|1
Ruh-Beden Tarihinden Bilinç-Beyin Tarihine Antikçağdan Bilincin Yeniden Keşfine 2000 Yıllık Bir Öykü
Dr. Sultan Tarlacı Nöroloji Uzmanı 2010
|2 Önsöz… Bilimin tüm dalları tarihsel olarak iç içedir. Her ne kadar günümüzde çok alt birimlere ayrılsa da... Ruh-beden ve zihin-bilinç-beyin tarihi konusu uzun bir konu olarak ele alındı. “Ruh-beden/zihin-bilinç-beyin” tartışmaları tarihsel süreçte, din bilim, felsefe, psikoloji, sinirbilimi, matematik ve fizik konusuyla sıkı ilişki içindedir. Dolayısıyla, bu konu aynı zamanda belirtilen bilim alanlarının da tarihidir. Değişik alanlardaki bilimsel gelişmelerin, kendilerinden çok uzak görünen bilimsel alanlar üzerine etki ederek, o alanlara yeni düşüncelerin ortaya çıkmasına nasıl sebep oldukları açık olarak görülecektir. Zamansal süreçte, bilimsel yöntem ve bakışının nasıl değiştiği ve şimdiki tartışmalarımızın çok da farklı boyutta olmadığını göstermek, gelecekte nelerle karşılaşabileceğimizi ortaya koymak esas amaçtır. Geçmiş 2500 yıl boyunca doğrudan olmasa da felsefeciler düşünce üretmişlerdir. Geçmişi tekrardan kaçınmak amacı ile geçmişte söylenenlere göz atılmalıdır. Yoksa birçok keşfi ya da fikri yeni zannedebiliriz. Yine yüzyıllar öncesinde sorulmuş soruların çoğu hala gündemdedir. Sorular aynı olmasına karşın yanıtlarda değişiklikler vardır. Değişimi görüp geleceğe yönelik çıkarımlar da yapabiliriz. Bu bilimin mevcut durumu hakkında bizde daha iyi bir anlayış oluşturacaktır. Felsefe tarihini dikkate almadan felsefe problemlerini irdelemenin asla imkânı yoktur. Bu tarih aynı zamanda kültürel, dinsel ve sosyal etkilerin de tarihidir. Akla uygun bir şeyler söylemek için tarihçeyi göz ardı demeyiz. Geriye bakma aynı zamanda şu an içinde bulunduğumuz durumu daha iyi anlamamızı sağlayacak ve geleceğe yansıtmalar yapabilmemiz mümkün olacaktır. Halen kullanmakta olduğumuz kavramlar temelde yüzyıl başlarında oluşturulmuştur ve “kavramsal kökenlerimiz”i bilerek aynı yanlışlara düşmemek gerekir. Kafamız buluşların yeniliği ile meşgulken geçmişten bir şeyler öğrenme fırsatını kaçırmamak için tarihsel kaynaklarımızı unutmamak zorundayız. Bu aynı zamanda bilimin tarihidir. Bu nedenle konu geniş tutulmuştur. Düşünce adına ortaya dökülmüş her şey olmasa da, boş sözlerden (flatus vocis) kaçınarak, açmazları da göstererek, öznelci kuramları da ele alarak olabildiğince geniş tutuldu. Kişilerin biyografilerine değil, ana fikirlerine yer verildi. Yine tüm ilgi alanlarındaki çalışmalarına değil, daha çok zihin-bilinç/beyin konusundaki görüşler ele alındı.
Dr. Sultan Tarlacı
|3 Mademki ruhu inceliyoruz, aynı zamanda ardından çözmek zorunda kalacağımız sorunları ortaya koymak konusunda herhangi bir öğretiyi öğreten bizden öncekilerin kanılarını, geçerli olandan yararlanmak ve öyle olmayandan sakınmak amacıyla devşirmek gerekir. Aristoteles, “Ruh Üzerine” Düşünce tarihi unutulan, hatta unutturulmuş düşüncelerin de tarihidir. M. Foucault Henüz dünyada belli bir son bildiren hiçbir şey olmadığı gibi, dünyanın en son sözü de, dünya üzerine en son söz de henüz söylenmiş değildir; dünya açık uçlu, bütünüyle de özgürdür, her şey hala gelecekte yatıyor, hep de gelecekte yatacak. Dostoyevski
|4
Ruhun Ortaya Çıkışı 3500 yıl önce, Nil’in güneşin battığı yakası, Mısırlıların inancına göre ölümlülerin ruhlarının öbür dünyaya en çok yaklaşabildiği noktaydı. Mısır inancına göre, bedenin yanında ruhtan oluşan bir yapı daha vardı. Ka, Mısır dilinde “çift” anlamına gelen ve dölleme gücünü, yaratıcı ve koruyucu işlevleriyle, yaşamsal enerjilerin tümünü belirten bir ifadedir. Sembolü, iki kalkık kol biçimindedir. Yaşamın da gücü olan Ka, gömüldükten sonra Ba (ruh) olarak bedeni terk eder. Şahin başlı Horus Ba’yı ateş ve kobra kapılarından geçirip hüküm mekânına getirir. Burada, ölenin vicdanını içeren kalbini bir teraziye yerleştirir ve karşısına da bir tüy koyar. Kalp ile tüy dengede kalırlarsa, Ba ile Ka birleşip, Osiris’in hükmettiği aydınlık âleme geçip bir ruh (Ak) olurlar. MÖ 2000 yıllarına ait papirüslerde kalp bütün organların merkezi olarak kabul ediliyordu. Mısırlılarca, sinir sisteminin yaşamsal önemi ve işlevi bilinmemekle birlikte, yazılı tarihsel kayıtlarda geçen en eski “beyin” ifadesi MÖ 1300’lerdeki Edwin Smith Papirüsü’nde geçer. Bu kayıtta beyin kelimesi sekiz kez geçer ve kafa kemiğinde kırık olan iki hastanın tanısı, klinik seyri, tedavisinden bahsedilir. MÖ 600’larda, bütün vücut kanalları ve damarlarının kalbe bağlı olduğuna inanılıyordu. Bu doğruydu; ancak, yanlış bir çıkarım olarak, kalbi bütün düşüncelerin merkezi olarak kabul etmişlerdi. Kişinin yapıp ettiklerinin kayıtlı olduğu kalp, bu nedenle tüy ile karşılıklı teraziye konuyordu.
|5
Şekil. MÖ 1500 yılında Mısır’da kaleme alınmış olan Edwin Smith Papirüsü’nde şöyle yazar: “Eğer boyun incinmesi almış bir kişiyi muayene ederseniz... ve her iki kol ve ayağında hissin kaybolduğunu, bunları hareket ettiremediğini ve onun idrarını tutamadığını tespit ederseniz... Bu bir boyun omurgasının yer değiştirmesinin neden olduğu omurilik kesilmesinden dolayıdır. Bu tedavi edilemeyen bir durumdur...”1 Yandaki hiyegrolif, tarihte ilk yazılı BEYİN kelimesidir. Sağdan sola doğru okunur. Resim yazısı “üzerinde saçı ve iki kulağı olan kafa açılıp-kesildiği zaman içinden uçup giden kuş-şey” olarak okunabilir. Uçup giden şey, bilinç-ruh ya da canlılığı sağlayan şeydi (Çizim: Tarlacı).
Destanlardan ve kahramanlık öykülerinden biliyoruz ki, Sümerler ve onların Mezopotamya’daki takipçileri yaşam, hastalık, ölüm, ruh konuları ile yakından ilgilenmekteydiler. Ancak, şu da kesindir ki, Sümerler tam anlamı ile bir felsefe sistemi geliştirememişlerdir. Bilim ve hakikatin esası ile ilgili hiçbir soruyu ortaya atmamışlardır. Felsefenin dalları olan bugünkü bilimlerle ilgili önemli katkıları olmamıştır. Evren ve insan hakkındaki araştırmaları ve düşünceleri asla felsefi olmamıştır. Sümer felsefesi, onların dininden, mitolojilerinden, destan ve ilahilerinden çıkarılabilir.2 Mezopotamya hikâyelerinde de yaratılmış olan insan, tanrının kanı veya “özü” gibi tanrısal bir unsur ile Dünya’nın “kil”inin karışımından yapılmadır. Sümerce olan “lulu” kelimesi ile bu ifade edilir ve “karıştırılmış olan” anlamına gelir. Genelde “can” diye çevrilen İbranice terim “nefeş”tir (bizim dilimizdeki nefs buradan gelir). Canlı bir yaratığı canlandıran ve öldüğünde onu terk eden, elle tutulamaz “ruh”tur. Sümerce, Şİ-İM-Tİ’den gelen “şimti”, “nefesrüzgâr-yaşam” anlamına gelir. Akadca kelime olan ve benzer Edwin Smith Surgical Papyrus, Case 31. Thebes, c. 1550 BC. Breasted, J. H. (ed.) The Edwin Smith Surgical Papyrus.The University of Chicago Press, 1930. Kramer SN. Tarih Sumer’de Başlar. Çev: Çiğ Mİ. Türk Tarih Kurumu Yay.1998; 63
1 2
|6
anlamda kullanılan “napiştu” kanda ele geçmeyen “bir şey”i ifade eder. Gerçekte, Sümerlerde ilahi unsur sadece tanrıların üflediği değildi. Çünkü daha temel ve kalıcı bir şey daha vardı: TE-E-MA. Harfiyen “hafızayı yerinde tutanı barındıran” anlamına gelir. Akadca “ruh” olarak çevrilen “etemu”nun benzeridir. Bunlara ek olarak; UR (ruh, esas gövde) NÍ (benlik, beden, birinin kendisi), Zİ (soluk alma, yaşam soluğu, ruh) UR-SA (karaciğer, ruh) ifadeleri de Sümer dilinde vardır.3
Ölüm: ayağa kalk ölmedin. Yaşama gücün (Ka) ebediyen seninle olacak
Ebediyet: ey dünyadayken benim olan kalbim, bana karşı tanıklık etme, yüce tanrının yanında beni dava etme
Hüküm: işte hakiki şeklimle, yaşayan bir ruh olarak gökyüzüne çıktım. Yüreğimin emeli sonsuza dek bu topraklarda yaşayanlar arasında olmak.
Platon Felsefe tarihi ve hatta bilimsel düşünüş tarihi Platon (MÖ 427347) ile başlar. Ruh-beden tartışmaları esas olarak, Fedon/Ruh Üzerine4 (MÖ 360) adlı eserinde gözlenir. Bu eserdeki ifadeleri hocası olan Sokrates’in (MÖ 469-399) görüşleri olarak nitelenebilir. Yunanlı filozof Sokrates “En önem taşıyan şey, insanın ruhudur; çünkü bu ruh, evrenin tümel ruhundan bir parçadır, ezeli ve ebedi vasıflara haizdir” diyerek, onu cisimden
3 4
John A. Halloran. Sumerian Lexicon, Version 3.0. 1999. Platon. Savunma-Fedon. Çev. A.Yardımlı, D.Canefe. İdea yay. 1997.
|7
ayrı tutar. Ona göre, âlem ruhunun bir parçası olan insan ruhu ölümsüzdür ve tanrısaldır. Platon, Fedon’da geniş olarak ruhu ve bedeni tartışma konusu yapar. Uyanıklığın uykunun karşıtı olması gibi, yaşamın karşıtı ölümdür. Bedenin karşıtı da ruhtur. Bu Platon’daki karşıtlar düşüncesidir. Karşıtların her ikisi ruh ve beden gibi birbirinden yaratılır. Uyanıklığın uykudan, uykunun uyanıklıktan yaratıldığını ve yaratma süreçlerinin birinci durumda uyanma ikinci durumda uykuya dalma olduğunu öne sürer. Platon’a göre ruhlarımız biz doğmadan önce vardır. Tüm ruhlar eşit olarak yaratılmıştır. Ruh görülemez ve beden görülebilir olandır. “O zaman ruh bedenden daha çok görülemez olan gibidir ve beden daha çok görülebilir olan gibidir.” Görülemez olan zaman içinde bir değişime uğramadığı halde, görülebilir olan beden sürekli olarak değişime uğrar. Cisimsel olan beden tümüyle çözülebilir-yok olabilir olmasına karşın, ruh bütünüyle çözünemezdir. İnsan öldüğünde dünyada kalan çözünebilir parçası olan bedeni çözünür ve bozunur. Ama görülemez olan parçamız olan ruh, görülemez ayrı bir yere, Tanrının dünyasına gider. Oraya vardığında ise mutludur ve yanılgıdan, budalalıktan, korkudan, kötülüklerden özgürdür. Ruh kendisiyle birlikte diğer dünyaya eğitiminden ve yetiştirilmesinden başka bir şey götürmez. Platon, Fedon’da ruhun başka bedenlere ve hayvanların bedenlerine göçünden (ruh göçü) de bahseder. O’na göre, hayatlarında kendilerini oburluk, zorbalık ve sarhoşluğa verenler büyük bir ihtimalle eşeklerin ya da diğer hayvanların bedenlerine geçeceklerdir. Dolayısıyla ruh birçok bedeni eskitir. Ruh herhangi bir yolla bedeni kullansa, o zaman beden tarafından hiçbir zaman aynı kalmayan şeylere çekilir. Ruh ve beden bir arada birleşmişken, doğa bedeni hizmet etmeye ve yönetilmeye, ruhu yönetmeye ve efendi olmaya belirler. Ancak, sadece ruh bedeni kullanmaz, bedenin de ruh üzerine etkisi olur. “Ruh bedenin duygularına boyun mu eğer yoksa onlara karşı mı çıkar? Demek istiyorum ki, beden ateşli ve susuzken, ruh ona karşı çıkıp onu su içmekten, açken yemek yemekten uzağa çekmez mi ve ruhun bedene sayısız başka yollarla karşı çıktığını görmez miyiz? Elbette.”
|8
Platon algılar konusunda şüpheci davranır. Gözlerin, kulakların ve öteki duyuların aldatmacalarla dolu olduğunu belirtir. Varlığın kendisi konusunda da kendi düşüncelerinden başka hiçbir şeye güvenilmemesini ve başka araçlarla gördüklerinde ve içlerinde göründükleri çeşitli nesnelerle birlikte değişenlerde hiçbir gerçeklik olmadığına, çünkü bu türden her şeyin görülebilir olduğuna ve duyular yoluyla ayrıldığına, oysa ruhun kendisinin görülmez olanı ve düşünülebileni gördüğüne inanılmasını öğütler. Bu dünyadaki nesneler, değişen, kendilerinde karşıt yüklemleri barındıracak şekilde, eksikli, göreli, bağımlı ve bileşik olan şeylerdir. Beş duyu yoluyla algılanan bu nesneler, Platon'a göre, gerçekten var değildir. Onlar değişmeyen, mutlak ve kalıcı bir gerçekliğin yalnızca görünüşleridir. İçinde yaşadığımız duyusal dünyadaki şeyler her bakımdan değişseler bile, bu dünyanın yine belli ölçüler içinde gerçek ve kalıcı olan yönleri vardır. Her bakımdan değişmeye uğrayan bu dünyada, en azından birtakım matematiksel özellikler değişmeden aynı kalır. Çağrışıma ve öğrenmeye de değinen Platon, çağrışımı şöyle ifade eder:
“Eğer bir insan bir şeyi işittiği ya da gördüğü ya da başka herhangi bir yolda algıladığı zaman, yalnızca o şeyi bilmekle kalmıyor, ama ayrıca başka bir şeyin de algısını taşıyorsa ve bunun bilgisi aynı değil ama ayrı ise, algının taşıdığı şeyi anımsıyor demede haklı değil miyiz?” Öğrenme ise anımsamadan başka bir şey değildir ve “şimdi anımsadıklarımızı zorunlu olarak önceki bir zamanda öğrenmiş olmamız gerektiğini” gösterir. Ruh ve beden arasındaki birlikteliğin nasıl olduğu problemini, Plato geometrik esas terimleriyle ifade eder. Elementlerin kendilerini, geometrik şekillerini temel bir yapısal birim olarak kabul ederek, bedenin üçgenler gibi geometrik şekillerden oluştuğunu öne sürdü. Bu geometrik şekillerin uygun olarak bir araya gelmeleri bedeni oluşturuyordu ve ruh ile bedenin bir arada olmasına imkân veriyordu. Bu bağlanmayla
|9
oluşan ruh-beden ikilisi hareket gibi yaşamın göstergesi oluyordu. Timaeus'ta ruhun kafatası ve omurilik boşluklarında en saf olarak bulunduğunu öne sürer. Bu bölgeler de "ilik" olarak görünür ki, biz bunu bugün beyin ve omurilik olarak adlandırmaktayız. İlik birincil yaşam malzemesidir ve dört elementten oluşmaz. Daha ziyade temel geometrik yapılardan olan üçgenlerden oluşur. Ruhun Tanrı tarafından bedene üstün yaratıldığını ve ruhun egemen olmak gibi bir isteği olduğunu da öne sürer: “ruh, egemen olmak, buyurmak için, vücut da boyun eğmek için oluşturulmuştur... Şunu açıkça söylemek gerekir ki, ruh bütün varlıkların içinde zekâya sahip olabilecek biricik varlıktır; hem ruh gözle görülmez; oysa ateş, su, toprak ve hava, hepsi de gözle görünen cisimlerdir.” Sonuçta, Platon’a göre ruh bedenden farklı, üstün ve ayrıdır.5 Antikçağ Ne Demektir? Tarihsel çağların başlangıcından, Roma imparatorluğunun çöküşüne kadar olan dönemi kapsar. Genellikle, Yunan-Roma uygarlıklarını hatırlatır. Üç önemli yerel kısma ayrılır. 1. Tarihöncesi antikçağ; Bilgilerin dolaylı kaynaklara dayandığı tarihöncesi, 2. Doğu antikçağı: Eski Doğu ve Ön Asya uygarlıklarının tarihi, 3. Hıristiyan antikçağı: Geç imparatorluk (284385) dönemi için kullanılır. Antikçağdan Ortaçağa geçiş tarihi tartışmalıdır. Ancak, Doğu imparatoru Ramulus’un tahttan indirildiği MS 476 olarak kabul edilir.
Hipokrat Antikçağın büyük hekimlerinden olan Hipokrat (İstanköy 460Larissa 377) zamanının tıp bilgisini özümseyip, klinik uygulamaya koyan ilk kişidir. Elbette ki, zihin ve beyin adına ilk söylemleri de Hipokrat’ta aramamız gerekir. “Şunu biliniz ki keyif, sevinç, kahkaha, neşe ve üzüntü, acı, ümitsizlik ve keder yalnızca beyinden çıkar (kaynaklanır). Özellikle düşünme, anlama, görme ve işitmeyi, neyin doğru neyin yanlış olduğunu, neyin tatlı neyin acı olduğunu öğreniriz... Daha da ileri olarak 5
Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 10
beyinle kızgınlaşır, saldırgan oluruz, korkar ve endişeleniriz, rüya görürüz, beklenmedik hatalar yaparız, yersiz sıkıntılar yaşarız, hata yaparız, deneyim yaşamak isteriz. Beyin sağlıklı olmadığı zaman; aşırı sıcak, aşırı soğuk, aşırı nem ve aşırı kuruluk gibi şeylerin tümünden etkileniriz” diyerek tüm deneyimlerimizin beyinden kaynaklandığını belirtir. Aristoteles Aristoteles’in (MÖ 384-322) psikoloji konusundaki iki temel eseri vardır: varlık konusundaki ünlü eseri Metafizik ve diğeri Ruh Üzerine, Peri Psykhe veya Latince De Anima’dır. Aristoteles’in en önemli özelliği, onun sağduyuya olabildiğince yakın bir düşünür olmasıdır. Metafiziği çok büyük ölçüde mantık konusundaki görüşlerine ve biyoloji alanındaki çalışmalarına dayanır. 'Var olmak' onun gözünde, hakkında konuşulabilecek ve tam olarak tanımlanabilecek bir şey olmaktır. Buna karşın biyoloji alanındaki çalışmaları açısından, 'var olmak' dinamik bir süreç, bir değişme süreci içinde olmak anlamına gelir. Var olan her şey somut bir birey olarak var olur ve her şey maddeyle formun bir birliği olarak ortaya çıkar. Aristoteles, beden ve ruhun işlevleri hakkında kökten farklı bir bakış açısı geliştirmiştir. Aristoteles’e göre, ruh ya da psyche göz önüne alınması gereken bir yapıdır. Bu yapı düşünceler için akıldan oluşur. Neden yapıldığı, hareketi nasıl yaptığı, onu ortaya nasıl koyabileceğimiz ve onun var oluşunun son akıl gibi kavramları oluşturmuş ve sorgulamıştır. Kaslarımızı ele alacak olursak; kas liflerinden yapılır, etkisel neden bu liflerin bir araya gelmesine neden olur ve kasın kendi yapısını oluşturur. Sonuçta oluşan bu kas kasılarak uzuvda hareket oluşturur. Organların yapısı veya ruh bir materyal değildir; fakat organların doğasındadır ve organlardan ayrı olarak var olamaz. Bu yolla Aristoteles, Platon'un yaptığı "zihinsel" ve "fiziksel" ayrımdan farklı olarak "yaşayan" ve "ölü" ayrımını öne sürer. Bu nedenle, zihin kavramı Aristoteles’te geniş bir tartışma alanı bulmaz. Ona göre, ruhun yaşayan bir şeyden kaybı, var oluşunun sonlanmasıdır.
| 11
Aristoteles, Ruh Üzerine adlı eserinde konuya geniş yer verir. Önce sorularla ve geçmiş felsefecilerin fikirlerini ele alarak başlar. “Ruhun bölünebilir ya da bölümsüz olup olmadığının da açıklanması gerektiğini öne sürer ve türleri-cinsleri ile farklı mıdırlar?” diye de sorar. Ruh üzerine olan tartışmaların ve incelemelerin sadece insan ruhuna yönelmiş olmasından da yakınır.6 Bu nedenle de ruha sahip varlıklarının tümünün ortak olup olmadığını ya da ruhun kendine özgü varlık olup olmadığını sorar. Ruhun bedensiz olmadığına da değinir: “Olayların çoğunda ruhun, bedensiz hiçbir duygulanıma uğrayamadığı veya bunu deneylemediği görülüyor… Yine de özellikle ruha özgü görünen bir işlem oluyorsa; bu düşünme eylemidir; fakat o bile… bir beden olmaksızın var olamaz.” Ruh aynı zamanda en üstün ve temel devindiricidir. Bu arada kendinden önceki ya da dönemdaşı felsefecilere de değinmeden geçmez. Anaksagoras’ın ruhla zekâyı aynı şey olarak kabul etmesine dikkat çeker ve bu görüşe karşı çıkar. Diğer felsefecilerin görüşlerini de ele alarak ortak kanısını söyler: “Öyleyse demek oluyor ki, ...felsefecilerin tümü ruhu üç karakterle belirlerler: devinim/hareket, duyumlama, cisimsizlik…” devinimin ruha bağlı olduğu fikrine şiddetle karşı çıkar. Aristoteles'e göre beyinden ziyade algının merkez organı kalp idi. Eğer, bir hayvanın algısı harekete dönüşecek olursa, kasın kasılmasını takiben, hareketle şunlar ortaya çıkacaktır:7 "...kaynağın yeri (olan kalp) algıları değiştirir, onlar uzanır veya kısalır, bu yolla hayvanın ihtiyaç duyduğu hareket oluşturulur." Aristoteles'e göre, algılama özellikle kalpte onun özel ruhu ile ortaya çıkar. Merkezi duyu organı olan kalp, tek tek duyu organlarıyla bağlantılıdır. Onların nesneleri tarafından etkilendikleri zaman, etkileri kan yoluyla kalbe ulaşır. Böylece, kalbin çevresindeki hareketler, kan akımı yoluyla uzuvlara ulaşarak hareketlerine neden olur. Eğer bir şekilde bedenden ayrılırsa, onun ruhu var olamaz. Onun ruhunun varlığının devam etmesi beden ile olan ilişkisine bağlıdır.8 6 7 8
Aristoteles. Anima. Çev. Gürbüz C. Ara yay. 1990;4. Everson S. Psychology. In: Barnes J. (Eds.) The Cambridge companion to Aristotle. Cambridge: CUP, 1995; 168-194. Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 12
Ruh cismin şeklini oluşturan bir etmendir. “Sonuç olarak ruh, gizil güç olarak yaşama kudretine sahip doğal bir nesnenin, yani organize bir cismin ilk entelekheiasidir (içkin erek, erek; bir yanda bedenin amacı, diğer yanda bu amaç için var olan bir erek demektir)”. Ruh Üzerine’de belirsizliğiyle ünlü bir bölümünde, bir şekilde bedenden “ayrılabildiği” varsayılan bir “hareketli zihin” kavramı geliştirmişti. Aristotelesçi bakış açısı ile görme gözden veya bir baltanın odun kesme işlevi baltanın yapıldığı malzemeden ne kadar ayrılabilirse, ruh da bedenden o kadar ayrılabiliyordu. Aristoteles düşüncelerini, Platonik matematiksel ve sanal bir dünyadan ziyade, doğal bir dünya üzerine oturtmuştur. Dört elementten yapılan organlara (ateş, hava, su ve toprak), beşinci bir element daha ekledi. Bu element, yalnızca dünya ile sınırlı değil, aynı zamanda yıldızlar ve cennetin de parçasıydı. Tüm evreni kaplıyordu. Bunu "ether" olarak adlandırdı. Ether kavramı, yakın zamana kadar hem fizikte hem de biyolojide çok önemli tartışmalara neden oldu. Aristoteles'e göre ether, solunum esnasında bedene alınıyordu ve akciğerlerden kalbe ulaşıyordu. Daha sonra da "canlandırıcı nefes/vital pneuma" veya "canlandırıcı kalbe" dönüşüyordu. Bu canlandırıcı nefes kalpten bedene kan damarları yoluyla dağıtılıyordu. Bu şekilde kalbin ruhu ile kas gibi organların ruhu (psyche) arasında bağlantı mümkün hale geliyordu. Canlandırıcı nefes, kalpten kan damarları boyunca kaslara ulaşıyor ve sonuç olarak kaslarda kasılma oluşturuyordu. Kasılma da istenilen hareketi sağlıyordu.
| 13
Resim. Descartes’tan önce sinir sistemine bakış. Canlandırıcı pneuma’nın aktarımı ve iletimi (solda). Bu resim 15. yüzyılda çizilmiştir ve Aristoteles’in bakış açısını anlatmaktadır. Dokunma ve tat duyuları kalp ile bağlantılıdır. Kafanın üzerindeki “beyinsel bölümlere” yerleşik olan bellek ve hayal gücü gibi zihinsel yetilerdir. Yine aynı yüzyılda çizilmiş olan ve tat, koku, görme ve işitme gibi organlarının dört bağlantı yolu görülmekte. Bunlar alın lobu ile bağlantılıdır (sağda).
Galenos Galenos Klaudiosis ya da Galen (İzmir, Bergama MS 131-201) büyük ölçüde Hipokrat'tan etkilenmiştir. İkisi de, varsayımsal olan dört özsuyun (kan, safra, nem ve tükürük) ve üç nefesin ya da pneumanın (karaciğer, kalp, beyinde) varlığı üzerinde normal işlevleri ve hastalık durumlarını oturtmuştur. Galen, özellikle hayvanlar üzerinde yaptığı anatomi çalışmaları ile sinir sistemi hakkında birçok bilgiler elde etmiştir. Aristoteles ile birlikte, 12. yy ortasına kadar tüm tıp dünyasını etkisi altına almıştı. Galen, Aristoteles'in kavramsal şemasını devam ettirdi. Dört element bedenin doku ve organlarını oluşturuyordu. Beşinci element olan "canlandırıcı nefes", ruh için aracı olarak davranıyor, organlara yaşam ve hareket veriyordu. Solunumla alınan canlandırıcı nefes soluk yolları ile akciğere, akciğerler arası toplayıcı damarlar ile de kalbe ulaşıyordu. Genişlemiş kalp
| 14
akciğerlerden pneuma'yı emiyor ve kasılma kuvvetiyle bedendeki atardamarların içine gönderiliyordu. Kan atardamarlarla değil de toplayıcı damarlarla taşınıyordu. Canlandırıcı nefes beyinde "psişik pneuma"ya çevrilebiliyordu; ancak beyine ulaşması sinirlerin dışı boyunca oluyordu. Kalpten daha ziyade beyin, algılamanın önemli merkezi haline gelmişti. Galen'e göre beyin ve omurilikten doğan, duyular ve hareket için gerekli olan psişik pneuma’nın üzerinde hareket ettiği sinirler hasar görürse ya da kesilirse, hareket ve duyum olmaz. Böylece sinirleri iki kısma ayırdı: hareket ettiren (devinimsel) ve duyuları alan (duyusal).9 Bu günümüz ayrımı ile uyumludur. Galen "Tüm kaslar beyinden veya omurilikten bir sinir almaya gerek duyar ve bu sinirler incedirler; fakat bu güçleri azdır anlamına gelmez." diyerek modern bir bakış açısı sergiler. Psişik pneuma'nın etkisinin iletimi için üç olasılık öne sürmüştür. Birincisi, psişik pneuma bir sıvı gibi sinirler boyunca akar. İkincisi, beyindeki psişik pneuma sinirlere doğru itilir ve bir kısmı sinirlerin sonlarında salınır. Son olarak, sinirlerde bulunan psişik pneuma'dan geçerek giden yalnızca bir "güç" akımı vardır.
9
Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 15
Yunan Felsefesinde Zihin-Beyin/Beden Kavramı Var Mıydı? Antikçağ felsefesinde Aristoteles, Platon ve Sokrates’te, bilinçbeden sorunu yerine “ruh, psyche-ή” tartışmaları gözlenir. Daha sonra Yunan felsefecilerini takip eden İslam felsefecilerinde de kısmen aynı kavramsal planda değerlendirilmesine rağmen, ruh kavramı farklı dönemlerde farklı bakış açılarıyla ele alınmıştır. Ruh bazen “can” ile bir tutulmuş, bazen de başka bir şeye bağlı kalmaksızın kendi başına, öz varlık olarak tanımlanmıştır. Yunan felsefesini ele alıp işlediği konular bakımından gelişmesini görmek istersek, şunla karşılaşırız: İlk döneminde Yunan felsefesi tamamıyla bir doğa felsefesidir. Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine yol açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir. Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu dönem kapanmış, böylece Antikçağ felsefesi sona ermiştir. Felsefe bir bakıma kendi öz tarihidir. Bu tarih, tıpkı felsefi görüşler gibi, ulusal veya daha doğrusu ulusallaştırıcı vasıflarla
| 16
belirlenmiştir.10 Dolayısıyla, zihin/beyin ve ruh/beden bakış açılarına bir bakıma felsefe tarihi olarak da bakılabilir. Başlangıçta yalnızca dört element vardı: ateş, hava, su ve dünya. Bunların farklı oranlarda bir araya gelmesiyle, kan, kas, kemik, kirişler ve sinirler vücutta oluşur. Kanın içeriği aklı oluşturur ve akıl ile zihinsel yaşamın temeli de kalptir. MÖ 5. yy'da Sokrates öncesi dönemin temel iddiası buydu. Öncelikle bu düşünce Empedokles tarafından ortaya atılmıştı ve daha sonra Demokritus tarafından geliştirilmişti. Demokritus'a göre, parçacıkların farklı türleri dört elementin farklı birleşimlerinden oluşuyordu. Onun düşüncesine göre, ruh en hafif, en hızlı hareket eden ve büyük oranda oval parçacıklardan oluşuyordu. Özellikle beyinde bu oval parçacıklar yoğunlaşmıştı. Daha az değerli parçacıklar ise kalpte bulunuyordu ve bunlar duygu durumumuzdan sorumluydu. Kaba parçacıklar ise karaciğerde yerleşikti ve şehvet, arzunun nedeniydi.11 Antikçağda bilinç ya da daha geniş anlamıyla “bilinç/beyin, zihin/beyin” sorununun üzerinde durulmamıştır. İlyada’da düşünme, duyumsama, imgeleme, anımsama, üzülme gibi bilinçli işlemlere ait bir sözcük bulunmaz. Neden? Bunun yanıtını “Neden Zihin-Beden Sorunu Antik Değil?” adlı makalesiyle Wallace Matson verir. Matson, zihinle beden arasındaki ayrıma Yunanlıların bakışı ile 17. yy bakış tarzını birbirinden ayıran asıl nokta üzerinde şöyle durur:
“Yunanlılar zihin kavramından, hatta bedenden ayrılabilir bir zihin kavramından yoksun değillerdi. Ama Homeros’tan Aristoteles’e kadar, zihinle beden arasındaki ayrım çizgisi, böyle bir ayrım yapıldığı zaman tabii, duyu algısının beden tarafında kalacağı şekildeydi. Yunanlılarda zihin-(beyin)beden sorununun bulunmamasının bir nedeni budur. Bir başka nedeni de ‘Duyumun zihinle (ya da ruhla) ilişkisi nedir?’ gibi bir cümleyi Yunancaya çevirmenin çok güç, neredeyse olanaksız olmasıdır. Buradaki güçlük, felsefecilerin kullandığı anlamdaki 10 11
Deleuze G ve Guattari F. Felsefe Nedir? YKY. Çev: T.Ilgaz. 6.Baskı, 2001;88-96. Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999; 2:95-118
| 17
‘duyum’ sözcüğüne Yunanca bir karşılık bulmakta yatar... Felsefeye ‘duyum’, doğayı ya da hatta dışsal uyaranların varlığını kabul etmek zorunda olmadan, bilinçli bir durumdan söz etmeyi olanaklı hale getirmek için sokulmuştur” Matson, Yunancadaki ne “aistesis” ne de “aistema” terimlerinin duyum (sensation) sözcüğünü karşılayamayacağını belirtir. Yunancada “bilinçli durum” ya da “bilinç durumu” ile dış dünyadaki olaylar arasında ayrım yapmanın bir yolunun bulunmadığı şeklinde özetlenebilir. Yunan ve Ortaçağ geleneklerinde bile “fikir” sözcüğüyle çakışan bir kelime yoktu. Matson’a göre hem ağrıların hem de açık seçik fikirlerin tek bir “içsel gözle” incelendiği insan zihni kavramı yoktu. Ancak, Platon’un eserleri gözden geçirildiğinde Fedon/Ruh Üzerine adlı eserinde “noeo” ifadesi ‘gözlerle algılamak, gözlemek, düşünmek, sanmak’ ve “noetos” ‘zihin tarafından algılanabilir ya da düşünülebilir’ anlamlarında kullanılmıştır. Yine bu eserinde ousia (öz, toz), psyche-ή (ruh), dianoia-άά (düşünce, us), enantion (karşıt) ifadelerinin kullanımı görülür.12 Son 30 yıl içinde, felsefeciler Aristoteles’in bir bilinç kavramının olup olmadığını uzun uzadıya tartışmışlardır.13 Bu yaklaşımların temelinde; eserlerinde uyanıklık, bayılma veya uykudan uyanınca farkındalıktan bahsetmesi yatmaktadır. Diğer yanda eserlerinin hiçbirinde “zihin” ya da “bilinç”ten bahsetmez. Ancak, bilince atıf denilebilecek “düşünme bir düşüncenin düşünülmesidir” şeklinde dolaylı göndermeler yapar. Bu türdeki içsel izlenimler, algılamanın bir tipidir ve bilinçle yakından ilişkilidir. Aristoteles, Fizik adlı eserinde canlı ve cansızlar arasındaki farklılıklara dikkat çeker ve bir ayrımı da “cansızların farkında olmaması, canlıların farkında olması” olarak belirtir. Canlı olanlar, altlarındaki değişikliklerin farkındadırlar ve bu his olarak ortaya çıkar (ύ ά), ancak bu derin duyu (propriosepsiyon) olarak yorumlanamaz. Aristoteles bakış açısı ile “duyların içsel anlamı” daima farkındalığın bir tipi ile 12 13
Platon. Savunma, Fedon. Çev. Aziz Yardımlı, Deniz Canefe. İdea yay. İstanbul 1997. Caston V. Aristotle on consciousnes. Mind 2002;111(444):751-804
| 18
birliktedir. Bununla ilişkili olarak farkındalığın geçici olduğunu ve algıladığımız zaman ortaya çıktığını söyler. Bu bakış açısı Descartes’ın cogito’sunu andırır. Aristoteles’in bakışı bir bakıma “görüngüsel bilinç” gibi düşünülebilir. Çünkü algılarımız “bizim dikkatimizden (ού λάει)” kaçmaz. Ancak çevirilerde problem vardır; duyu/algı=sense (ίσησις) ve algılama kapasitesi (δύμις) olarak da çeviriler yapılır. Oysa, Aristoteles bu ikisinin ayrımını yapar: “tam olarak göremediğimiz zaman bile karanlığı düşünce ile ayırt edebiliriz” der ve bunu kapasite olarak adlandırır. Ancak bütün zorlamalara rağmen, Aristoteles’te zihin/bilinç kavramı tartışmaları bulunmaz. Eter-Spirit-Psyhikon-Pneuma Eter kelimesi Yunanca “aither” ve de “aietheou/eternal hareket”ten gelir. Heraklitus ve Aristoteles tarafından da bu kelimeler kullanılmıştır. “Elastik eter” sıkıştırılabilirliği ifade etmek için Newton’un kullandığı bir ifadedir. Elastik, hava ve gazların “kendiliğinden genişlemesi” anlamında kullanılmıştır. Bugünkü anlamı ise epey farklıdır. Newton’un eteri hava ile benzer olmasına karşın, Descartes’ta sıvı şeklindedir. Spirit kelimesi, Latince “spiritus/soluk” kökeninden gelir. Ortaçağ tıbbında “animal spirits/can ruhu”nun esasını ifade eder. 17. yüzyılda şarap veya terpentin gibi maddelerin distilasyonunun ürünleri için kullanıldı. Descartes, “animal spirit”i “çok uçucu sıvı” olarak tanımlar ve kendi teorisindeki hidrolik sıvı olarak ele alır [Burada önemli bir noktaya da değinmek gerekir. Türkçe çeviri yapılmış bazı kitaplarda, “animal spirit” maalesef hiç ilgisi olmadığı halde “hayvan ruhu, hayvansal ruh” olarak çevrilmiştir. Bkz. Modern Psikoloji Tarihi, Kaknüs yay, 2001 ve Ruhbilimin Öncüleri, İdea Yay, 1990]. Bunun şaşılacak kadar çok örneği var. “Animate” Latince kökünde ve İngilizcede; canlı, canlandırma ve hareket eden anlamındadır. Dilsel kök olarak canlılıkla “hayvan/animal” aynı köken kelimelerle ifade edilmiştir. Cansızlar için ise “inanimate” kullanılmıştır. Dolayısıyla, “animal spirit”in esas karşılığı “canlandırıcı - can ruhu”dur. Thomas Willis’e göre ise distilasyon sonrası elde edilen uçucu sıvı gibi değildir. Bu özellikle Galen’in
| 19
yazılarından gelir. Galen’in tıbbında insan bedeninin üç esas işlev, üç temel pneuma ile ilişkilendirilmiştir: doğal ruh (pneuma physicon), hayat veren ruh (pneuma zoicon) ve animal spirit (pneuma psyhikon). Aslında bu üç pneuma iç içe geçmiştir. Her biri pneuma’nın farklı derecelerde ruhsallaştırılmasıdır. Tıbbi gelenekte, pneuma vazgeçilmez materyaldir. Hıristiyan Yeni Ahit kitabında ise, benzer ifadeler, kutsal ruh (hagiou pneumatos) veya günahkâr ruh (pneumation poneeron) olarak geçer. Burada somut olmayan akıllı oluş manasındadır.
| 20
Felsefe ve Bilim Kimin İşi Olarak Ortaya Çıkmıştır? Felsefe bir Yunan işi olarak düşünülebilir mi ya da düşünülmeli midir? Felsefe bir geofelsefe olmasına karşın, coğrafya sadece fizik ve insan coğrafyası değildir. Zihinsel bir coğrafyayı da beraberinde taşır. Aslında Yunanlı felsefeciler yurtlarından kopmuş yabancılar olmasına rağmen felsefeyi büyüten Yunanlıdır.14 Felsefenin “Yunan Mucizesi” olduğu görüşü tarihsel süreklilik olgusu ile çelişir. Fransız tarihçi Emile Brehier, İlk Yunan felsefecilerinin “gerçekte bir şey icat etmek zorunda kalmadıklarını” Mezopotamyalılara ait “yaratılış” efsaneleri gibi metinlerin kopyalandığını söyler. Bertrand Russel’da “Tarihte Yunan uygarlığının birdenbire doğuşunu açıklamak kadar güç ve şaşırtıcı bir iş yoktur” der. Yunan medeniyetinin kökeninde Mısır ve Mezopotamya olduğunu belirtir. Farabi de “Eskiden Irak halkı olan Kildanilerde ortaya çıkmış; oradan Mısır halkına ulaşmış; sonradan Yunanlılara, onlardan da Süryanilere geçmiş ve böylece Araplara ulaşmıştır” tespitini yapar. Felsefe ve Bilim Yunan İşi midir? Uzun bir zaman boyunca, çağdaş uygarlığın Roma ve Grek uygarlıklarının hediyesi olduğuna inanıldı. 1799’da Mısır hiyegrolif yazısının deşifre edilmesi ve bunu izleyen arkeolojik uğraşlar, Yunan uygarlığından çok önceleri Mısır’da var olmuş daha yüksek bir uygarlığın varlığını ortaya koydu. MÖ 3000’lere 14
Deleuze G ve Guattari F. Felsefe Nedir? YKY. Çev: T. Ilgaz. 6.Baskı, 2001;81-92.
| 21
uzanan bu uygarlık, Helen uygarlığından 2000 yıl daha eskiydi. Sonraki dönemlerde yapılan arkeolojik kazılar, Hititler gibi başka uygarlıkların da varlığını ortaya koydu ve anlaşıldı ki, MÖ 5. yüzyılda, olgunluğuna erişen Yunan düşüncesi kökenini daha eskilerden alıyordu: Mısır, Anadolu (Küçük Asya) ve Mezopotamya. İnsanoğlu yürümeye başlayalı beri coğrafyada yer değiştirmiş ve karşılıklı ilişkilere girmiştir. Bu ilişki doğrudan ziyaret, ticaret ya da savaşla işgal şeklinde olmuştur. Türkiye’de, Kaş açıklarında bulunan Uluburun batığı bir ticaret gemisiydi; modern analiz yöntemleri ile MÖ 1400 yıllarına tarihlenmektedir. Yapıldığı malzeme ve taşıdığı yüke bakıldığında, Akdeniz çevresinde yaşamış uygarlıkların çok yakın ilişki içinde olduklarına dair kanıtlar çok açık olarak görülür. Yapılan incelemelerle, geminin en az yedi uygarlığın ürünlerini taşıdığı anlaşıldı: Mikenler (Yunanistan), Kenanlılar (Suriye-Filistin kıyıları), Kıbrıslılar, Mısırlılar, Kassitler (Babil), Asurlular, Nübyeliler. Böylesi sıkı ticaret ilişkisi, mutlaka bilimsanat-felsefe ilişkisini de beraberinde taşıyacaktı.15 MÖ 560-527 yılları arasında Homeros’un eserlerinin, Yunan yarımadasına geçtiği ve Atina’da festivallerde belli bir sıra ile okunmaya başlandığı anlaşılmıştır. İyon bilinci, Anadolu’da geliştikten ancak üç yüzyıl sonra Yunanistan’a geçti. Herodot “Homeros ile Hesiodos Grek tanrılar hanedanını kurdular, onlara adlarını taktılar, görevlerini ve sanatlarını tayin ettiler” diye yazar ve bu işin, kendi gününden (MÖ 430) dört yüzyıl önce olduğunu belirtir.16 Elbette ki kültür akışının nedeni sadece ticari geçişler değildi. İşgal ve savaşlar da dolaylı olarak kültür ve bilim geçişine neden oluyordu. Bu olaydan çok daha önce, MÖ 490 yılında Yunanistan’ı Persler işgal etmişti. Beraberlerinde doğu kültür ve düşüncesini de götürmüşlerdi. Makedonyalı Büyük İskender’in MÖ 300’lerde Hindistan’a kadar gittiği düşünüldüğünde, etkileşimlerin kaçınılmaz olduğu daha kolay anlaşılır olacaktır.
15 16
Bass GF. Tunç çağının ihtişamı. National Geographic Türkye. Kasım 2001;79 Halikarnas Balıkçısı. Anadolu Tanrıları. Bilgi yay. 1985;22.
| 22 Eski Mısır Frigya-Sümer-Hitit
Çin Felsefesi
Hint Felsefesi
Grek ve Roma Felsefesi
İslam Felsefesi
Erken Modern Avrupa Felsefesi
Modern Felsefe
Yunan felsefesinin etki altına kaldığı, coğrafyaya Çin’i de eklemek gerekir. Yazılı kaynaklar olmamasına karşın, Çin felsefesinin geçmişi epey eskidir. Çin felsefesi, MÖ 6. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu dönemde gezgin filozoflar aracılığıyla, düşünceler sözlü olarak yayılmıştır. İlk biçimsel temsilcisi konfüçyusçuluk, son temsilcisi ise Taoizm olmuştur. Daha sonraları, üçüncü önemli okul olan Budizm de Çin felsefesine dahil olmuştur. Konfüçyusçuluk “insan yolunu” öğretirken, Taoizm “doğanın yolunu” öğretir. Konfücyusculuk, mistikmetafizik açıklamaları içermez, politiktir. Taoizm ise geniş ölçüde mistik-metafizikseldir. Bu iki akım daha çok birbirini tamamlar niteliktedir. Daha sonraları bu iki akıma Budizm eklenmiştir. Bu üç akımın etkisi doğrudan değil, Çin’in coğrafi olarak daha batısındaki kültürler aracılığı ile olmuştur. MÖ 322’de İskenderiye’nin kuruluşundan önce, Mısır kaynakları hakkında hiçbir şey hayatta kalmamış denilebilir. Eğer Yunan felsefecilerinin Mısır düşüncesinden sıkı sıkıya etkilendiğini öne süreceksek, buna ait paralel yazılar veya doğrudan yansımaları görmemiz gerekir. Yunan felsefesi zamanında bunu bulamayız. Basit olarak, Mısır’daki bilgelik/akıl kaynakları Aristoteles ve Platon felsefi yazılarından farklıdır. Bunun yanında Yunan felsefesine benzeyen bir Mısır felsefesi de
| 23
yoktur. Dolaylı yoldan elde edilen, Yunan felsefesi üzerinde Mısır etkisi bilgileri de az değildir. Örneğin, Platon’un “Timaeus” ve “Critias” adlı eserinde, Atlantis öyküsünden bahseder ve ataları olan Solon’un bu bilgiyi, Firavun II. Amasis’i (MÖ 569) ziyareti sırasında Mısırlı bir rahipten öğrendiğini belirtir. Platon’un eserlerinde Mısırla ilgili bilgilerin olması, Mısır’a gittiği anlamına gelmez. Çünkü Platon hiçbir eserinde Mısır’da bulunduğunu yazmaz. Platon’a kaynaklık eden Solon bir ticaret adamı olduğundan, ülke ülke dolaşması meşhurdur. Atinalı Solon, MÖ 6. yüzyılda yaşamıştır ve Yunan kültürünün ilk temsilcisi sayılır. Anadolu’ya yaptığı seyahatleri sonrasında yazı yazmasını öğrendi ve sosyal kurumları gördü. Anadolu’da öğrendiği İyon lehçesi ile şiirler yazdı. Yunanlıların, Mısır’dan aldıkları, düşünselden ziyade bilimsel doğadaki bilgidir. Thales’in (MÖ 6. yy) ilk element olarak belirttiği su, Babil efsanelerinden gelir. Bunun yanında, Pisagor’un Mısır’ı ziyaret ettiği öne sürülür. Pisagor’un ölümünden yüzyıl sonra Herodot “ruhların geçişi fikrini” Pisagor’a bağlar. Bunun erken Yunan düşüncesinden ziyade, Mısır kökeni vardır. Pisagor’un bir süre Mısır’da kaldığı ve Mısır dini üzerine çalışmalar yaptığı, astronomi ve geometri öğrendiği konusunda iddialar da vardır. Ancak, Mısır’a gitmeden önce, Suriye’ye gidip büyü konusunda çalışmalar yaptığı öne sürülür. Pisagor gibi Demokritus’un da (MÖ 5.yy) Mısırda beş yıl astroloji ve Nil’in yükselme nedenleri üzerine çalıştığı öne sürülür. Birçok Yunan felsefecisi, Nil ile ilgilenmiştir ve bu da, Mısır’ı ziyaret ettikleri kanısını güçlendirir. Diğer bir felsefeci Exodus’un da (MÖ 4.yy) astroloji ve geometriyi Mısır’da öğrendiği konusunda kanıtlar vardır.17 Küçük Asya (Anadolu) felsefeci ve düşünürleri.18 ADI MÖ 9 ve 5. yüzyıl arası
YAŞADIĞI YER
Patter R. Black Athena, Afro-Centrism, and the History of Science. Lefkowitz MR ve Ropers GM (Editör). Black Athena Revisited. Chapel Hill, NC: University of North Carolina Press, 1996. Halikarnas Balıkçısı. Anadolu Tanrıları. Bilgi yay. 1985;34.
17 18
| 24 Thales Anaksimandros Anaksimenes Pisagor Ksenophanes Herakleitos Hekataios Kadmon Anakharis MÖ 5. ve 4. yüzyıl arası Anaksagoras Herodot Hipokrat Protagoras Skylaks Epikür Diojen Demokritos Leukippos Ktesisas Kleantes Herakleidis Theophrastos Ephoros Theopompos Helenistik devir ve Roma devri Diphilos Pausanias Strabon Galen Arrianos Cassius Dio Epiktetos Dionysios
Milet Milet Milet Sisam adası Kolophon Efes Milet Milet Trakya Kilizman Halikarnas İstanköy Trakya Muğla Sisam Sinop Trakya Trakya Knidos Ayvalık Ereğli Midilli Çandarlı Sakız Sinop Salihli Amasya Bergama Bursa İznik Hierapolis Halikarnas
Bütün bunlara karşın, Yunanlıların, felsefelerini Mısır’dan aldıklarına dair kesin kanıt öne sürülemez. Sonuçta, komşuları olan Hititler, Fenikeliler, Medlerle ticari-sosyal ilişkiye geçtiler. Ancak, bu ilişki yaklaşık, MÖ 2000 ile MÖ 600 yılları arasında, Yunan felsefesi üzerinde Mısır etkisini doğurdu. Yunan uygarlığının aldıklarına ve önceki esinlenmelerine kısaca göz atacak olursak:19 1. Eski Grekçe, yeni Grekçe ve Latince temel olarak Kenan ve Fenike alfabesinden gelmektedir. Anadolu’dan Yunanistan’a geçen önemli şeylerden biri Fenike alfabesidir. Bu fonetik alfabe, ilk olarak Anadolu’da kullanılmıştır.
19
Halikarnas Balıkçısı. Anadolu Efsaneleri ve Anadolu Tanrıları. Bilgi yay. 1985.
| 25 2. Yunan tanrılarının kökeni Anadolu’ya kadar uzanmaktadır. Zeus Girit’ten, Afrodit Kıbrıs’tan, Poseidon Anadolu’dan alınmıştı. Biraz daha uzağa gidildiğinde Sümerlerin efsane kahramanlarına Yunan mitolojisinde sıkça rastlanır: Ölüleri “yeraltı nehrinde” kayıkla götüren Charon, yeraltı nehri olan “Styx”, Zeus ve Poseidon’un kardeşi olan yeraltı kralı Hades (Sümerde “Kur”). Hepsi yer değiştirmiş düşünce ürünüdür. 3. Anadolu’daki Hitit uygarlığının efsanelerinin çoğunun temelinde Sümerlerin efsaneleri bulunabilir. Mezopotomya’daki Sümer ve Akadlar ile Anadolu’daki Hititler arasında Hurriler yaşıyordu. Hurrilerin varlığı Batı Anadolu’ya kadar uzanmaktaydı. Bununla bağlantılı olarak Yunan mitolojilerindeki Herakles’in kökeni Sümerlilerin Gılgamış efsanesinde bulunabilir. Herakles’in evlendiği Hebe’nin de Hitit tanrıçası Hepa olduğu öyküye bakıldığında görülmektedir. 4. Yunan astronomi bilgisinin kaynağı, Mezopotamya bölgesindeki Kalde'dir; değişmez bir şekilde, daha önceki dönemdeki Kaldeliler kendilerini izleyen halklardan çok daha fazla ve çok daha doğru bilgiye sahip olmuşlardır. Kadim dünyanın her yerinde, nesiller boyunca "Kaldeli" adı "yıldız gözleyen", yani gökbilimci ile eşanlamlı olmuştu. Sümer mirasından ciddi şekilde yararlanmışlardı. 1922 yılında Uluslararası Astronomi Derneği kökenini Yunanlılardan alan 88 takımyıldızı kabul etti. Kökenleri Yunanlılara atfedilmesine rağmen, takımyıldızların sembolize edilmesi ve adlandırılması, Yunan kültüründen çok daha önce, MÖ 1700’lerdeki Mezopotamya kültürüne kadar uzanır. MÖ 1300’lerde yalnızca birkaç takımyıldızı tanımlanmışken, MÖ 1100’lerde Sümer tabletlerinde tanımlanan takımyıldızı sayısı 30’dan fazladır. Bu dönemde Mezopotamya izlemlerinin çoğu 33-36 derece enlem arasında yapılmıştır. Bütün bunlar MUL.APIN denilen tabletlerde kayıtlanmıştır. Yunanlılar toplam 20 takımyıldız ve adını doğrudan Sümerlerden almışlar, diğer 10’unun ise yıldızları aynı olmasına karşın isimlerini değiştirmişlerdir. Peki, en eski Yunan kaynaklarında takımyıldızlarla ilgili veri yok muydu? Homer’in (MÖ 8. yy) ve Hesiod’un yazılarında sadece iki takımyıldız (Orion ve Büyük Ayı) ve iki yıldız kümesinden (Yedi Kızkardeş ve Hyades), iki yıldızdan (Sirius ve Acturus) bahsedilir. Bundan daha fazlası yoktur. Yaklaşık MÖ 500’den önceki diğer tüm Yunan kaynakları yıldızlar hakkında bir şeyden bahsetmezler. Yaklaşık MÖ 400’lerde Sümer-Babil zodiyak sistemi Yunanistan’a geçer.20 20
Schaefer BE. The origin of the Grek constelleations. SciAm Kasım 2006;70-75.
| 26
| 27
2000 Yıllık Kelimeler ve Kavramlar Kargaşası... Şi.im.ti, te.e.ma, psyche, pneuma, öz, töz, tin, ruh, nephesh, nefs, istanza(na), zihin, bilinç…
Pneuma “Pneuma”, Yunanca “pneo”dan köken alır ve soluk, üflemek kelimesinden gelir. Uyanıklık ve yaşamak için soluk almak gerektiğinden, pneuma sadece rüzgâr ya da soluk değil, diğer yaşamsal işlevler olan duyular, düşünceleri de kapsar. İncil’de Tanrı’yı tanımlamak için de kullanılır (John 4:24).21 Erasistratus (MÖ 304-250) pneuma’yı ikiye ayırır; kalbe canlandırıcı ve beyine psişik pneuma’yı yerleştirir. Platon, pneuma’yı hem rüzgâr hem de soluk olarak kullanır. Thetus, rüzgâr olan pneuma’yı kişilerin farklı öznel duyusal algılamalarının (sıcak, soğuk) aracısı kabul eder. Diyogenes ise evrensel bir kaynak gördüğü havayı tüm yaşayan şeylerin ruhu (psyche) olarak görür. Olasılıkla vücuttaki toplardamarları tanımlayarak, bunlarla bedene dağıldığını söyler. Psyche 21
Stead C. “Pneuma” E.Craig (Edt). Routledge Encyclopedia of Philosophy. London: Routledge, 1998.
| 28
“Psyche”, düz anlamda ruh olarak çevrilir. En erken yazılarda, soluk benzeri bir materyaldir ve bir hayalet olarak ölümden sonra da var olmaya devam eder. MÖ 4. yy’ın başlangıcıyla birlikte, beden karşısında ilk hatırlanan oldu. Homer’de psyche, yaşam veya birinin hayaleti olarak ele alınırken, zihin ve bilinç anlamında hiçbir zaman kullanılmaz. Homer’de, yaşayan bir kişide var olan ve ölümle kaybolan “tüm” yetileri anlatmak için kullanılır. MÖ 500’lerde Pisagor, Homer’in bakışını reddederek, hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da psyche’nin başka vücutlara göç ederek ardışık ortaya çıktığını öne sürer. Zaman içerisinde kelime “benlik, kişilik” anlamına kaymaya başlar.22 Platon ile tekrar psyche tartışmaları başlar. Bunu Phaheo’da ayrıntılı ele alır. Epikürcülere göre ise yaşayanların bir parçasıdır, göğüste toplanır ve buradan bedenin organlarına dağılır. Bu bakış açısı beraberinde kalbin tüm organların ve bedenin yönetim merkezi olduğu düşüncesini de beraberinde getirmiştir. Aristoteles’in bakışı ile psyche, fiziksel bir parça olmamasına rağmen, bedenin organlarının “form”u veya “harekete geçirici” kısmıdır. Fakat zihinde (nous) bulunmaz. Zeno tarafından kurulan öğretide ise psyche temel fiziksel öğretilerle kaynaştırılır. Zeno’nun tasvir ettiği evrenin “harekete geçirici esası” pneuma’dır. Her şeyin içine nüfuz eder. Hayvan ve insanlara nüfuz eden soluk ise onların psyche’sidir. Aristoteles’in aksine Zeno’nun fikrini savunanlar bitkilere psyche atfetmezler. O daha ziyade, algılayan ve amaçlı hareket yapan yaratıkların yaşam esasıdır. Plotinus’un (yakl. 205-270) Neoplatonizminde ise, fiziksel dünya ve “zihinsel oluşun” daha yüksek gerçekliği arasında aracılık yapar. Bu öğreti, psyche’yi hem bireysel oluşa hem de dünyaya bağlar. Pneuma ve psyche’nin içerik ve anlamsal benzer ifadeleri çok daha eskilere uzanır. Sümer dilindeki Şİ.İM.Tİ’den gelen “şimti”, “nefes-rüzgar-yaşam” anlamına gelir. Akadca kelime olan “napiştu” kanda ele geçmeyen “bir şey”i ifade eder. Bunun yanında, daha temel ve kalıcı bir şey olan TE.E.MA ifadesi, harfiyen çevirisi yapıldığına “hafızayı yerinde tutanı barındıran” 22
Long AA. “Psyche” E.Craig (Edt). Routledge Encyclopedia of Philosophy. London: Routledge, 1998.
| 29
anlamına gelir. Akadca “ruh” olarak çevrilen “etemu”nun benzeridir. Can İncil de, ‘can’ ve ‘ruh’ sözcüklerinin anlamları arasında bir farklılık vardır; ruh ve can ‘birbirinden ayrılabilir’ (Heb 4:12). ‘Ruh’ için İbranice ve Yunanca sözcükler (ruach ve pneuma), aşağıdaki şekillerde de tercüme edilebilirler: yaşam, zihin, nefes, ruh, rüzgâr. Tanrı kendi ruhunu, insanı da içeren doğal yaratılışı sürdürmek üzere kullanır. Bu bakımdan, insanın içinde olan Tanrı’nın ruhu, onun içindeki yaşam gücüdür. "Ruhsuz beden ölüdür" (James 2:26). "Tanrı, yaşam nefesini (ruh) içine Âdemin burnuna üfledi ve insan yaşayan bir can (yaratık) oldu" (Genesis 2:7). Bununla ilişkili olarak da Eyüp, "Tanrı’nın ruhu benim burun deliklerimdedir" demektedir (Job 27:3). Böylelikle, İncil ifadesine göre içimizdeki yaşam ruhu doğumda verilir ve beden canlı kaldığı sürece kişi ile kalır. Tanrı’nın ruhu herhangi bir şeyden geri çekildiğinde ise ölüm olur. Ölümde, "Toprak (beden), önceden parçası olduğu yeryüzüne dönecek ve ruh da onu veren Tanrı’ya geri dönecek" (Ecc 12:7). İncil’de ‘can’ olarak tercüme edilen İbranice “nephesh” ve psyche’dir. Böylelikle ‘can’, kişi, beden ya da nefsi ifade etmektedir. ‘Can’, ‘kişi’ ya da bir kişiyi oluşturan tüm şeylerin özetidir. Tanrı’nın yarattığı hayvanlar, "hareket eden yaratıklar… Yaşayan her yaratık" (Genesis 1:2021) ifadesindeki ‘yaratık’ olarak çevrilen İbranice sözcük, ‘nephesh’ olup; bu, örneğin Genesis 2:7’deki gibi, ‘can’ olarak da çevrilebilir: "ve insan yaşayan bir can oldu."23 Ruh
İslam düşüncesinde, ruh farklı anlamlar içermesine karşın, insana canlı ve bilinçli varlık denilmesine yol açan bir öğe olarak kabul edilir. Sık kullanılan ruh ile nefis arasında bir ayrım vardır. Aynı şekilde akılla zihin arasında da bir ayrım yapılmıştır. Zihin (intellect) dünyevi, dolayısı ile sınırlı bir aklı ifade ederken, akıl İncil’in Temelleri. Bir Çalışma Elkitabı. Gerçek Hıristiyanlığın sevgi ve huzurunun açıklanışı Heaster H. Turkish Edition. Christadelphian Advancement Trust 2000
23
| 30
(reason) yaratılmış ilk şey olarak Allah’a ulaşmanın aracı olan külli akıldır. Buna göre de vahiy zihinle değil akılla bağlantılıdır. Ruh, iradeli ve iradesiz tüm eylemlerin kaynağı, canlılığın belirtisi ve algı olayını gerçekleştiren yeteneklerin bütünüdür. İslam felsefecisi Hücviri’nin Hakikat Bilgisi (Keşf ül-mahcub) adlı eserinde ruhu iyiliklerin ilkesi sayarak meleğe, nefsi kötülüklerin ilkesi sayarak şeytana atfeder. Böylece bedenden farklı olan şey ruh ve nefis olarak ikiye ayrılır. Bu ayrım İbn Arabî’de de göze çarpar ve bedenin dışındaki özü, ruh ve nefis olarak ikiye ayırır. Bunların yaratılıştan farklı olduğunu öne sürer. O’na göre, “Adem’in vücudu ruhun görüldüğü yer, Havva’nın vücudu nefis’in görüldüğü yer”dir. Böylece doğan Âdemoğullarıyla ruhnefis birleşimi ortaya çıkar. Bazı İslam bilginlerine göre de nefis, canlı varlıktaki yaşamın ilkesi, ruh ise düşünme ve kavrama işlevini gerçekleştiren özdür. İslam felsefecileri beden dışındaki özden bahsetmelerine rağmen, akılla kavranamayacağını ve ne kadar çabalarsak çabalayalım, ruh konusunda gerçeğe ulaşamayacağımızı Kur’an-ı Kerim’e dayanarak ifade ederler: “Ey Muhammet, sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin bir işidir. Onun hakkında size çok az bilgi verilmiştir” (İsra-85). İslam felsefecilerinden İbn Arabî ise ruhu söyle anlatır:
“...Ve ruh kendi zatı ile var olup, devamlılık hususunda bedene muhtaç değildir. Tecrit edilmiş olma yönüyle bedenden ayrıdır. Fakat idare etme ve tasarruf kullanma yönüyle bedenle ilişkisi vardır. Ve beden madde aleminde ruhun bedeni ve kemalinin açığa çıktığı, göründüğü yerdir... Nitekim ruh bedenden ayrı olmayıp, kemalini açığa çıkarmak için bedene muhtaçtır ve bedene yayılmıştır. Onun yayılması, beden içine girme ve beden ile birleşme suretiyle değildir; belki onun bedene nüfuz etmesi bütün mevcut olanlardaki nüfuz etmesi gibidir. Ve bu itibara göre, ruh ile beden (cisim) arasında bütünlük yönüyle başkalık yoktur. Nasıl ki Hak, bir yönden hakikatlerin aynı ve bir yönden başka ise, ruh da bir yönden bedenle aynı ve bir yönden bedenden başkadır...
| 31
Bilinsin ki, Hakkın vücudu biri etken ve diğeri etkilenen olmak üzere iki kısımdır. Etken olan tesir eden fiille ait ve etkilenen, tesiri kabul eden fiilden etkilenmekten ibarettir. Başka bir deyişle vücudun ruhu ve bedeni vardır; ruhu etken, tesir edici ve beden ise etkilenendir. Örneğin, insanın bedeni ve ruhu vardır. İnsanı ‘konuşan bir hayvandır’ diye tarif ettiğimiz vakit, onun ruhu ile bedenini ele almış oluruz. Konuşma onun ruhu, içi ve ‘hayvan’ onun bedeni ve dış görünüşüdür. İnsanın konuşan ruhu görünmediği halde, dış görünüşü olan bedeninde tesir edicidir ve dış görünüşü olan bedeni tesiri kabul eden, etkilenendir. İnsanın ruhunda bir yere gitmek için bir istek peyda olur. İçindeki bu irade/istek/istenç ve yönelme, onun ‘Kün [ol]’ emrinden ibarettir. Beden bu irade ve emirden etkilenerek harekete gelip o istediği yere gider. Şimdi, insanın vücudu tek olduğu halde onda biri tesir eden ve diğeri tesirden etkilenen olmak üzere iki kısım takdir olmuş olur.” (Kısa not: İbn Arabî’nin (1165-1240) bu ifadeleri neredeyse aynı olarak 300 yıl sonra Descartes’ta (15961650) ortaya çıkar ve onun ikiciliğinin-düalizm en iyi tasviri budur.] Öz Bunlardan “öz”, bir kimsenin benliği, tinsel varlığı, zat, nefis olarak tanımlanır ve bir şeyin temel içeriği olarak düşünülür. Tanımlaması Aristoteles’e kadar uzanır. Ona göre, bir şeyin temel özelliğini ya da tözünü oluşturan şeydir: “İlk anlamında varlık tözü gösterdiği ölçüde özdür”. Bir tözün özünü belirlemek, onun sonlu sayıda olması gereken temel unsurlarını belirlemektir: “Özde bulunan yerine getirilecek fiillerin sonlu sayıda olması gerekir.” Buna karşın Platoncu öz kavramı değişikliğe uğrayarak Descartes’ta yeniden ortaya çıkar. Descartes özleri ölümsüz ve değişmez sayarak şöyle der: “Bir üçgen tasarladığım zaman, benim zihnimin dışında, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir üçgen olmasa bile, bu durum, bu şeklin belli bir yapısı ya da biçimi ya da özü olmasına engel değildir; değişmez ve ölümsüz olan bu öz
| 32
ne benim uydurduğum bir şeydir ne de herhangi bir biçimde benim zihnime bağlıdır.” Hegel’e göre öz, varlık ile kavram arasında yer alan şeydir. Husserl’a göre ise, bir nesnenin, kendisini ne ise o yapan ve bu nesnenin herhangi bir özelliğinden önce bu özelliği olanaklı ve anlaşılır kılan zorunlu yapıdır. Heidegger ve Sartre’da biraz değişir, var oluştan ayrı tutulmaması gereken ve burada ‘varlık’ta ayırt edilemez olan kavramdır. Heidegger’e göre öz ve var oluş arasında Yunan felsefesi tarafından yapılan ayrımın daha ilerisinde, yani ‘varlık’a dönmek gerekir: “Burada varlığın özü, onun var oluşundan kaynaklanır... Ancak burada var oluş (existentia) ve öz (essentia) arasında bir karşıtlık söz konusu değildir.” Yani var oluş ile öz aslında aynı şeydir. Töz
Töz ise öze çok yakın, görece ayrışmamış ve yapılmamış, biçim aracılığıyla ortaya konan fiziksel ve ruhsal gerçeklik kavramıdır. Aristoteles’e göre, töz (usuia) “birinci anlamda, maddedir, yani kendisinden belirli bir şey olmayandır; ikinci anlamda, maddeyi belirli bir varlık olmaya zorlayan şekil ya da biçimdir; üçüncü anlamda da, madde ile biçimin bileşimidir.” Bu üçüncü anlam ise en önemlisidir: “Sözcüğün en temel, ilk ve başlıca anlamında töz, ne bir özneye yüklenen, ne de bir öznede bulunandır: örneğin, bireysel insan ya da at gibi...” Spinoza ve Descartes’ta en üstün töz Tanrı’dır. Spinoza: “Töz deyince kendisinden var olan ve kendinden kavranan, yani kavramı başka bir şeyin kavramına gerek duymayan şeyi anlıyorum” diyerek bir tözün başka bir töz tarafından yaratılamayacağını öne sürer. “Var olmak bir tözün doğasında vardır” der. Hegel’de ise töz (substanz) somut özü belirtir. Buna göre daha önceki görüşlerden farklı olarak, tözü değişmez değil, kendi kendine hareket edebilen şeyin tinsel ilkesi olarak ele alır: “Canlı töz aslında özne olan varlıktır, ya da.... somut bir biçimde gerçek olan varlıktır.” Belki de tanımlama kargaşasındaki durumun tespitini en iyi Berkeley yapar: “Tözleri bir yana atıyorum. Tözü zihne uygun dünyanın dışına atmakla
| 33
suçlanmamam gerek. Yalnızca ‘töz’ sözcüğünün felsefi anlamını yadsıyorum ki gerçekte bir anlam değildir.”24 Tin Gelelim “Tin”e. Tin, insan varlığının, bedene, maddeye karşıt olarak, cisimsel olmayan bölümüdür. Bu etkinliğin ürünü olan düşünce (noesis) ifadesi de aynı kökten gelir. Bazılarına göre, entelektüel yetenekleri belirtir. Genelde çağdaş Alman edebiyatında her yerde bulunan tin (geist), tamamen şüpheli ve bu yüzden nerede karşılaşılırsa ehliyetinin sorulması gereken bir arkadaştır. Geist kelimesinin kökeni, Arapça ve simya kaynaklı “gas”, yani spiritus ve daha da eskisi pneuma kelimesidir. Platon, Aristoteles ve Yunan felsefesinde tin (nus), gerçek bir düşünsel etkinliğe karşılıktır. Ya da soluk anlamına gelen anemosla bağlantılı animus, sis ya da hava anlamını da taşır. Tin ile maddesel olan arasındaki bu karşıtlık, 19. yy’a kadar felsefi tartışmaların başlıca konusu olmuştur. Descartes şöyle der: “Öyleyse gördüğüm her şeyin yanlış olduğunu var sayıyorum, yalanlarla dolu belleğimin bana sunduğu her şeyin gerçek dışı olduğuna inanıyorum, hiçbir duyuma sahip olmadığımı düşünüyorum; beden, şekil, uzam, hareket ve yerin yalnızca zihnimin yapıntıları olduğuna inanıyorum.” Dolayısıyla, tin dışında hiçbir şey gerçek değildir: “Bundan böyle zorunlu biçimde gerçek olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorum; öyleyse ben.... yalnızca düşünen bir şeyim, yani bir tinim.” Yine Descartes’a göre tin, bir şeyi düşünmemizi sağlayan şeydir:
“Ruh sözcüğü bilgisiz kişilerce kullanıldığından iki ayrı anlama geldiğini ve bu ilk edim ya da insanın bu temel biçimi olarak alındığında, yalnızca düşünmemizi sağlayan ilke olarak anlaşılması gerektiğini söyledim: bu iki anlamlılık ve belirsizlikten kurtulmak için onu genellikle tin diye adlandırdım. Çünkü ruhun bir bölümüne değil, bir bütün olarak tüm düşünen ruha tin diyorum.”
24
Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;23-24
| 34
diyerek bu karmaşık adlandırma ve kavramsallaştırmanın sorun oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Tin, düşüncenin ve insanın bilinçli etkinliğinin ilkesidir ve maddeye karşıttır. Tin, bilgi edinme yeteneğinin yanı sıra, Leibniz’in belirttiğine göre bilginin kaynağını da oluşturur. Leibniz’e göre tin ve ruh farklı kavramlardır. Ruhlar Tanrı tarafından yaratılmış işlenmemiş monatlar oldukları halde, tinler Tanrının kendilerine karşı bir hükümdar ya da bir baba gibi davrandığı zeki monatlardır ve ikisi beraber Tanrı Ülkesi’ni meydana getirir: “Zeki tözler (tinler) ile zeki olmayanlar (ruhlar) arasındaki fark, bir ayna ile gören kişi arasındaki kadar büyüktür” ve ancak zeki tinler “eylemlerinin bilincindedir”. Ruhlara özgü tek bir yaşam ilkesi bulunduğu halde, tinler düşünme yetisine de sahiptirler: “Tin fikirleri bilmekle kalmaz, onları kendinden bulabilir de... Zorunlu gerçeklerin kaynağı olan, zihne ilişkin fikirler duyumlardan gelmez. Bazı fikirler tinin kendi üzerinde düşünmesinden doğarlar.” Ancak, Helvetius buna karşı çıkar ve tini, şeyleri kavrama ve tanıma yetisi olarak görür. Bu yetinin kaynağı fiziksel duyularımızdır: “Doğayı ele alalım. Doğa bize nesneler sunar; bu nesnelerin hem bizimle hem de kendi aralarında bağlantıları vardır; bağlantıların bilgisi tin denilen şeyi meydana getirir. Bu anlamda bilgimizin az ya da çok olmasına göre tin de az ya da çoktur.” Berkeley’e göre herhangi bir tin düşüncemiz olamaz. Aynı zamanda düşünceler gibi de olamazlar. Dolayısıyla tin ile düşünce arasında bir ayrım yapmak zorunludur:
“Bir tin, düşünen, isteyen ve algılayan olarak betimlenebilir... Kendi var oluşumuzu iç duygu ya da düşünme yoluyla biliriz ve başka tinleri us yoluyla... Başka tinlerin var oluşunu onlar tarafından yaratılan düşünceler olmaksızın bilemeyiz... Bir insanı göremeyiz, eğer insan ile denmek istenen bizim gibi yaşayan, hareket eden, algılayan ve düşünense: gördüğümüz yalnızca düşüncelerin belli öbekleşmesidir ki bu bizi ona eşlik eden ve onun tarafından temsil edilen ve bize benzeyen
| 35
ayrı bir düşünme, devim ilkesi olduğunu düşünmeye yöneltir.” Burada, “anlık” kavramından da bahsetmekte yarar var. Anlık, Descartes’a göre bilinebilir şeylere yönelik hayal gücüne karşıt olarak, kavrayabilen bireye ilişkin kavrama gücüdür. Anlık, görünüşü ne olursa olsun bir şeyin gerçekliğini kavramayı olanaklı kılan düşünsel bir işlemdir. Leibniz’e göre ise kendi başına yanılmaz olan yargı yetisidir. Hume’da, düşünme ve anlama gücüdür. Kant’a göre anlık (vestand), duyumlar arasında sistemli karşılıklı bağ kurmayı sağlar ve sezgiye değil, akıl yürütmeye dayanır.
Akıl, Zihin ve Us Sözlük anlamı olarak akıl ise; 1. Bilip tanımayı, yargılamayı ve ilkelere göre davranmayı sağlayan, insana özgü yeti, 2. Doğru davranmayı, doğru yargı vermeyi sağlayan düşünme biçimleri ve ilkelerin bütünü; sağduyu, bilgelik, ayırt etme yetisi, 3. Normal durumları ve işleyişleri bakımından ele alınan düşünsel yetilerin bütünü, ayırt etme yetisi, 4. Bellek, algı, düşünme vb. zihinsel yetilerden her biridir.25 Zihin (Arapça, zihn): 1. İnsanın yaşamı boyunca edindiği bilgileri depolayıp saklamasını ve daha sonraları güncel yaşama uygulayarak kullanmasını sağlayan işlevlerin tümü, 2. Hafıza, bellek, 3. Anlayış, kavrayış. 4. Us’un eşanlamlısı. Bilinçle, zihin=aklın (mind) farklı kavramlar olduğunu da belirtmek gerekir. Akıl yani logos, bilgi edinme yetisi, bilip tanıma ve yargılama yetisidir. Akıl beynin kontrolünü ve bilinçli algıyı yapan, dışarı yansıtan programıdır. Bilincin dışa yansıması akıl aracılığıyla ortaya çıkar. Akıl yalnızca bilinçli olduğumuz zaman fark edilebilir. Bilinçsiz olduğumuzda akıl anlamsızdır. Bu nedenle bilinç, belirli bir aklın, kişiselleştirilmiş bir beynin o anki birinci el, birinci şahıs deneyimi olarak görülebilir ve eşlik eden bilinç, akla can katar.26 25 26
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “Akıl” maddesi. Gelişim Yayınları. 1986. s:262, cilt:1 Greenfield S. İnsan Beyni. Varlık yayınları. 2000; 154.
| 36
| 37
Doğuya Bakış İslam Felsefesi
El-Kindi Aristocu İslami felsefe okulunun kurucusu ve mantıktan matematiğe, fizikten müziğe kadar uzanan, 270 adet bilimsel inceleme yazarı bir insan; Yusuf Yakub İbn İshak el-Kindi ya da sık kullanılan adı ile Kindi (MS 800-870).27 Kindi’ye göre varlıklar, duyularla algılanabilenler (tikeller) akılla algılanabilenler (tümeller) ve vahiy yolu dışında hakkında bilgi edinilemeyenler (ilahi varlıklar) olarak sınıflanıyordu. Kindi, ruh hakkında belirgin bir yorumda bulunmuyordu ve Aristoteles'in Ruh Üzerine (Peri Psykhes) adlı eserindeki akıl (nous) anlayışını benimsemişti. İlk Felsefe adlı eserinin önsözünde, şeriat bilginlerine karşı felsefeyi savundu ve şeriatla felsefeyi bağdaştırmaya çalıştı. Gerçek bilginin ancak felsefe ile bulunabileceğini savundu. Felsefe ile edinilen bilgi ile peygamberler aracılığıyla gelen bilginin aynı olduğunu, aradaki tek farkın felsefecinin gerçeğe ulaşmak için daha uzun zaman sarf etmesinden başka bir şey olmadığını söyledi. Altmış yaşına geldiğinde, kalabalığın önünde, görüşlerinden dolayı beş kez kamçılandı. Uzun süreli bir içe dönüş ve belki de depresyondan sonra 72 yaşında dünyadan ayrıldı. Farabi 27
Hodbhoy P. İslam ve Bilim. Cep Kitapları, 2.baskı, 1993; 164.
| 38
Türk felsefeci Farabi (MS 870-950), Yunan felsefesinden esinlenerek İslam felsefesini gerçek anlamda kuran kişidir. Aristoteles’ten sonra “ikinci hoca” olarak değerlendirilir. İbni Sina ve İbni Rüşt üzerinde büyük etkileri olan Farabi, batı felsefesini de etkilemiştir. Aristoteles ve Platon’un aslında aynı şeyi söylediğini iddiasıyla Kitab Ül-Esolocya’yı kaleme aldı. Bu düşünce bir philosophia perennis (ebedi felsefe) anlayışını güçlendirmiştir. Farabi’nin temel bilimsel çalışma yöntemi “Vahidi daha iyi anlamak ve kavramak için, onu alt parçalara (cüz) ve her cüz’ünü daha ufak cüz’lere bölerek tahlil etmek” şeklindedir. Bu bölerek inceleme, Descartes’ın de şiddetle savunduğu ama Farabi’ye hiçbir atıf yapmadığı bir yöntemdir.28 Yeni Platoncu olan Farabi’nin felsefesi iki temel üzerinde kuruludur. İlki varlıktan kalkarak öğelere doğru iniş ve diğeri Tanrıya doğru yükseliş. Farabi, Akıl Kitabı (Risale fi’l akl) adlı eserinde karanlıkta görülmeyen ve ışıkta görülen renkler örneğini vererek, bunun gibi akılla kavranabilir varlıklar, şeylerin ve duyulara dayanan algıların içinde gizil güç biçiminde bulunurlar der. “Ortak duyu” ve hayal gücü aracılığıyla akla geçerek onun için bir gizil varlık kazanırlar. Farabi Aristoteles'i takip ederek insan aklını Potansiyel Akıl (Akl bi'l-Kuvve), Fiili Akıl (Akl bi'l-Fi'l), Edinilmiş Akıl (Akl Müstefad) ve Faal Akıl (Akl el-Fa'al) olarak dörde ayırır. Bunlar aklın bilgi edinme sürecinde geçtiği aşamalardır. Bilmek, maddi nesnelerin ötesindeki soyut formları bilmektir ve bu, duyular dünyasıyla ilgili bilgi kadar ahlaki bilgi için de geçerlidir. Yaratıklar, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan Tanrıdan çıkıp varlığa ulaşırlar. Tanrı’nın kendi töz’ünü bilmesiyle birincil akıl doğar; bu aklın da Tanrı’yı bilmesi ile ikinci akıl türer. Böylece sırasıyla ortaya on akıl çıkar. Etkin akıl insan ruhunun da nedenidir. Ruh ve cismani bedenden meydana gelen insanda, ruh ve beden ilişkilidir. Ruhun yetkinliği akıldan kaynaklanırken, bedenin yetkinliği ruhtan kaynaklanır. Farabi’ye göre canlıda üç tür ruh vardır: bitkisel, hayvansal ruh ve insan ruhu. Bitkisel ruhun görevi bireyin soyunu sürdürmesi ve gelişmesini 28
Farabi. İslam Klasikleri: El-Medinetül’l Fazila. MEB yay. 2001;10
| 39
sağlarken, hayvansal ruhin ki iyi ile kötünün fark edilmesi ve iyide karar kılınması, insani ruhun görevi ise yararlının ve güzelin seçilmesini sağlar. İnsanın kendini, evreni anlaması etkin akılla olur. Dolayısıyla da etkin akılla bilginin mutluluğuna ulaşır. Bütün bunlara karşın Farabi’de, duygu ve hareketlerin merkezi organı kalptir:
“Cismimizle yaptığımız işler isteme kuvvetine hizmet eden kuvvetler ile ortaya çıkar. Bu kuvvetler, o işlerin icrasına tahsis edilmiş uzuvlara dağılmış bulunurlar. Bunlar, hayvan ve insanın arzularını yerine getiren uzuvlara girişmiş sinir ve kaslardan ibaret olup eller, ayaklar ve iradeyle hareket edebilen uzuvlar gibidirler. Bu çeşit uzuvlara dağılmış olan kuvvetler, cismimizin aletlerinden olup, kalpte oturan reisi isteme kuvvetinin hadımıdırlar. ...kalp bünyemizin hâkim uzvudur. Ona riyaset edecek başka bir uzuv yoktur. Arkasından dimağ gelir ki ikinci derecede olan bir hâkim uzuvdur ve diğer uzuvlara, ancak kalbin reisliği altında, reislik eder. Dimağ kalbe hizmet eder; diğer uzuvlar da ona, tabiatıyla kalbin maksatlarına göre hizmet ederler.”29 Farabi aynı zamanda devinim yapan duyuları taşıyan sinir liflerinden de haberdardır, bu sinir liflerinin çıkış yeri olarak beyni gösterir:
“Sinirler iki sınıfa ayrılırlar. Bir sınıfı kalpte bulunan hâkim duyma kuvvetinin tabilerine alet olup, o tabilerden her birinin kendine mahsus duyguyu duymasına yardım eder. Diğer sinir sınıfı da yine kalpte bulunan isteme kuvvetine hizmet eder uzuvların aleti olup bu uzuvların iradi hareketlerini sağlar. ...Hareket uzuvları ancak kalbimizde yer alan isteme kuvvetlerine tabi olurlar. Bu sinirlerin çoğunun bitki tarlası (çıkış yeri), dimağ olup onları muhafaza eden kuvvetler dahi bizzat dimağdan 29Farabi.
İslam Klasikleri: El-Medinetül’l Fazila. MEB yay. 2001;56-59.
| 40
beslenirler. Dimağda kalbin hararetini düzenleyecek ruhi bir kuvvet vardır.”
nispetle
İbni Sina Farabi’nin fikirlerini geliştiren İbni Sina’da (MS 980-1037) deneyci felsefe ön plana çıkar. Modern dünyanın sibernetikçisi olan Norbet Wiener olarak da görülür.30 Aristoteles felsefesinden yararlanarak cisim ve nefsden bahseder. İbni Sina'nın geliştirdiği kuramının kaynağı Aristoteles (İslam felsefecileri Aristoteles’e “mantığın üstadı” derlerdi) ve Yeni Platonculuktur. İbni Sina varlıkları kozmolojik bakımdan akıl, ruh (nefs) ve cisim olarak üçe ayırıyordu. Kozmik Akıl, İlk Varlıktı ve zorunluydu. Sırasıyla bir sonraki Akıl, bu Akla ait gök katının (felek) ruhu ve bu gök katının cismi çıkar. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir. Bu nedenle, düşünmekle var olmak özdeştir (sonradan gelen Descartes’ın ‘düşünüyorum öyleyse varım’ ifadesini hatırlatır). Sina’ya göre atomcu görüşün ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli bir yeri vardır. Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir. Biçimler maddeye, ilinekler ise töze katılır. Bütün nitelikler de birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden ayrı olarak varlığını sürdürür. İbni Sina'ya göre, nesnel evrende bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur. Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür. Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır. Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı 30
Hodbhoy P. İslam ve Bilim. Cep Kitapları, 2.baskı, 1993; 167.
| 41
olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde bulunmaktadır. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da birbirine bağlıdır, çünkü devinimin bulunmadığı, algılanmadığı bir yerde zaman da yoktur. İbni Sina cismin hiçbir zaman etmen olamayacağını öne sürer. Etmen aklın, onun aracılığıyla etkinlikte bulunan bir “kuvvet, form, nefsi”dir. İbni Sina'nın felsefesinde, Aristoteles’in geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının önemli bir yer tuttuğu görülür. İbni Sina Kur’an-ı Kerim’e dayanarak bilmeyi ‘yaratma’ olarak niteler. Yaratma eylemi Tanrının kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri bilmesindendir. İbni Sina’nın nefs ifadesi Latincedeki “anima”ya (canlandırıcı, can verici ya da ruh) yakındır. İnsan nefsi, yapıcı ve bilici güçle donatılmıştır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da, beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir. Us (akıl) konusunda İbni Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür. Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal Us, usun en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan, bir bütünlük içinde kavrar. İnsan, ayrıntıları duyularla algılar,
| 42
tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada onları aşar.31 Bunun dışında hayvansal ve bitkisel nefs de vardır. Ancak bunların melekeleri birbirinden farklıdır. İnsan ruhunun iki melekesi vardır: tanıma ve icra. Bu iki melekeye akıl adı verilir. Akıl da iki türlüdür: kuramsal/nazari ve ameli akıl. Bunlar bahsedilen bilici ve yapıcı güçlere karşılık gelirler. İnsanın (ruhunun) bir şeyi idraki daima “akl-ı faal”den gelir. Yine İbni Sina’nın bahsettiği diğer bir akılda “akl-ı heyuları”dır ve insan zihninin henüz ortaya çıkıp gerçekleşmemiş soyut yatkınlıkları olarak bunu tanımlar. Madde (cisim) ise Allah’tan doğmaz. Var olmak için kendi dışından başka bir şeye gereksinim duymayan Allah “bir”dir ve “bir”den ancak “bir” çıkacağından, O’ndan çokluğun yani diğer maddenin doğması imkânsızdır der. İbni Sina yöneticilerin baskısından birkaç kez kaçtıktan sonra, dostları ona ılımlı olmasını tavsiye ettiklerinde şöyle dedi: “Genişlemesine kısa bir hayatı, uzunlamasına dar bir hayata tercih ederim.”32
Gazali Yalnız döneminin değil, bütün İslâm düşünce tarihinin en önde gelen düşünürlerinden Gazali (1058-1111) kelâmcılar, sûfiyye, Batıniler ve özellikle Yunan kaynaklı felsefe dahil, devrinin bütün düşünce şekillerini olabildiğince öğrenmiş ve eleştiriden geçirmiştir.33 El-Munkiz'u-mine'd-Dalâl, düşünce hayatını ve kendisinin geçirdiği manevî basamakları anlattığı eseridir. Bu eser değeri bakımından Augustin'in Les Confessions (İtiraflar); Descartes’ın Metod Üzerine Konuşmalarına ve Rousseau'nun 31 32 33
http://www.kultur.gov.tr/kultursanat/tb-sina.html Hodbhoy P. İslam ve Bilim. Cep Kitapları, 2.baskı, 1993; 168. De Boer, Islâm'da Felsefe Tarihi, Çev. Kutlay Y. s.109
| 43
İtiraflarına benzetilir.34 Bu konuda kullandığı yöntem ise, Aristoteles mantığını kabul ederek ve felsefeyi yakından tanıyarak, felsefe tenkitçiliği şeklinde ortaya çıkar.35 Kimyayı Saadet adlı eserinin psikoloji bahsinde, gökten aşağı düştüğü kabul edilen bir insanın, teker teker uzuvlarını kaybetse bile yine de farkında olacağını belirtmiştir:36 “İnsanın kendi varlığında hiçbir şüphe yoktur. Onun varlığı görünen ceset değildir... Bir kimse gözünü kapayıp, bedenini, gökleri, yerleri ve gözle görülebilen her şeyi unutsa dahi, kendi varlığını zaruri olarak bilir... Kendinden haberi olur...” Duyulardan şöyle bahseder:
“İnsanlar yalnız duyular âlemini görürler. Duyular âlemi, öz olan melekût âleminin kabuğu durumundadır. Bu dış âlemi geçemeyen kimse; narın sadece kabuğunu, insanın da sadece derisini görmüş olur. İçeriye nüfuz edemez.” İnsan varlığını ise ruh ve beden olarak ele alır:
“Bil ki iki âlem vardır: ruhani ve cismani. İstersen bunlara hissi ve akli veya ulvi ve sufi de diyebilirsin. Bunların hepsinin manası birbirine yakındır, farklılık sadece bakış açısı ile ilgilidir. Eğer sen bunları kendi varlıkları açısından ele alırsan cismani ve ruhani dersin.” Ruhun özelliklerini beş aşamaya ayırarak şöyle açıklar: “Beş duyunun getirdiklerini alan ilk ruhtur. Hayvani ruhun aslı ve ilk biçimi konumundadır. Nitekim hayvan bununla hayvan olur. Bu ruh süt emen çocukta da bulunur. İkincisi hayali ruhtur; bu ruh duyuların getirdiklerini kaydeder, gerektiğinde kendisinden üstte bulunan akli ruha iletmek üzere biriktirip saklar. Süt çağındaki çocukta bulunmaz. 34 35 36
Ülken HZ. Islâm Felsefesi-Kaynaklari ve Tesiri, Istanbul, 1967, s.120 Watt M. Islâmî Tetkikler, Islâm Felsefesi ve kelâmi, çev. Ates S., Ankara 1968, s.108 Bedir Yayınevi. A.Faruk Meyan çevirisi. İstanbul.
| 44
Bu ruh hayvanların bazısında bulunur bazısında bulunmaz. Üçüncü sadece insana mahsus bir cevher olup hayvanlarda ve küçük çocuklarda bulunmaz. Dördüncüsü fikri ruhtur. Bu ruh, salt akli bilgileri alarak bunlar arasından telifler ve terkipler yapar, bunlardan değerli bilgiler çıkarır. Beşincisi ise Nebevi ruhtur ve bu peygamberlerde bulunur.”37 Yine önemli bir eseri olan İhya ül-ulüm id-din’de ruhun, tıp bilginlerine göre can anlamına geldiğini, ancak metafizik varlık olarak nefs, akıl ve kalp denilen manevi yetilerin aynı varlığı ifade ettiğini ve insanın gerçek benliğini oluşturan öz olduğunu belirtir. Gazali Makasıd el-Felasife adlı eserinde ise, madde ve ruh üzerinde de görüşlerini modern felsefenin başlangıcından çok önce ortaya koymuştur. Ruh ve bedenden doğrudan değil de, o dönemde anlaşıldığı şekliyle ruhun asıl özelliği olan “düşünce” ve bedenin asıl özelliği olan “cisim”den bahsetmiştir. Madde (cisim) için:
“...Cisim, fiili olarak, en, boy, derinlik sahibi bulunduğundan değil, fakat bunları kabul etmesinden dolayı cisimdir. İspatı şudur ki, şayet bir mum alsak ve buna, bir kaşık uzunluk, iki parmak en ve bir parmak derinlik versek, bu yine de bir cisimdir, fakat bu boyutlar derinlik, en, boydan dolayı değil. Çünkü aynı mum, bu sefer yuvarlak yahut da başka bir şekle konulursa bu uzantı ortadan kalkar ve onların yerine, iki ayrı uzantı meydana gelir fakat cisim oluş sureti asla değişmez. Şu halde cisimde bulunan miktarlar cismiyet mahiyetinden hariç arazlardır...” Gazali duyulardan ve onların güvenilir olmamasından (daha sonra tüm felsefesini şüphecilik üzerine kuracak olan Descartes gibi) ve bu durumun altından şüphecilikle nasıl
37
Gazali. Mişkatü’l-Envar (Nur Metafiziği), Gelenek Yay. 2004;52
| 45
kalkılacağından da şöyle bahseder. “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” Peygamber sözünden aldığı ilhamla:
“...Uykuda birtakım şeylerin varlığına inanıyorsun, birtakım halleri tahayyül ediyorsun, onlarda sebat ve istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar hakkında hiçbir şüpheye düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın gerçek olduğundan nasıl emin olabilirsin? Vakıa o itikat içinde bulunduğun hale nazaran gerçektir. Lakin mümkündür ki sana diğer bir hal arız ola ki, onun uyanıklığına nispeti senin uyanıklığının uykuya nispeti gibi olsun. Uyanıklığın o hale nispetle uyku sayılsın. O halde sana arız olduğu zaman aklımda tevehhüm ettiğim her şeyin hayal olduğunu, asılsız olduğunu kesin olarak anlarsın...” der. İbn Arabi İslam felsefeci İbn (Muhyiddin) Arabî, 1165’te Endülüs’ün Mürsiye şehrinde doğmuş, 16 Ekim 1240’te 78 yaşındayken vefat etmiştir. Fususu’l-Hikem adlı eseri en ilginç yapıtlarından birisidir. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem adlı eserinde ruh ve bedenden, evrenin ve dünyanın oluşumundan, evrimden, insanın bilinçli ve bilinçsiz olması durumundan bahsederek, bilinçli olmanın getirdiği farkı ortaya koyar:
“Boğulmuş, gömülmüş bir durumda bulunan bir insandan hiçbir eser ve oluşum ortaya çıkmaz ve bu hal içinde onda ne ilim, ne işitme ne görme ne irade, ne de kudret görünür değildir. Bunların hepsi, o kimsenin vücudunda yok ve helak olmuştur. Bu gömülmüşlük halinden, bilinçli duruma (hâl-i âgâhîye) geldiğinde bu sayılan sıfatlarıyla vasıflanmış olur. Ve onun gömülmüşlük halinden bilinç düzeyine gelişi (hâl-i âgâhîye), kendi zatının ve vücudunun gereğidir. Yoksa kendi istemesi ile değildir. Ve bilinçlendiğinde bütün fiilleri ve sıfatı kendisinde
| 46
birleşmiş, bir olmuş, bütün bir haldedir. Ve kendinin bütün hep esmasını ve sıfatını toplamış olan bu insan bunların eserlerini açık etse de, etmese de yine insandır. İnsanlığını açığa çıkarmak için eserleri ile açığa çıkıp, görünmesine ihtiyaç yoktur. Onun buna ihtiyacı yoktur.” Fuzuli Türk Divan şairlerinden olan Fuzuli’nin (MS 1480–1556) anlayışına göre, insan biri gövde, öteki ruh olmak üzere iki ayrı özden kurulu bir varlıktır. Gövdenin toprak, yel (hava), od (ateş) ve su gibi dört oluşturucu öğesi vardır. Ruh ise tanrısaldır, gövdede, gene Tanrı buyruğuyla bir süre kaldıktan sonra, kaynağına, tanrısal evrene dönecektir. Bu nedenle ölümsüzdür. İnsanın yeryüzünde yaşadığı sürece ruhunun kutsallığına yaraşır biçimde davranması, doğruluk, iyilik, erdem, güzellik gibi değerlerden ayrılmaması, özünü bilgiyle süslemesi gerekir.
| 47
İslam Dünyasında Söndürülen Güneş! Dokuz ve 13. yy’da Müslümanların özgün felsefi hareketi canlandı. Çünkü düşünsel çalışmalar devlet adamlarınca desteklendi, Vahiy’in sunduğu iletiyi anlama ve anlatma çabası bunu gerektirdi ve “oku” emri bir anlamda evreni anlamaya yönelikti. Gerçek felsefe Farabi ile kuruldu ve İbn Rüşd’ün ölümü ile (1198) İslam felsefesi bitti. Beş yüz yıl boyunca, İslam uygarlığında, bilimin ve felsefenin alevi parlak bir şekilde yandı. Ama bu alev, zaman zaman üzerine su sıkılarak sönükleşti. Ölüm döşeğindeki felsefecilere, zorla felsefeye sırt çevirdiklerine dair fetvalar verdirttirildi. 885 yılında, Bağdat’ta felsefe kitaplarını kopya etmeyeceklerine dair, profesyonel kopyacıların yemin etmeleri istendi. İbni es-Sales’e felsefe ve mantığın incelenmesi veya öğretilmesinin serbest olup olmadığı sorulduğunda, şu yanıtı verdi (yıl 1251):
“[Felsefe] deliliğin temeli, tüm karmaşanın, hataların ve doğru yoldan sapmanın nedeni... Mantığa gelince... Felsefeye ulaşmak için araçtır. Kötü bir şeye ulaşmak için başvurulan araç da kötüdür... Felsefenin öğretileriyle uğraştığına dair delil bulunan herkes aşağıdaki seçeneklerle karşı karşıya kalacaktır: Kılıçla idam ya da İslam’a dönüş; ancak bu şekilde memleket korunabilecek ve (b)ilimlerin kökü kazınabilecektir.”
| 48
Bazen yeni fikirler var olan inançlara karşı gelebilir. Tıpkı İbni Sina’nın başına geldiği gibi. İbni Sina’nın dini inanç, bilim ve mantık arasında sentez kurma girişiminin çok tepki alması üzerine, “saptığı” öne sürüldü. Kendisi ise şöyle yanıt verdi:
“Bana sapkın demek o kadar kolay iş değildir, Benim inancım kadar hiçbir dinsel inanç sağlam değildir, Eğer ben sapmışsam bütün dünyada emsalim yok, Çünkü o zaman dünyanın herhangi bir yerinde tek Müslüman yok.” Bu dönemlerde El-Seyuti, Halife al-Hadi’nin Bağdat’ta, 5000 (yanlış basım değil: beş bin) felsefeciyi öldürttüğünü belirtir. Sayı abartılı olmakla birlikte böyle bir katliam olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. Bilimi yok etmek için en iyi yöntem felsefecileri ortadan kaldırmaktır. Kindi’yi kamçıla, el-Razi’nin başına, görmesini kaybedinceye kadar kitaplarıyla vur, İbni Sina’yı sürgüne gönder, İbni Rüşd’e mantık ve bilimi incelemeyi yasaklayarak taşraya sürgüne gönder... Halife Mütevekkil döneminde (847–861) Bağdat’taki profesyoneller felsefe kitaplarını kopya etmeyecekleri konusunda yemin etmeye zorlandılar. Halife Nasır döneminde (1180-1225) geniş bir kitap koleksiyonu yakıldı. Medreselerde felsefenin yerini kelam almıştır. Felsefecileri yok etme işinin nereye varacağını birçok kişi fark etmemişti. Büyük felsefecileri olmayan bir ulusun, hiçbir zaman büyük biliminsanları da olmayacaktı. Felsefe meraka dayanır ve merak da bilime doğru uzanır.38 Bilim olmayan yerde de karanlık hâkim olur. Dokuzuncu yüzyılda İslam biliminsanları arasında Dünya’nın küre biçiminde olduğu normal ve sıradan bir kabuldü. Oysa Batı’da 200 yıl sonra bile Dünya hala düzdü. Semerkandlı El-Kaşi, 1494’te evrenin çevresini bir “at kılı payı hatayla” ölçmek için pi değerini virgülden sonraki on altıncı basamağa kadar hesaplamıştı. Oysa aynı Batı’nın anlayışında evrenin sınırlarına asla erişilemezdi. Abdurrahman es-Sûfi (903-986), Batlamyus'un 38
Hodbhoy P. İslam ve Bilim. Cep Kitapları, 2.baskı, 1993; 153-156.
| 49
Almagest'inden yararlanarak hazırlamış olduğu yıldız katalogu ile tanınmıştır. Bu katalogda, 48 yıldız takımında bulunan yıldızlar tanıtılmış, bunların gökyüzündeki konumları, parlaklıkları ve renkleri bildirildikten sonra, Almagest'te geçen yıldız isimlerinin Arapça karşılıkları verilerek, bu konuda Arapçadaki önemli bir boşluk doldurulmuştur. Abdurrahman esSûfi'nin önerdiği terimler, daha sonra Batılı astronomlar tarafından kullanıldığı gibi, bunlardan 94'ü modern astronomi literatürüne de girmiştir. Dünyanın en büyük oniki filozofu arasında sayılan Türk asıllı Harezmî olup Bağdat civarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Harezmî gökbilimi konusunda Ziyc'ül Harezmî, Kitab al-amal bi'l Usturlab ve Kitap'ül Ruhname adlı kitaplar yazmıştır. Ayrıca, Halife Memun'un isteği üzerine yerin ve gökyüzünün haritasını içeren bir atlasın hazırlanmasına da katkıda bulunup Kitab'üs Suretü'l Arz isimli eserini bu atlasa ek olarak hazırlamıştır. Yine Sabit Bin Kura, Oklid Elementler adlı eserine yazdığı şerh dolayısıyla batı bilim dünyasında "Türk Öklidi" olarak tanınmıştır. Abdulhamid İbn Turk, Harezmî’nin çağdaşıdır. Cebir konusunda yazmış olduğu kitabın ancak küçük bir bölümü bugün elimizde bulunmaktadır. Burada, özel tipler halinde gruplandırılmış ikinci derece denklemlerinin çözümleri, Harezmî’ninkilerden daha ayrıntılı olarak verilmiştir. Örneğin, x²+c=bx denkleminin, diğer denklem tiplerinden farklı olarak iki çözümü olduğu ayrı ayrı şekillerle gösterilmiştir. İlk kâğıt fabrikasını kuran İbni Fazıl iken, matbaa 300 yıl İslam’ın önde giden ülkesinde kullanılamamıştır. Diğer ilkler şöyle özetlenebilir: kızamık ve çiçek hastalığını keşfeden Razi, cüzamı bulan İbni Cessar, vebanın bulaşıcılığını fark eden İbni Hatip, gözde retina tabakasını tanımlayan İbni Rüşd, göz ameliyatını ilk yapan Ammar, sıfır rakamını ilk kullanan Harezmî, trigonometriyi ilk kuran Battani, tanjant, kotanjantı ilk kullanan Ebul Vefa, trigonometri kitabı ilk yazarı Nasiruddin Tusi, ilk trigonometrik dönüşüm formülünü bulan İbni Yunus, binom formülünü ilk bulan Ömer Hayyam, ilk diferansiyel kitabını yazan Sabit bin Kura, ondalık kesiri ilk kullanan Gıyaseddin Cemşid, ilk usturlabı yapan Zerkali, Dünyanın döndüğünü ilk öne süren Biruni, Güneş üzerindeki lekeleri ilk gören Fergani, sibernetiği
| 50
kuran İsmail-El Cezeri, optik ve görme sistemi temellerini ilk inceleyen İbni Heysem, kimya laboratuarını ilk kuran Cabir, saf alkolü ilk elde eden Razi… ilk… Ama bu ilkler bir süre sonra, yine bizler tarafından engellendi. Batı’da yeni bir felsefenin başlangıcı için ilk adımları atacak olan René Descartes (1596–1650), neyin önemli olduğunun farkındaydı:
“...bir ulusun bireyleri felsefeyle ne denli içli dışlı olursa, o ulusun da o denli uygar ve ince ruhlu olacağına inanmak gerektiğine değinirdim. Böylece bir devlette var olabilecek en büyük nimet, o devlette gerçek felsefecilerin bulunmasıdır.”39
39
Descartes R. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998;34-35.
| 51
Batıdan Doğan Güneş René Descartes Ruh/beden hakkında felsefi tartışmaların önemli başlangıcı, 17. yüzyılda René Descartes’ın tartışmalarından ve onun şüpheciliğinden doğmuştur. Bu yüzyılın bakışı tam olarak, saat gibi işleyen mekanik bir evrendir. Descartes döneminde mekanik dünya görüşü, Tanrı’nın bir ihsanı olarak görülüyordu.40 Newton’un dinamik felsefesinin tersine, Descartes’ınki mekanikti. Descartes felsefeye fizikötesiyle başlayarak bu konuda süregelen kalıpların dışına çıkmıştır. Ona göre, Platon ve Aristoteles’ten sonra gelenler, onların söylediğinden daha iyi şeyler aramadılar. Sadece ünlü felsefecilerin düşüncelerini izlemekle yetindiler. Ama Descartes’a göre Aristoteles’in yazılarının anlamı bozulmuş ve değiştirilmişti, hatta Aristoteles tekrar dünyaya gelecek olsa yazıların kendine ait olduğunu anlayamazdı. Bu nedenle yeni bir felsefe yaratmak gerekiyordu.41 Ama onda farklı olarak derin bir şüphecilik vardı. Bu nedenle de felsefecileri iki gruba ayırıyordu: şüpheciler ve kesinlikçiler. Kendisi şüpheciler grubundaydı. Kendi şüpheciliğini en iyi su cümlelerinden anlayabiliriz:
40 41
Descartes R. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998; 66. Descartes R. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998;8, 10-11
| 52
“...Hayatımızın devamlı bir uyku olmadığından, duyular aracılığıyla öğrendiğimiz bütün şeylerin uyuduğumuz zaman olduğu gibi şimdi de yanlış olmadığından nasıl emin olabilirsiniz?42 ...Bütün hayatım boyunca rüya görüp görmediğimden, zihnime ancak duyular yolu ile girdiğini sandığım bütün fikirlerin, tıpkı uyuduğum, gözlerim kapalı, kulaklarım tıkalı olduğu, hülasa duyularımdan hiçbirinin ilişiği olmadığı zaman zihnimde tekabül eden fikirler gibi zihnimde kendiliğinden şüphe etmeye varacağım. Dolayısıyla da yalnız dünyada siz var mısınız, yer var mı, güneş var mı diye şüphe etmekle kalmayacağım; fakat gözlerim var mı, kulaklarım var mı, bir vücudum var mı, hatta sizinle konuşuyor muyum, siz benimle konuşuyor musunuz diye de şüphe edeceğim... Görüyorsunuz ki, bilgisi ancak duyular yolu ile gelen bütün şeylerden haklı olarak şüphe edebilirsiniz; fakat şüphenizden de şüphe edebilir misiniz? Şüphe ediyor muyum, etmiyor muyum diye şüphe içinde kalabilir misiniz?”43 (Gazali şüpheciliği ile olan benzerliğine dikkat ediniz!). Descartes’a göre, üç temel cevher dünyayı oluşturuyordu: Tanrı, ruh ya da zihin ve madde. Bunlardan ruh ve madde sonu olanı, Tanrı ise sonsuz cevheri oluşturuyordu. Madde “uzamı olan şey/res extensa”, ruh ise “düşünen şey/res cogitans”tır. Ben dediğimiz düşünen şey, bedenden ayrıdır ve ondan bağımsız var olabilir. Yani, Descartes ruh ve bedeni birbirinden farklı ya da ayrı olarak düşünür. Birbirlerinin üzerlerine doğrudan etkileri olmaz. Descartes bunlardan birinin diğerine fiziksel bir etki yapabileceğini her zaman reddetmiş ve onlar arasında adeta mekanik bir ayrım yapmıştır. Aralarındaki bağlantı sorununu ise araya Tanrıyı yerleştirerek çözer. Tanrı, birliği sağlayan dolaylı bir bağdır. Bu şekilde beden ve zihindeki değişiklikler birbirine
42 43
Descartes R. Tabiat Işığı ile Hakikat Arama. Çev: M.Karasan. MEB yay. S:19-20, Ankara 1946. Descartes R. İlk Felsefe Üzerine, Metafizik Düşünceler. S:22-23, Çev:M.Karasan, Maarif Mat.Ankara 1945
| 53
karşılık gelir. Ruhta istekler ve niyetler varsa, bunların maddi karşılıkları da bedende ortaya çıkar.44 Descartes’te Zihin/Us ve Bilinç Kelimeleri Ruh ve zihin/us sözcüklerinin birbiri yerine kullanılabileceği iddiası, Descartes’ın Meditasyonlar’ının 1647 tarihli Fransızca çevirisinde görülür. 1641’deki, daha eski orijinal Latince metinde ise yalnızca zihinden bahsedilir. Zaman içerisinde çeviriler nedeni ile bir dönüşüm olmuş görünmektedir. “Bilinç” kelimesi ise İngilizceye bile 1625-1635 yıllarında girmiştir. Bu tarihten önce bilinç diye bir kelime Batı dünyasında görülmez.
Descartes, zihnin maddeden bağımsız olup olmadığını, fiziksel mi yoksa fizik dışı bir uzantı mı olduğu, karar verme sonucu mu oluştuğu veya karar verici mi olduğunu çok geniş olarak sorgulamıştır. Her şeyden kuşkulanmak gerektiğini söyleyerek, yalnızca olduğu haliyle düşünceden yola çıkmak zorunda olduğumuzu ifade eder; bu mutlak bir başlangıçtır. Böylece, bütün belirlenimlerin reddedilmesini felsefenin ilk koşulu yapar. Önceden sahip olduğumuz bütün kanı ve fikirleri reddedip düşüncenin kendisinden yola çıkarak, ilk elden sağlam bir çıkarım yapmayı ister:
“Böylece, hakkında herhangi bir kuşku duyabileceğimiz her şeyi reddettiğimiz ya da yanlış olarak kabul ettiğimiz için, hiçbir Tanrının, hiçbir semanın, hiçbir cismin var olmadığını varsaymamız kolaydır. Çünkü düşünen şeyin var olmadığını söylemek çelişki olur. O halde, ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ bilgisi, her şeyden önce ulaştığımız ve düzenli bir şekilde felsefe yapan herkese kendini sunan en kesin gerçektir. Bu, ruhun niteliğini ve bedenden ayrı olduğunu anlamanın en iyi yoludur...”45
44 45
Hegel’s Lectures on the history of philosophy. Vol 3, Humanities Press, 1983, s:221-252. Descartes R. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998;59.
| 54
Yani, düşünce her şeyden önce gelir. Daha sonraki belirleniş varlığın belirlenimidir. “Düşünüyorum”, doğrudan benim varlığımı gerektirir, varlığın belirlenimi “Ben”dedir. Böylece, cogito, ergo sum/düşünüyorum, öyleyse varım ifadesinde, düşünce ile varlığı bir arada buluruz. Descartes’a göre: “Burada hiçbir çıkarsama yoktur. Çünkü öyle bir çıkarsamanın var olabilmesi için öncülün ‘her düşünen vardır’ olması gerekir.” Yani, burada kullanılan “öyleyse” çıkarsamada kullanılanla aynı anlamda değildir. Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” özdeyişi, balıklara bisiklet gerekmez demek gibi apaçık ve sıradan bir şey gibidir. ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ özdeyişi Augustinus (MS 354–433) tarafından kullanıldığından, buna bir yenilik olarak bakmayanlar da vardır.46 Cogito’nun esasen dört bileşeni vardır; düşünüyorum ve bu bağlamda etkinim; bir var oluşum var; bu var oluş ancak zaman içinde ve edilgin bir ben’in var oluşu gibi belirlenebilir; şu halde ben, kendi öz düşünme etkinliğini, bunu etkileyen bir başkası gibi görmek zorunda olan, edilgin bir ben olarak belirlenmişim.47 Descartes’ın bu ifadesi bir önermedir. Önerme, herhangi bir yargı bildiren veya hakkında “doğru mu, yanlış mı?” sorusu sorulabilen ifadelerdir. Bu önermeye karşılık başka önermelerde ortaya atılmıştır. Descartes’ın çoğu fikrine karşı çıkan Pierre Gassendi (1592-1655), “şunu da söyleyemez miydik?” diye sorar: “Bilincim tarafından aldatılıyorum, öyleyse varım ya da öyleyse aldanıyorum.” Descartes bu itirazın düşünülmeye değer olduğunu belirtmesine rağmen, burada korunması gereken şey içerik değil yalnızca “ben” olduğu için söz konusu itirazı reddeder ve şöyle devam eder:
“Ama ben düşünceden, bilincinde olduğumuz ölçüde, bilinçli olarak içimizde yer alan her şeyi anlıyorum; dolayısıyla irade, kavrayış, hatta duygular düşünceyle özdeştir. ‘Görüyorum’ ya da ‘yürüyorum’ deyip arkasından ‘öyleyse varım’ dersem ve burada bedenle 46 47
Cogito. Öyleyse Descartes. Peter Markie, Cogito ve Önemi. Yapı Kredi Yayınları 1997;10: 214 Deleuze G ve Guattari F. Felsefe Nedir? YKY. Çev: T.Ilgaz. 6.Baskı, 2001;36.
| 55
ilgili olan görme ve yürümeyi kastedersem, sonuç mutlak olarak kesin değildir, çünkü rüyada sık sık olduğu gibi gözümü açmadan ve yerimden kıpırdamadan da görüp yürüdüğümü hayal edebilirim, hatta bedenim olmadığını farz etsem bile bunu yapabilirim.”48 Yani, Descartes’a göre düşünce bedenden daha kesindir. Dünya ve ben var olmasam da onun var olduğu yargısına varabilirim. Kurallar’da öznel biliş ile asli gerçeklik arasında kesin bir ayrım yaparak şunu kabul eder: “Şeyleri, bilincimizde onlara denk düşen düzene göre düşündüğümüz zaman, gerçeklikte nasıl var olduklarına göre” düşündüğümüzde olduğundan farklı görebiliriz. Öznel biliş ile nesnel gerçeklik arasındaki açık ise Tanrının varlığının kanıtlanmasıyla kapatılır. Descartes algıların kaynağı olan dış dünyayı da düşünmeye başlar:
“Yalnızca kendisini kesin olarak bilen bilinç artık bilgisini genişletmeye çalışır ve birçok şeye ilişkin kavrayışları olduğunu görür-dışarıdaki benzer bir şeyin onlara karşılık geldiğini kabul ya da reddetmediği sürece, bilinç bu kavrayışlarda kendi kendini aldatmış değildir.” Kavrayışlarda aldanma ancak dışsal var oluşla ilgili olarak anlam taşır: “Bilinç dışsal kavrayışlara da ulaşır ve bunlardan apaçık kanıtlar elde eder; örneğin bir üçgenin üç açısının toplamının iki dik açının toplamına eşit olduğu, başka kavrayışlardan tartışılmaz şekilde çıkan bir kavrayıştır. Ama böyle şeylerin gerçekten var olup olmadığını düşünmeye başlayınca kuşku ortaya çıkar.”49 Sinir sisteminin ve organların yapısını da yorumlayan Descartes, bu yapıların basit olduğunu düşünüyordu. Kendisinin gözlem yapabildiği düzeyde, kalp ve beyinde, kaslarda olup biten her şey temel mekanik “itme-çekme” işlemlerinden başka bir hareket ortaya koymamaktaydı. Anlaşıldığı kadarıyla, sinir 48 49
Descartes F. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998;57-58. Descartes. Felsefenin İlkeleri. P.I.13 s:3-4
| 56
sisteminin düşünce, dil ve davranış yeteneklerini oluşturabilecek karmaşıklığa sahip olmadığını düşünmüştür: “hayatta karşılaşabileceğimiz her duruma” insanın sonsuz çeşitlilikte yanıt vermesini sağlamaya yetecek sayıda farklı parça içeren bir fiziksel mekanizmanın imkânsız olduğunu belirtir. Kendi ifadesi ile bedene baktığında “düşünce içeren bir şeyin kokusunu alamadığından/nihil prorsus in ea reperio quod redoleat cogitationem, bedenden ayrı bir varlığa gereksinim duyduğunu belirtir.50 Yani bedeni, tüm davranışları oluşturacak yeterlilikte görmez. Descartes’ın bakış açısına göre, kan parçacıları beyine ulaşarak onu besler. Oysaki ince kan parçacıkları beyinde farklı parçacıklara dönüştürülerek, beyin ve omurilik sinirlerinde iletim için kullanılır. Küçük parçacıkların bu farklı türleri kanda bulunur ve bu canlandırıcı ruh olarak adlandırılır. Descartes yaklaşık 20 yaşlarındayken sinir sistemi anatomisini canlılarda incelemeye başlamıştı. Kendisi sinirleri çift dış kılıfı olan "boş tüpler" olarak tanımlamıştır. İç ve dış kılıfları beynin iç ve dış zarının devamıydı. Her sinir tüpü merkezi uzunlamasına uzanan liflerden oluşan bir ilik içeriyordu. Beyinden çıkıp gelen canlandırıcı ruh (kandan gelen iyi yapılı uçucu parçacıklar) hareketiyle sarılıydılar. Ona göre, sinirlerde iletilen parçacıklar kaynağını kalpten alır. Bu parçacıkların iletimi sinirlerin son kısımlarında kaslara doğrudur. Descartes’ın bakış açısı Galen’inkine benzer ve kalpten beyne ulaşan parçacıklar dönüşüme uğrayarak sinirler yoluyla hareketin iletimi sağlar. Galen ve öğrencilerinin bakış açısında, kalpten çıkan vital pneuma beyinde psişik pneuma'ya dönüşerek beyin ve omurilikten kaslara hareket iletimi için kullanıyordu. Ruhun işlevi ise Aristoteles’in ruhuna göre epey azalmıştır. Geleneksel devinimsel ruh sahneden çekilir ve rasyonel ruha sadece musluğun başında bekleme işi kalır. Bedendeki suların akışına, can ruhları/canlandırıcı ruhlar (les espirits animaux/animal spirits) yoldaşlık eder. Hareketin niceliğini etkilemeden onları uygun şekilde yönlendirir.51 50 51
Trusted J. Fizik ve Metafizik. İnsan Yay. 1995, İstanbul. S:104 Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 57 Şekil. 19. yy’da Descartes sinir modeli. Descartes’a göre (Traité de L’hommé) hareket uyarıları dış kılıf ve borular arasındaki boşlukla ilerlerken, duyusal uyaranlar iç borularla taşınır. Bir büyük tüp b, c, k, l, gibi küçük birçok tüpçükten oluşur. Tüpçükler en ince zarla sarılıdır. Sinir tüpleri çevresinde bulunan zarlar iki tanedir ve beyne doğru devam ederek (K ve L) beyni (MNO) dıştan sararlar. K, piamater ve L, duramater olarak bilinen beyin zarlarını gösterir. Küçük tüplerin her biri birçok ince tüpçük içerir. Beyinden (N) kaynaklanan hareket verici madde (can ruhu) sinirler boyunca hareket ederek kaslara ulaşır ve onlara hareket gücü verir.
Giovanni Alfonso Borelli Borelli (1608-1679) matematiği yaşam olaylarına, özellikle de hareketlere uygulamaya çalıştı. Borelli'nin sinirlerde ileti için kullanılan can ruhu tanımı Descartes’ınkini takip ediyordu:
"Hayvanlarda, kan gibi sıvıların yanısıra, ileri derece alkolle ilişkili uçucu (spirituous) sıvı gibi başka maddelerde vardır ve canlı vücudunun doğrudan hareketinin nedenidir. Bu spirituous hava değildir… Beyindeki kandan oluşturulur ve sinirler boyunca dağılır… Sinir suyunun kesin yapısı ve elemanları, bilinmemesine karşın, sinirler içinde onun hareketinden bir dereceye kadar tahmin edilebilir... Bu sinir liflerinin süngersi boşlukları, beyinden gelen ruh veya öz ile şişmesiyle daima ıslak ve dolu olur..." Aynı sinir liflerinin uzak uçları kas kitlesinin hemen her yerine dağılır ve onlar daima açıktır. Liflerle birlikte süngersi yapı kapakçık rolü oynar. Gerçekten ıslak bir süngerin
| 58
asılmasıyla düşen damlalar gibi dışarı akmazlar. Beyinden çıkan sarsıcı kuvvetler bunların ortaya çıkması için gereklidir. Bu, sinir özünün, istekle, tüm kasın içine salınımı ve girmesi için neden olabilir. Sinir özünün serbestleşmesiyle kasta kasılma ve şişme meydana gelir. Durduğu zaman ise kasın şişmesi ortadan kalkar. Böylece psişik pneuma ortadan kalkmış ve yerine ince parçacıklardan (korpuskül) oluşan öz gelmiştir.52 John Locke John Locke’un (1632-1704) An Essay Concerning Human Understanding/İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme (1690) adlı kitabında açıkladığı felsefesi, bilgilerin kaynağının deneyde ve duyumlarda olduğunu, ruhun da bunlara dayanarak düşünceyi oluşturduğunu öne sürer. Duyum ve düşünce Locke’un ikiciliğinin temelini oluşturur. Locke tarafından zihnin atıl maddenin bir unsuru olabileceği üzerinde durulmuştur. Ancak, Locke, bunun yaratılıştan gelen bir unsur olduğunu düşünmüyordu.53 Locke’a göre, insan bilgi sahibi olan bir varlıktır ve bilgisini sonradan deneyim yoluyla kazanır. Biri dış deneyim, diğeri de iç deneyim olmak üzere iki tür bilgi kaynağı olduğunu söyler. Birincil nitelikler biz onları algılayalım ya da algılamayalım nesnenin kendi içinde vardır; bir elmanın şekli, boyutu, ağırlığı gibi. İkincil nitelikler ise tecrübeye bağlıdır. Bunlar nesnenin aslında yoktur. Renk, koku, tat, ses gibi özellikler sadece algılayan kişinin algısında vardır. Algılayan kişinin algısından bağımsız her tür nitelik birincil niteliktir. Locke ideleri de iki gruba ayırır; basit ve karmaşık (kompleks) ideler. Basit ideleri, dış dünyadaki cisimlerin ve onların niteliklerinin duyu organlarımız üzerindeki etkisi yoluyla elde ederiz. İnsan zihni bu basit ideleri birbirleriyle çeşitli şekillerde birleştirdiği zaman karmaşık ideleri oluşturur. Yani duyusal girdilerle edindiğimiz basit ideleri karmaşık hale çeviririz. Böylece basit ideleri ilişkilendiririz. Zihindeki birleştirme ve ilişkilendirme; algı, bellek, ayırt etme ve birbiriyle 52 53
Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118 Trusted J. Fizik ve Metafizik. Akıl Çağı. İnsan Yay. 1995, İstanbul. S:182.
| 59
karşılaştırma, birleştirme ve soyutlama yoluyla yapılır. Karmaşık ideleri oluşturmada en önemli zihinsel etkinlik birleştirme yetisidir. Böylece insan, zihinsel çokluktan kurtularak daha basit ve birleşik şekle indirger. Bilgi de temelde algı yoluyla elde edilen basit idelerin işlenmesiyle elde edilir. Bilgi, basit idelerin birbiriyle olan bağlantısı, uyumsuzluğu ya da çatışmasından oluşur. Locke’a göre, karmaşık bir ide olan masayı düşündüğümüzde, beraberinde çok sayıda basit ideyi de düşünürüz. Masa kavramı bu nedenle çok sayıda basit idenin ilişkilendirilmesinden oluşur. Bazı basit ideler, masa düşüncesi ile ilişkili olarak vazgeçilmezdir. Bu da o nesneye ait var oluşla ilgili olan gerçek bir varlığın bilgisidir. Bunun dışında bilgiye üç yolla ulaşılabilir: sezgi, kanıtlama ve duyumlar. Gerçek bilgiye sezgi ya da kanıtlama yoluyla ulaşılabilir. Sezgi yoluyla sadece kendimizin var oluşuna ulaşabiliriz. Kanıtlama ile Tanrının varlığını biliriz. Duyusal bilgi yoluyla da çevremizdeki uzayda yer alan nesnelerin var olduğunu biliriz. Ancak, nesnelerin doğalarına ilişkin tüm bilgilere ulaşamayız.
Jan Swammerdam Galen’den beri “hareket eden can ruhu kavramı” hala geçerliğini sürdürürken ve canlıların tam olarak makine/otomat olarak düşünüldüğü dönemde, adı sanı birçok kitapta olmayan, genç bir biliminsanı ortaya çıktı: Jan Swammerdam (1637-1680). 54 Galen’den beri devam eden 1500 yıllık tabu can ruhlarına (animal spirits) ve kalbin bedenin yönetim merkezi olduğu düşüncesine karşı çıktı. Ama anlaşılan, tarihin seyrinde sesini çok uzaklara ulaştıramadı. 1664 yılında, canlı ve anestezi yapılmamış bir kurbağanın kalbini keserek, hareketleri üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığını, ancak eğer beyni çıkarılırsa hareketin kaybolduğunu gösterdi. Bu deneyden yola çıkarak kalbin hareket için zorunlu olmadığını – en azından bir kurbağada – beynin gerekli olduğunu 54
Cobb M. Exorcizing the animal spirits: Jan Swammerdam on nerve function. Nat Rev Neursci 2002;3:395-400.
| 60
öne sürdü. Bu deneyi o dönemin ünlü bilim insanı Olaf Borch (1626-1690) önünde tekrarladı. Ancak, 1662 yılında bir şeyin daha farkına varmıştı: kas ile beyin arasında herhangi bir bağlantı olmadan, kas üzerinden uyarı yapıldığında hareket ortaya çıkabiliyordu. Animal spirits’i hiç devreye sokmadı; ancak konuya da bir açıklama getiremedi. Buna ek olarak, kas kasıldığında da hacminde bir artış olmadığını gösterdi. Bu ikinci bulgusu da Descartes’tan beri, kasa gelen sıvıların kasın hacmini artırdığı düşüncesinin tam karşıtıydı. Yani kasa sinir lifleri aracılığı ile gelen fazladan bir kitle yoktu. Swammerdam, 1667’deki doktora tezinde kendi fikirlerini öne sürdü. Sinirlerin, kasların karşı kaslarını (antagonist) bir ilişki içinde etkilediğini, oysa bir ya da birden fazla kasın bağlantısının bilinçli kontrolü olmadığını öne sürdü. Swammerdam’ın bu devrim yaratabilecek bulgularına karşın, animal spirits bir süre daha geçerliliğini korudu. Ta ki, Luigi Galvani’nin kasları elektrikle uyarmasına kadar. Thomas Willis55 Thomas Willis (1621-1675), nöroloji çalışmalarının modern zamanlardaki şefi ve kurucusudur. Willis’in ünlü eseri olan Cerebri Anatome’nin (1664) 19. bölümünde sinir iletimi teorisi ele alınır. Bu kitapta “nöroloji (neurologie)” kelimesinin ilk tanımını ve isimlendirmesini yapar. Sinir sisteminin anatomisini, çağına göre çok ileri düzeyde inceler. Yazıları daha çok klinik ve otopsi deneyimleri üzerinedir. Daha sonraki iki esas çalışması olan De motu musculari (1670) ve De anima brutorum’da (1672) da sinir iletimine değinir. Willis’e göre sinir lifleri solid yani içi doludur. Tüp şeklinde boş değildirler (bu düşünce daha sonra Newton’un sinir iletimi teorisinde de görülür). Ancak, Willis eserlerinin hiçbirinde, hiçbir zaman sinir liflerinin tam boş ya da dolu olduğunu, kesin bir dille öne sürmemiştir. Bu takma adlar, daha sonra gelenler tarafından Descartes’ın hidrolik basınçla hareket eden kas fikrine tezat oluşturmak için öne sürülmüştür.
Eadie MJ. A pathology of the animal spirits-the clinical neurology of Thomas Willis (1621-1675). Part I.- Background, and disorders of intrinsically normal animal spirits. Journal of Clinical Neuroscience 2003;10(1):14-29.
55
| 61
Çünkü hidrolik bir sistem ancak içi boş tüpçüklerle çalışabilir, içi dolu sinir liflerinde çalışamazdı. Galen zamanından Willis zamanına kadar beynin işlevleri beyin içi boşluklara (ventriküller) atfedilmişti. Willis beynin işlevlerini, ilk kez beyin içi boşluklardan alıp, beyin ve beyinciğe yerleştiren kişidir. Boşlukların beynin kendisini destekleyen, koruyan sıvıdan daha fazla bir işlevi olmadığını belirtmiştir. Willis’in sinir sisteminin içsel düzenlenişi hakkında en ufak bir bilgisi yoktu. Ancak, bakış açısına göre, dışarıdan gelen bilgi çevresel sinirler, omurilik ve beyin sapı yolu ile beynin derinliğinde yer alan bölgeye (corpus striatuma) girer ve istemli devinimsel hareketleri oluşturmak üzere kaslara ulaşırdı. Kaslara ulaşan, dönemin vazgeçilmesi olan “canlandırıcı ruh” idi. Can ruhunun yeri, Descartes’tan farklı olarak Willis’te, her iki beyin yarı küresini birleştiren büyük orta bileşkedeydi. Beyincikle ilgili olan ise beyin sapına (pons) yerleşikti. Willis, mikroskobik anatomiyi erken keşfedenlerdendi ve mikroskoptaki sinir liflerinin görünüşünü 1664’te tanımlamıştı. Bu tanımlamaya rağmen henüz sinir hücreleri görülememişti ve sinir hücreleri bilinmiyordu (Descartes ise mikroskop kullanmamıştı). Ancak, daha sonra Borelli 1681’de Willis’inkine benzer bir tanım yaptı: “Sinir lifleri ne tam olarak dolu, sert ve geçirgen, ne de içleri boş tüpçükler şeklindedir. ...Belli süngerimsi yapılarla doludur.” Willis’in sözleri ile:
“Sinirlerin içindeki geçiş yerleri, atar ve toplardamarlar gibi içi boş tüpler şeklinde değildir... Mikroskopla bakıldığında içlerinin tam bir boşluk olmadığı görülebilir... Sinirler belirgin olarak yoğun ve sıkı madde ile doludurlar... Bundan dolayı “ruhun” kasları kasmak için sinirler içinde açık bir boşluğa gerek duymadığı öne sürülebilir... Sinirlerin kendilerinin içlerinde, birinden diğerine geçişi sağlayan delikçikler ve küçük yollar oluşturur, böylece tüp benzeri yapılar oldukları görülür, tıpkı şeker kamışı gibi... Bu küçük boşluklar içinde ruh veya çok uçucu hafif parçacıklar (corpuscules) en küçük bir uyarıda hemen harekete hazırdırlar.”
| 62
Buradan anlaşılmaktadır ki, Willis’in sinir lifleri tam olarak dolu değil, aralarında boşluklar olan süngerimsi yapıdadır. Ancak, şuna da dikkat etmeliyiz. Willis ve çağdaşlarının kullandığı lif tanımı, bugün bizim kullandığımız “bir sinir lifi” ile eş anlamlı değildir. Kaslar, kirişler ve diğer sinir bağlantılı organlar “genus nervorum/sinir çeşidi” olarak adlandırılmıştır. Bunların tümü sinir lifleri ile beslenmektedir. Willis, can ruhunun kimyasal temelini de bulmaya çalıştı ve “nitrat ve sülfür” içerdiğini, ileri derecede uçucu ve hareketli bir sıvı olduğunu öne sürdü. Kas kasılmasını da kimyasal terimlerle açıklamaya çalıştı ve nitro-sülfürün parçacıklarında patlama ile kasın kasılarak boyunun kısaldığını öne sürdü. Patlayan parçacıklar barut gibi bir anda patlayarak kasılmaya neden oluyordu. Barut benzetmesi, o dönemde simyanın etkisi ile nitrat (saltpeter veya saltpetre; potasyum nitrat veya sodyum nitrata verilen eski ad) ve sülfürden oluşmasından kaynaklanıyordu. Willis’e göre, can ruhu ışık gibi sinir sıvısı içinde çözünür, erir. Bu sıvının kendisi ya da çok uçucu kısımları can ruhuna aracılık eder. Sinir boyunca “ruhun bağlantısı” dalgalar ve titreşimler yolu ile yayılır. Dalga yapısı bizzat titreşimin kendisidir. Willis’in bugüne uyan en önemli fikri, sinir liflerinin bilgi taşıma aracı olduklarıdır. Yani hidrolik sistemdeki gibi, içi boş tüpçüklerle bir kuvvet taşımazlar. Willis’in kullandığı kelime “instinctus”tur ve bu Latince kelime modern dilde “impulse/uyarı” ile eşdeğerdir. 1670’de şöyle yazar: “can ruhu yapılacak hareketin sembolünü taşır.” Bu ifade çağımızdaki tanımlama ile aynıdır.
Willis’in Bilinç Derecelemesi Willis, bilinç konusu üzerinde de kafa yormuş, bilinç dereceleri konusunda bugünkülere benzer bir sınıflama yapmıştır. Willis, De anima brutorum’un üç konusunu uyku ve bilinç bozukluklarına ayırır. Yaptığı tanımlamalarla, bugün yapılan bilinç dereceleri arasında göze çarpan benzerlikler vardır. Yine de Willis’in kullandığı terminoloji, kullandığımızdan farklıdır.
| 63
Willis’in beyin kabuğu ve altı işlevlerinin baskılanması derecelemesi; sommolens, koma, laterji, carus ve apopleksiye doğru gider. Willis, uyku ve uyanıklıkla ilişkili olan bilinç değişikliklerinin de farkındaydı. Uyku ve uyanıklığının değişim nedeni olarak beyin kabuğu ve hemen altındaki ak maddeyi sorumlu tutuyordu. Ancak, bundan ileri bir açıklaması yoktu. Özel bir bölüm olarak bilinçli olmayı sağlayan sorumlu mekanizmalar üzerinde durmamıştır. Bilinçli olmayı, devamlı olarak beyin kabuğunda düzenli hareket eden can ruhlarına bağlamıştır. Bu hareketin ana kaynağı da beyin yarı küreleri arasında yerleşikti. Bu hareketin beyin kabuğunda kesilmesi uykuyu meydana getirirken, beyin kabuğu can ruhlarının beynin iç kesimlerine (corpus striatuma) yayılımının kesilmesi uykuda istemli hareketlerin kaybolmasına neden olmaktaydı. Uyku, can ruhları enerjisini toplayana kadar devam eder. Beyin kabuğunda da normal hareketi sağlanınca uyanıklık ortaya çıkar. Uyku esnasında da can ruhlarının aktifliği devam etmesine karşın az enerjiktir. Bu nedenle de, yaşamsal ve otonom işlevler olan solunum, uyku esnasında yutkunma devam eder. Aşırı kahve içme sonrası ortaya çıkan uyanıklık artışı durumları, normal can ruhunun aktivite artışı ile ilişkilendirmiştir. Aşırı uyanıklıktan beyin kabuğunda can ruhlarının artışının sorumlu olduğunu öne sürmüştür. Buna karşın, beyin kabuğunda azalma ile uykulu hal, koma ortaya çıkarken; beynin orta bileşkesinde azalma ile apopleksi ortaya çıkmaktaydı. Beyincikte can ruhlarının azalması ise kâbuslardan sorumluydu. Willis zamanında laterji tanımı, sommolens ve koma durumunun her ikisi içinde kullanılıyordu. Ancak, Willis laterjiyi bilincin orta derecede baskılanmasını ifade etmek için kullanmıştır56 ve bugün kullandığımızdan daha derin komayı ifade eder. Koma tanımı ise bugün kullandığımızdan daha hafif bilinç kaybıdır. Bugünkü koma tanımı Willis’in apopleksi tanımına denk düşer (bugün ani beyin olayları için kullanılır). Eadie MJ. A pathology of the animal spirits-the clinical neurology of Thomas Willis (1621-1675). Part I.- Background, and disorders of intrinsically normal animal spirits. Journal of Clinical Neuroscience 2003;10(1):14-29
56
| 64
Büyük bileşkeye doğru can ruhları baskılandığından, hasta kendine gelse dahi bellek bozuk olabilir. Sommolens durumunda, can ruhlarının aktivitesi beyin kabuğunda ve hemen altındaki ak maddede azalır. Sommolensteki kişi uyandığında bellek işlevi normaldir. Çünkü can ruhları beyin yarıküreleri arasındaki bileşkede normal olarak çalışmaktadır. Bunun dışındaki bütün bilinç azalmalarının dereceleri sommolensten fazladır. Koma, can ruhlarının baskılanmasının beyin kabuğu altı ak maddede olmasıyla ortaya çıkar. Bilinç bozukluğu sommolensten daha fazladır. Büyük bileşke etkilenmediğinden bellek orta derecede sağlam kalabilir. Willis, koma durumu ve sommolensten çıkmak için kahve içmeyi önerir. Kahvenin parçacıkları kandan sinir sıvısına geçer. Sinir sıvısında bu parçacıkların olması beyin kabuğu geçişinin açık kalmasını sağlar ve can ruhunun hareketinin beyin kabuğuna doğru olmasını kolaylaştırır. Carus, bellek ve hayal gücünün de kaybedildiği daha derin bilinç azalması durumudur. Büyük bileşkede can ruhlarının aktivitesinin kaybolmasına ilave olarak, büyük bileşkedeyken beyin kabuğuna doğru da yayılım olmaz. Carus durumu genellikle apopleksiye döner. Apopleksi, ani ortaya çıkan, büyük bileşkedeki can ruhlarının işlevinin ortadan kalkmasıdır. Dışsal uyaranlara yanıtlar tamamen ortadan kalkar. Yaşamsal işlevler devam eder. Can ruhları uyarımı ve yayılımı, beyincik, beyin kabuğu, beyin kabuğu altı ak madde ve büyük bileşkede bozulur. Pierre Gassendi Gassendi (1592-1655), Descartes’ın en ateşli karşıtı olarak bilinir. Bazı yakın zaman yazarlarınca iyi bir fizikçi olmadığı, kötü bir matematikçi olduğu ve daha ziyade ikinci sınıf bir felsefeci olduğu, bilim tarihinde önemli bir kişilik olmadığı, herhangi bir kanun bile bulamadığı öne sürülse de57 mantıklı karşı çıkışları açısından değerli bir biliminsanıdır. Eğer Descartes’ın adı evrensel koordinat sistemi, Willis’inki beyin anatomisi, Newton’unki ölçme birimi ve kuvvet’i çağrıştırıyorsa, Gassendi’nin adı Paris’in bir arka sokağı ve Ay’daki bir krater 57
Koyré A. Newtonian Studies. Cambridge, MA: Harvard Univ Press 1965; s:176
| 65
olarak hatırlanabilir! Modern kimya, fizik ve zihnin biyolojik teorileri için önemli katkıları olmuştur. Sinir iletimi hakkındaki fikirleri, dönemdaşı olan Thomas Willis ile önemli benzerlikler gösterir. Gassendi’nin, Willis’in kimyasal kas genişlemesi teorisini değiştirerek öne sürdüğü söylenebilir. Sinir iletimi konusundaki teorisi, Abrégé adlı eserinde, 6. kitap, 1. bölümde “Hayvanların Hareketsel Yetileri Nedir?” adlı konuda geçer. Modern uygulama ile uyumlu ve sade bir anlatım seçer. Bir kısım hayvan deneylerinden yola çıkarak, sinirlerin hareket için aracı organ olduğunu öne sürer. Bu hareket beyinde başlatılır, sinirler üzerinden de kasa ulaştırılır. Beyinden kasa, sinirler aracılığı ile ulaştırılan “şey”in bir “uyarı, emir” olduğunu vurgular. Ruhun Kısımları Aristoteles ve Ortaçağ skolastikleri ruhu üç temel kısma ayırıyorlardı. 1. Yaşatkan ve besleyen, 2. Sensitive ve apetit, 3. Rational (akılcı). Descartes, sensitive (hassas, duyarlı) ruhu önemsemez. Descartes’ın ruhu, rational mind’dir.
Gassendi’ye göre eğer “sensitive/hassas ruh” beden gibi bir materyale etki edebiliyorsa, kendisi de materyal olmalıdır. Fakat bu ruh kavramı, deneysel olarak hayvanlardan kas parçaları alındığında geçersiz kalıyordu. Çünkü kasın kasılması için bir sinire gerek duyulmuyordu. Bunu takiben, kasın kendisinde de, benzer bir ruh olduğu ve uyarılarla kendi başına hareket etme ve uyarı alma yeteneği olduğunu öne sürdü. Gassendi tam bir vitalist olur ve canlı dışına taşınan parçalarda da ruh olduğu fikrini öne sürer. Bunlara ek olarak, Newton’dan yarım yüzyıl önce sinir liflerinin içinin dolu olduğunu öne sürmüş ve ışık benzeri yayılan sinir iletimini tasvir etmiştir. Özetle Gassendi’ye göre; 1. Sinirler kas kasılmasına aracılık eder. Sinir kesilmesi kas kasılmasını engelleyebilir, 2. Sinir kuvvet değil uyarı taşır, 3. Sinir iletimi ortamı ışık veya ateş gibidir. Uyarı bir tüp veya dolu sinir lifine göre çok daha hızlı taşınır, 4. Kasın kendi başına da kasılma yeteneği vardır.
| 66
Gottfried Wilhelm Leibniz Leibniz (1646-1716) bilincin deneyimlerle gelişen ve zamansal olarak ardışık bilgilerin bellekte saklanması, düzenlenmesine bağlı oluştuğunu öne sürüyordu. Kişilerin dışsal uyaranlar olmadan, rüyadaki gibi gerçekliğe inandıklarını fakat uyanır uyanmaz, bilinçli olma ile rüyaların gerçekliğinin ortadan kalktığını düşünüyordu. Leibniz, salt algılama ve bellekten oluşan monadları (tekli, birimleri) hayvan olarak tanımlarken, akıl yürütme yeteneğini de kendinde taşıyan varlıkları insan olarak adlandırmış ve onların monadlarına “zihin” adını vermiştir. İnsan dışında zihne sahip olanlar melekler ve Tanrının kendisidir. İdealist bir monistti ve nihai gerçekliğin cismani olmadığını ve monad dediği belirsiz sayıda ruhani özün algılanması ve anlaşılmasından oluştuğu görüşünü benimsemişti:58
“Gerçekte düşünce ve algılar olmasa bize hiçbir şey olmaz ve gelecekteki tüm düşüncelerimiz ve algılamalarımız sadece daha önceki düşünce ve algıların sonuçlarıdır.” Leibniz’e göre dünya bizim deneyimlerimizdi ve maddi nesneler kendimiz ve başka insanların bedenleri de dahil olmak üzere algılamadan başka bir şey değildi. George Berkeley Bir rahip olan George Berkeley (1685-1753) sıradan hiçbir insanın sorgulamayacağı kadar açık olanı yadsıyor ve açık olmayanı öne sürüyordu. Kendisi metafizikçiydi. Descartes’ı beğenmeyip eleştiriyordu. Etkisi altında kaldığı felsefeci ise Locke idi. Felsefesi birçok çağdaşı tarafından düşlemsel bir saçmalık olarak görüldü. Berkeley, bizim doğrudan algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki düşünceler (ideler) olduğunu, doğuştan düşünceler bulunmadığını, tüm idelerimizin algısal deneyin sonucu olduğunu savunmuştur. Özet felsefesi esse est percipi’dir (var olmak algılanmaktır). 58
Jennifer Trusted. Fizik ve Metafizik. İnsan Yay. 1995, İstanbul. S:140
| 67
Berkeley’e göre duyulur şeylerin algılanma ediminden bağımsız olarak var olmadığını ve var olmayacağını savunur:
“Üzerinde yazdığım masa, diyorum, ‘vardır’, eş deyişle onu görür ve duyumsarım ve odamın dışında olsaydım masa ‘vardı’ demem gerekirdi ve bu, eğer odamda olmasaydım onu algılayabilirdim, ya da başka bir tin onu edimsel olarak algılardı anlamına gelirdi.” Yani, bir cismin var olduğunu söylemek onun algılanmakta ya da algılanabilir olduğunu söylemekle aynı şeydir.59 Bunu şöyle bir deyişle de ifade eder: “Algıları uzaklaştırın, zihni uzaklaştıracaksınız; algıları koyun, zihni koyacaksınız.” Berkeley, “masa onu algılayan hiç kimse yokken odadadır” bildirimine, bu bildirimin odaya giren herhangi biri bir masa görme dediğimiz deneyimi edinecek ya da edinebilecektir bildirimine eşdeğer olduğunu söylemekten oluşan anlamdan daha da öte bir anlam vermeyi istiyordu. Bu daha öte anlamı Tanrı masayı her zaman algılar, üstelik bunu yapan hiçbir insan yokken bile; “Duyulur şeylere zihnin dışındaki bir var oluşu yadsıdığım zaman. Özellikle kendi zihnimi değil tüm zihinleri kastediyorum. Şimdi açıktır ki bunların benim zihnime [göre] dışsal bir var oluşları vardır, çünkü deneyim yoluyla ondan bağımsız olduklarını bulurum. Öyleyse onları algılamam sırasındaki aralıklarda içinde var oldukları bir başka zihin vardır. Buradan her şeyi bilen, her yerde bulunan, her şeyi kavrayan bir zihin olduğu düşüncesi ortaya çıkar. Bu Berkeley’e göre Tanrı’dır. Var olmak algılanmak ya da algılamak olduğuna göre; algılanmak bir özne tarafından algılanmaktır ve dolayısı ile de algılanmak Tanrı tarafından algılanmaktır. Eğer Tanrının zihninde var olan nesneleri algılarsak, şeyleri Tanrıda görmeye ulaşmış oluruz. Burada, masanın var oluşunun algılanmaktan oluştuğu sonucu çıkmaz. Odaya girmek ve masayı algılamak, odada bir masa olduğu bildirimini doğrulamanın bir yoludur. Yalnızca 59
Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;22-37.
| 68
algılayan bir özne odaya girdiği zaman belli duyusal deneyimler ortaya çıkar. Berkeley, “esse est percipi” derken yalnızca duyulur şeyler ya da nesneler üzerine konuşur. İkinci olarak, tam kavramsal formül “esse est aut percipi aut percipere/varoluş ya algılanmak ya da algılamaktır.” Var oluşları algılanmaktan oluşan duyusal “düşünmeyen” şeylerin yanında, zihinler ya da algılayan özneler de vardır ki etkindirler ve var oluşları algılanmaktan çok algılamaktır. Düşünce hakkında ise şöyle der; “Tüm bilgi düşüncelerimize ilişkindir. Tüm düşünceler dışardan (algılama, duyum yoluyla) ya da içerden (hayal etme, imgeleme) gelirler.” Doğadaki gördüğümüz renkler algılamalarımıza bir örnektir. Bunlar dışarıdan gelen duyumlardır. “Algılanmayan bir şeyde düşünce gibi bir şey olmaz.” Algılanmak algılayan bir şey üzerine bağımlılığa gönderme yapar. Bu nedenle var olmak ya algılamak ya da algılanmaktır. İnsanlar arasında yaygın bir düşünce olan her şeyin var olmasına şüphe ile yaklaşır. Evlerin, dağların, ırmakların, tüm duyulur nesnelerin zihin tarafından algılanmalarından ayrı olarak doğal ya da olgusal birer var oluşları olduğu konusunda, insanlar arasında tuhaf bir genel görüş vardır. Bu nesnelerin duyulur şeylerden (kendi düşüncelerimiz ve algılamalarımızdan) başka bir şey olmadığını ve bunların algılanmaksızın var olması düşüncesini tutarsız bulur.60 Berkeley daha da ileri giderek kendi bedeninin varlığından da şüphe eder: “Evler, ırmaklar, dağlar, taşlar konusunda, üstelik kendi bedenimiz konusunda ne düşüneceğiz? Tüm bunlar düşlem gücünün kuruntu ve yanılsamaları değil midir?” der ve yine yanıtı kendisi verir “Gördüğümüz, duyduğumuz, işittiğimiz ya da herhangi bir yolda tasarlayıp anlayabildiğimiz her şey her zaman olduğu gibi güvenlik içinde kalır ve her zaman olduğu gibi olgusaldır. Bir ‘reum natura/gerçek doğa’ vardır...” Berkeley sonlu zihinler ve tinlerin çokluğuna inanıyordu. Berkeley kuramında algılayan özneler kadar kişisel dünya vardır. Bunlar arasında neredeyse hiçbir ortak yön bulunmaz. 60
Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;29-32
| 69
Görüşlerinden dolayı o kadar tepki almıştı ki, eleştirmenlerinden birinin, bir taşı tekmeleyerek “Onu böyle çürütüyorum!” diye bağırdığı söylenir. Neydi taşa tekme atmasına sebep olan fikirleri? Berkeley’e göre, bir cisim ancak gözlendiğinde var olduğundan söz edilebilir. Masanın onu algılayacak hiç kimse yokken ve onu algılamıyorken odada olduğunu söylemek ne demektir? Ya da daha yaygın bir örnekle, hiç algılayanın olmadığı bir ormanda bir ağacın yıkılması ses çıkarır mı? Ya da duyulur dünya insanın var oluşundan önce ne durumda olacaktır? Berkeley öğretisiyle ilgili eleştirileri, insan ona bakmaktan geri durduğu zaman yok olup gittiği türünden itirazları bertaraf edebilmek için, Tanrı'nın evreni var oluş hali içinde tutan her şeyi bilme gücüne başvurmuş ve dış dünyanın Tanrı tarafından tecrübe edilen ideler, izlenimler toplamı olduğunu, dış dünyadaki nesnelerin Tanrı'nın zihninde bulunduğunu, onların bizim tarafımızdan algılanmadıkları zaman, Tanrı tarafından algılandıklarını ve bu şekilde var olduklarını öne sürer. Zaman zaman Berkeley’in görgücülükten ussalcılığa geçerek esse est percipi (var olmak algılanmaktır) yerine esse est concipi (var olmak kavranmaktır) deyimini kullanmaya başladığı öne sürülür. Ve “bir şeyi onu anladığımız zaman biliriz ve onu neyi simgelediğini yorumlayabilir ya da söyleyebilirken anlarız. Sözcüğün sağın anlamıyla, duyu hiçbir şey bilmez. Gerçekten de, sesleri işiterek, harfleri görerek algılarız; ama bu yüzden onları anladığımız söylenemez.”61 Isaac Newton Çoğu kişinin Newton’u (1642–1727) bir fizikçi olarak bilinirse de, Newton her konu ile ilgilenmiştir ve buna sinir sistemi de dahildir. Sinir iletisi üzerine, Newton’un yazılarının önemli bir kısmı Principia Mathematica ve Optics’te bulunur. Yazdığı bölümler nispeten kısa olmasına karşın, 18. yüzyıl bilimi üzerinde önemli etkide bulunmuştur. Newton, Principia Mathematica’nın sonraki basımlarına eklemeler yapmış, ruh ve 61
Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;54
| 70
bedenin birleşiminden endişelendiğini belirmiştir. Newton’a göre Tanrı omnipotenttir (her şeye gücü yeten). Diğer tüm düşüncelerini de bu ana kabul üzerine yerleştirir: “Anlatımı zor ince/uçucu ruh tüm bedende yer alır. Parçacıklardaki ruhun kuvvet ve etkisi yakınlarındakine de ulaşır ve eşdurumlu bir hale gelir; eğer birbirine dokunuyor ise, elektrikli cisimler daha uzaktakilere de etki edebilir. Ve tüm duyular ve uyarılar, hayvan bedeninin uzuvları istenilen emre göre hareket ederler; bu ruhun titreşimleri (vibration of spirit), dolu sinir lifleri yolu ile karşılıklı olarak, dış duyu organlarından beyne ve beyinden de kaslara doğru yayılır. Fakat bu düşünceler birkaç kelime ile anlatılamaz... Bu elektrik ve elastik ruh işlemlerinin kanunlarını uygun şekilde açıklayacak deneylere gereksinimiz vardır.”
17.yüzyılda Zamanın Ruhu
Zeitgeist, bir dönemin genel eğilimi ve bakış açısıdır. 17. yüzyılda bilim, felsefe ve metafiziğin sınırları henüz belirgin biçimde ayrılmamıştı. Bilim adına yapılanlar felsefe adına, felsefe adına yapılanlar da bilim adına yapılmış sayılıyordu. Bilimsel gelişme, insanın ahlakı ve tinsel dünyasını da açıklama çabasındaydı ve kilise aydınlar üzerinde önemli bir baskı gücü kullanıyordu. Bunun yanında 17. yüzyıl temel düşüncesi, dinsel anlayışla da ilişkili olarak, evrenin büyük bir makine olarak hayal edildiği mekanik ruhtu. Fiziksel evren mutlak bir mükemmellik ile Tanrı tarafından yapılmış bir makineydi. Biliminsanları her fenomeni rakamlarla anlatma ve tanımlama girişiminde bulundular. Termometreler, barometreler, sürgülü hesap cetvelleri, sarkaç saatler ve diğer ölçüm araçları ile mekanik evrenin tüm yönlerini ölçülebilir kıldılar. Bu durum evrenin mekanik olduğu düşüncesini daha da pekiştirdi. Başka çıkarıma neden oldu, evren makine olduğuna göre, insan da iyi yapılmış bir makineydi. Bu yüzyıl felsefesi, dinin ilkelerine öncelik verilmesi anlayışından tam olarak sıyrılamamış ve klasik kaynaklara bağlı kalmıştır. Bu nedenle Descartes’ın ikici ikilemi; felsefe ile
| 71 dinin, metafizik ile fiziğin, inanç ile ahlakın sınırlarında yer almıştır.62 Descartes, 1633 yılında Galileo’nun Katolik kilisesi tarafından suçlanıp mahkum edildiğini öğrendikten sonra, Le Monde (Dünya) adlı eserini yayımlamaktan vazgeçti. Katolikler Descartes’ı Protestan saymış, Protestanlar da “tanrı tanımaz” kabul etmişlerdi. Ancak, Descartes, yaşadığı çağda, eldeki bilgileriyle “inandığını yazan insan” olmuştur. Thomas Willis’in “makinesi olan beden” düşünenken, Descartes’ınki “yürüyen, konuşan, davranış sergileyen” makinedir, fakat düşünen değildir. Aslında her ikisi de ikicidir (düalist). Hem beden hem de bedenden ayrı bir varlığa inanırlar. Descartes ve Newton, makinenin nasıl olabileceği konusunda kökten farklı açıklamalar yapmıştır. Bu onların, bedenin temel yapı taşlarını farklı kabul etmelerinden kaynaklanır. Descartes’a göre, bir makinenin her hareketi, boşlukları tam olarak dolduran, etkileşmeyen parçacıkların çarpışmasından oluşur. Aynı zamanda ruh “düşünen şey” olarak beden üzerine her etkiyi yapabilir, algılayabilir ve isteyebilir ama bedenin ruha etkisi sınırlıdır. Düşünce dışındaki bütün işlevler bedene aittir. Descartes, boş uzay varlığını ve de maddenin içsel kendi dinamikleri olduğunu kabul etmez. Diğer yandan Newton, parçacıklar arasında boş uzay olduğunu ve dinamik özellikleri olduğunu (çekim, sürtünme) öne sürer. Bu nedenle Newton’cu beden/makine, içsel olarak aktif ve tam olarak belirlenemezdir. Halbuki Descartes’ın makinesi, önceki durumların sonucu olarak işlevleri pasif olarak yerine getirir. İçsel aktivite kavramı Newton’u Descartes’ın bakış açısından köklü olarak ayırır. Daha sonra, Descartes’ın felsefesi Locke, fiziği ise Newton tarafından aşılacak ve yeni bir bakış açısı ile zamanın ruhu değişecektir.
Isaac Newton’un sinir iletimi konusundaki teorisinin Galvani’nin çalışmaları üzerinde belirgin etkisi olmuştu. Newton, Descartes’ın “hidrolik” teorisinin aksine, elektriğin sinir iletiminde olası aracı olması üzerinde odaklanmıştır. Newton, elektriksel ve kimyasal mekanizmaların sinir sisteminin yapısı ile nasıl ilişkilendirilebileceğinin ilk açık teorisini öne sürmüştür. 62
Bozkurt N. Descartes modern çağın öncüsü müdür? Cogito 1997;10:119-130.
| 72
Descartes, ortaya attığı teoride bedenin hareket işlevinin sinirlerle kaslara basınç, duyusal işlevinin ise “gerilimle” taşındığını söyler. Bu teoriye göre, hareket ve duyusal işlevler aynı sinir lifleri üzerinden taşınmaktaydı. Bu Descartes’çi kuram tüm vücudun ilk mekanik teorisi olup ve daha sonra oluşturulacak kuramlar için zemin görevi görmüştür. Newton bu uçucu, incelikli ruhu (subtle spirit), kimya, elektrik ve optik ile ilişkilendirmiştir. Ve bu ruhun titreşimleri, sinir lifleri boyunca ilerler. Bu ilerleme tüm hisler, duyular ve hareketlerin oluşmasına neden olur. Bu “elastik ruh” daha sonraki baskılarda, özellikle 1704-1717 yılları arasında değişerek, “eter (aether)” haline dönüştürülmüştür. Ancak bunu Newton’un yaptığı konusunda şüpheler vardır. 1704’teki fikirleri Yunan bakışına daha yakınken, 1717’deki açıklamaları fiziksel bakış açısına daha yakındır. Sinir iletimi modeli, bu dönemde elektriksel hale gelmiştir. Ancak, ilginç olan nokta; “elektriksel ya da elastik ruh” ifadesi asıl Latince metinlerde geçmez. Newton’un ölümünden sonra, 1799’daki İngilizce çevirisinde bu şekle döner. Newton’un kendisi Principia Mathematica’nın ikinci baskısında bunu bir not olarak eklemiştir. Ancak bu ek 1726’daki üçüncü baskıda bulunmaz. Neden olmadığı ise bilinmez.63 Newton’un daha sonraki bakış açısına göre, sinir iletimi eter aracılığı ile taşınır. Modeli, eterin nasıl olup da dışarı sızmadığını ve eterdeki bir titreşimin nasıl kas kasılması yarattığını açıklar. İçsel eterin yoğunlaşması veya genişlemesine neyin neden olduğu sorusunun cevabını ise bir sihirbaz gibi verir. Newton, titizlikle Descartes hidrolik sistem bakışının yetersiz olduğunu öne sürer ve ruhun doğrudan tüm vücut ve kaslara beyin üzerinden etki edemeyeceğini öne sürer (1675):
“...Bunun gibi bir ruhun olduğunu farz ediyorum, bu canlandırıcı ruh ne sıvı, ne uçucu ne de şarap ruhunun gazıdır (gas of spirit of wine=alkol). Fakat etersel yapı doğada, canlı sıvılarına nüfuz edecek yeterliliktedir, belki bir elektrik kadar serbestçe veya bir manyetik akım gibi Wallace W. The vibrating nerve impulse in Newton, Willis and Gassendi: First steps in a mechanical theory of communication. Brain and Cognition 2003;51:66-94.
63
| 73
yayılır. [...] su ve yağ, tahta ve taşın içine nüfuz eder, girer. Fakat bir metal olan cıva içine giremez. Su ve asit özleri tuzlara nüfuz eder, yağ ve şarap ruhu ise nüfuz edemez. Yağ ve su gibi bazı sıvıları bir diğeri ile karışabilir, ancak bir maddenin diğerine nüfuz etmemesinin gizemli kurallarının araştırılması gerekir, bazı çözülebilirler bazen çözülemez olabilirler. [...] Çözülemeyenler, Güneş ve Dünya arasındaki eter gibi etersel doğada olabilir. [...] Bu ruhun canlı hareketi için nasıl kullanılabileceğini bilmek için, şunu düşünebiliriz; nasıl bazı çözülemezler bir üçüncünün yardımı ile çözülebilir yapılır. Su, bakırda çözülemez; ama bunu eğer bakır sülfür ile karıştırılırsa, aqua fortis oluşur ve bu da altında çözülmez... [...] Aynı anlamda, insana etersel hareket veren ruh, adi eter ve kas sıvıları arasında aracı olabilir, onların serbestçe birbirlerine karışmasını sağlayabilir. Herhangi bir kasa bu ruhun az bir miktarda gönderilmesi ile kasta belirgin gerilme ortaya çıkmaz; bu durumda, dışsal eter çok çözünebilirdir, eter kasta dağılır ve çözünür. Çözünenin aracılığıyla, kas eski halini alır almaz, dağılan eter bir araya gelir.”
Simyacılık ve aqua fortis Simyada, potasyum ya da sodyum nitrattan elde edilen, metallerin dışını eriten, nitrik aside denirdi. İlk olarak, 800 yılında İbn Hayyan tarafından elde edilmiştir.
Bu kas kasılması için kimyasal bir modeldir. Canlandırıcı ruhun kimyasal aracılığıyla, elle tutulamaz eterle, elle tutulabilir kas birleşir. Eter ve kas sıvısının birleşmesi kimyasal bir reaksiyondur. Kimyasal reaksiyonla meydan gelen genişleme kasa yansır ve ardından kas kasılır. Bugünkü kas kasılması teorimizi ele aldığımızda, sadece kullanılan kelimeler farklıdır. Julian Offray de la Mettrie
| 74
Descartes’ın insanın sinir sistemi üzerinde bilimsel çalışmalarının genel doğrultusu, sonraki yüzyılda la Mettrie’nin (1709-1751) öngöreceği L’Hommo-Machine (İnsan Bir Makine, 1747)64 kavramına ve onunda ötesinde günümüzde yaygın bir destek bulmakta olan zihnin “nörofelsefesi”ne çok uymaktadır. Kitapta, insanın temelde hayvandan, organizmanın bir saatin çalışmasından farklı olmadığını ileri sürmüştür. O, maddi olmayan ruhu yadsıyordu. La Mettrie’ye göre, insanın fizyolojik otomatizmi hayvanınkinden farklıdır. Hayvanlarla hamurumuz aynı olmasına rağmen, insanda bulunan düşünme yetisi ve zihin, yapısal karmaşıklık düzeyinin ve onun farklı organize olmasının bir sonucudur. Descartes’ın düalizminden farklı olarak ruhi olayların bile fiziksel-kimyasal yollarla açıklanabileceğini iddia ederek, “bilimsel olarak bilmemiz gereken her şey mekanik olmak zorundadır” demiştir:
“İnsan bedeni kendi hareketini kendisi sağlayan bir makinedir. Kesintisiz hareketin yaşayan görüntüsüdür. Pek az açığa çıkan hareketlerin sürmesini beslenme sağlar. Gıda olmaksızın can eriyip gider... Can, çıkmadan önceki anda ışığı parlayan bir fitildir.” La Mettrie canı özel ve ayrı bir öz yapma çabalarını yadsımış ve onun sadece somut bedenimizin bir unsuru olduğunu söylemişti. İnsanlar kısmen yedikleri besinlerin bir ürünüydü ve bu farklılıklar bugünkü İngilizlerin tepkisini çekecek sonuçlara dahi neden oluyordu:
“Çiğ et hayvanları vahşi yapar, aynı etkiyi insan üzerinde de yapacaktır. Bu öylesine doğrudur ki, bizden farklı olarak kırmızı ve kanlı et yiyen İngilizlerin, bu besine bağlı olan vahşiliği ve sadece eğitim yolu ile etkisiz kılınabilecek diğer etkileri aşağı yukarı paylaştıkları görülmektedir... Diğer taraftan, bütün katıların sertliğinden almış olan beyin ve sinirleri ile erkek sadece 64
http://humanum.arts.cuhk.edu.hk/humftp/E-text/La_Mettrie/machine.html
| 75
daha kuvvetli özelliklere sahip olmakla kalmaz, daha sağlam bir zihni vardır.” David Hume Hume (1711-1776), görgücülük (ampirizm) akımının kurucusudur. 1748’de İnsan Zihni Üzerine Felsefi Denemeler (Philosophical Essays Concerning Human Understanding) adlı eserini yazdı. Eseri geniş kapsamlı olarak insan zihnini ve onun özelliklerini gözden geçirir. Berkeley’den farklı olarak, Hume’da cisimler insan zihni ya da algısından bağımsız olarak sürekli vardır: “Beyaz olarak gördüğümüz ve sert olduğunu hissettiğimiz bu gerçek masanın, algılarımızdan bağımsız ve onu algılayan zihnimiz için de dış bir şey olduğuna inanılır. Bizim varlığımız ona bir varlık bağışlamadığı gibi yokluğumuz da onu yok edemez. Varlığını tekbiçimli ve bütün olarak, kendisini algılayan ya da seyreden akıllı varlıkların durumundan bağımsız olarak korur. ... Görmekte olduğumuz masa biz ondan uzaklaştıkça kaybolur görünür; fakat bizden bağımsız olarak var olan gerçek masa hiçbir değişim geçirmez; bu nedenle zihne sunulan onun görüntüsünden başka bir şey değildir. ... Herhangi bir varlığın var olmaması, istisnasız olarak, onun var oluşu kadar açık ve belirgin bir fikirdir. Bir şeyin var olmadığını öne süren bir önerme, yanlış da olsa, onun var olduğunu ileri süren önermeden daha az düşünülebilir ve anlaşılabilir değildir.”65 Bizi cisimlerin sürekli ve ayrı var oluşuna iten us değildir. Algılarımız dışına çıkarak onları onlardan ayrı bir şey ile karşılaştıramayız, oysa insanlar “biricik nesnelerin algıları olduklarını sanırlar.” Algılar ve nesneler arasında bir ayrım vardır. Algılar kesintilidir ve algılayan özneye bağımlıdır, nesneler ise sürekli ve bağımsız olarak vardır. Ancak, “kol ve bacağımıza bakarken algıladığımız şey bedenimiz değil, duyular yoluyla giren belli izlenimlerdir.” Hume tüm zihinsel içeriği deneyimden üretir. “Algı” kelimesini genel olarak zihinsel içeriği kaplamak üzere kullanır. 65
Hume D. İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma. Çev: S.Öğdüm. İlke yay. 1.Baskı, 1998;161, 173.
| 76
Algıları daha sonra izlenimlere (impression) ve düşüncelere (idea) ayırır. İzlenimler, duyumlar gibi dolaysız deneyim verileridir. Düşünceleri ise, izlenimlerin düşünmedeki ve uslamlamadaki eşlemleri ya da sönük imgeleri olarak ele alır. “Gözlerimi kapadığım ve odamı düşündüğüm zaman, oluşturduğum düşünceler duyumsadığım izlenimlerin temsiliyetidir (representation)... Düşünceler ve izlenimler her zaman birbirlerine karşılık düşüyor gibi görünürler.” İzlenimler ve düşünceler arasındaki fark deneyimlendikleri anda yaşanan canlılıktır (vividness):
“Herkes kolayca kabul edecektir ki, bir kimsenin aşırı sıcaktan acı duyduğunda veya ılımlı bir sıcaktan hoşlandığında ve bu duyumları daha sonradan hafızasına geri çağırdığında ya da hayal gücüyle yeniden canlandırmaya çalıştığında zihninin algıları arasında önemli bir fark vardır. Bu yetenekler duyuların algılarını taklit veya kopya edebilirler, fakat hiçbir zaman özgün duygunun gücüne ve canlılığına tamamıyla erişemezler… Aralarındaki ayrım zihin üzerindeki etkilerindeki ve düşüncelerimize ya da bilincimize işlemelerindeki kuvvet ve canlılık derecelerinden oluşur. En büyük kuvvet ve yoğunlukta giren algıları izlenimler olarak adlandırabiliriz ve bu ad altında, ruha ilk kez kendini gösterdikleri biçimiyle tüm duyum, tutku ve duygularımızı anlıyorum. Düşünceler ile bunların düşünmedeki ve uslamlamadaki sönük imgelerini kastediyorum...” Bu ikisi bazı durumlarda birbiri ile karışır ve ayrımı yapılamaz. “Uykuda, bir ateş durumunda, delilikte, ya da ruhun çok yoğun heyecanında, düşüncelerimiz izlenimlerimize yaklaşabilirler; diğer yandan, bazen izlenimlerimiz öylesine sönük ve zayıf olabilir ki, onları düşüncelerden ayırt etmek olanaksız olabilir.” Ancak, tüm bunlara rağmen “Şiirin tüm renkleri, ne kadar görkemli olursa olsunlar, yaptıkları betimlemelerde doğal nesneleri hiçbir zaman gerçek bir manzara
| 77
sanılacak kadar renklendiremezler. En canlı düşünce yine de en sönük duyumdan daha aşağıdadır.”66 İzlenimler daima düşüncelerden önce beynimizde var olur. “Bir çocuğa bir kırmızı ya da kavuniçi düşüncesini, bir tatlı ya da acı düşüncesi vermek için nesneleri sunarım ya da başka bir ifade ile ona bu izlenimleri iletirim; ama düşünceleri uyararak izlenimleri üretmeye çalışma gibi saçma bir davranışa girmem.” Bu nedenle Hume doğuştan düşüncelerin varlığını kabul etmez. İzlenimler, duyum ve düşünme izlenimlerine ayrılır. Zihin izlenimleri aldığı zaman, iki yolla yeniden ortaya çıkarabilir. Birincisi, bir izlenimin canlılığı ile düşüncenin sönüklüğü arasındaki bir canlılık derecesiyle ortaya çıkabilir. Bu yolla izlenimlerimizi yinelememizi sağlayan belleğimizdir. İkincisi, yalnız düşünceler olarak, izlenimlerin sönük eşlemleri-imgeleri olarak ortaya çıkabilirler. İzlenimler özneldir, algılayabilen özneye özgüdür. Bellek, yalnızca yalın düşünceleri değil, aynı zamanda onların sıra ve konumlarını da korur. Bellekte düşünceler arasında ayrılmaz bir bağlantı vardır. İmgelem durumunda bu ayrılmaz ilişki bulunmaz; ama gene de düşünceler arasında bir “birleştirici ilke”, “bir düşüncenin doğallıkla bir başkasını getirmesini sağlayan bir çağrıştırma niteliği” vardır. Herhangi bir nesne üzerinde düşünmek zihni çabucak onunla bitişik olan her şeye taşır. Fakat üstünlük taşıyan ve en canlı olarak kavranan sadece nesnenin asıl varlığıdır. Eğer bir yara hakkında düşünecek olursak, kendimizi onu izleyen ağrı üzerinde düşünmekten alıkoyamayız. Bir nesnenin varlığı, onunla ilgili diğerlerinin fikirlerini vermeseydi, bütün bilgimiz hafızamızın, duyularımızın dar küresi içinde sınırlanmış kalırdı ve asla araçları amaçlara bağlayamayacaktık ya da güçlerimizi ne iyinin kabul edilmesi için ne de kötüden sakınılması için kullanabilirdik. Bu çağrışımı doğuran ve zihni bu yolda bir düşünceden bir başkasına ileten nitelikler üç tanedir; andırım, zamanda ve uzayda bitişiklik, neden-etki. Bunlar Hume’un yedi felsefi ilişkisinin bir kısmını oluşturur. Diğerleri; özdeşlik, 66
Hume D. İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma. Çev: S.Öğdüm. İlke yay. 1.Baskı, 1998;20
| 78
nicelikte ya da sayıda oran, herhangi bir nitelikte dereceler, aykırılıktır. Bu yedi felsefi ilkeden dördü düşüncelere bağımlıdır: andırım, aykırılık, nitelikte dereceler, nicelikte ya da sayıda oranlar. Bunların ilk üçü “ilk bakışta bulunacak denli açıktır” ve sezgi ile anlaşılabilir. 67 Bellek, geçmiş algıların izlenimlerini uyandırarak, algılarımız arasında bir andırım ilişkisi üretir ve bu yolla algılar arası nedensel ilişkinin bilincine varırız. Bu sürekli ve kalıcı bir nesne olarak görünür. Algılarımız nedensel ilişki aracılığıyla karşılıklı olarak ilişkilendirilir:
“Bu ilişkinin bilgisine, hiçbir zaman a priori (öncülsüz) akıl yürütmeler sayesinde ulaşılamaz. Tersine, tamamıyla, belirli bazı nesnelerin sürekli olarak birbirleriyle bitişmekte olduğunu gördüğümüzde edindiğimiz deneyimlerden ortaya çıkar. Akıl yürütme ve düşünme konusunda en güçlü yeteneklerle donatılmış bir insanın dünyaya bir anda getirilmiş olduğunu farz edelim; bu durumda gerçekten de nesnelerin sürekli bir dizi halinde bulunduklarını ve bir olayın diğerini takip ettiğini hemen gözlemleyecektir; fakat daha ileri hiçbir şey keşfedemeyecektir. ...böyle bir insan herhangi bir somut olgu hakkında, daha fazla tecrübe edinmeden ne varsayımda bulunabilir ne de akıl yürütebilir ve hatta ne de hafızasına ve duyularına doğrudan doğruya sunulan şeylerin ötesindeki herhangi bir şey konusunda emin olabilir. ...insan daha fazla deneyim edindi ve dünyada alışılmış nesne ve olayların sürekli olarak birbirleriyle bağlı olduklarını gözlemleyebilecek kadar uzun yaşadı. ...deneyimden elde edilen tüm çıkarımlar alışkanlığın sonuçlarıdır, akıl yürütmenin değil. İmgelerimiz onlara karşılık düşen düşünceleri yaratırlar: ve bu düşünceler de kendi paylarına başka izlenimler yaratırlar. Bir düşünce bir başkasını kovalar ve arkasından bir
67
Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev. Yardımlı A. İdea Yay. 1998;82-83
| 79
üçüncüsünü çeker ki, kendisi de onun tarafından sürülür.”68 Hume’da zihin ve beden olgusu ayrık olarak görünmektedir. Bir olgu diğerini izlerken aralarında asla bir bağ gözlemleyemeyiz. “Bitişik görünürler; fakat asla bağlı değil. Dış duyularımıza ya da iç duyularımıza hiç görünmeyen herhangi bir şey hakkında hiçbir fikir edinemeyeceğimize göre, şu sonuç kaçınılmaz görünüyor... Bir insan iki bilardo topunun çarpışması sayesinde hareketin itme tarafından oluşturulan iletişimini gördüğü ilk seferde bir olgunun diğeriyle ‘bağlı’ olduğunu ilan edemez, fakat sadece ‘bitişik’ olduğunu söyleyebilir. ...bir nesnenin diğeriyle bağlanmış olduğunu söylediğimizde, sadece onların diğerlerinin kanıtları durumuna gelmeleri sayesinde, düşüncemizde bir bağ edinmiş olduklarını kastederiz...”69 Felice Fontana Antoni Leeuwenhoek (1632–1723) mikroskobu kullanarak sinirlerin yapılarını tanımlayan ilk kişiydi: "Sıklıkla ve zevk almayarak, sinirlerin gözlemlediğim yapısı çok ince tanımlanamayan yapıda, sinirin tüm uzunluğu boyunca uzanan silindirik damarlardan oluşur." Bu damarlar içi boş tüplerden ibaretti ve bu düşünce bir bakıma, sinirlerde akan hayvan ruhuyla ilişkili olan Descartes’ın düşüncesi ile uyumluydu. Bu boş tüpler ile sinirler arasındaki ilişki Felice Fontana'nın (1730– 1805) detaylı çalışmalarıyla çözüme kavuştu. Mikroskopta 700 kat büyütme ile sinirleri inceledi: "Sinirlerin temel yapısı aşağıdaki gibidir: bir sinir, saydam,
tekbiçimli ve basit silindirlerin büyük sayılarda bir araya gelmesinden oluşur. Bu sinirler belli bir biçimde çok ince, tekbiçimli duvarlı, suda çözünmeyen jelatine benzer saydam sıvı ile dolu görülür. Bu silindirlerin her biri ince liflerden oluşan bir sargı ile sarılıdır. Çok fazla sayıda saydam silindirler birlikte bir siniri oluşturabilir, küçükler 68 69
Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;110. Hume D. İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma. Çev: S.Öğdüm. İlke yay. 1.Baskı, 1998;80-85
| 80
ancak dışlarındaki beyaz bantlarla görülebilir. Bu sinirlerin birçoğu bir araya gelerek hayvanlarda görülen daha büyük sinirleri oluşturur. Benim kendi gözlemlerimle tam olarak inandığım ki aynı sonuçları birçok kez tekrarladım, bu silindir şeklindeki yapıları daha fazla bölemediğim için bunları sinirlerin basit ve birincil organik elementleri olarak tanımladım..." Bu çalışmaları sonucunda Fontana 1871'de silindirleri "boş olmayan" olarak belirledi ve sinir hücresi ana uzantısını (aksonu) keserek içindeki sıvıyı (aksoplazma) tanımladı: "...yapışkan, elastik, sıvıda çözünmeyen saydam bir materyal, kırmızı kan hücrelerinden dört ya da beş kez daha az çaplı çok küçük yuvarlak taneciklere çözünür." Bulgularının sonucunda, fizyologların canlandırıcı ruh olarak ve tüm hareketlerin mekanik esası olarak bu küçük tanecikleri göz önüne alacaklarından emin olmadığını söyler. Kendi teorisinin, hayvan hareketlerinde gözlenen bir anda hızlanma durumunu açıklayamayacağını ifade eder. Küçük taneciklerin bu durumda sinirlerin içinde çok çok ağır, tembel kalacağını belirtir.70 İletilen şeyin daha farklı bir şey olması gerektiği konusunda sezgiye kapılır.
70
Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 81
Şekil. 18. yüzyılda sinir liflerinin yapısı. Leeuwenhoek’un küçük sinir liflerini gösteren çizimi (solda). Birçok “damardan” oluşan sinir lifleri görülmekte. Felice Fontana tarafından çizilmiş sinir lifleri (sağda). Lifler, ince, uzun silindirik yapılardan oluşmaktadır.
Luigi Galvani Galvani (1737-1798) sinir biliminin kurucusu olarak kabul edilir. Bir yıldırımdaki elektriği tel ile taşıyıp, bir kurbağanın siyatik sinirini bu elektrikle uyararak ayakta hareket oluşturmuştur. Bu nedenle Galvani, biyolojik elektrik ve hareket etme/canlılık arasında ilk bağlantı gösteren kişi olmuştur. Kendi dönemindeki ve önceki biliminsanları, hayvan davranışında elektriğin etkisini anlamaya daha az çaba harcamışlardır. Ancak, elektrik balığı, çiftlik hayvanları, çocuklar, ayrılmış havyan parçaları, garip biyomekanik birleştirmeler ve el gücüyle oluşturulan elektrik üreteçleri Galvani’nin dikkate değer çalışmalarıdır. Buna ilave olarak da, Galvani’nin yeğeni olan Aldini’nin de elektriğe olan ilgisi epey ileri derecedeydi. Aldini, cinayetlerle kesilmiş kafaları elektrikle uyarmak gibi bir ün elde etmişti. Mary Shelley’in kaleme aldığı Frankenstein (1818) adlı öykünün, bu gibi
| 82
deneylerden etkilenme sonucunda yazılmış olması şaşırtıcı değildir.71 Franz Joseph Gall Fizikçi ve anatomist Franz Joseph Gall (1758-1828), tüm yetenek ve duyguların beyinde yerleşimini tanımlamak için frenolojiyi geliştirdi. Kendisi her ne kadar Kranioskopi olarak adlandırdıysa da onun takipçilerince frenoloji olarak adlandırıldı. Ona göre kafatasının belli şekiller alması, beynin belli bölgelerinin özel gelişimini yansıtıyordu. Frenoloji beş temel üzerinde inşa edilmişti: 1. Beynin aklın yer aldığı bir organ olduğu, 2. İnsanın zihinsel gücünün bağımsız belli faktörlerle ortaya konulabileceği, 3. Bu yeteneklerin beynin farklı bölgelerinde yer alması, 4. Bu bölgelerin büyüklüğünün kişinin karakterinde ne kadar yer tuttuğunun göstergesi olması ve 5. Beynin yüzeyi ve kafatasının yakın ilişkisi nedeniyle, bu bölgelerin kafatası yüzeyi ölçümüyle ortaya konabilmesi. Gall yardımseverlik, hissetme, arzu, açlık, zenginlik gibi 20’den fazla özelliği kafatası yapısının belli bölgelerine yerleştirmeye çalıştı. 1861’de Paul Broca’nın konuşma merkezini ortaya koymasıyla, işlevsel yerel alanların beyinde olduğu fikrinin doğru olduğu düşünüldüyse de, kafatasının dışının beyin topografisini yansıtmadığı kesin olarak gösterildi. Gall’e benzer bir yaklaşım, daha önce yaşamış Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’sinde de gözlenir. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’si 18. yüzyılda yaşamış ünlü bilim adamı Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın (1705-1771) Marifetname'si beden şekline, bu şeklin kişiliğe yansıması ve de sinir sistemine büyük yer vermiştir. Olgun bir bilim insanı olan İbrahim Hakkı, çok sayıda eser yazmıştır. Bu eserler arasında en meşhur olanı ise Marifetname’dir (1756). Bu eser, çağındaki bilgi ve keşiflere yabancı kalmayan İbrahim Hakkı'nın eski ile yeniyi kaynaştırmaya çalıştığı bir kitaptır.
Wallace W. The vibrating nerve impulse in Newton, Willis and Gassendi: First steps in a mechanical theory of communication. Brain and Cognition 2003;51:66-94.
71
| 83
Ancak, ülkemizde, 1700’lü yıllarda dünyadaki bilimsel akım ve kavramlardan haberdar olmayan kişilerce, İbrahim Hakkı neredeyse aptal, bilimden haberi olmayan, sadece dinin etkisinde kalan bir üfürükçü olarak gösterilmektedir. Oysa kendisindeki birçok kavram, daha sonraki dönemlerde Franz Gall ya da diğer Batılı bilimadamlarınca kendi fikriymiş gibi öne sürülmüştür. Yine, bu bölümde okuyacağınız gibi, Descartes ve Newton gibi günümüzde neredeyse fikirlerine tapılan birçok biliminsanının da, bugünkü bilgi ile bakıldığında saçmalamaları olmuştur. İbrahim Hakkı’nın Marifetnamesi, yaşadığı dönemin bütün bilgilerini kapsayan ansiklopedik özellikte bir çalışmadır. Bizden biri olarak, Batılı dönemdaşları kadar iyi hatta daha da ileridir. Nitekim eserde de beden yapısı, yüz biçimi ve bedenin ayrı ayrı kısımları ile insan karakteri arasındaki ilişkinin ayrıntılı bir şekilde sunulduğunu görmekteyiz. Aşağıda, Marifetname’den alınan beden ve sinir sistemi ile ilgili kısa alıntıları bulacaksınız. Önce Frenoloji ile ilgili fikirlerinden bir özetleme yapacak olursak: … - Başı küçük olanın aklı azdır, gizli şeyin varsa ona söyleme. - Başının tepesi yassı olan keder çekmez. - Başının derisi ince olan, hayır yapar, zarar vermez. - Kel adama yaklaşma, kötü huylu olur, ondan sakın. - Alnı dar olanın, İçi de dar, sıkıntılı olur. - Alnı yumru olan, çirkin ve kalın kafalı olur. - Alnı enli olan kötü huylu olur, çünkü hastadır. - Alnı normal olanı emin bil. - Alnı buruşuksuz olan, şüphesiz tembel olur. … 38-BÖLÜM-Sinirlerin bitme yerleri ve faydaları. Birinci Madde
Sinirlerin konuluş hikmetlerini ve şekillerini bildirir. ...anatomi bilginleri demişlerdir ki: Bedende olan sinirlerin bazısının faydası, doğrudan; bazısının dolaylıdır. Faydası şudur ki, sinirler vasıtasıyla dimağ (beyin), diğer uzuvlara his ve hareket bahşeder. Sinirlerin köklerinin başlangıç yeri beyin,
| 84
dallarının bitiş yeri insan derisidir. Beyin iki yönde sinirlerin başlangıç yeri olmuştur. Zira beyin sinirlerin bazısına bizzat başlangıcıdır. Bazısına, omuriliğin vasıtasıyla başlangıç yeri olmuştur. Ama dimağın kendisinden biten sinirlerde ancak baş, yüz ve iç organlar his ve hareket bulmuştur. Diğer uzuvların sinirleri, omurilikten his ve hareket almıştır. … Allah, lütuf ve inayet edip, dimağdan iç organlara inen hareket sinirlerini koruma ve himayede büyük ihtiyat etmiştir. … Beynin sinirlerinden o sinir ki, onun faydası azaya his vermektir. Ama başlangıç yeri de bulunan tesiri kavrayıcı ve kuvvetli olmak için o sinir kastedilen uzva en yakın tarafından girmiş ve bitişmiştir. Bu his sinirleri yumuşak oldukça, his kuvvetini yerine getirirler. Metanete muhtaç oldukları için bunlar, hareket sinirleri gibi sert ve metin olmayıp, latif ve yumuşak bulunmuştur. Beynin önü, öbür tarafından daha yumuşak ve ziyade hassas olduğundan, his sinirleri önden, hareket sinirleri arkadan yaratılmıştır. İkinci Madde …anatomi bilginleri demişlerdir ki: Beynin kendisinden biten sinirlerin hepsi, yedi çift sinirdir. Birinci çifti koklama başlangıcı olan, meme ucuna benzer iki çıkıntı yakınında beynin ön boşluğun içindendir ki (şimdiki adı olfaktör sinir), o bir küçük boşluktur. İkincisi, çiftin solundan biten teki sağına, sağından biten teki soluna gelip, biri birine kavuşup, çapraz şekilde kesişmiştir (şimdiki adı optik kiazma). Sonra bükülüp, sağdan biten sağ göze, soldan gelen sol göze gitmiştir. Camsı adı verilen rutubeti kuşatmak için ağızları geniştir. Bu kesişmenin üç yararı vardır: Biri, iki gözün birine akan ruh, öbürüne dahi akmasın. Birine afet erdiğinde, öbürü onun yerini tutsun. Onun için bir göz kapandığında, açık gözün görüşü kuvvet bulur. Zira kapalı gözün nuru ona akar. İkinci faydası, iki gözün kavraması birlikte olup, ikisinin görüşü, kesişme içinde tek görüş olsun (şimdiki adı 3 boyutlu görüş). Ta ki görünen bir nesne müşterek çizgide bir şekillensin. Friedrich Nietzsche
| 85
Felsefi ana fikri “İnsanüstü” olan Nietzsche’ye (1844-1900) göre bilinç kavramı önemsizdir. Anlaşılması gereken temel nokta, bilinç “iç dünyamızı oluşturmak şöyle dursun, o ancak özel (belki de hastalıklı) bir durumudur… Yaşam, bilinç denen bu aynada kendine bir kez bile bakmadan pekâlâ akıp geçebilir” ve “bilinci hayatın ölçüsü, en yüce değeri olarak alıyoruz, oysa o bir araçtan başka bir şey değildir; bizimkisi, parçayı bütün yerine alan yanılgı bir görüştür” demektedir. Bedenim ben ve ruh-böyle der çocuk. Peki, neden çocuklar gibi konuşmamalı? Oysa uyanık (bilinçli) ve bilen kimse şöyle der: ‘Tamamıyla bedenim ben, bundan başka bir şey değil, ruh ise beden içindeki bir şeyin adı ancak’ der.72 Aslında bilinç üzerine olan bu düşünceleri onun insan varlığına karşı olan, her cümlesinde insanı küçümseyen anlayışından farklı değildir: “...İnsan kırmızı yanaklı bir hayvandır”, “İnsanın en fena tarafı bile küçüktür. Ve insanın en iyi tarafı da pek küçüktür!”, “Kardeşlerim! İnsan geleceği bakımından en büyük tehlike kimlerden geliyor? İyilerden ve hakkı gözetenlerden değil mi? İyiler yaratamazlar. Onlar sonun başlangıcıdırlar... İyiler ve hakkı gözetenleri parçalayınız, parçalayınız”. Bu sözlerin üzerine ne söylenebilir ki! Olasılıkla Sifilis hastalığının beynini etkilemesiyle ortaya çıkan düşüncelerdi bunlar. Nietzsche’nin “bilincini” elinden aldığından, bilinç üzerine çok şey söylemeyi uygun görmüyordu! “Eğer benim ben’imde bir birlik varsa, bu birlik, hiç şüphesiz, benim bilinçli ben’imden, duymamdan, istememden, düşünmemizden oluşan bir birlik değildir; bu, başka bir yerde aranması gereken, korunmaya, özümsenmeye, tehlikeleri yok etmeye, tehlikelere karşı uyanık olmaya çalışan organizmanın tüm bilgeliğinde bulunan bir birliktir, benim bilinçli benim, bu birliğin bir aracından başka bir şey değildir.” Gustav Fechner Gustav Fechner’e (1801–1887) ününü psikofizik üzerine yaptığı çalışmalar kazandırmıştır. Yaşamının son zamanlarında, büyüklük sanrıları ile Tanrının kendisini tüm gizemleri çözmek 72
Nietzsche F. Zerdüşt Böyle Diyordu. Çev. Derinsu O. 1999;35
| 86
üzere seçtiğini iddia ettiyse de, bilime büyük katkıları oldu. Fechner, yaşamının önemli bir kısmını ruh-beden ikilisi ile ilgilenerek geçirdi. Ruh-bedenin temel olarak farklı yönleri olmasına rağmen, aslında aynı oldukları yargısına ulaştı. İkisi arasındaki açık fark, inceleme yollarından kaynaklanır. Fechner, bir sabah daha yataktayken, ruh-beden arasındaki bağlantıyı yöneten kanun hakkında ani bir içgörüye kapıldı: ruhsal duyumla maddi uyarıcı arasında niceliksel bir ilişki bulunabilirdi. Bunu yapmak için hem öznel hem de nesnel olanı ölçebilmeliydi. Zor olan deneyimi yaşayan kişilerin bilinç ya da duyumunun nasıl ölçüleceğiydi. Fechner bunu da başararak, duyum (ruhsal nitelik) ve dışsal uyarıcı (bedeni ya da maddi nitelik) arasındaki şu denkleme ulaştı: S=K•logR. Burada S duyumun büyüklüğünü, R uyarıcının büyüklüğünü gösteriyordu. K ise sabit bir değerdi. İlişki logaritmikti, yani bir seri aritmetik artarken diğeri geometrik olarak artıyordu.73 Bu denklem ardından psikofizik adını vereceği araştırma programının ilk adımını atmış oldu. Fiziksel ve ruhsal dünyalar arasındaki ilişkinin matematiksel ifadesi oldu. 1860 yılında Psikofiziğin Temelleri/Elemente fer Psychophysic’i yayımlandı. Çabaları ruhun (zihin) ölçülmesine ilk adım olarak tarihe geçti. Herman Von Helmholtz Helmholtz (1821-1894) fizik ve fizyoloji alanlarında pek çok eser bırakmış bir araştırmacıdır. Çalışma arkadaşları arasında sinir biliminin diğer öncülerinden Emile du Bois-Reymond da vardı. Göz optiği üzerine yaptığı çalışmalarla oftalmoskopu keşfetti. Laboratuarında bir akımölçer geliştirdi. 1852’de ilk olarak bir kurbağa siyatik sinirinde, sinir iletisi hızını ölçtü ve bunu 83 metre/san olarak tespit etti. İnsan duyu sinirleri için yaptığı ölçümlerde de iletim hızını 50 ile 100 metre/san arasında ölçtü. O dönemde kabul edilen, düşünce ve hareketin eşzamanlı, sonsuz hızda olabileceği fikri sahneden silindi. Ardından 1860’ta Julius Bernstein, sinir iletisini aksiyon potansiyeli olarak adlandırdı ve
73
Schultz DP, Schultz SE. Modern psikoloji Tarihi. Kaknüs yay, 2001;94-99.
| 87
sinir hücresi zarında kendiliğinden ilerleyen akım olduğunu öne sürdü. Helmholtz’un zihin-beden ilişkilerinin açıklanmasındaki katkısına gelince… Helmholtz, bir anti-vitalist ve bir materyalisttir; ona göre hayat maddedir ve zihinsel olaylar maddeye, bedene dayanır. Helmholtz’un bu tutumu gücün korunumu yasası ve sinir impulsunun hızı ile ilgili araştırmalarında da kendini açıkça belli eder. Uygun bir deney düzeni kullanan Helmholtz, sinirsel iletim hızını ilk defa ölçmüş ve uyarılma ile tepki arasında belirli bir zaman geçtiğini gözlemiştir. Yani düşünce ve hareket arasında ölçülebilir bir süre geçmektedir. Daha önce düşünüldüğü gibi düşünce ve hareket aynı zamanda meydana gelmemektedir. Üstelik farklı uzunluktaki sinirler araya girdiğinde, süre de farklılaşmaktadır. Zihin maddesel değilse, zihinsel olaylar niye zaman alıyor? Ve zihin maddeyle bağlantılı değilse, niye sinir lifinin uzunluğuna göre değişiyor? Bu sorular Helmholtz’un “zihin maddedir” vargısına ulaşmasına yol açmıştır. Helmholtz’un, zihin-beden ilişkilerinin açıklanmasında önemli doğurguları olan bir diğer katkısı da gücün korunumu ilkesidir. Helmholtz Newton fiziğinde mekanik gücün korunumu ile ilgili ilkeyi, fiziksel-fizyolojik sistemlere uyarlamıştır. “Sabitlik ilkesi”nde (constancy principle) Helmholtz farklı enerji biçimlerinin, herhangi bir kazanç veya kayıp olmaksızın, birbirlerine dönüştürülebileceğini öne sürmüştür. Buna göre kapalı bir fiziksel sistemdeki enerji, niteliksel değişimlere (transformation) uğrasa bile niceliği sabit kalır. Burada Helmholtz’un anti-vitalist veya mekanist olarak nitelendirilme nedenlerinden birini daha görüyoruz. Helmholtz’a göre organizmanın işleyişi karmaşık, ama yine de enerji alışverişi ve dönüşümünü içeren bir mekanik süreçtir. Organizma duyu organlarının uygun enerji türüyle uyarılmasıyla dışarıdan; yenen yiyecekler yoluyla içeriden enerji alır. Bu enerji elektriksel enerjiye dönüşür ve çevresel duyusal sistem-merkezi sinir sistemi-çevresel motor sistemler boyunca iletilir. Sonuçta elektriksel enerji bir hedefe iletilerek burada mekanik enerjiye dönüşür. Sabitlik ilkesine göre devrenin duyusal ve motor uçlarındaki enerji, niteliksel olarak farklı olmakla beraber
| 88
niceliksel olarak aynı veya birbirine orantılıdır. Sinir sistemi bir iletken olduğuna ve enerjinin korunumu ilkesi de geçerli olduğuna göre; uyarıcı ne kadar büyükse bunun sinir sistemine etkisi ve sonuçları da o kadar büyük olur.74
Karakas S ve Bekçi B. Zihin-beden ilişkilerini ele alan bilim dallarının doğuşu ve gelişimi. NeuroQuantology 2003; 2: 232-265
74
| 89
Resim. 18. yüzyılın ilk yarısında sinir hücreleri ve sinir hücresi ana uzantısı olan aksonun çizimleri. (A) Sinir hücreleri (B) Beyincikteki Purkinje hücreleri (C) Ve (D) Kolliker's Handbuch der Gewebelehre des Menschen’den bir sinir hücresi (1852).
| 90
Resim. 19. yüzyılın sonunda sinir hücreleri ve birbirleri ile bağlantıları. A ve B. Golgi metodu ile boyanmış beyincik basket hücreleri, C. Sinir hücrelerinin ana uzantısı olan akson, D. İskelet kasında sinirin kas üzerinde sonlandığı bölge, E.Sinir hücrelerinin daha ayrıntılı çizimi, F. Sinir hücreleri içindeki nörofibriler ağ görülmekte, G. Omurilikte bir sinir hücresi üzerinde diğer sinir hücreleri son kısmı gösterimi.
| 91
Edmund Husserl Husserl (1859-1938) “Her bilinç, bir şeyin bilincidir” diyerek önemini vurgular. Husserl, zihin oluşturucu işlevselliğe önem verir. Zihinsel yaşam hem evreni hem de evrenin bir parçası olarak kendisini oluşturur. Oluşturulan bu nesneler, evren ve evrene ait kendilik hep daha temel bir şeye, bir özneye bağlıdır. Husserl, zihinsel sürecin bir şeyin farkındalığı olduğunu savunmuştur. Bununla ilişkili olarak da zihinsel süreçlerle nesneler arasındaki ilişkiyi “yönelmişlik/niyetsellik” olarak adlandırmıştır. Yöneltici süreçler iki temel tipe ayrılırlar: 1. etkin, 2. edilgin ya da otomatik zihinsel süreçler. Etkin zihinsel süreçler içlerinde yaşayan bir benliğe sahiptir. Edilgin zihinsel süreçlerin içinde yaşayan bir benlik bulunmaz. Etkin olan benlik, zihinsel yaşamın yalnızca bir parçasına yerleşiktir. Benlik nesnelere odaklanan, onlara anlam veren ve ilgilenen öğedir. Benliğin içinde bulunduğu bu süreçler tamamen bilinç teması ile ilgilidir. Bu nedenle Husserl’da zihinsel yaşam ve benlik farklıdır. Bireysel zihinsel yaşam büyük ölçüde “benliksiz” zihinsel süreçlerden kuruludur. Zihinsel süreçler bir kez oluştuklarında var olmayı sonlandırmazlar. Zihinsel yaşamın şimdiki zamanı geçmiş tarafından yenilenir. Zihinsel yaşamın gelecek süreçleri oluşmadan önce, şimdiki zamanda yer alan zihinsel süreçler tarafından “a priori” öncelenir. Böylece ardışıklıkla bir iç zaman doğar ve zihinsel yaşamın kesiklikleri bir bütün olarak algılanır. Friedrich Hegel Hegel (1770-1831) “Bilincin içinde taşıdığı gerçek, kendinin bilincidir” diyerek akılla bilinç ilişkisini ortaya koymuştur. Bilinç üç ayrı kavramdan oluşur: deneysel beni oluşturan öğelerin bütünü, yani “ruhsal yaşantıların dokusu” olarak bilinç; “bu ruhsal yaşantıların iç algılaması” olarak bilinç; “her türlü edim” ya da yönetimsel yaşantıya verilen kavrayıcı ad olarak bilinç. Husserl’a göre, bilinç ve dünya eşzamanlı verilerdir. Özü bakımından bilincin dışında olan dünya, yine özü bakımından ona bağlıdır. Ve Husserl, bilinci hiçbir şeye indirgenemeyecek bir olgu olarak görür.
| 92
Alphonse Forel Forel (1841-1912), 1885’te özel bellek yetenekleri üzerine tartışarak “insanın bilinçsiz belleğinin çok büyük olduğunu” öne sürdü. Piyano çalmanın da bir çeşit bilinçsiz belleğin bir örneği olduğunu belirterek “devinimsel belleğin” başlangıçta tam olarak bilinçli olduğunu ve daha sonra bilinçsiz tekrar ettiğini yazdı. Yine, bunaması olan hastaların yeni beceriler öğrenme ve bellekte tutmalarının zor olduğunu, ertesi gün bunları kendilerinin önceki deneyimleri olarak bilinçli hatırlamalarının mümkün olmadığına dikkat çekti. Bu fikri ile bellek ve bilinç arasındaki ilişkiyi ilk fark edenlerdendi. Paul Flechsig Flechsig (1847-1929), “Beyin ve Ruh” adlı kitabında (1896) beyni ruhun organı olarak ele aldı. Daha önceki felsefecilerden etkilenerek üstün zihinsel yeteneklerin beynin artmış kıvrımlarından kaynaklandığını öne sürdü. Bu dönemlerde, Korsakoff hastalığına yakalanan hastalardan elde edilen izlenimlerle, zaman algısının bu hastalarda bozulduğunu, orta beyin yapıları, önbeyin bölgesi ve beyin kabuğunun bilincin fiziksel temeli olabileceğini öne sürdü. Flechsig’e göre bilinç doğrudan sinir hücresel çalışmayı yansıtıyordu. Çünkü, kısa da olsa, oksijen yokluğu bilinç kaybına neden oluyordu. Tek sinir hücresinin bir olayı yansıtabilmesinin akıl almaz olduğunu, aslında “binlerce, yüz binlerde ve milyonlarca sinir hücresinin” temsiliyetiyle ilişkili olduğunu öne sürdü. Yine “çağrışım merkezleri” terimini sinir bilimine sokarak, bu merkezlerin etkisinin bilinçsiz olduğunu, bilinç eyleminin bilinçsiz iki durumun (alt ve üst bilinç) bir sandviçi olduğunu yazdı. En üst bilinç en üst çağrışımların bir temsiliyetini oluştururken, alt bilinç basit reflekslerden ibaretti. Bilincin bulunduğu yer olarak da önbeyin loblarını gösterdi ve bilinçli deneyim için duyusal beyin kabuğu alanlarının da vazgeçilmez olduğunu öne sürdü. Özellikle dokunsal duyuyu alan beyin kabuğu alanlarının kendine farkındalık görevi olduğunu belirtti.75 75
Markowitsch HJ. Cerebral bases of consciousness: A historical view. Neuropsychologica 1995;33:1181-1192.
| 93 Korsakoff Hastalığı Bilinç bulanıklığı, geçmişe ait bellek kaybı, yeni bellek oluşturamama ve anlamsız-boş konuşmalarla karakterli beynin bir yozlaşma hastalığıdır. Ani olarak veya yavaş seyirli olarak tiamin (B1) vitamini eksikliğinden kaynaklanır. Bu eksikliğin kaynağı da genelde aşırı ve uzun süreli alkol alımıdır. Tiamin, beyindeki enerji kaynağı olan glikoz yıkım yollarında kullanılan ara maddedir. Eksikliğinde, beyin hücreleri ciddi şekilde zarar görerek yukarıdaki klinik tablo oluşur.
Filibeli Ahmet Hilmi Filibeli (1865-1914), çok bilinmeyen bu Osmanlı felsefecisi bilimin hiçbir zaman son sözünü söylememiş olduğunu öne sürerken, maddeciliğin ruhu beyin işlemi olarak aktarmasını kabul etmez. Ona göre bedenden bağımsız ve içeriği ondan ayrı olan bir ruh vardır. Ayrıca, ölümden sonra ruhun bedenden ayrılarak varlığını devam ettirmesi mantığa aykırı değildir. Mevcut felsefenin her akımının belli eksiklikleri olduğunu ve bütün hakikatleri tek başına içeremeyeceğini öne sürdü. Aşağıdaki ifadelerine katılmamak mümkün değil:
"Evet azizim! ben hayallerin arkasına gizlenmiş olan hayaletleri arıyorum. ne yazık ki bulamıyorum. Tam olarak 'bulamıyorum' demek de yanlış. ... ben bu hayatı; dünyaya niçin geldiğimizi, ne olacağımızı, bizi bu dünyaya göndereni anlamadan terketmemeye niyet ettim. Keşke bu sorulara olumlu ya da olumsuz bir cevap bulabilseydim."
| 94
| 95
Bilincin Deneysel Dönemine Geçiş Wilhelm Wundt Deneysel çağda, hayvan deneyleri bilincin her yönünü araştırmak için uygun değildi. İnsanlardaki araştırmalar öznel deneyimlere dayanıyordu. Bilincin deneysel olarak araştırılmasının, 1876’da psikolog Wilhelm Max Wundt (18321920) tarafından başlatıldığı söylenebilir. Wundtçu psikolojinin ana konusu tek kelimeyle BİLİNÇ’ti. Wundt “…bir gerçeğin araştırılmasındaki ilk adım bu gerçeği oluşturan unsurların tek tek tanımlanması olmak zorundadır” diyerek işe başlar. Bu yöntem aslında Gazali, sonradan Descartes’ın yöntemiydi: bütünü parçalara bölerek anlamak. Dolayısı ile bilincin elemanlarını aramak gerekiyordu. Wundt’un sistemi zihin (veya bilincin) kendi kendini düzenleyebilme yeteneği üzerinde yoğunlaştığından iradecilik olarak da adlandırıldı. Wundt’a göre psikolojinin konusu dolaysız yaşantılar olmalıydı. Dolaylı yaşantılar ise, deneyimin kendisi hakkında bilgi vermekten ziyade bir şey hakkında bilgi ve malumat sağlar. Bu normal günlük yaşantımızın alışagelmiş algı şeklidir. Oysa bir çiçeği gördüğümüzde yaşadığımız kırmızı deneyimi, zihnin organize edeceği unsur ve bilinç durumlarını oluşturur. Bir deneyimi yaşayan kişinin dışında başkalarının gözlemesi mümkün değildir. Bu nedenle psikolojinin kullanacağı yöntem içebakış (introception) ya da içsel algı (internal perception) olmalıdır.
| 96 Öznel, Nesnel ve İçgözlem Zihinsel etkinlikler öznel veya nesnel olarak gözlemlenebilir. Nesnel gözlemler bir başka bireyin zihinsel işlemlerinin, bireyin davranışlarına yansıdığı kadarı ile anlaşılmasıdır. Öznel gözlemler ise bir kişinin zihinsel işlemlerinin kendi tarafından anlaşılmasıdır. Öznel gözlem çoğunlukla içgözlem olarak adlandırılır. İçgözlem bize zihinsel olaylar hakkında çok daha kişisel ve detaylı bilgi verir. Kimi zihinsel olaylar nesnel olarak kavranamaz. İçgözlem geçmişten kaynaklanan ve bizi herhangi bir olayda etkileyen dürtü ve düşünceleri çoğunlukla açığa çıkarır. Nesnel yöntemin kişiye özel kullanımı ile bu niteliğin bilgisini elde etmek çok zordur. Ancak, öznel bir gözlemin geçerliliği her zaman test edilemez. İnsanların düşünme tarzları farklı olabildiğinden söylenen şeyin doğru olup olmadığına karar veremeyiz. Oysa, herhangi bir nesnel etkinlik birkaç kişi tarafından gözlemlenebilir ve verdikleri raporlar karşılaştırılabilir.
Harvey A. Carr-Psikoloji (1925, sayfa 1-14’den)
Wundt psikolojinin ana yöntemini şöyle sıralar: 1. Bilinç süreçlerinin en temel, basit elemanlarını analiz etmek, 2. bu elemanların nasıl organize olduklarını ve sentezlendiklerini öğrenmek, 3. organizasyonlarını yöneten birleşme yasalarını saptamak. Aynı zamanda ruhu bedenden ayrı, paralel ve birbirini etkilemeyen iki yapı olarak düşündü. Wundt, bilinç yaşantısı elemanlarına yoğunlaşmasına karşın, algıdaki bütünlüğün de farkındaydı. Yani, baktığımız bir ağacı yapraklar olarak değil de ağaç olarak algılıyorduk. Dolayısı ile daha önceden olan tamalgı (apperception) kavramı üzerine yaratıcı sentez ve psişik sonuçlar yasasını ekledi. Buna göre pek çok deneyim yaratıcı sentez ile bir bütün oluşturacak şekilde organize olur: “Her psişik birleşim bir şekilde kendini oluşturan elemanların katıksız özelliklerinin toplamlarının sahip olduğu özelliklere sahip değildir (1896).” Yani deneyimin temel basit parçaları yepyeni ve elemanlarında olmayan yeni bir şey yapar. Bu sonradan Gestalt psikologlarının söylediklerine (1912) benzer: bir bütün kendini oluşturan parçaların toplamından farklıdır.76 76
Schultz Dp, Schultz SE. Modern Psikoloji Tarihi, Kaknüs yay, 2001.
| 97
Wundt kişinin bir uyarana karşılık verişini de üç aşamalı olarak tespit etti: farkına varma (perception), tamalgı ve niyet (will). Bir uyarıcı olduğunda, kişi önce onu algılar, daha sonra geçmiş yaşantıları içerisinde anlamlı bir yere oturtur ve son olarak da tepkide bulunmaya niyetlenir. Wundt dikkati, “herhangi bir zamanda, tüm bilinç içeriğinin sadece küçük bir bölümünün en parlak algısı” olarak ele aldı. Bu çağdaş tanımlardan çok da farklı değildir. Ve Wundt tüm zamanların en önemli psikologlarından biridir. Orijin olarak tıp mensubu ve fizyolog olan Wundt, Principles of Physiological Psychology kitabında, anatomik olarak sinir sisteminin birbirleriyle ilişkili, çok sayıda öğeden oluşmuş bir karmaşık bütünlük olduğunu açıklamıştır. Asırlar boyunca bilinç kapsamının öğelerine çözümlenebileceği üzerinde durulmuştu. Yukarıdaki fikirleriyle Wundt bu görüşü “sinir sisteminin bilinen gerçekleri” ile düşünme temelinde kanıtlama yolunu açmıştır.77 Edward Titchener Titchener (1867–1927), Wundt’un sadık bir takipçisi olmasına karşın, sistemi kökten değiştirdi ve yapısalcılık (structuralism) adı altında kendi yaklaşımını geliştirdi. Wundt’un yolundan giderek bilincin parçalarından ya da atomlarından bilincin kendisine ulaşmayı hedefledi. Titchener’e göre de, psikolojinin ana konusu bilinç deneyimleri ve yaşantılarıdır. Bilinci, belirli bir zamanda var olan yaşantılarımızın, deneyimlerimizin tamamı şeklinde tanımlamıştır. Zihni ise bizim ömrümüz boyunca biriken yaşantılarımızın toplamı olarak ele almıştır. Bilincin bir anda ortaya çıkan zihinsel süreçleri, zihnin ise bu süreçlerin tamamını kapsaması dışında, zihin ve bilinç birbirine benzerdir. Titchener’in iç gözlemi Wundt’unkinden tamamen farklıdır. Daha çok parçalar üzerine vurgu yaparken, hocası Wundt bütün üzerinde durmuştu. Titchener temelde üç bilinç durumu varlığına inanmaktaydı: duyumlar, imgeler ve duygusal durumlar. Duyumlar algının temel unsurlarıdır. Ses, koku ve görüntülerle Karakas S & Bekçi B. Zihin-beden ilişkilerini ele alan bilim dallarının doğuşu ve gelişimi. NeuroQuantology 2003; 2: 232-265
77
| 98
fiziksel nesnelerin neden olduğu deneyimlerle ortaya çıkarlar. İmgeler düşüncelerin elemanlarıdır. Duygular ise sevgi, nefret, mutsuzluk gibi yaşantılardır. Bunlara ek olarak da, nitelik (elemanı diğerinden ayıran özellik), yoğunluk (bir duyumun parlaklığı ya da gürültüsü), süreklilik (duyumun zaman içinde seyri) ve belirginlik (bilinçli bir deneyimde dikkatin rolü) gibi özellikleri de bilinçli deneyimlere eklemiştir. Duyumlar bu dört ana özelliğin tümüne sahipken, duygular üçüne sahiptir. Duygular belirginlikten yoksundur. Sonuçta, bilinen tüm bilinçli süreçler bu kategorilerden birine indirgenebilir. Aşağıdaki metin Titchener’in A Text Book of Psychology (1909) alınmıştır:
“Bilinç hangi sözlüğe başvurursanız vurun, pek çok anlamı olan bir terimdir. Bu kelimenin iki prensip kullanımını ayırmak yeterli olacaktır. Birincisinde bilinç ruhun kendi süreçlerinin, işleyişinin farkında oluşu anlamındadır. Sağduyu açısından bakıldığında ruhun tıpkı düşünen, hatırlayan, seçen, muhakeme eden, bedenin hareketlerini yönlendiren bir iç ben (innnerself) olması gibi, bilinç de bu düşünce ve idarenin iç bilgisidir (inner knowledge). Siz bir sınav sorusuna verdiğiniz cevabın doğruluğunun, hareketlerinizdeki sakarlığın bilincinde (farkında)sınız. Öyleyse, bilinç daha fazla bir şeydir, bilinç “bir insanın ruhundan neler geçtiğinin algısıdır”, bilinç ruhun, düşüncelerine ve duyumlarına sahip olduğu dolaysız bilgidir. İkinci anlamda bilinç ile ruh arasında, “bilinçli” ile “zihinsel” arasında fark gözetilmemiştir. Zihinsel süreçlerin devam etmesi şartı ile bilinç orada mevcuttur; duygunun bilincindeyim demek aslında sadece o duyguyu hissediyorum demektir. Bir duyguya sahip olmak bilinçli olmaktır ve bilinçli olmak bir duyguya sahip olmaktır. Bir iğne batmasının bilincinde olmak, sadece duyuma sahip olmaktır. Bu tanımlamalardan ilkini reddetmek zorundayız. Bilinci ruhun kendisinin farkında oluşu olarak tanımlamak sadece gereksiz değil,
| 99
aynı zamanda yanıltıcıdır da. Bu kullanım gereksizdir, çünkü daha sonra göreceğimiz gibi, bu farkındalık dış dünyanın gözlenmesiyle aynı türde bir gözlem meselesidir. Bu yanıltıcıdır, çünkü bu fikir ruhun bir süreçler akışı olmak yerine kişisel bir varlık olduğunu akla getirir. Ne zaman bireyin hayatı boyunca ortaya çıkan zihinsel süreçlerin bütününden bahsedecek olsak, o zaman ruhtan konuşacağız. Ne zaman verilen mevcut zamanda, “şimdi”de, “hali hazırda” ortaya çıkan zihinsel süreçlerin bütününden bahsedersek, o zaman bilinçten konuşacağız. Bu nedenle psikolojinin çalışma konusu ruh olmasına rağmen, psikoloji çalışmalarının dolaysız nesnesi daima bilinçtir. Mutlak anlamda biz aynı bilinç halini iki kez üst üste asla gözleyemeyiz, ruhun akışı devamlı sürer, asla geri dönmez. Psikofizik paralellik ilkesi iki dizi olayı ifade eder, sinir sistemindeki süreçler ve zihinsel süreçler. Bunlar tam bir uygunluk içerisinde, birbirine karışmadan, yan yana, kendi rotalarında ilerler. Biri diğerinin sebebi olamaz. Buna karşın bizler zihinsel durumları bedene, sinir sistemine ve ilgili olduğu organa başvurarak açıklarız. Sinir sistemi zihnin sebebi değildir, ancak onu açıklar. Tıpkı yolculuğumuz boyunca bırakmadığımız bir ülkenin haritası gibi… Zihinsel süreçler fiziksel olayların tüm dizisini karşılamaz. Sinir sistemindeki belli parçalara karşılık gelirler. Gerçekte eğer biz ruhu (zihni) bedenle açıklamayı reddediyorsak, aynı derecede yetersiz ve tatmin edici olmaktan uzak iki alternatiften birini kabul etmek zorundayız: ya zihinsel deneyimin basit bir tanımına bağlı kalacağız ya da bilince süreklilik ve tutarlılık kazandırmak için bilinçdışı bir zihin icat edeceğiz. Bizler psikolojiyi bilimsel yapmak için zihni tasvir etmekle kalmamalı, ayrıca onu açıklamalıyız…” William James Felsefeci, tıp doktoru, fizyolog ve psikolog olan William James (1842–1910), The Principles of Psychology/Psikolojinin
| 100
İlkeleri’inde (1890), bilinçten derinlemesine bahsetmiştir. Bugün bile önemini koruyan bilinç, farkındalık, duyusal sistem üzerine çok değerli gözlemleri ve çalışmaları vardır. Bunları en güzel şekilde ve berrak olarak özetlemiştir. Hatta deneyimin değişikliğini anlamak için kendisine nitrik oksit anestezisi bile vermişti. Eğer, modern anlamda bilincin felsefi tartışmasının Descartes ile başladığı kabul edilirse, bilimsel zemine taşınması ve anlaşılması da William James tarafından sağlanmıştır denilebilir. James, bilincin kendini oluşturan elemanlara ayrılmasına karşıydı. Ona göre bilinç, karmaşık bir ortamda, karmaşık bir varlığın ihtiyaçlarına yanıt olarak oluşmuştu. Bu nedenle de bilinç olmaksızın insanın evrim süreci ortaya çıkmazdı. Bilinç süreçlerini, organizmanın yaşamında değişikliklere sebep olan organizma faaliyetleri olarak değerlendirdi. Psikolojinin İlkeleri’inde ruh ve beden arasındaki ilişkiyi ele alan belli başlı tüm felsefi kavramları tartışmış ve eleştirmişti. Bilinç durumları (ruh) ve beyin süreçlerini (beden) doğal dünyadaki fenomenler olarak kabul etti. Kitabında ana tema “bilince yeni bakıştır.” Burada bilinç yaşantılarının daha basit elemanlara indirgenmesi yerine, yeni bir yaklaşım önermiştir. İlk özellik olarak, zihinsel yaşantıların bir bütün olduğunu ve bilinç kavramının ana noktasının da “sürekli meydana geliyor oluşu” olduğunu öne sürdü. Yani bilinç bir ırmak gibi akıyordu. Kendisi bu anlamda “bilinç akışı” ifadesini kullanmıştır. Bu sürekli akış ve oluş nedeni ile de bilinci parçalara bölmek bilinci yolundan saptıracaktır. Bilincin ikinci bir özelliği daima değişmekte oluşudur; hiç kimsenin bir durumu veya düşünceyi aynı şekilde iki defa yaşaması mümkün değildir. Bir nesneyi birden fazla nedenle çeşitli kereler düşünebiliriz, ancak her defasında araya giren farklı deneyimlerin etkisi ile her düşünce farklı olacaktır. Yani, bilinç birikimli bir süreçtir ve aynı şekilde yinelenmez. İçgözleme de önem veren James, bunu şöyle ifade eder: “bizim daima, ilk olarak en başta güvendiğimiz şey olan İçgözlem, zihinlerimizin içine bakmak ve orada neler keşfettiğimizi ifade etmektir. Bu şekilde bilinç durumlarını keşfettiğimiz konusunda herkes
| 101
hemfikirdir.” Buna rağmen içgözlemin sınırlılıklarının da farkındaydı.78 Zihin de bir süreklilik gösterir ve bilinç akışında ani boşluklar yoktur. Uyusak bile uyku öncesi bilinç durumu ile bağlantı kurabiliriz. Buna rağmen zihin seçicidir. Zihin pek çok uyarı arasından bazılarını süzgeçten geçirerek, birleştirerek, ayırarak, reddederek hangisi ile karşı karşıya kalacağımıza karar verir. Bu seçim ile bilinç mantıklı bir tarzda işler:
“Zihnin her aşamada bir dizi eşzamanlı imkânlar alanı olduğunu görürüz. Bilinç, bu imkânların kendi aralarında karşılaştırılmasından ve dikkatin, güçlendirici yasaklayıcı rolüyle, bazılarının seçilip geri kalanlarının bastırılmasından oluşur. En üst düzey ve en gözde zihinsel ürünler herhangi bir yetinin, kendisinin bir altında yer alan yetinin sunduğu verileri süzgeçten geçirmesi ile oluşur. Bu veriler de, daha çok sayıda, daha basit malzeme arasından ayıklanmıştır ve süreç böylece devam eder. Kısacası, zihin aldığı verileri, tıpkı bir taş kütlesini yontan bir heykeltıraş gibi işler. Bir bakıma heykel en başından beri orada durmaktadır. Ancak, ondan başka, binlerce değişik heykel vardır. Diğerleri arasında bu heykeli çekip çıkaran heykeltıraşın kendisidir.” James’e göre bilincin biyolojik bir yararı vardı. Bilinç, bizim seçimler yapabilmemizi sağlayarak, çevremize uyumu artırıyordu. Bu nedenle de, bilinçli seçimlerle alışkanlıkları birbirinden ayırmıştı. Organizma yeni bir sorunla karşılaştığında ve yeni bir uyum yoluna gerek duyduğunda bilinç sahneye çıkıyordu. John Broadus Watson Daha sonraları, psikoloji alanında Davranışçılık ön plana çıktı. Bu hareketin kurucusu psikolog John Broadus Watson’du (187878
Schultz Dp, Schultz SE. Modern Psikoloji Tarihi, Kaknüs yay, 2001;200-212
| 102
1958). 1913’te “Psycology as a Behaviorist Views It” adlı makalesini yayınlamasıyla Davranışçılığın tarihi başlar. Burada Watson, Wundt’un öne sürdüğü de dahil her türlü içebakışa (içgözlem) karşı olduğunu öne sürer. Psikolojiyi nesnel bir bilim düzeyine yükseltmek isteyen Watson, sınanması ve doğrulanması olanaksız, bilinç durumlarını inceleyen içebakışa tepki göstererek, DAVRANIŞı, bu bilimin inceleme konusu, GÖZLEMi de yöntemi olarak kabul eder. Bunun için de bilinç, imge, ruh kavramını reddeder ve kendi sözlüğünden siler. Bilinç kavramına ise şiddetle karşı çıkar. Bilinci “asla görülemez, dokunulamaz, koklanamaz, tadılamaz veya hareket ettirilemez” olarak betimler. Bir yazısında; “inanıyorum ki, bir psikoloji
yazarken asla bilinç, zihinsel durumlar, akıl ve benzerini kullanamayacağız.” diyerek karşı çıkışını belirtir. Watson buna ek olarak, Freudcu psikanalizden, öznel duyguların araştırılmasına kadar bütün geçmiş uygulamaları adeta siler. Ona göre bunlar, öznel, ortaya konulması mümkün olmayan ve dolayısıyla da bilimsel araştırma tanımına uygun düşmeyen zihinsel durumlarla ilgiliydi. Bilinci de kapsayan zihinsel süreçler ölçülemediğinden anlamı yoktu. Davranışçılığa göre insan bir makineydi ve elle tutulamayan nesnel davranışların dışındakilerin önemi yoktu. Watson birçok makalesinde ve kitaplarında bilinç kelimesinin artık sahneden silinmesi gerektiğinden bahsediyordu:
“Psikolojinin bilinç fenomenini araştırdığı öne sürülmüştür. Bu tek başına bir problemdir, bir yanda karmaşık zihin durumlarının kendilerini oluşturan basit elemanlara analizi; diğer yandan basit bileşenlerin karmaşık yapıları oluşturması söz konusudur. …İçgözlemin,… kendi başına hiçbir değeri yoktur. Bunlar sadece bilinç durumlarını aydınlatabildikleri derecede bir anlam ve öneme sahiptirler. …Eğer benim ulaştığım sonuçlara ulaşamıyorsanız, bu sizin aygıtınızdaki veya uyarıcınızın kontrolündeki bir hatadan ötürü değil, içgözleminizin iyi yapılmamış olmasından kaynaklanır.
| 103
Eleştirilecek olan gözlemcinin kendisidir, deneysel ortam değil. Psikoloji, artık zihin durumlarını gözlem nesnesi yapıyor olduğu düşüncesi ile kendi kendisini kandırmak durumunda olmadığından, bilince yaptığı atıflardan tamamen vazgeçmesi zamanı gelmiş görünmektedir. Zihin elemanlarıyla, bilinç içeriğinin doğasıyla ilgili kuramsal sorunlarla ağa düşürülmüş durumdayız. Ayrıca psikolojinin güncel terimlerini kullandığımızda, bu terimlere yüklediğimiz anlam açısından aynı şeyi kastediyor olduğumuzun bir garantisi yoktur. Ben bilinç durumlarının İçgözlem yoluyla ayrılabilir elemanlara analizi yerine, bilinç süreçlerinin biyolojik anlamı üzerine vurgu yapıyorum. İnanıyorum ki … bilinç, ruhsalzihinsel durumların ruh, içerik, İçgözlem yoluyla doğruluğunu kanıtlama, imge ve benzeri terimleri bir daha asla kullanmayız. …bu atılımın şimdi yapılmasının gerçekten çok yararlı olacağına inanıyorum. …görmek zorunda olduğum tek yanılgı, nesnel sonuçlara dayanan bir ifade çok daha değerliyken, onların çalışmalarının çoğunun İçgözlem açısından ifade edilmiş olmasıdır. Bunların hiçbirinde bilince niçin başvurulduğuna dair sebep yoktur. …Zihinlerimizin elli yılı aşkın bir süre bilinç durumlarının araştırılmasına adanarak çarpıtılması sebebiyle, bizler bu problemleri ancak bir şekilde gözümüzün önüne getirebiliriz.79 İstediği gibi de oldu ve uzun süre, yaklaşık 50 yıl, bilim dünyası ve psikoloji alanında bilinç kelimesine artık rastlanmaz zoldu. Bu akım Wundt ve Hermann Ebbinghaus (1850-1909) sayesinde, deneysel psikoloji ile doğmuş ve Edward Thorndike (1874-1949) ile de özellikle hayvan davranışlarında önem kazanmıştı. Watson, fizyolog Ivan Pavlov (1849-1936) ve Bechterev’in etkisinde de kalmıştı. Pavlov her türlü davranışı 79
Watson J. Davranışçının bakışı ile psikoloji/Psychology as the behaviorist views it. Psychological Review 1913; 20:158-177
| 104
bilinç kelimesini hiç kullanmadan açıklayabiliyordu. Clark Hull (1884-1952), Edward Tolman (1886-1959) ve Frederic Skinner (1904-1990), bu kuramın etkisinde kalarak, kısmen de değişikliğe uğratarak savunuculuğunu yaptılar. Davranışçılık 50’li yıllara değin egemen psikoloji akımı oldu. Bu akım psikofizyolojinin ve çevre etmenlerinin doğuştan gelen etmenlerden çok daha önemli olduğunun kabullenilmesinde önemli rol oynadı. Çoğunlukla öğrenmenin bir çeşidi olan koşullu öğrenmeyi ele aldı ve çağrışımcı görüşleri destekledi. Frederic Skinner (1904-1990), önce fareler ve güvercinler, ardından insanlar üzerinde, işlemleyici koşullanma adını verdiği özel öğrenme türünü inceledi. Bu deneylerinden en tanınmışı “Skinner kutusu”na ilişkin olandır. Kutu içindeki fare, içerde bulunan bir kola bastığı zaman yiyeceğe kavuşuyordu. Bu deneyden yola çıkan Skinner, davranışçılık içinde kalmak üzere, yeni bir davranışın deneysel incelenmesi akımını başlattı. Bu akımın temel düşüncesi, bireyin her türlü davranışının, bireylerin yaşamları boyunca çevrelerinin kabul ettirdiği “pekiştirmeli olumluluklarla” açıklanabileceği düşüncesidir. Daha sonra psikoloji Davranışçılığa döndü ve “uyarı ve cevap” gibi şeyleri tanımladıkları halde, bilinç tanımlaması tam olarak unutuldu. Watson, bazılarınca “psikolojinin düşmanı” olarak ilan edildiyse de, Davranışçılığın doğuşu onun suçu değildi. Dönemin bilim ruhunun bir sonucu olarak bilinç kelimesi neredeyse kitaplardan silindi. Çalışma konusu olmaktan çıktı. Daha önce “ruh” teriminde olduğu gibi, “bilinç” teriminin de psikoloji içinde yok olacağını, James Angell 1910 yılında ifade etmişti. Bu öngörüsünde yanılmadı. 1930 ile 1950’ler arasında yazılan 8 temel psikoloji metninden, 5’inde bilinç başlığına hiç değinilmemesi, 3’ünde ise tarihsel bir merak olarak ele alınması durumu özetler niteliktedir. 1970’lerden sonra ise bilinç tekrar sahneye çıktı. Bilişsel psikoloji (cognitive psychology), ayak seslerini çok önceden duyulmasına karşın (1950), kendisini ancak 1980’lerden sonra gösterdi. Skinner’in 1990’da ölümünden sonra ise Davranışçılığa sadece geçmiş zamana ait, bilincin ihmal edildiği zamanlardan bahsederken rastlanılır oldu.
| 105
Francis Xavier Dercum Dercum (1856-1931), 1925’teki bir makalesinde, bilincin beyin kabuğundaki düşüncelerin aktarımında sinir hücrelerinin bir arada oluşturdukları bir işlev olduğunu yazar. Ek olarak duyusal girdilerin trafo merkezi olan bölgenin (talamus) normal durumda tüm duyusal hislerin yeri olmasından dolayı, bilincin sinir hücresel merkezi yerinin buradan kalkıp beyin kabuğuna giden (talamo-kortikal) liflerle ilişkili olduğunu vurgulamıştır. Ona göre, beyin kabuğu bilgiyi alarak, daha sonra bilinçli hatırlama için geri çağırıyordu. Alfred North Whitehead Whitehead (1861-1947), olaylara ve nesnelere, algılara oranla öncelik tanıyarak doğa felsefesini kurmaya çalıştı. Amacı, algılar dünyası ile bilim dünyası arasında bir uzlaşma kurmaya yöneldi. Doğanın ikiye bölünmesini kabul etmiyordu. Ona göre doğa ancak kendi oluşu içinde kavranabilirdi. 1930’lardan sonra metafiziksel bir bakış açısı kazandı ve tarafsız, non-animist, birleşik-deneyselci (panexperientialist) bir tekçiliği savundu. Whitehead’in bakış açısında, var olmak (gerçekleşmek), algılamak-algılanmaktır ve bütün diğer olgular gibi “zihinlerin” de uzaysal-konumsal noktaları vardır. Gerçek varlıkların, zaman boyunca devamlı şeyler değil, oluşan anlık olaylar olduklarını söyler. Zaman olaylar arasındaki ilişkiler yoluyla meydana gelir. Kişi olay olduktan sonra belli bir sürede meydana geldiğini söyleyebilir. Whitehead’e göre her vesile/araç iki şekilde olur. İlk olarak deneyimin bir öznesi olarak var olur ve bu esnada deneyimi yaşar. Zihni oluşturan deneyim vesileleri, baskın vesileler olarak adlandırılırlar. Bu bakış açısı zihni “baskın bir monat” olarak kabul eden Leibniz ile aynıdır. Her bireysel olay, kendi geleceğindeki her bir olayın kısmen yaratıcı gücünün ve tesirlerinin merkezidir. Her olay, küçük derecede de olsa, bütün geçmiş olaylardan doğrudan etkilenir. Nesnel ve öznel ayrımını da yapan Whitehead’e göre, nesnel olanlar matematiksel biçimlerdir. Öznel olanlar ise kızgınlık, öfke, arzu ve bilinci içerir. Bu iki tipi bir arada, her gerçek varlığın yaratıcı deneyimini
| 106
şekillendirir. Bütün deneyimlerin bilinçli deneyim olmaması gibi, bütün algılama da duyusal algılama değildir. Hücreler ve moleküllerin, duyu organları olmasa da kendilerine özgü bir çeşit algılama kullandıklarını öne sürer. Charles Sherrington Scherrington (1857-1952), Doğasındaki İnsan (1938) adlı kitabında, aklın canlılıktan da farklı bir şey olduğunu şöyle ifade eder: “...Bir akıl sorunu olduğu zaman, sinir kendisini yadsınamaz bir hücre üzerine merkezleştirmekle tamamlayamaz. O, daha çok, büyük bir özenle, her birimi bir hücre olan milyon katlı bir demokrasi oluşturur... Ama yine de akla döndüğümüz zaman bunların hiçbiri yoktur. Tek bir sinir hücresi asla minyatür bir beyin değildir. Bedenin hücresel yapısı onun akıldan bir ipucu olmasını gerektirmez. Madde ve enerji, taneli yapıda ve böylece yaşam yapıcı gibi görünüyor ama akıl öyle değil.” diyerek 80 bedensel canlılıkla aklın farklı etmenlere bağlı olduğunu öne sürer. Modern Dönem: Temele İniş... 1949’da Giuseppe Moruzzi ve Horace Winchell Magoun (19071991) beyin sapındaki ağsı yapıyı (retiküler formatio) keşfettiler.81 Yaptıkları çalışmada üst beyin sapı (mezensefalik) ağının bilinç durumuyla bağlantısını ortaya koydular. Ağsı yapının hasara uğraması durumunda, hayvanlarda hareket yokluğu ve koma durumu olduğun gösterdiler. Duyusal, işitsel ve ağrılı uyaranlar uyanıklık yanıtını elde etmede bu durumda yetersiz kalıyordu. Yine bu durumdaki hayvanlarda elde ettikleri beyin kabuğu elektriği kaydı uyku kayıtlarına benzemekteydi. Uyuyan bir hayvanda, beyin sapı ağına yüksek frekanslı elektrik akımı uygulanması durumunda ise hayvan uyanıyor ve gözlerini açıyor, göz bebekleri büyüyor ve kasları kasılıyordu. Bu esnada beyin kabuğu elektriksel aktivitesi uyanıklık durumuyla benzer hal alıyordu. Bu bulgularla beyin sapı ağsı yapı sisteminin Sherrington C. Man on his Nature. Cambridge University Press, 1940. Magoun HW. An ascending reticular activating system in the brain stem. Reprintcd from the A. M. A. Archives of Ncurologv and Psychiatry 1952;67:145-154
80 81
| 107
dışarıdan gelen duyusal girdiler yoluyla uyanıklık için gerekli temel eleman olduğunu ortaya koydular.82 Magoun, zihinsel aktivite için uyanıklılık durumunun her zaman gerekli olmadığını belirterek, hafif uyku esnasında canlı görülen rüyaları buna örnek olarak gösterir. Derin uyku, bilinçsizlik veya koma durumlarında, zihinsel aktivite kullanılamaz. Magoun, ikisi arasındaki ilişkinin Sherrington tarafından yapılmış olan ifadesine katılır: “Beyin uyanırken, onunla birlikte, zihin de geri döner.” Uyanıklık durumunun duyusal girdilerin beyin kabuğu üzerindeki etkilerine bağlı olduğuna değinerek, daha önce yapılan üst beyin sapı hasarı sonucu çıkan duyusal yolların etkisiz hale gelmesiyle uyku durumu oluşturulduğunu belirtir. Magoun, daha sonra ElektroEnsefaloGrafi’nin (EEG) bulunmasıyla uyanıklık ve uyku esnasında insan ve hayvan beyninde belirgin elektriksel farklılıklar bulunduğunu fark eder. EEG bulguları olarak, bir kedide uyanıkken düşük genlikli hızlı boşalımların uykuya geçişte yüksek genlikli yavaş dalga ve dikensi patlamalara dönüştüğünü belirtir. Hayvan uyandırılırsa bunun tersinin olduğunu örneklerle gösterir. Kendi çalışmalarında anestezi altına alınmış kedide uyanmayla ve beyin sapının elektrikle uyarma ile olan beyindeki elektriksel değişimleri incelemiştir. Beyin sapı elektrik uyarımı ile normal uyanıklık durumunda olan beyin kabuğu yanıtları elde etmiştir. İki işlevsel sistem ayırt etmiştir. İlkinde yan bölgeler çıkıcı bedensel ve işitsel yolları içeriyordu. Burası uyarıldığında çevresel uyarı gibi uyanıklık etkisi yapıyordu. İkincisi, en iyi yanıtın elde edildiği yerdi ve bilinen anatomik yollarla ilişkili değildi. Yaptığı kedi deneylerinde, çıkan duyusal yolların üst beyin sapında kesilmesi durumunda beyin elektrik kayıtlarında normal hayvanlarda görülen uyanıklılık durumundan farklılık görmezken, çıkıcı ağsı sistemin aynı seviyelerde kesilmesi durumunda hayvanlar derin uyku ya da anestezi benzeri duruma geçiyorlardı. Bu esnada beyin kabuğu kayıtları da uyku iğciklerini ve yavaş dalgaları gösteriyordu. Winken PJ, Bruyn GW (editor). Handbook of Clinical Neurology. Disorders of higher nervous activity. M.Jouvet. Coma. Nort-Holland Pub.Co. 1969:64
82
| 108
1950’lerin başlarında, bilimadamlarının bilince olan ilgisi tekrar uyandı. Özellikle değişik bilinç durumlarını oluşturan uyku, rüya, meditasyon, hipnoz ve ilaçlarla oluşturulan durumlara ilgi arttı. Uyku ve rüya durumlarının araştırılması tamamen bilincin doğasına yönelikti. Bu yıllarda rüyanın fizyolojik göstergesi bulundu: yaklaşık 90 dakika arayla, kişinin gözlerinde hızlı hareketler ortaya çıkması (REM) ve aynı zamanda uyuyanın beyin dalgalarının uyanık kişi gibi olması. Bu sırada uyandırılan kişi tam olarak rüyasını hatırlıyordu ve bu dönem dışında uyanmak rüya hatırlamayı zorlaştırıyordu. Bu ve diğer araştırmalar, uykunun bilincin aktif bir durumu yerine pasif durumu olduğunu ortaya koydu. 1960’lı yıllarda, Zen Budizm ve Yoga’nın Batı’da büyüyen akımına paralel olarak bilincin “yüksek seviyelerine” ilgi arttı. Bu sıralarda yüksek farkındalık araştırmaları, fiziksel gevşeme ve dikkat yoğunlaştırma gibi uygulamalara yönelim oldu. Kan basıncı ve ısının istemli kontrolle değiştirilmesi için biyolojik geri besleme (biofeedback) yöntemleri geliştirildi. Yine bu dönemde, değişik bilinç durumlarından olan ve kişinin kontrolünün kendinden bir başkasına geçmesini sağlayan hipnoz üzerine araştırmalar ortaya çıktı. Bu yıllarda birçok kişi halüsinasyon yapan bazı ilaçların (Liserjik asit dietilamid=LSD, meskalin ve psilosibin) bilinç değişiklikleri ve bozuklukları oluşturmasını araştırdı. Yine bu dönemlerde, duyusal yoksunluk (deprivasyon) alanında yapılan araştırmalarla ortaya çıkan bilinç değişiklikleri nedeniyle normal bilinç için duyusal girdilerin devamlı olması gerektiği ortaya konuldu. Wilder Penfield (1891-1976) Penfield’in daha öncelere uzanan deneysel çalışmaları (1958) sinir bilimlerine büyük katkılar yaptı. Penfield bilincin beyinde bir bölgede yerleşik olmadığını, sinir hücresi çalışması ile birlikte topluca oluştuğunu düşünüyordu. Orta beyin (diensefalon) ve talamus bölgesinin bilincin yeri olabileceğini öne süren Penfield, bilinci bellekle ilişkilendirerek şöyle diyordu (1968):
| 109
“Bilinç akışında daha önce kaydedilen bellek kayıtları (engram) kişinin dikkatinin-farkındalığının yoğunlaşmasından, düşünce ve duygu durumlarından doğan ardışık kayıtlardır. İnsanın geçmiş bilincinin tamamı için kayıtlardan birisi yeterli değildir.” Beyin ameliyatları esnasında epileptik hastalara, elektrik akımları uyguladı ve şakak lobunun ön-yan kıvrımları (anteriorlateral temporal gyrus) uyardığında “yeniden yaşanmışlık” hissi oluştuğunu, bunun bilincin beynin elektrikle uyarımıyla kolayca değişebileceğini gösterdiğini öne sürdü (1975). Bu “yaşanmış halüsinasyonları” tanımlayarak, zamanda geriye doğru giderek eskiden kişide bilinçli kayıtlanmış olan olay, yer, ses, duygudurum ve manzaraların tekrar canlandığını savundu. Bundan yola çıkarak ta, halüsinasyonları (varsanımlar) “bilincin akışı kayıt şeritlerinin yeniden canlanması” olarak tanımlandı.83
83
Markowitsch HJ. Cerebral bases of consciousness: A historical view. Neuropsychologica 1995;33:1181-1192.
| 110
Beyin On Yılı Sonrası Bilinç... 1990’li yıllarda pozitivist düşüncenin etkisiyle bakış açıları değişti. Nörobiyoloji, felsefe, kuantum fiziği gibi birçok bilimsel alanda bilinç konusu adeta “ilgi odağı” haline geldi. Bilimin belli alanlarında artık olgunluk aşamasını da geçen birçok bilimadamı tarafından, tartışılan iddialı kitaplar yayımlanmaya başlandı. Bunlar arasında göze çarpanlar, İngiliz matematikçi ve kara deliklerin yapısı üzerinde önemli keşifleri olan Roger Penrose, DNA’nın moleküler yapısının keşfi nedeniyle 1962’te Nobel ödülü alan biyofizikçi Francis Crick, sinaptik ileti üzerine olan çalışmaları nedeniyle 1963’de Nobel ödülü alan nörofizyolog John Carew Eccles (1989), 1972’de Nobel ödülü alan biyokimyacı Gerald Edelman (1989), holografik beyin-bilinç teorilerini oluşturan Nobel ödüllü fizikçi David Bohm (1917-1992), nörofizyolog Karl Pribram sayılabilir. Kendi alanlarında bilime yenilikler getiren bu kişilerin, kendi alanlarının dışında (!) bilinç konusunda halen tartışılan fikirler öne sürdüler. Bunlar birçok kişi için akademik kariyerlerinin sonunda84 yolun başlangıcını gösteren fikirlerdi. Roger Penrose, bilince kuantum fiziğinin yanıt verip veremeyeceği ve algoritmalarla çalışan bilgisayarla modellenip modellenemeyeceği sorusuna yanıt aradı. Crick ise beyinde algılamanın önemli bir parçası olan görsel sistemden yola çıkarak bilinci değerlendirdi. David Bohm ve Karl Pribram, holografik teorilerin bilinçle uyumlu açıklamalarını ortaya koydu. Bahsedilen biliminsanları bilinç üzerine düşünme ve fikir üretmeyle akademik kariyerlerinin başlangıcında değil, Current Awareness: Spotlight on consciuosness. The 1996 Ronnie MacKeith Lecture. Developmental Medicine and Child Neurology 1997;39:54-62.
84
| 111
kariyerlerinin sonunda, adeta “ermişlik dönemlerinde” ilgilenmeye başladılar. Yine aynı yıllarda, belki bu akımdan etkilenerek bilinç üzerine akademik dergiler yayımlanmaya başlandı (Journal of Consciousness Studies, Consciousness and
Cognition, Brain and Mind, Behavioral and Brain Sciences, The Journal of Mind and Behavior, Psyche, NeuroQuantology) ve onlarca yeni akademik kitap listeye eklendi. Son yıllarda bilinç üzerine birçok disiplinin bir araya gelmesi ile sempozyumlar yapılmaya başlandı. Sinir bilimleriyle ilgili yayın yapan önemli dergilerde bu konuyla ilgili ayrıntılı makaleler yayımlanmaya başlandı. Bu sadece sinir bilimlerini içeren dergilerle de sınırlı kalmayarak fizik alanındaki önemli dergilere de konu oldu; tartışılmaya başlandı. Daha önceki gelenek devam etti ve teorisyen sayısı kadar bilinç teorisi ortaya çıkmaya başladı. Buna rağmen, bugün hala “bilinç araştırmasında, anaokulunda kum havuzunda oynayan çocuklar konumundayız.” Yine son on yılda bilinç konusunu değişik yönlerden inceleyen yüzlerce makale yayımlandı. On yılın sonuna doğru çalışma sayısında logaritmik bir artış oldu. National Library of Medicine, MEDLINE’da, sadece başlıkta “bilinç” içeren (insan çalışmaları, sosyal anlamda bilinç çalışmaları hariç) ve İngilizce yayımlanmış makale sayısı 1970-1979 arası 396 iken, 19801990 yılları arasında 475 sayısına ulaşmış ve 1990-2000 yılı arası 709 makaleye çıkmıştır. 2000 yılından sonra ise adeta bir sıçrama yaşanmıştır. Özellikle işlevsel beyin görüntülemeleri manyetik rezonans görüntüleme (fMRG) ve pozitron emisyon tomografisinin (PET) kullanıma girmesi ile çalışmalar daha da hız kazandı. Bilinci ilgilendiren uyku, anestezikler, meditasyon, hipnoz, dikkat, bellek, algılama gibi konularda PET çalışması sayısı hızla arttı. 1988-1991 arasında 15, 1992-1995 arasında 70, 1996-1998 arasında 190, 1999-2005 arasında ise 400’e yakın çalışma yapıldı. Bu sayılar bilinç konusuna olan ve artan ilgiyi göstermektedir. 1930 ve 1950’lerle karşılaştırıldığında, bugünkü ilgi müthiştir. 1930-1950 arasında yazılan 8 temel psikoloji metninin 5’inde bilinç başlığına hiç değinilmediği, 3’ünde ise tarihsel bir merak olarak ele alındığı düşünüldüğünde, şu an çok çok iyi noktadayız diyebiliriz.
| 112
Doğanın bilinen en karmaşık iki nesnesi, insanın bilişsel süreçleri ve beynidir; daha da karmaşığı, bunların ilişkisidir. Asırlar boyunca beden ve dolayısıyla beyin, doğa bilimleri kapsamında ele alına gelmiş; bu iki öğe, canlı varlıkların yapı ve süreçleriyle ilgilenen temel biyolojik bilimlerin, madde ve enerji konularıyla ilgilenen fiziksel bilimlerin, tıp gibi uygulamalı bilimlerin araştırma konusu olmuştur. Zihin ise, canlıların davranışlarıyla ilgilenen davranış bilimlerinin, psikolojinin uğraş konusu olagelmiştir. Gelenekler ve alışkanlık, bu dalların her birinin (biyolojik veya fiziksele karşı davranışsal veya psikolojik) kendi içinde kapalı olarak çalışmasına yol açmıştır. Diğer yandan çağdaş bilim dünyasının kabul ettiği bir husus, mevcut bilim dallarının, tek başlarına; beyni, bilişsel süreçleri ve özellikle de bu iki öğenin ilişkisini anlayabilmede yetersiz kaldığıdır. Aynı veriler beyni incelemenin bütünleşik (multidisipliner) bir şekilde ele alınması gerektiğini açıkça göstermektedir. Multidisipliner grubun kapsamına giren dallardan bazıları psikoloji, fizyoloji, biyofizik, biyokimya, nöroloji, işlevsel nöroradyoloji, nöropsikoloji, psikiyatri, ayrıca felsefe, matematik, fizik, istatistik ve elektrik-elektronik, bilgisayar ve biyomedikal mühendisliklerdir.85 Bilinç, bugün artık birçok çağdaş biliminsanına göre bilimsel bir nesnedir ve bilimin alanında incelenmelidir. 1990’lardan sonra bu eğilim daha da belirgin hale gelmiştir.86 1995’ten sonra kuantum fizikçileri de iyice bilinç konusu içine girdiler ve fizik dergilerinde bilince atıf yapan ya da başlığında bilinç kelimesi bulunan birçok makale yayımlandı. Bu eğilimden dolayı olacak, artık felsefeciler, fizikçiler ve yapay zekacılarca bilinç üzerine kitaplar yazılmakta… İşin garip yönü ise konuya önce el atması gereken nörolog-nörofizyologlardan henüz diğerleri kadar ses çıkmıyor ve kendi kabuklarında incinin olgunlaşmasını bekler gibiler. Ancak felsefe ve psikolojinin söyledikleri de yetersizdir. Felsefeci John Searle “Felsefe ve
psikolojideki
çağdaş
tartışmaların,
bilinçlilik
konusunda
Karakas S ve Bekçi B. Zihin-beden ilişkilerini ele alan bilim dallarının doğuşu ve gelişimi. NeuroQuantology 2003; 2: 232-265 Dekacour J. An introduction to the biology of consciousness. Neuropsychology 1995;33:1061-1074.
85 86
| 113
söyleyebileceği pek bir şey olmaması bir tür rezalettir”87 derken, sinirbilimcileri unutmuşa benziyor.
87
Searle J. Minds, Brains and Science. Harvard University Press. 1984.
| 114
Nörofelsefe’nin Doğuşu
Nörofelsefe; başlangıçta felsefenin terimleri de olan, bilinç ve durumları, karar verme (özgür irade/istenç), algılama, dışımızdaki dünyanın yorumlanması ve buna verilen hareketsel yanıtı, yapay zekâ, sinir ağları, düşünce süreçlerini ve zihnin işlevlerini sinirbilimleri zemininde yorumlar. Son 30 yılda, bilim felsefesinde artan “yerel” bir büyüme olmuştur. Sinirbilimlerinin felsefesi beyin yapısı ve çalışması hakkındaki yeni keşiflerden dolayı doğal ve beklenen bir sonuçtur. Bu alan özellikle sinirbilimlerinde son yıllarda olan ilerlemelerle yakından ilişkilidir. Literatürde uzun zamandır “sinirbilimlerinin felsefesi” başlığı olmasına karşın son zamanlarda bunun yerini “nörofelsefe” almıştır. Nörofelsefenin amacı geleneksel felsefi sorunları ve çözümlerini sinirbilimi bilgileri üzerine inşa etmektir. İki insan nörofizyolojik ya da beyin yapısı olarak farklı değilse, neden algılarının içeriği ya da zihin içeriği (qualia) farklıdır? Renkleri algılama durumunda da aynı şey söz konusudur. Nesnel karşılık olan elektromanyetik dalga boyu, öznel olarak aynı şekilde mi algılanır? Beyinlerimizdeki sinir hücrelerinin yerine, yapay elektronik mikroişlemciler yerleştirecek olursak, acıyı acı olarak algılamamızda fark yaratır mı? Nörofelsefe bütün bu sorulara sinirbilimsel yanıtlar bekler. Fizikçiler fiziğin felsefesini, biyologlar biyolojinin felsefesini yaptılar. Bilim felsefesinde bir boşluk olarak, nörofelsefe yoktu. Zaten nörofelsefe “sinirbilimi felsefesi” olarak Descartes ve hatta belki de Platon’dan beri yapılmaktaydı. Ancak,
| 115
Patricia Churchland tarafından adlandırılan nörofelsefenin anlamı, bir dereceye kadar “sinirbilimi felsefesi”nden farklıdır. Nörofelsefe, çoğunlukla, zihin felsefesindeki sorunların sinirbilimi sonuç ve bulgularına uygulanmasıdır. Farklı olarak sinirbilimi felsefesi, sinirbiliminin kendisinin felsefi sorunlarının ve öne sürmelerinin ilk elden felsefesidir. Sonuçlara uygulama değildir. Nörofelsefe ve sinirbilimi felsefesi bazı konularda üst üste binseler de farklı amaçları vardır. Belki de nörofelsefenin en iyi dolaylı tanımı şöyledir: felsefe yazılarında sıklıkla sinirbilimi yazıları ya da araştırmaları kaynak olarak gösterilmektedir. Başlığı felsefi olan ve kaynaklarında sinirbilimi makalelerine atıf yapılan makalelere “nörofelsefe yazısı” denebilir. Tablo. Nörofelsefenin İlgi Alanları 1. Bilinç 2. Zihin içeriği 3. Renkleri algılama 4. Niyet ve istekler 5. Özgür irade 6. İçgörü 7. Kişisel farklılıklar, benlik 8. Nörolojik işlevsel kayıplar (ayrık beyin, felce umursamazlık, yarı uzay alanı umursamazlığı, yüz tanıyamama gibi) 9. Karar verme 10. Ağrı deneyimi 11. Öznellik
Felsefecilerin sinirbilimlerine ciddi şekilde yönelmesi Patricia Churchland’ın (ve eşi Paul’un) Neurophilosophy (1986) adlı kitabını yayımlamasıyla başlar.88 Churchland, kitabında son on yıldaki düşünceleri süzgeçten geçirerek bilim felsefesi altında bunları birleştirir. Önemli bir kısmını sinirbilimlerine ve bugünkü beyin çalışması teorilerine ayırarak felsefeyle bir araya getirir. Sinirbilimcilere felsefe, felsefecilere sinirbilimini aktarır. Onun bu birliktelik için terimi “bir arada evrimleşmedir”. Churchland’lar aslında sinirbiliminin ulaştığı son bulgular ile felsefecilerin başlangıçta söyledikleri arasında çok kesin bir 88
Churchland P. Neurophilosophy. Cambridge, MIT Press. 1986.
| 116
ayrım olmadığını öne sürer. Bu durumda, nörofelsefecileri her iki bilim dalından kendi paylarına düşecekleri bir araya getirecek kişiler olarak ele alırlar. P. Churchland tarafından nörofelsefe terimi kullanılmaya başlanmasından beri (1986) enflasyonist bir şekilde kullanımı artmıştır. Nörofelsefe ile ilgili üç farklı ayrım yapılır:89
1. Bilişsel nörofelsefe (fenomenal) Özellikle özgür irade, kişisel kimlik, öznellik, hareket ve fantom hisler üzerinde durur. Bunların tanımı hem felsefi teoriler hem de altındaki sinirsel, bilişsel mekanizmaların tanımı ile yapılır. Sinirsel durumlar içinde zihinsel durumlar bulunamaz Ampirik zihin
Zihin Felsefesi Birinci kişi bakış açısı
Epistemik zihin problemi Bizim kendi beynimize doğrudan erişme imkânımız yoktur
Zihinsel özellikler
Ontolojik zihin-beyin problemi Zihin ve fiziksel özellikler arası ilişki (monizm, düalizm)
Şekil. Zihin, zihinsel durumlar olarak belirlenir ve birinci kişi tarafından (öznel) ulaşılabilirdir (first-person). Farklı olarak beyin, sinirsel durumlarla belirlenebilir ve bu üçüncü kişi bakış açısı ile ulaşılabilirdir (third-person). Üçüncü kişi bakış açısı diğer kişiler üzerine yoğunlaşır. Diğerlerinin beyin durumlarını kendi beynini dışarıda bırakma ile ele alınır. Birinci kişi bakış açısı yalnızca kişinin kendi beynine ulaşmayı sağlar (duygularımızı hissederiz). Kendi beyin maddesi ve sinirsel durumlarına ulaşmayı sağlamaz. Böylece birinci kişi bakış açısı (zihinsel) ile üçüncü kişi bakış açısı (maddesel beyin) bakışı ayrışır.
89
Northoff G. Philosophy of the Brain. John Benjamins Publs, 2003.
| 117
2. Ampirik (deneye dayalı) nörofelsefe Odak noktası felsefi teorilerdeki “deneye dayalı uyumluluk” ve “deneye dayalı yalanlamadır”. Örneğin, kişisel kimlik için ölçütleri, felsefenin öne sürdüğü gibi deneye dayalı değerlendirme ölçeğine çevrilebilir. Birinci kişi bakış açısının (özne) fenomenal özellikleri, beynin işlevsel görüntülemelerinde (işlevsel MRG, PET gibi) uyarı paradigmalarına dönüştürülebilir. Bu, felsefi kavramların altındaki sinirsel fizyolojik mekanizmaları araştırmayı sağlar. Son dönemde “nörofelsefe” terimi sinirbilimsel kavramların, geleneksel felsefi sorunlara uygulanması olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda, orijinal felsefi terimlerin (özgür irade, bilinç) sinirbilimsel karşılığını bulmak olarak ele alınabilir ve bu bakış açısı ile “felsefenin sinirbilimi” olarak görülebilir. Hem “bilişsel nörofelsefe” hem de “deneye dayalı nörofelsefe”, felsefenin sinirbilimi için esas parçalardır.
3. Teorik nörofelsefe Felsefi ve sinirbilimsel teoriler arasındaki bağlantı için yöntemsel stratejiler ve esaslar geliştirme üzerine yoğunlaşır. Teorik nörofelsefe “sinirbilimi felsefesi” ile yakın ilişkidedir. Psikolojinin, fiziğin felsefesi gibi sinirbiliminin felsefesi “sinirbilimindeki ana konular üzerine” yoğunlaşma girişimidir. Buna göre teorik nörofelsefe, hem sinirbilimi felsefesi hem de “nörofelsefenin felsefesi”ni kapsar.
| 118
Kuantum Felsefesi
Felsefe
NöroFelsefe
Sinirbilimi
Kuantum Mekaniği
NöroKuantoloji
Şekil. Nörofelsefenin ve Nörokuantolojinin, kuantum mekaniği-sinirbilimi ve felsefe içindeki yeri. Hepsinin kesişim noktasında, tam ortada, Nörokuantolojinin felsefesi yer alır.
Churchland’ın felsefi tartışmasının üç ana teması vardır: 1. kuramsal indirgemelere alternatif mantıksal bir yaklaşım geliştirmek, 2. öznellik ve duyusal öznelliğe (qualia) uygun-ikici fikirle yanıt vermek, 3. indirgeme karşıtı fikirlere yanıt vermek. Son 10 yılda bu temalar nörofelsefenin ana konusu olarak kalmaya devam etti. Eleyici maddecilik/özdekçilik, gelecekte ortaya konulacak bazı beyin yapılarının insan davranışlarının nasıl ortaya çıktığını açıklayacağını öne sürer. Tıpkı oksidatif reaksiyonların bir dönem inanıldığı gibi ‘filojiston’ salınımına gerek duymaması gibi. Oksijenin keşfinden önce, bir nesne yandığı zaman filojistonun kaybolduğu öne sürülürdü. Zamanla bizim bilimsel düşüncemiz ve kavramlarımızdan filojiston elendi. Dolayısıyla bir “halk” düşüncesi bilimsel bakış açısı ile elendi. Aynı şekilde, bilişsel bilimlerde zamanla benzer bir gelişmeyle “geleneksel psikoloji” ortadan kalkacaktır. Son elli yılda biyolojik sinir ağları, sinir hücreleri arası olayların anlaşılması, bellek ile
| 119
ilgili yeni gelişmeler eleyici özdekçiliğe doğru gidişe yön vermektedir.90 Biyolojik ya da yapay bir sinir ağının temel işlevsel birimi sinir hücreleridir. Bu bakış açısına göre sinir hücreleri temel ve basit bilgi işleme aygıtlarıdır. Girdileri değiştirerek, işleyerek çıktılara neden olurlar. Hem girdiler hem de çıktılar biyolojik değişkenleri yansıtır. Sonuçta bir sinir hücresinin toplam girdisi hesaplanabilir. Toplam girdi ve var olan uyarılma durumu ile yeni oluşan uyarım durumu ya da çıktısı hesaplanabilir. Bu bakış açısına göre, hem biyolojik hem de yapay sinir ağları matematiksel olarak vektör-vektör dönüşümleri olarak değerlendirilebilir. Churchland’lar bu vektörsel (çizgisel uzaysal) işlemlere beyinde yeni bir bilgi işleme türü olarak bakarlar.91 Devinimsel beyin kabuğu alanı istemli hareketten hemen önce ve istemli hareket esnasında ateşlenme gösterir. Bu hareketin iki özelliğini temsil eder: kuvvet ve yön. İnce hareket gerektiren işlemler birincil devinimsel alanda kodlanır. Birincil devinimsel alanda her sinir hücresinde hareketin yönünün ayarlaması yapılır. Buradaki bazı hücreler hareketin belli yönünde daha belirgin ateşleme yaparlar. Hareketin yönü, tek tek hücrelerin ateşlemesi ile kodlanmaz. Ve hücreler sadece bir yönde harekete neden olmaz. Her yönde hareket esnasında farklı şiddetlerde ateşleme yaparlar. Hepsinin bir arada oluşturduğu sinir hücresi boşalımının çizgisel uzaysal (vektörel) toplamı hareketin yönünü belirler. Yani, her hücre hareketin yönü için farklı şiddetlerde bir oy kullanır. Elde edilen ortak vektörle (oylarla) hareketin yönü arasında belirgin bir ilişki olduğu ortaya konulmuştur. Böylece, daha hareket oluşmadan önce yapılan sinir hücresi kayıtları ile oluşacak hareketin yönü önceden tahmin edilebilmektedir. Hareketin yönü, beyin kabuğu sinir hücreleri topluluğunca kodlanır. Birçok hareket birden fazla eklemi etkiler ve ardışık hareketlere gerek duyar. Apostolos Georgopoulos, bir yönetme kolu kullanarak, görsel hedeflere doğru maymunun Churchland P. Eliminative Materialism and the Propositional Attitudes. Journal of Philosophy. 1981. Churchland Paul and Patricia. Recent Work on Consciousness: Philosophical, Empirical and Theoretical. Seminars in Neurology. 1997.
90 91
| 120
yönetme kolunu hareket ettirmesi esnasında birincil hareket beyin kabuğundan sinir hücrelerinin çalışmalarını kaydetti. Yönlerin dar bir sınırı içinde, tüm sinir hücreleri, hareket öncesi veya esnasında ateşleme yapıyordu. Buna göre, hareketin özel bir yönü tek bir sinir hücresinin aktivitesinden ziyade, sinir hücrelerinin topluluğunun net vektörel etkisiyle tespit edilir. Bir harekete her bir sinir hücresi katkıda bulunur ve yön toplam vektörle belirlenir.
Şekil. Şekilde iki sinir hücresinin verdiği emir ya da bir hareket yönü için vektörleri (çizgisel uzaysal) ve bunların oluşturduğu ortak hareket yönü (-----) görülmektedir.
Sinirbilimi felsefesinden doğan ilk önemli adım, bilişsel işlevleri beyindeki özel sinirsel bölgelere yerleştirme girişimidir. Joseph Gall’ın frenolojisi (1800 civarı) ile başlayan bu yaklaşım artık modern beyin görüntüleme yöntemleri ile daha kesin ve ayrıntılı hale gelmiştir. Bunun yanında tümör ve felçlere bağlı hasar gören kişiler yaşarken de klinik ve görüntüleme ile ilgili işlevlerin beyinde nerede yerleştiği daha kesin olarak tespit edilebilmektedir. Sinir hücresi öğretisi (nöron doktrini), zihni anlama açısından sinirbilimi tarafından açılan bir penceredir. Buna göre zihni açıklayabilecek başarılı bir teori tam olarak sinirbilimsel olacaktır. Sinir hücresi öğretisinin modern savunucuları Patricia ve Paul Churchland’dir. Patricia Churchland ve Terrence Sejnowski’nin kitabında (The Computational Brain, 1992) bu kabullere rastlanır. Yine Paul Churchland’in The Engine of Reason, The Seat of the Soul (1995) adlı eserlerinde de aynı öğreti savunusu bulunabilir. Psikoloji ve sinirbilimi ilişkisini
| 121
anlatırken tarihsel benzetmelerden yararlanır. Kepler’in gezegen kanunlarını Newton’un hareket kanunlarına, ısının ortalama moleküler kinetik enerjiye ve ışığın elektromanyetik dalgalara indirgenmesine benzetme yapar. Buna göre, psikolojinin sinirbilimine indirgenmesi durumundan, psikolojik görüngüleri sinirbilimsel terimlerle anlayabileceğimizi ve zihnin başarılı teorisinin saf olarak sinirbilimsel olabileceğini umabiliriz. Diğer bir ifade ile sinir hücresi öğretisini destekler. Patricia Churchland Nörofelsefe (1986;482) adlı kitabında: “Şüphesiz, sinirbilimindeki keşifler, felsefedeki alışılagelmiş ve tutucu (ortodoks) inançlarımızın tümünü değiştirecektir” diyerek sinir hücresi öğretisine dolaylı gönderme yapar. Psikolojik ya da felsefi açıklamalar, başarılı teoriye ulaşmak için yoldaki duraklardır ve tüm bakış açısını bize sunmazlar. Eğer zihinsel görüngüleri açıklayan teoriler sinirsel teoriler değil ise zaten sinirsele bir indirgenme yapılamaz. Doğrudan bir açıklama mümkün olana kadar sinirbilimi tarafından dışlanacaklardır. Teorik bakışlar ve birden fazla yalanlama
Felsefi teori
Sinirbilimsel hipotez
Mantıksal uyumluluk
Bağlantısal uyum
Ampirik uyumluluk
Mantıksal yalanlama
Disiplinler arası yalanlama
Ampirik yalanlama
Şekil. Nörofelsefi bir hipotez ya da varsayımın oluşumu. Nörofelsefik bir hipotez, felsefi teori ve sinirbilimsel hipotez arasındaki bağ hakkında bir varsayım olarak tanımlanabilir. Böyle bir uygulama; simetri prensibi ve iki yönlülük prensibi (), disiplinler arası dönüşlülük prensibini takip eder. Üç farklı yalanlama modu oluşur ve yalanlamalar Karl Popper’ın yalanlaması ya da yalanlanabilirliği ölçütüdür. İlki, mantıksal yalanlama ve mantıksal uyumlulukla
| 122 ilişkili olarak “içsel geçerlilik” anlamına gelir. İkincisi, deneye dayalı (ampirik) yalanlamadır ve ampirik uyumlulukla ilişkili olarak “dışsal geçerliliği” sorgular. Üçüncüsü ise disiplinler arası yalanlamadır ve çapraz disiplinler arası geçerliliği sorgular (Northoff, G. Philosophy of the Brain, 2003).
| 123
Yeni Bilim NöroKuantolojinin Doğumu Anlaşılacağı üzere, bahsettiğimiz maddeci ve ikici yaklaşımlar güncel bir bilinç teorisi oluşturmak için yetersizidir. Tekçi yaklaşımların da yetersiz olduğu görülmektedir. Maddeciliğin (ya da monizm) içinde bulunduğu vahamet kadar, maddecilik karşıtı olan ikicilikte yanlış içindedir. Her ikisinin de kendine ait bir kelime haznesi, dili ve varsayımlar dizisi vardır. Her ikisinin de modası geçmiştir. Ancak bu iki görüş, bu alanda oluşturulacak teorileri tüketir ve geriye seçenek bırakmaz. İkiciliğin, yani bedenin yanında olan, bedenden başka bir şeyin bugünkü bilimde herhangi bir yeri yoktur. Bu iki görüşün her biri kendi deneyimlerimiz ve bilimden elde ettiğimiz dünya hakkındaki bilgi ile uyumsuzdur. Bize yeni teoriler lazımdır. Bütün bu yetersizliklerin temelinde yatan, geçmiş 300 yılın klasik fiziğinin halen devam eden egemenliğidir. Diğer yandan modern çağın kognitif bilimcileri (sinirbilimciler), zihnin kara kutusuna girmeyi vaat ettiler ancak davranışçıların hatalarına düştüler. Zihnin özsel niteliklerini görmezden gelerek sadece nesnel olarak gözlemlenebilir görüngüyü araştırmakla ısrar ettiler. Bu sefer iyi bir şeyler bulacaklarını umarken, kutular içinde birden çok küçük kara kutu olduğunu gördüler. Bugünün kabul edilen bilinç-beyin etkileşimi teorileri, henüz deneyimlerimizi tam anlamıyla izah edecek yeterlilikte değildir. Zihinsel etkinlik ve bilinç, şu ya da bu şekilde belli bir tür fiziksel yapı ve nörofizyolojinin özelliğidir. Nörofizyolojik süreçlerin, zihinsel görüngüleri nasıl ortaya çıkardığı günümüz biliminin en büyük cevabı verilmemiş sorusudur. Yani benim ya da sizin ağrı taşıyan C lifleriniz uyarılır ve bu elektriksel bir uyarana dönüşür. Ama bu uyaran ortaya
| 124 çıktığında neden ağrı yaşamam gerektiğinin yanıtı henüz yoktur. Fiziksel yapı derken madde, kütleli nesneler, parçacıklar, uzay-zaman, alan, enerji gibi konulardır. Bunların oluşturduğu bileşik sistem bizim kırmızı bir elmayı algılamamızı sağlar. Aynı şey bize, acı, endişe, istek, sevgi, gıdıklanma, nefret, tat-koku gibi deneyimleri yaşatır. Kuantum fiziğinin olağan uygulaması, mikroskobikler de dahil olmak üzere, bileşik sistemlerde gözlenen olayları mikrofiziksel terimlerle açıklamaktır. Kuantum fiziği, bu konuda da müthiş başarılı olmuştur. Kuantum fiziği 1900’lerde doğmasına rağmen, matematiksel teori ve formüller zemininden çıkıp günlük yaşamımızda uygulamaya girmesi son 20–30 yıl içinde olmuştur. Özelikle son 10 yıldır, kuantum fiziği ve sinirbilimleri üzerinde çalışanlar, birbirlerinin alanına ilgi göstermeye başladılar. Önce fizikçiler, sinir sistemi alanına ilgi gösterdiler. Daha sonra sinirbilimciler geride kalmayarak, kuantum fiziği alanına ilgi gösterdiler. Uygun platformlarda olmamakla beraber, garip şekilde kuantum fiziği konferanslarında “bilinç, bilinçli ölçme, gözlemci” kavramları üzerinde konuşulmaya ve tartışılmaya başlandı.92 Sinirbilimleri konferanslarında, sinir hücreleri arası iletide kuantum fiziğinin yerinin olup olmayacağı, sadece klasik fizik tanımlamalarının beynimizin bazı işlevlerini açıklamada yetersizlik gösterdiği konuşulmaya başlandı. Ve 2000 yılından sonra, sinirbilimcilerinin ve kuantum fizikçilerinin bir araya geldikleri, “Kuantum Zihin” başlıklı akademik toplantıları yapılmaya başlandı. Bu toplantılardaki konuşmacılar, artık “Yeni Çağ” yazarları ya da elle tutulur temeli olmadan her şeye kuantum fiziğini sokan amatörlerden oluşmuyordu. Tersine, bunların çoğunluğu önde gelen fizikçi, sinirbilimcilerdi. Yaptıkları ya da yazdıkları da bilimin nesnel tanımının dışında değildi. Zeitgeist: Zamanın Ruhu Son yıllarda özellikle, işlevsel beyin görüntüleme yöntemlerinin gelişmesi ile artık matematiksel işlem yaparken ya da Mozart’ı dinlerken beynimizin hangi kısmının çalıştığını ayrıntılı olarak bilebiliyoruz. Her ne kadar bu teknikler insan bilincini/zihnini anlamada bize doğrudan bir yol açmıyorsa da, dolaylı yoldan birçok bilgiyi önümüze seriyor. Sinir hücreleri ileticileri düzeyinde birçok hastalığın temelini öğrenmiş bulunuyoruz: depresyon, şizofreni, bipolar bozukluk, kişilik bozuklukları. Yine bu hastalıklarda, beynin işlevsel olarak hangi 92Squires
1996.
EJ. What are quantum theorists doing at a conference on consciousness? arXiv:quant-ph/9602006v1, 9 Feb
| 125 bölgelerinin daha çok devreye girdiğini de öğrendik. Sadece davranışsal değil, beyni yıkıma götüren (Huntington, Alzheimer) birçok hastalığı artık daha ince değerlendirebiliyoruz. Genetiğin gelişimi ile tamamen yeni bir alan haline gelen nörogenetik, adeta son hızla ilerlemektedir. Nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların genetik temeli ortaya tam olmasa da adım adım konulabilmekte... Bununla ilişkili olarak da artık, klasik anlamda psikiyatrinin ölmeye başladığını ve yerine biyolojik psikiyatrinin geçtiğini görüyoruz. Beyindeki sinir hücrelerinin ürettiği elektrik akımlarından yararlanılarak, robot kolların, istenildiği yöne hareket etmesi ya da düşünce ile ekranda belli harfleri seçebilme çalışmaları son on yıl içinde ele alınmaya başlandı. Bugünkü sinirbilim Zeitgeist’i Descartes döneminden çok farklıdır. Solunan havada artık fizik ve sinir sistemi var. Her ne kadar sözcükler ve düşünceler geçmişin düşüncelerinin kıyısından fazla uzaklaşamasa da, artık farklı bir bilgi üretim çağındayız. Descartes dönemindeki sinirbilim düzeyi, bugünkü astronomi ve astroloji arasındaki fark kadar gerideydi. Bugün, bilimsel sonuçlar, dinsel ön kabuller veya etkiler altında değil, serbest olarak ortaya konulmaktadır. Öne sürülen bazı fikirleri, açık ve serbest tartışma ortamında ömürleri kısa olsa da, ardından yeni bir düşüncenin ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadırlar. Bir bilimsel kabulün sahneden silinmesi ardından, mutlaka yerine daha iyisi geçmektedir. Ancak, Zeitgeist, yeni bir fikre hazır olmadığı sürece, bu fikrin sahibi sesini duyuramayabilir. Revaçta olan teorik düşünceler bir alandaki yeni bakış açılarının ele alınmasını zorlaştırır veya engelleyebilir. Yeni düşünce, bunlara rağmen, duyurulabilirse bile, ona gülünebilir ya da öne süren kişi bir darağacında sallandırılabilir. Dolayısı ile her bilimsel gelişme, zamanını beklemek zorundadır. NöroKuantolojinin Doğumu Yetmiş yıl kadar önce, kıyıda köşede başlayan kuantum fiziği-sinir sistemi tartışmalarına ait ilk makaleler ve fikirler sadece fizik dergilerinde ya da sinirbilimleri dergilerinde yayımlanmaya başlandı. Çoğunluğu -ilginç olarak- fizik dergilerinde yer aldı. Büyük kopukluklara ve birbirinde habersiz kalmaya neden olan bu tutum, Türkiye’de yayımlanmaya başlanan, “NöroKuantoloji” ya da İngilizce adı ile NeuroQuantology” dergisi, sinirbilimleri ve kuantum fiziği fikirlerini tek bir dergide toplamak amaçlı, bu kitabın yazarı, Dr. Sultan Tarlacı editörlüğünde yayıma başladı (2002). Dergi, çocukluk çağında
| 126 olmasına karşın, konuya ilgi duyanlarca büyük ilgi ile karşılandı. Dergi 2008 yılında saygın indekslere kabul edildi. Temel odağı “bilinç ve sinir sisteminde kuantum fiziğinin olası işleme mekanizmaları” olan dergi, buna bağlı olan her türlü kavramı “bilimsel çerçevede” ele almaktadır. Çünkü bilinç ve bilinç-beyin sorunu sadece bir düğüm değil, “Gordiyon düğümü” gibi çok karmaşık bir düğümdür. Her disiplin bilimsel yöntemlerin uygulanışı açısından aynı paydada buluşsa bile, kendi önüne koyduğu sorunları çözme yolunda kendine özgü yöntemler ve sorun çözme yolları geliştirmelidir. Bilimsel kuramların ve varsayımların ait oldukları alan ile öteki alanlar arasındaki ilişkilerini kurabilme olayına “karşılıklı bağlantı kurma” ilkesine uyma denir. Dolayısıyla NöroKuantoloji kuantum fiziği kurallarını sinir bilimlerine uygulama açısından korrespondenz bir alanın adıdır. Aynı zamanda da, NöroKuantoloji, önbilim (ProtoScience) olarak da görülebilir. Thomas Kuhn’a göre, eğer olağandışı bilim dönemindeki araştırma, bilimsel topluluk tarafından kabul edilen yeni bir kurama yol açarsa, bu durum bilimde yeni bir evreye yol açacağından, bilimsel bir devrim gerçekleşmiş olur. Yine “Her yarım nesilde bilimde bir şeyler yenilenir,” ifadesi uyarınca, artık sinir sisteminde kuantum mekaniği/fiziği işleyişinin kendini göstermesi gerekiyordu. Sinir sisteminde kuantum mekaniği işleyişini arama, böyle bir devrimin ayak sesleridir. Zihin-Bilinç/Beyin ilişkisini açıklamak için bize yeni teorilerin gerektiği açıktır. Bu teorilerin, zihni-bilinci tam olarak dışarıda bırakmaması ama ikicilik gibi de elle tutulamayan bir “ruh”u devreye sokmaması gerekmektedir. Ya da maddecilik gibi her şeyin madde etkileşimlerinden kaynaklandığını iddia edip, sonra da acı, endişe, istek, sevgi, gıdıklanma, nefret, tat-koku gibi deneyimleri nasıl yaşayabildiğimiz konusunda sessiz kalmamalıdır. Yeni teori, ne monistik (tekçi) ne de düalist (ikici) olmalıdır. Yegâne çözüm maddeciliğin ya da ikiciliğin formları değildir. Bize gereken her iki teoriyi bir araya getiren bir yaklaşımdır ve bunu sağlayacak olan da modern bilimin gözdesi kuantum fiziğidir. Bu konuda umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur ve zihin/bilinç-beyin problemi çözülebilirdir. Bu kitabın ardından gelecek olan devamında (Kuantum Beyin: Sinir Sisteminde Kuantum Fiziği İşleyişi), bu konudaki bakış açıları ele alınacak ve geleceğin bilimini, “gelecek gelmeden” sezinleyeceksiniz.
| 127