(tr) kara mecmuA #9-Türkiye'nin AB macerası From kara mecmu-A Date Tue, 8 Apr 2003 11:47:34 +0200 (CEST) ________________________________________________ A- I N F O S H AB E R S E R V İ S İ http://www.ainfos.ca/ http://ainfos.ca/index24.html ________________________________________________ Kara MecmuA dergisinin Nisan-Mayıs 2003 sayısında da yayınlanan aşağıdaki yazı, Almanya'da aylık olarak yayınlanan anarşist gazete Graswurzelrevolution (Otkökü Devrimi) için yazılmıştır. ---------------------------------(Batur Özdinç) Türkiye'nin AB macerası Geçenlerde biri İngiltere'de diğeri Türkiye'de yaşayan iki anarşistin AB konusunda tartışmasına tanık oldum. Londra'dan gelen Türkiye kökenli yoldaşımız klasik anarşist argümanla AB karşıtı bir yaklaşım sergilerken, Ankara'da yaşayan sendikacı yoldaşımız ise -politik değil ama daha çok kişisel kaygılarla- Avrupa Birliği'ne girildiğinde ekonomik ve politik anlamda gerçekleşecek olumlu gelişmelerden dem vuruyordu. Bir Türk atasözüne göre "Denize düşen yılana sarılır." Türkiye'nin AB üyeliğinden yana olanlar henüz bu yılanın farkında değiller; farkında olanlara göre ise AB'nin Hıristiyan bir klüp olması (1) ve gereğinden fazla demokratlığı (Türkiye karşıtı yıkıcı-bölücülere desteği) dışında fazlaca "yılanlığı" bulunmuyor. Daha ileri gidip AB'ye girdikten sonra Türkiye'nin artık ABD'ye ihtiyacı kalmayacağını söyleyenler çıkabiliyor. Kuşkusuz bu kişiler TC'nin NATO ve Avrupa Ordusu tartışmalarında ABD ve İngiltere, Ortadoğu politikalarında ABD ve İsrail ile birlikte hareket ettiğini görmezlikten geliyorlar. (2) Ordu demişken TC'nin yönetimsel kararlarında belirleyici kurumlarında birisinden söz ediyoruz. Yürürlükte olan 1982 Anayasasına göre, on üyesinin yarısı üst düzey komutanlardan oluşan Milli Güvenlik Kurulu, Bakanlar Kurulu'nun bile üzerinde bir konumdadır ve MGK'nın aldığı "kararlar Bakanlar Kurulu tarafından öncelikle dikkate alınır". (3) MGK, bu gücüne dayanarak 28 Şubat 1997'de aldığı kararlar sonrasında İslamcı partiyi iktidardan uzaklaştırmaktan çekinmemişti. Avrupa Birliği sürecinde bu gücünü kaybetme riskiyle yüzyüze gelen ordu, "Türkiye'nin" (kendisinin) yüksek menfaatlerini
zarara uğratmadan AB'ye girme yanlısı bir çizgide yer alıyor. Demokratikleşme ordunun fazlaca umurunda değil, kendi gücüne zarar gelmediği ve yapılan reformlar "muhaliflerin" reformize edilmesine katkıda bulunduğu sürece ordu demokratikleşmeye fazlaca ses çıkarmaz. (4) Demokratikleşme; AB'ye giriş sürecinde ekonomik reformlar ile birlikte önemsenen konular arasında yer alıyor. Türkiye topraklarında yaşayan muhalif kesimlerden Kürt hareketi ve İslamcıların büyük bir bölümü demokratikleşme bağlamında AB'ye girmekten yanalar. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Marksist solcularla birlikte en çok baskı ve işkenceye maruz kalan gruplardan olan Kürtler (daha doğrusu PKK-KADEK, "yurtsever" Kürtler) hem kendi "azınlık" haklarını sağlama bağlama hem de önderleri olarak gördükleri Abdullah Öcalan'ın asılmamasını güvence altında alma açısından demokratikleşme (AB) taraftarı bir tutum içerisindeler. Benzer şeyler gelişmelerine devletin uzun süre ses çıkarmadığı, ancak mevcut rejim açısından bir tehdit unsuru olmaya başladıklarına karar verildikten sonra politika yapmaları engellenmeye çalışılan İslamcı hareket açısından da geçerli. Onlara göre AB, Hıristiyan kulübü olarak görünse de (hatta gerçekten öyle bile olsa), Kemalist (=dinsiz) orduya tercih edilebilir. Gazetelerde çıkan haberlere bakılırsa iktidardaki "İslamcı-demokrat" AKP, Avrupa Hıristiyan Demokrat Partileri Birliği'ne katılmayı tartışıyordu. (5) Oldukça fazla sayıda legal-illegal parti, örgüt ve gruptan oluşmasına rağmen -seçim sonuçlarına bakılırsa- politik arenada ancak yüzde üçlük bir desteği olan Marksist-sosyalist sol ise, AB konusunda kararsız görünüyor. Bir yanda demokratikleşme-sivil toplumculuk çizgisine yaklaşan sıkı AB yanlıları, arada sessiz veya kararsız kalmayı tercih edenler, diğer yanda nasyonalist sol söylemden hareketle AB karşıtı bir tutum takınan "İşçi" Partisi. Türkiye burjuvazisi de şaşırtıcı şekilde AB süreciyle birlikte birdenbire demokrat kesiliverdi. Türkiye kapitalist-burjuvazisi Türkiye Platformu adıyla gazetelere boy boy ilanlar verip daha fazla demokratikleşmeden ve yapısal reformlardan dem vurmaya başladı. Kuşkusuz kapitalistler sendikal haklar, iş güvencesi yasası gibi sosyal düzenlemelerden çok, ifade özgürlüğüne ilişkin AB'nin gözünü boyamaya yetecek düzenlemelerden bahsediyor. Zaten kapitalist-burjuvazi "demokratlık" konusunda kendi ekonomik çıkarlarına hizmet ettiği sürece samimi olabilir. Onların demokratlığı ABD'nin Irak'ta girişeceği katliamlara göz yummaktır. (6) Onların demokratlığı AB'ye giriş sürecine paralel olarak açılacak yeni pazarlardır; Polonyalı köylüleri istihdam edecek Beko fabrikaları açmaktır, Efes Pilsen'in Slovak gençler tarafından aranan bir bira markası olmasıdır, Telsim'in Macaristan'da yeni bir telefon şirketi kurmasıdır. Benzer bir süreç yakın geçmişte Yunanistan'la ilişkilerin düzeltilmesi kampanyaları sırasında da yaşanmıştı. "Ticari" ilişkilerimizi geliştirmek
gibi ulvi amaçlarla yola çıkan Türk ve Yunan işadamları iki halk arasındaki düşmanlığı yaratanların politikacılar olduğunu söylüyor ve bölgemizdeki potansiyelden söz ediyorlardı. Devlet sınırlarının beyhudeliğine inanan biz anarşistlerin bu geleneksel sahtekarlıklara kanacağını kimse beklemesin. (7) Bulgaristan, Arnavutluk, Romanya, Makedonya gibi ülkelerdeki Türk-Yunan yatırımlarıydı üzerinde konuşulan konular; nereyi daha çok sömürebiliriz, kârımıza nasıl daha çok kâr katabiliriz - asıl mevzu buydu. Türkiye burjuvazisi ekonomik kaygıları nedeniyle Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Orta Doğu'ya yayılan sömürü alanını daha da genişletmek istiyor. Türkiye'den önce AB'ye alınması beklenen Doğu Avrupa'yı da kapsamak ve Batı Avrupa'da mal ve hizmetlerinin satışını arttırmak. Sağ-liberal politikacılarımızdan birisi Türkiye'nin bu yayılmacı hedeflerini tanımlarken -epeyce büyük bir gaf yaparak- Hitler'in kullandığı "liebensraum" sözcüğünü kullanmaktan çekinmemişti. (8) Türkiye (aynı zamanda AB ve Yunanistan) açısından önemli sorunlardan birisi de Kıbrıs'tı. "-tı" diyorum çünkü bu konu kaçınılmaz şekilde bir çözüm sürecine girdi bile. 1974'te adanın kuzeyini işgal ederek kendi güdümünde bir yönetimi işbaşına getiren TC, AB süreciyle birlikte yolun sonuna geldiğini anlamaya başladı. Kıbrıs'ın AB'ye katılımı Türk Ordusu'nun AB topraklarının bir bölümünü işgal altında tutmakta olduğu gerçeğini de gözler önüne serecek. İşgal altındaki topraklarda görülmemiş sayıda insanın katıldığı mitingler yapılıyor, işgalcilere karşı pankartlar açılıyor, sloganlar atılıyor. Bütün bu gelişmeler sonrasında Türkiye de Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla geleneksel Kıbrıs politikasından vazgeçtiğini açıklamak zorunda kaldı. (9) Böylece off-shore bankaları ve kumarhaneleriyle Türkiyeli mafya-devlet-burjuvazi üçgeninin buluşma mekanı olarak kullanılan Kuzey Kıbrıs AB'ye altın tepsi içinde sunulmuş oluyor. Yine de bu konuda yoğun pazarlıklar ve diplomatik oyunlar bir müddet daha sürecek. Sonuç olarak Kıbrıs, Türkiye'nin AB'ye vermeyi göze aldığı tavizlerin başında geliyor. Peki Türkiye'nin girmeyi düşündüğü AB gerçekten de demokrasi ve insan hakları gibi konularda sütten çıkmış ak kaşık mı? Bana öyle geliyor ki Avrupa Projesi'nin temel argümanlarından olan çeşitliliklerin biraradalığı ve farklılıklara saygı birazcık da her bir üye devletin kendi "ulusal" çıkarlarını korumak kaygısıyla geliştirildi. Avrupa tarihinde belirleyici yeri olan ve kısmen de olsa başarıya ulaşan toplumsal muhalefet hareketlerinin ve çalışan kesimlerin mücadelesinin demokratik kazanımlar bağlamındaki katkıları gözardı edilemez. Ancak bütün bu hareketler ne Europol projesinin geliştirilmesini ne de göçmenlerin görmezlikten gelinmesini engelleyemedi. Yunanistan'da molotof atan bir Yunan anarşiste, sokak ortasında vurulan bir Arnavut göçmenden daha fazla müsamaha gösterilebilir. Alman polisine sorarsanız gösteriye katılan bir Alman otonomcu "pislik" bir Türk'e tercih edilebilir. Benzer biçimde geçtiğimiz
günlerde Türk Emniyeti de sınırı geçmeye çalışırken yakalanan mülteciler için harcadığı paralardan yakınmaktaydı. Türkiye topraklarından yazan birisi olarak göçmenlerden söz ederken çileli yolculukları sırasında yakalanan, tutsak edilen, sürülen, aşağılanan, yaralanan ve ölen/öldürülen yüzbinlerce çaresiz insanı anmadan geçmek istemem. Gemi mahzenlerinde, TIRların konteynırlarında, Akdeniz sularında boğulup giden onbinlerce zavallı insan. Günün birinde TC AB'ye üye olursa, Anadolu'nun güneyinden ve doğusundan "AB toprakları"na girmeye çalışan göçmenler de muhtemelen aynı kaderi paylaşıyor olacak. Bizler için önemli olan AB'ye katılımın yalnızca bu topraklarda değil, bölgemiz ve tüm dünyadaki yoksullar, çalışanlar kesimler ve ezilenler açısından ne anlam ifade ettiğidir. Demokratikleşme eğer sadece yasalarda kalacak ve her zamanki gibi "sınırlanacaksa" - örneğin çıkan yasalara rağmen Kürtler uygulamada hâlâ kendi dillerini öğrenme özgürlüğüne sahip değillerve eğer AB'ye katılım ekonomik açıdan bizlerin daha fazla refah içinde yaşaması için diğer ülkelerdeki çalışanların ve yoksulların daha fazla sömürülmesi anlamına gelecekse AB bizim için hiçbir şeydir. Dipnotlar: 1- Aralık 2002'deki Kopenhag Zirvesi öncesi Berlusconi'nin Türkiye'ye destek vermesine kızan Papa, İtalyan parlamentosuna kadar gidip "Hıristiyanlığın Avrupa'nın temel değerlerinden birisi olduğunu" belirtmekten çekinmedi. 2- Ağustos-Eylül 2002 tarihli Birikim dergisinde yayınlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin "basına sızdırılmayan" tek maddesi muhtemelen TC'nin ABD karşıtı kaygılarını içeren maddeydi. TC'nin ABD'den ne kadar ürktüğünü gösteren ilginç bir örnek. 3- Anayasanın 118. maddesi 4- Mehmet Bal'ın vicdani ret açıklaması konusunda "soruşturma açılmasında gerek duyulmadığını" belirten Askeri Savcılık kararında mevcut yasalara göre "zorunlu askerlik hizmeti"ne de vurgu yapılıyordu. Özetle, ordu diyor ki: "Ne derseniz deyin, yine de askerlik yapmak zorundasınız!" 5- 18 Ocak 2003 Milliyet gazetesi 6- Ocak ayında ABD'nin Ankara Büyükelçisi Pearson'la öğle yemeğinde biraraya gelen TÜSİAD üyesi işadamları, mevcut iktidarı Irak konusunda ABD'ye koşulsuz destek vermeyerek pasif bir politika izlemekle suçladılar. 7- Chomsky'den alıntı; Red & Black Revolution dergisinin 2. sayısındaki söyleşi. 8- Alman ekolünden gelen Mesut Yılmaz; eski başbakan ve ANAP genel başkanı. 9- 9 Ocak 2003 Hürriyet gazetesi