bir arada yaşama h u k u k u getiren (şeriat) ve insanoğlunun (yeme içme, şehvet, tutku, ihtiras) k o n u s u n d a kendini frenlemesi (savm/oruç) bilinci uyanan ilk insanın/insanların sembolüdür. İlginçtir " A l l a h u e k b e r " e benzer tek ifade Kur'an'da "Hacc-ı ekb e r " olarak geçer (Tövbe; 3). Dikkat ediniz; Allah yerine Hac geçmiş. Bu d u r u m d a Hac, insanlığın toplaşma, karışma, kaynaşma ve eşitlik ritüeli oluyor. Verdiği mesaj Allahuekber'in yere indiğinde nasıl anlaşılması gerektiğinin tatbikatıdır: Allah'tan (en-Nâs'tan/ halktan/toplumdan) daha büyük değilsin! O n a dön! Hac "yöneliş" veya "yürüyüş" demek olduğundan, etrafında dönülen Kâbe bir an için yukarıya çekilip alınsa ortada esas amaç kalır. Geriye iki parça beze b ü r ü n m ü ş , karışmış, kaynaşmış, sınıf, tabaka ve kastlardan arınmış, "eşit" hale gelmiş insanlık (en-Nâs) kalır. İşte tüm yeryüzünde "yöneliş" buna, "yürüyüş" buna doğrudur. Hac boyunca telbiye yapılması [Lebbeyk Allahume lebbeyk... La
Şimdi, bu ikili ayrım (nüsuk-ibadet; gübre-ürün) çerçevesinde İslam'ın belli başlı tekrar edilen hareket, tören ve merasimlerine (ri tüellerine) bakalım.
ferike leke lebbeyk...
İnnel-hamde,
ven'imete ve leke mülk la şerike
leke lebbeyk...] topluca yeri göğü inleterek m ü l k ü n Allah'a ait old u ğ u n u n ve şirkin esasında mülk ile ilgili o l d u ğ u n u n apaçık ilanıdır.
[Anlamı: Buyur Allahım buyur Senin ortağınyoktur buyur
Hiç
şüphesiz övgü sanadır, nimet ve mülk (zenginlik, mal ve egemenlik) •>enindir; kimse sana ortak olamaz, buyur... ] 339 246
R. ihsan Eliaçık
Sosyal sla
D e m e k ki hac ritüelinin bize öğrettiği rütbe, tabaka ve kastl a r d a n a r ı n m ı ş (ihram/tavaf) sınıfsız t o p l u m a yöneliş ve i n s a n -
yaptıkları da sadece nusuk olarak kalır, ibadet olmuş olmaz, ibadet dışarıda, hayatta olur; tapmakta değil.
l ı k t a / y e r y ü z ü n d e / t o p l u m l a r d a b u n u sağlamak için d u r m a d a n çaba, gayret ve y ü r ü y ü ş h a l i n d e olmaktır. Asıl ibadet b u d u r , diğerleri b u n u ö ğ r e t m e y e yönelik menâsiktu. H a c c m diğer b ü t ü n n ü s u k l a r ı (Arafat, Miizdelife, Mina,
Şeytan
taşlama,
kurban,
bayram) b u n u n nasıl sağlanacağına yönelik s e m b o l i k hareket ve
ABDEST: Nusuku: El ve yüzü su ile yıkama, baş ve ayakları da mesh etme (veya ayakları yıkama) ritüelidir. Gusl abdesti ise b ü t ü n v ü c u d u su ile yıkamadır.
ritüellerdir. Her biri bu a m a c ı n bir a ş a m a s ı n ı / s a f h a s ı n ı öğretir.
İbadeti: Eline, y ü z ü n e (gözüne, kulağına, ağzına), başına (kişili-
Hacılar b u n l a r ı ö ğ r e n m i ş ve h a c menâsikinden gerekli talimat-
ğine) ve ayaklarına (gittiği yere) sahip olmaktır. Abdest ve gusl bu
ları ç ı k a r m ı ş olarak m e m l e k e t l e r i n e dönerler. Asıl ibadet d ö n -
anlamda "Eline, beline, diline sahip ol" s ö z ü n ü n anlamını çağrış-
d ü k t e n s o n r a başlar.
tırır. Ç ü n k ü su, dinî sembolizmde arınmayı ifade eder. Bunları su ile yıkamak, bunlara sahip olmak, buralardan insanların zararına
NAMAZ:
bir şey çıkarmamak, y a p m a m a k demektir. Bunları yaparsınız iba-
Nusuku: G ü n ü n belirli vakitlerinde en önemli hareketleri rükû
det yapmış olursunuz, aksi halde nusuk olarak kalır.
ve secde olan hareketleri yapmaktır. Hac, c u m a ve bayram namazlarında saf halinde dizilinir ve topluca (cemaat halinde) yapılır.
EZAN:
İbadeti: Hayatta hiç kimsenin ö n ü n d e eğilmemek (ruku), m ü -
Nüsuku: İçinde "Allahuekber" ve "Lailahe illallah" sözlerinin
tevazı olmak (secde) ve eşitliktir (saf). Eğer ö m r ü n ü z o n u n b u n u n
en çok geçtiği bilinen cümlelerden oluşan ilan ve çağrıdır. Genel-
ö n ü n d e eğilerek geçiyorsa yaptığınız ruku sadece nüsuk olarak kalır
likle g ü n d e beş (Sünnîler) ve bazen de üç kez (Şiîler) camilerden
ve ibadete d ö n ü ş m ü ş olmaz. Peygamberimiz der ki: "Kim birisi
yüksek sesle okunur. Buna ezan (duyuru, ilan) denir.
nin ö n ü n d e sırf zengin olduğu için eğilirse (ayağa kalkarsa) dininin
İbadeti: Allah'tan (halktan) daha büyük olduklarını sananlara ve
yarısı gider." (Beyhakî)... Keza kibirli, kendini beğenmiş, kasıntılı,
Allah'a (halka) rağmen otorite tesis etmeye çalışanlara bir reddi-
böbürlenerek yürüyenlerin namazı boştur. Yaptıkları sadece nusuk
yedir. Mülkü ele geçirerek müstağnileşen ve böylece tuğyan eden-
olarak kalır; ibadet yapmış olmazlar... Yine n a m a z d a safa dizildi-
lere hatırlatma ve ihtardır. Ç ü n k ü İslam'ın şiarlarının merkezinde
ği, ö n ü n d e k i bir yoksulun çorabının dibine secde ettiği halde dışarı
"Lehu'l-mülk" (Mülk Allah'ındır) vardır. Bu, bir şeye reddiye değil;
çıkınca kâşanelerine çekilenlerin, topluma üstten bakanların, kast
»ince ilan ve duyurudur. Kur'an'ın t ü m r u h u n a sinmiştir. Öyle ki
yaratıp sınıf oluşturanların, öksüzü k o r u m a y a n ve yoksulun yanın
Kur'an'ın her sayfasının ortasına sanki Lehu'l-mülk damgası basılı-
da olmayanların namazı boştur. Ç ü n k ü eşitlik ritüelinden (saf ha
dır. Bütün kıssalar, ahkâm, nüsuk ve anlatılar b u n u açımlar. Konu
linde diziliş) çıkıp t o p l u m d a eşitsizlik yaratmaktadırlar. Bunların
(paragraf) bitimlerinde yerlerin ve göklerin m ü l k ü n ü n Allah'a ait
248
249
Sosyal .sla .
R. hsanEliaçık
olduğu sıklıkla vurgulanır. İşte ezanda kim yeryüzünün kuvvet arçalarını (bilgi, iktidar ve servet) ele geçirip büyüklenmeye kalkarsa ona reddiye gelir: Allahuekber! [En büyük Allah'tır], Sonra kişi veya kişiler, k u r u m veya k u r u m l a r bu büyüklenmeye dayanarak insanlar üzerinde otorite tesis etmeye ve hegemonya k u r m a y a kalkarsa ona reddiye gelir: Lailahe illallah! [Allah'tan başka 'ilah' yoktur]. (Bkz. "İslam'ın İki Büyük Şiarı" başlıklı makale).
ritüeline (hac) b u l u n d u ğ u yerden katılım sağlamak amacıyla adet olmuştur. Kurbanlar üçe bölünür: Bir parçası h a n e halkına, ikincisi komşulara, ü ç ü n c ü s ü yoksullara dağıtılır. İbadeti: Hayatta birbirine yakınlaşma, hediyeleşme, kaynaşma ve kucaklaşmadır. O l u ş m u ş tabakalaşma ve sınıflaşmaların kaldırılması, herkesin birbirini ziyaret etmesi, hacda ihram ve tavaf ile sergilenen sınıfsızlaşmaya yaşanılan yerden katılma, öteki için fedakarlık, o n u n halini anlama ve empati yapmadır. Nimetleri paylaşmalı: Bilgiyi, iktidarı ve serveti de kurbanı üçe b ö l d ü ğ ü m ü z gibi
ORUÇ: Nusuku: Ramazan ayında bir ay boyunca yemeden, içmeden ve cinsel ilişkiden uzak durmaktır.
taksim etmeli, paylaşmalı, dağıtmalı ve yaymalıyız. Bir tek yerde temerküz (kenz) ederek tabakalaşma ve eşitsizlik m e y d a n a getirmemeliyiz. Bunun için bayrama i'ydu'l-edha yani fedakârlık, öteki
İbadeti: Hayatta şeytanın dört büyük saptırma yolunu tıkamayı
için kendini feda etme, diğergâmlık bayramı denmiştir.
ve onlara karşı kendini tutmayı ifade eder: servet, şehvet, iktidar, şöhret... Aç kalarak servete ve biriktirmeye, cinsel ilişkiden uzak
D O M U Z ETİ:
durarak şehvet ve iktidara (iktidarsızlık!) ve itikafa girerek şöhrete
Nüsuk: Yemek olarak d o m u z (hınzır) etini yememektir.
karşı kendinizi t u t m a talimi yaparsınız. Bu d u r u m d a oruç ritüelinin ibadeti servet, cinsellik, iktidar ve şöhret t u t k u s u n d a n uzak d u r m a n ı n bizatihi kendisidir. Ç ü n k ü her tür şehvetin panzehiri açlıktır. Yeryüzünde bir milyar aç varken, o r u c u zenginlerin iftar gösterişine çevirenler ibadet yapmış olmazlar. İftar ve sahur sofralarındaki oruç değildir; o n u n ritüelıdü. Bilakis ibadet hayatta öksüzü k o r u m a ve yoksulun yanında olmadır. Böyle bir hayat tarzını be nimseme, örneğin siyaseti b u n u n için yapmadır. D e m e k ki rama
İbadeti: Hayatta; para, ticaret ve devlet ilişkilerinde domuzlaşmamak, yani yiyicilik yapmamaktır. Ç ü n k ü öteden beri Mezopotamya Akdeniz havzası halklarında d o m u z yiyiciliğin ve pisliğin sembolü olarak görülürdü. Buradan sembolize edilerek d o m u z eti y e m e m e k haram helal d e m e d e n her şeyi yemenin, yiyicilik yapmanın, yemede kırmızı çizgisi o l m a m a n ı n sembolü olarak yasaklanmıştır. Bizzat d o m u z eti y e m e m e k işin ritüeli, d o m u z l a ş m a m a k ise ibadetidir.
"Allah'tan başkası adına kesilenleri yememek" de böyledir.
zanda ritüel/niisuk ile iş/dava öğretilmekte ramazan ayı çıkınca da
Yani kimse Allah izin v e r m e d e n birisini kesemez (öldüremez) den-
ibadeti başlamaktadır.
mek istenir. Böyle bir şey yapanın kestiği protesto edilerek yenmez. Allah'ın izin vermesi ise saldırıya uğrama, kısas, m e ş r u hayvan ke-
KURBAN:
simi, av gibi hallerde söz konusu olur.
Nüsuku: Hacda hediye olarak kesilen hayvanlara denir. Bazı İslam toplumlarında hac dışında da kurban kesmek büyük eşitlik 250
Yoksa bir şehre tanklarla girip çoluk çocuk d e m e d e n binlerce
5:
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
insanı kesip (öldürüp) ardından lokantada "helal et" s o r m a k abesle iştigal olup dindarlık falan değildir... Masada kardeşinin ölü etini yiyip d u r u r k e n (gıybet) garsondan kebabın "helal et" olup olmadı-
aynen diriler içindir. Taziye "acıyı paylaşma" d e m e k olup cenaze sahiplerini hayata d ö n d ü r m e k için yapılan gönendirici konuşmalardır. ..
ğını s o r m a k da böyledir... Keza yanında asgari ücretle işçi çalıştırıp emeği sömürerek (yiyicilik yaparak) katlar yatlar sahibi olduğu halde hâlâ işçisi kirada oturan birisinin "zinhar d o m u z eti yemem, haram" deyip d u r m a s ı da böyledir. Ç ü n k ü böyle birisi ritüel olarak d o m u z eti yemediği halde iş ilişkisinde d o m u z u n tekidir. Nüsukunu yapmakta; fakat ibadetine yanaşmamaktadır. Sırf nüsuk (ritüel) kişiyi kurtarmaz.
Görülüyor ki İslam'ın b ü t ü n ritüelleri d ö n ü p dolaşıp aynı kapıya çıkmaktadır:
Kerem! Bu ise Kitabın kapağında yazılı olan
şeydir: Kur'an'ı Kerim... D e m e k ki İslam'ın ritüellerini de "kerim" gözle o k u m a m ı z gerekiyor. Kerim cömertlik ve şeref d e m e k olup en genel anlamıyla paylaş-
CENAZE:
ma/bölüşme ilkesini ifade eder. Dikkat ediniz, her şey b u n u n ger-
Ölen kişi musalla taşına konur. "Er (veya hatun) kişiyi nasıl bi-
çekleşip gerçekleşmediği, ihlal edilip edilmediği ile ilgili: Bilgide,
lirdiniz?" ve "Hakkınızı helal ediyor musunuz?" diye sorulur. Cemaat "İyi bilirdik, helal olsun" der ve Kıbleye d ö n m ü ş vaziyette cenaze namazı kılınır.
Sonra omuzlar üzerinde mezara götürülüp
gömülür. Mezarda genellikle Yasin suresi okunur. Cenaze sahiplerinin evine gelinerek taziyede bulunulur. İbadeti: Ö l ü m en büyük eşitleyici ilkedir. Kişi ölmekle eşitlenmiş olur. Bunu temsilen musalla taşına yatırılır. Cemaate kimin hakkını yeyip yemediği sorulur. Başka bir şey değil; sadece üzerinde "kul hakkı" olup olmadığı sorulur. Bunun anlamı ölenin cemaate (top luma/halka) tepeden bakıp bakmadığının, e m e k s ö m ü r ü s ü yapıp yapmadığının, hak ihlali yapıp yapmadığının sorulmasıdır. Âdeta d e n m e k istenir ki: "Bu er (veya hatun) kişi adalet ve eşitlik ilkeleri ni ihlal etti mi etmedi mi? Bu k o n u d a bir şikâyeti olan var mı yok mu?" Aslında bu ahiretteki sorgunun da ön tatbikatıdır. O r a d a da ilk b u r a d a n sorulacaktır... Mezarda Yasin suresinin o k u n m a s ı ise ölen için değil; mezara gelen diriler içindir. Keza evdeki taziye de
308
servette, iktidarda; yerde, gökte, karada, denizde, havada. Aslında diğer dinî düşünce sistemlerinde de birçok ritüel ve sembol bununla ilgilidir. Mesela Yahudilikte cumartesi yasağı "sahip olmama" veya "mülkiyet e d i n m e m e günü" demekti. Altı g ü n d e kazandıklarını yedinci gün paylaşırsın. Hristiyanlıkta "komünyon ayini" de böyledir. Hz. İsa h e p arkadaşlarıyla beraber yemek yerdi. Son akşam yemeğinde de böyleydi. Ortaklaşa yenen yemeğe "agape" denirdi. O n u n için k o m ü n y o n (cemaat/toplu) halde, hep birlikte yenen yemek deniyor. Peygamberimizin Medinedeki "suffe" uygulaması da böyledir. Suffe, miskinlerin sığındığı yer değil; toplu halde olunan yer demektir, oraya herkes gelir ve paylaşma/bölüşme öğrenilir. SuIilikte, Ahilikte, Alevilikte de böyle uygulamalar çoktur ve hepsi de .ıynı mantığın ü r ü n ü d ü r . Zaten "tekke" paylaşmanın/bölüşmenin öğrenildiği yer demektir. Alevilikteki "kırklar cemi" de böyledir. Bunların hepsi bir zamanlar toplu halde olmayı, cemaat (co-
253
K. ihsan Eliaçık
mün) halinde yaşamayı ifade ediyordu. Fakat sonra gelenler bunları unutarak ritüeîi yüceltip (ayin) asıl maksadı unuttu. Bugün mesela d o m u z etini asla yemeyip iş hayatında domuzlaşan yığınla Müslüm a n olduğu gibi, cumartesi yasağının ne yasağı olduğunu unutan yığınla Yahudi bulunuyor. Keza İsa'nın kanı yerine şarabı, eti yerine
Sosyal İslam
Kanımca Peygamberin şahsında her ikisi de birleşmiş d u r u m daydı. Sonraki asırlarda bu sürekli parçalandı ve her biri elindeki parça ile asıl benimki d o ğ r u diye övünerek /sevinerek yol ve kimlik oluşturdu. Asla, köke inince her ikisinin de bütün içinde kaybolduğunu ve asıl yerini b u l d u ğ u n u göreceksiniz.
ekmeği yemekle komünyon ayini yapan; fakat hayatta ne ekmeğini ne suyunu kimseyle paylaşmayan yığınla Hristiyan bulunuyor. <"«5-' Görülüyor ki dinî düşünce dünyası sembollerin ve ritüllerin çokça kullanıldığı bir dünyadır. Bu açıdan Kur'an m o d e r n tarih, fizik, matematik, jeoloji, astronomi vb. kitaplarına pek benzemez. O n u n kendine özgü anlatım tarzına aşina olunca çetrefil gibi görü nen birçok mesele kolayca açıklığa kavuşur. Dinî düşünce sistemlerinin kimi sembol ve ritüellerle insanlıkta ne yapmaya çalıştığı sanırım anlaşılıyor. Bugün İslam içinde biri ritüellere diğeri maksat ve r u h a vur gu yapan iki akım bulunuyor. Bunların birine Sünnîlik diğerine Alevîlik deniyor. Sünnîlik ritüelin din sosyoloji açısından önemini kavrayarak onları sık sıkıya k o r u m a k isterken, Alevilik bunların esasında ne maksatla varolduğunun mesajını veriyor. "Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın n a m a z n a m a z değil" ve "Al lah da ne istersen becer, oh ne âlâ ne şeker" cümlelerindeki "gönül" , "namaz", "Allah" ve "Ne istersen becer" sözleri ritüel ile ruhun, dolayısıyla Sünnîlik ile Alevîlik arasındaki "mesajlaşmanın" ayrın tısını ele verir. Birisi ritüele ve şekle, diğeri maksat ve r u h a ağırlık verir. Birinin aşırı gittiği yerde diğeri ona mesaj gönderir. İyice dü şünülürse Sünnîlik İslam'ın klasik (tarihsel) aklı olurken, Alevîlik r u h u olmaktadır.
254
5
Sosyal islam Neydi bu "dava" ki müşrikler duyar d u y m a z "gözleriyle devirecek gibi baktılar" ve "arslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri" gibi oldular. Hani K u r a n d a bir ayet var: [Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi. İsteyenler/ihtiyacı olanlar için eşitçe olmak üzere orada dört mevsim kuvvetler (rızık ve rızık kaynakları) takdir etti.] (Fussilet; 10). Birçok müfessirin "hayvanlar hakkındadır" diyerek sinirlerini
"BİR ELİME AYI, BİR ELİME GÜNEŞİ
aldığı bu ayet... Bu ayeti bir kenara not edin.
VERSENİZ..."
Önce rivayeti okuyalım: Malum, Peygamberimizi davasından vazgeçirmek için Mekkeli müşrikler türlü uzlaşma tekliflerinde bulunmuşlardı. Meşhur rivayette geçtiği gibi bunlardan birisinde Peygamberimiz "Bir elime ayı, diğerine güneşi verseniz 'davamdan' vazgeç-
Mekke'nin zengin ulularından Utbe bin Rebia söze başladı: "Araplar içinde rezil olduk. Kureyş'in onurunu kırdın. Sen birbirimize kılıç çekmemizi mi istiyorsun ? Beni dinle: Sana bir şeyler teklif edeceğim. Bak, belki bunlardan bazılarını kabul etmek işine gelir" dedi. Peygamberimiz "Söyle ey Velid'in babası! Seni dinliyorum" dedi.
mem." diyerek geri çevirmişti.
"Senin şu getirdiğin ve üzerinde direnip durduğun işle, eğer mal ve
Yaygın kanaate göre buradaki "dava" inanıp i n a n m a m a davası idi. İnkarcılar Allah'ı ve ahireti inkâr ediyorlardı. Onların reddet tikleri işte bu iman hakikati (hakâik-i imaniye) idi.
servet sağlamak istiyorsan, sana, caya
kadar mallarımızdan
bizimkinden daha çok malın olun-
verelim...
Eğer bununla
büyük şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni,
Acaba öyle mi? Adamlar zaten yerleri ve gökleri kim yarattı desen hiç şüphesiz "Allah" diyorlar. Ahiretle, cennetle, cehennemle, namazla, oruçla bir sorunları yok. Evet, inanmıyorlar. A m a neye inanmıyorlar? Allah'a mı? Allah'ın ayetlerine mi? Allah'ın ayetlerinde çağırdığı şeye mi? Peygamberimizin "Bir elime güneşi, diğerine ayı verseniz vaz-
ulu
tanıyalım.
başımıza
Senin
emrinden
hükümdar olmak
dışarı
istiyorsan
daha
kendimize büyük ve
çıkmayalım...
Eğer bununla
seni hükümdar yapalım...
Şa-
yet bu sana gelen, görüp de üzerinden atamadığın bir evham, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve büyü ise, doktor getirelim, tedavi ettirelim. Seni bu halden kurtarmak için mallarımızı saçarcasına harcayalım..."
dedi.
Peygamberimiz "Ey Velid'in babası! Boşaldın, söyleyeceklerini söyledin,
geçmem." dediği "dava" neydi? 256
aramızda
2
R. İhsan Eliaçık
Sosyal islam,
bitti mi?" diye sordu. Utbe "Evet" dedi. Peygamberimiz "Sen de şimdi beni
^ « - J
r t & j
dinle!' dedi ve Fussilet suresini besmele çekerek okumaya başladı. Surenin 13. ayetine (Bütün bunlara rağmen yine de burun kıvırırlarsa söyle onlara: Size Ad ve Semud'u çarpan yıldırım gibi bir yıldırımı haber veriyorum.) gelince Utbe bin Rebia eliyle Peygamberimizin ağzını tutarak
"Allah aşkına sus, yeter!" diyerek daha fazla dinlemek istemedi.
Ayetlere biraz daha yakından bakalım: Ayette geçen "dört günde" ( f i erbeati eyyam) dört mevsim içinde yani bütün bir yıl boyunca, "güçler/kuvvetler" (egvât) da insana güç veren, kuvvet toplamasını sağlayan gıdalar/rızık ve rızık kaynakları manasındadır. K u r a n , bunlara yeryüzündeki güç/kuvvet kaynakları (egvâtuhâ) diyor. "Egvât"
Bu ayetten iki ayet önce şöyle denir: [Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi. İsteyenler/ihtiyacı olanlar için eşitçe olmak üzere orada dört mevsim kuvvetler (rızık ve rızık kaynakları) takdir etti] (Fussilet; 10). Bu ayetten iki ayet sonra ibret olarak gösterilen Ad kavmi hak-
Türkçede de kullanılan "guv-
ve" nin çoğuludur ki kuvvet diye telaffuz ederiz. En geniş anlamıyla yeryüzünde rızık biriktirici t ü m servet ve güç yığıcı t ü m iktidar kaynaklarını ifade eder. İşte, Allah, y e r y ü z ü n ü n t ü m güç ve kuvvet kaynaklarının/servet ve iktidar araçlarının isteyenler yani ona ihtiyacı olanlar arasında "eşitçe" dağıtılmasını/paylaştırılmasını "takdir" ettiğini söylüyor.
kında şöyle denir: [Dahası Ad kavmi yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayıp "Bizden daha kuvvetli kim varmış?" diye böbürlendiler. Bak şunlara, kendilerini yaratmış olan Allah'ın onlardan d a h a kuvvetli olduğu akıllarına hiç mi gelmez? Ayetlerimizi inkâr etmeye nasıl da şartlanmışlar.] (Fussilet; 15). Ayetlerde geçen "kuvve/kuvvet" (egvât) kelimesinin kullanılışı-
Yarattığı rızık ve rızık kaynaklarının zenginler arasında d ö n ü p dolanan bir t a h a k k ü m aracı (devlet) olmasını istemiyor! (Haşr; 7). Her türden sosyal, politik, iktisadi güç ve kuvvet kaynaklarının "eşitçe" dağıtılmasını, bir yerde merkezîleştirilmemesıni (temerküz), ortaklaşacı üretim ve paylaşım düzeni içinde bunlardan t ü m insanların faydalanmasını istiyor! (Fussilet; 10)... Mekkeli "kuvvet" sahiplerinin b u n a yanaşmadığını, daha önce
na lütfen dikkat ediniz. İbret olarak gösterilen Semud kavmi ise ne yapmıştı?
de Ad kavminin "Bizden daha kuvvetli kimmiş?" (men eşeddu
[Onları sınamak için şu dişi deveyi salıyoruz. Bak ne yapacaklar,
minna guvve?) diye sorarak büyüklük tasladıklarını; fakat yıkılıp
sen yeter ki güçlüklere göğüs ger. Onlara da suyu aralarında eşitçe
gitmekten kurtulamadıklarını haber veriyor (Fussilet; 15)...
taksim etmelerini söyle, sırası gelen içsin" dedik. Bunun üzerine
Keza K u r a n ı n "vadide kayaları oyan" (cabu's-sahra bi'l-vadi)
elebaşlarını çağırdılar. A d a m bıçağını çekip deveyi küstahça boğaz-
yani kaşâneler yapan, saraylar ve villalarda yaşayan diye andığı Se-
ladı. Fakat bak nasıl oldu uyarılarıma kulak asmayanlara yönelik
m u d kavmi de benzer şeyi yapıyor.
azabım? Üzerlerine tek bir çığlık gönderdik. Çalı çırpı gibi süpürülüp toplanacak hale geldiler.] (Kamer; 23-32).
258
Develeri sudan eşitçe taksim ederek içirmiyorlar, kendi develerine ayrıcalık tanıyorlar.
Kuvveti kendilerinde toplayarak zayıf-
259
R. ihsan Eliaçık
l a n eziyor, talan ve çapuldan vazgeçmiyorlar. Sahipsiz buldukları Allah'ın devesini de b u n u n için boğazlıyorlar. Utbe bin Rebia bunları duyunca gözleriyle devirecek gibi bakıyor, aı slandan kaçan ü r k m ü ş yaban eşeği gibi oluyor. Ç ü n k ü böylesi bir "taksime razı olmama" d u r u m u Mekke'de de h ü k ü m sürmekteydi.
Sosyal Islatn Şu halde kıssada "deve" (nâgat) kamuya/herkese ait olmayı, "su" (mâ) nimetleri, "taksim" (gısmet) de eşitçe paylaşmayı/ yararlanmayı ifade etmektedir... Kıssanın s o n u n d a ise Semud kavminin "saati"nin nasıl geldiği anlatılarak "Üzerlerine tek bir çığlık gönderdik. Çalı çırpı gibi süpürülüp toplanacak hale geldiler" deniyor. (Kamer; 32).
Şehirde eşitsiz bir "sulama/içme" sistemi yani üretim ve paylaşım
Buradan Mekkeli "deve sahiplerinin" de böyle gittikleri takdir-
düzeni vardı. Güçlü zayıfı eziyordu. Mekke'ye gelen hediyeler güçlü ka-
de, çok yakında, aynen böyle tek bir sayha (çığlık) ile çalı çırpı gibi
bilelere gidiyor, yedi-sekiz tefeci bezirgân böylece şehrin bütün gelirine
süpürülecekleri Ad ve Semud kıssaları üzerinden haber veriliyor.
el koyuyordu. Bununla sınıflaşma, tabakalaşma, hiyerarşi ve hegemonya yaratılıyordu. O n u n için şehrin egemenleri Semud'un egemenleri gibi yanlarındaki ile "eşit" hale gelmeye yanaşmıyor, sudan yani nimetlerden (toplumsal servetten) eşit şekilde (kısmetine razı olarak) yararlanmak istemiyorlardı. Bu d u r u m u kendilerine hatırlatana da Hz. Salih'e Semud ileri gelenlerinin dediği gibi "Hatırlatmada {zikr) bulunm a k buna mı kaldı? İçimizden bir beşere mi uyacağız? Bu da kim oluyor? Düzenimize çomak soktu, haddini aştı." diyorlardı. Yukarıdaki ayette geçen qısmet "bir b ü t ü n d e n ayrılmış olana" deniyor. Ayırma/bölüşüm sonucu kişiye düşen de nasib oluyor. Qısnıetun beyrıehum şeklinde kullanılınca "aralarında eşitçe bölüşme" anlamı kazanıyor. Yukarıda Salih'in devesi kıssasında "suyu aralarında eşitçe bölüşme" (el-mâu qısmeturı beynehum) deniliyor ki bö l ü ş ü m ü n eşitçe yapılması gerektiğini ihtardır. Kur'an'ın ortaya koyduğu dünya görüşüne göre y e r y ü z ü n ü n ni-
Utbe bin Rebia'nın "Allah aşkına sus, yeter" dediği yerler, dikkat edilirse "güç, kuvvet, eşitlik, taksim" ve bunlara yanaşmayanların "sayha, çığlık, yıldırım, şiddetli rüzgâr" ile yıkılıp gittiklerini ve gideceklerini haber veren yerlerdir. İşte müşrikler b u n a dayanamıyor. Allah'a değil; Allah'ın ayetlerine değil; ahirete de değil; Allah'ın ayetlerinin çağırdığı şeye (eşitlik, taksim, paylaşım) inanmıyorlar. Kur'an ise b u n u n Allah'ı, Allah'ın ayetlerini ve ahireti inkâr demek olduğunu/olacağını söylüyor. "Gözleriyle devirecek gibi" bakmaları ve "arslandan kaçan iirkmüş yaban eşekleri" gibi olmaları b u n d a n . Servet sahipleri, develerinin sırtında yüklü olandan başkası için
metleri insanlar arasında eşitçe paylaşılmalı/bölüşülmeli yani "tak-
kıllarını bile kıpırdatmazlar. Şerefleri ve haysiyetleri develerinin
sim" edilmeli, herkes kendi payına düşen "nasibine" razı olmalıdır.
sırtındadır.
Öyle ki bu Allah tarafından "takdir" edilmiştir. Yani böyle olması irade edilmiştir. Bunların hepsi, şu an anlaşıldığının aksine eşitlik ifade eden kavramlardır.
İhtiyacı olanlar için eşitçe (sevâen li's-sâilîn)...
308 260
R. ,bsan ELiaçık
Aralarında eşitçe b ö l ü ş t ü r m e k (kısmetun beynehum)... "Ben yalnız bölüştürücüyüm" (Buhari; H u m u s , 7)... Utbe bin R e b i a m n "Allah aşkına sus, yeter" dediği de... Peygamberimizin "Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz vazgeçmem." dediği de b u n l a r d a n başkası değildi.
BİR ŞEHİR (MEDİNE) NASIL KURULUR?
Çağrı filmindeki Medine'ye giriş sahnesini hatırlayın... Deve önde yürüyor, insanlar arkasından onu izliyor. Kasvâ (devenin ismi) kimin evinin önüne çökerse Hz. Peygamber orada kalacak. Bu sahne çok ilginçtir. Siyer kitaplarından sizin için derledim. Bakın neler oluyor...
"Deve (Kasvâ) sağa sola bak baka ilerlerken Avf oğullarından İtban b. Malik ile Abbas b. Ubade devenin ö n ü n e gerildiler: 'Ey Allah'ın elçisi! Bize buyur. Sayıca çokluk, mal, kuvvet ve kudret bizdedir. Geniş meydanlar, bağ ve bahçe sahibiyiz!' dediler. Peygamberimiz gülümsedi, 'hayrını görünüz' dedikten sonra şöyle dedi: 'Devenin y o l u n u açınız, o gideceği yeri bilir!'
Ubade b. Samit ve Abbas b. Samit: 'Ey Allah'ın elçisi! Bize buyur. Çokça hizmetçilerimiz, servetimiz, malımız, çardaklı evlerimiz vardır, rahat edersin bize buyur' dediler.
262
263
R. ihsan Eliaçık
'Hayrını görün' dedi ve şöyle buyurdu:
Sosyal Islatn 'Devenin yolunu açınız, o gideceği yeri bilir!'
'Devenin yolunu açınız, o gideceği yeri bilir!'
> GSİ ' ' Yolu açılınca deve ilerledi.
Yolu açılınca deve Beyza oğullarının evleri hizasına kadar gitti. Beyza oğullarından Ziyad b. Lebid ve Ferve b. A m r geldiler: 'Ey Allah'ın elçisi! Bize buyur. Sayıca çokluk, mal, kuvvet ve kudret bizdedir!' dediler.
Peygamberimiz dedesi Abdülmuttalip'in annesi Selma binti Amr'ın m e n s u p olduğu Adiy b. Neccar oğullarının evlerini geçeceği sırada Salit b. Kays ile Ebu Salit ve Useyre b. Ebi Harice: 'Ey Allah'ın elçisi! Bize buyur. Sayıca çokluk, mal ve silahça
'Hayrını görün' dedi ve şöyle buyurdu:
hazırlık, düşmanlarına karşı seni koruyup savunacak güç ve
'Devenin yolunu açınız, o gideceği yeri bilir!'
kuvvet bizde var!' dediler. Onlara da hayır duası ettikten sonra şöyle dedi:
.-<86^
'Devenin yolunu açınız, o gideceği yeri bilir!' Deve, Saide oğullarının evini geçeceği sırada Saide oğullarından Sad b. U b a d e ile Munzir b. A m r : 'Ey Allah'ın elçisi! Sayımız çok, malımız boldur. En zengin biziz, hurma bahçelerimiz, kuyularımız vardır, bize buyur!' dediler.
Yolunu açtılar. Deve ilerledi. Malik b. Neccar oğullarının evleri yanına varınca, b u g u n k ü Mescid-i Nebi nin kapısının b u l u n d u ğ u yere çöktü.
Şöyle buyurdu:
Deve çöktüğü zaman Peygamberimiz devenin üzerinden in-
'Hayrını gör ey S'ad, sen devenin yolunu aç, o nereye çökece-
medi. Deve ayağa kalktı, biraz gittikten sonra birden bire arkasını d ö n d ü ve ilk önce çöktüğü yere kadar geldi. Oraya tekrar çöktü
ğini bilir!'
ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatıp böğürmeye ve deprenmeye başladı. Yolu açılınca deve Hazreç oğullarının evleri hizasına kadar gitti. Sad b. Rebi ile Harice b. Zeyd ve Abdullah b. Revaha devenin ö n ü n e
Bunun üzerine Peygamberimiz devesinden indi ve 'Menzilimiz burasıdır (burada konaklıyoruz) Kimin burası?' diye sordu. Şöyle dediler:
gerildiler: 'Ey Allah'ın elçisi! Bize buyur. Şehrin en zenginleri bizleriz. Sayıca çokluk, malca bolluk, güç ve kuvvet bizdedir' dediler. Onlara da hayırla d u a ettikten sonra şöyle dedi:
308 264
'Ey Allah'ın elçisi! Burası iki öksüz ve evsizin hurma kurutma yeridir. Evleri yok. Bunlar Neccar oğullarından Sehl ve Süheyl adında iki gençtir. Muaz b. Afra'nın himayesi altında yaşamaktalar!'
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
Peygamberimiz 'Buraya en yakın ev hangisidir' dedi. Ebu Eyy ü p el-Ensari Benimkidir ey Allah'ın elçisi' dedi. Ve Allah'ın elçisi orada kalmaya karar verdi. Eyyüp el-Ensari devenin y ü k ü n ü indirdi, palanını soydu ve yükü evine taşıdı.
Devesinin adı Kasvâ... Ö n ü n e geçen onca zengine d ö n ü p bakmadı. İki öksüz ve evsizin "tezgâhının" yanına çöktü. Allah'ın elçisi "İşte burası" dedi. "Menzilimiz burası"... "Buradan başlayarak şehri yeniden kuracağız. Bölüşeceğiz ne varsa ekmeği aşı/ harç
Eyyüp el-Ensari o ilk geceyi şöyle anlatıyor: Bize 'Evin alt katında b u l u n m a m daha uygundur, siz rahatsız olmayınız.' dedi. Alt katta oturdu. Biz de üst tarafa yerleştik. Gece uyurken içinde su b u l u n a n testimiz kırıldı. Resulullah'ın üzerine damlayıp onu rahatsız etmesinden korkarak, ben ve eşim U m m u Eyyüp, tek örtüneceğimiz kadife yorganımızı h e m e n suyun üzerine bastırdık..." 0
Uzamasın diye hepsini yazmadım. Yaklaşık 15 e yakın şehrin ileri gelen kabilesi ve onların sayısı çok, malı bol, serveti ğani, bağı, bahçesi, hurmalığı, sürüleri, kuyuları olan, evi çardaklı (havuzlu villa d e m e k oluyor!) zengini devenin ö n ü n e geçerek "Bize buyur" diyor. Deve "gideceği yeri biliyor" ve iki öksüz ve evsizin h u r m a kur u t m a yerinin ö n ü n e çöküyor. O r a d a ev olmadığı için de oraya en yakın Ebu Eyyüp el-Ensari'nin "gecekondusuna" yerleşiyor. O r a d a altı ay kalıyorlar. Sonra da Mescid-i Nebi nin yanıbaşına yapılan tek odalı Hz. Aişe'nin "hücre-i saadetine" taşınıyor. Ölünceye kadar da mescide bitişik o tek odalı hücrelerde kalıyor. İşte dünyayı titreten, adı hâlâ dillerde, nâmı hâlâ gönüllerde "Allah'ın elçisi" budur.
308 266
yapacağız şehre sevgiyi barışı..." Anlayana sivrisinek saz. Anlamayana deve bile az.
Sosyal islam ' H a r u n gibi gelip Karun gibi olmamış', ceketi ile gelip ceketi gitmiş', vefat ettiğinde geride "birkaç kap ve bir kitap" dışında bir şey bırakmamıştır. Vefatına en çok öksüzler ve yoksullar üzülmüştür. Medine'de kurduğu "Adalet Devleti"nde en çok öksüzler ve yoksullar öne çıkmış, alttakiler üste, üsttekiler alta inmiştir. Vefatına yakın zenginlerle yoksullar arasındaki fark neredeyse sıfırlan-
YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN SİYASET REHBERİ
mıştır. Mekke fethedildiğinde siyahı köle Bilal Kâbe'nin d a m ı n d a ezan okuyarak, yalmayaklıların zaferini ilan etmiş ve tabiri caizse çok da yakışmıştır.
Mağaradan şehre inen adam eşine "Beni örtün, beni örtün!" dedi.Duyduğu sesler onu sarsmıştı. "Korkma." dedi eşi, "Sen öksüzü korursun, yoksulun yanında olursun ve asla yalan söylemezsin." Ve ekledi: "Bu duyduğun İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya gelen 'Namus-u Ekber'dir, korkma!"
Bu sözler daha sonra "Mâûn" suresi oldu: [Dine yalan diyeni görmedin mi? Öksüzü hor görür. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez...] (Mâûn; 1-3) Eğer K u r a n d a n bir siyaset (kamu faaliyeti) rehberi çıkarılacaksa, temel esasları bu olan bir yol haritası ortaya çıkar. Ç ü n k ü burada neyin savunulacağı ve kimlerle birlikte olunaca
Hz. Peygamber, hareketine başladığında gözünü zengin kodamanlara dikmemiş, "Yoksulları yanından kov" diyenlere tıpkı Hz. Nuh gibi asla prim vermemiştir. (Hud; 11/27, Şuâıa; 26/111). İşte Hz. Peygamber in takip ettiği siyasetin ana yolu b u n d a n ibarettir ve bu ölene kadar hiç değişmemiştir.
Bir de zamane siyasetçileri bakın. Partilerini daha kurarken "kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerine" gidiyorlar. Önce onların onayını almak istiyorlar. Paranın efendilerinden icazet almak için kuyruğa giriyorlar. Alttaki milyonlarla değil; üstteki bir avuç "kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenine" (mele-i mütref) yanaşıyorlar.
ğının işaretleri var. Devletin başındakilere şunları koruyacaksın ve
Öksüzü korumuyor, yoksulla beraber olmuyorlar.
şunlarla birlikte olacaksın denmekte.
Lüks otellerde toplanıyorlar.
Hz. Peygamber in 23 yıllık din ü devlet (kamu) faaliyeti tama-
Ciplerine binerek ezileni, yoksulu savunacaklarını sanıyorlar.
m e n bu çizgide olmuştur. Daima öksüzü korumuş, yoksullarla be-
Daha H a r u n gibi gelmeden Karun rüyaları görenler var.
raber olmuş ve asla yalan söylememiştir.
Böyle olmaz!
268
2< 9
R. Ibsan Eliaçık
Sosyal islam
"Aşağı tabakayı yanından kov" diyen tuzu kurulara aldırış etKenarda sıra bekleyerek değil; çatır çatır muhalefet yaparak ik-
meyiniz. Öksüzü yani kimsesizi, garibanı, yalnız kalmışı, sesi kısılmışı,
tidara gelinir. İktidar sokaktan, dipten, yangının, acının, feryadın olduğu yer-
hakkı yenmişi, dilinden, dininden, mezhebinden, derisinin renginden, kimliğinden dolayı dışlanmışı koruyunuz, onlara kol kanat
den çıkar. İktidar lütfedilmez, söke söke alınır. Ç ü n k ü bir ülkede iktidar, "egemene" en önde, en cesur muhalefeti kim yapabiliyorsa o n u n hakkıdır. Ve bir ülkede eleştirilmeyi en çok hak eden, oranın egemenidir. Ç ü n k ü başta elektrik, su, doğalgaz olmak üzere bizden alınan kesintiler ve 25 çeşit vergilerden oluşan kamu kaynakları e m r i n de, savaşa ve barışa karar verme yetkisi onda, ülke hazinelerinin anahtarı ona teslim edilmiş ve memleketin mukadderatını belirle-
geriniz. Yoksulu, yani evine ekmek götüremeyen babaların, açlıktan göğsünden süt gelmeyen annelerin, evsizlerin, borçluların, işçilerin, emekçilerin yanında olunuz. Onlara ulufe dağıtmayınız, onlara acıyarak lütufta bulunmayınız, onların yanında olunuz, onlarla beraber yürüyünüz. Siyaset yapmayınız. Evet, siyaset yapmayınız! Sahiden ve cidden onlarla beraber olunuz.
m e makamındadır. Bu eleştirilmeyecek de kim eleştirilecek? Hz. Ebubekir dahi olsa bu yetkileri kullanan "kamu icraatları" eleştiriye açıktır.
Zenginin ö n ü n d e eğilmeyiniz. "Her kim sırf zengindir diye birinin ö n ü n d e eğilirse dinin yarısı gider" diyen "en büyük kamu adamının" sesine kulak veriniz. Mesele adalete taraf olmak değil; bilakis adalete iman etmektir. Davayı sindiriniz. Adalete ve eşitliğe siyaset icabı değil; tevhidi
Kulak verin ve dinleyin! Bunları başka bir yerden duyamazsınız... H a r u n postuna b ü r ü n m ü ş Karunluğa yol vermeyiniz. 150 milyarlık arabalara binip simit eylemine giderek gülünç dur u m a düşmeyiniz.
bir dünya görüşü olarak iman ediniz. Eski alışkanlıklarınızı terk ediniz. "Allah nimetlerini kulları üzerinde görmek ister." Doğru. Yani Allah adalet, doğruluk, dürüstlük, infak, güzel ahlak ve paylaşım gibi nimetlerini kulları üzerinde görmek ister. Bunu şahsınızda gösteriniz.
Pahalı otellerden çıkınız.
Nimet denince neden h e m e n akla para ve zenginlik gelir.
Sokağa, varoşlara, öksüzün, yoksulun, çaresizin, yangının olduğu yere gidiniz.
K u r a n ı n neye "nimet" dediğini açıp okuyunuz. "Nimet verdiklerinin yolun ilet" ne d e m e k iyi anlayınız.
İşçiyi, emekçiyi, garibanı, yoksulu, kimsesizi aday gösteriniz. 270
K a r a n a göre salihler, sıddîkler, şehitler ve nebiler kendilerine 1
R. İhsan Eliaçık
Allah'ın n i m e t verdiği kimselerdir. (Nisa; 4/69) Onlara özeniniz. Üsttekilerden icazet beklemeyiniz. Alttakilerle beraber olunuz. Sade yaşayınız, pahalı elbiseler giymeyiniz, lüks arabalara binmeyiniz. Şatafatlı toplantılar yapmayınız. Devir imaj devri safsatasına inanmayınız. Uzun yıllar muhalefette kalmayı göze alınız. K o r u m a zırhına b ü r ü n m e y e heveslenmeyiniz.
MUHTERİSLERE PANZEHİR: ZÜHD
Meclisin döner kapısından girince dönüvermeyiniz. Mazbatayı alınca gevşemeyiniz. Koltuğa oturunca yavşamayınız. Zenginleşmeden millete geri d ö n ü n ü z . Ö m ü r boyu milletvekili maaşı almayı reddediniz. Milletvekili süreniz bitince size verilen maaşı öksüzlere ve yok-
Kur an ı okuyuşumuz, mezar ve tapmak kitabı değil; gerçek hayat kitabı zaviyesinden olduğundan, böyle güncel meselelere dair yol göstermeleri oradan çıkarmamız garip k a r ş ı l a n m a m a k . . . Bu nedenle "Her konuya dini (Kur'an'ı) karıştırma" d e m e n i n b e n i m
sullara iade ediniz.
açımdan hiçbir manası yok... .-S5-' Mağaradan şehre inip "Beni örtün, beni örtün!" diyen en büyük k a m u adamını' izleyiniz. Ezelî ve ebedî örnek oradadır; Musa gibi gelip Firavun... H a r u n gibi gelip Karun olmayınız. Haysiyetiniz ve şerefiniz bunlarla ölçülür. Bunlarla şeref kazanınız, bunlara şeref katmaya kalkmayınız. Dalganın ü s t ü n d e jet-ski ile sörf yapmaya kalkmayınız, düşersiniz. Bu denizden daha ne dalgalar yükselecek! Siz sahici, harbî, hasbî ve hakikî olun yeter. "Öksüzleri k o r u y u n u z . . . Yoksullara beraber olunuz...
K u r a n d a "mele"' ve "mütref' kavramları geçer. "Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri" demektir. Bir t o p l u m d a "kavm i n zenginlikten şımarmış ileri gelenleri" ise daha çok m a k a m ve mevki ihtirası içinde olanlardan çıkmaktadır. Bu nedenle Kur'an'm bunları nasıl ele aldığı ve onlara ne dediği çok önemlidir. Memlekette birçok m a k a m ve mevki sahibi muhteris var ve bir o kadarı da bu ihtirasını tatmin için sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Bunların birçoğu çoktan "kavmin zenginlikten şımarmış ileri geleni" haline geldiği gibi, sırasını bekleyen birçoğunun da o hale geleceği gün gibi ortada... Bakın bunlar için Kur'an neler diyor ve bu işin panzehiri ne?
Ve asla yalan söyleyemeyiniz..." "Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol."
•
273
Sosyal, slam
R. İhsan Eliaçık
"Mele"' Arapçada kök olarak 1- Bir şeyi d o l d u r m a k . 2- Yola girmek, yolda y ü r ü m e k demek. D o l m a k (imtila), dolmuş, dolu, tombul, etine dolgun (mumteli') birinci, koşmak, hızla y ü r ü m e k (melv), genleşmek, genişlemek (muluv) ikinci anlamdan gelir... Bu d u r u m da mele, kendini dolu hale getirmek için yola giren, yolda yürüyen,
da görülen kadim bir tipolojidir. Her tür ideolojik g u r u p t a n devşirilmeleri m ü m k ü n d ü r . Z a m a n l a "dünyayı değiştirmek" ve "yeni bir dünya kurmak" iddialarından vazgeçen ve "girdiği kabın biçimini alan" her tufeyliyi (başkasından geçineni, paraziti, asalağı) ifade eder.
b u n u n için bir m a k a m ve mevkiye gelmeyi ve orada olmayı amaç edinen d e m e k olur. Türkçede "kariyer" ile aynı manayı çağrıştırır. Bir t o p l u m u n kariyer sahipleri, m a k a m ve mevkileri dolduranları, bir yere gelmişleri, ö n d e gelen yönetici takımı (cebini d o l d u r m u ş ları, doymuşları, şişmişleri) demektir: [Sihirbazlar Firavuna geldi ve 'Eğer yenersek büyük bir ödül var değil mi' dediler. Firavun 'Gayet tabii en iyi mevkilere geleceksiniz'
Peki, b u n u n panzehiri var mıdır? Vardır. Şimdilerde d ö n ü p bakanı olmasa da, İslam k ü l t ü r ü n d e n gelenler için söylüyorum, unutulmuş/terkedilmiş ( m e h c u r bırakılmış) bir kavramın b u n u n panzehiri olduğunu görüyoruz: Zühd! Şu halde nedir zühd? "Zühd" Arapçada yüz çevirmek, ö n e m v e r m e m e k demek. Vaz-
dedi.] (A'raf; 113-114)... "Mütref" de Arapçada "Bolluk içinde olan, şımarmış." demek. Bitkinin taze ve sulu olması, bolluk ve nimet içinde olmak, şımarm a k (teref), bolluğa kavuşturmak, şımartmak, nazlatmak ( i t r â f ) , şımartmak, nazlatmak (tetrîf), konfor içinde olmak, nimetler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarıklık (teref) kelimeleri de bu kökten... D e m e k ki mütref, bir t o p l u m u n rahatlık ve konfordan şımarmış, "fors" sahipleri demektir... Bu d u r u m d a K u r a n d a sık sık geçen mele-i mütref bir t o p l u m u n kariyerist ve konformist ileri gelen takımı d e m e k oluyor. Bunlar F i r a v u n u n sihirbazları gibi hep "bize ne var" ona bakarlar. En büyük amaçları "en iyi mevkilere gelmek" tir. Bunun için yapamayacakları şey, atamayacakları takla yoktur. Öyle ki asayı yılana çevirir, olanı başka
geçirmek (tezhîd), sofu, zahit (zâhid) kelimeleri bu kökten... Neye ö n e m vermemek? Ne olursa olsun bir yere gelme hırsına (kariyerizme), rahatlık ve lüks u ğ r u n a girdiği her kabın biçimini alma fırdöndülüğüne (konformizme) ö n e m vermemek, bunlardan yüz çevirmek... "Sofu" aslında bu d e m e k . . . Yarım saatte abdest alan, bir saatte n a m a z kılan, kırk kez hacca giden değil. D ü n y a d a n el etek çeken, sefalet içinde yaşayan hiç değil. Ali Şeriati'nin "devrimci zahidlik" dediği şeyden bahsediyorum. Devrimci zahitlik şunu der; "dünyanın başına dünyada gözü olmayanlar geçmelidir!"
türlü gösterebilirler. "Bir yere gelmek" için biçimini alamayacak
Mistik zahitlikten bahsetmiyoruz.
ları kap, bürünemeyecekleri renk yoktur; yeter ki fiyatta anlaşılsın.
K u r a n d a dünyanın yerilmesi ile ilgili ayetler, dünyayı kötüle-
Yani makamlar şahane gerisi bahanedir... Demek ki kariyerist (mele) ve konformist (mütref) her toplum 226 274
m e k için değil; yeryüzünün/ülkelerin önderleri yapılması istenen ezilenlerin (mustazafların) gözünün ve gönlünün mal mülk hırsı1
5
R. ihsan Eliaçık
Sosyal Islatn
na kaymaması içindir. Böylece dünyanın/ülkelerin başına dünya-
zevklenmeden ibaret "dünya malı" elimize geçtiğinde şımarma-
da (malda, mülkte, zenginlikte) gözü olmayanlar geçmiş olacaktır.
malı, geçmediğinde kederlenmemeliyiz. Bilakis "dünyada adalet"
Aksi halde ciğer kediye teslim edilmiş olacaktır ki bu yeryüzünün /
istemeli ve b u n a talip olmalıyız. H e m e n sonraki ayetlerde b u n a ge-
ülkelerin başına gelebilecek en büyük felakettir...
çilir; [Biz peygamberlerimizi söze dayalı apaçık delillerle gönderdik. Onlarla birlikte insanlıkta adalet daim yaşasın diye kitabı ve mizanı
"Devrimci zahitlik", K u r a n d a çok yerde ele alınır ama en çarpıcı olanı Hadid suresindekidir.
indirdik. Ve kendisinde h e m çetin bir sertlik, h e m de insanlar için birçok faydalar olan demiri indirdik. Bütün bunlar Allah'ın kendisi-
Bakın nasıl.
ne ve peygamberlerine içtenlikle/gıyabında yardım edenlerin kim-
[Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme,
ler olduğu bilinsin içindir. Allah çok güçlüdür, üstündür; b u n d a n
güç ve zenginlik yarışından ibarettir. Yağmuru d ü ş ü n ü n . . . Bitirdiği
hiç şüpheniz olmasın.] (Hadid; 57/25).
ot çiftçileri imrendirip heyecanlandırır. Bir de görürsün ki sararıp solmuş sonra da çer çöp olmuş! Ahirette ise ya şiddetli bir azap, ya
D e m e k ki d ü n y a d a n el etek çekmek bir yana, bilakis içine içi-
da bir bağışlama ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı gelip geçici bir
ne dalıp bir taraftan "hak ve adalet" istemeli, b u n u n için "kitabı"
zevkten başka bir şey değildir... Bu nedenle siz Rabb'inizin affına
rehber almalı, insanlar arasında hassas teraziler (mizan) kurmalı;
nail olmaya bakın. Allah'a ve Peygamberine iman edenler için ha-
sadece adaletten yana taraf olmalı, ayrımcılık, kayırmacılık yap-
zırlanmış olan yerler ve gökler kadar geniş cennet için yarışın. İşte
mamalı, adaletin "demir" y u m r u ğ u n u sadece ve yalnızca zulme
bu Allah'ın lütfudur ki onu lâyık gördüğüne verir. Allah çok büyük
indirmeli, diğer taraftan da bunları yaparken oyuna, eğlenceye,
lütuf sahibidir... Yeryüzünde ve insan hayatında size isabet eden
süse, gösterişe, böbürlenmeye, güç ve zenginlik yarışına kendimizi
hiçbir şey Bizim irademiz olmadıkça meydana gelmez. Bu Allah'a
kaptırmamalıyız. Güç (demir) elimize geçince şımarmamalı, geç-
göre kolaydır; b u n d a n hiç şüpheniz olmasın... Bu ş u n d a n dolayı-
meyince de karalar bağlamamalıyız. Emvâl (mal, mülk) ve evlâd
dır; elinizden gidene üzülmeyesiııiz ve elinize geçenle de şımar
(adam, güç, çevre, şan, şöhret) hırsından arınmalı; fakat adalet coş-
mayasınız. Ç ü n k ü Allah kendini beğenmiş şımarıkları sevmez...
kusu ile dopdolu olmalıyız...
Bunlar h e m cimrilik ederler h e m de insanlara cimriliği emrederler.
H e m e n sonraki ayette de devrimci zahidliğin, miskin zahitliğe
Her kim vermekten kaçınırsa bilsin ki Allah zengindir, övgüye layık
(ruhbânlık) d ö n ü ş m e m e s i için dikkat çekiliyor ve uyanlarda bulu-
olan Odur.] (Hadid; 57/20-24).
nuluyor;
D e m e k ki bir oyun, eğlence, süs, aramızda b ö b ü r l e n m e ( t e f a
[Sonra onların ardından öteki peygamberlerimizi gönderdik.
hur beyrıekum), güç ve zenginlik yarışı (tekâsür amvalüküm ve ev
Keza Meryem oğlu İsa'yı gönderdik. Ona İncil'i verdik ve ona uyan-
ladukum) olan, çer çöpe d ö n e n bahçeye benzeyen, gelip geçici bir
ların kalplerinde bir şefkat, sevgi ve m e r h a m e t meydana getirdik.
308 277
R. ihsan Eliaçık
Sosyal Islatn
Rahipliğe gelince, onu onlar uydurdular. Biz onlara böyle bir şey
üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız
emretmedik. Allah'ın rızasını aramak amacıyla böyle yaptılar, fa-
içindir."
kat gereğini de yerine getirmediler. Biz de içlerinden iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik, ama çoğu yoldan çıkmıştı.] (Hadid;
Hz. Âişe şöyle demiştir: "Resûlullah vefatından sonraya (miras olarak) ne para, ne pul, ne koyun ve ne de deve bırakmıştır.
57/27).
Hiçbir vasiyette de bulunmamıştır." D e m e k ki zühd ruhbânlık d e m e k değil.
Hz. Âişe Resûlullah'ı kastederek diyor ki: "Ah! Babam ona feda olsun, bir defa dahi karnını buğday ekmeği ile doyurmadan bu
Z ü h d , ne olursa olsun bir yere gelmeyi (kariyerizm) ve içine
dünyadan çekti gitti." (Fethu'l-bârî, 9/549.)
girdiği (makam, mevki, mal, mülk) kabının biçimini almayı red-
El-Hakem b. Hazn'in hadisinde Hz. Âişe'den şöyle dediği rivayet
detmek demek. "Eline geçince şımarma, geçmeyince üzülme."
edilmiştir: "Allah'a yemin olsun ki, babam geriye ne bir dînâr ve
d e n m e s i n i n anlamı b u . . .
ne de bir dirhem bırakmıştır..." Misver b. Mahreme'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Hz. Ö m e r
B u n u n için Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir, Hz. Ö m e r ve Hz. Ali
bir mal getirmiş ve onu mescide koymuştu. (Bir gün) çıktı ve malı
birer "devrimci zahid" idiler. Mal ve mülk önlerinde seriliydi, iste-
kontrol etmeye, ona bakmaya başladı. Bu arada gözleri doldu ve bu-
seler Karun gibi zenginleşmeleri işten bile değildi. Bilinçli bir ideo-
nun üzerine A b d u r r a h m a n b. Avf: 'Ey m ü m i n l e r i n emîri! Sizi ağla-
lojik d u r u ş ve asil bir tavırla bambaşka bir yol tuttular ve ne olursa
tan nedir? Allah'a yemin olsun ki, bu şükür beldelerinden(fethedilen
olsun bir yere gelmeyi ve içine girdikleri kabın biçimini almayı (ka-
memleketlerden) gelmiştir' dedi. Hz. Ömer: 'Bu var ya (bu), Allah'a
riyerizmi ve konformizmi) reddettiler. Bunu anlamayanlar bu din-
yemin olsun ki, verildiği her toplumun arasına düşmanlık ve buğz
den hiçbir şey anlayamazlar ve "1400 yıl öncesine mi döneceğiz?"
girmiştir' dedi." (İbn Hanbel; Kitabu'z-Zühd).
der dururlar... A m r b. Habeşîden şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ali b. Ebû Tâlib'in öldürülmesinden sonra, Hasan b. Ali bize bir hutbe irad Lütfen okuyun;
etti ve 'Öncekilerin kendisini ilmen geçtiği, sonrakilerin ise ona
Ebuzer'in bir sorusu üzerine Hz. Peygamber yukarıdaki Hadid
yetişemediği emin bir insan sizden ayrılmıştır. Şayet Allah'ın
süresindeki ayetler hakkında şöyle demiştir; "Dünyada zâhidlik,
Resulü o n u gönderir, kendisine sancağı verirse, gönderdiği yeri
helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek
fethedinceye kadar geri çekilmeyen bir insandı. O geriye ne altın
zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok
ve ne de g ü m ü ş bıraktı... Ehline hizmet edecek hiç kimse de yok-
güvenmendir. Zira şöyle buyurulmuştur: "Bu, kaybettiğinize
tu.' dedi." (İbn Hanbel; Kitabu'z-Zühd).
308 278
R. İhsan Eliaçık
Sosyal İslam Müslümanların düştüğü yer burasıdır. Kalkış da buradan ola
"Canım o zaman öyleydi, imkânlar azdı, fakru zaruret içindeydiler, ama şimdi öyle değil..." diyorsanız fena halde yanılı-
çaktır. (Ayrıca bkz. "Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konfor mizm" başlıklı makale; Mülk Yazıları, s. 155, inşa, ist. 2011 )
yorsunuz. Tam tersi; fırsat ellerine geçtiği halde bile isteye böyle yaşadılar. Ç ü n k ü eşya ile ilişkileri, varoluşsal duruşları farklıydı. D ü n y a n ı n tam içindeydiler evet, hatta üzerine üzerine yürüdüler ama ona bambaşka bir yerden bakıyorlardı. Dahası tam bir m u ' m i n yüreğine ve imanına sahiptiler. Allah'a güvenleri muazzam, ahirete imanları derin, ölümle yüzleşmeleri korkusuzdu. Malla, mülkle kendilerini güvene ve garantiye alma derdine düşecek kadar "düşmüş" değildiler. Şu kapitalist çağın insanları ve hatta Müslümanları olarak onları anlamakta ne kadar da zorlanıyoruz, değil mi? D e m e k ki zühd tespih çekmekle, zikir yapmakla, abdestsiz gezmemekle, sarıkla, cüppeyle, türbanla, kandil geceleriyle, gül yağıy la, hacılara su dağıtmakla, Kâbe'nin örtüsünü değiştirmekle, kırk kez hacca gitmekle ilgili bir şey değil. Eşya ile, mal ile k u r d u ğ u n ontolojik ilişkiyle ilgili.... Eşyaya bağlanan, güveni malda gören özgür olabilir mi, b u n u n la ilgili... Ne olursa olsun bir yere gelme (kariyerizm) ve geldiği yerde içi ne girdiği kabın biçimini alma (konformizm) ile ilgili... K u r a n ı okuyun hangi sayfada olursa olsun boyuna bizi b u n d a n kurtarmaya çalıştığını görürsünüz. Siyasete/riyasete panzehir: Zühd! Servete panzehir: Zühd! Şöhrete panzehir: Zühd! Şehvete panzehir: Zühd! Velhasıl muhterise panzehir: Zühd! 280
28,
Sosyal islam gütmüş ve yıllarını b u n a vermiş, 28 Şubatçılarm gazabına uğramış, hapse atılmış, bu yüzden açığa alınmış, m a h k e m e kararıyla ancak görevine d ö n m ü ş , 2003 yılında muhafazakâr bürokrat olarak ataması yapılmış, d ö n e m i n muhafazakâr İçişleri Bakanı nın oğlunun (Murat Aksu) irtibatlı olduğu bir uyuşturucu mafyası operasyonu y ü z ü n d e n Edirne'ye sürülmüş, orada g ü m r ü k ç ü rüşvetçileri kamerayla tespit ettirip üzerine gittiği için de Eskişehir'e alınmış birisi.
YENİ SINIFIN "SİMON"LARI
Ve halen Eskişehir de görevde... İşte burada duracaksınız.
"Simonlaşma" tabiri "Mücahitlikten müteahhitliğe", "cipli türbanlı durakta bekleyen türbanlı", "abdestli kapitalizm", "sivil vesayet" gibi içinden geçtiğimiz sosyo-politik d ö n e m i ifade eden yeni bir muhalif tabir...
Hanefi Avcı nın kitabını okuyunca daha önce yazdığım "Zamanın ruhu değişti" ve "Yeni sınıfın ideolojisi: Kariyerizm ve Konformizm" makaleleriyle aynı dalga boyunda olduğumuzu gördüm. Şöyle bir şey: Servet ve iktidar d ö n g ü s ü n ü n kendine özgü bir
Hanefi Avcının kitabını üzerine bina ettiği en temel kavram Simonlaşma.Kitabın ismi de oradan geliyor: "Haliç'te yaşayan Simonlar..."
mantığı var. Bu d ö n g ü n ü n içine giren herkes nasıl oluyorsa aynı tipe dönüşüyor! "İktidar" öyle bir aşüfte ki siz ona teslim olmazsınız o size tes-
Türkiye'de muhafazakâr iktidara "dışarıdan" çeşitli eleştiri-
lim olmuyor. Bir kez teslim olunca da herkese aynı şeyi yaptırıyor.
ler yapılıyor. Ben onları pek ö n e m s e m i y o r u m , ama içeriden birisi
O n a ancak "özgür ve yüce ruhlar" karşı durabiliyor. Onlar da an-
muhalif bir ses yükseltince ona kulak kabartıyorum. Ç ü n k ü "aynı
cak 1400 yılda bir geliyor dünyaya.
iklimden gelen muhalif sesler" b e n i m için başka bir anlam ifade ediyor.
O iki makalede bunları anlatmaya çalışmış, bazıları için kabullenilmesi zor, "erken" eleştiriler yapmıştım. Hâlâ da aldığım muhalif
Eğer anlarlarsa bu iktidar çevrelerinin çok yararına olan bir şey.
pozisyonun "erken" o l d u ğ u n u n farkındayım. Dikkatler darbe, cun-
Hanefi Avcı da bunlardan birisi. D ö n e m i n bir başka açıdan resmini
ta, Ergenekon hesaplaşmasına çevrilmişken böylesi bir tavır alış zor
çizmiş.
anlaşılır biliyorum.
Ö n e m i şuradan geliyor: "Simonlaşma var" diyen kişi iki ço
Tecrübeyle sabit ki son 30 yıldır hep en az 10 yıl erkenden ko-
cuğunu "Samanyolu Koleji'nde" okutmuş, sağcı/muhafazakâr/
n u ş m u ş u m . Fakat ben "Şu dağın arkasında tehlike var." demeye
anti-komünist, "vatan, millet, bayrak, Allah, kitap, din" davası
devam edeceğim. Bunun bedeli neyse ödemeye razıyım.
283 2< 9
R. İhsan Eliaçık
Hanefi Avcı nın kitabı da -gerçi kendisi geç bile kaldığını söylüyor- a m a en az 10 yıl erkenden konuşanlardan. Söylediklerinin ne manaya geldiği zamanla anlaşılacak, bu kesin.
Sosyal İslam Avcı nın "Simonlaşma" metaforu ile anlatmak istediği aslında "robotlaşma" ... Örgüt, cemaat veya devlet robotu haline gelme...
Şu kişi bu kişi, örgüt/cemaat/istihbarat bilgi ve belgeleri filan
"Aslında Simonlar her yerde, her örgütte var; insana değer ver-
beni fazla ilgilendirmiyor. Ben daha çok "Simonlaşma" ve "Haliç-
meyen, özgürlüğü önemsemeyen, itaat k ü l t ü r ü n ü n hâkim olduğu,
ten yayılan kokular" metaforu üzerinde duracağım.
g r u p menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var..." Bu noktada Avcının mesajı kendini "servet ve iktidar şehvetine" kaptırmış herkese...
Keser dönüyor, sap dönüyor bir gün oluyor hesap dönüyor ve..."Haliç'ten yayılan kokuları" önleme ile ün yapmış bir siyaset olarak, kendi muhitinizden, hatta kendinizden yayılan kokuları duyamaz, örgüt/cemaat/devlet yani "iktidar" dışında hiçbir şey göremez hale gelerek "Simonlaşıyorsunuz"... Bu nasıl olabiliyor? "Simon" kitapta Bekaada örgütün devrim mahkemesi yargıçlı-
"iktidar" denen aşüftenin cazibesine kendinizi kaptırdığınızda nasıl paçavraya döneceğinizin ibret dolu dersleriyle dolu kitap... D ü n devlet bugün cemaat... D ü n örgüt bugün tarikat... D ü n E-tipi bugün F-tipi... D ü n Kemalist bugün Muhafazakâr... D ü n solcu bugün sağcı...
ğını yapmış bir militanın kod adı. Avcı, bu metaforu o n d a n esinlenerek geliştirmiş. "İktidar" hırsı içindeki grupçu/örgütçü/cemaatçi yapıların insanları nasıl robotlaştırdığını anlatabilmek için seçilmiş bir ad: "Simon" ...
"Haliçten yayılan kokular" metaforu ile de iktidar mantığının adamı Simonlaştırdıktan sonra, özellikle kendi g r u b u n u n yanlışlarını göremez, duyamaz hale gelmesini, bunu kanıksamaya başlama-
Bunun P-tipi bir örgüt (PKK), F-tipi bir cemaat (Fetullahçılık) veya E-tipi bir devlet (Ergenokon) olması hiç fark etmiyor.
sını anlatmaya çalışmış; "Herkes biliyor ki bu ülkede ihaleler büyük o r a n d a hileli.
Bu
Hanefi Avcı işte b u n u anlatıyor:
ülkede tapu, trafik, g ü m r ü k gibi birçok k u r u m rüşvet batağında.
"Bizler de her suçu değil; yalnızca bize öğretilen ve empoze edi
Yolsuzluk ve usulsüzlük usul, esas haline gelmiş. A d a m kayırma,
len hususları suç görüyor, bizim tarafımızda olan kişilerin kusurla-
torpil, her türlü hile yaygınlaşmış. Toplumun çoğunluğu bu ülkede
rını suç olarak nitelendirmiyor muyduk? Bu d u r u m a , bu tip davra-
işlerin d o ğ r u ve dürüst yürütülmediğine inanıyor. En büyük usul-
nışlara "Simonlaşmak" adını verdim. İşte b u n u d ü ş ü n d ü k t e n sonra
süzlüklere toplum tepki göstermiyor. Hile, fesat ve rüşvete en çok
kendi kendime söz verdim; ben bir Simon gibi olmayacaktım, ben
karıştığına inanılan kişi en fazla oyu alabiliyor, en rüşvetçi kişi en
Si monlaşmayacaktı m..."
itibarlı kişi olarak kabul görüyor... D e m e k ki çoğunluk pis ve kirli,
284
28,
Sosyal slanı
R. bsan Eliaçık
her türlü yanlışlığın bol olduğu bir ortama u y u m sağlamış, bu dur u m kanıksamış ve normalleşmiş. Bu d u r u m u görebilmek ve algılayabilmek için ancak bu sistemin dışına çıkmak gerekiyor..." U y u m sağlamak... Kanıksamak... N o r m a l l e ş m e k . . . Kokuyu hissetmemek...
lişki şu ki bu yeni bürokrasi ve derin yapılaşmanın "Simonlaşma" ve "kendinden ve çevresinden yayılan kokuları algılayamama" b a k ı m ı n d a n eskisinden hiçbir farkı yok. Hatta yenisi daha beter ç ü n k ü muhafazakârlık kılığında bir tür "din" ile geliyor, "dış" destek de sağlam. Bu açıdan Türkiye'nin geleceğinde bir Muaviye-Ebuzer kapışmasını kaçınılmaz görmekteyim.
Rüşvete "komisyon", h o r t u m a "istihkak", avantaya "siyaset payı" d e m e k . . .
Bu sefer kazanan kim olacak birilikte göreceğiz. Bu yeni sınıfın argümanları var. Muhalefet edeni aynı ezberle
Sonra "Ne var bunda" deyip, "Seccade yok mu seccade?" diyerekten namaza d u r m a k . . . D ü n . . . "İrtica! Şeriat geliyor!" diyerek devleti soymak... B u g ü n . . . "Ergenokon! Darbe geliyor!" diyerek cebini şişirm e k . .. Hep aynı nakarat! Hep aynı Simonlaşma! "Haliçten yayılan koku" hep aynı! ,-«®->
.-S5-.
-fB^-
Bazıları bu d u r u m u kabullenmek istemiyor. "Darbecilere hesap soruluyor, derin yapılar çözülüyor." diye rek yeni sınıfın Simonlarını görmezden gelmemizi istiyorlar. Gidene sevinmemizi gelene ise esas duruşa geçip selam d u r m a mızı, hatta bu esas d u r u ş u m u z u hiç bozmamızı istiyorlar. Türkiye'yi hâlâ "Ergenekoncular iktidar, bizimkiler muhalefet." denkleminde okuyanlar var. Oysa zamanın r u h u değişti. Artık yeni bir iktidar sınıfı var. Bu yeni sınıf seçimle gidecek bir üst kadro değil. Bürokrasinin içinde bir kadrolaşma da değil; bürokrasinin bizzat kendisi o oluyor artık. Kalıcı, uzun yıllar sürecek ve yeni Türkiye'yi kuracak bir yapı bu. Maşeri vicdanda meşruiyetini eski bürokrasiyi geriletme ve de rin yapıları çözme, dağıtma, sarsma çabasından alıyor. Yaman çe 286
dışlama retoriği var. Bugünkü ezber: Darbeci, cuntacı, Ergenekoncu... D ü n k ü ezber: İrticacı, laiklik karşıtı odak, cumhuriyet düşmanı... Yarınki ezber: Dini tahrif, sahabeye hakaret, yeşil komünist, servet ve mülkiyet d ü ş m a n ı . . . Bu yeni sınıfın medyası var... Bu yeni sınıfın patronları, iş adamları var. Bu yeni sınıfın kalemşörleri, tetikçi köşe yazarları var... Bu yeni sınıfın zenginleri, yiyicileri, götürücüleri var... Bu yeni sınılın burjuvazisi, prensleri, conconları, papatyaları var... Basbayağı A N A P d ö n e m i gibi bir d ö n e m işte. Eski sınıf ile yer değiştiriyorlar. Bizden, sadece gidenin argümanlarını, medyasını, tetikçilerini, zenginlerini, yiyicilerini, götürücülerini k o n u ş m a m ı z ı istiyorlar. Gelenin yiyiciliğini ve götürücülüğünü dillendirmeye "Darbecilerle boğuşulurken" ve de "Ergenokon ile çarpılışırkeıı" arkad a n v u r m a gözüyle bakıyorlar. "Yolsuzluk yapan sahabe için inen ayet" mantığını "Simonlaşmış" oldukları için hiçbir zaman anlayamayacaklar. Dahası, gayet arsız bir şekilde boy göstermeye başlayan bu yeni
2*7
R. İhsan Eliaçık
sınıfa gözlerimizi kapatmamızı, çünkü onların "bizden" olduğunu, iyi işler yaptıklarını, devleti düzlüğe, milleti selamete çıkardıklarını, 80 hatta son 150 yılın hesabını sorduklarını falan söylüyorlar. "Ama onlar da..." dedirtmiyorlar.
Sosyal İslam devlet sırtlanı haline getiren mekanizmalar var. Kurt gibi ulutan, çakal gibi havlatan, sırtlan gibi solutan bir mekanizma bu. Hepimizi birbirimize benzeten lanet bir kısır döngü...
"Arazi, komisyon, ihale, villa, cip, B O P " vs. laflarını duyar
"Cemaat" kavramı b e n i m nazarımda ne kadar ulu, ne kadar
d u y m a z "darbe, cunta, Ergenokon" korkuluklarını çıkarıveriyor-
mübarek bir kavramdı biliyor musunuz? Etimolojik olarak "co-
lar...
mün" ile aynı kökten gelmesi bana hep çarpıcı gelmiştir. Piramit değil; halka haline gelme, halkalanma... Gelenin "Hanginiz Muhammed" diye sormak d u r u m u n d a kaldığı, sen-ben'in yok olduğu,
İyi d e . . . Bu "simonlaşma" daha ne kadar sürecek? Bu "Haliçten yayılan koku"ya daha ne kadar b u r n u m u z u tıkayacağız? "zamanın ruhunun" değiştiğini ne zaman göreceksiniz? "dine karşı dinin" artık Ali Şeriati'nin kitaplarında kalmadığını, basbayağı ete kemiğe b ü r ü n ü p meydan aldığını ne zaman fark edeceksiniz? "Yeni sınıfın Simonlarının" çoktan milletten koptuğunu, "servet ve iktidar" cazibesiyle sarhoş olduklarını, f a n u s u n içinde ya-
t ü m hiyerarşilerin ortadan kalktığı, "Selamün aleyküm" ile girilip çıkılan, "Bu vahiy mi senin goruşun mü?" diye sorular sorulan, "Kılıcımızla doğrulturuz!" diye sesler yükselen eşitlik, kardeşlik, paylaşım, m e r h a m e t ortamıdır cemaat... Şimdi örgütçü ötekileştirmelere, tarikatçı teslimiyetlere, gassilci meyyitlere, mafyacı raconlara ve masonik ritüellere "cemaat" diyor lar. Simonlaşmış robotlardan başka bir şey çıkmıyor artık oralar dan. (Bunun için ayrı bir makale yazacağım)...
şadıklarını, artık alttakileri görmelerinin, duymalarının imkânsız olduğunu, mevsimin d ö n d ü ğ ü n ü , iklimin değiştiğini, artık gidenlerin geri dönmeyeceğini ne zaman anlayacaksınız? Hadi ben erkenden konuşanım, Hanefi Avcı ya da mı kulak asmayacaksınız?
Bakın, "dindarlar" bu milletin son u m u d u idi. Onların da birer kurt, çakal ve sırtlan haline geldiğini/getirildiğini görünce daha kime gidecek bu millet.
Ayrı kulvarlarda olsak da h e m "28 Şubat Simonlarının" ve h e m
Dindarların içinden adalete iman etmiş, M u h a m m e d gibi dürüst
de şimdi "yeni sınıf Simonlarının" gazabına u ğ r a m a m ı z hiç mi bir
(el-emin), ceketi ile gelip ceketi ile gidecek, yemeyecek ve yedirme-
şey anlatmıyor?
yecek, geriye hiçbir mülkiyet bırakmadan sadece adalet, dürüstlük, şeref ve haysiyet bırakarak gidecek ve böylece milletin gönlünde ebediyete kadar yaşayacak, din-u devlet ve mülk-i millete hep yok-
Bu memlekette her içine aldığını kendine benzeten, Simonlaştıran, mafyalaştıran, her birini bir örgüt çakalı, bir cemaat kurdu, bir
288
sulun durduğu yerden bakacak "kamu adamları" çıkabilirdi. Böyle bir potansiyel, böyle bir enerji, böyle bir öğreti vardı. Sa-
28,
R. İhsan Eliaçık
Sosyal islam.
dece s o r u y o r u m : Sizce çıktı mı? Eğer hâlâ bir u m u t varsa, kanımca
lışmaları hakkında k a m u o y u n u bilgilendirmek gibi herkesin makul
bu, "yeni sınıfın Simonlarına" Kella! (Hayır!) diyerek olabilir.
karşılayacağı şeyler olmalıydı. O n u n oturduğu m a k a m d a n bakınca
"Simonlar" çıkaran bu iklim, saf "kamu adamları" da çıkarabilir.
Bunu göstermek, dindarların bu ülkeye artık n a m u s borcu.
Hatta belki de son b o r c u . . .Aksi halde topyekûn helak olacağız.
yerin 500 metre altına gömülen m a d e n c i n i n kendi oğlundan farkı yoktur. "Gemicik" sahibi olmak nasıl oğlunun kaderi değilse maden ocaklarında can v e r m e k de m a d e n c i n i n kaderi olamaz.
M U K T E D İ R İ N KADERİ "Madencinin kaderi bu" cümlesi bana İsmet Özel'in "Sözlerim i n anlamı beni ürkütüyor" dizesini hatırlattı. Hani "Böylesine ha-
Sadede gelelim...
zırlıklı değilim daha/ Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum/
" Söyle bakalım İslam'ın şartı kaç?" "- Peki, imanın şartı
Kapanmaz y a ğ m u r u n açtığı yaralar çocuklarda..." diye devam eden
kaç?" diye devam edip giden konuşmaların yüzlercesine şahit ol-
Erbain'in o ünlü dizeleri...
muşsunuzdur.
"Madencinin kaderi bu" sözünün anlamı hakikaten ürkütücü-
Artık böyle sorular soruluyor mu bilmiyorum, ama bizim ço-
dür. Bu sözü söyleyenin kişiliği, kimliği ve yetiştiği dinî iklim düşü-
c u k l u ğ u m u z u n en ünlü sorularıydı bunlar... Özellikle misafirlikle-
nüldüğünde, olayın sadece bir dil sürçmesi olmadığı, memleketin
re gidildiğinde çocuklara en çok bu ve benzeri sorular sorulurdu.
muhafazakâr' bilinçaltını yansıttığı goruıur. O n u n için "kapanmaz bu sözün açtığı yara vicdanlarda"... Türkiye'de muhafazakâr birçok çevrenin bilinçaltında bu zihni yet var. Bu vesile ile "İslam'da kader" k o n u s u n u ele alacağım; ancak izninizle birkaç kelam e t m e m lazım. Bir k a m u görevlisi olarak, ülkenin Başbakanı m e y d a n a gelen bir felaket hakkında "Kaderlerinde var," diyemez. Bu, sorumluluğu bilinmezliğe havale edip olaydan kaçmak anlamına gelir. Keza "kader" dinî bir kavram olduğuna göre, sorumluları sorgulanamaz
Ç ü n k ü "muhafazakâr dindâr" büyüklerimize göre bunlar ilk öğrenilmesi gerekenlerdendi, bilmemek çok ayıptı. Bu tür sorulara verilen cevaplar çocuğun dini öğrenmeye başlayıp başlama J iğinin da testi ve göstergesi sayılırdı... Gel gör ki bu tür "şartlı refleksler" tâ Emevî devrinden kalma ezberden başka bir şey değil. Bari doğru olsa, üstelik yanlış bir ezber. Bakın nasıl.
kılmak anlamına gelir. Laikliğe aykırı o l d u ğ u n d a n filan değil; bi lakis b e n i m g ö r ü ş ü m e göre Emevî zihniyeti ve Muaviyecilik oldu ğıından. Buna birazdan geleceğiz...
İslam kelam tarihinde İ m a m Maturididen sonra ekol içinde
Oysa yapılması gereken olay hakkında rasyonel bilgi vermek,
ikinci adam d u r u m d a olan Ebu Muin en-Nesefi (Öİ.508/1114),
alınan önlemlerden bahsetmek, karşılaştıkları güçlükleri sıralamak,
Eş'arî'den sonra Bakıllanî gibi Maturidîliği daha sistematik bir tarz-
yapılan yanlışları ve hataları cesaretle dile getirmek, k u r t a r m a ça-
da ele almış, derinlemesine temellendirmiştir. Ebu M u i n i n i n en
290
R. ihsan Eliaçık
Sosyal Islatn
önemli eseri Tabsıratu'l-Edille Maturidîliğin serancamına paralel
Pratik olarak da 1 - Dua, tazarru, yakarış, secde ve tevâzu halinde
olarak pek tesirli olamamış, b u n u n yerine Eş'arî eğilimli şerhleri
olacak, kibirlenmeyecek, h a d d i n i bilecek, Allah'a içtenlikle yönele-
rağbet görmüştür.
rek sadece o n u n ö n ü n d e eğileceksin, başka hiçbir gücün, kişinin,
Eserde i m a n ve İslam'ın şartları diye bilinen sıralamada dikkat
k u r u m u n ö n ü n d e eğilmeyeceksin (salât); 2- Çevrene zarar vermekten sakınacak, ahlakî tutarlığa sahip olacak, açı yoksulu unutmaya-
çekici bir farklılık gözden kaçacak gibi değil. Ebu M u i n en-Nesefi Tabstra s m d a aynen şöyle demektedir:
cak, bir aylık talimle de olsa kendini tutmasını öğreneceksin (savm);
"Deriz ki, inançlara gelince, din âlimlerine göre bunlar beş esa-
3- İ m k â n ı n varsa her yıl insanlık ve eşitlik gösterisine katılacak;
sa ayrılır; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve
b u r a d a n öğrendiklerinle insanlar arasında dil, renk, ırk, kavmiyet,
ahiret gününe iman. İbadetler de onlara göre beşe ayrılmış olur:
mülkiyet, cinsiyet ayrımcılığı yapmayacaksın(hac); 4-
salât, savm, hac, zekât ve cihad..." (bkz. İhyadan İnşaya Adlı Çalış-
fazla mal ve mülk biriktirmeyecek; fazla olanı herhangi bir orana
m a m ı z ı n İslam'ın Şiarları böl.)
bağlı olmaksızın sürekli vereceksin (zekât); 5- Yeryüzünde zulme
Ebu Muin en-Nesefî, bu sıralamayla dikkat çekici bir şekilde "kaza ve kaderi" i m a n esasları arasında saymamakta, İslam'ın üze-
İhtiyaçtan
karşı adaletin, yalana karşı gerçeğin, ezene karşı ezilenin yanında yer alarak sürekli devrim için mücadele edeceksin (cihad)... İşte bu dinin teorik ve pratik özeti b u n d a n ibarettir.
rine bina olduğu şeyler arasında da "cihadı" zikretmektedir. Buna göre "imanın ve İslam'ın şartları" olarak bilinen esaslar beş teorik beş de pratik olmak üzere on esastan ibaret oluyor. Büyük ihtimalle Cibril hadisi olarak bilinen rivayetin en sahih varyan-
tutarlıdır. Ç ü n k ü beş teorik beş de pratik ilke vazediyor. "Bu din-
tı Tabstra da geçtiği gibidir. D e m e k ki iman edilecek esasların özeti beştir: 1-Allah'a iman. 2-Meleklere
iman.
Bu özetleme gayet anlaşılabilir ve mantıkî b a k ı m d a n da gayet
3-Kitaplara
iman
4-Peygamberlere
iman.
5-Ahiret g ü n ü n e i m a n . . . Aynı şekilde İslam'ın üzerine bina olduğu esaslar da beştir: 1-Salât 2-Savm. 3-Hac. 4-Zekât. 5 - C i h a d . . . Yani bu dinde teorik olarak 1- Tek Allah'a, 2- Gökte pasif sükûnete çekilmeyip âlemde d i n a m i k güçleri olduğuna (melâike),
de nelere i n a n m a m ve neler yapmam lazım?" sorusuna kısaca ve özet halinde cevap veriliyor. Buna benzer özetlemeler K u r a n d a da yapılır, (ör. Bakara; 2/177). Ancak bu özetlemelerin hiçbirinde "kadere iman" zikredilmez. Kur anda kader bir i m a n esası değildir; fakat tevekkül, tevhid, şirk vb. bir K u r a n kavramıdır.
3- Tarih boyunca insanlıkla sürekli iletişim halinde olduğuna (risa-
Bu anlamda kader varlık ve oluş kanunları anlamına gelmektir.
let), 4- İnsanlığın sorunlarına bigâne kalmayıp yol gösterici suhut-
Her şeyin bir oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) k a n u n u veya gidiş ya-
lar/bildiriler/kitaplar gönderdiğine (kitab), 5- Bunlar aracılığı ile
sası vardır; evren b u n a göre işler. D e m e k ki takdir insanın, tarihin,
işin sonunu düşünerek davramamızı, her şeyin hesabının soruldu-
hayatın ve doğanın işleyiş yasaları olmaktadır. Bunlara uyulmalı ki
ğu bir son gün olduğuna inanacaksın (ahiret)...
tarih, hayat ve tabiat felaketimiz olmasın. Eğer başımıza bir fela-
308
293
R. ihsan Eliaçık
ket geliyorsa bu kendi ellerimizle yaptıklarımızdan dolayıdır. Varlık ve oluş kanunlarını tayin etmek (kadir) ve s ü r d ü r m e k (emr) ise Allah'a aittir. İkbal der ki "Kader, insanın tarihte Allah ile yaptığı bir yürüyüştür."
Sosyal sla
"Emiru'l
Mu'minin
Abdülmelik
bin
Mervandan
Hasan
Basri'ye... Sana selam olsun. Zatından başka ilah olmayan Allah'a h a m d ü sena ederim. İmdi, daha önce geçen âlimlerin hiçbirinden duyul-
Hal böyleyken "kadere imanın" özellikle Emevî d ö n e m i n d e
madık bir şekilde kader meselesini izah etmeye çalıştığın bana ulaş-
dinî doktrin haline getirilerek bu ezbere dâhil edildiği ve "rivayet
tı. Hâlbuki ben bu meselenin daha önceden beri senin anlattığın
piyasasının" da ona göre şekil aldığını görüyoruz.
gibi izah edildiğini hiç duymamıştım. Senin salih, âlim, faziletli,
Hicri 40 yılında Muaviye tarafından, "cemaat yılında", Medine
istekli, titiz birisi olduğunu biliyorum. D o ğ r u s u senden d u y d u ğ u m
mescidinde elinde kılıcıyla "Bu iş kaza ve kader iledir." diyerek ilan
bu tür sözler hiç de h o ş u m a gitmedi. Bu meseleyle ilgili görüşlerini
edildi. 91 küsur yıllık Emevî d ö n e m i boyunca resmî doktrin haline
bana yaz. Bu iddialarını nereye dayandırıyorsun? Sahabeden biri-
getirildi ve siyasal m a n a yüklenerek "Bizim ü m m e t i n başında ol-
sinin görüşüne mi, K u r a n ı n bir h ü k m ü n e mi yoksa kendi görüşle-
m a m ı z Allah'ın kaza ve kaderi iledir." argümanı geliştirildi. Buna
rine mi? Biz daha önce kader meselesini senin gibi anlatan birisine
itiraz eden ilk yüzyıl aydmlanmacılarından A m r el -Maksus, Ma-
hiç rastlamamıştık. Bu husustaki görüşlerine bana bildir..."
bed el-Cuhenî ve Cad bin D i r h e m gibi birçok sima "kaderi inkâr ettiği" gerekçesiyle ağır işkenceler altında şehit edildi. Üstelik saray ulemasmca "Rafızî, Kaderiyye" diye yaftalanarak...
Hasan-ı Basri de m e k t u b u n d a görüşlerini yazıyor ve insanın irade ve s o r u m l u l u ğ u n u ortadan kaldıran kader anlayışını açık bir dil le reddediyor ve özgür iradeyi savunuyor. Bu b a k ı m d a n risale baş
İlginçtir, Roma d ö n e m i n d e de örneğin Aziz Justin, kaderi inkâr
tan sonra bir "özgür irade" savunması mahiyetindedir. K u r a n d a n
ettiği gerekçesiyle idam edilmişti. Emevî kabileci ganimet düzeni,
onlarca ayetin tefsirini yapan Hasan-ı Basri, ısrarla insanın özgür
nasıl "kendi elleriyle" k u r d u ğ u statükoyu Allah'ın kaderi olarak
irade sahibi olduğunu, kulların fiillerinden bizzat kendilerinin so-
görüyorsa, R o m a n ı n köleci düzeni de Stoacı kader anlayışı ile savu-
r u m l u olduğunu, başımıza gelenlerin önceden tayin edilmediğini,
nulurdu. Her ikisinde de düzene itiraz edenler kaderi inkâr etmekle
zulümlerin ve kötülüklerin O'na nispet edilmesinin Allah'ın adale-
suçlanırdı.
tine sığmayacağını anlatıyor. (Risalenin tam m e t n i için bkz. İslam'ın Yenilikçileri adlı kitap çalışmamız, c.l, 'Hasan-ı Basri' böl.). Böylece Emevîlere d e m e k istiyordu ki: "İşlediğiniz zulümler
İslam kelam tarihinde Emevî sultanı Abdülmelik'e Hasan-ı Basri
kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır. Bunların kaderimiz olduğu
tarafından gönderilen risale meşhurdur. Risale, d ö n e m i n iklimini
goruşu batıldır. Allah zulmedenleri sevmez. Bilakis böyle d u r u m -
ve argümanlarını b ü t ü n açıklığı ile yansıtıyor. Özellikle Emevî Sul-
larda zulme uğrayanlara cihadı emreder..."
tanının Hasan-ı Basri'ye hitabı esnasında kullandığı argümanlar çok ilginç ve çok da tanıdık: (!)
Emevîler de d e m e k istemekteydi ki: "Kime karşı cihad? Biz de Müslümamz. Hiç kelimeyi şahadet getirene karşı cihad olur m u ? "
294
249
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
Buradan İslam'ın esaslarına cihadın kaldırılıp kelime-i şahadetin eklenmesinin ne manaya geldiği de anlaşılıyor olmalı. Oysa iman
Peki, o zaman, iktidarda o l m a n ı n kaderinde de iktidar zenginleri yaratmak var.
esaslarında "Allah'a i m a n . . . Peygambere iman..." derken zaten
Belediyeci olmanın k a d e r i n d e ihalelerden yüzde almak var.
kelime-i şehadeti ifade etmiş oluyorsun.
Üçüncü köprü y a p m a n ı n kaderinde güzergâhtan arsa kapatma
Görülüyor ki tarih boyunca siyasî iktidarlar bir taraftan kader inancını yardımlarına çağırırken, diğer yandan da cihadı (emr-i bi'l
yarışı var. İktidarın k a d e r i n d e oğluna gemicik almak, damadını medya patronu y a p m a k var.
maruf rıeyh-i anı î münker) çok sevimsiz ve tehlikeli görmektedir-
Banka hesabına servet yığmak var.
ler. Bu nedenle halk kitlelerine kodlanıp ezberletilen "şartların"
Öyle mi? Muktedirler h e p b u r a d a n yıkılmadı mı? Ne kadar il-
bilinçli bir tercihi yansıttığım söylemek m ü m k ü n d ü r . Bu, Emevi
ginç, "muktedir" ile "kader" aynı kökten; neyin "kader" olduğunu
yönetiminin kendilerine zulüm gerekçesiyle karşı çıkanları bertaraf
tayin eden demek, "iktidar" da tayin edici erk/güç... İnsanların ka-
etmek, ellerini kollarını bağlamak için geliştirdiği bir argümandı.
derini tayin edici olmaya başladığınız an "muktedir" oluyorsunuz.
Bugün için artık bir anlamı bulunmuyor. Anlamı olsa bile aktardığımız şekilde yeniden aslına uygun sıralanması gerekiyor.
O
bile yapılmayıp kör bir taklit s ü r ü p gidiyor. Tabii bu İslam'ın h ü k ü m l e r i n i n sadece bunlardan ibaret olduğu anlamına da gelmiyor. Bu olsa olsa anlama kolaylığı b a k ı m ı n d a n bir özetleme olabilir. Bu özetlemenin örnekleri de yukarıda değindiğimiz gibi K u r a n d a verilmekte... D e m e k ki "Söyle bakalım İslam'ın şartı kaç?" diye bilgiç bir edayla s o r d u ğ u m u z s o r u n u n cevabını bile yanlış biliyoruz.
"Muktedir" olmakla birlikte yıkılışınız da " m u k a d d e r " oluyor. "Muktedir" kibirle bakıyorsa ağurdu çökmüşe "İktidar", "kader" demeye başlamışsa bir felakete Çanlar artık o n u n için çalıyor demektir. "Kadermiş" öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru Belanı istedin, Allah da verdi, doğrusu bu Kader; şerâiti mevcud olup da m e y d a n d a Zuhura
gelmesidir
mümkinatın
(Mehmet Akif Ersoy: Safahat; Fatih kürsüsünde)
"Madencinin kaderi bu" sozunun sahibine çocukluğunda bu sorular çok sorulmuştur ve o da bu ezberi çok tekrarlamıştır. Yetiştiği dinî iklim onu böyle ele verince k ö m ü r ocaklarındaki hazin ölümler madencinin kaderi oluyor. Vicdanı donmadıysa "sozunun anlamı ürkütür" adamı. Aksi halde açıklayamadığınız veya s o r u m l u l u ğ u n d a n k a ç m a k istediğiniz şeye kader der geçersiniz.
308
ayanda
297
Sosyal islam
"Kadınlar arasında adaleti sağlamaya asla güç yetiremezsiniz." (Nisa; 129). Bu b ü t ü n erkekler için geneldir. Herkesi kapsamaktadır. Şimdi, burada soru şu: Allah adaletsizliğin olacağını te'kid-i nefy istikbal (len testati'û) ile yani gelecek b ü t ü n zamanlar boyunca güç yetirmeniz m ü m k ü n değil' diyerek uyardığı bir şeyi başka bir yerde
MUHAFAZAKÂR ZAMPARALIĞA DİNÎ KILIF: ÇOK EŞLİLİK
emreder mi? Emretmez! Bu nedenle hicri 4. yüzyılda yaşamış olan Kadi Abdülcebbar (öl. 415/1025), bu ayetin, erkeklerden çok eşlilik teklifini d ü ş ü r d ü ğ ü n ü söylemiştir. Artık ne böyle bir emir, ne de böyle bir teklif vardır.
K u r a n d a çok eşliliğin emredilmediğiııi, tesviye de edilmediğini ve hatta ruhsat da verilmediğini söyledim, söylüyorum. K u r a n ı n indiği "toplumda" çok eşliliğin olması ve o n u n dön ü ş t ü r ü c ü ilk örnek olarak Kur'an m e t n i n e de girmiş olması emir, tavsiye veya ruhsat verildiği anlamına gelmez. Tıpkı kölelik, cariyelik, içki veya zengin-yoksul u ç u r u m u n a dair d ö n ü ş t ü r ü c ü hükümler getirmesi gibi çok eşlilik ile ilgili olarak da "tek eşe" d o ğ r u gelişen bir seyir vardır ve yerleştirilmeye çalışılan kesinlikle b u d u r . . .
Ayetin geri kalan kısmı ise yukarıdaki "dönüştürücü ilk örnek" kapmasındadır. 2- Çok eşlilik "ruhsatı" çıkarılan ayete bakalım: [Yetimlerin mallarını verin. Temiz olanı pis olanla değiştirmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza karıştırıp yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır. Yetimlere haksızlık yapmak istemiyorsanız o beğenerek (aldığınız) kadınlardan dörder, üçer, ikişer (azaltarak) evlenin. Adaletsiz davranmak diye bir endişeniz/korkunuz varsa teke (indirin) veya yanınızda esir düşmüş olanla (evlenin). Bu ilave yapıp durarak haddi aşmamanız bakımından daha hayırlıdır.] (Nisa; 2-3). Kanımca ayetin d o ğ r u çevirisi bu şekildedir. Buradaki sorular da şunlar:
Bu görüşlerimi başlıca üç gerekçeye dayandırmaktayım: 1- Nisa 129. ayetle çok eşliliğin "emredilmediği" ve emredilemeyeceği ortaya çıkar. Ç ü n k ü Allah güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize emretmez. Buna kelamcılar teklif-i ma la yutak derler;
Çok eşliliğe ruhsat verildiği söylenen ayete girişte n e d e n üç kez "yetimlerin malı" denmektedir? Dahası neden "verin" (fe'tû) ve "yemeyin" (la te'kulû) denmektedir? Bunların çok eşlilikle ne alakası vardır? Bu soruların cevabını en klasik kaynaklardan birisinde geçen şu rivayette çok açık bir şekilde görüyoruz:
298
2< 9
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık "İkrime'den gelen rivayete göre o şöyle demiştir: Bir a d a m ı n ya-
nmızdaki esir kadınlardan biri ile evlenin. O zaman sıkıntıya gir-
n ı n d a h e m hanımları, h e m de yetimler bulunurdu. Kendi malını ha-
mezsiniz. Bu, ilave yapıp d u r m a k t a n kaynaklanan haksızlıkların bir
nımlarına harcayıp, hiç malı kalmayarak m u h t a ç d u r u m a düşünce,
daha olmaması için sizin daha uygundur." deniliyor.
bu sefer hanımlarına yetimlerin malını harcamaya başlar. İşte b u n -
Buna "ruhsat" deniyorsa ruhsatın ne olduğu bilinmiyor demek-
dan dolayı Cenab-ı Hak 'Zevceler çok olduğu zaman eğir yetimler
tir. Ruhsat sıkışana verilir. D o m u z eti yemek gibi bir şey önce ya-
h a k k ı n d a adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, biliniz
saklanır; fakat zaruret hali (açlık gibi) olunca ruhsaten izin verilir
ki, bu k o r k u n u n yok olması için dörtten fazla kadın nikâhlamanız
ve açlık giderilinceye kadar yiyebilirsiniz denir.
size h a r a m kalınmıştır. Dört kadının h u k u k u n a riayet e d e m e m e k -
Aynen böyle, b u r a d a da önce çok eşliliğin yasaklanmış olması,
ten korkarsanız, o zaman bir kadın kâfidir.' buyurmuştur. Allahu
sonra bir zaruret halinin ortaya çıkması, örneğin erkeklerin "tek
Teala b u r a d a fazla tarafı yani dördü; eksik tarafı yani biri zikret-
eşle yetinememe" gibi bir sorunlarının ortaya çıkması, ortada dul-
miştir. Böylece de bu iki sayı arasındaki sayılara dikkat çekmiş ve
ların yetimlerin kalması, b u n u n son sınırlarına dayanması, artık
âdeta 'Eğer dörtten korkarsanız üç; üçten korkarsanız iki; ikiden
çaresiz iki, üç, dört kadınla evlenmenin açlık gibi bir zaruret halini
korkarsanız bir h a n ı m size yeter' demiştir. Bu en uygun görüştür.
alması gerekir.
Buna göre Allah Teala, çok kadınla evlenmesi halinde daha fazla
Böyle bir zaruret yok ki? Zaten çoğu çok eşli. Toplum poliga-
h a r c a m a d a b u l u n m a k z o r u n d a kalacağından, bu sebeple de yeti-
minin (çok eşliliğin) yaygın ve legal olduğu bir toplum. Savaşlar
m i n malına el uzatması m u h t e m e l olacağından, veliyi çok kadınla
olmuş, Bedirde, U h u t d a dullar ve yetimler ortada kalmış, bir Arap
evlenmekten sakındırmıştır."
ö r f ü olarak onlarla zaten evlenilmiş, yetimler yanlarına alınmış,
G ö r ü l d ü ğ ü gibi konu "yetimlerin malı" ile ilgilidir. Zaten çok
b ü t ü n bunlar o l m u ş . . .
eşliler vardır -ki b u n u n için ayet gelmesine gerek yoktu örfen caiz-
Ayet bunların yarattığı sorunları çözmeye geliyor. Çok eşliliğin
di- onları geçindirmek sorun olunca yanlarındaki yetimlerin malı-
yaygın olduğu bir topluma hitap ediyor. Köleci bir topluma her fır-
na yönelirler ve onların malı ile hanımlarını geçindirmeye kalkar-
satta köleleri azat edin, zengin-yoksul u ç u r u m u n had safhada oldu-
lar. Ayet tam bu anda geliyor ve "Yetimlerin malını verin. Onların
ğu bir topluma verin, infak edin, eşitlenin dendiği gibi, çok eşli olan
malını kendi mallarınıza katarak yemeyin" diyor.
bir toluma da güç yetiremezsiniz, azaltın, teke indirin deniliyor.
Bundan mütevellit sorun yaşadıkları "çok eşlilik problemine"
Yukarıda İkrime rivayetinde geçtiği bir "bir" (vahid) dışında-
değiniliyor ve "Yetimlere böyle haksızlık yapmaktan korkuyorsanız
ki b ü t ü n sayılar, b u n a gelmek içindir. Başka bir tabirle tarihseldir,
onların malına el uzatmayın, aldıklarınızı geri verin, onlara kendi
evrensel olan "bir" veya "tek" eşliliğin yerleştirmesi ve yaygınlaş-
malınız gibi davranamazsınız." deniyor. Peki, "Bu d u r u m d a bu ka-
tırılmasıdır.
dar çok kadını nasıl geçindireceğiz?" diye sorarsanız, "Önce dörde indirin bakalım, sonra üçe, sonra ikiye hatta bire kadar... Veya ya-
300
Eğer ruhsat olacaksa bu fıkhı tabirle "örfen" caiz olur, "şer'an" caiz olmaz.
308 300
Sosyal islam.
R. İhsan Eliaçık
Ç ü n k ü K u r a n gelmeden önce de örfen (Arap geleneğinde) çok eşlilik vardı. Kur a n d a n izin alarak b u n u yapmadılar. İzin almala-
bir talep gelmiyor da, belediye çevrelerinden, zenginleşen dinî cemaat ortamlarından geliyor?
rı da gerekmiyordu, yürüyen bir toplumsal akıl ve örf vaıdı. A m a
Eğer bunlar kendilerine iyilik etmek ve Allah katında makbul
K u r a n b u n u n haksızlıklara yol açtığını görünce m ü d a h a l e etti ve
bir kul olmak istiyorsa, ikinci, ü ç ü n c ü eş arayacaklarına yoksul
yönlendirdi.
bekârların evlendirilmesine katkı sunsunlar. Biriktirdiklerini heva
Nereye doğru yönlendirdiği ise ortadadır. Bizim için evrensel olan bu yönlendirmedir. Gerisi tarihsel olmak d u r u m u n d a d ı r . 3- Ahzab suresinin 52. ayetinde "Bundan sonra kadınlar sana
ve heves yolunda harcayacaklarına ve de b u n a dinî kılıf bulmaya çalışacaklarına infak etsinler, m a d d i imkânsızlıklar nedeniyle evlenemeyen birçok erkek ve kız var.
helal olmaz" denilerek çok eşlilik yolu kapatılmıştır. Artık
Eline para geçince h e m e n etrafta ikinci, ü ç ü n c ü eş mi ara-
çok eşlilikler geride kalmıştır. "Bundan sonra" gidişat tek
m a k lazım?Metres tutanlar zaten malum, b u n u n dinîsini yapmak
eşliliğe doğru olacaktır. H ü k ü m l e r geriye d o ğ r u işlemeyece-
da ne oluyor? Aklı "zamparalıktan" başkasına çalışmayan kimi
ğine göre biz "Bundan sonra"sından sorumluyuz. Nitekim
muhafazakârlar, böyle yapmakla kendilerini de ailelerini de helak
Peygamberimiz "Bundan sonra" bir daha hiç evlenmemiş-
etmekten başka bir iş yapmıyorlar.
tir. Bunun anlamı çok eşliliklerin geride kaldığı, o ana kadar olanların ise geçiş d ö n e m i olarak "mazur" gorulüuguüur.
"Himayemize alıyoruz." diyen muhafazakâr zenginlerin, bu himaye, n e d e n hep kendi yataklarından geçiyor? Neden imkânı olmayanları evlendirip, kendilerine "kardeş aile" yaparak himayelerine almıyorlar. Onca bekâr d u r u r k e n neden kız-
Bugüne gelince, t o p l u m d a "imam nikâhı" veya "metres" diye bilinen soruna çözüm b u l m a k için çok eşliliğin yasal hale gelmesi fikri K u r a n ı n yönlendirmesine uygun düşmemektedir. Öncelikle i m a m nikâhı ve resmî nikâh ayrımına son v e r m e k
lar ve kadınlar bu sonradan görme zamparaların ikinci, ü ç ü n c ü eşi olmak zorunda bırakılıyor? Neden erkeklerin elinde bu kadar para birikiyor da kadınlar zayıf, güçsüz, çaresiz ve zebun halde...
gerekir. Müftülere nikâh kıyma yetkisi verilerek bu sorun çözüle-
K u r a n , "İçinizden bekârları, boyunduruk altında olanları,
bilir. Nasıl olsa m ü f t ü de, belediye m e m u r u da k a m u görevlisidir.
çaresiz kızları evlendirin" (Nur; 32) diye "emrettiği" halde ve bu
Vatandaş dualarla nikâhını kıyar ve ayrıca bir i m a m a gitmeye gerek
önce zenginlere, sonra topluma ve hatta devlete asıl bu farz olduğu
kalmaz. Böylece her ikisi bir nikâhta birleşmiş olur.
halde neden çok eşliliğe emir, tavsiye, ruhsat ve yasallık aranıyor?
Öte yandan son zamanlarda giderek artan, özellikle muhafazakâr çevrelerdeki ıKıncı, uçuncu, ü o r d u n c u eş m u h a b b e t i n i iyi analiz etm e k gerekir.Bunların zenginleşmeyle yakından alakası vardır. Neden ayın s o n u n u zor getiren m e m u r l a r d a n , işçilerden böyle 302
Öyle görünüyor ki "Muhafazakâr zamparaların" yeni icadı, ikna odaları... "Aile danışmanı" veya "yaşam koçu" adı altında
R. ihsan Eliaçık
birtakım sertifikası bile olmayan "türbanlı" bayanlar, özellikle Başakşehir başta olmak üzere muhafazakâr zamparaların yoğun olduğu muhitlerde ikna toplantıları düzenleyerek, başörtülü h a n ı m ve genç kızları ikinci, ü ç ü n c ü eş olmaya ikna etmeye çalışıyor. Bu iş karşılığında da yüklü paralar aldıklarını öğrendiğim bu kişiler, işin ne noktalara vardırıldığını göstermesi b a k a m ı n d a n hayli çarpıcı. Zamparalığa dinî kılıf da hazır: "Kur'an'da var...", "Peygambe-
KERVANA SON HUCUM
rimiz de çok eşliydi." Hatta eğer kızın yaşı küçükse "Peygamberim i z de küçük yaşta kızla evlenmişti..." Bunlar yedikleri haltlara dinî kılıf bulmayı pek iyi becerirler. İşçileri işten atarlar "İslam'da grev yok, sendika caiz değil"diye, ardından fetvaları gelir. Kaşânelerde otururlar "İmam- A'zam da Bağdat'ın en iyi evinde otururdu" derler. Jipe binerler, "Peygamberimizin devesi de en pahalı develerdendi" derler. Dini zengin eğlencesi haline getirenlerin son marifeti zamparalıklarına "Çok eşlilik Kur'an'da var" diyerek dinî kılıf bulmak. Şarttı, ruhsattı, tarihseldi tınmıyorlar bile.
Önce "kalfalık" d ö n e m i n d e n itibaren yazdıklarımızı hatırlayalım: "Bu saflaşmada her şey birbirine karışıyor, yeniden şekilleniyor. D ü n ü n muhalifleri b u g ü n ü n statükocuları, d ü n ü n mazlumları b u g ü n ü n zalimleri, d ü n ü n yoksulları b u g ü n ü n zenginleri, d ü n ü n muktedirleri b u g ü n ü n ezilenleri haline geliyor. D ü n ü n merkezi bu g ü n ü n çevresi, d ü n ü n "yalınayaklısı" b u g ü n ü n "tesbihli monşeri" oluyor, (bkz. "Zamanın Ruhu Değişti" başlıklı makale).
"Şecere-i huld (son sınırına kadar toplama) ve mülk-i la yeb-
-is-
la (yıkılmayacak bir mülk)" hırsının mücahidlikten müteahhitliğe terfi edenleri ne hale getirdiğini görün... Var gücümle bunların karşısına dikilmeye devam edeceğim.
"Ortak özellikleri de şunlar: Paraya taparlar, kariyeri yüceltirler, konfora bayılırlar. Komünizm, sosyalizm, İslam, liberalizm, Türklük, Kürtlük, Atatürkçülük vs. "bir yere gelmek" için sadece bir araçtır. Önemli olan bir yere gelmek, soğan başı da olsan bir baş olmak, o d u n da olsan aday olabilmektir. Bir yere gelince, bir baş olunca her şey biter. Solcuysan "emperyalizm, proletarya, sermaye" vs., sağcıysan "Türk-İslam davası, İ'lay-i Kelimetulah" vs., İslamcıysan "Allah,
305 331
Sosyal Islatn
R. ihsan Eliaçık
kitap, peygamber" söylemlerini terk edersin. Yeni pozisyonda artık bunlar gayet "ideolojik" kaçan şeylerdir. Yeni sınıfın argümanlarını benimsersin. "Küreselleşen dünyada..." diye cümleler kurarsın. Dünyaya ayak uydurmaktan, değişmekten, gömlek çıkarmaktan filan bahsedersin. Mücahit/müşahit/müteahhit "zorunlu" süreçlerinden geçerek en sonunda her şeye müsait hale gelirsin. "İdeolojik" konuşmaz, boyuna "hizmet"ten bahseder, sessizce "ihale" götürürsün. "Yenilenmek" gibi âlemin r u h u olan asil bir çabayı, kartalın yaşamını uzatmak için tırnaklarını sökmesi gibi "zorlayıcı bir iç-
Anlaşılmış oluyor ki "yeni iktidarın" karşısında "eski iktidar" durdukça deşifre edilmesi m ü m k ü n değil. Yeni iktidar yeni imtiyazı kaybetmek istemiyor. Eski iktidar ise eski imtiyazı geri istiyor. Al birini vur ötekine. Ben "egemeni" eleştiriyorum.Egemenliğinin en zirvesindeyken yapıyorum bunu. Eski egemene de aynısını yaptım. 28 Şubat karakolları ve m a h k e m e tutanakları tanığımdır.
kinle" değil; kariyer ve konfor gibi gayet bencil ve aşağılık bir amaç için kullanırsın. Tırnakların hâlâ yerinde d u r d u ğ u için aslında bu Bakınız, "Kârunlaşmayacağız" diyen sese "Ben zaten Kâruıı
yenilenme filan da değildir... Kariyeri ve k o n f o r u bir tür "nirvana" olarak görürsün. Buna kitlenmiş bir zihin için "satış" gayet kolaydır. A n ı n d a tornistan hiç de zor almaz. Fena fi'l-kariyer ve fena fi'l-konfor en büyük manevi hazzm olur. O n a ulaştın mı artık varlık nihayete erer; b ü t ü n söy-
olmak istiyorum" diyor Vatandaş Rıza... "Esas olan her mahallede milyoner çıkarmak değil; her mahallede aç ve yoksul bırakmamaktır" diyen sese "Ben milyoner olmak istiyorum, bırak açı yoksulu" diyor Vatandaş Rıza...
lemlerin, ihtirasların, kavgaların sükûna erer. İyice yumuşar, yav-
Bu neden böyle oluyor? Kimi ö r n e k alıyor Vatandaş Rıza? Bu na-
şar, mayışır ve âlemi seyre dalarsın..." ("Yeni Sınıfın İdeolojisi: Ka-
sıl dindar muhafazakâr zihin? Abdestsiz d o k u n m a d ı ğ ı Kitab'ta mil-
riyerizm ve Konformizm" başlıklı makale).
yoner (zengin) olmayı öven tek bir ayet yokken... Salâvat getirdiği peygamber mülkiyetsiz ölmüşken... Kim öğretiyor bunlara Kitab'ı, peygamberi? Kimi ö r n e k alıyorlar? Bu nasıl dindar muhafazakâr zi-
Peki, "Madem öyle bu yeni sınıfa halkın verdiği % 50 desteğe
hin? Bu sorular meseleye nereden başlamak gerektiğinin ipuçlarını veriyor olmalı. Ç o k derin, uzun soluklu bir mesele... Güncelden
ne diyeceksin? "diyeceksiniz. Kanımca bu "kervana son hücum"dur. Son okçuların da yerini
gidelim...
terk etmesidir. "ZevaP'in kaçınılmaz d ö n ü m ü için güneşin t e p m e noktasına Önce m u h t a ç d u r u m a duşuruyorsun, sonra "O aradığınız ker-
çıkmasıdır. Kaybettiklerinin kazandıklarından daha değerli o l d u ğ u n u anladıkları gün b u n u bizzat tadarak görecekler. 306
vanımda yüklü" diyorsun ve başlıyor kervana h ü c u m . "Büyük usta"nın tabiriyle: "Sandıklar patlıyor."
308 306
R. ihsan Eliaçık
Sosyal Islatn
Vatandaş Rıza şöyle düşünüyor: "Bu hacı daha dün benimley-
işlediniz. Bu türden sözlere halkı kin ve düşmanlığa tahrikten da-
di. Şimdi kızını türbanlı annesi okuldan cipiyle gelip alıyor. Ev,
valar açıldığını ne çabuk unuttunuz. A m a b u n u bile bile oy uğruna
araba, kaşene almış başını gitmiş. Demek bu kervanda iyi yük
yaptınız. Hiç çekinmeden yaptınız. Buna mı ustalık diyorsunuz?
var...
»
Yol yapmayı, bilgisayar dağıtmayı, hastayı tedavi etmeyi, yaşlıya
Ve koşuyor kervana.
bakım yapmayı, hapishanede Kürtçe konuşabilmeyi lütuf mu sanıyorsunuz? Yapmıyorsanız suçlusunuz, yapıyorsanız da lütfetmiyorsunuz. Bunları zaten y a p m a k zorundasınız.
Bu halkı bu d u r u m a düşürmeyi siyaset mi sanıyorsunuz?
"Taşları yemek yasak" deyince yasak mı koymuş oluyorsunuz?
Akıbetinizin "küresel sermayenin" bir fiskesine ve "tefeci
"Su içmek serbest" deyince özgürlük mü vermiş oluyorsunuz?
bezirganların" iki dudağına bakar hale gelmesine iktisat mı diyor-
M a d e m çıraklık ve kalfalık d ö n e m i geride kaldı, b u r a d a n soruyorum: İçinizden bir tane bile "büyük usta" dâhil ceketi ile gelip
sunuz? Çalışanların yarısının asgari ücrete m a h k û m edilmesine, halkın
ceketi ile gidebilecek olan var mı?
% 62'sinin kirada oturmasına, 13 milyonun yoksulluk sınırının al-
Cevap verin.
tında olmasına, 41 milyonun kredi kartı kölesi haline getirilmesine,
Kârunlaşmayan bir tane bile yöneticiniz kaldı mı?
% 90'un borçlu dolaşmasına, bankalara her yıl 55-60 milyar dolar
Susmayın, cevap verin.
faiz ödenmesine; b u n a karşın zadeganın 8 kat büyümesine, 27 olan
Varsa sözüm onlara değil; alınmasınlar.
dolar milyarderinin 39'a çıkmasına, 12 bin ailenin servetine servet
Söz gideceği yeri bilir.
katmasına ekonomi mi diyorsunuz?
Gırtlağınıza kadar h a r a m a batmışsınız.
Yöneticileriniz küresel
% 40 olan kadın istihdamının % 20'ye inmesine, 20 milyon insa-
çakalların iş birlikçisi olmuş. Rüşvete "komisyon", h o r t u m a "istih-
nın yardım ile yaşar hale gelmesine, üretemeyen, ekemeyen, biçe-
kak' \ avantaya "siyaset payı" der hale gelmişsiniz. Sonra "Ne var
meyen, AVM'lerce yutulan, iş yapamaz d u r u m a düşürülen, yardım
bunda" deyip, "Seccade yok mu seccade?" diyerek namaza dura-
ile ancak ayakta durabilen, gozunu "ustanın" kervanına dikmiş,
bilir olmuşsunuz. İzzeti ve şerefi develerin sırtında görür hale gel-
çapul ve yağma bekler hale getirilmiş bir halk yaratmaya kalkınma
mişsiniz.
mı diyorsunuz?
Muhafazakâr iştah, tûl-i emel, hırs, tekebbür ve şehvet bizi utan-
Kozmik odanın kapısını bile kırıyorsunuz, başörtülüyü meclisin
dırıyor.
kapısından sokamıyorsunuz. Yoksa onları "muhafazakâr zampa-
Sanki bin yıl yaşayacakmış gibisiniz.
raların" ancak d ö r d ü n c ü evinin kapısına mı layık görüyorsunuz?
Kervan kervan mal goturuyorsunuz.
Buna mı ustalık diyorsunuz?
Habire yığıyor, kenz ediyorsunuz.
"Bu adam Alevî" diyerek mer'i kanunlara göre de alenen suç
308
Biçare halkı da kervanlarınıza zebun ediyorsunuz.
309
R. İhsan Eliaçık
Bu zafer değil bilesiniz. Belki kervana son h ü c u m . Açta, açıkta, susuz, çaresiz, güneşin sıcağında yanan ve dilsiz kalmış bu halk bir gün dilini bulacak. O gün "yılanın başı daha ezilmedi" mazeretinize artık kimseyi inandıramayacaksınız. Ve o başka bir yerden değil; kendi bağınızdan çıkacak.
ÖLMÜŞ FİRAVUN'UN CESEDİ
Eski Mısırda güçten düşen Firavun öldürülürdü. Firavun güçlü olmak z o r u n d a olduğu için, hastalık, felç vs. halinde güçsüz görüneceği ve "tanrılık" özelliği zedeleneceği için ölduruJur ve yerine güçlü olan getirilirdi. Firavun güçlü, otoriter ve "kodum mu oturtur!" d u r u m d a olm a k zorundaydı. Zaten Firavuna o n u n için "Tanrı Ra'nın gözü/ oğlu" (Fi-Ra-Vun) denmekteydi. Buna karşın F i r a v u n u n da tanrısal özelliklerini kaybetmediği sürece halkı öldürme hakkı vardı. Ç ü n k ü mücessem varlığıyla o tanrıydı aynı zamanda. Tanrı dediğin de öldürür ve yaşatırdı! Bütün Mısır'ın mülkü ve uzayıp giden nehirler onundu. Halka rızkını veren oydu. Dirlik ve düzen için her türden tanrısal yetkiyi (yaşam, ölüm, rızık) sınırsızca kullanırdı. İtaat edeni en iyi makamlara getirir, elinden tuttuğunu uçurur, üzerini çizdiğini zırru zeber ederdi. Buna karşın asla düşmemesi gereken d u r u m "güçsüz" lüktii. Bütün bu yetkilerine karşın eğer bir gün hastalanmak, yatağa düşmek, acizlik vb. güçsüzlük görüntüleri sergilerse bu sefer kendisi öldürülürdü.
310
311
R. ,hsan Eliaçık
Sosyal İslam
Firavun ile halk arasında bir tür "ensest" ilişki vardı. Firavun güçlendikçe halk itaatine itaat katarken, halk itaat ettikçe Firavun Eğer öyleyse tarih boyunca "isyan peygamberlerini" nasıl izah
g ü c ü n e güç katardı. F i r a v u n u n gucu oıum, yaşam ve rızık etrafında dönerdi. Firavun düşmanı öldürmek, dostu yaşatmak ve m u t i kullarına bol rızık vermek zorundaydı. Bunu yapamadığı an güçten d ü ş m ü ş sayılır ve kaçınılmaz son gerçekleşir, ö l d ü r ü l ü r d ü . . .
edeceğiz? Yani hak ve adalet için "zulme karşı" meydanlara atılan, Firavun saraylarına yürüyen, zalim devletlere ve imparatorluklara isyan eden peygamberlerin yaptığına ne diyeceğiz? Nemrud'a karşı İ b r a h i m . . . Firavuna karşı M u s a . . .
.
Roma'ya karşı İsa...
İtalyan d u ş u n u r Machiavelli "Hükümdar"
(Egemen) adlı ki-
Kureyşe karşı M u h a m m e d . . . .
tabında bu döngüye "iktidarın (devletin) tabiatı" der. Buna göre
Kisraya karşı Zerdüşt...
devletin mantığı ile dinin mantığı aynı işlemez. Devletin mantığı
Racaya karşı Budha...
"güç", dinin mantığı "hak" üzerinden işler. Devletin mantığına
Bunların "Zamanın egemenine" hem de g u c u n u n en zirvesin-
göre "güçsüzlük", dinin mantığına göre ise "haksızlık" büyük suç
deyken dikilme, itiraz ve isyan bayrağı yükseltmeleri ne anlama ge-
ve günahtır.
liyor?
Bu nedenle devlet iktidarı, her t ü r d e n yalan, yolsuzluk, peşkeş, aldatma, fail i meçhul, terör, baskı, inkâr, asimilasyon, zulüm vb.
Kanımca bunlar devletin mantığına karşı dinin mantığının, güce karşı hak mantığının yükseltilmesi ve yüceltilmesidir.
öldürme, yaşatma ve bol rızık dağıtma görevlerini icabında gözünü
Soylu isyanlar ve cesur yüreklerdir.
k ı r p m a d a n yapması gerekir. Aksi halde güçten düşeceği için devle-
Dikkatle bakın, insanlık tarihindeki bütün devrimlerin ateşleyi-
tin mantığına ters düşmüş olur ve böylesi bir iktidarın "öldürülme-
cisi hep bu ve benzeri soylu isyanlar ve cesur yürekler olmuştur ve
si" (iktidardan düşme/devlet zafiyeti) kaçınılmaz hale gelir.
olmaya da devam etmektedir.
Dinin mantığı ise hak üzerinden işleyeceğinden ve b ü t ü n bunlar
Bu anlamda tarih boyunca peygamberler insanlık vicdanının
haksızlık olacağından "devletin mantığı bunları gerektiriyor" olsa
patlaması olarak ortaya çıkmışlardır. "Zamanın egemenine" karşı
bile yapılamaz. Yapılırsa büyük bir suç ve günah işlenmiş olur.
çıkma, eleştiri, itiraz ve isyan bayrağı yükselterek insanlığın adalet
Bu nedenle Machiavelli, devletin mantığı ile dinin mantığının "ontolojik" olarak uyuşmaz olduğunu söyleyerek, dinin devletten ayrılması gerektiğini, devletin kendine özgü bir tabiatı ve ontolojisi olduğunu, ya bunun böylece kabul edilmesini ya da devlet ve iktidar işinden uzak durulmasını, manastırlara ve kiliselere çekinilmesini öğütlemiştir... 312
arayan damarının kurutulamayacağını göstermişlerdir. Yaşayanın karşısına dikilmişler, ölmüş Firavun un cesedi ile uğraşmamışlardır. Öyle ki, örneğin Babil İmparatorluğu, egemenliğinin zirvesindeyken İbrahim'in soruları ile sarsıldı... 339
Sosyal sla
R. ihsan Eliaçık
Musa, Firavun g u c u n u n zirvesindeyken Mısır'ın kalbine yürüdü...
Adalete " iman etmeyenler" zulmün k ö k ü n ü kazıyamaz, kendileri zalime dönüşür, tiran, tağut ve Firavun olurlar. Yiyiciliğin ve götürücülüğün bir şekilde k e n a r ı n d a n tutanlar,
İsa, R o m a dünya gücü iken öyle bir rüzgar estirdi ki artık R o m a bir daha eski Roma olamadı...
yolsuzluk ve rüşvet network'ünün içinde olanlar, dosyası, kaseti vs. bulunanlar düzeni değiştiremez. Karşılıklı dosya örtbas etmelerle
Kureyşli tefeci bezirgânlar, Mekke'nin tek egemenleri iken Hz.
işlerini sürdürürler.
M u h a m m e d ' i n isyanı ile önce sarsıldılar, ardından yer ile yeksan
Şimdi hendeği yeniden kazmak lazımdır.
oldular...
Yeni bir siyasî hareket değil; yeni bir sosyal/toplumsal hareket
B u d h a n ı n , Zerdüşt'ün, Mazdek'in, Mani'nin hayatını okuyun hep aynısının olduğunu göreceksiniz.
G ü c ü n ü n zirvesindeyken "zamanın egemenine" karşı çıkmak
B u n l a r ı n a m a c ı devleti ele geçirip, d e v l e t i n m a n t ı ğ ı n ı d i n kılıfı a l t ı n d a s ü r d ü r m e k değildi. D e v l e t i n m a n t ı ğ ı n ı (yalan, rüşvet, a l d a t m a , baskı, z u l ü m , s ö m ü r ü ,
yaratmak lazımdır.
fail-i m e ç h u l , inkâr,
asimile, fişleme, takip, d i n l e m e , t e m e r k ü z , kenz, ö l d ü r m e , yaş a t m a vb.) d i n i n m a n t ı ğ ı n a ( d o ğ r u l u k , d ü r ü s t l ü k , açıklık, a d a -
lazımdır. Güçten düştüğü için zaten ö l d ü r ü l m ü ş F i r a v u n u n cesedi ile uğraşmak mertlik değildir. Mertlik, diri, yaşayan, g ü c ü n ü n zirvesinde ve "sapı bizden" olan egemene karşı durabilmektir.
let, eşitlik, ö z g ü r l ü k , kardeşlik, e m e k , h a k ç a p a y l a ş ı m vb.) uydurmaktı. Ne kadar olabilirse o kadar...
Bu nedenle...
Nereye kadar gidebilirse oraya kadar...
Ö l m ü ş Firavun un cesedi ile uğraşamam.
Devletin içinde olsa bile "devlet mantığına" karşı sürekli dev-
O n a karşı y a p m a m gerekeni g ü c ü n ü n zirvesindeyken; yaşıyor,
rim ve amansız bir mücadele...
esiyor, yağıyor, gürlüyor, fişliyor, takip ediyor, yargılıyor, yaşatıyor, öldürüyor, bol rızık dağıtıyorken yaptım.
D a h a iktidara gelmeden devletin mantığı ile hareket edenler bu işin altından kalkamaz.
28 Şubat polis karakolları, m a h k e m e tutanakları, köşe yazıları, meydanları, sokakları, cami önleri tanığımdır. Ö l m ü ş Firavun un cesedi ile uğraşamam.
Ceketi ile gelip ceketi ile gitmeyi göze alamayanlar peygamberlerin nefesini çağa taşıyamaz.
Bana g u c u n u n zirvesinde; şu an yaşayan, esen, yağan, gürleyen, fişleyen, takip eden, yargılayan, yaşatan, öldüren, bol rızık dağıtan
Yiyiciler, götürücüler, kariyerist ve konformistler; "devletin mantığı" ile hareket edenler hendeğin öbür tarafındadır. Abdestlisi
"zamanın egemeni" lazım. O n u sorularımla sarsarım.
abdestsizi fark etmez. 314
315
R. ihsan Eliaçık
Sarayının, kâşanesinin üzerine y ü r ü r ü m . Ali Şeriati'nin dediği gibi peygamberlerin vârisi olan aydının yapması gereken budur. Egemenin yaşayanına köle, ölmüşüne Firavun kesilenler b u n u anlayamaz. Mantığımız aynı işlemiyor. Ö l m ü ş Firavunun cesedi ile uğraşamam. Bana yaşayan lazım.
KÜRT SORUNU, KANLI ÇANAK VE HACERU'L-ESVED
"Ortak" Türkçenin en sevdiğim kelimelerinden birisidir. Gündelik dilde
"Na'ber ortak?" veya "Ya ortak baksana..."
gibi ifadelerle daha sevimli bir hal alır ve sosyal bilinçaltımızı ifade eder. Adalet Devleti adlı 2003'te çıkan kitabınım alt başlığına da "ortak iyinin iktidarı" demiştim. Bu yazıda ise bir "ortaklık" hikâyesinden bahsedeceğim. Birçok konuda olduğu gibi "Kürt sorunu" hakkında da size de gayet ilham verici gelebilir. Önce rivayeti okuyalım:
"Kabe'nin duvarları yeniden oruıuyordu. Haceıu'l-Esved'iıı (Siyah taş) bulunduğu yere kadar yükseltildi. Hacerü'l-Esved'in yerine yerleştirilmesi işine gelince, Kureyş kabileleri arasında sert bir tartışma ve çekişme başladı. Her Kabile, yalnız başına kendisi kaldırıp yerine koym a k istiyor, buna, en çok kendisinin layık olduğunu iddia ediyordu.
316
331
Sosyal slam
R. İhsan Eliaçık
En s o n u n d a birer tarafa çekildiler, and içtiler ve çarpışmak için
Bu rivayet, İslam tarihinde Peygamberlik öncesi d ö n e m d e n bir sahnedir.
hazırlandılar. A b d ü d - D â r oğulları; ortaya içi 'kan' ile dolu bir çanak getirdiler. Müttefikleri olan Adiy oğulları ile birlikte ellerini 'kanlı çanağa' batırarak bu yolda ölmeyi göze aldıklarına yemin ettiler. Bundan dolayı onlar 'kan yalayan' diye anıldılar. Kureyş kabileleri bu iş üzerinde dört veya beş gece durdular. En s o n u n d a Mescid-i H a r a m d a toplanarak birbirleriyle konuştular.
Hilfu'l-Fudul, M e d i n e Vesikası gibi daha nice "ortaklık" örnekleri var. Ticaret kervanları, ganimet bölüşümü, tarlada çalışma işleri de hep böyledir. O n u n ekonomi-politik bilincinin daima işe ortak etme, mesele ye katma, birlikte yapma şeklinde tabarüz ettiğini görüyoruz. Şimdi buradan ne çıkar? Buradan, Türkiye'nin ve hatta dünyanın meselelerini çözmede
Birbirlerini insafa davet ettiler. O zaman Kureyş'in en yaşlısı olan Ebu Umeyye diye anılan Huzeyfa bin Muğire 'Mescid'in kapısından ilk giren hakem olsun!' dedi. Huzeyfa'nm teklifi makul bulunarak kabul edildi. Gözler birden Beni Şeyba kapısına çevrildi. Nihayet Beni Şeybe kapısından birisi göründü. 'Bu el-Emin, Muhammedi Onun vereceği karara razıyız' dediler. D u r u m u anlattılar. 'Bana bir örtü (genişçe bez) getirin' dedi. Velid bin Muğire'nin elbisesini getirdiler. Başka bir rivayete göre (Belâzurî) de kendi har-
"işe ortak etme" bilinci çıkar. Türkiye'nin meselelerini "Türkiye ahalisini" ortak ederek çözeceksiniz. Bir mesele varsa onu tarafları ortak ederek, işin u c u n d a n tutturarak çözeceksiniz. Bunu numara, desise, plan, k u m p a s ile değil; gerçekten ve sahiden "taşı yerine" koymak için yapacaksınız. Ellerinizi "kanlı çanağa" batırarak, intikam yeminleri ederek, "kan yalayanlar" olarak anılmanızı sağlayacak devlet politikaları ve örgüt eylemleriyle bir yere varamazsınız.
manisini yere serdi. 'Her kabileden birer adam, b u n u n birer köşesinden tutsun' dedi. Ö r t ü n ü n dört u c u n d a n birisini, kabilesi adına Utbe b. Rebia'ya... İkinci u c u n u Ebu Z e m a b. Esved'e.. .Üçüncü u c u n u Ebu Huzeyfa b.
Kanımca Kürt sorunu, en temelde bir adalet ve eşitlik s o r u n u dur. "Kürt yok" demekle "Allah yok" demek aynı yere varır. Ç ü n k ü
Muğire'ye... D ö r d ü n c ü u c u n u Kays b. Adiyye (As b. Vail'e) tuttur-
halklar ve diller Allah'ın ayetleridir. Kimsenin kimseye üstünlüğü
du.
yoktur, b ü t ü n halklar eşittir. 'Kaldırın onu dedi. Konulacak yere kadar kaldırdılar. S o n u n d a
Sorun aynı anda "Türk'ün endişesi" giderilerek ve "Kürt'ün
Haceru'l-Esved'i kendisi alıp eliyle yerine yerleştirdi ve üzerinden
onuru" iade edilerek çözülebilir. Bunun için de ortak vicdan lazım-
duvar örülmeye devam edildi."
dır. Bu, her geçen gün yara alıyor. Barışın dili, bir gözü Türk'ün endişesinde, diğeri Kürt'ün onu-
18
319
R. ,hsan Eliaçık
Sosyal İslam
r u n d a olan bir dildir. Bunun dışındakiler "kan yalayanların" dili
kündür. Öyle ki bu yer açma eşit hale gelinceye kadar olmalıdır.
olarak tarihe geçecek.
Burada fedakârlık daha çok "egemen" olana düşmektedir. endişesi olarak,
Egemenlik gayr-i şahsileşip ve gayr-i etnikleşip eşitlik sağlan-
"Kürt'üm ve öyle kalacağım!" talebi de Kürt un o n u r arayışı olarak
dıktan sonra görülecektir ki, esas sorun, Türk ile Kürt arasında de-
kaydedilmek ve dikkate alınmak d u r u m u n d a .
ğil; Türk'ün Türklüğünü, Kürt'ün de Kürtlüğünü kendine yegâne
D e m e k ki "Bölünüyor muyuz!" Türk'ün
"Asker" ve "gerilla" dili barışın dili değildir. Ü ç ü n c ü bir dil ya-
meslek yapmış, b u r a d a n beslenen, b u r a d a n semirerek sömüren, bu iş bitince işsiz kalacağını d ü ş ü n e n Türk ve Kürt "kenz"cileri ile geri
ratılmak zorunda. Ben Anadolu topraklarında ortak ülke ve ortak devletten yana-
kalan t ü m ahali arasındadır. D e m e k ki barış, ö l d ü r m e k için ellerin batırıldığı "kanlı çanak-
yım. Kürdistan b e n i m nazarımda bu topraklarda ayrı bir devletin değil; coğrafyanın ve bölgenin adıdır. O r t a k ülke, ortak devlet olmalıdır. Buna Türk veya Kürt devleti değil; Türk'ün ve Kürt'ün or-
lardan" değil; yaşatmak için ellerin bir u c u n d a n tuttuğu yere serilen "örtülerden" çıkıyor. D e m e k ki mesele yere bir örtü serme ve u c u n d a n t u t m a bilinci
tak devleti olarak "Adalet Devleti" demekteyim. Burada Türk, Kürt ve diğer t ü m halklar "ama"sız, "fakaf'sız ve "ancak"sız eşittir.
ve iradesindedir. Bu memlekete lazım olan Türklük ve Kürtlük değil; ortaklık coş-
Bu nasıl başarılacak? Tek yanlı dayatma ile bir yere varılamaz. Anadolu halklarının
kusudur. Adalet, eşitlik, kardeşlik, m e r h a m e t iklimidir. Ayrı bir "Kürdistan" coşkusu içindeki bir adamı ne Kürtçe TV,
vicdanı t a m bir eşitlik içinde ortak bir vicdan, ülke ve devlet yaratabilir. Bunun ontolojik (tarihsel, coğrafi, kültürel, dinsel) zemini
ne anadilde eğitim kesmez, kesmeyecektir.
mevcuttur. Bu olduktan sonra bir yanımızın Türk, diğer yanımızın
"Türklük" g u r u n a kendini kaptırmış bir zihin, Kürtçe konuşan
Kürt diye atmasında bir m a h s u r yoktur. Aynı kalbin bir Türkiye, bir
birisine karşı 'içindeki o zalim şüpheyi' hiçbir zaman atamayacak-
Kürdistan diye atması yaşam göstergesidir. O zaman bir bedenin
tır.
iki güçlü pazusu oluruz ve emperyalizmin emellerini kursağında
Ç ü n k ü "ortak ruh" kaybolmak üzere, hatta kaybolmuş. Ucun-
bırakırız. Aksi halde parçalanıp yem oluruz. Ne Kürdistan Kürtlere,
dan tutacakları yere serilen bir örtü heyecanı taşımıyorlar. Bakın,
ne Türkiye Türklere kalır.
bize lazım "somut ç ö z ü m önerileri" filan değildir.
Evet, ortak bir vicdan, b u n d a n bir ortak ülke, b u n d a n da bir or-
O r t a k ruh, ortak vicdandır. Bu ülke b u n u kaybediyor. Bir an
tak devlet çıkarmak m ü m k ü n d ü r . Bunun zemini önce kanlı çanağa
önce ellerimizi "kanlı çanaktan" çıkarıp yıkamamız, yere serilecek
batırılmış ellerin yıkanması, ortaya bir örtü serilmesi, herkesin bir
bir o r t u n u n u c u n d a n t u t m a m ı z gerekiyor.
u c u n d a n tutması ve böylece taşın yerine konmasıdır.
Bir g ü n bu örtüyü seren bir "el-Emin" çıkacaktır. Taş birlikte
O r t a k vicdan, birbirimizin ölüsüne daha fazla ağlayabilerek, or-
yerine konacak, yaralar sarılacak, ülke yeniden örülecek ve ortak
tak ülke özellikle Kürte memlekette daha fazla yer açarak m ü m -
vicdan kazanacaktır. Bu rüzgâr dağdan da esebilir ovadan da. Bu
320
339
R. hsan Eliaçık
ülke b u n u başarabilecek tarihe, vicdana, bilinçaltına, r u h a sahiptir. Yeter ki b u n a inanın. Önce inanın.
ZAMAN TÜNELİNDE BİR HESAPLAŞMA
Pakistanlı
"üstad"
Ebu'l-A'la
el-Mevdudî'nin
"Tefhimu'l-
Kur'an" adlı bir tefsiri var. Bizim gençlik yıllarımızın da başucu kitaplarından olan bu tefsirin, Türkiye İslamcılarının zihinlerinin şekillenmesinde büyük etkisi olduğu m a l u m . Tırlar dolusu basılıp dağıtılan bu tefsir h e m e n her dindarın evinde bulunur. 1993-96 yıllarında Kayseride "Kur'an'm gölgesinde" adıyla tefsir dersleri yaptığım radyo programlarında büyük oranda bu tefsir den yararlanıyordum. P r o g r a m d a baştan sona üç kez hatmetmiştim. Özellikle zenginlik ve yoksulluk konularının ele alındığı ayetler geldiğinde yaptığı açıklamalar çok tuhafıma gider, "Neden böyle söylüyor acaba, vardır bir bildiği..." diyerek geçiştirirdim. O zamanlar ayetler üzerinde o n u n kadar derin d ü ş ü n e m e d i ğ i m i varsayarak "Bilmediğim şeyler var." derdim. 1992de çıkan devrimler tarihini incelediğim İslam ve Sosyal Değişim adlı ikinci kitabımın "İktisadî Kökler" başlıklı b ö l ü m ü n ü hazırlarken büyük oranda o n u n eserinden yararlanmıştım. Şimdi bakıyorum da kapitalizme abdest aldırmanın kenarından
322
3 :3
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
d ö n m ü ş ü m . D ö n e m i n genel yaklaşımı gereği "İslam o değildir bu
böyle tefsir edenlere göre ayetin anlamı şudur: Allah'ın kendilerine
değildir." havasında "çağın idrakinin" kenarlarında dolandığımız
nimet verdiği kimseler bu nimetleri hizmetçileri ve köleleri ile eşit
yıllar...
olarak paylaşmalıdırlar, aksi takdirde Allah'ın kendilerine verdiği
Ç ü n k ü Mevdudî ve Tefhimu'l-Kur'an, Seyyid Kutup ve Fizilal'il-
nimetlere karşılık O'na nankörlük etmiş olurlar... Ayetin bu şekilde
Kuran gibi tartışılmaz bir otorite idi ve yanılmış olmaları aklımızın
tefsir edilmesi yanlıştır ve çok uzak bir ihtimaldir. Ç ü n k ü ayetin ele
u c u n d a n bile geçmezdi.
alındığı çerçeve içinde kesinlikle hiçbir ekonomik kural söz konusu
Şimdi aradan yıllar geçti...
değildir. Bu ayeti de içine alan t ü m pasaj, tevhidin ispatlanması ve
K u r a n ı n baştan sona meal ve tefsirini yapma gibi bir imkânı
şirkin reddedilmesini konu alır."
Allah bana nasip etti. Bazı ayetler üzerinde yıllarca çalıştım. Sonunda anladım ki Mevdudî, "cemaat" denen kuramsal din
G ö r ü l d ü ğ ü gibi Mevdudî'nin, bu ayetten iktisadî m a n a d a bir "eşitlik" ilkesi çıkarılacak diye ö d ü kopuyor.
"Burada kesinlikle
örgütlülüğüne teslim olarak, cemaate para veren zenginleri ürküt-
hiçbir ekonomik kural söz konusu değildir." diyerek topu taca
m e m e k için gayet "abdestli kapitalist" yorumlar yapmış.
atıyor. Ayet "tevhidin ispatlanması ve şirkin reddedilmesi ile il-
Derinlere daldıkça g ö r d ü m ki tefsirinde yoğun bir şekilde soğuk savaş d ö n e m i "yeşil kuşak" teorilerinin etkisi, telkini ve yönlendir-
gilidir." diyerek konuyu güya savuşturuyor... Peki, tevhid ne? Şirk neye denir? Allah'ın nimetlerini inkâr etm e k ne demektir? Tevhid ve şirk mülk (servet ve iktidar) ile ilgili
mesi var. Artık bunlarla hesaplaşmanın zamanı geldi. Ç ü n k ü "zamanın
değilse ne ile ilgilidir? İlah ne demek? Rabb kime denir? Tahtadan taştan putlara mı ilah diyor Kuran? H e m put ne demek?
ruhu" değişti.
Bunları en iyi bilmesi gereken Mevdudî değil miydi? Kuranda Dört Terim: İlah, Rabb, İbadet, Din diye kitabı yok muydu? Bunu görmek için, iki ayete getirdiği y o r u m sanırım yeterli
Evet, vardı. A m a es geçilen, arada bilerek veya bilmeyerek unutt u r u l m a k istenen bir şey var. "Mülk, kenz, infak" vb. d ö n e m i n
olur. [Allah ıızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar,
r u h u gereği öcü kavramlar, sakın ha!
rızıklarını ellerinin altında bulunanlara o n d a eşit olacak şekilde
İslatn ve Sosyal Değişim adlı kitabımızın "İktisadî Kökler" baş-
çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nimetini inkâr mı ediyor-
lıklı b ö l ü m ü n d e daha o yıllardan (dile kolay 19 yıl!) bu kavramla-
lar?] (Nahl; 62)
rı tek tek ele almış, işlemişiz. A m a ne duyan olmuş, ne dinleyen.
"Bazı çağdaş tefsirciler bu ayete dayanarak garip e k o n o m i k
Ç ü n k ü d ö n e m "bu dava hor, bu dava garip" yılları... "Zamanın
teoriler icat etmektedirler. Onlar bu yoruma, İslam ekonomisinde
ruhu" henüz değişmemiş, "davanın" s o n u n d a varıp "abdestli ka-
yeni bir felsefe ve g ö r ü n ü m k a z a n d ı r m a k için ayetleri sunuldukları
pitalizm" ile sonuçlanacağı daha gün yüzüne çıkmamış...
çerçeveden ayırıp tek bir b ü t ü n imiş gibi ele alarak ulaşırlar. Ayeti
242
Şimdi o kavramları yeniden işliyoruz. Bir zamanlar karanlık 325
R. hsan Eli açık
Sosyal İslam
odalarda konuştuklarımızı şimdi damlardan haykırıyoruz ve "za-
İşte b u n a K u r a n Allah'ın nimetini inkâr diyor.
m a n ı n ruhu" değiştiği için, sesimiz çok uzaklara kadar gidebili-
"Allah'ın nimetini inkâr etmek" tabirinin geçtiği yerleri oku-
yor.
yun. Hep vermemek, infak etmemek, eşit hale gelmekten kaçmak,
D e m e k ki mevsimi gelmeden çiçek açmazmış.
açlık, korku geçiyor. K u r a n kendini tefsir ediyor zaten... Öte yandan K u r a n d a "ilah" ise içimizden birtakım insanlar oluyor. Bilgi, iktidar ve serveti kendi tekellerine alıp (istiğna) öte-
Mevzudan gidelim...
ki insanlar üzerinde hegemonya (nehy) k u r m a y a kalkanlar oluyor.
Mevdudî'nin yukarıda tefsir ettiği ayet dört ayet sonra bir ör-
Tahtadan taştan putlar veya "bir" den fazlası varmış gibi gökteki
nekle açıklanıyor ve k o n u n u n ne ile ilgili olduğu ifade ediliyor: İnfak...
"Verdiğimiz rızıkları gizli açık infak eden muktedir bir
adam düşünün..." (Nahl; 75).
tanrılar değil; insanlar, insanlar! Keza K u r a n d a "şirk" de esasında mülkte (iktidar ve servet) ortaklıktır: "O'nun oğlu/kızı yoktur. Mülkte ortağı (şerîkun fi'l-
"Konu b u n u n l a ilgili. Ayette konu "rızıkta üstün kılındığı halde infak etmeyenler, yanındaki ile eşit hale gelmekten kaçınanlar" ile ilgili. Yani Ebu Cehil, Velid bin Muğire vb. ile ilgili... "Allah'ın nimetini inkâr etmek" tabirinin "şükretmemek" ile ilgili olduğunu Mevdudî de söylemiş.
mülk) yoktur.
Aciz kalmışta yardımcı (veli) edinmiş değildir."
(İsra; 111). Bunlar kime karşı söyleniyor? T a n r ı n ı n oğlu o l d u ğ u n u iddia eden krallara, imparatorlara, içimizden Firavunlara... Allah'ın mülkü üzerinde çit çeviren, "Bu bana bendeki bir bilgi sayesinde
Yüzeysel bir yaklaşım, derinliği yok.
verildi." diyen içimizden Karunlara... "Allah'a ulaşmak için bana
Bilakis iyice baktığımızda "vermemek, infak etmemek" ile ilgili
gelin." diyen içimizden Hamanlara, Bel'amlara...
o l d u ğ u n u görürüz: "Allah konuyu bir örnekle açıklıyor: Bir şehir düşünün; halkı güven ve huzur içinde yaşıyor. Her mekândan rızıklar geliyor. Derken Allah'ın nimetlerini inkâr ediyorlar ve yaptıklarına karşılık Allah onları açlık ve korkuyu tattırıyor." (Nahl; 112).
Mevdudî, içinde "eşitlik" geçen başka bir ayeti de bakın nasıl tefsir ediyor: [Orada (yerde) o n u n ü s t ü n d e sarsılmaz dağlar var etti, o n d a be-
Demek ki halkı güven ve huzur içinde yaşayan bir beldede (toplumda/ülkede/şehirde) "yanındaki ile eşit hale gelmemek için ver-
reketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört g ü n d e (mevsimde) takdir etti.] (Fussilet; 10-13).
memek" yüzünden açlık ortaya çıkıyor ve korku yayılıyor. Şu halde
"Bazı kimseler, yeni bir Marksist İslâm ( K u r a n ı n Rububiyyet
Allah'ın nimeti eşitlik oluyor. Çünkü cennette herkes eşittir. Bu nimeti
Nizamı) anlayışı öne sürmektedirler. Bunlar, "Sevâen li's-Sâilin" ifa-
infaktan kaçmak suretiyle inkâr ederseniz açlığın ve yoksulluğun orta-
desini "dileyenlere eşit olarak" şeklinde anlamakta ve şöyle deliller
ya çıkmasına neden oluyorsunuz ve böylece eşitsizlik ortaya çıkıyor.
getirmektedirler: "Allah herkes için eşit miktarda gıda yaratmıştır.
28
327
R. ,hsan Eliaçık
Sosyal İslam
Dolayısıyla herkese karne ile eşit miktarda gıda vermenin m ü m -
yapılmış "putlardan" bahsediyordu(!) İnsanlar arasındaki eşitlik-
k ü n olduğu bir devlet nizamı kurulmalıdır. Ç ü n k ü özel mülkiye-
ten bahsetmesi m ü m k ü n değildi. Aksi halde "komünistlik" olurdu.
tin sözkonusu olduğu t o p l u m d a K u r a n ı n öngördüğü hayat tarzı
(Haşa s ü m m e haşa!)...
gerçekleştirilemez." Bu gafiller, K u r a n ı kendi hevaları doğrultus u n d a suistimal etmeye çalışırlarken "sailin" kelimesinin sadece
Diyor ki: "Sâilin" kelimesinin sadece insanların değil; t ü m canlıların gıda ihtiyaçları için kullanıldığını unutmuşlardır..."
insanların değil, t ü m canlıların gıda ihtiyaçları için kullanıldığını
Bu söz de gayet sığ.
unutmuşlardır. Gerçekten de, Allah, mahlûkatın her kesimi için
K u r a n d a "Sâil" veya çoğulu "Sâilîn" isteyenler, soranlar, ihtiyacı
eşit miktarda gıda tayin etmiştir diyebilir miyiz? Sizler, bu kâinat
olanlar, yoksullar m a n a s ı n d a kullanılır ve 7 yerde geçer. Hiçbirinde
içerisinde gıdaların eşit bir şekilde taksim o l u n d u ğ u n u görüyor
de insanlar dışındaki canlılar anlamında kullanılmaz. Açın bakın
m u s u n u z ? Nitekim kâinat içerisinde bu anlamda bir eşitlik sözko-
geçtiği yerler şunlardır: Zariyat; 19, Mearic; 1,25, Duha; 10, Bakara;
nusu değildir. Haşa Allah Teâlâ, kendi kitabına aykırı mı hareket
177, Yusuf; 7, Fussilet; 10.
etmiştir? Ayrıca eşitlik davasını öne süren bu kimseler, insanların
Bunların hepsi de insanlardır, insanlar!
beslemekle mükellef oldukları hayvanlara (koyun, keçi, inek, at ka-
Şu halde ayette geçen "sevâen li's-sâilîn '(ihtiyacı olanlar için
tır, deve vs.) Rabbani düzen k u r u l d u ğ u takdirde eşit miktarda mı
eşitçe)
yiyecek verecekler?"
keçi, inek, at, katır, deve vs. m u h a b b e t i eşitlik "öcü"sünden kaçmak
G ö r ü l d ü ğ ü gibi Mevdudî tipik bir "abdestli kapitalist" bakış
ifadesi insanlar arasındaki eşitlikten bahsediyor. Koyun,
için Mevdudî'nin "bela" savmasından başka bir şey değil.
açısına sahip. "Eşitlik" kelimesinden nefret ediyor. Bu kelimeyi duyunca gözleriyle devirecek gibi bakıyor ve ürküyor. "Eşitliğin" ne olduğunu anlamamış. Eşitliği karne ile yemek dağıtmak, herkesin
D e m e k ki bunları anlamak için "Kur'an'da Dört Terim" yaz-
aynı boy, aynı kiloda ve sabah dört dilim ekmek, 8 tane zeytin ye-
m a k yetmiyor. Esastan bir bakış açısı ve perspektif değişikliği la-
m e k olduğunu sanıyor. Ne kadar da tanıdık itirazlar değil mi?
zım. Kur a n a baktığınız yeri değiştirmeniz lazım. Yoksa asla anla-
Oysa eşitlik mücadelesi her şeyden önce siyasal, sosyal ve top-
mayacaksanız.
lumsal bir süreçtir. Tarih boyunca insanlığı ilerleten zorlayıcı bir
Mevdudî'nin üzerimizdeki etkisini ve katkısını inkâr edecek ka-
içkinlik olup ve her d a i m lazımdır. Tam anlamıyla gerçekleşmesi
dar vefasız değilim. Kendisine Allah'tan r a h m e t dilerim. A m a ben
m ü m k ü n olmasa bile lazımdır. Allah, yeryüzündeki siyasal, sosyal
kendimi "yeşil kuşak" teorilerinin etkisinden arındırdım, arındırı-
ve toplumsal eşitsizliklerden rahatsızdır! (Bkz. "Allah Eşitliği Tak-
y o r u m . Kendimi sürekli yeniliyor, tazeliyorum. D u r d u r a k bilme-
dir Etti" başlıklı makale).
yen bir yolculuk içindeyim.
Mevdudî'ye göre yukarıdaki ayet koyun, keçi, inek, at katır, deve
M e v d u d î d e "mülk, kenz, infak" konulan kesinlikle eksik, za-
vb. "hayvanlardan" bahsediyor. Önceki ayet de tahtadan taştan
yıf, u n u t u l m u ş veya terk edilmiş. Tefsiri "zamanın ruhuna" uygun
329 339
R. ihsan Eliaçık
değil. Geride kalmış, eski ve bu konularda iyiden iyiye "sinirleri alınmış" vaziyette. Gayet sağcı ve muhafazakâr bir bakış açısı var. Bunu bilerek mi yapmış bilemem ama İhvan-ı Muslinimden Milli Görüşe, Cemaat-i İslamîden H a m a s a geniş bir yelpazede etkisi var ve buralardan çıka çıka "abdestli kapitalizm" çıkmasının ve çıkacak olmasının sorumluları arasında olduğu kesin. Bununla hesaplaşmayı ancak "zamanın ruhunun" değiştiğini
DÎNLE BEYAZ ADAM
görenler yapabilir. Velhasıl bir zamanlar Mevdudî vardı.
"Radikal İslamcıların"
üstadı, piri idi. O n a gelenekçiler çok kızar, "Merdudî" derdi. Şimdi abdestli kapitalizmde birleşti hepsi. İzzeti ve şerefi develerinin sırtında görüyorlar artık. "Sen hâlâ orada mısın?" diyorlar. Evet, buradayım. İzzetin ve
Kâh dört kitabın m a n a s ı n d a n . . . Kâh Kerim Kitabın ortasınd a n . . . Kâh İsa'nın h i k m e t i n d e n . . . Kâh Musa'nın kelimesinden... Kâh Ebu'l-Kasım'ın dilinden... Kâh Ebubekr'in sadakatinden...
şerefin oldu yerde...
Kâh Ö m e r ' i n celadetinden... Kâh Ali'nin ilim kapısından... Kâh Ebuzer'in yalnız m e z a r ı n d a n . . . Ç o k seslendim, çok yazdım çizdim. Gece söyledim, g ü n d ü z söyledim.
Tek tek söyledim, topluca söyledim. Odalardan söyledim,
damlardan bağırdım... Bugün size "Samua yerlilerinin çadırından" sesleneceğim. Siz b u n a "Kızılderili irfanından" da diyebilirsiniz... Evet, b u g ü n Samoadaki Tiavea'nın kabile reisi Tuiavii konuşacak. Kendi yerli dilinde yazılan ve ardından Almancaya aktarılan ve Türkçeye "Göğü Delen Adam: Kabile Reisi Tuiavii'nin Konuşması" olarak çevrilen kitapçığın sayfalarında yapacağımız gezinti bakalım size de tanıdık gelecek mi?
330
331
Sosyal slam
R. .hsanEliaçtk S a m o a y a ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Yerliler bu beyaz
Samonis'te (Almanya) bir taş aralığın içine girsen h e m e n şu sesi
yelkenliyi u f u k t a bir delik olarak gördüler, beyaz a d a m ı n içinden
duyarsın: "Mark!" Bir an sonra yeniden "Mark!" Bu, parlak metal ve
çıkıp kendilerine geldiği bir delik... O göğü delip gelmişti... O n u n
ağır kâğıdın adıdır. Falanide (Fransa) "Frank", Peletaniada (İngilte-
için ona Papalagi (göğü delen/beyaz adam) dediler... Kabile reisi
re) "Şiling" İtalyada "Liret". Mark, Frank, Şiling, Liret... Hepsi aynı
Tuiavii halkına işte bu beyaz a d a m ı anlatıyor.
kapıya çıkar. Hepsi de para demektir. Para, p a r a . . . Beyaz a d a m ı n gerçek tanrısı yalnızca paradır.
Dinle beyaz adam! "Tanrı sevgidir!" diyerek geldiler, kardeşlerim...
Beyazların ülkesinde güneşin d o ğ u ş u n d a n batışına kadar para-
O n u n tanrısı kandırdı bizi, açıkça dolandırdı. Beyaz a d a m (pa-
sız hiçbir şey yapamazsın. Paran olmadı mı ne açlığım ne susuz-
palagi) da kendi tanrısını kandırıp fiştekledi bizi, Büyük R u h u n
luğunu giderebilirsin, ne de yatacak bir döşek bulabilirsin. Paran
sözlerini kullanarak aldatması için.
olmadığı için seni Vale pui pui (cezaevi!) dedikleri yere atarlar ve
Ç ü n k ü beyaz a d a m ı n gerçek tanrısı, kendisinin "para" (ma-
kâğıtlar (gazeteler!) senden söz eder. H e p para ö d e m e k zorunda-
mon!) adını takdığı "yuvarlak metal ve ağır kâğıttan" başka bir
sın. Yani y ü r ü d ü ğ ü n yol için, kulübeni (ev!) yaptırdığın yer için,
şey değildir.
gece yatacak döşek için, odanı aydınlatan ışık (elektrik!) için para
Sevginin tanrısından bahsetsen y ü z ü n ü buruşturur, güler. Senin
vermek zorundasın. Güvercin avlamak, ırmağa gitmek için bile. İn
düşüncenin yalınlığı ile alay eder. A m a pırıl pırıl bir "yuvarlak me-
sanların şarkı söyledikleri, dans edip eğlendikleri bir yere ıııi gide
tal ya da koca bir ağır kâğıt" (çil çil altın deste deste para!) uzatsan,
çeksin, ya da kardeşinden bir öğüt mü isteyeceksin, b u n u n için de
o an gözleri parlar ve dudakları arasından salyalar akar.
avuç dolusu "yuvarlak metal ve ağır kâğıt" vermen gerekir...
O n u n sevgisi paradır, tanrısı paradır.
Her yerde bir kardeşin (dilenci!) d u r u p sana elini uzatır. Eğer
Onlar, yani beyazların t ü m ü uykularında bile b u n u düşünürler.
içine bir şey koymazsan seni aşağılamaya ve azarlamaya hazırdır.
Öyleleri vardır ki ha bire "yuvarlak metal ve ağır kâğıt" t u t m a k t a n
İçten bir gülüş ve dostça bir bakış onu yumuşatmaya yetmez. Açıp
elleri kanca gibi olmuş, duruşları o r m a n karıncasının bacakları gibi
ağzını bağırmaya başlar: "Sefil, serseri, soyguncu!" Bütün bunlar
yamulmuştur. Kimileri vardır, para saymaktan gözleri körelmiştir.
aşağı yukarı aynı anlama gelir ve bir insanın yapabileceği en büyük
Para u ğ r u n a mutluluklarını, vicdanlarını yitirenler; gülmekten,
rezillikleri ifade eder...
o n u r u n d a n , sevicinden, hatta karısından, çocuklarından olanı vardır. Çoğu sağlığını bile b u n u n u ğ r u n a feda eder. Bunları giysilerin içinde ikiye katlanmış sert derilerin (cüzdan!) arasında taşırlar. Geceleri kimse almasın diye yastıklarının altına saklarlar. Her gün, her saat, her an onu düşünürler. Hepsi ama hepsi... Çocukları bile! Analarından öğrendikleri, babalarından gördükleri budur. 332
D a h a doğar d o ğ m a z para ödemeye başlarsın. Ö l d ü ğ ü n d e de, öldüğün için ailen para ö d e m e k zorunda kalır. Ayrıca bedenin toprağa verildiği için ve mezarına senin adına dikilen taş için de para ö d e m e n gerekir... Beyazların ülkesinde para vermeden herkesin yararlanabileceği tek şey b u l d u m : Hava. Havanın da yalnızca u n u t u l d u ğ u için parasız
333
R. ,hsan Eliaçık
Sosyal İslam
o l d u ğ u n u sanıyorum. Hani beyaz adamlardan birisi bu dediklerimi
nip dururlar. Kendi bedenleri yağ bağlasın, gelişip serpilsin diye,
duysa, h e m e n hava için de "yuvarlak metal ve ağır kâğıt" isteme
kardeşlerinin en kötü işlere k o ş m a s ı n d a n zevk alırlar. Başkalarının
kalkar. Ç ü n k ü beyaz a d a m (papalagi) para istemek için yeni yeni
g ü c ü n ü s ö m ü r ü p kendi işlerinde kullanmalarından ne başları ağrır,
nedenler arayıp duruyor...
ne de uykuları kaçar. Bu p a r a n ı n bir kısmım başkalarına verip onla-
Birçok beyaz adam, başkalarının kendisi için kazandığı paraları
rın işlerini kolaylaştırmak akıllarının u c u n d a n bile geçmez...
üst üste yığdıktan sonra bunları çok iyi k o r u n a n bir yere (banka!)
Böylece beyaz adamların bir b ö l ü m ü b ü t ü n pis ve ağır işleri ya-
getirir. Sonradan da ü s t ü n e ekler durur. G ü n ü n birinde öyle bir
parken, diğer bölümü de ya çok az çalışır, ya da hiç çalışmaz. Pis ve
an gelir ki kimsenin o n u n için çalışmasına gerek kalmaz. Ç ü n k ü
ağır işleri yapanların güneşin altında uzanıp yatmaya hiç hakları
parası tek başına o n u n için çalışır. Büyünün yardımı olmaksızın
yoktur. Beyaz a d a m ı n dediğine göre, herkesin parası aynı miktar-
b u n u nasıl gerçekleştirdiklerini öğrenemedim, ama gerçek bu. Be-
da olamayacağı gibi, güneşin altında da aynı z a m a n d a yatamazmış.
yaz a d a m köşesinde uyuklasa bile paraları bir ağacın yaprakları gibi
İşte, bu öğüde uyarak, para u ğ r u n a acımasız davranma hakkını elde
d u r m a d a n çoğalır, sahibi de giderek daha fazla zenginleşir...
eder beyaz adam. Eli paraya gitti mi yüreği sertleşir, kanı donar,
Şimdi, diyelim ki birinin çok parası var; h e m öyle çok ki yüz-
yalan söyler, dürüst davranmaz, tehlikeli olur. Başkalarını kaç kez
lerce, binlerce kişi bu parayla işlerini yoluna koyabilir. A m a o, bu
para u ğ r u n a ö l d ü r m ü ş t ü r beyaz adam. Ya da onların zehirli söz
p a r a d a n zırnık koklatmaz. O t u r u r ağır kâğıtların üstüne, kollarını
lerle aklını çelerek soymuştur. Bu yüzden parası olan bir adamın
da sarar yuvarlak metallere, gözlerini hırs ve zevk parıltılarıyla ba-
gerçekten iyi birisi olup olmadığını bilemezsin. Servetinin nereden
kınır durur. "Bu kadar çok parayı ne yapacaksın?" diye sorsan, "Bu
geldiğini bilmen m ü m k ü n değildir...
dünyada giyinmekten, açlığını, susuzluğunu bastırmaktan başka ne
Buna karşılık zengin olan, kendisine gösterilen saygının gerçek-
istersin?" desen, söyleyecek söz bulamaz. Ya da "Daha çok istiyo-
ten kendisine mi yoksa parasına mı olduğunu kestiremez. Aslında
r u m , daha çok, daha çok." der. Böylece sen de onu p a r a n ı n hasta
saygı gören parasıdır.
ettiğini, b ü t ü n duyularını ele geçirdiğini anlarsın...
ağır kâğıt" sahibi olmayanların n e d e n utandığım, zenginlerin on
Hastadır o, kaçıktır. R u h u n u "yuvarlak metal ve ağır kâğıda" adamıştır. Hiçbir şeyle yetinmez, gözü d o y m a k bilmez. "Kimseye
Bu yüzden çok sayıda "yuvarlak metal ve
l a n kıskanması gerekirken niye onların zenginlere özendiğini aklım almıyor.
kötülük etmeden, haksızlık y a p m a d a n geldiğim gibi göçüp gideyim
Hiçbir papalagi (beyaz a d a m ) parasız yapamaz, hiçbiri! Parayı
şu dünyadan." diye düşünmez. Hiç aklına getirmez ki Büyük Ruh,
sevmeyenle alay edilir. "Varlık-bol para demektir bu- mutluluk ge-
kendisini yeryüzüne "yuvarlak metal ve ağır kâğıt" ile getirme-
tirir." der beyaz adam.
miştir. Çok azı bu konuda kafa yorar. Çoğu hastalıklarına bağlı ka-
Bizler beyaz a d a m ı n düşüncesine göre zavallı dilencileriz, kar-
lır. Yürekleri hiçbir zaman iyileşmez. Paranın sağladığı güçle mutlu
deşlerim. A m a ben sizin gözlerinizi varlıklı efendinin gözleriyle
olurlar. Tropik yağmur altındaki tembel meyveler gibi kibirle şişi-
karşılaştırdığımda, sizlerinki neşeyle, güçle, yaşamla, sağlıkia bü-
334
339
R. ,hsan Eliaçık
Sosyal İslam
yük bir ışık gibi parıldıyor. O n u n k i ise sönük, solgun ve yorgun.
meyve, bir ağaç, su, o r m a n ya da toprak, h e m e n orada biri biter ve
Sizin gözlerinizdeki parıltıyı, yalnızca h e n ü z konuşmayı becereme-
"Benim onlar." der. "Benim olana dokunmayacaksın sakın!" A m a
yen çocuklarda g ö r d ü m orada." ("Yuvarlak Metal ve Ağır Kâğıda
diyelim ki d o k u n d u n , h e m e n bağırmaya başlar, sana hırsız der. Bu
Dair" başlıklı bölüm, s. 35-43).
sözün anlamı çok kötüdür. Arkadaşları ve büyük şefin yardımcıları •-tm-'
(polis!) başına üşüşür, zincire vururlar ve seni Falepuipuı ye (cezaevi!) atarlar. Ö m ü r boyunca da h o r görürler seni.
"Papalagi'nin (beyaz adam) son derece karışık kendine has bir
Birinin "benim" dediği şeye, başkasının d o k u n m a m a s ı için özel
d ü ş ü n c e tarzı vardır. Nasıl yaparım da bir şeyi " k e n d i m " için kulla-
yasaları vardır. Hatta Avrupada bu yasaların çiğnenip çiğnenme-
nırım ve kullandığımın hakkı da " b e n i m " olur diye düşünür. Bütün
diğini gözetmekten başka bir iş yapmayan insanlar (savcı, yargıç!)
insanların yararını değil; bir tek kişinin yararını d ü ş ü n ü r hep. Bu
bile var. Beyaz a d a m ı n aldığı bir şeyi kimse o n d a n almasın diye.
tek kişi de kendisidir.
Beyaz a d a m (papalagi) kendisini b u n a öyle inandırmıştır ki sanki o
Biri kalkıp dese ki "Bu kafa benimdir, benden başka kimsenin
h a k gerçekten kendisininmiş, sanki Tanrı b u n u n mülkiyetini bütün
olamaz." doğrudur, o n u n d u r gerçekten, kimse sesini çıkaramaz. Bu-
zamanlar için ona vermiş gibi, sanki palmiye gerçekten ona aitmiş,
rada beyaz a d a m a hak veririm. A m a o, b u n u n l a kalmayıp yalnızca
ya da ağaç, çiçek, deniz, gökyüzü, gökyüzündeki bulutlar ona aitmiş
kendi kulübesi (evi) ö n ü n d e yetişti diye "Bu palmiye b e n i m d i r " di-
gibi...
yebilir. Sanki onu yetiştiren kendisiymiş gibi. Oysa palmiye kesin-
Çokları utanmazca Tanrı ya soyup soğana çevirirler. Başka bir
likle o n u n değildir, asla. O n u yerden çıkarıp bize uzatan Tanrı nin
yol bilmezler. Hatta kötü bir şey yaptıklarının farkında bile değil
elidir. Tanrı nin birçok eli vardır kardeşlerim. Her ağaç, her çiçek,
lerdir. Ç ü n k ü hepsi d ü ş ü n m e d e n ve u t a n m a d a n aynı şeyi yaparlar.
her ot, her deniz, gökyüzü, gökyüzündeki bulutlar, b ü t ü n bunlar
Kimisi d a h a doğar d o ğ m a z "benim" diyeceği şeyleri babasından
Tanrı nin elleridir. Onlara tutunabiliriz, varlığına sevinebiliriz, ama
alır. Ne derseniz deyin Tanrı nin hiçbir şeyi kalmamış, insanlar her
kalkıp da " T a n r ı n ı n eli benim." diyemeyiz. İşte beyaz a d a m ı n yap-
şeyini almışlar ve kendi "benim" ve "senin" leri haline getirmişler.
tığı b u d u r . . .
Birileri çıkıp daha fazla istediği için Tanrı güneşini bile herke-
Bizim dilimizde " L a u " b e n i m demektir, ama aynı z a m a n d a se-
se eşit dağıtamıyor. Birçokları gölgede küskün ışıkları yakalamaya
nin demektir. Oysa beyaz a d a m ı n dilinde böyle aynı anda h e m be-
çalışırken, pek azı güzel ve büyük güneşli alanlarda oturuyor. Tanrı
n i m h e m senin anlamına gelen tek bir söz bile yoktur. Benim olan
büyük evinde en yüce alii sili (egemen, lehu'l-mülk!)) olmadığın-
yalnızca ve tek başıma bana, senin olan yalnızca ve tek başına sana
dan Tanrılığın keyfini bile süremez. Beyaz adam "Her şey benim."
aittir. O n u n için beyaz a d a m (papalagi) kulübesinin (evinin) çevre-
diyerek tanımaz geliyor O n u .
sindeki her şeye b e n i m der. Bunlar üstüne o n u n dışında kimsenin
D o ğ r u düşünseydi, elimizde sıkı sıkıya tutamadığımız hiçbir
hakkı yoktur. Bir beyaz a d a m ı n yanında bir şey görsen, diyelim ki
şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sık
336
339
R. ,hsan Eliaçık
Sosyal İslam
sıkıya tutamadığımızı da. Tanrının, bu büyük evini, herkes içinde
Ah kardeşlerim, bir Samoa köyünü içine alacak kadar kocaman
kendine bir yer bulsun ve mutlu bir yaşam sürsün diye verdiğini de
bir kulübesi (evi!) olup da, bir yolcuya tek geceliğine bile çatısının
görebilirdi. Bu evin yeterince büyük olduğunu, herkesin payına bir
altında yer vermeyen adam h a k k ı n d a ne düşünürsünüz? Elinde
lekecik de olsa güneş ışığı, bir tutam mutluluk düşeceğini, herkes
koca bir hevenk muz olan, ama karşısında açlık çekip yakaran biri-
için küçük bir palmiye gölgesi ve ayaklarını basabileceğini bir yer
ne bir tane bile m u z vermeyen a d a m hakkında ne düşünürsünüz?
olduğunu görebilirdi. Tanrı nasıl olurda çocuklarından birini unu-
Gözlerinizdeki kızgınlığı, dudaklarınızdaki aşağılamayı görüyo-
tur? A m a yine de birçokları Tanrı nın onlara bahşettiği topraklar-
r u m . Beyaz adam (papalagi) her saat b u n u yapar. Yüzlerce döşeği
dan küçük bir parça e d i n m e k için didinip durur.
olsa döşeksiz birisine bir tanesini bile vermez. Üstüne üstlük bir
Beyaz a d a m T a n r ı n ı n buyruklarına kulaklarını tıkayıp yerine
de döşeği olmadığı için karşısındakini suçlar, sitem eder. Kulübesi
kendi yasalarını geçirdiği için Tanrı da o n u n mülkleri üzerine bir
(evi) tavana kadar yiyecekle dolu olsa, ailesine yıllarca yetecek olsa
sürü d ü ş m a n salar. O n u n "benim" dediği şeyi bozsun diye y a ğ m u r u
bile çıkıp yiyeceği olmayan, solgun ve aç birisini aramaz. Oysa aç ve
ve sıcaklığı, ihtiyarlığı, ufalanmayı ve çürümeyi gönderir. Hazinele-
solgun bir dolu papalagi (beyaz adam) vardır.
rinin üstüne ateşin gucunu ve fırtınaları yollar. A m a hepsinden öte
Palmiye olgunlaşınca meyvelerini ve yapraklarını döker. Beyaz
beyaz adamın (papalagi) r u h u n a korkuyu yerleştirir. Ele geçirdiği
adam ise, yapraklarını ve meyvelerini d ö k m e k istemeyen palmiye-
şeylerin korkusudur bu. Beyaz adamın uykusu hiçbir zaman derin-
ye gibi yaşar. "Bunlar benim, siz yiyemezsiniz!" Peki, o zaman pal-
leşemez. G ü n d ü z topladıkları gece uçup gitmesin diye uyanık ol-
miye yeni meyvelerini nasıl taşıyacak? Palmiyenin bilgeliği beyaz
m a k z o r u n d a d ı r çünkü. "Benim" dediği şeyler nasıl da başına bela
a d a m ı n ı n k i n d e n kat kat yüksektir.
olur, onunla alay eder ve şöyle der: "Seni beni Tanrıdan aldığın için ben de sana eziyet ediyorum, acı çektiriyorum."
Bizim aramızda daha çok şeye sahip olanlar vardır. Birçok döşeği ve d o m u z u olan kabile şefine saygı gösteririz. A m a saygımız
Ama Tanrı, beyaz adama korkudan daha beter bir ceza vermiş.
yalnızca şefin kendisinedir, döşeklerine ve domuzlarına değil. Za-
"Benim" diyenlerle, benim diyeceği bir şeyi çok az olanlar ya da hiç
ten onları alofa (bağış/infak!) olarak verenler bizleriz; sevgimizi
olmayanlar arasında sürüp giden bir savaş sarmış başına. Bu savaş
göstermek, yiğitliğini/şerefini (kerem!) ve aklını övmek için. A m a
çetindir ve sabah akşam d u r m a k bilmez. Bu savaş herkese acı verir,
beyaz a d a m kardeşlerinin döşeklerine ve domuzlarına saygı göste-
yaşama sevincini kemirir. Sahip olanlar vermek zorundadır ama hiç-
rir, yoksa onların yiğitliğiyle, aklıyla ilgilendiği yoktur. Döşeği ve
bir şey vermek istemezler. Sahip olamayanlar ise sahip olmak isterler
d o m u z u olmayan kardeşin saygınlığı ya hiç yoktur ya da yok dene-
ama hiçbir şey alamazlar. Üstelik bunların da ulvi savaşçılar oldukları
cek kadar azdır.
söylenemez. Ya soyguna geç kalmışlardır, ya beceriksizdirler ya da
Döşekler ve domuzlar yoksullara ve açlara kendi başına gideme-
ellerine fırsat geçmemiştir. Beyazların ülkesinde her şeyi Tanrı nın el-
diklerinden, beyaz a d a m onları kardeşlerine g ö t ü r m e gereği duy-
lerine teslim etmeyi öneren bir çağrı h e m e n h e m e n hiç duyulmaz...
maz. Ç ü n k ü saygı gösterdiği kardeşi değil; döşeği ve d o m u z u d u r .
338
339
R. İhsan Eliaçık
Sosyal, İslam
Böyle olunca da onları kendine saklamayı yeğler. Kardeşine saygı
kesilen ve ölmek üzere olan arkadaşının üzerine kapanıp hıçkıra
gösterseydi, onlarla b e n i m - s e n i n kavgasına girmeseydi, ona döşek
hıçkıra ağlar. Anarşist isyanı, rahibelikten gelen kültür ile birleşince
verir, b e n i m dediklerini paylaşırdı. O n u gecenin karanlığında dışa-
dinlerdeki "cennet" ülküsü şahane bir t a n ı m a kavuşur ve film öyle
rıda bırakmaktansa döşeğini onunla paylaşırdı.
biter:
A m a beyaz adam, Tanrı nın palmiyeyi, muzu, leziz kulkas kök-
"Tanrı nın h ü k ü m r a n l ı ğ ı n ı n süreceği z a m a n l a r d a . . . Bir gün bu
lerini, o r m a n ı n b ü t ü n kuşlarını, denizin b ü t ü n balıklarını hepimiz
dünya artık 'dünya' diye anılmayacak. O artık 'özgürlük' diye anı-
sevinelim, m u t l u olalım diye verdiğini bilmiyor. Diğerleri açlık ve
lacak. O gün insanları sömürenler ebedi karanlığa m a h k û m ola-
yokluk çekerken, sadece birkaçımız yararlanalım diye vermediğini
caklar. Ve ağlayarak dişlerini gıcırdatacaklar. Ve cennetin melekleri
bilmiyor. Tanrı birisine fazla vermişse, o kişi meyveler elinde çü-
ta yukarılarda her z a m a n k i n d e n daha mavi ve d a h a parlak olan
r ü m e s i n diye o n d a n kardeşine vermelidir. Tanrı b ü t ü n insanlara
özgürlük yıldızına bakarak keyif içinde şarkı söyleyecekler. Ç ü n k ü
ellerini uzatır. O, birinin diğerinden d a h a fazla şeye sahip olmasını
orada barışın ve adaletin hükümranlığı sürecek. Ç ü n k ü orası ebedi
istemez. Birinin "Ben güneşte yatacağım, senin yerin gölge." deme-
'cennet' olacak ve artık ölüm olmayacak..."
sini istemez. Hepimizin yeri güneşin altıdır...
Bu sesin zamanı ve m e k â n ı yok. Kâh Samoa yerlilerinden, kâh
Tanrı nın her şeyi adaletli elinde tuttuğu yerde ne kavga olur ne
Kızılderili irfanından, kâh palmiye, kâh zeytin, kâh incir ağaçları-
de yokluk. Hilekâr beyaz adam, hiçbir şeyin Tanrı ya ait olmadığı
nın altından, kâh Tur-i Sinadan, kâh Beled-i E m i n d e n gelir. Kâh
mavalını bize yutturmaya çalışır. "Elinde tuttuğun her şey senindir"
anarşist kadınların rahibesinde hıçkırıklarından yayılır.
der. Bu tür saçma sözlere kulak tıkayın ve vicdanınıza sıkı sıkıya
Hepsi aynı kandilin ışığıdır.
sarılın. Her şey Tanrınındır!" ("Papalagi Tanrıyı Yoksullaştırmış"
Hep aynı şeyi söylerler.
başlıklı bölüm, s. 58-64).
Tanırsınız onu; babanızı tanıdığınız gibi tanırsınız. Dinle beyaz adam! O n u bir tek sen tanıyamıyorsun.
Ey Samoa yerlilerinin bilgesi Tuiavii! Işığını g ö r d ü m , mesajını
Gözlerindeki ve kulaklarındaki perdeyi kaldır.
aldım. Her an bir iş ve oluşta olana yemin olsun ki, insanoğluna
Sağır, kör ve dilsiz olmaktan kurtul.
ilham ederek, perde gerisinden ve elçi seçip vahiy ederek her daim
Belki o zaman anlarsın "beyaz adam."
seslenene yemin olsun ki tanıdım. İspanyol iç savaşındaki anarşist kadınların mücadelesini anlatan Libertarias filmindeki son sahne gibi tanıdım. O r a d a da kiliseden ayrılarak anarşist kadınlara katılan bir rahibe, askerlerce kendisi gibi tecavüze uğrayan, üstelik de boğazı
242 340
(Tavsiye kitap: Göğü Delen Adam; çev. Levent Tayla, Ayrıntı, 7. basını, İst. 2010). (Tavsiye film: Libertarias; yön. Vicente Aranda, İspanya, 1997)
SOSYAL İSLAM Şunu u n u t m a y ı n ki; yakınlık bağları (aile, yakın ç e v r e , komşular, a r k a d a ş çevresi, mahalle) ç ö z ü l d ü k ç e p u s u d a b e k l e y e n bankaların eline d ü ş e c e k s i n i z . H e r C u m a i m a m m i n b e r d e n ş u ayeti o k u y u p ö y l e iniyor:"Allah adaleti, ihsanı ve yakın çevrenizi (zi'l-gurba) gözetmeyi/vermeyi emrediyor." (Nahl; 90) Fakat dinleyen kim, anlayan n e r e d e ? İnsanların a r t ı k kendi a n n e , baba, a k r a b a , k a r d e ş ve a r k a d a ş ı n a bile parasını v e r e m e y i p g ü v e n içinde b a n k a l a r a g ö t ü r ü p yatırmasının, hangi ç ö z ü l m e , yalnızlaşma ve a r k a s ı n d a n gelen k o r k u (havf) ve kaygı (huzn)'dan beslendiği sanırım anlaşılıyor. Bu, t o p l u m d a k i yakınlık bağlarının (zi'l-gurba) yani "sosyal"in ç ö k ü ş ü d ü r . B u r a d a o r t a y a k o n a n İslam'ın " s o s y a l " içeriğinin n e a n l a m a geldiğini t e k r a r d ü ş ü n ü n . D ü ş ü n m e k l e kalmayın güncelleştirin. İşte bu kitap, yalnızlaşmış, bir başına kalmış (birey!) y u r d u m insanının b o y n u n a geçirilen t a s m a l a r ı n , zincirlerin, b o y u n d u r u k l a r ı n nasıl kırılıp atılacağının ve p r o f e s y o n e l hırsız ş e b e k e l e r i n i n ellerinin t o p l u m d a n nasıl kesileceğinin de panzehiridir. Bunun yolu "Sosyal İslam" anlayışının siyasi, e k o n o m i - p o l i t i k o l a r a k da diriltilmesidir. Böylece b o y u n d u r u k l a r kırılacak, k ö l e l e r ö z g ü r l e ş e c e k , yoksullar d o y a c a k , açların yüzü g ü l e c e k v e e z i l e n l e r y e r y ü z ü n ü n ö n d e r i olacaktır. İlahî vaat bu y ö n d e ve g e r ç e k l e ş m e k için bir " k e n d i n d e n z u h u r " beklemekte.
19TL www.destekyayinlari.com