Allah ismi şerifi ve bu ismin özellikleri Bu kâinatın sahibi ve bu âlem sarayının sultanı ve bu mülkün maliki olan zatın adı Allah’tır. Ve O, kitabında kendinden bahsederken “Enallah” yani “Ben Allah’ım” diyor. Bu ismi diğer isimlerden ayıran bazı özellikleri vardır. Şimdi bunları anlamaya çalışalım: - Kur’an’da ilk inen ayet besmeledir. Ve Allah ismi besmelede geçen üç isimden ilkidir. Demek Allah ismi Kur’an’da nazil olan ilk isimdir. - Allah ismi Esma-ül Hüsna içinde asıldır. Diğer isimler ise bu isme izafe edilir. Mesela “Şâfi, Allah’ın bir ismidir.” denilir ama “Allah, Şâfi’nin bir ismidir.” denilmez. Ya da “Rahman, Allah’ın bir ismidir.” denilir ancak “Allah, Rahman’ın bir ismidir.” denilmez. -Allah ismi ism-i âlemdir yani özel isimdir. Mecaz yoluyla da olsa başkası için söylenemez. Bu isim Allah’a has ve ancak ona işaret eden bir isimdir. İlahlık davasına kalkışan Firavun dahi “Ene rabbükümül a’la” “Ben sizin yüce Rabbinizim!” demiş fakat “Enellah” “Ben Allah’ım!” diyememiştir. Allah’ın Rab ismini kullanırken Allah ismini kullanmaya cüret edememiştir. Yine Mekke müşrikleri Kâbe’nin etrafını 360 putla doldurmuşlar, her birine farklı isimler vermişler ama hiç birine Allah diyememişlerdir. Demek bu isim ancak Allah’a mahsus bir isimdir. – İmana girmek kelime-i şehadet ile mümkündür. İmanın temeli olan kelime-i şehadet ise ancak Allah ismi ile kabul olur. Mesela bir gayrimüslim, Müslüman olmak için “Eşhedü enla ilahe illallah…” yerine “Eşhedü enla ilahe ille-r Rahman” veya “Eşhedü enla ilahe ille-l Melik” dese İslam’a girmiş olmaz. Çünkü Allah ismi, tek ve ortaksız olarak Cenab-ı Hakk’ın zatını ifade eden has bir
isimdir. Has isimlerde ortaklık manasını düşünmek mümkün değildir. Bunun için bu isimde hakiki bir tevhid vardır. Diğer isimlerde ise bu hakiki tevhid olmadığından ve onlar ile Allah’ın birliği ikrar edilmediğinden iman kabul edilmez. - Allah ismini teşkil eden harfler birer birer kaldırılsa mana yine de bozulmaz. Bu özellik diğer isimlerde yoktur. Mesela Melik ismindeki “mim” harfi kaldırılsa “lik” olur ki hiçbir mana ifade etmez. Ya da Samed ismindeki “sad” kaldırılsa “med” olur ki bu da hiçbir mana ifade etmez. Hâlbuki Allah isminin lafzında bir camiiyyet yani toplayıcılık vardır. Mesela: • Baştaki elif kaldırılırsa “lillah” olur, bu da Allah demektir. • “Lillah”daki birinci lam kaldırılsa “lehu” olur, bu da ona işaret eder. • Bu “lam” da kaldırılsa “hu” olur ki yine Allah’ı ifade eder. • Hatta “hu”daki gizli “vav” kaldırılıp “he” kalsa yine Allah’a delalet eder. Çünkü “hu” isminin de aslı “he”dir. ”Vav” asıl değil, ilavedir. Bu sırdan dolayı her canlı teneffüs ederken “he, he, he” demek suretiyle Allah’ı zikretmektedir. – Allah isminin manasında toplayıcılık vardır, diğer isimlerde bu yoktur. Diğer isimler yalnız bir manaya işaret ederler. Mesela “Hadi” ismi sadece “hidayet veren” manasında, “Nafi” ismi ise sadece “menfaat veren” manasında, “Halik” ismi” ise sadece “yaratıcı” manasındadır. Fakat Allah ismi bunlardaki ve diğer isimlerdeki manaların hepsini toplu bir şekilde ifade eder. Nasıl ki Güneş dediğimizde yedi renk, ısı ve ışık gibi sıfatlara sahip olan bir ışık kaynağı aklımıza gelir ve bu sıfatları kendinde bulunduramayan Güneş olamaz. Aynen bunun gibi, “Allah” ismi denildiğinde de bütün kemal sıfatları ve isimleri kendinde bulunduran Zat-ı Akdes akla gelir. Bu isim ve sıfatları kendinde bulunduramayana Allah denilemez. O hâlde madem Allah’tır, bütün kemal sıfatlarla sıfatlanmıştır. Bunun içindir ki bu manadaki topluluğu düşünerek “Allah” diyen bir kimse Cenab-ı Hakk’ı bütün isim ve sıfatlarıyla zikretmiş olur.
Er-Rahman Rahman: Bütün mahlukatına sayısız nimetler ve rızıklar veren, onların ihtiyaçlarını gören ve yarattıkları hakkında hayır ve rahmet dileyen manasındadır. Şu âleme baktığımızda gözümüzle görüyoruz ki birisi var, yeryüzünü bir sofra yapmış, o sofrayı en leziz yiyecekler ile doldurmuş ve o sofraya bütün canlıları davet etmiş. Şimdi gelin hayalen bu sofralarda gezelim: İşte hayvanatın sofrası! Bakın, her hayvana layık olduğu ve ihtiyaç duyduğu rızık veriliyor. 1- İşte balıklar! Onları besleyen ne de güzel besliyor, rızıkları ağızlarına kadar konuluyor. Kim onları böyle zahmetsizce besleyen? 2- İşte denizlerin dipleri! Karanlık, ıssız, acı bir su, kum ve çaresiz mahluklar! Ancak hiçbirinin rızkı unutulmuyor, hiçbiri aç bırakılmıyor ve ihtiyaçları mükemmel bir şekilde karşılanıyor. Kim onları böyle merhametle besleyip denizin dibini onlara Rahmanî bir sofra yapan? Ve o sofradan istifade edebilmeleri için gerekli cihazları onlara takan? 3- İşte böcekler! Küçücük, zayıf ve âcizler! Ama ne kadar da kolay besleniyorlar. Muhtaçlar. Güçleri yok. Kimi elsiz, kimi gözsüz, kimi ayaksız. Ancak ihtiyaçları ve rızıkları ellerinin yetişmediği yerlerden ne de mükemmel veriliyor. Kim bu âcizlere merhamet edip ihtiyaçlarını gören? 4- İşte âciz ve merhamete muhtaç yavrular! Rızıkları umulmadık ve ellerinin yetişmediği bir yerden, münasip bir vakitte ve ihtiyaç nispetinde onlara veriliyor. Yardımlarına koşuluyor. Hâlbuki ihtiyaçlarının yüzde birini karşılamaya kendi güçleri yetmez. Demek onların ihtiyacını bilen, onları merhamet ve şefkatle besleyen perde arkasında birisi var. Kim bu zat? Cevabı Kur’an versin: “Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hud 6) Ve Rahman’ın o sofrasından istifade eden diğer muhtaçlar! Şimdi de Rahman’ın sofrasında misafir olan bitkiler taifesine bakalım! Hayvanlara kıyasla daha âciz ve daha fakir! Ama âcizliklerine binaen Rahman olan Allah onları daha zahmetsiz besliyor. Rızıkları ayaklarına gönderiliyor. Bazen oluyor sıcaktan ve susuzluktan feryat eden o bitkilere bir bulut ordusu ile imdat ediliyor. Güneş başlarında lamba ve soba, toprak altlarında mineraller ile dolu bir mahzen. Ciğerleri hükmünde olan yaprakları ile havayı teneffüs ediyorlar.
Kim bu bitkilerin feryadını işitip cansız mahlukatın elleriyle onlara yardım eden? Ve şimdi bu bu Rahmanî sofranın en şerefli misafirine geldik! Sofranın kurulmasının sebebi, yeryüzünün halifesi ve Rahman olan Allah’ın has muhatabı olan insan! Bakalım şerefine sofraların kurulduğu insan için Allah neler hazırlamış ve Rahman isminin tecellisini o sofralarda nasıl göstermiş! Acaba Rahman olan Allah’ımız, rahmetinin bu kadar süslü meyveleriyle kendini bize sevdirmek istese. Mukabilinde insan ibadetle kendini O’na sevdirmese. Hem bu kadar türlü türlü nimetlerle muhabbet ve rahmetini gösterse. Mukabilinde insan şükür ve hamd ile ona hürmet etmezse bu insan, insan ismine layık mıdır? Hâlbuki bütün bu nimetlerin veriliş sebebini Rabbimiz kitabında şöyle beyan etmiştir: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin! Eğer yalnız O’na kulluk ediyorsanız.” (Bakara 172)
Er-Rahim Rahim: Yarattıklarına merhamet eden, acıyan ve şefkat gösteren manasındadır. Allah Rahim’dir; rahmetiyle bütün âlemleri kuşatmıştır. •
Merhametiyle şu âlemi yoktan icat etmiş,
•
Her bir varlığa kendine mahsus bir elbise giydirmiş,
•
Her birini farklı şekillerde terbiye etmiş,
•
Vazifelerini öğretmiş,
•
Hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan cihazlarla teçhiz etmiş,
•
Maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle karşılamıştır. Şimdi o rahmet denizinden birkaç damlayı hep beraber görelim! Büyük bir ateş görseniz, bir hortumdan çıkan su ile söndürülüyor. Lakin hortumu tutan eli görmeseniz, ateşi söndürmek fiilini hortumun kendisine verebilir misiniz? Elbette, hayır! Çünkü ateşi söndürmek için failinde hayat, ilim, kudret gibi sıfatların bulunması gerekir. Hayatı olmayan, ateşi bilmeyen, hortumu tutamayan ateşi söndüremez. Hepsinden önemlisi, söndürmek merhametin neticesidir; rahmeti olmayan bu fiile fail olamaz. Ve bütün insanlar bir araya gelse o ateşi bu hortumun kendisinin söndürdüğüne bizi inandıramaz.
Acaba yeryüzünün ateşini söndürmek, yaşamak ateşinin hararetini dindirmek için, hortum hükmündeki bulutlardan suyu damla damla kim indiriyor? Elbette, cansız, şuursuz bulutlar bu merhameti ve şefkati hissettiren fiile fail olamaz. O hâlde bulut hortumunu tutan el kim? Kur’an bu sorumuza cevap versin: “İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O’dur. Övülmeye layık olan gerçek dost O’dur.” (Şura 28) İşte yağan her bir damla Rahim isminin bir tecellisidir. Ve rahmetin başka tecellileri! Zehirli bir böceğin karnında şifalı ve en tatlı bir balı bizim için pişirmek ve o böceğin eliyle bize ikram etmek elbette, o böceğin işi olamaz. Demek balı yapan böcek değil, Allah’ın rahmetidir. Ve bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara en güzel elbiseleri giydirip çiçek ve meyvelerle süslendirip onların elleri hükmünde olan kuru dallarıyla lezzetleri farklı, renkleri farklı, kokuları farklı, şekilleri farklı meyvelerle bizi beslemek, elbette rahmetin bir tecellisidir. Yoksa o kuru ağaçlar bizi tanımaz ve bize merhamet etmez. Ve elsiz bir böceğin eliyle bize ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek rahmetin neticesidir. Yoksa o elsiz böcek yemyeşil dut yaprağını yiyip bembeyaz bir ipeği bizim için çıkartamaz. Ya inek, deve, koyun ve keçi gibi hayvanlara ne demeli! Onlara yemyeşil otu yedirip kan ve fışkıları arasından bembeyaz, besleyici bir sütü çıkarmak ve o hayvanı bir süt fabrikası yapmak elbette, rahmetin işidir. Ve o koca Güneş’i Dünyamız’a soba ve lamba yapmak, Ay’ı kandil ve takvim yapıp yıldızlarla semanın yüzünü süslendirmek elbette, rahmetin bir tecellisidir. Şimdi rahmetin insandaki cüzi bir tecellisine bakalım: Acaba gözümüz olmasaydı ne yapardık? Kapkaranlık bir âlem! Ya kulaklarımız olmasaydı? Sessiz bir âlem! Ya dilimiz olmasa ve ona tat alma duygusu verilmeseydi? Konuşmanın ve lezzetin olmadığı bir âlem! Ya burnumuz olmasaydı? Kokunun olmadığı bir âlem! Elbette, böyle bir âlemde yaşamak ne kadar zor olurdu. Acaba el, ayak, parmak gibi maddi; akıl, korku, şefkat ve muhabbet gibi manevi hediyeler olmasaydı ne yapardık? Demek her bir azanın takılışında rahmetin bir tecellisi görünüyor.
İnsanları böyle maddi ve manevi aza ve duygularla süsleyen Allah hayvanlara da bu âlemden istifade edebilmeleri için lazım olan cihazları takmıştır. Kuşa kanat takıp uçmayı, balığa yüzgeç verip yüzmeyi öğretmiş ve her canlıya rahmetiyle muamele edip hayatının devamı için gerekli olan vücudu ve azaları vermiş. İşte Allah’ın rahmeti her şeyi böyle kuşatmış. Cenab-ı Hak, rahmetinin eserleriyle kendisini bize Rahim ismiyle tanıttırmak istiyor. İşte! İnsanın vazifeleri: •
Bahsettiğimiz ve bahsedemediğimiz rahmetin aynalarında Rahim ismini görmek.
•
O isim ile Allah’ı zikir ve tefekkür etmek.
•
Nimetlerine karşı şükür ve hamd etmek.
•
Ve rahmetin bir cilvesini kalbine yerleştirip mahlukata Allah hesabına şefkat göstermektir. İnsan bu vazifeyi gördükçe insan-ı kâmil ismine layık olacak ve ahiret âleminde de ebedî saadete nail olmakla Allah’ın rahmetine mazhar olacaktır.
El-Melik Melik, sultan ve padişah demektir. Cenab-ı Hak Melik’tir. Bu kâinatın sultanı ve padişahıdır. Her şeyin anahtarı O’nun yanında ve her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir. Nasıl ki muhteşem bir saray görsek, o sarayın sultansız ve sahipsiz olması mümkün değildir. Biz sultanı görmesek de o saray, varlığı ve ihtişamı ile sultanının varlığına ve ihtişamına delalet eder. Acaba böyle bir saray bile maliksiz, sultansız olamazsa; kâinat sarayının sultansız, şu âlem memleketinin padişahsız ve şu mülkün maliksiz ve sahipsiz olması mümkün müdür? Kâinat öyle bir saraydır ki, yıldızlar o sarayın kandilleridir. Dünya ise o sarayda sadece küçücük bir odadır. Güneş o odanın lambası ve sobası, Ay ise gece lambasıdır. Şimdi kâinat sarayında küçük bir gezinti yapalım ve o Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın saltanatının haşmetini ve Melik isminin tecellisini bir parça da olsa görelim! Dünyamız’ın lambası olan Güneş, Dünyamız’dan 1.300.000 defa daha büyüktür.
Bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinde ise iki yüz milyar ile üç yüz milyar arasında yıldız vardır. Her biri Güneş büyüklüğünde üç yüz milyar yıldızın kapladığı alanı hayal edebilir misiniz? Acaba bu kadar yıldızı birbirine çarptırmadan gezdiren kim? Bilim adamları 800.000.000 galaksiyi keşfetmişlerdir. Kendi itiraflarıyla bekli de kâinatın milyonda birini ancak keşfedebilmişler. Acaba kâinatın büyüklüğü ne kadardır? Güneşin merkez sıcaklığı 20.000.000 santigrat derecedir. (Suyun 100 derecede kaynadığı malumdur.) Eğer Güneş’ten toplu iğne ucu kadar bir madde getirebilseydik, 160 km uzaklıktaki bir maddeyi yakabilirdi. Eğer bütün Dünya odun ve kömür olsaydı, Güneş’in bir günlük ihtiyacını karşılayamazdı. Acaba güneş sobasını söndürmeden yakan kim? Güneş’in Dünya’ya uzaklığı 150.000.000 km’dir. Samanyolu galaksimizin çapı ise 100.000 ışık yılıdır. (Işığın saniyedeki hızı 300.000 km’dir) Eğer saniyede 10.000 km hızla giden bir rokete binseydik, Galaksimiz’in bir yanından öbür yanına gitmek için 15.800.000.000 yıla ihtiyacımız olacaktı. Bilim adamları 1.400 adet kuyruklu yıldızı tespit etmişlerdir. En kısasının kuyruk uzunluğu 300.000.000 km.dir. Güneşimiz’in, Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olduğunu öğrenmiştik. Şimdi dikkat edin! Hayalin dahi tasavvur edemeyeceği bir yıldızdan söz edeceğiz: Betaklus yıldızı. Bu yıldız o kadar büyüktür ki, çapı 250 Güneş büyüklüğündedir. Hacimce Güneş’ten on binlerce defa daha büyüktür. Ve intizamla hareket eden muhteşem bir ordu görsek, ama kumandanını görmesek; o ordunun meliksiz, sahipsiz ve başıboş olabileceğine ihtimal verebilir miyiz? Elbette hayır! Çünkü askerlerin terbiyesi, düzenli hareketleri, silahlarının verilmesi, elbiselerinin değiştirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller ispat eder ki, bu ordu bir kumandana ve melike bağlıdır ve onun emriyle hareket ederler. Acaba böyle küçücük bir ordunun bile idaresi, terbiyesi, beslenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller kumandansız ve meliksiz olmaz ve tesadüfe havale edilemezse, şu yeryüzünde yüz binler muhtelif taburlardan oluşan hayvanlar ve bitkiler ordusunun kumandansız ve meliksiz olması mümkün müdür?
Bu öyle bir ordudur ki, milletleri farklı ve silahları farklı ve elbiseleri farklı ve talimatları farklı ve suretleri farklı ve erzakları farklı. İşte böyle bir ordunun meliksiz ve kumandansız olması hiç mümkün müdür? Bu ordunun öyle bir meliki var ki, hiç birini unutmaz ve hiçbir işi birbirine karıştırmaz. İşte bu ordu, misalimizdeki ordudan ne kadar büyükse, büyüklüğü ve mükemmelliği nispetinde kumandanları olan Allah’ı, Melik ve Sultan ismiyle bizlere tanıttırır. Bizim vazifemizse: Kâinat sarayına bakıp bu sarayın sultanı olan Allah’ı, “Ey mülkün sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin. Hayır senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kadirsin!” ayeti ile zikir etmek ve zemin yüzündeki ordulara bakıp bu orduların kumandanı olan Allah’ı, “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” ayetiyle yâd etmek, O’nu Melik ismiyle tesbih ve tefekkür etmek ve her şeyin kendisine itaat ettiği O Melik’e itaat ederek ona abd ve kul olmaktır.
El-Kuddüs Allah Kuddüs’tür. Bütün kusur ve noksanlıklardan uzaktır. Âcizlikten, fakirlikten, zaaftan ve bütün eksikliklerden münezzehtir. Bu ismin diğer bir manası ise bütün yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyendir. Evet, güzellik güzelden gelir, mükemmellik kemalden gelir, ihsan cömertlikten ve servet zenginlikten gelir. Bu âlem bütün güzelliğiyle Cenab-ı Hakk’ın güzelliğine, kusursuzluğuyla O’nun sonsuz ilmine, icadı ve intizamlı hareketleriyle O’nun eşsiz kudretine, hazineleriyle nihayetsiz servetine, ihsanlarıyla O’nun sınırsız cömertliğine işaret eder. Yani sözün özü: Kâinat bütün güzelliğiyle ve mükemmelliğiyle O’nun kemaline ve Kuddüs ismine bir aynadır. Şimdi de Kuddüs isminin diğer bir cilvesi olan, “Yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyen” manasına bakacağız! Bir sokak görseniz, bir süpürge tarafından temizleniyor ve sizler süpürgeyi tutan eli görmeseniz. Acaba bütün dünya toplansa, bu sokağı bizzat süpürgenin
kendisinin temizlediğini iddia etse, inanır mısınız? Elbette hayır! Hatta bu iddiaya gülersiniz. Çünkü: • Sokağı süpürmek için hayat sahibi olmak lazım. Hayatı olmayan süpüremez. Hâlbuki süpürgenin hayatı yok. • Hem süpürenin kuvveti olmalı. Hâlbuki süpürgenin kuvveti de yok. • Hem süpürenin iradesi olmalı. Temizlemeyi temizlememeye tercih etmeli. Hâlbuki süpürgenin iradesi de yok. • Ve bu sıfatlarla birlikte ilmi olmalı, süpürmeyi bilmeli. • Merhameti olmalı. Sokak sakinlerine acımalı. • Hikmeti olmalı, faydayı anlayabilmeli. Ve daha birçok sıfatı olmalı. Hâlbuki bu sıfatların hiçbiri süpürgede yok. İşte bundan dolayı, süpürgeyi tutan eli görmesek de bu hikmetli faaliyeti, bu sıfatları taşıyan bir faile veririz. O eli görmememiz yokluğuna delalet etmez, bilakis bu hikmetli faaliyet onun varlığına delalet eder. Acaba küçücük bir sokağı temizlemek bile süpürgeye isnat edilemezse, bu koca kâinatı ve kâinatın sokaklarından biri olan Dünya’yı temizlemek, nasıl olur da süpürge hükmündeki sebeplere havale edilebilir. Evet, bu kâinat ve bu Dünya, daima işler büyük bir fabrika ve her vakit dolarboşalır bir han ve bir misafirhanedir. Hâlbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler enkazlarla ve süprüntülerle çok kirleniyor. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Hâlbuki bu kâinat fabrikası ve dünya misafirhanesi o derece pak, temiz ve kirsizdir ki lüzumsuz bir şey, menfaatsiz bir madde, tesadüfî bir kir bulunmaz. Bulunsa da çabuk bir şekilde temizlenir. Demek, bu fabrikaya bakan zat çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve bu büyük sarayı, küçük bir oda gibi süpürtür, temizler. Bir insan bir ay yıkanmazsa, küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu âlem sarayındaki paklık ve temizlik, hikmetli ve dikkatli bir temizlikten ileri geliyor. Eğer o daimî temizlik ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri yeryüzünde boğulacaklardı. Ve uzaydaki yıldızların enkazları ölüme sebebiyet verecek, dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı… Hâlbuki bu âlem Kuddûs isminin tecellisiyle yıkanmış ve temizliğiyle O’nun Kuddüs ismine ayna olmuştur. İşte denizler! Her gün binlerce balık ölür, ama hiçbir cenaze göremezsiniz.
İşte ormanlar! İçlerinde yüz binlerce hayvan yaşar, her gün binlercesi doğar ve binlercesi ölür, ama kirlilik eseri yok. Ve mahlukların kendilerini nasıl temizlediklerine bak! Kuddüs isminin bir cilvesini gör! Ve şimdi de Kuddüs isminin askerleri ve memurları olan hayvanata bak! Kim onlara temizlik yapmayı öğretti? Ve kimin emriyle çalışıyorlar? Acaba yaratılış gayemiz ve vazifemiz Allah’ı tanımak ve O’nu isim ve sıfatlarıyla bilmek olmasına rağmen, hiç bulutlardan indirilen yağmur damlalarıyla yeryüzünün yıkandığını gördüğümüzde Allah’ı Kuddus ismiyle yâd ettik mi? Yağmurların yağması Kuddüs isminin bir cilvesi olduğu gibi, rüzgârların esmesi de bu ismin bir tecellisidir. Bu sayede havadaki pis kokular ve zemin yüzü temizlenir. Ve göz kapakları gözleri temizlemekle bu isme aynadır. Ve biz her nefes alıp vermekte kanımızın temizlenmesiyle Kuddüs isminin cilvesine her an mazhar oluruz. Ve bu ismin tecellisi sayesinde simsiyah topraktan ve kupkuru dallardan çıkartılan tertemiz sebze, meyve ve çiçeklere bak! Ve sonra, Ya Kuddüs! Ya Kuddüs! Ya Kuddüs! diyerek yaratanını tesbih et!
Es-Selam Bu ismin üç manası vardır. 1- Selamete çıkartan. 2- Selamette olan yani zatının tüm hata ve kusurlardan münezzeh olması. 3- Kullarına cennette selam veren. Şimdi bu üç manayı tek tek anlamaya çalışalım. 1- Selamete çıkartan Allah Selam’dır. Bu isim ile yarattıklarına tecelli edince onları düşmanlardan, sıkıntılardan, tehlikelerden, musibetlerden ve her türlü kederlerden selamete çıkartır. Selam isminin bu manası şöyle maddeleyebiliriz: • Yarattıklarını düşmanlarının saldırılarından kurtarmakla selamete çıkartması: Her varlığın onlarca düşmanı vardır. O varlığın düşmanlarının saldırılarından kurtularak selamete ulaşması Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.
• Hayatının devamı için lazım olan cihazları vermekle selamete çıkartması: Sineğe kanat takmaktan tutun, balığa süzgeç takmağa; ağaçlara yaprak ve çiçek takmaktan tutun, her mahluku, hayatının devamı için gerekli olan cihazlarla donatmaya kadar her ihsan Selam isminin bir tecellisidir. • Kullarını tehlikelerden kurtarmak suretiyle selamete çıkartması: Mesela, anne karnında bir bebek düşünün! Gayet aciz, zayıf ve savunmasız… Onu o dar mekânda boğulmak, aç kalmak, zehirlenmek gibi tehlikelerden muhafaza edip selametle dünyaya çıkartmak, Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir. Yine insanın görünmeyen düşmanları olan Mikroplar! Mikroplara karşı insanın bedeninde bir savunma sistemi kurmak ile onları hastalıklardan korumak ve bazen birçok hikmete binaen hasta edip şifa vermek de Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir. İnsanın vücuduna savunma sistemi kuran Allah-u Teâlâ, büyük bir insan olan dünyayı da savunma sistemleri ile donatmış ve Selam ismini farklı farklı tecellileri ile bizlere tanıttırmıştır. İşte bunlardan bir tanesi: Dünyamızı çepeçevre kuşatan atmosfer! Canlılar için zararlı olabilecek gök taşlarından, zararlı ışınlara kadar birçok tehlikeye siper olmakla Allah’ın Selam ismine büyük bir ayna olmuş. Bizler de her an bu isme aynayız ve bu ismin tecellisine muhtacız. Kaçınılmaz bir trafik kazasından umulmadık bir şekilde kurtulmak; canlı çıkılması mümkün olmayan bir kazadan yara almadan çıkmak; çatıdan düşen bir kiremitin başımıza değil de yanımıza düşmesi; depremde evimizin yıkılmaması veya yıkılan bir binanın altından ölmeden kurtulmak; tehlikeli bir ameliyattan sağ salim çıkmak ve bunlar gibi görünür ve görünmez tehlikelerden selamete çıkmamız Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir. 2- Bütün kusurlardan selamette olan Selam isminin ikinci manası: Allah’ın bütün eksikliklerden ve kusurlardan münezzeh olması yani selamette olmasıdır. Selam isminin bu manası Kuddüs ismine benzer. Bu manada her bir mahlûk Allah’ın Selam ismine şahitlik eder. Dilerseniz bir çiçeğin Allah’ın Selam ismine olan şehadetini hep beraber görelim. Bir gülü yaratmak için sanatkârının hangi sıfatlara sahip olması gerekir? İlk önce aciz olmamalı, kudreti sonsuz olmalı. Çünkü çiçeği basit bir tohumdan çıkartmak ancak sonsuz bir güce sahip olmakla mümkündür. Aciz olan çiçeğe usta olamaz. İşte çiçek, varlığı ile Allah’ın acizlikten selamette olduğuna ve O’nun sonsuz bir kudrete malik olduğuna şehadet eder.
Yine ustası cahil olmamalı, âlim olmalı. Çünkü çiçekteki hikmet ve sanat ancak sonsuz bir ilmin varlığı ile izah edilebilir. Hem bu çiçek güneşinden, havasına; bulutundan toprağına kadar bütün âlem ile alakadardır. Bu münasebetleri ancak ilim sahibi bir zat düzenleyebilir. İşte çiçek kendindeki sanat ve hikmetin lisanıyla ve her şeyle münasebetlerinin düzenlenmesi cihetiyle Allah’ın cahillikten salim olduğuna ve nihayetsiz bir ilme sahip olduğuna işaret eder. Yine çiçeğin ustası kör olmamalı, görmeli. Çünkü yapan yaptığını görür, göremeyen yapamaz. İşte gül, varlığı ve kendindeki mükemmel sanat ile Allah’ın körlükten selamette olduğuna ve her şeyi gören basir olduğuna şehadet eder. Çiçek yoktu, var oldu. Varlığı yokluğuna tercih edildi. Demek sanatkârında irade sıfatı vardır. Tercih edemeyen ve iradesi olmayan çiçeği yapamaz. İşte çiçek, varlığının yokluğuna tercih edilmesiyle Allah’ın iradesizlikten selamette olduğuna ve mutlak irade sahibi olduğuna şehadet eder. Hem bakın, çiçeğe nasıl merhamet ediliyor ve ihtiyaçları ne kadar güzel karşılanıyor. Çiçek bu haliyle, Allah’ın merhametsizlikten selamette olduğuna ve Rahim ismiyle isimlendiğine şehadet eder. Bu çiçek gibi milyonlarcası aynı anda yaratılıyor. Her birine farklı ziynetler takılıyor. Demek bunların sahibinin bitmez ve tükenmez hazineleri vardır. Fakir olan bunlara sahip olamaz. İşte çiçek, binler arkadaşı ile Allah’ın fakirlikten selamette olduğuna işaret eder ve gani yani zengin olduğunu ispat eder. Daha bunlar gibi daha birçok lisan ile o çiçek, Cenab-ı Hakk’ın bütün kusurlardan beri olduğunu ispatla O’nun Selam ismiyle müsemma olduğuna işaret eder. İşte her bir mahlûk yüzlerce lisanlarla Allah’ın Selam olduğuna ve bütün noksanlıklardan ve kusurlardan beri olduğuna şehadet ederler. 3- Cennette kullarına selam veren Selam isminin üçüncü manası: Cennette kullarına selam verendir. Bu mana Yasin suresinde “Onlara Rabb-i rahimlerinden bir selam vardır” ifadesiyle beyan edilmiştir. Allah-u Teâlâ, bu dünyada Selam ismini bizlerde tecelli ettirdiği gibi bu isimle bize cennette de tecelli etsin ve bizler Allah’ın selamını işitmekle bahtiyar olalım. Âmin
El-Mü’min Bu ismin 4 manası vardır. 1. manası; mahlukatını korkulardan emin kılması ve onları güven içinde yaşatması. 2. manası; kullarına iman nurunu vermesi ve onları mümin yapması. 3. manası ; Allah’ın emin olması, sözünde sadık olup vaadinden dönmemesi. 4. manası ise: Kullarının emin olup, sözlerinde sadık ve güvenilir olmasıdır. 1- Yarattıklarını korkulardan emin kılması ve onları güven içinde yaşatması Şimdi başınızdan geçmiş en korkunç hadiseyi düşünün. Bu bir deprem korkusu, yangın korkusu, kaza korkusu, veya ölüm korkusu gibi bir korku olabilir. Hayalinizle o ana gidin ve o korkuyu kalbinizde bir daha hissetmeye çalışın. Ve şimdi şunu düşünün: Bir ömür boyu bu korku ile yaşamak zorunda olsaydınız ne yapardınız? Ve hayat sizin için ne kadar zor ve çekilmez olurdu….? Hal böyle iken acaba şimdiye kadar kalbimize yerleştirilen bu emniyet duygusu için hiç şükür ettik mi? Ve bu halin, Allah’ın hangi isminin tecellisi olduğunu hiç düşündük mü? Halbuki Allah, “her şey zıddıyla bilinir” kaidesiyle, bu nimetin farkına varabilmemiz için bazı insanları bu nimetten mahrum ediyor. Tıp diliyle panik atak, depresyon, ve benzeri hastalıklarla, güven ve emniyet duygusunu onlardan alıyor, yani mümin ismiyle onlara tecelli etmiyor. Ta ki bizler bu nimetin farkına varalım ve Mümin olan Allah’a şükür secdesi yapalım… İşte Allah mümin ismiyle kuluna tecelli ettiğinde, kalbine korku ve endişelerine karşı bir emniyet duygusu koyar. Eğer bu ismin tecellisi bir an bizden çekilseydi, korku ve endişelerin hücumuyla aklımız başımızdan gidecek ve dünya bize manevi bir cehennem olacaktı. O halde emniyet duygusu büyük bir nimettir , ve Allah’ın mümin isminin bir tecellisidir. Bu isim, insanlarda tecelli ettiği ve İnsanlar bu isme mahzar olarak emniyet içinde yaşadıkları gibi, hayvanlarda da bu isim tecelli eder ve onlarda bu ismin tecellisiyle güven içinde hayatlarını sürdürürler. Bizlere mümin ismiyle tecelli edip, kalplerimizi korku ve endişelerden emin kılan ve bizi bu nimetten mahrum etmeyen, rabbimize sonsuz şükürler olsun. 2- Kullarına iman nurunu vermesi ve onları mümin yapması Allah mümindir. Bu ismiyle kuluna tecelli ettiğinde kalbinde iman ışığını yakar. Allah’a iman eden her kul bu isme aynadır. Bu ismin tecellisiyle insan ateşe
tapmaktan, puta tapmaktan, güneşe ve diğer fanilere kulluk etmekten kurtulur, sahibini, malikini sultanını tanır. Evet iman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. İmanda binlerce mertebe vardır. Nasıl ki, güneşin ışığından bir su damlası ile bir denizin hissesi bir olmadığı gibi, mümin isminin Hz. Ebubekir-i sıddıktaki tecellisi ile bizlerdeki tecellisi elbette bir değildir. Bize düşen iman hakikatlerini çok tefekkür ile taklidi olan imanımızı tahkike çıkartmak ve bu ismin tecellisinden hissemizi ziyadeleştirmektir. 3- Allah’ın emin olması, sözünde sadık olup vaadinden dönmemesi Allah mümindir. Yani emindir, sözünde sadıktır. Vaadinden asla dönmez. Çünkü sözünde durmamak, vaadinden dönmek asla izzetine yakışmaz. İşte bu manada Allah, sözünden asla şüphe edilmeyendir. O halde madem Allah mümindir , vaad ettiklerini yerine getirecektir, ve madem günahkarlara cehennemi vaat ettiği gibi müminlere cenneti ve rızasını vaat etmiştir. O halde bize düşen; vaadine itimat ederek, ona hakkıyla kulluk etmektir. 4- Kullarının emin olup, sözlerinde sadık ve güvenilir olması İnsanların emin olup sözlerinde güvenilir ve sadık olması da bu ismin bir tecellisidir. Bu isim bu mana ile azami mertebede Efendimiz (s.a.v) de tecelli etmiş, dost ve düşmanlarının ittifakıyla Muhammedü-l emin ismini almıştır. Bize düşen Cenab-ı Hakkın bu ismiyle ahlaklanıp sözünde ve özünde doğru ve emin bir mümin olmak ve şu hadisi kulağımıza küpe yapmaktır: “Doğruluğa yapışın, ondan ayrılmayın. Zira doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete iletir.. kişi doğru söyledikçe ve doğruyu araştırdıkça Allah katında doğru yazılır. Yalandan kaçının, zira yalan kötülüğe götürür. Kötülük de cehenneme iletir. Kişi yalan söyledikçe ve yalan peşinde koştukça Allah katında yalancı yazılır”
El-Müheymin Allah Müheymindir. Bu ismin Allah hakkında 2 manası vardır: 1. Manası ile: Allah, koruyup, muhafaza edendir. Bir şeye göz kulak olan kişi o şeyin koruyucusu ve müheyminidir demektir. Muhafaza edene müheymin derler. 2. Manası ile Allah, yarattıklarını her an gözetleyen ve onların her haline şahit olandır. Şimdi bu ismin iki farklı manasını anlamaya çalışalım: 1- Allah, koruyup, muhafaza edendir.
Hücre bilimcilerinin araştırmaları neticesinde insanın bir tek hücresindeki DNA’larda 1 milyon sayfayı dolduracak bilginin var olduğu anlaşılmış. Dünyanın en büyük ansiklopedisi olan ANA Britanicanın 40.000 sayfa olduğu düşünülürse, bir tek DNA’nın taşıdığı bilginin büyüklüğü daha iyi anlaşılmış olur. Dünyanın en büyük ansiklopedisindeki bilgilerden 25 kat daha fazla bilgi, mikroskop ile yüzlerce defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bir hücrede ki DNA’lara yerleştirilmiş. Böyle harikulade bir işin tesadüf eseri olması mümkün müdür? Acaba bütün dünya toplansa, Ana Britanica ansiklopedisinin tesadüfler sonucu meydana geldiğine bizi inandırabilirler mi? Elbette hayır’ peki, Bu dev ansiklopediden yüzlerce defa daha mükemmel olan DNA ansiklopedisinin sebeplerden yada tesadüfler neticesinde meydana geldiği nasıl iddia edilebilir? İşte her bir DNA hücresi, kendisinde muhafaza edilen ve saklanan 1 milyon sayfalık bilgiyle, Allahı müheymin ismiyle bizlere bildirir. Allah bu ismin tecellisiyle insanların amellerini hafızalarında, amel defterlerinde ve levh-i mahfuzda muhafaza eder. Yine bu ismin tecellisiyle çiçeklerin ve bitkilerin programlarını çekirdek ve tohumlarında muhafaza eder. Ve bir sonraki baharda aynen iade eder. Ve hayvanların hayat programlarını ise yumurtalarda ve su damlacıklarında saklar ve muhafaza eder. Müheymin ismi hayat sahiplerinin programlarını ve amellerini muhafaza etmek ile tecelli ettiği gibi, yarattıklarını tehlikelerden korumak ve muhafaza etmekle de tecelli eder. Dilerseniz müheymin isminin bu manadaki tecellisini insan aynasında görelim: İnsanın en önemli organı olan beynini çok sert ve sağlam olan kafatası ile muhafaza etmek… Gözü göz kapakları ve kaşlarla muhafaza etmek…. konuşma ve tad alma cihazımız olan dili ağız ile muhafaza etmek…. bir elbise gibi giydirilen deri ile vücudumuzu dış etkenlerden muhafaza etmek… İç organlarımızı göğüs kafesinde muhafaza etmek ölmemek için gereken rızkı iç yağ suretinde vücudumuzda depo ederek açlıktan ölüme karşı muhafaza etmek… Bütün bunlar bu ismin bir tecellisidir. Ayrıca bize korku duygusu vererek muhtemel tehlikelerden sakındırmak da müheymin isminin bir tecellisidir. Eğer bu
isim bizde tecelli etmeseydi, elektrik tellerini tutabilir, trafikte korkmadan sürat yapabilir ya da hızla gelen trenin önüne atlayabilirdik. İşte Hayatımızın devamı ve muhafazası için vücudumuzda yerleştirilen bütün maddi ve manevi cihazlar, Allah’ın müheymin isminin bir tecellisidir. Acaba , yaratılış gayesi onu tanımak olan insan, bütün bu cihazlardan istifade eder de, bu cihazları kendine takan Allah’ı müheymin ismiyle bilmezse, aleme gönderiliş gayesine muhalefet etmiş olmaz mı? 2- Allah, yarattıklarını her an gözetleyen ve onların her haline şahit olması Müheymin isminin diğer manası; Allah’ın her şeye şahid ve gözeten olmasıdır. Perdesiz güneşe karşı yeryüzündeki eşya, güneşi görmemesi mümkün olmadığı gibi, müheymin olan Allah’a karşı da eşyanın gizlenmesi bin derece imkânsızdır. Çünkü her şey onun gözetlemesi altındadır. Her şeye nüfuzu vardır. Şu cansız güneş, şu aciz insan, şu şuursuz röntgen ışığı gibi nur sahipleri, sonradan yaratılmış ve kusurlu oldukları halde, onların nurları mukabilindeki her şeyi görüp nüfuz ederse, elbette Allah’ın müşahedesinden ve gözetlemesinden hiçbir şey gizlenemez. Madem bu kainatın sahibi olan Allah, kelamında hadid suresi 4. ayette; “Nerede olursanız olun, Allah yaptıklarınızı görendir” ve mücadele suresi 7.ayette “Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir.” ifadeleriyle Müheymin olduğunu beyan ediyor. Madem Allah her şeyi görür ve gözetir. Elbette bizi ve amellerimizi de görüyor ve gözetiyor. Acaba yaptığı kötü bir işin başkası tarafından bilinmesinden rahatsız olan insan, nasıl olur da, hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Allah’ın huzurunda günah işler ve ona isyan eder.
El-Aziz Yüksek bir dağa baktığınızda, helak olan bir kavmin kalıntılarının yanından geçtiğinizde, yıldızların, ayların, güneşlerin ve diğer mahlukların itaatini gördüğünüzde Allah’ı hangi ismiyle hatırlıyorsunuz? El-Aziz Aziz isminin 3 manası vardır. 1. Allah’ın izzet sahibi ve yüceler yücesi olması 2. Allah’ın mağlup olmayan galip olması 3. Yarattıklarının onun emrine itaat etmesidir. Şimdi Aziz isminin bu üç tecellisini alem aynalarında görmeye çalışalım: 1-İzzet sahibi ve yüce olan Allah azizdir. Yani Azamet, büyüklük ve kuvvet sahibidir. Şanı pek yücedir. Şu alemde kendine büyüklük verilen mahluklar Allahın aziz ismine aynadırlar. O yüksek dağlara, engin denizlere, denizlerde ki fırtınalara, uçsuz bucaksız çöllere, aylara, güneşlere, yıldızlara kulak verseniz hep bir ağızdan yâ aziz, yâ aziz, yâ aziz diyerek tesbih ettiklerini işitirsiniz. Aziz ismi alemde böyle gözüktüğü gibi insan da hatta devletlerde bile gözükür. Aziz isminin tecelli ettiği insanlar şu ayetin ifadesiyle ”Üstünlük, ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur.” Yani aziz olan yalnız Allah, O’nun resulü ve müminlerdir. Yine bu isim tarihe adını altın harflerle yazdıran Osmanlı imparatorluğunda ve Kur’an’ı kendilerine rehber yapan tüm devletlerde tecelli etmiştir. Şimdi bize düşen: Allah’ın aziz ismini alem sayfalarında okumak, lisan-ı halleriyle ya aziz ya aziz diye zikir eden mahlukatın tesbihatını işitmek ve kuranı kendimize rehber yaparak hem dünyada hem ahirette aziz olmaktır. 2- Mağlup olmayan galip Allah azizdir. Yarattıkları üzerine galiptir. Yer yüzü Allah’a asi olup ta böyle mağlup olmuş nice kavimlerin kalıntıları ile doludur. Bakın Allah, o asi ve inatçı kavimleri helak ettiğini kitabında nasıl anlatıyor. “Elçilerimiz Lut’a gelince, onlar hakkında tasalandı. Ve onlar(ı düşünmesi) sebebiyle takatten düştü. O’na: “Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de, aileni de kurtaracağız. Yalnız (azabta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesna” dediler.
“Biz şüphesiz bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık (feci) bir azap indireceğiz.”(dediler). Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir ibret nişanesi bırakmışızdır. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik ve Şuayb, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, ahiret gününe ümit bağlayın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın!” dedi. Fakat onu yalancılıkla itham ettiler. Derken, kendilerini bir sarsıntı yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Ad ve Semud’u da (helak ediverdik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar. Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helak ettik). Andolsun ki, Musa onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Halbuki (azabımızı aşıp geçebilecek değillerdi. Nitekim onlardan her birini günahları sebebiyle suç üstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (Ankebut 33-40) İşte Helak olan bütün bu kavimlerde Allahın aziz ismi haşmetiyle gözüküyor. Biz hiç bu kavimlerin yıkıntılarının arasından geçerken, onların yerle bir olmuş kabirlerini gördüğümüzde Allahı aziz ismiyle yad ettik mi? O kalıntıların ve harabelerin üzerinde Allahın Aziz ismini okuduk mu? Yada bizde Allah asi olursak, Allahın bizi de onları yakaladığı gibi yakalayacağını hiç düşündük mü? 3- Mahlukatının itaat etmesi Mahlukatının Allah’ın emrine itaat etmesi ve ona karşı gelememesi de Aziz isminin bir tecellisidir. Evet insan ve bazı canavarlardan başka, güneş, ay, yeryüzünden tutunda, tâ, en küçük mahluka kadar her şeyin dikkatle vazifesinde çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, büyük bir heybet altından umumi bir itaatin bulunması, gösterir ki, büyük bir celal ve izzet sahibi bir zatın emriyle hareket ediyorlar. İşte, vazifesini yapmakla ona itaat eden her bir mahluk bu itaatiyle Allah’ın aziz ismine aynadır.
Bütün mahlukat ona böyle itaat ederken, biz nasıl cesaret ederiz ki, isyanımızla öyle bir sultanının emirlerine karşı geliyoruz ki, yıldızlar, aylar, güneşler itaatkar askerler gibi emirlerine itaat ederler. Hem isyanımızla öyle bir azize karşı geliyoruz ki, öyle azametli ve itaatli askerleri var ki, farz-ı misal şeytanlar dayanabilselerdi, onları dağ gibi güllelerle taşlayabilirlerdi. Hem öyle bir sultanın memleketinde isyan ediyoruz ki, kullarından ve askerlerinden öyleleri var ki, değil bizim gibi küçük, aciz mahlukları, belki farz-ı muhal dağ ve yer büyüklüğünde asi bir mahluk olsaydık, dünya büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, bize atıp dağıtabilirlerdi.
El-Cebbar Allah Cebbardır. Cebbar isminin Allah hakkında şu manaları vardır. 1-Allah’ın dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olması. 2-Kullarının işlerini yoluna koyması ve eksikleri gidermesi. 3-Kırıkları onarması ve dertlere derman vermesi. 4-Çok büyük ve azametli padişah olması. Şimdi Cebbar isminin bu farklı manalarını tek tek anlamaya ve kainattaki tecellilerini görmeye çalışalım: 1- Allah’ın dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olması Allah cebbardır. Dilediğini zorla yaptırmaya muktedirdir. Hükmünü geri çevirecek ve takdirini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur. Emri ve hükmü her şeye hakimdir. Evet kim bu kainata dikkat ile baksa, kainatı; gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, idaresi gayet hikmetli, hakimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür. Her şeyi ve her mahluku birer vazife ile itaat halinde bulur. Kimi bir bal fabrikası, kimi bir süt çeşmesi olmuş, kimi rahmetin latif bir eli, kimi şu dünya misafirhanesine bir lamba ve soba olmuş. Bunlar gibi her bir mahluk Allah’ın kendisine emrettiği vazifeyle meşguldür. Ve o vazifeye isyan edemez. Güneş o cesametiyle ve büyüklüğü ile “ben bugün doğmayacağım, yada batmayacağım” diyerek Cebbar olan Allah’ın hükmüne karşı gelemez. Ay, kandil ve takvimcilik vazifesinden geri kalamaz. İnsandan başka her şey vazifesine gayet dikkat eder ve Cebbar-ı azim olan Allah’ın emrine boyun eğer, itaat eder.
İşte vazifesini yaparak Allah’ın emrine itaat eden ve ona karşı gelemeyip boyun eğen her mahlukta ‘Cebbar’ ismi görünür. Bizler bir tavuğun yumurtladığını, koyunun süt verdiğini gördüğümüzde hiç Allahın Cebbar ismini tefekkür ettik mi? Yada devenin üzerine binmiş ve seyahat eden bir adamı gördüğümüzde, deveyi insana hizmet yapmaya zorlayan Allah’ı Cebbar ismiyle zikredip ona hamd ettik mi? Çünkü insana itaat ettirilmiş ve vazifesine isyan edemeyen her mahlukta cebbar ismi tecelli eder. Evet kainatın zerrelerinden, semanın yıldızlarına kadar her şey Allah’a itaat ederek Cebbar ismine ayna oluyor ve onu Cebbar ismiyle tesbih ediyor. Yalnız bedbaht insanlar müstesna… Bakın Efendimiz (sav) Allah’ın Cebbar isminin hakikatine nüfuz ederek onu nasıl vasfetmiş; Ey azametine her şeyin boyun eğdiği, Ey kudretine her şeyin teslim olduğu, Ey izzetine karşı her şeyin zelil olduğu, Ey heybetine her şeyin huşu içinde boyun eğdiği, Ey saltanatına her şeyin teslim olduğu, Ey korkusundan her şeyin alçaldığı, Ey haşyetinden dağların parçalandığı, Ey emriyle göklerin ayakta durduğu, Ey izni ile yeryüzünün istikrar bulduğu… 2- Kullarının işlerini yoluna koyması ve eksikleri gidermesi Allah Cebbardır. Kullarının işlerini yoluna koyar ve onların eksikliklerini giderir. Cebbar ismi bu manasıyla devamlı bizde tecelli eder; Bir işsizin iş bulması, siftah bile yapamayan bir esnafın işlerinin açılması, borçlunun borçtan kurtulması, dersleri zayıf olan bir öğrencinin derslerini düzeltmesi, yakacak odun kömürü olmayan bir ailenin bu ihtiyacının giderilmesi, eksik bir dosyanın evraklarının tamamlanması ve bunlar gibi işlerin yoluna konulup eksiklerin giderildiği bütün işlerde Allah’ın Cebbar ismi tecelli etmiştir. Maddi alemde bu manasıyla tecelli eden Cebbar ismi manevi alemde tecelli ettiğinde kullarının hallerini ıslah eder, onlara tövbeyi nasip eder, ahlaklarını güzelleştirir, yapamadıkları ibadetleri onlara kolaylaştırır ve kulunun mana alemindeki eksikliklerini giderir. Allah Cebbar ismi hürmetine maddi ve manevi işlerimizi yoluna koysun ve eksikliklerimizi gidersin.
3- Kırıkları onarması ve dertlere derman vermesi Allah Cebbardır. Kırıkları onarır, dertlere derman ihsan eder. Kırılan bir kalbin tesellisi Cebbar ismi ile olur. Kırılan bir kemik bu ismin tecellisiyle iyileşir. Tereddüt içinde bocalayanlara maddi ve manevi yollar gösterir, ihtiyaç sahiplerine imdat eder, ağır belalara düşen kullarının feryadına yetişir. Hastalar bu isimde şifa, dertliler dertlerine derman bulur. Demek ki hastaya şifa, dertliye deva, borçluya eda bu isim ile gönderilir. Küsler bu ismin tecellisi ile barışır, Meselemiz Allah’ı tanımak ve her şeyde ona bir pencere açmak. Acaba kırılan bir eşyamızı birbirine yapıştırdığımızda, bu fiilin Cebbar isminin bir tecellisi olduğu hiç düşündük mü? Veya borcumuz var ama ödeme imkanımız yok. Kara kara düşünürken hiç beklemediğimiz bir yerden gelen yardımla borcumuzu ödediğimizde, derdimize derman olan Allah’ı Cebbar ismiyle tefekkür ettik mi? 4- Çok büyük ve azametli padişah olması Allah Cebbardır. Çok büyük ve azametli padişahtır. O öyle bir padişahtır ki; saltanatının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. Onun saltanatından başka hiçbir saltanatın devamı da yoktur. O öyle bir sultandır ki; sineğin kanadından, semavatın kandillerine kadar, bedenin hücrelerinden, semanın burçlarına kadar her şey O’nun mülküdür. O koca güneş O’nun mülkünde küçük bir lamba, yıldızlar birer kandil ve ay bir takvimcidir. Evet kainatın sultanı birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir. Bu manalar insana ifade eder ki; O’nu bulan neyi kaybeder? Ve O’nu kaybeden neyi bulur? Sultan-ı Kainatı bulan her şeyi bulur. Hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtulur. O’nu bulamayan ise hiçbir şey bulamaz. Bulsa bulsa başına bela bulur.
El-Mütekebbir Allah mütekebbirdir. Bu ismin manası; Allah’ın, azameti ve büyüklüğü, ancak kendi zatına layık görmesi ve her hadisede büyüklüğünü göstermesidir. Bu itibarla bu isim; depremlerle yeryüzünün sallanmasında, bulutlara başları değen dağlarda, sema denizinde yüzen yıldızlarda, ağaçları kökünden koparıp savuran hortum ve fırtınalarda, gök gürlemesinde ve çakan şimşeklerde ve kendisinde büyüklük ve azamet görünen her eserde tecelli eder. Allah’ın niçin mütekebbir olduğunu ve büyüklenmek niçin sadece Allah’a mahsus olduğunu anlamak için ilk önce Allah’ın zatının, isim ve sıfatlarının ve fiillerinin büyüklüğünü anlamak gerekir. Bu büyüklük anlaşıldığında şu hadisin sırrı da anlaşılacaktır: “Büyüklük ridam, azamet örtümdür. Kim bunlardan birisinde bana ortaklığa kalkışırsa onu cehenneme atarım.” Evet şimdi, Allah’ın mütekebbir ismine ulaşmak için zatının, isim, sıfat ve fiillerinin büyüklüğünü görmeğe çalışalım. Büyüklük Allah’ın zatına mahsustur. Ne kadar büyük ve büyüklük ifadesi varsa onun büyüklüğü yanında bu ifadeler ne kadar küçüktür. Akıl, Allah’ın bu büyüklüğünün mahiyetini anlamaktan acizdir ki, O’nu en iyi tanıyan gönüllerin sultanı (sav) bakın onu nasıl vasfetmiş: Ey gözlerin zatını idrak ve ihata edemediği, Ey vasfedenlerin kendisini hakkıyla vasfedemediği, Ey akıl ve anlayışların zatını kavrayamadığı, Ey fikirlerin büyüklüğünü anlayamadığı, Ey azamet ve kibriya örtüsü olan… Evet akıl, Allah’ın zatının mahiyetini anlamaktan acizdir. Bu şuna benzer; Bir kitabı gördüğümüzde, onu yazan katibin varlığını biliriz ve onu kabul ederiz. Ve bu katibin ilim sahibi olduğunu biliriz. Çünkü kitabı ilmiyle yazmıştır. İlmi olmayan kitap yazamaz. İrade sahibi olduğunu biliriz. Çünkü yazmayı, yazmamaya tercih etmiştir. Kudret sahibi olduğunu biliriz. Çünkü kalemi tutamayan kitap yazamaz. Hayat sahibi olduğunu biliriz, çünkü hayatı olmayan bir kitaba katip olamaz. Ve bunlar gibi ona ait olan bir çok isim ve sıfatı biliriz.
Ancak onun kim olduğu ve boyu, kilosu, rengi gibi zatının özellikleri hakkında fikir yürütemeyiz. Aynen bunun gibi, şu kainat kitabı da, bu kitabı yazan Allah’ın ilmine, iradesine, kudretine, hayatına ve diğer isim ve sıfatlarına delalet eder. Ancak az önceki misalde kitabın katibi hakkında fikir yürütemediğimiz gibi, kainat kitabının katibi olan Allah’ın zatı hakkında da fikir yürütemeyiz. Zira akıllar onun zatını kavrayamaz, fikirler O’nun büyüklüğünü anlayamaz ve vehimler ve hayallar O’nun künhüne ulaşamaz. İsim ve sıfatlarında büyüktür Allah’ın isim ve sıfatları nihayetsizdir. Kudreti, ilmi, iradesi, görmesi, işitmesi sonsuz olduğu gibi rahmeti, ihsanı, hikmeti ve diğer bütün isim ve sıfatları da nihayetsizdir. Bu isim ve sıfatların büyüklüğünü söz sultanı olan Efendimiz (sav) şöyle beyan buyurmuş: Ey İlmi her şeyi kuşatan, Ey kudreti her şeye yeten, Ey her şeyi engelsiz gören, Ey her sesi işiten ve cevap veren, Ey en yüce sıfatlar ve en güzel isimler kendisine ait olan, Ey en geniş rahmetin sahibi, Ey daimi izzet sahibi, Ey hakimler hakimi, Ey adillerin en adili, Ey ikram edenlerin en kerimi, Ey merhametlilerin en rahimi… Allah fiillerinde büyüktür Bir terzi bir ağaca veya bir hayvana kaç günde elbise dikebilir? Öyle bir elbise dikmeli ki, ağaç ve hayvan büyüdükçe elbise de büyümeli, ne bol, ne dar olmalı. Evet bir terzi değil, dünyanın bütün terzileri bir araya gelse bir karıncaya elbise dikemez. Halbuki Allah her an milyonlarca bitki ve hayvana mükemmel elbiseler giydirerek elbise dikmek fiilindeki büyüklük ile mütekebbir ismini göstermektedir. Bir boyacı bir papağanı kaç günde boyayabilir? Öyle bir boya ki, renkler birbiriyle uyumlu olup, ne solmalı, ne de dökülmeli. Evet bir boyacı değil, dünyanın bütün boyacıları bir araya gelse suyun içinde yüzen bir balığa o çıkmaz boyayı vuramaz. Nerede kaldı ki bulunduğu ortama göre 7-8 farklı renge bürünen ahtapotu
boyayabilsinler. Halbuki Allah her mahluku en güzel renklerle boyamakla, boyama fiilindeki büyüklük ile Mütekebbir ismini göstermektedir. Bir yönetici tek başına, yardımcısız kaç kişiyi idare edebilir? Öyle bir idare ki, onların halinden haberdar olup, seslerini işiterek ihtiyaçlarını görmeli. Halbuki öyle idareciler görüyoruz ki, binlerce yardımcısı olmasına rağmen küçük bir topluluğu idare edemiyor. Şimdi bakın Allahın idaresine; kainat, intizamından mükemmel bir şehir hükmüne girmiş. İçindeki her bir mahluk hikmetle idare ediliyor. Her birinin sesi işitiliyor, ihtiyacı görülüyor. İşte kainattaki mükemmel idare ile Allah idare etmek fiilinin büyüklüğü ile Mütekebbir ismini göstermektedir. Bir marangoz ağaç ve tahtadan ancak bir masa veya sehpa yapabilir. Bakın sanatında dahi akılları hayrete düşüren zata; ağaç ve tahtadan, renkleri, tatları, şekilleri, kokuları farklı binlerce meyveyi icad ediyor. Ve sanatla yaratmak fiilinin büyüklüğü ile Mütekebbir ismini gösteriyor. Bir heykeltıraş bir taş parçasını yontarak bir heykel yapabilmek için aylarca çalışıyor. Halbuki Allah bir su damlasından saniyede 4, günde 300 bin insan yaratıyor. Hem de öyle taştan değil, cansız değil, hayat sahibi. Ve insanın yaratıldığı o saniyede, mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sinek ve böceklerden ve diğer canlılardan hadsiz fertlerinde yaratıldığı ve yine o saniyede bir milyona yakın bitki nevlerininde yaratıldığı göz önüne alınırsa Allahın yaratmak fiilindeki büyüklük ile belki Mütekebbir ismi bir nebze anlaşılır. İşte bu fiillere, beslemek, suret vermek, hayat vermek, öldürmek ve diğer fiilleri kıyas edelim. Ve Allahın Mütekebbir ismini bir parçada olsa anlamaya çalışalım. Netice olarak Allah’ın zatının, isim ve sıfatlarının ve fiillerinin büyüklüğü ve azametinden dolayı Allah Mütekebbirdir. Büyüklüğü ve azameti ancak kendi zatına layık görür. Madem sadece Allah Mütekebbirdir ve büyüklenmek ona mahsustur. Kula düşen şu ayete kulak verip tevazu ile onun büyüklüğü ve azameti karşısında hayretle ve muhabbetle secdeye kapanmasıdır; “ Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilir, nede boyca dağlara erişebilirsin.” (İsra 37)
El-Halık Halık; yoktan var eden ve yaratan demektir. Halık ismi alemde en çok tecelli eden isimlerden biridir. Zira yokluk karanlıklarından varlık alemine çıkan her mahlukta ‘halık’ ismi tecelli eder. Aleme bakıyoruz ve görüyoruz ki, eşya ve bilhassa hayat sahibi olanlar, birdenbire ve çok kısa bir zamanda vücuda geliyorlar. Mesela saniyede 4 insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz takılıyor. Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Halbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gayet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış Allah’ın halık isminin kemalini bizlere gösteriyor. Acaba bir harf katipsiz olabilir mi? Yada şöyle sorsak; bir odaya bir kalem ve bir kağıt koysak, aradan 1000 sene geçse, manalı bir yazının hatta bir harfin kağıtta gözükmesi mümkün müdür? Elbette hayır. Zira bir harfin yazılabilmesi için; harfin varlığını, yokluğuna tercih edecek irade sahibi bir katibe ihtiyaç vardır. Halbuki ‘irade’ kalemde ve kağıtta yoktur. Ayrıca onu yazabilecek katibin hayat sahibi de olması gerekir. Çünkü hayatı olmayan, bir harfe katip olamaz. Halbuki kalem ve kağıtta hayat ta yoktur, cansızdırlar. Bununla birlikte katibinde kudret ve ilim gibi diğer sıfatlarında olması gerekir. Halbuki kalem ve kağıt bu sıfatlardan da yoksundur. O halde bir kağıt üzerinde manalı bir yazı hatta bir harf görsek, bu yazının katibini inkar edebilmek için iki şeyden birisini yapmamız gerekir; 1- Yazının varlığını inkar etmek ve onu yok kabul etmek; Zira yazıyı inkar ettiğinizde, katibi inkar edebilir ve “yazı yok ki, katip gereksin” diyebilirsiniz. 2- Kaleme katiplik sıfatlarını vererek, onun katip olduğunu ve yazıyı kalemin bizzat kendisinin yazdığını iddia edebilirsiniz. Katibi inkar edebilmek için 3. bir seçenek yoktur. Bu iki şıktan birisini tercih edemeyen, katibin varlığını kabul etmek zorundadır ki, bu iki şıktan birini tercih etmekte akıldan istifa etmekle mümkündür.
v Aynen bunun gibi, kainat ta mükemmel bir kitaptır. Dünya bu kitabın küçük bir bölümü, bahar mevsimi bir sayfası, o mevsimde yaratılan mesela papatya nevi bir satırı, her bir papatya bir kelimesi ve o çiçeğin çekirdeği, bu kitabın bir noktasıdır. Bu kitabın katibi ve Halıkı olan Allah’ı inkar edebilmek için iki şeyden birini kabul etmek gerekir; 1- Kainatın varlığını inkar etmek ve alemi yok saymak; zira kainatı yok kabul ettiğinizde, yaratıcıyı inkar edebilir ve “eser yok ki, yaratıcısı ve ustası olsun” diyebilirsiniz. Ancak bunu yaptığınızda, ağaçların yapraklarından tutun, semavatın kandillerine kadar her şey “biz buradayız, varız” diyerek size tekzip eder ve yalanlar. 2-Kaleme katiplik sıfatlarını vermek gibi, maddeyi teşkil eden atomun, yaratıcının sıfatları olan irade, hayat, ilim, kudret gibi sıfatlara sahip olduğunu iddia etmek ve eşyayı onun yarattığını kabul etmek gerekir. Bu ise bir önceki şık gibi mümkün değildir. Zira elimize bir hokka mürekkep alsak ve boş bir kağıdın üzerine döksek, asla manalı bir sayfa var olmaz. O halde sayfadaki mana, mürekkebi katiplik ve faillik makamından kovar. Çünkü sayfadaki mana katibinin ve failinin irade, kudret ve ilim sahibi olduğu gösterir. Bu sıfatlar ise mürekkepte yoktur. Öyleyse sayfaya katip olamaz. Ve bütün dünya toplansa, bu sayfada mana ifade eden kelime ve cümlelerin, mürekkebin tesadüfen dökülmesi sonucu oluştuğuna bizi ikna edemez. Kainat da atom mürekkebiyle yazılmış böyle manalı bir kitap değil midir? Bu manalı kitabın, mürekkep hükmündeki iradesiz, kudretsiz, hayatsız, ilimsiz sebeplerden meydana geldiğine nasıl inanılabilir? Ve bunu kabul edenlere akıllı ve insan denilir mi? Şimdi gelin Hâlık isminin insandaki tecellisini yaratıcısının kelamı olan Kur’an’dan dinleyelim: “Şanım hakkı için biz insanı çamurdan, süzülmüş bir hülasadan yarattık. Sonra onu sağlam bir yerde bir nutfe olarak yerleştirdik. Sonra o nutfeyi bir alaka olarak yarattık, sonra o alakayı bir mudga olarak yarattık, sonra bu mudgayı bir takım kemikler halinde yarattık, sonra bu kemiklere bir et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratılışla insan olarak meydana getirdik. İşte yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.” (Mu’minun 12-14)
El-Bari El-Bari; Kusursuz yaratan’ demektir. Bu isimde el-halıkisminden farklı olarak şu manalar vardır; 1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan, 2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan, 3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir. Şimdi bari isminin bu üç manasını kainat kitabının sayfalarında okumaya çalışalım; 1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan Ham maddesi hazır olan bir bardağı yapmak için ilk önce ne yaparsınız? Yapmanız gereken ilk şey; bardağa bir kalıp hazırlamaktır. Maddi bir kalıp olmadan bir bardağı asla yapamazsınız. O halde şekilleri birbirinden farklı 50 bardak yapacak olsanız size 50 farklı kalıp lazımdır. Demek en basit bir eşyayı yapmak için maddi kalıplara ve bir ustaya ihtiyaç var. Ve usta ve kalıp olmaksızın o eşya var olamıyor. Şimdi bir sineğin yada bir çiçeğin yaratılması için neler gerekli buna bakalım; 1- O çiçek ve sineğin planını çizmek ve programını yapmak, 2- O çiçek ve sineği oluşturan atomları ve maddeleri şu alemin her köşesinden toplamak, 3- Topladığı atom ve maddeleri ince bir elek ile eledikten sonra o çiçek ve sineğe lazım olacak kadarını hassas bir ölçüyle belirleyip almak, 4- Ve aldığı bu maddeleri bir kalıba dökerek, düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde onu yapmak. O halde mesela bir toprağa bir gül tohumunu attığımızda, o toprağın ‘gülü yaratmak’ fiiline sahip olabilmesi için, gülün plan ve programını yapabilmesi, güle lazım olan maddeleri alemden toplayabilmesi, hassas bir teraziyle ona lazım olan kadarını ayırabilmesi ve bu maddeleri maddi bir kalıba dökebilmesi gerekir. Bir gül ancak bunlar yapıldıktan sonra var olabilir. İlk 3 maddeyi bir kenara bırakıp, sadece maddi kalıbının olması gerektiği hakkında biraz düşünürsek; madem o toprak, kendisine atılan binlerce farklı tohumdan, farklı bitkiler çıkartabiliyor. O halde o toprakta, yeryüzündeki bitkiler adedince maddi kalıpların var olduğunu kabul etmek gerekir.
Ayrıca her bitkinin yaprakları, meyveleri, çiçekleri, şekilleri farklı olduğundan, o toprakta sadece bitkiler adedince kalıplar değil, aynı zamanda yapraklar, meyveler, çiçekler adedince maddi kalıpların var olduğunu da kabul etmek gerekir. Bunu kabul etmek ise öyle bir fikirdir ki, alemdeki bitkiler, çiçekler ve meyveler adedince imkansızlık ve hurafeler içinde bulunur. Halbuki bu sanatlı bitkiler ve hikmetli eserler Allah’ın bari ismine isnad edildiğinde, o atomlar Allah’ın ilminin ve kaderinin manevi kalıplarına, kudretinin sevkiyle girerler. Ve düzgün ve tertipli bir şekilde çıkarlar. O halde bizler bir elmaya, bir kelebeğe, bir çiçeğe, bir insana ve insanın azalarına, sözün özü, her bir mevcuda baktığımızda, ondaki bir kalıptan çıkarcasına düzgün ve tertipli yaratılışı görerek Allah’ı ‘bari’ ismiyle tesbih etmeliyiz. Demek düzgün ve tertipli yaratılan her şey, Allah’ın bari isminin tecellisine mahzardır ve okuyabilenler için Allah’ın ‘bari’ isminin bir mektubudur. 2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan Azaların birbirine uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir. Bu manasıyla Bari ismi, İnsanlarda ve bütün hayvanlarda, hatta bitki ve ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Zira her mahlukun bütün azaları, birbiriyle uyum içinde yaratılmıştır. Mesela insana bakalım; İnsanın dili ile ağzı uyum içindedir. Eğer dili uzun olsaydı, ağzına sığmayacak ve hayat onun için ne kadar zor olacaktı. İşte dil ile ağız arasındaki bu uyum Bari isminin bir tecellisidir. Dil ile ağız arasındaki uyum gibi, dişler ile ağız arasında da bir uyum vardır. Dişler adeta inci gibi ağza dizilmiştir. Eğer dişlerimiz uzun olsaydı ve ağzımıza sığmasaydı, halimiz nice olurdu bir düşünün. İşte dişlerin, ağza uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir. Kaşlar ve göz arasındaki uyum da bu ismin bir tecellisidir. Kaşlar göze kadar uzamamakta ve insanın görüşünü etkilememektedir. Kaşların da saçlar gibi uzadığını ve insanın gözüne perde olduğunu düşündüğümüzde, Bari isminin tecellisine ne kadar muhtaç olduğumuzu anlarız. Yine insanın iki gözü ve iki kulağı arasındaki uyum, kolun uzunluğunun boy ile uyumu, el ve ayak parmaklarının arasındaki uyum, bacakların birbiriyle eşit uzunlukta olması, dişlerin kendi arasındaki uyumu ve iç organların birbiri arasındaki uyum hep Bari isminin bir tecellisidir. Bu ismin tecellisi sayesinde bir
ayak uzun, diğer ayak kısa olmamakta ve bütün azalar birbirini tamamlamaktadır. İnsanda azami mertebede tecelli eden Bari ismi, hayvanlarda da tecelli etmektedir. Kartala sinek kanadının takılmaması, sineğe arının iğnesinin verilmemesi ve her mahluka vücuduna uygun azaların takılması hep bari isminin bir tecellisidir. Bari ismi bu manasıyla ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Ağacın gövdesi ile dalları arasındaki uyum, dallar ile meyveler arasındaki uyum hep bari isminin bir tecellisidir. Hatta bir ağaca baktığınızda, yaprakların dallara gelişigüzel takıldığını zannedersiniz. Halbuki hakikat böyle değildir. Zira dala takılan her bir yaprak, diğer yaprağın güneşine en az mani olacak şekilde takılmaktadır. İşte bir ağaca yaprakların takılması dahi bu ismin tecellisi ile olmaktadır. Madem vazifemiz Allah’ı tanımak ve mahlûkatta tecelli eden isim ve sıfatlarını okumaktır ve bu vazife bizim yaratılışımızın en büyük gayesidir. O halde bizler hem kendimize hem de her bir mahlûka baktığımızda aza ve cihazlarımızın birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratıldığını görerek Allah’a hamd etmeli ve O’nu bari ismi ile tespih etmeliyiz. 3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir. Her yaratılan varlık, kainattaki nizama ve gayelere uygun bir şekilde icad edilmiştir. Mesela, insanı ele alalım; bütün azaları ve cihazları kainattaki nizama ve gayelere uygun olarak yaratılmıştır. Işığı görebilen göze, sesleri işitebilen kulağa, kokuları hissedebilen burna, yiyeceklerin tadını alabilen ve konuşmayı sağlayan dile, havayı teneffüs edebilen ciğerlere ve kainattaki nizama uygun diğer azalara sahiptir. O halde insanın gözünü yaratan kim ise, ışığı icad eden de odur. İnsana kulağı takan kim ise, sesleri var eden de odur. İnsana burnu ihsan eden kim ise, o burnun kokladığı varlıkları ve onlardaki kokuları yaratan da odur. İnsana dili takan kim ise, o dilin tattığı bütün yiyecekleri ve o dildeki konuşmayı icad eden de odur. Sözün özü; insan bu haliyle adeta şöyle der; “beni kim yapmış ise, alakadar olduğum bütün eşyayı ve kainattaki nizamı da o yapmıştır. Ben kimin mülkü isem, kainatta onun mülküdür. Ve O zatın adı bu cihetle El-Bari’dir. ” Ver her şey kainattaki gayelere münasip bir şekilde yaratılmıştır. Mesela, alemde hayatın devamı gibi bir gaye vardır. Her çiçek ve ağaç bu gayeye hizmet edecek
şekilde tasarlanmıştır. Adeta atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini ayarlayacak şekilde bir hesap uzmanı gibi çalışır. Bütün ömrü boyunca oksijen üreterek o dengeyi sağlar. Ölürken de ömür boyu karbondioksit emen o çiçek oksijen vererek ölür. Eğer atmosferde karbondioksit gazı çoğalsa, bütün bitkiler solunumlarını hızlandırır. Eğer bu nizamı sağlayan –haşa- Bari olan Allah değilse, şimdi soruyoruz; Acaba şuursuz olan bu bitkiler bir kimya mühendisi gibi nasıl çalışıyorlar? Hangi aletleriyle ölçüm yapıyorlar? Hayatın devamı onlar için niye bu kadar önemli? Karbondioksiti oksijene çeviren fabrikayı onun vücuduna kim yerleştirdi?… İnsanın azalarının kainattaki nizama uygunluğunu, çiçek ve bitkilerin alemdeki gayelerle olan münasebetini gördükten sonra, şimdi bir bal arısını, kelebeği, kuşu, balığı ve diğer canlı ve cansız mahlukları insan ve çiçeklere kıyas edelim. Ve onların yaratılışına, kainattaki nizama uygun cihaz ve azalarına bakarak şu sesi duymaya çalışalım; “Ben yaratılırken tek başıma planlanmamışım. Bana kainattaki nizama uygun alet ve cihazlar takılmış. Ve gayelere hizmet edecek vazifeler verilmiş. İşte ben, nizama uygun cihazlarım ve gayelere hizmetim ile Allah’ın Bari ismine aynayım. Sen de benim bu cihetime bak ve benim lisan-ı halim ile “ya bari, ya bari” dediğim gibi, sen de lisan-ı kalin ile “ya Bari ya Bari “ diyerek rabbini tesbih et.”
El-Musavvir El-Musavvir; tasvir eden, şekil ve suret veren demektir. Bütün mahluklar kendilerine verilen şekilleriyle, tasvir edilen suretleriyle Cenab-ı Hakkın musavvir ismini göstermektedir. Yağmur damlasından, kar tanesine, papatyalardan karanfillere, parmak izinden göz bebeğine, karıncalardan semanın yıldızlarına ve zerrelerden galaksilere kadar her mevcud kendine mahsus suretiyle ve şekliyle Allah’ın musavvir ismine aynadır. Şimdi bir insanı ele alarak musavvir isminin tecellisini görmeye çalışalım; her parçasıyla harikulade bir planlamanın neticesi olan kafayı bir kenara bıraksak bile bu hazır malzeme üzerine geçebilecek bir yüz için sayısız, milyonlarca ihtimaller
vardır. Bu sayısız ihtimaller içince, bütün akılları aciz bırakacak bir şekilde en uygununu, en güzelini seçmek tam anlamıyla imkansızdır. İnsanın yüzünde kullanılan malzeme son derece basit ve sadedir. Tek bir deri, bir çift göz ve birazda kıl. Buna rağmen iki aylık bir bebeğin yüzündeki o sadelik ve o basitlik içinde böyle güzel bir yüzün yaratılabileceğini, görmeseydiniz ihtimal verebilir miydiniz? Bir insan için bir yüz çizdikten sonra ikincisi için başka bir yüz çizmek, en azından ilki kadar imkansızdır. Çünkü insanlar seri imalat ile yaratılmazlar. Hepsinde aynı unsurları kullanıp, her birine ayrı bir sima çizmenin zorluğunu meşhur Fransız ressam Hanry Metisse şöyle anlatıyor; “Bir ressam için gül resmi çizmek kadar zor bir iş yoktur. Çünkü daha evvel çizilmiş bütün gül resimlerini bir yana bırakıp öylece çizmesi gerekir.” Hem insan yüzü basit bir portreden ibaret de değildir. Oraya yerleştirilen her bir azanın sınırsız bir sanat kadar sınırsız bir bilgiye ihtiyaç gösteren fonksiyonları vardır. Bütün bu fonksiyonların bir kenara bıraksak bile, bu yüzdeki tebessüm, endişe, sevinç, korku, kahkaha gibi yüzlerce manayı dile getirmek yüzü yaratmak kadar imkansız değil midir? Okyanusu bir bardağa doldurmak ne kadar zor ise, insanın ruhunu sima da temsil etmekte o kadar zordur. Müminin siması ruhu gibi aydınlık, kafirin siması ise ruhu gibi karanlıktır. Bir heykeltıraşın basit bir heykele bile o simetriği verebilmesi için bazen yıllarca çalışması gerekiyor. Buna mukabil saniyede 4 insan ve her gün 350.000 insan son derece kolaylıkla yaratılıyor. Her birine farklı bir yüz veriliyor. Bizler birbirine benzeyen ikizleri veya üçüzleri gördüğümüzde hayret ederiz. Şimdi soruyoruz; iki yüzü birbirine benzetmek mi daha zor? Yoksa milyarlarca insanın birbirine benzetmemek mi daha zor? Birincisine hayret ederken, ikincisi neden hayret etmiyoruz? Kim birbirinden farklı bu yüzlerin yaratıcısı? En basit maddelerden bir sanat harikası yapıp, sanatında akılları hayrete düşüren sanatkar kim? Kim o yüzde sayısız manayı ifade eden? Kim her ferde farklı bir yüz veren? Kim o yüzdeki cihazlara mükemmel iş yaptıran? Göze görmeyi, burna koklamayı, dile tatmayı kulağı işitmeyi öğreten kim?… Bütün bu kimlerin tek bir cevabı var; Musavvir olan Allah
İnsanın yüzünü bir nebzede olsa inceledikten sonra, bütün hayvanların, bitkilerin, çiçeklerin, canlı ve cansız her şeyin tasvirini ve şeklini insana kıyas edelim. Ve Allah’ın musavvir ismine şöylece pencereler açalım: Fiil failsiz, sanat sanatkarsız , kitap katipsiz olamayacağı gibi suret ve şekil vermek dahi musavvir yani bir tasvir edici olmadan olamaz ve mümkün değildir. Acaba kağıttaki basit bir yüz resmi dahi bir ressamı gerektirirse, şu alemdeki hadsiz hakiki yüzler Musavvir olan Allah’ın varlığını gerektirmez mi? Farklı bir yüz çizebilmek için, çizilmiş bütün yüzleri bilmek gerektiği gibi, farklı bir yüzü yaratmak için de, o ana kadar yaratılan bütün yüzleri bilmek lazım gelmez mi? Bu da Musavvir olan Allah’ın birliğine ve bütün yüzleri yarattığına delalet etmez mi? Her bir yüz Allahın musavvir ismine delalet ettiği gibi, farklı olması cihetiyle de Allah’ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarına işaret etmez mi? Kainat kitabı bize Allah’ı musavvir ismiyle tanıttığı gibi, Kuran dahi şu ayetiyle bizlere Allah’ın musavvir ismine şöyle haber veriyor; “Sizi rahimlerde dilediği gibi tasvir eden ve şekillendiren O’dur. Ondan başka ilah yoktur. O azizdir ve hakimdir” (Al-i imran 6)
El-Gaffar El-Gaffar; Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok affeden, çirkinlikleri örten ve ayıpları gizleyen manalarına gelir.Bu ismi affedici manasındaki ‘el-Afuv’ isminden ayıran fark şudur; el-Afuv isminde sadece günahı affetmek ve günaha ceza vermemek vardır. El-Gaffar isminde ise günaha ceza vermemekle birlikte, günahı yüze vurmamak ve kulu rezil etmemekte vardır. Mesela birisi size karşı bir kusur işlese, eğer siz onun bu kusuruna karşı ona ceza vermeyip, sadece kusurunu ve hatasını yüzüne vursanız, sizde el-Afuv ismi tecelli etmiş olur. Eğer ceza vermeyi terk etmekle birlikte, işlediği hatayı yüzüne de vurmayıp tamamen vazgeçseniz, sizde el-Gaffar ismi tecelli etmiş olur. İşte Allah suçlara ceza vermeyip, suçu kuluna hatırlatmakla el-Afuvdur. Ve Allah hatayı bütün bütün silerek, kulun yüzüne vurmayıp onu mahcup etmemekle de el-Gaffardır.
Bu yüzden dualarımızda “Allah’ım bizi af ve mağfiret et” deriz ki, bu duada af dileyip, günahlarımıza ceza vermemesini istemekle el-Afuv ismine, mağfiret dileyip, günahlarımızı yüzümüze vurarak bizi rezil etmemesini istemekle de elGaffar ismine sığınırız. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur; Melekler kulun günahını yazarlar ve daha sonra semaya yükselirler. Semaya yükseldiklerinde kulun amel defterinde bu günahın yazılı olmadığını, buna mukabil işlemediği sevapların yazılı olduğunu görünce Allah-u Teala’ya şöyle derler; “Ey Rabbimiz biz kuluna zulmetmedik. Ancak onun işlediğini yazdık.” Buna karşı Allah meleklere şöyle buyurur: “Evet doğru söylediniz. Kulum o günahları işlemiş ve defterindeki sevapları işlememişti. Lakin kulum günahına tövbe etti ve göz yaşlarıyla benden af diledi. Bende onun günahlarını mağfiret ettim ve ona karşı cömertçe muamele ederek günahlarını sevaba çevirdim. Ben ikram edenlerin en çok ikram edeniyim.” Allah-u Teala, Gaffar olduğunu Kur’an’daki şu ayetlerle de bize haber vermektedir; “De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, gafurdur, çok bağışlayıcıdır ve rahimdir, çok merhamet edicidir.” (Zümer 53) “Tövbe ve iman edip, salih amel işleyenlere gelince; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır ve çok merhamet edicidir. Ve her kim tövbe edip Salih amel işlerse, şüphesiz o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner. (Furkan 70-71) Bediüzzaman hazretleri de el-Gaffar ismine sığınmamız gerektiğinden şöyle bahseder; “Ey insan! Senin elinde gayet zayıf fakat günahta ve tahribatta eli gayet uzun, ve iyilikte ve hasenatta eli gayet kısa cüz-i ihtiyar namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, iyilikler silsilesinin bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan ebedi saadete eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli günahtan ve seyyiattan kısalsın ve cehennem zakkumuna yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, hayırlara meyletmeye büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tövbe dahi günaha ve şerre olan meyilleri keser ve tecavüzünü kırar.”
Bu isimden alacağımız ders ise şudur; Nasıl ki Allah Gaffar ismiyle hatalarımızı örtüyor, ayıbımızı yüzümüze vurmuyor. Aynen bunun gibi, biz de Gaffar ismini ahlak edinerek başkalarının hatalarını örtmeli ve kimsenin ayıbını yüzüne vurmamalıyız. Ta ki, hem Gaffar ismine ayna olalım, hem de Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadiste verdiği müjdeye nail olalım; “Her kim, bir müminin ayıbını dünyada örterse, Allah’ta onun ayıbını hem dünyada hem de ahirette örter.”
El-Kahhar El- Kahhar; Düşmanlarını kahreden ve perişan eden, mutlak galibiyetin sahibi ve her an kahretmeye muktedir olan manalarına gelir. Kahhar ismi bu manalarıyla; Allah’a isyan eden Ad kavmi, Semud kavmi, Nuh kavmi gibi bir çok kavimde tecelli etmiştir. Allah O kavimleri Kahhar ism-i şerifi ile kahretmiş ve mahvetmiştir. Yine Kahhar ismi, binlerce kişinin öldüğü depremlerde, sel felaketlerinde, ağaçları kökünden koparan fırtınalarda, kasırgalarda ve maddi musibetlerde tecelli ettiği gibi, en büyük ve asıl perişanlık olan imansızlık ve küfür musibetinde de tecelli etmektedir. Zira iman nimetinden mahrum olanlar devamlı manevi bir cehennemde yanarak kalben ve ruhen sıkıntı çekerler. Bu da manevi bir kahır olduğu için el-Kahhar isminin bir tecellisidir. Kahhar ism-i şerifi ile dünyada onları böyle manevi bir kahır ile kahreden Allah, ahiret aleminde de Kahhar isminin en geniş aynası olan cehennemde onları mahv-ı perişan ederek, adaletini ve mutlak galibiyetin tek sahibi olduğunu gösterecektir. Evet cehennem, el-Kahhar ismine en geniş ayna olarak ehl-i isyanı içine alacaktır. Madem biz bu aleme, bu alemin sahibi olan Allah’ı tanımak ve O’na iman etmek için geldik. Ve madem her şeyde O’na açılan pencereler ve hakka giden yollar vardır. O halde bizler her şeyde O’na pencereler açmalı ve o pencerelerdeki isimler ile O’nu zikir ve tesbih etmeliyiz. Yani;
Helak olan bir kavmin kalıntılarını gördüğümüzde; “Ey kendisine isyan edenleri helak eden Allah’ım! Sen Kahharsın, dilediğini perişan ve mahvedersin. Senin kahrın, adaletinle tecelli eder. Her şeyin perçemi senin kudret elindedir. Hiçbir asi senin kahrından kaçamaz ve hiçbir zalim sana karşı gelemez. Sen mühlet verirsin ama ihmal etmezsin…” Bahardaki mahlukların, kışın gelmesiyle ölümlerini gördüğümüzde; “Ey bahara Muhyi ismi ile hayat verip, hayat verdiği bu mahlukatı kışın kahhar ismi ise kahreden Rabbim! Sen kahretmeye muktedir olansın ve el-Kahharsın. Bu kışta ölen her bir mahluk lisan-ı haliyle seni kahhar ismiyle zikrettiği gibi, ben de onların halka-i zikrine girerek lisan-ı kalimle seni “Ya kahhar, Ya kahhar” diyerek zikrediyorum…” Bir deprem felaketinde binlerce kişinin öldüğünü ve binaların yıkıldığını gördüğümüzde; “Ey yeryüzünü kudretiyle bir beşik gibi sallayan Rabbim! Yıkılan bütün bu binalar ve ölen bütün bu insanlar üzerinde senin Kahhar isminin mührü gözüküyor, sancağı dalgalanıyor. Ancak bu Kahhar isminin tecellisi altında, yine rahmetin tecelli ediyor. Ölen ehl-i imanı şehit kabul ediyorsun. Çektikleri sıkıntıları, günahlarına keffaret yapıp, ağaçların yapraklarını döker gibi, bu sıkıntılarla onların günahlarını döküyorsun. Ve onların helak olan mallarını sadaka kabul ediyorsun. Hem biliyorum ki, senin Kahhar isminin bu tecellisine bizim işlediğimiz günahlar sebep oldu. Ey Sultanlar sultanı! Kahhar isminin tecellisinden senin rahmetine sığınıyorum. Fırtınaların, kasırgaların ve hortumların “Ya Kahhar, Ya Kahhar” diyerek döndüğünü gördüğümüzde; “Ey azameti ve büyüklüğü karşısında her şeyin küçüldüğü, Ey Celalinin korkusundan dağların parçalandığı, Ey kudret ve azametine her şeyin boyun eğdiği ve Ey korkusu altında her şeyin zillet içinde bulunduğu rabbim! Bu fırtınalar ve kasırgalar senin itaatkar askerlerindir ve Kahhar isminin tecellileridir. Onlar nasıl “ya kahhar ya kahhar “ diyerek alemi titretiyorlar, ben de, her ne kadar sesim onlar gibi gür çıkmasa da ve günahlarım sesimi kıssada seni “ya kahhar ya kahhar” diyerek zikir ve tesbih ediyorum… Kahhar isminden insanın alacağı en büyük ders ise şudur; İnsan, geçmiş asırlara bakmalı ve o asırlarda yaşayan asi ve inatçı kavimlerin akıbetini görmeli. Ve anlamalı ki, insan başıboş değildir. Her vakit bir celal ve kahır sillesine maruzdur. Günahlarından dolayı azabın onu yakalamaması, Allahın kendisine verdiği mühletten dolayıdır. Yoksa Allah asla ihmal etmez.
Bu mühleti bir ganimet bilmeli ve kahhar isminin tokadına yemeden evvel takva dairesine girmelidir.
El-Vehhab El- Vehhab; Hibe eden demektir. Hibe ise; karşılık beklenmeden yapılan bağıştır. Evet Allah Vehhab’tır; karşılıksız hibe eder, cömertçe ihsan eder ve verdiklerine mukabil bir bedel istemez. Zaten insan da kendisine verilen bu nimetlerin ücretini ödemek istese de ödeyemez. - Biz yoktuk var olduk. - Mevcutlar içinde taş, toprak gibi cansız bir varlık olabilirdik. Ama olmadık, hayat sahibi olduk. - Hayat sahipleri içinde çiçek veya ağaç gibi bir bitki olabilirdik. Ama olmadık, şuur sahibi olduk. - Şuur sahipleri içinde herhangi bir hayvan olabilirdik. Ama hayvan da olmadık, insan olduk. - İnsanlar içinde ateşe tapan bir Mecusi, öküze tapan bir Hindu, veya puta secde eden bir putperest olabilirdik. Ama olmadık, Allah tanıdık ve O’na iman ettik. - Allah’a iman edenler içinde O’na evlat isnat eden bir Yahudi veya Hıristiyan olarak Allah’ın gazabını celbedebilirdik. Ama yine olmadık. Elhamdülillah Müslüman olduk. - Müslümanlar içerisinde de Sultan-ı Enbiya ve Habib-i Kibraya olan Hz. Muhammed (sav)’e ümmet olmakla şeref bulduk. Bütün bu nimetlere karşı Allah’a ne verdik? Hiçbir şey… İşte karşılıksız, cömertçe ikram ve ihsan edilen bu nimetler üzerinde Allah’ın Vehhab ismi gözükmektedir. Demek bizlere bedelsiz verilen hayatımız, vücudumuz, vücudumuza takılan gözümüz, kulağımız, dilimiz ve diğer azalarımız, bu azalara takılan hissiyat ve duygularımız, sözün özü maddi ve manevi sahip olduğumuz her şey, Allah’ın bize bir hibesidir. Ve Vehhab isminin bir tecellisidir. Demek ağaçlara takılan yapraklar, çiçekler ve meyveler, kuşlara takılan kanatlar, balıklara verilen yüzgeçler, kısacası her bir mahluka yapılan hibeler ve ona verilen hediyeler Allah’ın Vehhab isminin bir tecellisidir.
Demek her bir varlık kendisine verilen cihazların, hibe edilen duyguların, ikram edilen rızıkların ve kendisine yapılan bütün iyiliklerin lisan-ı haliyle Allah’ı Vehhab ismiyle zikreder ve O’nu tesbih eder. İnsanın vazifesi ise; Bu mahlukların lisan-ı halleriyle “ya Vehhab, ya Vehhab” diyerek yaptıkları tesbihatı işitmek ve Vehhab isminin kendindeki tecellilerini görerek, haliyle, diliyle hatta bütün azalarıyla “ya Vehhab ya Vehhab” diyerek o halka-i zikre katılmaktır. İnsan bu vazifeyi yaptıkça insandır. Ve bu aleme gönderiliş vazifesi budur. Kendisine yapılan en küçük bir iyiliği unutmayan ve yıllarca o iyiliğin sahibinden övgüyle bahsedip ona minnettar olan insan, nasıl olurda, nimetleri saymakla bitmeyen Allah’ın iyiliklerini unutur? Ve O’na karşı minnettar olması gerekirken, nasıl olurda o minneti, nimetin gelmesine vasıta olan sebeplere verir? Bir padişahın kıymettar bir hediyesini bize getiren miskin bir adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece ahmaklık ise, öylede, Allah’ın nimetlerini bize getiren sebeplere medh ve muhabbet edip, nimetlerin hakiki sahibi olan Allah’ı unutmak, ondan bin derece daha ahmaklıktır. Evet tavuk sebeptir, yumurta Allah’ın ihsanıdır. Koyun sebeptir, süt Allah’ın ikramıdır. Arı sebeptir, bal Allah’ın nimetidir. Bulut sebeptir, yağmur Allah’ın rahmetidir. Ağaçlar sebeptir, meyveler Allah’ın hediyesidir. Bunlar gibi sebeplere takılan bütün nimetler Allah’ın hibesidir. Ve Vehhab isminin tecellisidir. O halde şükredilmeye, övülmeye ve methedilmeye en çok layık olan; nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’tır. Çünkü nimeti getirene değil, onu gönderene bakılır. İnsanın bu ismi ahlak edinmesi ise şöyle olur; yaptığı iyiliklerde karşılık beklememelidir. Karşılık sadece malla, mülkle de olmaz. Beklenilen bir övgü, kazanılmak istenen bir şeref, istenilen bir hürmet ve arzu edilen bir teveccüh de manevi bir bedeldir. Eğer yaptığı iyiliklere karşı böyle manevi bir bedel beklerse, yine Vehhab ismini ahlak edinememiştir. Hatta yaptığı ibadetleri, sadece Allah’ın rızası için yapmalı ve karşılığında cenneti beklememelidir ki, Vehhab ismine mahzar olabilsin. Zaten ibadet, geçmişte verilen nimetlerin şükrüdür. Yoksa gelecekte verilecek nimetlerin karşılığı değildir. Evet biz ücreti almışız ve ibadetle mükellefiz. Bir Allah dostu bu makamı şu sözleriyle dile getirmiş ve Vehhab ismini ahlak edindiğini göstermiştir; Ehl-i dünya dünyada, Ehl-i ukba ukbada,
Her biri bir sevdada, Bana Allah’ım gerek….
Er-Rezzak Er-Rezzak: Bütün mahlukatının rızıklarını veren ve ihtiyaçlarını karşılayan demektir. Allah Rezzak’tır ve rızık vermek ancak Cenab-ı Hakka mahsustur. Bütün insanların ve hayvanların rızıklarına O kefildir ve O’nun garantisi altındadır.Rızık ise iki kısımdır; 1- Beden için olan azıklar ve yemekler gibi zahiri rızıklar, 2- Ruh, kalp ve akıl gibi manevi latife ve duyguların rızkı. 1- Beden için olan azıklar ve yemekler gibi zahiri rızıklar; Yeryüzünün içinde, havasında, denizinde yaşayan bütün hayat sahiplerinin, bilhassa aciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddi ve midevi hem de manevi bütün rızıklarını, kuru ve basit bir topraktan, cansız ve kemik gibi kuru odun parçalarından yaratan O’dur. Adeta o toprak, bir kazan olur ki, içinde her nevi rızık pişer. Ve her bir ağacın kuru dalı, rahmetin eli olur ki, o el ile en güzel meyveler ikram edilir. Hele hele en latifi, kan ve fışkı ortasından gelen tertemiz ve besleyici süttür ki, adeta o koyun ve keçi gibi mübarek hayvanlar, rahmetin bir süt çeşmesi olur ve Rezzak namına ab-ı hayat gibi en latif bir gıdayı bize takdim ederek, Rezzak ismini kör gözleri dahi gösterir. Bir sofra görsek, üzerinde birkaç zeytin ile bir parça kuru ekmek olsa, acaba bu basit sofranın kendi kendine kurulduğuna, o zeytin tanelerinin ve ekmek parçasının tesadüfen, sofranın üzerine geldiklerine bizi inandırabilirler mi? Elbette hayır. Hatta dünya toplansa, bu basit sofranın tesadüfen bu hali aldığına bizi inandıramaz. Acaba küçük bir sofra bile, kendisini kuran bir zatın varlığını gerektirirse, zemin yüzü sofrasının tesadüfen kurulması hiç mümkün olur mu ? Bu öyle bir sofradır ki, kocaman bahar, bu sofranın gül destesidir. Bu sofrada her vakit hadsiz misafirler oturur. Onlara, layık oldukları şekilde ikram edilir. Bu sofranın üzerinde her çeşit yiyecek bulunur. Her vakit milyarlar oturur, o sofrada
doyar, kalkar ama sofra hiç boş kalmaz. Hiç mümkün müdür ki, küçücük bir sofra bile sahipsiz olamazken, şu yeryüzü sofrası sahipsiz olsun? Hem sakın zannetmeyin, bu sofrada oturanlar sadece insanlar ve hayvanlardır. İktidar ve ihtiyarsız olan ağaçlar ve bitkiler taifesi dahi rızka muhtaçtır. Onlar tevekkül edip, yerlerinde dururken mükemmel beslenirler. Hatta hayvanlardan daha çok yavru beslerler. Evet onların yaprak, çiçek ve meyveleri onların yavrularıdır. Bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara sündüs misal cennet elbiselerini giydirmek… çiçek ve meyvelerin ziynetiyle süslendirip, onların latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit, en tatlı ve en sanatlı meyveleri bize takdim etmek… hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı ve tatlı bir balı bize yedirmek… kan ve fışkı arasından sütü bizim için çıkarmak… elsiz bir böceğin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek… hem rahmetin büyük bir hazinesini bizim için küçücük bir çekirdekte saklamak… denizi bizlere taze balık deposu ve incileriyle, mercanlarıyla ziynet dükkanı yapmak… ve tavuğun yumurtasından tutun, gökyüzünden inen yağmura kadar sayamadığımız ve saymakla da bitiremeyeceğimiz daha nice nimetler üzerinde Allah’ın Rezzak ismi gözükür. Demek yediğimiz her bir lokmanın üzerinde Rezzak isminin mührü vardır. Ve sabah aç çıkan ve akşam yuvasına tok dönen bütün canlılar lisan-ı halleriyle Cenab-ı Hakkı “ya Rezzak, ya Rezzak” diye tesbih ederek adeta şu ayeti okurlar; “Nice canlılar vardır ki, onlar rızkını taşıyamaz. Allah hem onları, hem de sizi rızıklandırır. O işitendir ve bilendir.” (Ankebut: 60) Hem Rezzak-ı Rahim, insana daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalp ve hayal, ruh ve akıl gibi duyguların her birisini rahmet hazinesinin birer anahtarı hükmünde yaratmış ve insana takmıştır. Mesela göz, kainatın yüzündeki güzellik ve cemal gibi kıymetli hazineleri açan bir anahtardır. Dil; yiyecekler alemini açan bir anahtardır. Kulak; sesler aleminin anahtarıdır. İşte bunun gibi her bir duygu birer alemin anahtarı olur ve insan o alemden o anahtarlar vasıtasıyla istifade eder. Demek her bir aza ve duygu, nimetlere kavuşmaya vesile oldukları için Rezzak isminin tecellisidir. Acaba Allah’ın nimetlerini bizlere ulaştıran kişilere bir ücret öderken, nimetin hakiki sahibi olan ve o nimeti bizim için yoktan yaratan Allah bu rızıklara mukabil bizden ne fiyat istiyor? Bizden istediği üç şeydir: Biri zikir, biri fikir ve diğeri şükürdür. Başta “Bismillah” zikirdir. Sonda “Elhamdulillah şükrüdür.” Ortada ise; bu kıymetli sanat harikası
olan nimetlerin Rezzak-ı Kerim’in kudretinin bir mucizesi ve rahmetinin bir hediyesi olduğunu düşünmek ve tefekkür etmektir. 2- Ruh, kalp ve akıl gibi manevi latife ve duyguların rızkı Niçin insan güzel şeyleri dinlemekten hoşlanır? Niçin güzel yerler görmeyi arzu eder? Niçin konuşmak ister? Niçin Kuran dinlerken tarif edemediği bir haz duyar? Ve niçin Allah’ı isim ve sıfatları tefekkür etmek ona lezzet verir? Bütün bu soruların cevabı şudur; Çünkü o anda o latifeler rızkını bulmuştur. Nasıl ki mide bir rızık ister, öylede kalp, ruh, akıl, göz, kulak ve ağız gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahimden rızıklarını isterler ve şükrederek alırlar. Her birisine ayrı ayrı layık olduğu rızık rahmet hazinesinde ihsan edilir. Kulağın rızkı seslerdir, gözün rızkı görülen güzel şeylerdir, kalbin rızkı Kurandır, aklın ve ruhun rızkı ise Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir. Ve bunun gibi… Manevi rızıkların başında ise salih amel gelir. Çünkü dünyadaki salih ameller cennette ebedi rızıklar tarzında sahiplerine ikram edileceklerdir. Cennet ehli bu ikramdan sonra; “şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız salih amelin neticesidir” diyeceklerdir. Yani dünyadaki salih ameller, cennette cisimleşmiş birer rızık kesilmiştir. Salih amellerin en salihi ise namazdır. Demek namaz kılan kişi o anda Allah’ın Rezzak ismine mahzardır. Bunun gibi Kur’an okuyan, zikir eden, sadaka veren, tavaf eden ve mahsus bir ibadetle meşgul olanlar o anda Rezzak ismine birer aynadır. Bu ismi şöyle bir dua ile tamamlayalım; “Ey Rezzak-i Kerim, Ey Rahman-ı Rahim ve ey bizi nimetleriyle bu dünyada besleyen sultanımız! Bize bu dünyada gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını ve menbaları cennette bize göster. Bizi huzur-u saltanatına celbet. Bizi bu dünya çöllerinde sahipsiz bırakma. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın lezizi nimetlerini orada da tattır. Bize zeval ve kendinden uzaklaştırmak ile azap etme.”
El-Fettah Fettah: Hüküm veren, kapıları açıp yardım eden, zafer ve fetih lütfeden ve varlıklara suretler giydiren gibi manalara gelir. Şimdi bu ismin manalarını sırasıyla inceleyelim: 1- Hüküm veren: Allah Fettahtır. Bu ism-i şerifi ile hak ile batılı birbirinden ayırmış, aralarını yer ile gök arası kadar açmış, hakkı üstün tutup, batılı geçersiz kılmıştır. Bu mana ile Kuran, Fettah ismine en büyük bir aynadır. Zira Kuran’ın nüzulüyle hak gelmiş ve batıl zail olmuştur. Kuran’ın her bir hükmü hakkı ve adaleti izhar etmiş, batılın ve zulmün tasallutundan insanları kurtarmıştır. Yine Fettah ismi azami mertebede peygamber efendimiz (sav)’de tecelli etmiştir. Efendimiz (sav) insanlar arasında hak ile hükmetmiş, verdiği her hüküm ile hakkı galip kılıp, batılı yok etmiştir. Bu sebeplerdir ki Efendimizin isimlerinden bir tanesi de “Fatih”tir. Yine bu isim, hak ile hükmederek, hak ile batılın arasını açan adil sultanlarda ve devlet reislerinde de tecelli etmiştir. Hz. Ömer, Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim gibi sultanlar bunlardan bazılarıdır. O halde kim bu ismin tecellisine mazhar olmak isterse, ilk önce kendi nefsinde hak ile batılın arasını ayırsın, hakkı hak bilip hakka tabi olsun ve batılı batıl bilip batıldan ictinab etsin. Daha sonra insanlar arasında hak ile hükmetsin ve kendi aleyhinde olsa dahi hakkın ortaya çıkması için adaleti gözetsin. Kim bunlara yaparsa Fettah isminin bir aynası olmayı başarır. Cenab-ı Hak bizleri Fettah isminin tecellisine mazhar eylesin! 2- Kapıları açan: Fettah isminin tecellisiyle maddi ve manevi kapılar açılır, müşküller giderilir ve zor olan işler kolaylaştırılır. Bir işsizin iş bulması, borçlunun borcunu ödeyecek imkâna kavuşması, bir ilim talebesinin zor bir meseleyi kavraması, anlaşılması zor bir hakikatin anlaşılması, yeni bilgilerin keşfedilmesi, kilitlenen işlerin açılması, hakkı görmeleri için insanların kalplerinin ve gözlerinin açılması, günahkârlara tövbe kapısının açılması, zulme uğrayana yardım edilmesi, ümitsizliğe düşen kullara ümit kapılarının açılması, dünyanın kapatılıp ahiretin açılması hep bu ismin tecellisiyledir. Bize düşen Cenab-ı Hakkı fettah ismiyle zikretmek, “Ey kapıları açan Allah’ım, bize bütün hayır kapılarını aç” duasını dilimize vird-i zeban etmek ve maddi veya manevi bir hayır kapısı açıldığında bu kapıyı açan Allah’ı fettah ismiyle tefekkür edip O’na şükretmektir.
3- Zafer lütfeden: Cenab-ı Hak Fettahtır. Kullarına fetihler nasip eder. Peygamber Efendimizin Mekke’yi, Hz. Ömer’in İran’ı, Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudus’ü, Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethetmesi ve diğer bütün fetihler Allah-u Teâlâ’nın Fettah isminin tecellisiyledir. Cenab-ı Hak, Fettah isminin hürmetine Ümmet-i Muhammed’e yeni Ömerler, Fatihler, Yavuzlar ihsan etsin ve bizlere, gayesi hakkı götürmek ve zulmü defetmek olan yeni fetihler nasip etsin. Fettah isminin tecellisi ile maddi fetihler gerçekleştiği gibi manevi fetihler de gerçekleşir. Peygamber Efendimizin kalplerin sultanı olması böyle manevi bir fethin neticesidir. Demek kalpteki sevgiyi kazanmak ve kişinin muhabbetine mazhar olmak fettah isminin tecellisiyledir. Ya Rab! Kalplerimizi muhabbetinle ve Habibinin muhabbetiyle öyle bir fethet ki gayrısına yer kalmasın. Âmin. 4- Varlıklara suret veren: Fettah isminin bir manası da varlıklara suret ve şekil vermektir. Bir tohumdan çiçeğin çıkartılması, çekirdeklerden ağaçların yaratılması, ağaçlardan çiçek, yaprak ve meyvelerin çıkarılması, yumurtalardan hayvanatın icadı ve nutfe denilen su damlacıklarından insanların ve hayvanların halkedilmesi, hep Fettah isminin tecellisiyledir. Bu manasıyla Fettah ismi âlemde azami mertebede tecelli etmektedir. Zira tohum ve nutfe gibi basit maddelerden, çeşit çeşit muntazam suretlerin, hep beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılması ve her mahlûka münasip bir suret ve şeklin verilmesi tevhidin en kuvvetli bir delili ve kudretin en hayretli bir mucizesidir. Fettah ismi bu manasıyla gözümüz önünde her an tecelli ederken maalesef insan ülfeti ve gafleti sebebiyle bu ismin tecellisinden gaflet etmekte ve adeta şu ayetin manasına muhatap olmaktadır: “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, yüz çevirerek üzerinden geçerler.” (Yusuf 105) . O halde Fettah isminin bu manasına karşı vazifemiz şudur: Tohumlardan, çekirdeklerden, nutfe ve yumurtalardan çıkartılarak kendisine şekil ve suret verilmiş mahlûkata ibret nazarıyla bakmak, onlarda tecelli eden Fettah ismini tefekkür etmek ve tohum hükmündeki amellerimizin cennet sümbülleri şeklinde açılmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz etmektir.
El-Alim Bilen demektir. Allah alimdir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz. Perdesiz güneşe karşı zemin yüzündeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, o Alim-i zü-l Celalin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün değildir. Çünkü her şey şuhud dairesindedir, her şeye nüfuzu vardır. Peygamber Efendimiz (sav) ilim sıfatıyla Allah’ı şöyle vasfetmiştir: Ey gaybların âlimi! Ey ilmi her şeyi kuşatan! Ey en gizli ve en bilinmez sırları bilen, Ey ilmi geçmiş ve gelecek her şeyi ihata eden! Ey dağların ağırlıklarını, denizlerin ölçüsünü, yağmur damlalarının adetini, ağaçların yapraklarının sayısını, gecenin kararttığı ve gündüzün aydınlattığı her şeyin adetini bilen! Şimdi Allah’ın ilminin delillerinden bir kısmını zikredeceğiz: 1- Bütün hayat sahiplerinin, muhtaç oldukları rızıkları layık bir tarzda, münasip bir vakitte ve umulmadık bir yerden vermek, ancak her şeyi kuşatan bir ilim ile olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını görecek; sonra rızkını layık bir tarzda verebilir. Mesela yavruları süt ile besleyen, zeminin suya muhtaç bitkilerine yağmur ile yardım eden, elbette o yavruları tanır, ihtiyaçlarını bilir, o bitkileri görür ve yağmurun onlara lüzumunu bilir ve sonra gönderir. O halde rızkı mükemmel olarak verilen her bir mahlûk Cenab-ı Hakkın ilim sıfatına şehadet etmektedir. 2- Eşyaya ayrı ayrı muntazam ve hikmetli suretler vermek ancak bir ilm-i muhit ile mümkündür.Bu meselenin hadsiz misallerinden sadece deveye bakalım: Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir. Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz. Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir. Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar. Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur. Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik… Devenin vücudunda hadsiz şekiller ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının devamı için en mükemmel sureti ve şekli vermek, her şeyi bilen bir zatın ilmini ispat eder. Mesela, devenin bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km. bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı? Veya gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Dudakları yarık olmasa beslenemezdi. Görüldüğü gibi deveye en hikmetli özellikler verilmiştir. Hadsiz imkânlar içinde en güzel sureti, en mükemmel vücudu, el layık sıfatları vermek ise ancak bir ilm-i muhit ile olabilir. Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlûkatı deveye kıyas edin ve Allahın nihayetsiz ilmini bir derece tefekkür edin. 3- Mahlûkatın icadı ve yaratışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ve mahareti ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Şimdi mevcudatın icadına bakıyoruz: Hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan fakat mucizevî bir surette icad ediliyor. Demek hadsiz bir ilim sahibi vardır ki, nihayetsiz kolaylıkla bu icatlar yapılıyor. Mesela saniyede 4 insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz takılıyor. Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Hâlbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gayet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış, Allah’ın alim isminin kemalini bizlere gösteriyor. 4- Kainattaki mizan ve denge Allah’ın alim ismine işaret eder. Çünkü ölçü ve denge ile yaratmak ancak ilim ile olur. Şimdi mahlûkatı bir kenara bırakarak sadece insana bakalım ve bu mizanın ne derece hassas olduğunu bir derece anlayalım:
Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler bulunmaktadır ki, bunların azlığı veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela, bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliğinde davranış bozuklukları gözükür. Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerinde elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir. İşte bu denge ve hassas mizan ancak ve ancak bir ilm-i muhitin tecellisi iledir. Bu dengeyi gördükten sonra bu ilm-i muhiti inkar etmek, ancak akıldan istifa etmek ile mümkündür. 5- Kainattaki hıfziyet hakikati nihayetsiz bir ilme şehadet eder. Şöyle ki: Âleme bakıyor ve görüyoruz ki, küçük-büyük, adi-ali, yaş-kuru, gökte, yerde, karada, denizde her şey mükemmel bir intizam içinde muhafaza ediliyor. Bitkiler tohumlarda, ağaçlar çekirdeklerde, hayvanlar yumurta ve nutfe denilen su damlacıklarında muhafaza ediliyor. Koca baharın bütün çiçekli ve meyveli mevcudatının şekilleri ve programları küçücük tohumcuklar içinde yazılarak muhafaza ediliyor ve ikinci baharda tekrar yaratılıyor. İnsanın tarihçe-i hayatı ise kuvve-i hafızasında, vücudunun bütün özellikleri ise DNA’larında yazılıyor. İşte bu derece dikkatli hıfziyet, ancak nihayetsiz bir ilim ile mümkündür ve onsuz olamaz. Demek bütün tohumlar, çekirdekler, nutfeler, kuvve-i hafızalar ve DNA’lar kendilerinde muhafaza edilen bilgi ve programlar ile Cenab-ı Hakkın ilmine işaret ederler. Allah’ın alim isminin delilleri çoktur. Bizler bu delilleri Bediüzzaman hazretlerinin Risale-i Nur külliyatına havale ederek zikrettiğimiz beş delille yetiniyoruz. Madem şu kâinatın sahibinin böyle bir ilmi vardır, elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanların neye layık ve müstehak olduklarını bilir. Hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. Öyleyle ey insan! Aklını başına al, dikkat et, nasıl bir zat seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!
El-Kâbıd Kabzeden, tutan, daraltan, sıkan, zorlaştıran ve az veren manalarına gelir. Allah Kâbıd ismi ile bazen lütuf ve ihsanını kulundan kısar, rızkını daraltır, onu muhtaç eder, rahat yaşamından mahrum bırakır ve yoksullaştırır. Bir kimse bu hale düştüğünde Kâbıd isminin tecellisine ayna olmuştur. Demek iflas eden, borcunu ödeyemeyen, malını kaybeden, işten çıkartılan, maddi sıkıntılar içinde daralan kimselerde Allah’ın Kâbıd ismi tecelli etmektedir. Kâbıd ismi maddi âlemde böyle tecelli ettiği gibi, bazen de manevi âlemde tecelli eder; kul bu tecelli ile koca dünyaya sığmaz bir hale gelir, içi sıkılır, kalbi daralır, ruhu sanki bir kafesteymiş gibi çırpınır. İşte bu hal Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bu tecelli ile kul kendi aczini anlar, fakrini derk eder ve rahmet-i ilahiyyenin kapısını dua ve niyaz ile çalar, Allaha iltica eder, ona sığınır. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davettir. Yağmurların yağmaması da Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bazen olur ki Allah-u Teala kimi yerlere yağmur yağdırmaz, kimi yerlere az yağdırır. Adeta yağmuru tutar, kabzeder. Demek yağmursuz geçen günler Kâbıd isminin tecellisine mazhar olan günlerdir. Kâbıd isminin tecellisini daha birçok yerde görebilirsiniz: Mesela sıkışan trafikte, öğrenilmeye çalışılan bir meselenin anlaşılamamasında ve kişiye zorlaştırılmasında, mahsullerin bir felaket ile helak olmasında, toprağın kuraklaşıp ekinlerin bitmemesinde, işlerin kesat gitmesinde, hayatın insanlara zorlaşmasında ve diğer bütün sıkıntı ve zorluk hallerinde tecelli eder. Bu isim dünyada böyle tecelli ettiği gibi ruhun ölüm anında kabzedilmesinde de tecelli eder. Her ölen ve ruhu kabzedilen mahlûk, Allah’ın Kâbıd ismine ayna olmuştur. Ölümde tecelli eden Kâbıd ismi, ölümün kardeşi olan uykuda da tecelli etmektedir. Uyku esnasında ruhlar tutulur. Eceli gelenlerin ruhu bırakılmazken, eceli gelmeyenlerin ruhları bedenlere iade edilir. Bunun ölümden tek farkı, ölümde ruhun tamamen çıkması, uykuda ise ruhun bedenle olan irtibatının tamamen kesilmemesidir. İşte uykudaki ruhların tutulması da Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bu tecelli Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: “Allah ölümleri anında ruhları alır. Ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” (Zümer 42)
Ölüm ve uykuda ruhun kabzedilmesi ile tecelli eden Kâbıd ismi, kabrin kulu sıkmasıyla ve hesap günündeki diğer sıkıntılarla da tecelli eder. Hülasa: Çekilen her maddi ve manevi sıkıntı, dünyevi ve uhrevi zorluk Kâbıd isminin bir tecellisidir. Burada kula düşen ise: Kâbıd isminin tecellisine karşı sabır ile mukabele etmek, her sıkıntıdan sonra bir genişliğin olduğuna itikat ederek dua ve tazarru ile acz ve fakrini rahmetin dergâhında izhar etmektir.
El-Bâsıt Genişleten, açan, kolaylaştıran ve çok veren manalarına gelir. Allah Bâsıt ismi ile kulundaki ihsanını çoğaltır, rızkını genişletir ve halini fakirlikten zenginliğe, sıkıntıdan feraha ve zorluktan kolaylığa çevirir. Bu ismin tecellisiyle fakir zenginleşir, borçlu borcunu kolayca öder, işsiz iş bulur ve diğer bütün maddi sıkıntılar yok olur, yerlerini lütuf ve ihsana bırakır. Yine Kâbıd ismiyle daralan gönüller ve ruhlar, bu ismin tecellisiyle inşirah bulur, neşe dolar ve feraha kavuşur. Bu hal ile kul, Cenab-ı Hakk’ın ihsanını anlar, lütfunu derk eder ve rahmetin hediyelerine karşı şükürle mukabele eder. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davet olduğu gibi; Bâsıt isminin tecellisi de şükür ve hamde bir davettir. Yağmurlar bu ismin tecellisi ile yağar, toprak bu ismin tecellisi ile rahmetin bir kazanı olur, türlü türlü nebatatı içinde pişirir. Bu ismin tecellisiyle yeryüzü bir sofra, bahar o sofranın bir gül destesi, ağaçlar rahmetin bir eli ve çiçekler o rahmetin güzel bir hediyesi olur. Yine bu ismin tecellisi ile anlaşılması zor olan bir mesele insana açılır, kesat giden işler bol kazanca ve berekete dönüşür, hayat insanlara kolaylaşır, maddi ve manevi sıkıntılar yerlerini ferah ve mutluluğa bırakır. Uykuda kabzedilen ruh, Bâsıt isminin tecellisi ile tekrar bedene döner. Demek her uyandığımızda Allah’ın Bâsıt ismini tefekkür ve zikir etmeliyiz. Yine bu ismin tecellisi ile ibadetten lezzet ve zevk alınır, zor olan ibadetler insana kolaylaştırılır, ibadetin peşin bir mükâfatı olan manevi hazlar hissedilir. Sözün özü: Maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi bütün genişlikler Bâsıt isminin bir tecellisidir. İnsan-ı kâmil odur ki: Nimetten nimetin hakiki sahibine çıkar,
kendisine lütfedilen maddi ve manevi nimetlerin sahibi olan Allah’ı Bâsıt ismiyle tanır, her genişlikte Bâsıt isminin bir cilvesini görür ve O’na hamd ve şükür eder. Allah-u Teâlâ, bu ismin hürmetine bizlere maddi ve manevi genişlikler versin, sıkıntı ve darlıklardan kurtarsın ve Bâsıt isminin tecellisine bizleri mazhar etsin. Âmin!
El-Hâfid El-Hâfid: Alçaltan, yukarıdan aşağıya indiren, hor ve hakir kılan manalarına gelir. Cenab-ı Mevla, bu ism-i şerifiyle zalimleri, asileri ve firavunları alçaltır. Onları hem dünyada hem de ahirette zelil ve hakir eder. Bu ism-i şerif ile zalimler zelil kılındığı gibi, bazen Müminler ve masumlar da alçaltılarak sabır ile imtihan edilir. Demek bu isim, bazen kulun zulmünden dolayı ve bazen de sabırla imtihan edilmesinden dolayı kişide tecelli eder. Şimdi, bu ism-i şerifin âlemdeki tecellilerini görelim: Zalim devlet reislerinin ve yöneticilerin devrilmesi bu ism-i şerifin tecellisi ile olur. Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller ve onların her asırdaki timsalleri, Hâfid isminin tecellisiyle alçaltılmış ve saltanatlarını kaybederek hor ve hakir olmuşlardır. Demek, saltanatını kaybeden her zalim sultan, bu ism-i şerifin tecellisiyle yerle bir olmuştur. Bu isim, şahıslarda olduğu gibi devletlerde de tecelli etmiş, Roma, Bizans ve Pers imparatorlukları gibi birçok imparatorluk ve devlet, bu ismin tecellisiyle yıkılarak tarihin sayfalarına gömülmüşlerdir. El- Hâfid ismi şuralarda da tecelli eder: Bir yöneticinin makam ve mevkisini kaybetmesi, başarılı bir öğrencinin başarısını kaybetmesi, zengin bir kimsenin malını ve varlığını kaybederek fakir olması, sağlıklı bir insanın sağlığını kaybetmesi, güçlü ve kuvvetli bir insanın kuvvetini kaybetmesi gibi bütün alçalmalar ve yukarıdan aşağıya inmelerde Hâfid ismi tecelli eder. Şu da bilinmelidir ki, alçalmak sadece işlenen günahlar ve kusurlar sebebiyle değildir. Bazen Cenab-ı Hak, kulunu sabır ile imtihan etmek için verdiği nimetleri ondan alır ve onu alçaltarak El-Hâfid ismine mazhar eder.
Bu isim maddi olarak böyle tecelli ettiği gibi, manevi olarak da şöyle tecelli edebilir: Bir Müslüman’ın dinden dönerek kâfir olması, namaz kılan birisinin namazını bırakması, bir hafızın hafızlığını unutması ve kulun işlemiş olduğu günahlar sebebiyle manevi mertebelerden aşağıya, ahsen-i takvimden esfel-i safiline düşmesi gibi… Hâfid isminin bu manevi tecellilerinden Rabbimiz bizleri muhafaza etsin! Bu isim dünyada tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecek, kâfirler ve zalimler cehenneme sokularak orada hor ve hakir kılınacaktır. İşte bu, El-Hâfid isminin belki de en büyük tecellisidir! Peygamber Efendimiz (sav), El- Hâfid isminin bir tecellisine şu hadis-i şerifleri ile şöyle dikkat çekmiştir: Hz. Enes (ra) şöyle dedi: Resulullah (sav)’in devesi Adbâ, yarışta birinciliği başkasına vermez ve yarışı başkasına kolay kolay bırakmazdı. Bir gün devesine binmiş olarak bir bedevi geldi ve yarışta onu geçti. Bu durum Müslümanlara pek ağır geldi. Onların bu halini fark eden Peygamber (sav) şöyle buyurdu:“Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez bir kanunudur.” İşte bu hadis-i şerif, her çıkışın bir inişi olduğunu beyan etmekle, El-Hâfid ismini ders vermektedir. Bu ismin tecellisi karşısında kula düşen vazifeler ise şunlardır: 1- Eğer kendisi El-Hâfid ismine mazhar olarak alçaltılmış ise, evvela kendisine bakarak buna sebep olan günah ve kusurlarına hemen terk etmeli ve Cenab-ı Hakk’a iltica ederek O’nun kulluğuna dört elle sarılmalıdır. 2- Bilmelidir ki: Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Dünyada başa gelen birçok sıkıntı ve belalar vardır ki, Allah-u Teâlâ -kulunun sabretmesi şartıyla- o sıkıntı ve belalarla kulunu günahlardan temizler ve manevi makamları kazanmasına o belaları bir sebep kılar. Bu sebeple kul, bu ismin tecellisine rıza içinde sabır göstermelidir. 3- El-Hâfid isminin tecellisiyle helak olan kavimlere, zelil olan sultanlara, makam, mevki, şan ve şöhretlerini kaybeden insanlara ibret nazarıyla bakmalı ve onların halinden bir ders alarak, onların mahvolmasına sebep olan amellerden, yılandan kaçar gibi kaçmalıdır.
Er-Râfi Er-Râfi: Yükselten ve aşağıdan yukarıya çıkaran manalarına gelir. Cenab-ı Hak Râfi’dir. Dilediğini nasıl aşağılara indiriyor ve zelil ediyorsa, dilediğini de yükseltir ve aziz eder. Bir padişahı köle yapabileceği gibi, bir köleyi de sultanlık tahtına oturtabilir. Cenab-ı Mevla, bu ism-i şerifiyle Müminlerin cennetteki derecelerini yükseltir. Onları hem dünyada hem de ahirette kendisine yakın eder. Hâfid ismi ile zalimleri alçalttığı gibi, Râfi ismi ile de Müminleri ve salihleri yükseltir, onları yüce makamlara ulaştırır. Devletler de bu ismin tecellisi ile büyür ve diğer devletlere üstünlük kazanır. İşte bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu da bu isme ayna olarak yükselmiş ve diğer devletlere hâkim olmuştur. Daha sonra da İsm-i Hâfidin tecellisiyle yukarıdan aşağıya indirilmiştir. Asr-ı saadet ve ondan sonra gelen Hülefa-i Raşidin devri de bu isme mazhar olmuş ve o asrın Müslümanları bütün din ve devletlere üstün gelerek galip olmuştur. İşte bu da İsm-i Râfi’nin bir tecellisidir. Devletlerde tecelli eden Râfi ismi, devlet yöneticilerinde de tecelli etmiş ve bir kısmı bu ismin tecellisine mazhar olarak yıllarca ülkelerini yönetmiştir. Demek sultanlar ve devlet resileri, bu ismin tecellisi ile o makamlara oturmuşlardır. Tabi bir vakit sonra bu isim yerini El-Hâfid ismine bırakmış ve iş başında olan devlet reisleri makamlarından alaşağı edilmişlerdir. Şimdi de bu ism-i şerifin âlemdeki diğer bazı tecellilerini görelim: Semanın yükseltilmesi, kuşların uçması, ağaçların yükselmesi, bir uçağın havalanması, gemilerin denizde batmaması ve suyun üzerinde yüzmesi, bir yöneticinin makam ve mevki kazanması, başarısız bir öğrencinin başarıyı yakalaması, fakir bir kimsenin zengin olması, bir hastanın iyileşip sağlığına kavuşması, zayıf bir kişinin güçlü ve kuvvetli bir hale gelmesi gibi bütün yükselmeler ve aşağıdan yukarıya çıkmalarda Râfi ismi tecelli eder. Bu isim maddi olarak böyle tecelli ettiği gibi, manevi olarak da şöyle tecelli eder: Meleklerin semaya yükselmeleri, bir kâfirin Müslüman olması, namaz kılmayan birisinin namaza başlaması, ruhların bedenden ayrılıp gökyüzüne yükselmesi, bir kulun işlemiş olduğu salih ameller sebebiyle manevi mertebelerde yükselmesi ve kişinin esfel-i safilinden ahsen-i takvim sırrına yükselmesi gibi birçok hadisede Râfi ismi tecelli eder. Peygamber Efendimiz (sav)’in en büyük mucizelerinden biri
olan Miraç hadisesi de bu ismin tecellisi ile olmuştur. Rabbimiz bizleri de Râfi isminin bu manevi tecellilerine mazhar eylesin! Bu isim dünyada tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecek ve Müslüman olarak ölenler cennete girerek orada yükseleceklerdir. İşte bu, Er-Râfi isminin belki de en büyük tecellisidir! Bu ismin tecellisi karşısında kula düşen vazifeler ise şunlardır: 1- Eğer kendisi Er-Râfi ismine mazhar olarak yükseltilmiş ise, evvela bunun sebebinin kendi yeteneği değil, Allah’ın rahmeti olduğunu bilmeli ve kendisini yükselten Cenab-ı Mevla’ya hamd ve şükür ederek, oradan düşmesine sebep olacak amellerden son derece kaçınmalıdır. Sözün özü Karun gibi olmamalı ve “Ben bunu kendi katımdaki bir ilim ile kazandım” diyerek nimeti kendisine isnad etmemelidir. 2- Bilmelidir ki: Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. İmtihan ise bazen sabırla ve bazen de şükürle olmaktadır. Onun yükselmesi de şükürle bir imtihandır. Kişi bunu bilmeli, gurur ve övünmek yerine şükrü kendisine ayrılmaz bir refik yapmalıdır. 3- Er-Râfi isminin tecellisiyle yükselen kavimlere, aziz olan sultanlara, makam, mevki, şan ve şöhret verilmiş insanlara gıpta ve hased etmemelidir. Onlara verilen bu nimetlerin sadece imtihan için verildiğini düşünerek, o nimetlerin kendisine verilmesini, imtihanı kaybetmek endişesinden dolayı talep etmemelidir. Gıpta edeceği tek şey, uhrevi ameller ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazandıracak ameller olmalıdır.
El-Muiz El-Muiz: Dilediğine izzet ve şeref veren demektir. Cenab-ı Hak Muiz’dir. İzzeti ve şerefi dilediğine verir. Her aziz olan, O’nun aziz kılmasıyla o izzete ulaşmıştır. İzzet, kibirden farklıdır. İzzet, insanın kendi nefsinin hakikatini keşfederek kendindeki üstünlüğü Allah’tan bilmesidir. Kibir ise, insanın kendindeki acizliği ve fakirliği unutarak, kendindeki izzeti nefsine isnad etmesidir. Cenab-ı Hak, izzete ve şerefe layık olan kullarını en iyi bilendir. O, dilediği kulunu aziz eder, onun şanını artırır ve onu insanlar arasında vakar sahibi kılar. O kişi,
bu ismin tecellisi sayesinde daima rabbinin emrinde, resulünün yolunda olup, asla kendisini rezil edecek bir işte ve harekette bulunmaz. Şimdi, bu ismin tecellilerini bir nebze tefekkür edelim: Evvela bu isim sadece Müminlerde ve Müslümanlarda tecelli eder. Zira İslam ve iman, izzet ve şerefin olmazsa olmazıdır. İzzet ve şerefin mikyası İslamiyet’tir. Bu hakikate Kuran şöyle işaret etmiştir: “Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Yoksa izzet ve şeref onların yanında mı arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” (Nisa139) “İzzet ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur.” (Münafikun) İşte bu ayet-i kerimelerin beyanıyla, izzat ve şeref Allah’a, Peygamber Efendimize (sav) ve Müminlere mahsustur. Müminler, iman sıfatları sebebiyle aziz edilmiş ve şereflendirilmişlerdir. Demek iman ve İslam, izzetin başlı başına bir sebebidir. İzzet ve şeref sahibi kumandanlar da bu isme mazhar olmuştur. Onlardaki izzet ve şeref, Allah’ın Muiz isminin bir tecellisidir. Demek Fatih’lerde, Kanuni’lerde, Yavuz’larda ve diğer izzet sahibi bütün kumandanlardaki izzet ve şeref, Muiz isminin bir tecellisidir. Kumandanlarda tecelli eden Muiz ismi, devlet ve milletlerde de tecelli etmiş ve bir kısım devletler El-Muiz ismine mazhar olarak diğer devletlere galip ve üstün gelmişlerdir. Osmanlı Devleti, Muiz ismine geniş bir ayna olarak 600 yıl üç kıtada hâkimiyet göstermiş ve topraklarının sınırlarında güneş hiç batmamıştır. İlim tahsil eden ve ilmiyle amil olan âlimler de Muiz isminden nasiplerini almışlardır. Zira ilim de izzet ve şerefin bir sebebidir. Bu isim, Allah’a ibadet ve itaat eden kullarda da gözükür. Zira Allah’a itaat etmekten daha üstün bir izzet ve şeref yoktur. Bu hakikate Efendimiz (sav) şöyle işaret buyurmuştur: “Müminin şerefi gece namazı kılmasındadır. İzzeti ise, insanlardan müstağni olup onlara el açmamasındadır.” El-Muiz ismi kıyamet günü de bütün haşmetiyle tecelli edecek ve Müminler aziz edilerek cennete sokulacaktır. Demek cennete girmek de Muiz isminin bir tecellisi iledir. Cenab-ı Hak bu ismin hürmetine bizleri hem dünyada hem de ahirette aziz eylesin ve bizleri o izzetten mahrum edecek bütün amellerden muhafaza eylesin. Âmin.
El-Muzil El-Muzil: Dilediğine alçaltan ve zelil eden demektir. Allah-u Teâlâ, dilediğini aziz edip şerefli kıldığı gibi, dilediğini de zelil eder ve hakir kılar. Allah’ın hor ve hakir kıldığını kimse şerefli kılamaz; izzet ve şerefe ulaştırdığını da kimse zelil edemez. İzzet, Allah’ın kullarına verdiği bir şeref olduğu gibi, zillet de bir perişanlık ve mahrumiyettir. Tarihin tozlu sayfaları bu ismin tecellisiyle zelil olan kavimlerle doludur. Başta, peygamberlerini inkâr eden Ad kavminden Semud kavmine, Medyen halkından Lut kavmine kadar bütün isyankâr kavimler İsm-i Muzil’ın tokadıyla yerle bir olmuştur. Onların kalıntıları ise, sonraki nesillere birer ibret levhası olarak bırakılmıştır. Hatta o kavimlerden bir kısmı, maymuna ve hınzıra çevrilmek gibi en alçaltıcı bir azap ile zelil edilmişlerdir. Yine Firavun’un denizde boğulması, Nemrud’un topal bir sivrisinek ile helak edilmesi, Karun’un hazineleri ile birlikte yere geçirilmesi gibi bütün Allah düşmanlarının başına gelen tokatlar ve musibetler, El-Muzil isminin bir tecellisidir. Allah’ı tanımayan asi kavimlerde tecelli eden İsm-i Muzil, her kâfir ve münafıkta da tecelli etmektedir. Zira iman ve İslam izzetin sebebi olduğu gibi, şirk ve küfür de zilletin ta kendisidir. Demek bir kâfir, ne kadar zengin ve güçlü de olsa, hakikatte ve manasında zelildir ve hakirdir. Bir mümin ise ne kadar fakir ve zayıf da olsa, hakikatte azizdir ve şereflidir. Zira Allah’a dost olan zillete düşmez ve Allah’a düşman olan da aziz olamaz. Muzil ism-i şerifi, yeryüzünde insana itaat eden bütün mahlûkatta da tecelli etmektedir. Yani insanı deveye bindiren şey, insanın kuvveti değil; Hak Teâlâ’nın deveyi insanın emrine verip onu zelil kılmasıdır. Deve, kendindeki Muzil isminin tecellisiyle insana karşı zelil olmuştur. Aynen bunun gibi, gözsüz bir akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlup olan insana, küçük bir kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren onun iktidarı ve kuvveti değil, zayıflığının bir neticesi olan teshir-i rabbanidir. Yani o mahlûklar, Allah’ın zelil kılmasıyla insana itaat etmektedir. El-Muzil ism-i şerifi, dünyada böyle tecelli ettiği gibi, ahirette de tüm haşmetiyle tecelli edecek ve kâfirler cehenneme atılarak zelil kılınacaklardır. Allah-u Teâlâ, Müslümanları da günahları sebebiyle kâfirlere karşı zelil edebilir ve maalesef Âlem-i İslam’ın şu andaki hali bu hakikate şahittir. Müslümanlar ne zaman Kuran’a ve İslam’a sarılmışlarsa aziz olmuşlar ve ne zaman Kuran’dan ve
İslam’dan uzaklaşmışlarsa zelil olmuşlardır. Bu hakikate Efendimiz (sav) şöyle işaret buyurmuştur: “Kim Allah’a verdiği ahdi bozarsa, Allah-u Teâlâ, düşmanlarını onlara musallat eder.” İşte düşmanların musallat olması ve Müslümanların mağlubiyeti, Allah’a verilen ahdin bozulması sebebiyle olan bir zillettir. Müslümanların izzeti kaybedip zillete düşmelerinin bir sebebi de dünyaya olan rağbetleri ve hırslarıdır. Bu hakikate şu latif misal ile işaret edeceğiz: Fetihe-l Musili hazretleri bir yerde otururken kendisine, arzu ve isteklerinin peşinden gidenlerin sıfatları soruldu. Fetihe-l Musili hazretlerinin yakınlarında, birinin elinde sadece ekmek, diğerinin elinde ise ekmekle birlikte turşu olan iki çocuk vardı. Elinde sadece ekmek olan çocuk, arkadaşına: “Elindeki turşudan bana da versene” dedi. Arkadaşı: “Bir şartla, eğer benim köpeğim olursan veririm” deyince, elinde sadece ekmek olan çocuk: “Tamam” dedi. Bunun üzerine ekmeğinin yanında turşusu olan çocuk, arkadaşının boynuna bir ip geçirdi ve tıpkı köpeklerin çekildiği gibi onu çekmeye başladı. Fetih hazretleri, soru sorana dönüp dedi ki: “Eğer bu çocuk elindeki ekmekle yetinmiş ve turşuya rağbet etmemiş olsaydı, arkadaşının köpeği olmazdı.” Bu kıssadan hissemiz şudur: Demek, zilletin bir sebebi de dünyaya olan hırs ve rağbettir. Çünkü hırs, müminde mahrumiyetin ve zilletin sebebidir. Eğer zelil olmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken şey, dünya sevgisini kalbimizden çıkarmak ve elimizdeki nimetlere kanaat etmektir. Cenab-ı Hak bizleri El-Muzil isminin tecellisinden muhafaza etsin. Bu ismin tecelline sebep olacak günahları terk etmemiz hususunda bizlere gayret ihsan eylesin. Bu dünyada bizi izzetle yaşatsın, izzetle öldürsün ve izzetle diriltsin. Âmin.
Es-Semi Es-Semi, işiten demektir. Cenab-ı Hak Semi’dir. Her sesi işitir ve duyar. En kısık sesler ve en gizli fısıltılar dahi O’nun işitmesinden hariç kalamaz. Hiçbir şey işitmesine perde olamaz. O’dur bir tohumun kabiliyet lisanıyla çiçek olmak için yaptığı duayı işiten ve onu çiçek yaparak duasına icabet eden.
O dur bir kelebeğin ihtiyaç lisanıyla kanat için yaptığı duayı işiten ve ona kanat takarak duasına icabet eden. O dur kurumaya yüz tutan bir yaprağın ızdırar lisanıyla su için yaptığı duayı işiten ve bulutlar ordusuyla duasına icabet eden. O dur kalpten geçen en gizli bir sesten tutun karanlıktaki bir karıncanın ayak sesine kadar her şeyi işiten ve duyan. Cenab-ı Hak bütün kemal sıfatlarla sıfatlanmış olup bütün kusur ve noksanlıklardan münezzehtir. İşitmemek ve duymamak ise bir kusur ve noksanlıktır. Cenab-ı Hak bu kusurdan beridir, yani Semi’dir. Semi sıfatı Cenab-ı Hakk’ın zati bir sıfatı olup bu sıfatın hakiki mahiyetini idrak etmemiz mümkün değildir. Bu sıfatın azametini şu misalle bir derece anlayabiliriz: Acaba aynı anda kaç kişinin sesini işitip anlayabilirsiniz? İki kişi mi? Üç mü? Yoksa dört mü? Bir insan aynı anda kaç kişinin sesini işitip anlayabilir? Evet, iki kişiyi bile aynı anda dinleyip sözlerini anlamak insan için mümkün değildir. Şimdi de Allah-u Teâlâ’nın işitme sıfatındaki azamete bakın… Bu kâinat galaksilerin hareketlerinden sineklerin vızıltısına, rüzgârların terennümatından bulutların naralarına, denizlerin dalgalarından yağmurların nağmelerine kadar türlü türlü seslerle ve çeşit çeşit nağmelerle dolu ilahi bir musiki dairesidir. İşte Cenab-ı Hak aynı anda bütün bu sesleri işitir. Denizlerin dibindeki balıklardan tutun semadaki yıldızlara kadar, zerreden şemse, insanlardan meleklere kadar, nihayetsiz varlıkların sesini aynı anda duyar. Hiçbir ses diğerine mâni olmaz. Hatta sadece sesleri değil, kalplerden geçenleri dahi işitir. Elbette böyle bir işitmeyi akıllarımızın idrak etmesi mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim bu ismi şu ayetleriyle ders vermektedir: Kullarım sana benden soruyorlar. Muhakkak ki ben çok yakınımdır. Bana dua edince, dua edenin duasına icabet ederim. (Bakara 186) (Musa ile Harun) “Rabbimiz! Onun bize kötülük yapmasından veya azgınlığını artırmasından korkarız.” dediler. Allah buyurdu ki: “Korkmayın, zira ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm.” (Taha 4546) Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve bilir. (Fussilet 36) Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir. (Mücadele 1)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Allah-u Teâlâ’ya Semi ismiyle şöyle senada bulunmuştur: Ey sesleri işiten! Ey dualara icabet eden! Ey şikâyetleri duyan! Ey işitmesi bütün işitenlerin üstünde olan! Ey en gizli sesleri işiten ve en gizli arzuları bilen! Ey çaresizlerin feryat ve inlemelerini işiten! Ey hiçbir ses diğerine engel olmadan bütün sesleri bir anda işiten! Bu isimden hissemiz şu olmalı: Madem Cenab-ı Hak Semi’dir ve her sesi işitir, o hâlde biz de tazarru ve niyazla tevazu ve mahviyet ile dua etmeli ve yalvarışlarımızı O’na işittirmeliyiz. Hem madem O Semi’dir, her şeyi hatta kalbimizden geçenleri dahi işitir, o hâlde bizler de dilimize ve kalbimize sahip olmalı ve Rabbimizin işitmekten razı olmadığı şeyleri O’na işittirmemeliyiz.
El-Basir El- Basir: Her şeyi gören demektir. Evet, Allah Basir’dir. Her şeyi görür. Hiçbir şey ondan gizlenemez ve saklanamaz. Bütün eşya her an O’nun şuhud dairesindedir. Nasıl ki, güneşe karşı perdesiz eşya, güneşin şuasından gizlenemez ve saklanamaz. Güneş, ışığı ile onları ihata eder. Aynen öyle de hiçbir eşya da Cenab-ı Hakk’ın görüşünden gizlenemez ve saklanamaz. Cenab-ı Hak bütün eşyayı tek bir eşya gibi görür; bir görüş, başka bir görüşe mâni olmaz. Allah-u Teâlâ’nın Basir sıfatını tam manasıyla idrak etmek mümkün değildir. Şöyle ki: Basir isminin küçük bir tecellisi insanda da mevcuttur. İnsan bu sıfatın kendindeki tecellisi sayesinde âlemi ve içindeki eşyayı görür. Ancak insanın görme sıfatı sınırlıdır. Mesela duvarı görür, ama arkasını göremez. Şu kadar metredeki eşyayı görür, ama daha ötesini göremez. Önünü görür, ama arkasını göremez. Birisini görürken diğerini göremez. Hâlbuki Allah-u Teâlâ bütün eşyayı aynı anda görür. Birisini görmesi başkasını görmesine mâni olmaz. Zerrelerden şemslere, papatyalardan galaksilere, denizlerin dibindeki balıklardan semavâtın kandillerine kadar her eşyayı aynı anda görür ve müşahade eder. Elbette böyle
azametli bir görme sıfatını insanın kasır fehmiyle idrak etmesi mümkün değildir. Bizler Allah-u Teâlâ’nın Basar sıfatıyla mevsuf olduğunu kabul ederiz, buna inanırız. Ancak bu sıfatın künhünü idrak edemeyiz. Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şu âlem şehadet etmektedir. Şöyle ki: Her bir mevcut intizamlı ve sanatlı vücuduyla Allah’ın Basir olduğuna şehadet eder ve duymasını bilenlere âdeta şöyle der: Ey insan, bana bak ve beni oku! Bak, nasıl intizamla yaratılmışım. Ve nasıl harikulade bir sanatım var. Bak, her azamda bir denge söz konusu. Bu intizamın ve dengenin keşfi için bütün ilimler seferber olmuş. Elbette beni böyle yaratabilmek için yaratanımın beni görmesi gerekir. Beni görmeli ki, böyle intizamlı ve sanatlı bir şekilde beni yaratabilsin. Görmeyen, bu intizam ve sanata sahip olamaz. İşte her bir varlık kendindeki intizam ve sanatın lisan-ı hâliyle Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet eder. Yine rızıkların mükemmel bir şekilde yaratılması ve tam vaktinde muhtaçlara verilmesi Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna bir delildir. Zira rızkı ihtiyaç sahibine en münasip bir vakitte yetiştirmek ve o rızkı onun vücuduna uygun olarak yaratmak ancak görmek ile mümkündür. Görmeyen, bu hikmetli fiile fail olamaz. Demek, bu hikmetli fiilin sahibi ancak bütün eşyayı aynı anda görebilen bir zat olabilir. Yine atomlardan tutun yıldızların hareketlerine kadar şu âlemdeki umumi intizam Allah-u Teâlâ’nın Basir olduğuna bir delildir. Zira böyle bir intizam ancak bütün kâinat şuhudunda ve görüşünde olan bir zat tarafından idare edilebilir. Bütün kâinatı aynı anda göremeyen, bu intizamı tesis edemez ve devam ettiremez. Demek, şu âlemdeki intizam da lisan-ı hâliyle Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet etmektedir. Mahlûkların intizamlı ve sanatlı vücutları, rızıkların yaratılması ve ihtiyaç sahiplerine vakt-i münasipte yetiştirilmesi ve şu âlemdeki intizam, Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet ettikleri gibi, varlıkların nakış nakış dokunması, birbirleriyle hikmetli münasebetleri, yaratılışlarındaki kolaylık ve suretlerinin farklılığı gibi daha birçok cihetler yine Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet etmektedir. Dilerseniz şimdi Kur’an’a kulak verelim ve Basir ism-i şerifinin anlatıldığı bazı ayetlere dikkat kesilelim: Hangi işi yaparsanız yapın, Kur’ân’dan ne okursanız okuyun, ne işte çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken biz sizin üzerinizde şahidiz. Ne yerde ne de gökte zerre kadar hiç bir şey Rabbinden saklanamaz. (Yunus; 61)
İnkâr edenler: “Bize o kıyamet saati gelmez.” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbim hakkı için kıyamet size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre kadar bir şey ondan gizlenemez. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” (Sebe; 3) Göklerde ve yerde olanları Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir. (Mücadele; 7) Bu ism-i şeriften hissemiz şu olmalıdır: Madem Allah-u Teâlâ Basir’dir ve her şeyi görür; elbette bizi de görür ve her hareketimizi müşahede eder. Hiçbir hâlimiz O’ndan gizlenemez. Madem O bizi görür, o hâlde biz de Rabbimize karşı hayâ ve edep içinde olmalıyız. O’nun görmekten razı olmadığı amel ve hareketleri O’na göstermemeli, yani o çirkin amelleri işlememeliyiz. Küçük bir çocuğun yanında bile işlemekten hayâ ettiğimiz amelleri Allah-u Teâlâ bizi görürken O’nun huzurunda işlemekten kaçınmalıyız. Ey Rabbimiz! Sen kelamımızı işitiyorsun, hâlimizi görüyorsun, hiçbir işimiz senden gizlenemez. Biz senin fakir, muhtaç, günahkâr, asi ve nefsine zulmetmiş kullarınız. Bizleri bağışla ve bizlerde gördüğün çirkin hâlleri ihsanınla ve kereminle affet.
El- Hakem El-Hakem: Hükmeden, hak ile batılın, yanlış ile doğrunun, güzel ile çirkinin ve iyi ile kötünün arasını ayıran demektir. Bu manalarla Cenab-ı Hak Hakem’dir. Her şeyin hükmünü O verir ve hükmünü eksiksiz icra eder. O’nun hükmü olmadan hiçbir şey, hiçbir hâdise meydana gelemediği gibi, O’nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, infazına mâni olacak hiçbir kuvvet de yoktur. Allah-u Teâlâ Hakem’dir. Hak ile hükmeder. Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ve iyiyi kötüden ayırır. Eğer Cenab-ı Hakk’ın bu isminin tecellisi
olmasaydı, bizler bu zıtlar arasında bir ayırım yapamayacak, neyin hak, neyin batıl; neyin güzel, neyin çirkin ve neyin iyi, neyin kötü olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektik. Şimdi, Hakem isminin bazı tecellilerini görelim: Peygamber Efendimiz (s.a.v) Hakem ismine en geniş manada mazhar olmuş ve bu ismin mazhariyetiyle hakkı batıldan, güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırmış ve insanlar arasında hak ile hükmetmiştir. Sünnet-i Seniyyenin bütün meseleleri ve bütün hükümleri El-Hakem isminin tecellisi ile meydana gelmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim, ism-i Hakem’e geniş bir aynadır. İçindeki hak hükümler, iyi ile kötünün, güzel ve çirkinin arasını ayıran beyanlarıyla El-Hakem isminin tecellisine mazhardır. Yine İslam’ın şeriatı ve şeriatın her bir hükmü, El-Hakem ismine mazhardır. Zaten bu mazhariyeti sebebiyle 14 asır boyunca insanları adaletle idare etmiş ve her haklıya hakkını teslim ederek adaleti tesis etmiştir. Dünyada insanlar arasında hak ile hükmeden bütün hâkimler yine Hakem ismine aynadırlar ve bu ismin tecellisi sayesinde hükümlerinde isabet etmektedirler. Hâkimler gibi gerçek âlimler de Hakem ismine güzel bir aynadırlar. Onlar da bu ismin kendilerindeki tecellisi sayesinde yanlış ile doğrunun, hak ile batılın, hayır ile şerrin arasını ayırmışlar ve bizlere göstermişlerdir. Hatta bu isim o kadar geniş bir alanda tecelli eder ki Hz. Ali efendimizin ism-i azam olarak gördüğü altı isimden birisi ve yine İmam-ı Azam efendimizin İsm-i azam olarak gördüğü iki isimden birisi de Allah’ın Hakem ismidir. Hakem ismi kâinattaki her hadisede ve her olayda tecelli etmektedir. Zira her hadise ancak Allah-u Teâlâ’nın hüküm vermesi ile meydana gelmektedir. Bu manasıyla, bir yaprağın düşüşünden tutun, yumurtadan çıkan bir civcive; aldığımız nefesten tutun, yeni doğan bir bebeğe; denizlerin dalgasından tutun, gökyüzündeki gezegenlere kadar her hadisede Hakem ismi tecelli etmekte, ya da başka bir ifadeyle, Hakem isminin tecellisiyle bu hadiseler meydana gelmektedir. Allah’ı inkâr eden ve O’na isyan eden kâfirin vücudunda dahi Allah’ın hükümranlığı geçerlidir ve Hakem ismi tecelli etmektedir. Onun kalbini çalıştıran, kanını dolaştıran, her hücresine gıda veren, saçının her teline renk veren ve sözün özü, vücudundaki her tasarrufa hükmeden ve bu hükmü icra eden Allah-u Teâlâ’dır. El-Hakem ismi dünyada böyle tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecektir. Bütün insanları mahşer meydanında toplayacak olan Cenab-ı Hak, El-Hakem isminin
tecellisiyle insanlar arasında hak ile hükmedecek, boynuzsuz koyunun hakkını boynuzlu koyundan alacak ve bu ismin tecellisiyle müminlerle kâfirlerin arasını ayırarak müminleri cennete, kâfirleri de cehenneme sokacaktır. Ahiretteki muhasebe El-Hakem isminin tecellisiyle yapılacak ve kimseye zerre miskal zulmedilmeyecektir. Bu isimden hissemiz şu olmalıdır: Yanlış teraziyle tartan, dünyanın en adil insanı da olsa yanlış tartar. İlk önce teraziyi düzeltmek gerekir. Aynen bunun gibi, Allah-u Teâlâ’nın El-Hakem ismine iman eden bizler, O’nun koyduğu, Resulünün uyguladığı kurallara uyarak, beşerin yanlış terazilerini bırakmalı ve her meseleyi Kur’an’a ve Sünnete göre tartmalıyız. Sorunlarımıza El-Hakem isminin en geniş aynası olan Kur’an ve Sünnet ışığında çözüm bulmalı ve şu ayet-i kerimenin tehdidinden her zaman titremeliyiz: “Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapmadıkça, sonra senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı bulmadıkça ve tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa 65)
El-Adl El-Adl: Çok adil olan, asla zulmetmeyen, hak ile hükmeden, adalet sahibi manalarına gelmektedir. El-Adl ismi hem Hz. Ali’nin hem de İmam-ı Azam Hazretleri’nin İsm-i Azam olarak gördükleri isimler arasındadır. Allah-u Teâlâ adalet sahibidir. Haksızlık ve zulüm yapmaz. Zaten zulüm başkasının mülküne tecavüzdür. Bütün mülk ise Allah’ındır. Bu cihetle Cenab-ı Hak hakkında -hâşâ- zulüm düşünülemez. O her işinde adaletle hükmeder. Ne hesabında, ne takdirinde, ne kahrında, ne gazabında ve ne de icraatlarında zerre miskal zulüm yoktur. Her işinde ve her fiilinde mutlak adalet sahibidir. Şimdi El-Adl isminin âlemdeki tecellilerini tefekkür edelim: 1. Zalimlere gelen bütün semavi tokatlar El-Adl isminin bir tecellisidir. Zalimlere gelen bütün semavi tokatlar El-Adl isminin bir tecellisidir. Nuh kavminin, Ad kavminin, Semud kavminin, Firavunların, Nemrutların, Karunların helakı hep bu ismin tecellisiyledir. Nerede bir zalim varsa ve ona semavi bir tokat
inmişse, onda El-Adl ismi tecelli etmiştir. Şimdi bu ismin tecellisine Kur’an’ın beyanıyla bakalım: “Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helak ettik). Andolsun ki, Musa onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azabımızı aşıp) geçebilecek değillerdi. Nitekim onlardan her birini günahları sebebiyle suçüstü yakaladık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik. Kimini korkunç bir ses yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlar. (Ankebut 39-40) İşte bu ayetlerle beyan buyrulan bütün azaplar El-Adl isminin tecellisiyle inmiş ve zalimler bu ismin tecellisiyle helak edilmiştir. Ya Rab! El-Adl isminin bu manasıyla bizlerde tecelli etmesinden sana sığınırız. Ya Rab! Gazabından rızana, azabından affına, adaletinden rahmetine sığınırız. Affın cömertliğindir, azabın ise adaletindir. Bize adaletinle değil, kereminle muamele eyle. Âmin! 2. Kâinattaki mizan, denge ve ölçü El-Adl isminin bir tecellisidir. Kâinattaki mizan, denge ve ölçü El-Adl isminin bir tecellisidir. Şimdi El-Adl isminin bu manasını âlem sayfasında tefekkür edelim: Şu âlemdeki her varlık, mikroorganizmalardan bitki ve hayvanlara varıncaya kadar her şey bu dünyayı istila etmek istemektedir. Hâlbuki onların bu istila meyli ve arzusu bir kuvvetin setti ile önlenmekte ve her biri bir limiti geçememektedir. Mesela bir mikroorganizma uygun şartları bulduğunda 44 saat içinde 5000 dünya ağırlığında bir büyüklüğe ulaşabilme özelliğine sahiptir. Eğer bu mikroorganizma dilediği gibi büyüyebilseydi, tek başına şu âlemi istila edebilirdi. Ancak diğer canlıların hayat haklarının korunması için bu mikroorganizmaya müsaade edilmemiş ve çeşitli düşmanlarla mücadele etmek zorunda bırakılarak dünyayı istilasının önüne geçilmiştir. İşte bu organizmanın büyümesini önleyen El-Adl isminin tecellisidir. Denizlerde milyonlarca yumurta yumurtlayan balıklara da bir sınır getirilmiştir. Eğer bir sınırlama getirilmeseydi, her bir balık türü denizleri kendi cinsiyle istila ederdi ve denge de yerle bir olurdu. Mesela ıstakoz bir yılda yedi milyon yumurta yumurtlar. Eğer bunların hepsi ıstakoz olsaydı, birkaç senede denizler ıstakozla dolar taşardı. Mezgit balığı da senede altı milyon yumurta yumurtlar. Eğer bütün mezgitler yaşasaydı, bir seneye kalmaz denizler mezgitle dolardı. Oysa altı milyon
mezgitten ancak bir düzinesi hayatta kalabilmekte ve diğerleri hayvanlara yem olmaktadır. Eğer balıklar ve diğer deniz canlıları diledikleri gibi çoğalsalardı, bir sene içinde denizlerin dörtte üçünün canlılarla dolup taşacağını, karaları da suların istila edeceğini kestirmek herhâlde güç olmaz. Ancak buna müsaade edilmemekte ve denizlerde muhteşem bir denge hâkim olmaktadır. İşte bu denge El-Adl isminin bir tecellisidir. Bir cins ev faresinin bir sene içerisinde 400’e, ikinci senede ise 65.000’e ulaşabileceği tespit edilmiştir. Eğer farelerin üremesi ve çoğalmasının önüne geçilmeseydi, iki sene içerisinde yeryüzünü iki karış fare kaplardı. Bu farenin de dilediği gibi çoğalamaması El-Adl isminin bir tecellisidir. Ya dünya atmosferindeki oksijen dengesine ne demeli? Atmosferde % 21 oksijen, % 77 azot ve %2 oranında da diğer gazlar vardır. Eğer oksijen %21 oranında değil de biraz daha fazla olsaydı, ocağı yakmak için kibriti çaktığınızda dünyayı yakabilirdiniz. Ya da biraz daha az olsaydı, boğazımıza bir ip geçirilmiş gibi nefessiz kalırdık. İşte bu denge ve ölçü de El-Adl isminin bir tecellisidir. Misalleri çoğaltmak hatta kâinattaki denge ile ilgili bir kitap yazmak mümkündür. Zaten her fennin konusu bu denge olup her fen bu dengenin varlığına sadık bir şahittir. İşte âlemdeki bütün bu dengeler, mizanlar ve ölçüler El-Adl isminin bir tecellisidir. Demek, bu ism-i şerif bir an âlemdeki tecellisini çekse, âlem karmakarışık bir hâl alıp her şey birbirine girecektir. El-Adl isminin bu manadaki tecellisi sebebiyle Rabb’imize sonsuz hamd ve sena olsun. 3. Her şeye hassas ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek ve her azayı yerli yerine koymak El-Adl isminin bir tecellisidir. Her şeye hassas ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek ve her azayı yerli yerine koymak El-Adl isminin bir tecellisidir. Şimdi El-Adl isminin bu manadaki tecellisini insan aynasında tefekkür edelim: Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Bu elementlerin hepsi bir ölçüye ve dengeye göre vücudumuzda bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler vardır. Bunların azlık veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliği davranış bozukluklarına sebep olur. Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerine elementlerin yığılması ise
hormonal bozuklukları meydana getirir. İnsanın vücudunda böyle son derece hassas bir denge hâkim olduğu gibi, diğer hayat sahipleri olan hayvanların ve bitkilerin vücudunda da aynı denge hâkimdir. İşte bu denge El-Adl isminin bir tecellisidir. Şimdi de suretlerdeki ve azaların yerleştirilmesindeki dengeye ve ölçüye bakalım: İşte insanın yüzü… Ne kadar da ölçülü ve dengeli… Her aza birbiriyle ne kadar uyum içinde… Mesela eğer burnumuz biraz uzun olsaydı, ağzımızı kapatırdı. Kaşlarımız uzasaydı, gözlerimizi kapatırdı. Ya dişlerimiz ya da dilimiz uzun olsaydı, bu durumda ağzımızı nasıl kapatırdık? Gözümüz veya kulağımız büyük veya küçük olsa ne kadar dengesiz ve ölçüsüz olurdu. Ve bunlar gibi… Her aza nasıl da dengeli yaratılmış ve diğer azalarla uyumu ne de mükemmel sağlanmış… Şimdi diğer mahlûkların suretlerindeki ölçüyü, azalarındaki dengeyi ve azalar arasındaki uyumu insana kıyas edin… İşte suretlerin böyle dengeli bir şekilde icadı, azaların ölçülü bir şekilde yaratılması ve azalar arasındaki uyum El-Adl isminin bir tecellisidir. El-Adl ismi bu manasıyla her an sayısız varlıkta tecelli etmektedir. 4. Her hak sahibine kabiliyeti nispetinde hakkını vermek El-Adl isminin bir tecellisidir. Her hak sahibine kabiliyeti nispetinde hakkını vermek yani vücudunun bütün ihtiyaçlarını karşılamak ve hayatına devam edebilmesi için gereken bütün cihazları en münasip bir tarzda ona takmak El-Adl isminin bir tecellisidir. Dilerseniz El-Adl isminin bu manadaki tecellisini bir deve üzerinde tefekkür edelim: Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir. Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz. Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir. Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar. Uzun boynu yerden üç metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Dizler bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur. Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik… Mesela devenin bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km bile gidemezdi. Ya da gözü ağlı olmasaydı, fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Veya dudakları yarık olmasaydı, beslenemezdi. O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı? İşte devenin bu şekilde yaratılması yani hayatının muhafazası için ona en uygun vücudun ve azaların verilmesi ve ihtiyacının karşılanması, başka bir ifadeyle hayat hakkının korunması El-Adl isminin bir tecellisidir. Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlukatı deveye kıyas edin. Onların hayat haklarının korunması için onlara verilen vücuda, onlara takılan cihazlara ve ihtiyaçlarının mükemmelen karşılanmasına bakın ve El-Adl isminin bu tecellisi karşısında hayret secdesine varın! 5. İyiliklere güzel neticeler ve kötülüklere fena neticeler verme El-Adl isminin bir tecellisidir. İyiliklere güzel neticeler ve kötülüklere fena neticeler vermek El-Adl isminin bir tecellisidir. Demek, mümine cenneti vermek ve kafiri cehenneme sokmak El-Adl isminin bir tecellisidir. Gerçi cennet kazanılmaz, belki bir lutf-u İlahidir. Ancak müminlerle kafirlerin arasını ayırarak müminleri cennete, kafirleri cehenneme sokmak bir adalettir ve ism-i Adlin bir tecellisidir. El-Adl isminin bu ciheti ahirette tam manasıyla tecelli edecektir. Bu isimden hissemiz şu olmalıdır: İlk önce her işimizde doğru ve adaletli davranmalı ve El-Adl ismine bu cihette parlak bir ayna olmalıyız. Yalan ve hile asla bizden sudur etmemelidir. Daha sonra, bu ismin saydığımız manalarını âlem sayfalarında tefekkür etmeli ve her mahlukun üzerinde El-Adl ismini farklı cihetlerle okuyarak marifetullahta yükselmeliyiz. Cenab-ı Hak bizleri El-Adl ismine tam bir ayna yapsın. Ve mahluklar üzerinde bu ismin tecellisini okuyarak zatına ulaşan kullar zümresine dâhil eylesin! Âmin!
El-Latif Latif isminin 2 manası vardır: 1- Çok lütufkâr ve lütfu bol olan manasına gelir. 2- Bütün gizli işlere vâkıf olan ve ilmiyle her şeyi kuşatan manasına gelir. Allah-u Teâla bu iki manayla Latif’tir. Kullarına karşı lütuf sahibidir. Kullarını bilmedikleri ve ummadıkları yerlerden rızıklandırır ve bilmedikleri sebeplerle ihsanlarda bulunur. Hem ilmi her şeye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey ondan gizlenemez ve saklanamaz. O, gizli ve açık bütün hâllere vâkıftır. Alenen yaptıklarımızı ve gizlediklerimizi bilir. Her hâlimiz onun nazarında ve şuhudundadır… Şimdi Latif isminin bu iki manasını âlem sayfasında tefekkür edelim: 1- Allah-u Teâlâ çok lütufkâr ve lütfu bol olandır. “Allah kullarına lütufkârdır (latif), dilediğini rızıklandırır. O güçlüdür, galiptir.” (Şûrâ, 42/19) Allah-u Teâlâ Latif’tir. Lütfu bol ve ihsanı çok geniştir. Her mahlûk bu ismin tecellisiyle ummadığı yerden rızıklanır, bilmediği yerden ihtiyacı karşılanır, beklemediği yerden iyiliklere ve hayırlara mazhar olur. Latif ismi bu manasıyla şu âlemi ihata etmiştir. Mesela: Biz yoktuk, var olduk. Rabbimiz bize varlık ile lütufta bulundu… Var olduk; taş gibi, dağ gibi bir cansız olabilirdik. Rabbimiz bize hayat vermekle lütufta bulundu… Hayat sahibi olduk; ağaç gibi, çiçek gibi ruhsuz olabilirdik. Rabbimiz bize ruh vermekle lütufta bulundu… Ruh sahibi olduk; ancak bir böcek, bir kelebek, bir sinek gibi hayvan olabilirdik. Rabbimiz bizi insan yapmakla lütufta bulundu… İnsan olduk; ateşe tapan bir Mecusi, ineğe tapan bir Hindu, puta tapan bir putperest ya da bir beşere ilah diyen bir Yahudi veya Hıristiyan olabilirdik. Rabbimiz bizi Müslüman yapmakla ve Hz. Muhammed (s.a.v.) kuluna ümmet yapmakla lütufta bulundu… İşte bütün bu ihsanlar ve iyilikler Rabbimizin Latif isminin birer tecellisidir. Bizlere takılan göz gibi, dil gibi, kulak gibi her türlü maddi cihazat; akıl gibi, muhabbet gibi ve ilim gibi her türlü manevi cihazat Latif isminin bir tecellisidir.
Bu ismin tecellisi ile kuşa kanat, balığa yüzgeç takılır. Yine bu ismin tecellisiyledir; şu koca güneş bizlere bir lamba ve soba, şu ay bizlere bir gece lambası ve takvimci ve şu yıldızlar dünya evimizin birer kandili olmuştur. Yine bu ismin tecellisi ile günahlar bağışlanır, kusurlar örtülür, kabahatler silinir ve bütün günahlar bir anda sevaba dönüştürülür. Bütün bu ihsanlar lütfu bol ve ihsanı sınırsız olan Rabbimizin lütfudur ve Latif isminin bir tecellisidir. Bu ismin tecellisi ile yeryüzü bir sofra ve bahar mevsimi bu sofranın bir gül destesi olur. Bu ismin tecellisi ile o kuru ağaçlar hayat bulur ve ellerini bizlere uzatarak Rabb-i Latif’in şirin nimetlerini bizlere sunar. Bu isimdir toprağı kazan gibi kaynatan ve her türlü bitkiyi bu kazanda pişiren… Bu isimdir zehirli bir böceğin eliyle bize balı yediren ve elsiz bir böceğin eliyle bize ipek gibi yumuşak elbiseyi giydiren… Bu isimdir; koyun, deve, keçi gibi hayvanları bizlere birer süt çeşmesi yapan ve develerden gemilere, atlardan fillere ve güneşlerden bulutlara kadar her şeyi bize itaatkâr kılan ve her şeyi bizim emrimize veren… Bu ismin tecellisiyledir şu sema bize bir bina ve şu yeryüzü bizlere bir döşek olmuştur. Dağlar birer direk ve bulutlar su ambarı olmuştur. Gece bir dinlenme vakti ve gündüz bir gezinti yeri olmuştur… Bu ismin tecellisiyle hastalar şifa, borçlular eda bulur. Her muhtaç ihtiyacına, her dertli dermanına bu ismin tecellisiyle kavuşur. Bu ismin tecellisidir şu âciz ve fakir insanı âlemlerin Rabbi olan Allah’a muhatap ve sevgili yapan. Dünyada O’na misafir ve cennette O’na dost kılan. Şu âlemdeki bütün güzellikler Latif isminin bir tecellisidir. Mahlûkatın bu kadar güzel olması, nakış nakış dokunması, rengârenk boyanması ve hikmetle tanzimleri Latif olan Rabbimizin güzelliği istemesinden ve lütfetmesinden kaynaklanmaktadır. Latif isminin “lütfu bol ve ihsanı çok olan” manasını anlatmaya ciltler dolusu kitap yazılsa yine azdır. Zira aldığımız her nefes bile bu ismin bir tecellisidir. Böyle devamlı lütufta bulunan Rabbimizin hangi nimetlerini sayarak bu ismin tecellisini bitirebiliriz? Rabbimizin nimetleri saymakla biter mi? İşte Latif ismi bu âlemde bu kadar geniş bir şekilde tecelli etmektedir. Kelebeklerden meleklere, çiçeklerden kuşlara kadara her mahlûk bu ismin tecellisi ile hayat bulmuş, varlık âlemine çıkmış ve sayısız lütuflara mazhar olmuştur. Onlarda görülen her ihsan ve her lütuf Latif isminin bir tecellisidir. Koca cennet bu ismin zayıf bir gölgesidir.
Ey bize Latif ismiyle tecelli eden ve bizi nimetleriyle besleyen sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster. Ve bizi saltanatının merkezi olan cennete celbet. Bizi bu dünya çöllerinde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada da yedir. Bize yokluk ile ve lütfundan uzaklaştırma ile azap etme. Sana müştak ve müteşekkir şu itaatkâr kullarını başıboş bırakıp idam etme. Âmin! 2- Allah-u Teâlâ bütün gizli işlere vâkıf olan ve ilmiyle her şeyi kuşatandır. Latif isminin ikinci manası, Allah-u Teâlâ’nın bütün gizli işlere vâkıf olması ve ilmiyle her şeyi kuşatmasıdır. Allah-u Teâla bu manayla da Latif’tir. İlmi her şeye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey ondan gizlenemez. O bütün gizli işlere vâkıftır. Alenen yaptıklarımızı ve gizlediklerimizin tamamını bilir. Perdesiz güneşe karşı zemin yüzündeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, o Latif-i zü’l-Celal’in nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün değildir. Çünkü her şey şuhud dairesindedir, her şeye nüfuzu vardır. Mahlûkatın icadı, intizamlı ve sanatlı vücutları, rızıkların yaratılması ve ihtiyaç sahiplerine vakt-i münasipte yetiştirilmesi ve şu âlemdeki intizam ve denge Cenab-ı Hakk’ın Latif olduğuna şehadet ettikleri gibi; varlıkların nakış nakış dokunması, birbirleriyle hikmetli münasebetleri, yaratılışlarındaki kolaylık ve suretlerinin farklılığı gibi daha birçok cihetler yine Cenab-ı Hakk’ın Latif olduğuna şehadet etmektedir. Dilerseniz şimdi Kur’an’a kulak verelim ve bu mana ile Latif ism-i şerifinin anlatıldığı bazı ayetlere dikkat kesilelim: “(Lokman oğluna): Yavrum, (yaptığın iyilik veya kötülük) hardal tanesi ağırlığınca olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa, Allah mutlaka onu getirir. Çünkü o latiftir, habirdir.” (Lokman, 31/16) “Sözünüzü ister gizleyin ister onu açığa vurun (fark etmez). Çünkü O, göğüslerin özünü bilir. O, yarattığını bilmez mi? O, latiftir, habirdir.” (Mülk, 13-14) Ey nefsim, işte senin böyle Latif bir Rabbin var ki, seni görür ve her gizli işini bilir. Değil fiillerin, hatıra ve hayallerin bile ondan gizlenemez ve saklanamaz. Her hâline muttalidir. Her an üzerinde galip ve her hâline şahittir. O hâlde nasıl olur da Rabbinden utanmaz ve türlü türlü günahlarla kendini ona arz edersin? Bir düşün… Her günahı işlerken Rabbin yanında. Seni görüyor ve seni biliyor. Bundan nasıl sıkılmaz ve o günaha devam edersin?
Ya Rab! Sen Latif’sin. Her hâlimizi bilir ve her şeyimizi görürsün. Hiçbir hâlimiz ve işimiz hatta düşünce ve duygularımız dahi senden gizlenemez. Sen bizlerde gördüğün kusurları affet. Latif isminin tecellisiyle bizlerde gördüğün kusurları yine Latif isminin tecellisiyle yok et ve günahlarımızı silmekle bizlere lütfet. Bizler senin Latif isminin tecellisine çok muhtaç olan âciz, fakir, asi ve günahkâr kullarız. Biz kullarına hem dünyada hem de ahirette lütfunla tecelli et. Âmin!