Yol
1
ĐÇĐNDEKĐLER 1. Sunum.................................................................................3-8 2. Akıl-Ruh............................................................................8-16 3. Nefs..................................................................................17-23 4. Kelime-i Tevhid..............................................................23-31 5. Yasak Ağaç......................................................................31-91 6. Yol...................................................................................91-107 6. 1- Şehr-i Emmare.........................................................107-115 6. 2- Şehr-i Levvame........................................................115-123 6. 3- Şehr-i Mülhime........................................................123-173 6. 4- Şehr-i Mutmain.......................................................173-206 6. 5- Şehr-i Raziye............................................................206-228 6. 6- Şehr-i Marziye.........................................................228-270 6. 7- Şehr-i Safiye.............................................................270-276 7. Salat Hakikati..............................................................276-296 7. 1- Salat Nedir?.............................................................296-311 7. 2- Salatın Kesret ve Ahiret Alemini Bağlaması......311-328 7. 3- Salatın tüm ibadetleri cem edişi...........................328-340 8. Sonuç............................................................................340-348
2
SUNUM
.
Mevcudatı yokdan yaratan, yeri ve göğü birbirinden ayırıp, göğü desteksiz olarak yükselten ve Hakikat-i Muhammediye zümrudi nurunu, Arş denen cevhere aks ettirip, Âlemi ve varlıkları yaratan, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlarım. Hakikate giden yolda ilerlemeyi niyet edip, bu yola giren yolcu, bilesin ki, bu yol, daireden noktaya ve noktanın da fena bulması ile Samediyyet Deryasına açılan bir Seyr âlemidir. Đstikametinin nihai merkezi, Allah’ın Zatı’dır. Đlerlemeye başlandığında görürsün ki, yollar sonsuzdur. Ancak seni selamete ve kurtuluşa ulaştıracak yol bir tektir. Yol içindeki farklılıklar sırat-ı müstakimde yürüyüşleri itibarı ile kişilerin fıtrat farklılıklarıdır. Diğer yollar ise, bizim için yol olma vasfına sahip olmayıp, olsa olsa Şeytan’dan kolaylıkla etkilenebilecek Hayal Âlemleridir. Esenlik
içinde
olan
yol
Muhammedi
yoldur.
Sahibi
tüm
Peygamberlerin imamı, hakikat feleklerini kendinde Cem eden ve seni takdirinde var ise varlık hissinin son sınırda, Makam-ı Mahmud’da
bekleyen
Samedi
Risalet
hakikatinin
sahibi
Muhammed Mustafa (a.s)’dır dır. Samediyyet deryasında aldığı isim “Ahmed”dir. Bu hakikatin mekânı “Lâ Mekân”, zamanı “An”, makamı ise “Makamsızlık”dır. Selam ona, temiz ve Ali ailesinin üzerine olsun.
3
Bizim bu kitabı kaleme alma sebebimiz, başta bu yola çıkmaya karar vermiş hakikat aşığına, yolda yürürken bulunduğu yeri ona tarif eden bir harita ve nasihat veren bir yol arkadaşı olmasıdır. Bu sebeple amaçlanan, yolun başından sonuna ulaşıncaya kadar hangi feleklerden geçiliyorsa, tüm bu aşamaların hâkim kavramları, kitapdaki işaretleri, sana yaşatacağı olası müşahedelerin bildirilmesi ve tuzaklara karşı Allah’ın yardımı ile uyarılmandır. Kitapdan maksat, senin hakikatin olan “KURAN-I KERĐM” dir. Kitab ilminin sana
zahirde
yol
gösteren
yansımasının
aldığı
isim
ise
“FURKAN”dır. Bir diğer ismi ise “NUR” dur. Đkinci amacımız ise, Allah Hakikatinin müşahede edilmesi yolunda ilerlemekte zorlanarak, fıtraten bu yolda yürüme isteği kalbine nakşedilmemiş, normal dini vecibelerini yerine getirmeyi yeterli gören ve Cennet ehli olabilmek için çaba harcayan inanç sahiplerine, ölümü tatdıktan sonra hangi hal ve oluşlarla karşılaşacağını haber vermektir. Çünkü bilmelisin ki, ölüm ile ilgili olarak, bilinç ölümünü dünya yaşamında tatmak ile dünya yaşamının sonuna ulaştığında, zorunlu ölümü tatdığında yaşayacağın bilinç halleri ve geçmek zorunda olduğun Âlemler aynıdır. Tek fark, birincisinde Dünya yaşamında ve organik beden algısı şartları ile ölümü tadıyor olmandır. Ancak bilinç hali, düşünce ve zahiren yaşadığın olayların manaları tamamen aynıdır.
4
Bu amaçla, yaşarken nelere dikkat edilmesi gereklidir? Ne gibi düşünce ve eylem şekilleri geliştirilmelidir ki, Cehennem ateşinden çıkılmasında Allah’ın eli bize uzansın ve Allah’ın izniyle fazlaca sıkıntı çekilmesin. Bu konulara eğinilecek ve uygulamaya dönük olarak nasihatlerde bulunulacaktır. Uzun
tanımlardan
çok,
yolun
önemli
dönüm
noktaları
zikredilecektir. Yöntem olarak öncelikle, her bir hakikat feleğinin sınırı olma özelliği taşıyan kavramların hakikat ilmi açısından barındırdığı Nurlar açıklanacaktır. Daha sonra, yolcunun yola ilk adım atması ve bunun belirtileri açıklanmaya çalışılacaktır. Ta ki, kesin bilginin Nuru bizi kuşatsın ve “Nokta”ya ulaşalım. Sonra “Nokta”yı da yok edip Samediyyet Deryasında, A’ma olarak, kendimizi göremediğimiz bir bilinç durumu bizi bizden alsın. Kaleme aldığımız bu eser, açık keşif ile tahkik sonucu ulaşılan menzillerin ilmi manalarını barındırmaktadır. Bu eserde anlatılan belirli ilim feleklerinin ilerisine seni ulaştıracak yol, kıldan ince ve en keskin kılıçdan daha keskindir. Bu yol, birçok aldatıcı farkediş ve müşahedelerle doludur. Bu bilinç feleklerine ilişkin uyarılarımız yapılırken, ağırlıklı olarak olası müşahedeler örnek gösterilmeye çalışılacak ve ancak müşahede ile yaşanılarak
öğrenilen
bilginin
en
üstün
bilgi
olduğundan
perdelenmeksizin, kavramların kuşattığı Hakikat feleklerinin ilim şehirleri sana tanıtılmaya çalışılacaktır. Müşahedelerin Rahmani
5
olup olmadığı ise, öz hakikatimizin yansıması olan Kuran-ı Kerim ve Peygamber efendimizin gerçek hadislerinden onay alınarak açıklığa
kavuşturulacaktır.
Allah’ın
konuların
açıklanması
hususunda bize izahda, sana da idrakda yardımcı olmasını dilerim. Allah senin ve bizim Nefs’imizi bir an bile kendi başına bırakmasın. Bil ki, bu yolda dalalete düşmemek, yolun sonuna ulaşmayı başarmak gibi, hiç bir kulun kendi elinde değildir. Sadece Allah’ın, Muhammedi Nuru, geçilen Âlemin yapısına uygun olarak, seyrettiği
âlemin
vechine-zahirine
yansıttığı
kullar
bunu
başabilmiştir. Gerçek felah-kurtuluş ise, batıni hakikati okumak değil, zahiri hakikatin bize açılmasıdır. Ta ki, zahiri ve batıni varlığında, senin kimliğinle Zatı hissedişinin irtibatı kesilsin. Bu irtibat kesilmedikce sen, müşahedenden zevk sahibisin demektir. Bu hal, senden Nefs’i etkinin gitmediğinin açık isbatıdır. Yolun sonuna vardığının işareti, senin isim benliğinin bağlarının çözülmesi, boş bir kap ve sadece hakikati yansıtan bir yokluk (Âdem)
kalıbı
olduğunu
bilmen,
aslında
hakikat
yanında
olmadığının senin açından anlaşılması, bu müşahededen aldığın zevkin kesilip, arzularının sönmesi ve senin tekrar halk arasına ve sıradanlığına dönebilmendir. Yolun sonuna kadar takılıp kalma ihtimalinin olduğu her bir hakikat âleminde ise, önemli olan, senin Rab olarak Allah’a ve O’nun Resulune iman üzere bulunmandır. Yoksa, senin yolun sonuna varmak gibi bir zorunluluğun mevzu bahis de değildir.
6
Unutma ki, her Işık Nur değildir. Ancak Allah hakikatinin kavranışı “NUR” ismini alır. Bu biliş ise, sadece Allah tarafından bilinebilen hakikatin, yine kendi Nuru ile bilinmesidir. Bunun daha da ilerisinde mevcut olan müşahede ise, senin onun Nuru ile değil, bizzat Allah ile bilmendir. Zulmet dahi ışıktır. Fakat bu ışık çok kuvvetli olduğu ve altında hiç bir mevcudat ve kavranabilecek bir ilim bırakmadığı için “ZULMET” ismini almıştır. Hakikatin tam bilinmesi; yolun sonuna varılması ile içine girilecek bilginin, nefsin ve iradenin görülmediği bir zulmet olan “A’MA” nın idraki ile mümkün olacaktır. “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu?” (Enam–122) Tek “VELĐ” Allah’tır. ”O” yol göstermeyi dilediği kuluna hiç bir mahal ile sınırlanmaksızın Hidayet ihsan edendir. Allah senin yolunu, sadece bir yönü değil, tüm yönleri aydınlatan hakikat Nuru ile aydınlatsın. Tek yönü aydınlatan ışık karşına çıkarsa bil ki, bu görüş seni hakikatine iletmekten uzaktır. Bu tek dediğimiz yön, sadece senin isminle bilebildiğin Nefsinin yönüdür. Bu ışık, belki de Şeytan’nın seni yoldan çıkartmak için kullandığı ve bir ucu sana bağlı olan Şeytanın elindeki ip durumundadır. Bu aşamada, Cinni etki altına girmek sureti ile Nar ve Nur perdelerinden peyda olan
7
hayal âlemlerinde yaşayıp, kendini hakikat üzere zanneden birçok yolcu heba olmuştur. Allah seni Hz. Resulü Ekrem efendimize sadece şeklen değil, idrak ve Ruh’en de uyanlardan eylesin. Çünkü Allah’a ve Resulüne gerçek uyuş budur.
8
Akıl-Ruh
.
Akıl Allah’ın ilk yaratığı varlıktır. Bu akıl iki ana zeminde çalışan yapısı ile “Cüzzi” ve “Külli” ismini almıştır. Vücud olarak tabir ettiğimiz gerçek varlık için ise, böyle bir Akıl’ın varlığı ve bir ikilik söz konusu değildir. Allah ilk önce Kalemi, Ruhu veya Aklı yarattı denilmektedir. Buradaki tüm kavramlar tek bir hakikate işarettir. Ruh-Akıl “Kalem”, Beden ise “Levha”dır. Beden
ile
sınırlandırılmamış
Akıl
“Külli
akıl”,
beden
ile
sınırlandırılmış bir zihinden bu Külli Akılın yansıması sonucu oluşan yankısal Akıl ise, “Cüzzi akıl”dır. Adeta bir yankı niteliğinde olan “Cüzzi Akıl”, aslen yoktur. Ancak kendini var zannetmektedir. Yankı
kesilmeden
de,
gerçek
sesin
nereden
geldiğinin
anlaşılmasının ve duyulmasının mümkün olmadığı açıktır. Külli Akıl, “Hakikat-i Muhammediyye” dediğimiz bilincin, yani “AZAM RUH”un meydana getirdiği bir kuvvedir. Bu bilinç, Külli Akılın varlık hissini, kendi varlığında hissetmeksizin de varlığını sürdürme özelliğine sahiptir. Ancak kişi, bu akıl’a karşı tam vakıfiyet sağlamasa da, bu aklın âlemindeki tasarrufunu izleyebilme şansına sahiptir. Âlemlerin aslı ise rüya yani hayaldir. Bu hakikatin bilincinin razı olması ile görülen rüya, “RUH”u var etmiştir.(Hu) Bu ”RUH”un gördüğü rüya ise, “Kâinat”ı var etmiştir. ”Kâinat”tan maksat tüm “Âlem”leri “Batın” isminde kapsayan bir
9
bütünlük halidir. Đnsanın hakikati ise, ”Batın” isminin Kâinatı, “Zahir” isminin ise Âlemi ihata etmesidir. Kâinattan kasıt, görelim görmeyelim tüm âlemleri ihata eden Tek varoluş tecellisi, Âlemden kasıt ise, senin benim ve tüm varlıkların izledikleri ve kesitsel algı ile açığa çıkan Seyr Âlemleridir. Bu Âlemleri tek tek birbirine bitişik Nur küreleri olarak düşünebilirsin. Kâinat ise, tüm bu küreleri içine alan mana âlemi denilebilir. ”Cüzzi Akıl”, Rüya içinde bir başka Rüya’yı meydana getirir ki, bunun ismi, kesret âleminde sahip olduğumuz bilinç itibarı ile Dünya, yani “Hayal” dir. Dünya hayatı itibarı ile görülen, Rüyanın, Rüyasının,
Rüyasıdır.
(RUH)-(ĐNSAN)-(KESRET
ÂLEMĐ).
Bu
rüyaların tümünü gören ise “A’ma”da bulunan “Saf bilinç”(Akl-ı Evvel) dir. Đnsan ölünce, bizdeki öz hakikat, bu sonuncu Rüyadan uyanır. Sadece ikinci ve gerçek olarak tanımlayabileceğimiz
“RUH”un
gördüğü rüya kalır. Kişi eğer ölmeden önce bir bilinç ölümü ile ölümü dünyada tatma şansını yakalar ve kendi hakikatini tam anlamı ile müşahede edebilirse, son rüyadan da dünya’da iken uyanıp öz hakikatinde fena bulma şansına sahip olacaktır. Bunun anlamı “NEFS”in “RUH”a rücu etmesi, yani dâhil olmasıdır.(Vech) Böylece insan da, “RUH” rüyasını gören varlık hissine sahip olan bilinç de daha da ilerleyerek Fena bulma şansına sahip olabilir. Bu müşahede ile ulaşılan bilinç seviyesi aslında, bilinç olarak nitelendirilemiyecek bir bilinçlilik halidir. Bu bilinç kendine cahil
10
olan “SAF BĐLĐNÇ”tir. Âlemleri ayakda tutan ise, bu “Saf Bilinc”in gördüğü rüyadır. Bu bilinç, Tasavvufta bilinen ismi ile “Hakikat-i Muhammediyye” nin bilincidir. “Đnsanlar rüyadadır. Ölünce uyanırlar.” (Hz.Muhammed) “RUH”un gördüğü rüyanın bir başka hakikati de şudur; “RUH”un özelliği, Batınen Allah’ın saf zihni diyebileceğimiz Zati hakikati, Zahiren ise sıfat mertebesi olan “Nefs’i Küll”ü bünyesinde bulundurmasıdır. Bu “Nefs’i Küll”ün içerisinde tasarrufta bulunan ise, “Akl-ı Küll”dür. Bu hakikatin yaşandığı boyuta, düşünce boyutu da denilir. Aslında bu boyut “NUR”ani dediğiz bir boyuttur. Rüyanın içinde gerçek varlığın Zati ile bulunması ise, Rüyanın bitmesi ve olamaması ile sonuçlanır! Ancak, her türlü tanımdan dahi beri olan gerçek “VÜCUD”un insan’da zuhur eden Ferd olma hissinin, Âlemden çekilmesi ve kendisini bilmesi ile açığa çıkan yapının ismidir “NUR”. Đşte Hakikatin, Đnsan denen manada kendisini bilmiş ve ondan razı olmuş olarak, batınen “ZAT”, Zahiren ise “SIFAT” mertebesinde insanda sürdürdüğü yaşamın ismi “Cennet” yaşamı olarak anlatılmıştır. Bu Nurani yaşamın adı ise, gerçek varlığın, yani “VÜCUD”un varlık hissinin bu boyutta “Zat”en bulunmadığı ve “Gölgelik Yer” anlamına gelen “Cennet” yaşamıdır. Zati Nurun yok ediciliğinin önüne geçen ve bizi Zat’tan sakındıran bilinç halinin
11
aldığı isim ise, “Tuğba” denilen cennet ağacıdır. “Allah ile beraber başka hiçbir ilaha yalvarma! Ondan başka ilah yoktur. O'nun vechi hariç, her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve hepiniz O’na döndürüleceksiniz.”(Kasas–88) Akıl, Ruh’un öz cevher olarak, Enerji+Bilinç kazanması sonucu açığa çıkan, işlevselliğinin tanımıdır. Bu “RUH”, orijinal yapısı itibarı ile sonsuzluk içerisinde, izlenen ve ayrı ayrı var sanılan tüm nesne ve öznelerde işleyen tümel bir “AKIL”a sahiptir. Bu Aklın ismi “CEBRAĐL” dir. Bu sebeple Hz. Cebrail’in bir adı da “Ruh-ul Kudüs” tür. Yani, Saf ve Temiz, yani “Nefs” bulaşmamış Ruh-Akıl. Bu “Külli Akıl” daha sonra, Zat mertebesinin tazziki ile Külli Nefs’i meydana getirmiştir. Külli nefis “BEN” hissini duyumsama potansiyetine sahip olduğundan, “Külli Akıl”, bu mertebenin zuhurundan sonra düşünme yetisine sahip olmuştur. Düşünce yetisi, “Cüzzi Aklı”ı, o da “Cüzzi Nefs”i meydana getirmiştir. Đşte bu noktadan sonra Bilinç-Külli Akıl artık, Organik bir bedenin tanımladığı bir kimliğe bürünmüş, Külli Akıl ve Nefs, tümel sistemden kopmuş, “Cüzzi Ruh” ve “Cüzzi Akıl” halini almıştır. Daha doğrusu bu iki illizyonun var olduğu “Vehm”ine sahip olmuştur. Vehm Nuru ise ilk Aklın sahip olduğu bir kuvve ve nurun ismidir ve “Heyula” âlemi dediğimiz bir tasavvur aleminin ismidir.
12
“Külli Nefs” ve “Külli Akıl”, düşünce yolu ile birleştiği için, bilincin bedenden çıkması ve yokluğa dönmesinin önündeki en büyük engel “Cüzzi Akıl” , yani düşüncedir. Yine bu sebeple bu “Cüzzi Akıl”, Nefs’in bekçisidir. Bu çeşit akıl ise, Nefs’in cüzzi yapısından çıkmasının önündeki en büyük engeldir. Bu iki yapı sibernetik bir şekilde sürekli olarak birbirlerini var etmektedirler. ”Cüzzi Akıl”, öyle bir akıldır ki, insanda “Vehm”i varedendir. ”Külli Nefs” asıl olarak, sadece izlenecek seyr âleminin “Cemal”idir. Âlemin bir “BEN” hissi yoktur. Bu âlemin varlık olarak karşılığı “Havvaiyet”tir. Âlemleri sonsuzluk kavramından dahi Ali bir Akıl ile izleyen ise, Zati hakikat bilincidir. Bu bilincin bulunduğu hakikat mertebesinin ismi ise, “Samediyyet”tir. Bu ise “Ahadiyyet”in batınıdır. Bu öyle bir bilinçtir ki, varlık için kavranışının adı “HĐÇ”tir. Bu gerçek varlık yani “ZAT”, biz miyiz diye soracak olursan. Hem evet, hem hayır deriz. Evet, çünkü bizim en derin ve sonsuzluk içindeki hakikatimiz zatıdır. Hayır, çünkü bu öyle bir tek varlık ve “VÜCUD” tur ki, bu hakikate kavuşan bir bilinç “BEN” hissine sahip olamaz. Bu “VUCÜD” ki kesinlikle izlenen âlem olmayandır. Aynı zamanda bu “VÜCUD”, Âlemle ne bitişiktir, ne de ayrıdır. Bu hakikate uzanan bilinç, kendi irade ve aklı hissedişini aşmıştır. O insanın düşüncesi ve aklı artık Aşkın bir yapıya sahiptir. Bu sebeple bu yapıya insan “BEN” diyemez. Ancak bu bilinç mertebesine,
13
algısal varlığı ile Kulluk-Ubudiyyet edebilir. Bu noktada Aklının ve varlığının ismi “Ademiyyet”yani “Yokluk” tur. Burada şöyle bir hakikat karşımıza çıkar. Tüm bu anlatılanlar, Cüzzi Nefs’i neyin idare ettiğine ait tek bir adres göstermektedir.Bu adres Akıl dır.Ancak Cüzzi yapıya sahip olan bir Akıl.Peki bu akıl nasıl çalışır. Hemen söyleyelim; Đstatislikle. Yani, yaşamı boyunca elde ettiği tüm yaşamsal ve kavramsal bilgi birikiminin oluşturduğu doğrular ve yanlışlarla tanımlanmış, istatislik veritabanı ile işlevini yerine getirir ve sürekli kıyas yapar. Bu bilginin büyük bir kısmı da şartlanmışlıklardır. Bunun bir başka adı ise, kişiye has “MANTIK”tır. Mantık ise, insanlığın en büyük illizyonlarını vareden bir buğulu camdır. Bu camı gözüne takıp, olay ve Evrende gizli duran bilgiye uzanan hiç kimse, gerçeği saf hali ile görme şansına sahip değildir. Bu mantığın işlevselliğinin adı ise, “DÜŞÜNCE” ismini alır. “Gördüm ki, her şey Peygamberler Peygamberi’nin ruh feyzine sığınmaktan ibaret ve gerisi sadece yalan ve dolan, vehim ve hayal! Akıl ise bir hiç… Sadece hudut !” (Đmam-ı Gazali) Peki, bu yanılgıdan nasıl kurtulabiliriz. Önce, yanlış dediğimiz kavram ve davranış şekillerinin listesini yaparız. Liste bitince, tüm maddeleri dikkatlice okuruz. Sonra ise, bu kâğıdı ve yanlış olarak
14
nitelendirdiklerimizi yırtar çöpe atarız ki, değişmez doğrularımız da kalmasın. Doğrularımız, Evrensel Zihne Teslim olunması için gerekli olan Đlmi doğruları kullanmak için var olmalıdır. Bu bilgi, ifrazattan arınmış Saf Kuran ve Sünnetullah ilmi tabanlı olmalıdır. Gelenek, görenek, ailevi kabuller, milli kabuller gibi şartlanmışlıklar, genel, kişisel doğru ve yanlışlar, olayları sürekli tanımlama saplantımız, bizi bir birim olmaya ve sadece bildiğimize mahkûm olmaya götürür. Bu bilgi de muhtemelen bildiğimizi sandığımız, ancak öz hakikatini ve bilincini tam olarak kavrayamadığımız bir yapıdadır. Gerçek bilgi, taşınmayan ve sahip olunmayandır. Bu bilgi ki, ancak sizin içinde varolduğunuz bir”Su”dur. Bizi Teslimiyete götürmeyen bilgi ise, hakikatte bilgi olma vasfına sahip değildir. Tam teslim olanın ise, var olandan başka neyi bilmeye ihtiyacı vardır..... Varolanı bilmek ise var olanda yok olmatır. Beyninden yükselen itirazları duyar gibiyim. Bunun neden böyle olduğu “YASAK AĞAÇ” bahsinde detayları ile dikkatine sunulacaktır. Düşünce, bilmek, tabii ki kötü ve yanlış değildir. Düşünmek, iyi ve kötüyü bilmek dünya yaşamında doğrudur. Ancak Ahiret ve Cennet yaşamında ise, bunun böyle olduğunu sakın düşünme.... Bununla sadece, düşüncenin “SAF AKIL” olmadığını anlatmaya çalışıyorum.
15
Bugün itibarı ile Hologramik yapının keşfi ve Kuantum Fiziğinin bulguları,
Zihnin-Aklın,
maddeyi
ve Âlemi
açığa
çıkardığı
hakikatini tasdik etmektedir. Zaman aslında bizim beynimizin ürünüdür ve yoktur. Gerçekte olan “AN” dır. ”AN” içinde ise Zahir ve Batın, Madde ve Akıl birdir. Bu bilgi ışığında aslında önemli bir gerçeği farkederiz. Akıl var olan maddede, yani algıladığımız ve bizi kuşatan Âlemde, ortak bir bilinç olarak Zat’en işlemektedir. Her bir kişinin ise, kendine has bir zaman ve tarih gerçekliği mevcuttur. Yani her bir bireyin zamansal gerçekliği farklıdır. Gerçek akıl, bizim beynimizde değildir. Gerçek akıl, var olanda mevcut olan bir akıldır. Bu akıl, bizi kuşatan bir gerçeklik deryasıdır. Bu Akıl Kadir, Cebbar, Muhit gibi isimlerin açığa çıkışı ile de eştir. Bu noktada Tek yapmamız gereken, ona nasıl kendimizi bırakacağımızı öğrenmektir. Âlem mertebesinde Seyr edilen Resim, Ressamın kendisine ait olan aklı içinde barındırmaktadır. Resmi yapan şey Resmin kendisindeki her zerrede mevcuttur. Ancak, yapan resmi yapan “Zat”ın sıfat mertebesi dışında bu resimde mevcudiyeti yoktur. Âdemin durumu ise böyle değildir.
16
Nefs
.
Genel manası ile kişinin “BEN” tanımı olarak andığı hakikattir. Özde ise, kişinin sahip olduğu bilincidir. Hakikat ilmin de ise, bu kelime bir “o”k hükmündedir ve gerçek varlığı işaret eder. Ancak “Ben” gerçek varlık da değildir. Sadece işarettir.“Ok” tur. Kişi kendi varlık hissini neye isnat ederse, o oluşu “BEN” olarak nitelendirir. Kişi Nefsi olarak organik bedenini tanımış ve bilmiş ise buna göre, kendi varlık hissini Ruh olarak tanımlıyorsa da, o tanıma göre ilişkilerini yürütecek ve hayatını bu bilinç seviyesinde yaşayacaktır. “Allah sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini de ondan var edendir.” (Araf–189) Nefs’in Hakikati birdir. Yani tüm mevcudatın öznesi birdir. Đnsanlar da, tüm varlık da, bu Nefs’i Vahide’nin, yani Bir olan Nefs’in çeşitli mertebelerinde halk edilmiştir. “Nefs nasıl meydana gelmiştir? Đnsanda “BEN” hissi nasıl oluşmuştur?”, sorularına verilecek cevap, “Đnsan ile kozmozun öznesinin bir olduğu ve kendisinin de bundan ayrı olmadığı hissini nasıl olup da farkedememektedir?”, sorusuna verilecek cevabı da içermektedir. Bu sorular ve cevaplarına geçmeden önce, bizce hayati öneme sahip olan bir hakikatin altını çizmek isterim. Bu hakikat ki, bir çok velayet sahibinin dahi yanılgıya düşebildiği bir bilinç haline işarettir.
17
Đnsanın Nefs’inin hakikatini bilmesi ve bununla karşılaşması, hakikat ilminde kesinlikle son nokta değildir. Bilakis “Samediyyet” hakikatine uzanan köprünün başına gelmek ve köprüye adım atmaktır. Bu köprü ki, sırat süreci olarak bilinir. “Nefs’ini bilen Rabb’ini bilir.”(Hz.Muhammed) Bu Ayeti kudsi de dikkat edilirse, Nefs’in hakikatini bilenin Rabbini bileceğini vurgulamaktadır. Burada Öz varlığa ait Rabb’lik mertebesinin hakikatine işaret edilmiştir. Yoksa, Allah’ın Zati hakikatine tam bir idrakdan bahsedilmemektedir. Peki nasıl olurda, bir yolcu Allah’ın Zatına vakıf olur, bu mümkün müdür ? Bu mümkündür. Şöyle ki; “Allah’ın Zatını biliş; Onun Zati hakikatinin kavranılamayacağını bilişin kendisidir.”Bu söz, Hz.Ebu Bekir Sıddık’a R.a. aittir. Bu kavrayış noktası ise, aslen Nefs’in Fena bulması ile ulaşılacak ve müşahededen beri oluş haline işarettir. Đnsan kendi varlık hissi olmaksızın, özüne ait bir hakikatin bilincine varamamaktadır. Öyle ise, bir yolcu ancak, kendi varlık hissi olan Nefs’inin yokluğunu tadarsa, Nefs’inin işaret ettiği gerçek varlığa ve hakikati olan Allah’ın Zatına ait kavrayışının “HĐÇ” olduğunu idrak edebilir.
Yani
Nefs-Ben
Zat’ı
gösteren
bir
işaret
manasını
içermektedir. Ancak Nefs, Zat’ın kendisi de değildir. Aksini düşünmek ise, muhaldir. Bununla hangi gerçeği ifade etmek istiyoruz? Diyoruz ki; Kendinden sıfat mertebesinde başka mevcudat
18
yaratmayan Allah, Zati hakikati ile tüm varlığı halk etmiştir. Öyle ise, Nefs’in kavranması, onun işaret ettiği “VÜCUD”un idarakidir. Ancak bu Vücud’un kavranması değildir. Bu durumda Nefs’inin hiçliği ve Nefs’in işaret ettiği şeyin kavranılamayacak hakikati ile karşılaşmayan hiç bir kişi Allah’ın Zatı’nın kavranılamayacak bir sonsuzluk ki, sonsuzluk kavramı dahi Zat’a isnat edilemez, dahi kendi kavrayışı açısından bir “HĐÇLĐK” olduğunu kavrayamaz! Bu Zati hakikat ise, bünyesinde “Nefs” kavramına yer vermez. ”O” “Ahad”dır. Yani parçalara bölünemiyecek, iç ve dış kavramlarından münezzeh “BĐR”dir. ”Samed” tir. Eşi benzeri olmayan, doğmamış ve doğurulmamış olandır. Öyle ise, bu tek varlık nasıl olur da, “BEN” hissine sahip olabilir. Çünkü “BEN”in olması demek, mutlak surette “SEN”in olmaklığını zorunlu kılar. Ya da, herşeye “Ben” denilerek, izlenilen âlemde ne varsa, bir yaratılmış olarak onların en ulu rabbi olunduğu iddeasında bulunulmuş olunur. Bunu ise, tarihte denemiş ve helak edilmiş bir çok kişi ve kavim mevcuttur. Bu anlayış ise, aslen hakikatin iki olduğu anlamına gelir. Bu anlayış ise, “Şirk”tir. Unutma ki; Nefs, Allah tarafından yaratılmış bir varlıktır. “Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendi Nefislerinin yaratılışına şahit tuttum.” (Kefh–51) Allah ilk olarak Aklı yani “Akl-ı Evveli” yaratmıştır. Bu boyutsal
19
geçişin akebinde ise bu akıl, Bütünlük kavramını ve bu kavram tabanında işlevini sürdürecek olan “Akl-ı Küll”ü var etmiştir. Bu “Külli Akıl” ise, “Nefs-i Küll”ü varetmiştir. ”Külli Nefs” ise, düşünme yetisine sahip olmuş ve düşünme yetisi ile de “Ben” kavramını, yani “Cüzzi Nefs”i yaratmıştır. Öyle ise, insanın en içrek hakikatini bilmesinin yolu; Nefs yaratılmadan önceki orijinal Akla, yani kendisine “Nefs” bulaşmamış olan “Saf Akla” ulaşabilmesidir. Bu akla “Allah’ın Zihni” de denebilir. Bu akılın işlevselliğine ise, “Allah gibi düşünmek” denebilir. Bu, içinde hal olmayan hale ulaşmak, ancak “Nefs” hissinin yolcunun bilincinde ölmesi ile mümkündür. Böyle bir bilişin doğası, Allah’ın kendini bilişidir. Çünkü gerçekte “ŞEHĐD” olan Allah’tır. Allah kendi bilinemezliği ile kendini bilmiştir. Varlık Âleminin ve bizim hakikatimiz olan “Samediyyet” hakikati, birçok bilinç feleğinden alt boyutlara iniş yapmış ve en son kesret âleminde dört element dediğimiz, HAVA, ATEŞ, SU ve TOPRAK elementlerini meydana getirmiştir.”Saf Bilinç” Bu elementlere ait bilinç elbiselerine bürünmüş ve böylelikle Dünya Âlemi kişi için zahir olmuştur. Gerçek varlık, “Samediyyet” hakikati itibarı ile kendisinde herhangi bir “BEN” hissi barındırmayan “An” hakikati ile özdeş olan “A’ma”da iken, ne zaman ki, birlik bilinci üzerinde, bu elementler etkinlik kazanmaya başlamıştır, işte o zaman, bilinç Saf Bilinç halinden yoğunlaşarak “BENLĐK” hissine sahip olmuştur. Bu yapısal bütünlük, Organik bir bedene sahip, düşünen bir varlık karşımıza çıkartmıştır. Bu varlık, varlık palnında inişi sırasında
20
zuhur ettiği yapılar içerisinde, geldiği ve kendisini vareden bilinçten kopmuş, kendi özgün bilinci bedene gömülmüş ve kendi orijinal Aklını yitirmiştir. Bu inişin en son noktası, varlık âlemini kendinde cem eden ve gerçek varlığa, sahip olduğu “Sır” ile tam BĐR AYNA olabilmiş tek varlık ise, Đnsan olmuştur. Ancak bu varlık, ilk yaratılma amacı olan Halife olma özelliğini kaybetmiştir. Bunu geri kazanmasının yolu ise, bilincini tekrar yükselterek ilk orijinal haline geri dönmektir. Tasavvufda bu yükselişe “Uruç”, bu yükselişin tamamlanmış haline ise, “Miraç” denilmektedir. Bu noktada, gözden kaçmasına izin verilemeyecek bir gerçek karşımıza çıkmaktadır. Saf Aklın Nefs kazanması, insan bilincini yere indirmiştir! Yani organik beden ile sınırlı bir hale getirmiştir. Bunun anlamı , “YASAK AĞAÇ”ın ne olduğuna ait konu açılırken ayrıntılı olarak açıklanacaktır. Đnsan‘da kimilerinin Nefs olarak ifade ettikleri Hayvani Ruh denen bir yoğun ışık yapı ve Âlem de bulunmaktadır. Đnsanın tüm fiziki bedensel idaresi bu yapının emrindedir. Bu ruha “Can”da denilebilir. Bu Organik ve yoğun Nari yapı, Ölümle beraber asli unsurları olan Ateş, hava, su ve toprağa ayrışarak parçalanır ve aslına rücu eder. Bizdeki cinsel istek, yeme isteği ve arzuların kaynağı bu Hayvani ruhdur. Bir insanda fiziki ölüm gerçekleşinceye kadar bu Hayvani ruh bilinci hayatiyetini sürdürür.
21
Varlıkdaki Tek Nefs, özü itibarı ile Ana Ruh ile özdeştir. Ruh yönü ile de ölümsüzdür. Ancak bu tek nefs mertebesindeki Ruh’un, yoktur ve kişi bu noktaya ulaşabilirse, kendisindeki bu teklik Ruh’una ait “Ben” ve “Kimlik” hissi ölebilir. Đşte bu Nefs’in fena bulması onun ölümüdür. Nefs kendisinin bir birim olmadığını ve aslının önce izlenen âleme ve sonunda da Samediyyet deryasına ait olduğunu farkederse ilkin, birimselliğe, ikinci olarak da Allah onu ilerisine taşırsa mutlaklığına ölmüş demektir. Artık ondaki tüm nefsanî istekler ölmüştür. Bu nefsanî istekler; Yönetme tutkusu, baş olma sevdası, mal mülke sahip olup, çoğaltma isteği, garanti arayışı, olaylar karşısındaki şiddetli yanış hali, bedensel ihtiyaçların tatmininin her türlü ilmi ve ahlaki değerlerin üzerinde olma hallerinin her birisi ondan silinmiştir. Bir yolcunun bu hale gelebilmesinin tek yolu, Allah’ın o kişinin kalbini eline alması ve üzerine “Sekine”sini indirmesidir. Bunu dünyada başarabilenlerin ve Allah’ın, bu Mutlaklık hissinin de yokluğunu yaşattığı ve sona ulaşılarak içine girilen yaşamı lütfettiklerinin ise, yeryüzünde onlarla ifade edilen bir sayıyı geçemiyeceğini ifade etmek isterim. Đşte, insanın Nefs edinmesi, bunu da en alt aşamada, kendi hakikatini organik beden ile özdeş sanması, otomatik bir şekilde, bu organik bedene dönük yaşamasına yol açmıştır. Bu yapı ise, tüm değerlendirmelerini bedeni ile sınırlanmış yaşam şartlanmalarına göre yapması ve kendi orijinal hakikatinden perdelenmesi sonucunu meydana getirmiştir.
22
Kelime-i Tevhid
.
“La Đlahe Đllallah” “La Đlahe” Đlah adı altında andıklarınız aslında yoktur. Manasına sahip bir zikirdir. ”La” yok demektir. ”La”öyle bir kılıçtır ki, dokunduğu herşeyi yok eder. Dokunmadığı hiç bir mevcudat ise yoktur. ”Đlah” öyle bir mabuttur ki, herşey onun için yapılır. ”DEĞER”den çok “ÖNEM” ifade eder. Herşeyi onun kontrol ve idare ettiğine inanılır. Güç ve kudret sahibidir. ”Đllallah” sadece Allah’ın gerçek varlık olduğunu ifade eder. Görülen suretler ve açığa çıkan tüm kudret seyrinin hakikatinin Zaten “Allah” olduğunu ifadesidir. Bu sebeple tüm mevcudat içinde her ne ve kim varsa, onun üzerinde Allah isimlerinin hepsinin Mutlak hâkimiyeti vardır. Varlık ona aittir. Tüm mevcudatın tek bir hakikati vardır. ”O” da Allah’tır. Anlamına gelmektedir. Cennetin bedeli bu kelimedir. Bilinç olarak Kelime-i Tevhide iman eden kurtulmuştur. Đman etmeyen ise, kendi bilincinde kendi elleri ile kendi âleminde varettiği bir surete veya kudret sahibi yapıya kul olmuştur. Bu yapı, Allah’ın sadece bazı isimlerine mahaldir. Ancak bunun böyle olması hakikat yönünden sorun ifade etmemektedir. Çünkü o insanın inandığı her ne ise, o varlığın da hakikati zaten Allah’tır. Bunu ifade eden söz ise, Kudsi hadiste Allah’ın ifade ettiği; “Ben kulumun zannı üzereyim”(Kudsi Hadis) dir.
23
Tevhid birleştirmek, sınırları ortadan kaldırmak ve bir tek hakikat altında, ayrılıkların silikleşmesi demektir. Algıdaki sınırların Fena bulmasıdır. Fakat bu silikleşme, varlık alanına çıkmış olan farklılıkların yokluğa düşmesi manasında olmayıp, sıfatların birbirlerinden ayrılmalarının mümkün olmadığının bir ifadesidir. Çünkü, tüm sıfatların sahibi tek bir varlıktır. Đslamın esasını vücuda getiren Kelime-i Tevhid hakikati, ayrı ayrı hüküm süren, kimliklere bölünmüş bir hakikatin aslında olmadığı, tek bir Hâkimi Mutlak’ın Kâinat ile hayatımız üzerinde hükmünü sürdüğünün ve onun yanında
kimsenin
açıklanmasıdır.
veya
Allah’a
şeyin
varlığının
döndürülme
bulunamıyacağının
kavramı
da
bununla
bağlantılıdır. Çokluk kavram olarak, ayrılık anlamına gelmemektedir. Allah’ın Birliği, sıfatlarının sonsuzluğu yönünden çokluk yapısına sahiptir. Ancak bu çokluk, çeşitlilik manasına olup, hiç bir şekilde bağımsız ve müstakil birimlerin birleşmesi ile oluşmuş bir tümel yapıyı tanımlamamaktadır. Bu birlik, aynı zamanda, bir birimin Nefsi altında da gerçekliğini süren bir hakikat değildir. Bu birliğin dayandığı Zati hakikat, “Samediyyet” kavramı ile kavranabilecek ve tüm yaratılmış olarak tanımlanan âlemlerin, hem dışında, hem de onlarla beraber olan ve şeylerin dayandığı bir ihata edişi tanımlamaktadır. ”Samed” ismi dahi bir sıfattır. ”ZAT” mertebesinde ise bu tanımların hiç birisine yer bırakmayacak şekilde sadece kendi vardır ve onun varlığı
24
dışında, ne yaratılmışlar kavramından, ne iç ve dış kavramlarından, ne de sıfatlarından söz edilemeyecek bir gerçeklik söz konusudur. Bu
yönü
ile
sadece
“La
Đlahe
Đllallah”
zikrinin
yanına
“Muhammedun Resullallah” zikrinin konulamadığı bir kavrayış kesinlikle yolun sonuna dahil olmayıp, kemalat olarak da yetkin değildir.Bir yolcu, Kelime-i Tevhidin ikinci cümlesi olmaksızın eğer Hakikati Kemalat ile idrak ettiğini zannederse, bu kavrayış sadece zandan ibarettir.Bu cümle, Hz.Resul’un kimliğini tanımlamanın çok ilerisinde, hakikati ile karşılaşılması gerekilen bir boyutsal farkediş ve bilinçlenişin Risali tanımıdır. Eğer yolcu, birinci cümlenin maksadını kavramış, ancak bu ikinci cümlenin manasının ne olduğunun farkedişini henüz yaşamadı ise, diğer şeyleri “La ilahe” lafsı ile yokluğa düşürmüş, ancak kendi nefsini buna muhtemelen dâhil edememiştir. Bu durumda ise “La ilahe illallah”ın hakikati ile karşılaşıp, Nefsinin Velayetten pay almış olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Nefs’in yokluğa geçişi Hz.Peygamber’in Risalet boyutuna ulşılamadıkca mümkün değildir. Đşte “La Đlahe” hakikati ile karşılaşılan ve yolun sonuna gelinememiş bu bilinç seviyesine Cenab-ı Hak söyle hitap etmiştir. “Ey (Mutmain) tatmine ermiş nefs, Rabb’inden razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabb’ine dön, iyi kullarımın arasında, gir cennetime.”(Fecr 27–30)
25
Burada dikkat edilirse; yolcu Allah’ın varlığını ve birliğini müşahede etmiştir. Onunla Karşılaşmış, ancak hala Allah’tan razı olma makamında bulunmamaktadır. Allahü Teala bu yolcuya “Razı ol ve bende senden Razı olayım ki cennetime gir.” demekte ve kendisine
çağırmaktadır.
Bir
şeyi
bilmeden
ondan
razı
olunamayacağı açıktır. Yolcu, Nefs hakikatini tanıyıp, Nefs hissedişinin öz varlıkla olan irtibatından vaz geçemez ise, yukarıda açıkladığımız duruma düşmesi kuvvet ile muhtemeldir. Bu durumda da Zat-en Nefs’inin hakikatini tam olarak bilememiştir. Sonuç olarak yolcu, Rabbül Alemin’in kendisine dokunan noktası olan kendi Rabbi kudret noktasını bilmiş, ancak Rabb’ini “Allah” bilememiştir. Bu ise istemediğimiz bir durumla yolcuyu karşı karşıya bırakacaktır. “Nefs’ini bilen Rabb’ini bilir.”(Hz.Muhammed) Burada bahse konu Birlik, Teklik de değildir. Çünkü Tek kavramı farklılık ve çokluğu bünyesinde barındıramıyacak bir yapıya sahiptir. Bu Teklik âlemi öyle bir âlemdir ki, orada sıfatların farklılık göstererek açığa çıkması mümkün değildir. Bu Âlemde tüm isimler eriyik bir potansiyel halinde ve açığa çıkma sınırında zaptedilmiş olarak sabitliğini koruyup durmaktadır. Bu sebeple yolda ilerlerken, bu iki kavramın aslında neyi ifade ettiğini iyi anlamak zarureti vardır. Unutma ki, yolda yürüyen için “TEK” kavramı, ancak Nefsi bir yapı
26
ile beraber anlaşılabilecek bir kavramdır. Tekliğini müşahede eden sadece
Nefs’in
tekliğini
müşahede
halindedir.
”TEK”liğin
müşahedesi, Nefs’siz müşahede edilmesi muhal bir karşılaşmadır. Allah eğer yolcuyu bu Âlemden daha üst bir bilinç ve Âleme davet etmeyi dilerse, onu bir başka feleğin sınırına taşıyacak ve kendisine Mele-i Ala ile karşılaşma olarak ifade edebileceğimiz bir başka tecellisini gösterecektir. Bu hakikatin anlaşılması ile beraber Teklik boyutunun ne olduğu, bu tecellinin neye yol açacağı, neye cürret ettiği yolcuya seyr ettirilecek ve Âlemin yıkılmasının ne demek olduğu yolcu tarafından müşahede edilerek, süphesiz bir şekilde anlaşılacaktır. Bu müşahede ile aslında farkedilen, yaratılmış bir varlığın, bu teklik kavramının içerisinde Âlemde yaşayamıyacağının anlaşılmasından başka bir şey olmayacaktır. Bu hakikatin farkedilişi ile yaşamın devam edememesinin tek sebebi, Nefs sahibi olmaktır. Çünkü, Nefs tek varlık olduğunda, kişinin kimliksel Mutlak varlığı herşeyi yok eder. Bu, gerçek manada ikiliğin kalkmaya başladığının ve Fena’nın son mertebesinin sınırında olunduğunun yolcuya belirmesidir. Ancak bunlar zaten normal ölüm veya bilinç ölümü gerçekleşdikten sonra kendiliğinden oluşacak ve yolcunun elinde olmayan yola dâhil aşamalardır. Zikrettiğimiz sebeple, Kelime-i Tevhid’in kavranılması açısından belki de en doğru saptama, bu kavramın idraki açısından Zahirin
27
Birlik, Batının ise, Teklik âlemi, bu batının en derin manasının ise “Ahadiyyet“ olduğunun anlaşılmasıdır.”Ahadiyyet”in işaret ettiği hakikat’in batını ise , “Samediyyet”hakikatidir. Bu Teklik ki, kişinin algısal kimliği tarafından farkedilmeyecek noktaya kadar genişlemiş olsun. Bu hal gerçekleşinceye kadar ise, yolcunun işi zordur. Yaşamımızı sürdürdüğümüz Âlem, kesret âlemidir. Zahiren ise bu âlemde birlik yaşanması muhaldir. Bu dünyada iken, Ahireti yaşamak müstesna. Birlik bu âlemde, ancak bilinç olarak farkedilip yaşanası bir farkediştir. Birliğin hüküm sürdüğü Âlem, Ahiret Âlemi ve yaşantısı ise, Ahir yaşamdır. Bu birlik kişiye huzur da verebilir, acı da. Bu bilincin Allah’a iman ile yerleşmesi vuku bulur ise,
sonunda
yolcunun
zahirine
de
huzur
hâkim
olmaya
başlayacaktır. Bu bilincin en temel belirtisi, artık kişinin amacının kalmamasıdır. Bu ise, kişinin terkibiyetinin tamamen ortadan kalkması demektir. Teklik Âlemi “Ceberrut Âlemi” olarak isimlenmektedir. Bu Âlemin hakikatinin yaşanmaya başlanması durumunda ise ilk girilen halin ismi “Cehennem”dir. Daha sonra ise, selamete ulaşılması takdir edildiyse, şiddeti azalarak devam edecek, Sırat Köprüsü olarak bilinen bu süreç, Allah’ın Rızasının verilmesine kadar hâkimiyetine devam edecektir. Ta ki, Hak-el Yakin biliş açığa çıksın. “Ceberrut Âlemi” adeta bir ateş topudur. Kavramaya ve zaptetmeye gelmez. Bu yaşam içerisinde ise, birlikden söz edilemez. Çünkü
28
birlik âlemi, Afiyet ve huzur âlemidir. ”Ceberrut” âleminde ise, ancak
dirliğin
bozulması
ile
varlıkların
farklılıklarının
algılanamaması şeklinde zuhur eder. Bu haldeki bilinci ise, Kâinatın Kuvveleri rahat bırakmazlar. Bu hal, ”Sekr” hali olarak da bilinir. Bu müşahede içinde yolcu, hakikatin son noktasına gelindiğini sanalabilir. Allah, Yolcunun bu Âlemde durmasını diledi ise, ateşini git gide söndürerek dengeyi tesis eder. Ya da kişi, Allah’ın Mekri sonucu Kuvvelerin sahibinin kendi vehmi nefsi olduğunu sanabilir. Ayrıca, bu açığa çıkan kuvveleri, istediğini yapmak için kullanma gafletine düşerek de, dengesini tesis edebilir. Ancak bunu yapan kişi ne yazık ki, Mekr’e ugramış ve Hakikatten uzağa düşmüştür. Allah bu yolcuyu kendi nefsi ve cinni kuvveleri ile baş başa bırakabilir. Bu da Đnsanın Allah’a ve meleklerine değil, Kendi Nefs’i ve Cinni kuvvelerine imanın ta kendisidir. Bu durumdan Allah’a sığınırız. Bu durumdaki bir yolcu için ne yazık ki “Kull olabilmiştir” denilemez. Bu noktaya ulaşan yolcu, şeylerin ve Âlemin ayrı sınırları olmadığını bilmiştir. Allah’ı tanıma ve görme yolunda “Mutmain” olmuştur. Ancak, önceden kör ve hakikati göremez iken, şimdi de şaşı olmuştur. Yani, hem Allah’ın vech’ini, hem de kendi nefsini aynı anda seyr haline girmiştir. Bu Âlemin hakim elementi Ateş’tir. Kişinin
gerçek
manada
Hakk-el
Yakin
olarak
hakikati
yaşayabilmesi, ancak bilinç olarak “Ceberrut” âleminden geçmek sureti ile mümkündür.
“Lâhut” âlemine, yani Zat Âlemine girmesi ile Bu
biliş
ise,
Fena
29
mertebelerinin
sonu
olan
“Fenafillah”dır. Ancak bundan sonra Yolcunun zahiri selamet ile Ahiret,
batını
ise
Ahadiyyet-Samediyyet
olacak
ve
huzura
kavuşacaktır. Bu son âleme, sadece ezelde Muhammedi Nur’un isabet ettiği yolcular ulaşabilir. Bu Nur ile karşılaşmadan ise, “Muhammeden Resullallah” ın manası anlaşılamaz. Bu Nura ulaşılmasının alemeti Yeşil Nura ulşılmasıdır.
30
Yasak Ağaç
.
Tüm dini yaşam bu hakikatin olumsuz etkisini kırmak ve düşülen mertebeye ve Allah’ın Rızasına tekrar nail olabilmek içindir. Bu bahsi iyi anlaman, Allah’ın izni ile senin Akıl Nurunda eksik olmayan keskin bir basiret olacaktır. Bu konu, bugüne kadar belki de bizim anlattığımız açıklıkda hiç bir zaman dile getirilmemiştir. Bu, Allah’ın aciz kuluna olan lütfu ve Hz. Peygamberin sadakasıdır. Akl-ı Küll-Âdem ve Nefs-i Küll-Havva Birlik yurdunda ve Tevhid bilincine sahip olarak yaratılmışlardı. Yani Cennet yaşamı ve bilinci içerisindelerdi. Đnsanlığın beşeri serüveni Allah’ın onlara Yasak olan ağacı tanıtmasının sonrasında, bu ağaçdan uzak durmaları konusunda uyarılmaları ve ikisinin de bu yasağı dikkate almayarak bu ağacın meyvesini yemeleri ile başlamıştır. Bu olay, mit ve tüm kutsal kitaplarda konu edilen ve belki de insanlığın en önemli sorusunu akla getiren bir olaydır. Neydi bu tadılması Yasak olan ağacın anlamı? Niçin yasaklanmıştı? Şeytan niçin Ademi değil de, Havva’yı kandırabilmişti. Âdem’i ikna edebilen ise, Havva idi. Şeytan değil. Đsterseniz şimdi, cevabı çok önemli olan bu soruya ve içinde yatan sırlara
eğilelim.
Nefsin
edinilmesi
ve
tevhid
hakikatinden
ayağımızın kayması ile Dünya yaşamında bulunduğumuz duruma kadar gelelim ve bu boyutsal bilinç düşüşünün-depresyonun önemli
31
kavramlarını irdeleyelim ki, bundan sonra tekrar “Ademiyete”, yani bilincimizin olması gereken o ilk ve orijinal haline dönüş yolculuğumuza ve yolun müşahede edilişine ait hakikatlerin açıklanmasına başlayabilelim. “Düşün ki, Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife tayin edeceğim." dediği vakit , "Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?" dediler. Allah "Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!" buyurdu.” “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra o isimlerin delalet ettiği şeyleri meleklere gösterip: "Haydi davanızda doğru iseniz, Bana şunları isimleriyle haber verin!" buyurdu.” “Melekler: "Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz Ya Rab! Bizim için, senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O her şeyi bilen hüküm sahibi sadece Sensin Sen!" dediler.” (Bakara–30, 31, 32) Bilmelisin ki, Varlık Âlemi Tek bir bütündür. Bu bahis, tek olan varlığın kendinden kendisinedir. Yukarıdaki diyaloglar hakikatin çeşitli bilinç seviyeleri ve mertebelerinde cerayan etmektedir. Bu hakikati unutmadan konuya yaklaşım göstermek gerekir. Đnsanın bilinç düşüşünü niçin yaşadığının ve “Yaşak Ağaç”ı yeme fiilinin ne olduğunun anlaşılabilmesi açısından,
32
“Melek” kavramı ve ana
gruplarının iyi idrak edilmesi zarureti vardır. Şimdi bu konuyu Allah’ın izni ile sana açacağız, arkasından ise, Hz. Âdem ve Hz. Havva nasıl ve neden bir düşüş yaşadılar bunu dikkatine arz edeceğiz. Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah c.c. Kendisini, kendi ile seyretmeyi amaçlayarak, kendi Đsim ve Sıfatlarının açığa çıkış
mahali
olarak,
ayrıca
kendisinin
bilincine
varma
potansiyelinde bir halife varlık yaratmayı dilemiştir. Bunun amacı; bilinmeyi dilemiş olmasıdır. Bir varlık, kendi Zati Hakikatine işaret olan isim ve bu Zata ait özellikler olan sıfatlar olmaksızın bilinemez. Kendi bilmekliğini dilemiş, Hz. Âdem’i, kendi bilinmekliğini dilemiş ve Hz. Âlem’i yaratmıştır. Asıl itibarı ile de biri olmaksızın diğeri varlık bulamaz. Bu ikisinin cem olması ile oluşan Âdemi hakikatin Cemiyyet ismi ise, Hz. Đnsan’dır. Fakat unutmamamız gereken, Zat, yani gerçek “VÜCUD” olmaksızın aynanın var olamıyacağı ve aynanın gösterdiği görüntünün aynadaki varlığının da, gerçek varlığın Zatı olmadığıdır. Đşte bu hakikat üzerine var edilen Hz. Âdem’e Allah, Đsim ve Sıfatları talim ettirmiştir. “Allah Âdem’i kendi suretinde (Sıfat’ı olarak) yarattı.” (Hz.Muhammed) Bu talim, Hz. Âdem’in öz varlığında kuvvede/gizli bulunan çeşitli melekeleri açığa çıkabilme-yansıtma yetisi ile donatılması olayıdır. Hz. Âdem’in yaratılışından maksat; Allah’ın Zati hakikate ait isim
33
ve sıfatları, kendi sıfati hakikati olan Kâinattan yansıtmasıdır. Amaç, Allah’ın bu sıfat ve isimleri, kendi Zati hakikati yanında yok hükmünde olan bu Ademiyyet aynasından izlemesidir. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına kaktık.”(Tin–4, 5) Ancak, Hz. Âdem mükemmel surette yaratılmasına rağmen kendini tanımamaktadır. Sahip olduğu mükemmel yaratılış fıtratı’nın hazım kemalatına sahip değildir. Bunun sebebi, kendi öz hakikatine ait ilmi tüm boyutları ile bilememesidir. “Đsa dedi ki: Âdem büyük bir güç ve zenginlikten var oldu, ve insan liyakatlı değildi. Eğer layık olsaydı, ölümü tatmazdı!” (Thomas Đncili–85) Hz. Âdem Zati hakikate ait bir ilmin sahibi olma potansiyeli ile halk edilmiştir. Ancak Arzi melaike, bu ilme ulaşabilmeye yarayan ve bu ilme ulaşılınca sahip olunan isim ve sıfatların bilgisine sahip değillerdir. Örnek; “SABIR”, “ŞEHĐD”. Kâinatta var olan tüm eşya, Allah’ın isim ve sıfatlarının âlem aynasından yansımasından başka değildir. Bu sebeple, Hz. Âdem’e talim ettirilen isimler aynı zamanda eşyanın da isimleri durumundadır. “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah'ı tespih ederler. Her şey O'nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız.”(Đsra–44)
34
Belirttiğimiz gibi Hz. Âdem Zati hakikati bilmeye yarayan bir çok ismi açığa çıkartabilmektedir. Meleklerin de hali ile Zata ait ilimleri yetkin olmayınca, bu özellikten türemiş isim ve sıfatlara ayna olamamaları, yani onların isimlerini açığa çıkarıp bildirme özelliğine sahip olamamaları normaldir. Ancak bu bahse konu melekler hangi grup meleklerdir? “Hani Rabbin meleklere, "Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin" demişti.” (Hicr-29) Dikkat
ederseniz,
Hz.
Âdem
öncelikle
kuru
çamur
ve
şekillendirilmiş balçıkdan düzenlenmiştir. Ancak henüz her hangi bir fiil ortaya koyabilme yetisine sahip değildir. Allah meleklere; ne zaman ki, ona yani Âdem’e, Ruhumdan üfleyeceğim, yani onun varlığına kendi bilincimin Ruhunu kuvve olarak bahşedeceğim. Đşte o zaman ona secde edin, yani Âdem’in bedeninde şekillenmiş çamura ait meleke durumuna geçin diye emretmiştir. Burada secde ile Emr olunan melekeler Hz. Âdem’in gölge varlığına ait iş gören melekelerdir. Burada Hz. Âdem’in taşıdığı “RUH”, Allah’ın Emr’idir ve hakikatidir. "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver!" buyurdu. Bu emir üzerine Âdem, onlara isimleriyle bunları haber verince buyurdu ki: " Size demedim mi Ben her halde göklerin ve yerin sırrını bilirim! Ve
35
sizin açıkladığınız ve gizlediğiniz şeyleri de biliyorum!" “Ve o vakit meleklere: "Âdem için secde edin!" dedik, derhal secde ettiler. Ancak Đblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten o kâfirlerden idi.”(Bakara–33, 34) Hz. Âdem’den yansıyan isim ve sıfatların zuhuru ise, Allah’ın Emri olan “Ruh” vasıtası ile gerçekleşebilmiştir. Bunu gören, Melekler secde etmiş, yani Âdem’in hkikati olan Ruh’a teslim olmuşlardır. Yani Hz. Âdem bu melekere sahip olarak işlev görebilme yetisine sahip kılınmıştır. Ancak, terkibi yapısı itibarı ile asli unsuru Ateş olan ve “CĐN” sınıfına giren “ĐBLĐS” bu emre karşı çıkmıştır. Burada, iblis’in “Kâfir” olduğu ifadesi karşımıza çıkmaktadır. Kâfir, örten demektir. Đblis, hakikati ve gerçeği örtendir. Đblisin Kâfirliği Hz. Âdem’de mevcut bulunan Allah bilincinin temsilcisi olan “RUH” ile Tevhid hakikatini idrak edememek ve bunu örtmesinden ileri gelmektedir. Salt Meleki yapılı varlıklarda “Benlik” bulunmadığından onların emire karşı gelip günah işleme potansiyelleri bulunmamaktadır. Bu ise, Kemalata ulaşabilme açısından bir eksikliktir. Allah’ın sistemine uygun olmayan fiil ortaya koyma gücüne sahip olup, bu gücü Rabb’inin isteği doğrultusunda kullanmama seçeneğine sahip olan varlık sınıfı, sadece Đnsan ve Cin sınıfıdır. Bu da Allah’ın bir hikmeti gereğidir. Aslında burada bahsettiğimiz Emr’e aykırı fiilden çok Rıza’ya aykırı bir fiilin ortaya konabilme durumudur. Ancak Cin
36
sınıfı Allah’ın Zati Tevhid hakikatine ulaşıp idrak edebilme özelliğine sahip değildir. Bu Zati hakikate, ancak düşünce-tefekkür gücü
ile
yani
derinlemesine
düşünebilme
yetisi
ile
ulaşılabilmektedir. Bunu Đnsanda mümkün kılan, Toprak elementine sahip olmasıdır. Cin sınıfı ise, hadde sahip olmaması açısından problemli olan Ateş elementinin, Âleme yaygın durması prensibi ile halk edilmiştir. Bu sebeple onlar Âlemi kendinde toplama ve tüm boyutlarda aynı anda düşünebilme yetisine sahip değillerdir. Farkedilemeyen
aslında,
Allah’a
ait
Ana-Ruh
bilincinin
ne
olduğudur. Bu bilinç algısal olarak, tüm varlık âleminde, varlıkların en derin hakikati olarak mevcuttur. Ancak sadece Đnsan, Allah’ın tek varlık olduğuna ait hakikatin farkına varıp, bu bilincin kulu olma potansiyeti ile varlık alanına çıkmıştır. Bu bilinç akışının hakikat içinde
yaşanmasının
akebinde
olayın
şu
şekilde
geliştiği
görülmektedir. Secde bir hakikati idrak ile boyun eğmek ve teslim olmak manasına gelmektedir. “Allah, "Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?" dedi. (O da) "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın" dedi.” (Araf–12) Ateş elementi, Zati hakikate ait bir yapıya sahiptir. Nefs de aslen Ateş elementi kökenlidir. Bu elementin terkip olarak var ettiği bilinç varlık olan Đblis, Hz. Âdem’in toprak ve su ağırlıklı yapısında mevcut olan Zati hakikatin farkına varamamıştır. Kendisi hem
37
“Kudret” ismine kuvvet ile ayna olması, hem de Nefsanî yanının “Ateş” ve bunu kuvvetlendiren “Hava” elementinin terkibi yapısında ağır basması sonucu, Âdemi hakikate secde etmemiş, yani teslim olmamıştır. Bu diyaloğun akebinde; “Allah: "Ey Đblis, o Benim iki elimle (Rahman ve Rahim) yarattığıma secde etmene sana ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden (Alliyyun’dan) mi bulunuyorsun?" dedi. “ (Sad–75) Burada dikkat edilirse, Đblis’in secde etmeyişinin sebebi olarak kendisini Alliyyun’a mı dâhil olduğunu sandığı sorulmuştur. Demek ki, bu secde emri ile Hz. Âdem’e secde etmeyen bir grup varlık, yani “Yüceler” mevcuttur. Bu grup varlık, yeryüzü melaikesinden yüce olan bir grup melaikedir. Bu melaike, Saffat suresinde
kendilerini
tanıtan
ve
Kuran-ı
Kerim’de
sıkca
kendilerinden “BĐZ” olarak bahseden “Mele-i Ala”dan başkası değildir. Hz. Âdem’e yapılan secde aslen, Hz. Âdem’in öz hakikati olan Allah isminedir. Mele-i Ala melekesi, Allah’ın Zat’ında tam bir Fenaya sahiptir. Bu sebeple, tabiri caiz ise, Hz. Âdem’e secde edecek bir başları dahi yoktur. "Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır." "Şüphesiz biz saf duranlarız." "Şüphesiz biz (Allah'ı) tespih edip yüceltenleriz." (Saffat–164, 165, 166) Varlık olarak Halife olmak vasfı ile yaratılan Hz. Âdem’in kendi
38
özünde gizli olan bu Zati hakikat ilmini açığa çıkartması-yansıtması için gerekli olan melekeyi edinmesi fiili, Meleklerin Hz. Âdem’e olan secdesidir. Toprak’tan olan beden elbisesi, tüm Esma-i Hüsna’nın yansıdığı bir elbise-aynadır. Bu elbise tüm esma terkiplerinden örülmüştür. Melaike, evrende işleyen sistemleri, varlık ve kozmik planda işler hale getiren kuvveler demektir. Örneğin; Yer çekimi, gezegene ait ve gezegenin sahip olduğu bir melekedir. Suyun kaldırma gücü suya ait olan ve onda yaşamını sürdüren bir melekedir. Çeşitli kültürler bu kuvvelerin farkına vardıkları ve Tevhid ilminde de bozulmalar baş görderdiği için bu kuvvelere çeşitli isimler vermiş ve bunlara Tanrılar demişlerdir. Her bir melekenin, gözlemcinin bilinç seviyesine göre de bir sureti vardır. Güzel ahlakın yaşanmasını sağlayan Takva, Vera, bunlar da birer melekedir. Bunların da kişiye has suret ve işleyişleri mevcuttur. Ancak, önemle üzerinde durulması gereken biricik hakikat; Hz. Âdem’in Kemalatının, Mele-i Ala (Zati Teslimiyyet ile açığa çıkan Meleke) hakikatinin idraki olmadığıdır. Bu bilinç, ilk insan olma vasfı ile yaratılan Hz. Âdem’de değil, ilk Đnsan-ı Kamil olma vasfı ile yaratılan ve var edelen ilk Nur olan, Hakikat-i Muhammediyye’de, yani Hz. Muhammed Mustafa a.s. suretinde açığa çıkabilmiştir. Hz. Peygamber’in beşeri kimliği ile Hakikat-i Muhammediyye aynı şey değildir. Hakikat-i Muhammediyye söz konusu olduğunda bir
39
terkibi yapı, yani Muhammed (a.s.)’dan bahsedilemez. Ancak bu kemalatı ve ilmi açığa çıkaran ilk Resul ve Nebi olması sebebi ile kendi kavrayışı olan bu Nura, onun ismi verilmiştir. Yani Hz. Muhammed’in
ulaştığı
hakikat
manasında
olan
Hakikat-i
Muhammediyye budur. “Hz. Adem su ve toprak arasında iken ben Resuldüm” (Hz.Muhammed) Yani,
Hz.
Âdem
yaratıldığında
Hakikat-i
Muhammediyye
kendisinde kuvvede bulunan bir Nur olarak, diğer nesillere aktarılmak üzere mevcuttur. Ancak Hz. Âdem bu kemalat ve Risalet boyutunu kuvveden fiilata geçiremiyecektir. Aşağıdaki ayet, Hz. Peygambere yapılan bir sesleniştir. Allah’a, Nefs’den arınarak teslim olabilen ilk insan olduğu ve bununla emr olunduğu açık bir ifade ile vurgulanmaktadır. Demek ki, Hz. Âdem’den sonra gelen Beni Đsrail peygamberlerinin hiç birisi bunu tam manası ile başarabilecek bir Kemalata ulaşamamışlardır. “De ki: "Göklerin ve yerin yaratıcısı olan, beslediği halde beslenmeye
ihtiyacı
olmayan
Allah'tan
başkasını
mı
dost
edineceğim." De ki: "Bana, (Allah'a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma (denildi)." (Enam–14) Bu Kemalata ancak, Zati Hakikatin idrak edilmesi ve Allah’ın Zati
40
elleri olan Mele-i Ala aracılığı ile Zati hakikatimize teslim olunması sonucunda ulaşılabilmektedir. Bu ise, Rabb-ül Alemiyn hakikatini idrak ile girilen bir bilinç seyridir. Kuran-ı Kerim’in yazdırıldığı Zati boyut olan “BĐZ”, Hz. Peygamber’in çeşitli hatalar işlediğini ve hatta, hataya düşmesi durumunda Hz. Peygamber’in ellerinden kurtulamıyacağı ve acı veren bir ceza ile karşılaşacağı açık bir şekilde ifade edilmektedir. Bu ifadelerden, bu melekenin Kahredici bir tasarruf gücüne de sahip olduğu anlaşılmaktadır. “Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi.” “Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık az kalsın onlara biraz meyledecektin.” “Đşte o zaman sana, hayatın da, ölümün de katmerli acılarını tattırırdık.
Sonra
bize
karşı
kendine
hiçbir
yardımcı
da
bulamazdın.”(Đsra–73, 74, 75) Alliyyun melekesi, burçları, galaksi içerisindeki tüm boyutları kapsayacak şekilde sevk ve idare eden Zati Kozmik bilinç yansımasıdır. Allah’a Teslimiyeti fıtratı âlemde işler hale getiren, bu Ali melaike’ye olan Fıtrati teslimiyettir. Hz. Âdem’e secde eden melekeler, Đnsanda bu Ali Meleke’nin “ĐNS” ve “CĐN” üzerindeki tasarruf zincirine bağlı, ancak alt mertebede olan, beden ve zihin ile
41
bağlantılı melekelerdir. “Andolsun, biz gökte burçlar yaptık ve onu, bakanlar için süsledik.” (Hicr–16) Diğer Evrensel melekeler ise, zaten Ali Melekelerin otomatik kontrolü altında işlevlerini uyumlu bir şekilde yürütürler. Burçların kişi
üzerindeki
tasarrufu
bu
şekilde
fonksiyonunu
yerine
getirmektedir. Bu meleke grubunun bir diğer ismi de “Kerribiyyun” melekesidir. Bu Ali meleke, “RUH” isimli Kudsi teklik boyutu tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bu kudsi ”RUH” melekesi ise, Samediyyet deryasının cezbesi altındadır. Bu meleke, Sema, yani en iç boyut, diğeri ise Arz, yani beden ile idame edilen zahiri yaşam Melaikesidir. (Not: Sameddiyyet hakikati ortaya çıkmadan bu meleke ile iletişim sağlanamaz, ancak bu meleke işlevini her an yerine getirmeye devam etmektedir. Bu melekenin bir diğer adı da Kahhariyyet Melekesidir. Bu meleke insanda her zaman galiptir.) “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir.”(Enam–61) Yıldızlarda işlevini yerine getiren meleke insanda, beyinde bulunan Nöron olarak Nuraniyetini icra eder. Bu Nuraniyet insandaki idrak ve algıyı oluşturur. Bu yıldızlar, yani meleke, bedenin bilinç ve hareket noktalarını yönetmektedir. Bu bilinç noktalarının her birisi bir planete-gezegen karşılık gelir. Bu bilinç noktaları ise vucütta
42
bulunan her bir salgı bezi ve organı yönetmektedir. Ali Melaike’nin yurdu gönüldür. Bu melaike aslen, kalbe ait melekedir. Kalp nurunun beyin aynasına yansıması ile Alem seyredilmektedir. Fıtrat kalbin aklı, akl-ı cüz ise beynin aklıdır. Bu sebeple bil ki, senin akıl dediğin gerçek akıl değildir! “Hanif-Hakka yönelen (Allah dışında hakimiyyet ve hüküm sahibi kabul etmeyen, tevhid dini) bir kimse olarak yüzünü dine-islama (teslim olmak) çevir. Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah'ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. Đşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum–30) Đnsanların ve evrenin işleyiş programı olan Fıtrat, bu en üst melekenin işleyiş prensibidir. Teslimiyyet bu sebeple aslında bizim yaratılış programımıza yani fıtrat’ımızadır. Đşte, teslim olmak, yani Đslam olmak budur. Yani; Đslam-Teslimiyet bu Ali melekeyi insanın iman nuru ile açığa çıkartması-Âlemine bu melaikenin kudretini yansıması ve fıtraten en derin hakikatinin Ali melaikesine, irade ve vech’ini-zahirini teslim etmesidir. Đnsanların Ahiretdeki mertebeleri de, hayatlarında bunu gerçekleştirebilme oranına göredir. Bu ise, insanın kendi işlerini görürken kullandığı, kendisine ait gördüğü gücün dışındaki bir güce iman etmesi ile mümkündür. Bu kendilerinden “Biz” olarak bahsedilen Melaike topluluğu Kuranı Kerimde ayrıca “Yüce Divan”olarak da geçmektedir. Bundan özellikle Kaf suresinde bahsedilmesi “Kaf” harfinin hakikat ilmi
43
açısında, hakikatin zirve dağı olmasıdır. Bu noktaya ulaşıldığında mutlak suretle Yüce divan ile irtibat kurulmaktadır. “O gün herkes beraberinde bir muhafız, bir de şahit olarak yüce divana gelir.”(Kaf–21) Đblis’e “ŞEYTAN” isminin verilmesinin sebebi, Terkibiyyetten Ali olan Zati hakikatten gaflet içinde olması ve bu hakikate karşı gelmesidir. Şeytan kelimesi, uzağa düşmek anlamına gelen “ŞEYTANA” kelimesinden türemiştir. Bu sebeple “ŞEYTANĐYYET” , her zerrede mevcut olan Zati Hakikat bilincine ait, terkibiyetsiz ve Nefis bulaşmamış Ruh’un ihata ettiği Tevhid hakikatinden uzağa düşmüş bilincin aldığı ismin karşılığıdır. Bir varlık, kendine uyan diğerini kendisi gibi yapar. Bu sebeple de her kim, hakikatten uzak düşüp sapar ve Şeytani bilince-Ayrılık vehmine kim uyarsa, o kişi sapmış ve dalalete düşmüş demektir. Şeytan, Allah’ın isimlerinden “MUDĐL” yani dalalete düşüren, saptıran ismine kuvvet ile aynadır. Bu yönü ile de Kâinatta önemli bir bekçi rolü oynamaktadır. Bilesin ki, en değerli ve farkedilmesi en ölümcül olan hazine: Zat’ın Hü’vviyet ilmidir. “Allah: "Hemen in oradan, orada büyüklük taslamak ne haddine, haydi çık; çünkü sen alçaklardansın! " buyurdu. ” “Đblis: "Dirilip kaldırılacakları güne kadar bana mühlet ver!" dedi.”
44
“Allah: "Haydi, mühlet verilenlerdensin." buyurdu.” “Đblis: "Öyle ise andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de onları saptırmak için her halde Senin doğru yoluna oturacağım” “Allah: "Çık oradan, yerilmiş, kovulmuş olarak! Andolsun ki, onlardan her kim sana uyarsa, kesinlikle cehennemi tamamen sizinle dolduracağım.” (Sad–13, 14, 15, 16, 17) Đblis’in en önemli özelliği belki de Ateş kökenli olmasıdır. Ateş, Zati hakikate ait bir elementtir. ”LÂHUT” Âlemi (Zat Âlemi) de zuhur edişi itibarı ile gizli bir ateştir. Ancak, bahse konu ateş bu gizli olan değil, terkibi bir yapı ile açığa çıkan “ATEŞ”tir. Bu gizli ateşin, terkibi bir arş ile sınırlı olan hali, Nefs ile bilinebilen ve özü yine ateş olan “CEBERRUT” âlemidir. (Sıfat Âlemi) Bu âlem Nefs ile karışık “Mutlak Ben” âlemidir. “Lâhut” âleminin manasının yaşandığı yaşantı “CENNET”, Ceberrut Âleminin manasının yaşandığı yaşantının ismi ise , “CEHENNEM”dir. Sahip olunan Nefs, Ölümle beraber, Berzah âleminden çıktıktan sonra Ceberrut âleminde kalırsa Cehennem, Lâhut Âlemine geçip Yokluğunu tadarsa Cennet yaşamı oluşur. Đlkinde, tüm mevcudata “Ben” demek sureti ile bir sahiplenme hali, ikincisinde ise, yokluğun tadılması dolayısı ile Allah’ın tüm mevcudat üzerindeki hakimiyyet kudretine teslim oluş halinin sonucu oluşan bir Rıza hali mevcuttur. Bu sebeple Cehennemden çıkmamıza izin vermeyen bizdeki bekçi
45
Melekenin ismi “MALĐK” , yani mülkün sahibi, Cennet yaşamından çıkmamıza engel olan melekenin adı ise “RIDVAN”, yani rıza sahibidir. Ceberrut âlemi, “HÜ”viyetin bir birim tarafından sahiplenilmesi ile seyredilir. Bil ki, birçok keramet bu bilinç açılımı sonrası yaşanmaya başlanır. Açığa çıkan Kudreti kendinden bilmenin adı “ĐSTĐRAÇ”, Allah’a ait olduğunu bilmenin ve edep üzere kalmanın ismi ise, “KERAMET”dir. Bu kudretin bir Nebi veya Resul’den yansıması ise “MUCĐZE” ismini almaktadır. Zati hakikatin haddi ve Arş’ı aşarak âleme yayılması Âlemde Ateşi, Âlemden geri çekilerek kendi orijinal konumu olan “Lâhut Âlem”inde sabitlenmesi ve Âleme yayınlan ateşin sönmesi ise, “NUR”u meydana getirir. Çünkü, böylelikle mevcudatın birlik hakikati, Nari Zulmet perdesi ile örtülmemiş ve bu Tevhid hakikatinin kavranılması sonunda geri çekilme gerçekleştiği için “NUR” açığa çıkmıştır. Bu had içinde, Zati hakikatin kalabilmesinin tek şartı, kendini tanıması ve hakkı ile bilebilmesidir. Bu kavrayış neticesinde, Zat Ateşi Âlemi terk edip, Arş’ın ötesinde kalmak sureti ile sabitlenirse, Âlemde “NUR” meydana gelir. Âlemde kendi sıfatından başka olmadığı için Allah, kendisini bizzati insan ile tanımakta ve “Muhammedi Hakikat”in Đrsali ile de Âlemi Zat’en terk edip, âleme, Sıfat boyutu olarak Hayy-at vermektedir. “Habibim sen, sen olmasaydın, Âlemleri-felekleri yaratmazdım.” (Kudsi Hadis)
46
Çünkü, Muhammedi Hakikat Nuru açığa çıkmasaydı, yukarıdaki işleyiş sebebi ile Âlemler zaten var olamazdı. Âlemlerin var olma şartı “SIFAT” mertebesi ile “ZAT” mertebesinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrılış bir kopuş ile ikilik değil ve sadece her şeyin mertebesine, yerine oturmasıdır. Âlem-Âdem sıfat, Allah ise Zattır. Sıfat-Kull, Zat-Rabb’dır. Đnsan ise bu ikisinin arasında denge ve sınırı koruyan Berzah’tır. Ancak, bilincinde olduğu ve algıladığı varlığı Sıfat, en derin olan hakikati ise Zat’tır.”Zat” bilinemez olarak senin kendi kavrayıp algılayabildiğin varlığını tam bir hüküm ve hâkimiyet altında yönetir. Gayb’a iman bu sebeple çok önemlidir. “Đnsan benim sırrımdır. Bende insanın sırrıyım.”(Kudsi Hadis) Şimdi bu bilgiler ışığında Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetdeki durumlarına geri dönelim. “Bunun üzerine Biz de: "Ey Âdem, haberin olsun, bu şeytan, sana ve eşine düşmandır; sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra mutsuz olursun.” “Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman oradadır. ve sen orada susamazsın ve güneşte (Zat Ateşi)
yanmazsın. "
dedik.” “Derken şeytan ona vesvese verdi: "Ey Âdem, sana sonsuzluk ağacını ve çürümesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?" dedi.” (Taha–118, 119, 120, 121)
47
Đblis’in, Hz. Âdem’e secde etmemesinin akebinde, Âdem ve Havva’nın, Allah’ın “BĐZ”sıfatı tarafından, Şeytana dikkat etmeleri ile ilgili olarak uyarıldığı görülmektedir. Đçinde bulundukları bilinç alemi Cennettir. Bu Âlem tevhid, Rıza ve teslimiyyet yurdudur. Bu sebeple otomatik bir bilinç akışı ile ihtiyaç duyulan herşey önlerine gelmektedir. Öyle ki, ihtiyaç hissi ve irade dahi mevcut değildir. Yani, Đkisinin de tüm işlerini Allah üzerine almış durumdadır. Bunun sebebi de, varlık hissi açısından Cennet yaşamında, orijinal “Ademmiyyet” yani yokluk, ben hissinden yoksun bir durumunda olmalarıdır. Đnsanın sahip olduğu bilinç, onun “MUHĐT”idir. Sahip olunan bilinçin izin verdiği ile Allah bizi çepe çevre kuşatmıştır. Hal böyle iken, kendisinden ayrı olmayan Şeytani bilinç Hz. Âdem’e vesvese vermeye başlamıştır. Şeytan, insandaki Vehim kuvvesi ile özdeştir. Đnsanda hüküm süren düşünce gücü, vehm ve vesvesenin sebebidir. Bu vesvese, ikinci bir varlığın Âdem’e verdiği vesvese olmayıp yine kendinden kendinedir. Tüm varlık alemi Đnsanın hakikatinde mevcut olarak hayatiyyetlerini sürdürürler. Ancak bu varlıklar çeşitli boyutsal âlemlerde yaşamaktadırlar. Şeytan da, Hz. Âdem’in Nari boyutuna ait en yüksekde bulunan bilincidir. Sözü geçen boyut, yoğun ışıkdan meydana gelmiştir. Bu bilincin de, aynı melaike gibi bir sureti mevcuttur. Bu bilince ait kendine özgü melaikeleri de ayrıca mevcuttur. Bu yapı itibarı ile Nari boyutun varlıklarının aldığı genel isim “CĐN” veya “ĐBLĐS”dir. Đblisiyyet, kendinde mevcut olan Allah Bilincinin
48
“RUH”unun farkında olmamak ve bu “RUH”un dışında, uzağında, Nefs sahibi olarak kalmak ve Zati hakikate sahip çıkmak anlamına da gelmektedir. Mevcut olan tüm varlıklar Allah’ın “RUH”undan pay alırlar. Çünkü Âlemde bir tane hayatiyyet kaynağı vardır. Ancak bu pay alış cüzlerin paylaşması değil aynı anda oluş gibi çok farklı ilmi bir yapıya sahiptir. Bu da kudsi “RUH”dur. Đblis işte bunun farkında değildir. Fakat, sadece insan bu Ruhu kuvveden fiiile çevirip Âleme yansıtma yetisi ile halk edilmiştir. Yani, kendindeki Allah bilincine varabilme onda yokluğunu bilip yok olma yetisine sadece Đnsan sahiptir. Bu sebeple Allah’ın Ruh’una hâsıl olma yetisi sadece Đnsanda mevcuttur. “Hani biz meleklere, "Âdem için saygı ile eğilin" demiştik de Đblis'ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. Đblis ise cinlerdendi de Rabbinin “emri dışına” çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da Đblis'i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? “(Keyf–50) Bu boyut bilincinin özelliği, Hz. Âdem’den önce Allah’ın Zat’ına ait Kudret ismi ağırlıklı olmak üzere, Zat’ın halifesi olmasıdır. Önce ve sonra kavramları, tamamen boyutsaldır. Zaman, Âlemi ayakda tutan illizyonun ismidir. Gerçekte var olan ise, “AN” dır. Hz. Âdem’den önce Şeytan’ın aldığı isim “AZAZĐL” dir. Bu varlık çok derin bir ilme sahiptir ve insandan önce meleklerin öğretmeni durumundadır. ”Tevhid-i Zat” ilminin sahibidir. Ancak Zat-i Tecelli’nin masharı değildir. Yani kendi Nefs’inde, Zatı birleme hatası içindedir. Nefs’i, sahip olduğu Zati ilimden pay almıştır. Bu
49
da bir varlığın, birlik yani Tevhidi yaşaması değildir. Tevhid hakikati; kendi Nefs-Ben’inin yokluğunun farkında olunması, tüm Âlemle beraber Birlik içinde ve Allah’ın Uluhiyyetinin altında yaşanması demektir. Đblis ise, kendi Tekliğinin Uluhiyyettini yaşamaktadır. “Dedik ki: "Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz." ” (Bakara–35) Bu bilinç seviyesine sahip varlık, Allah’ın Zat’ının terkibi bir yapı altında, Mutlak Ateş olarak açığa çıkışına aynadır. Bu sebeple özünün, Evrenin Kozmik bilincine dâhil olduğunun ilmine sahiptir. Ancak bir farkla, terkibi olarak sahip olduğu ”NEFS”ine bu bilinci isnat etme hatası içindedir. Yani, kendi Nefs’inin “Sonsuzluk” olduğunu düşünmektedir. Bundan dolayı, karşısında hangi varlık olursa olsun, bu diğer terkibi yapıyı kendisinden ayrı görmektedir. Bu ayrı görüş; kendi Nefs’inin, gördüğü varlıkları yarattığını sanma yanılgısıdır. Bu sebeple de, diğerleri adı altında ne varsa, Đblis için kendi Nefs’inden halkedilmiş diğerleridir. Hali ile de, diğerleri adı altında kim varsa, o yapıya karşı merhametten kesinlikle pay almamıştır. Ahlaki bir tavrı yoktur ve varlıklara karşı kibirlidir. Allah,
Kuran’da
olunacağından
bu
ağaca
bahsetmekte
yaklaşılması ve
halinde
uyarmaktadır.
Bu
“ZALĐM” ise,
Zati
Hü’viyyete sahip çıkılması ve böylece varlık âleminden ayrılığa düşülmesi sonucunda Şeytan durumuna gelineceğine bir işarettir.
50
Ayrıca karşısında duran birlik hakikatinden kopup, mevcudatı kendisinden ayrı gören kişi, karşısındakine ve hali ile kendi öz Nefs’ine zulm etmekte olacaktır. Müşahede ile nettir ki, Allah’ın bizdeki emaneti; Nefs’i, yani kendi “BEN”i dir. Yani bizdeki bir “Zat” oluş hissi, varlık hissidir. Şeytan’ın, Yasak Ağaca yaklaşılması ile ne gibi bir sonucun açığa çıkacağını bilmesi de, bu ağacı daha önce tatmış olduğuna işarettir. Yasak ağaç sembolü birçok yorumcu tarafından cinselliğin tadılması olarak açıklanmaktadır. Şunu ifade etmeliyiz ki, eğer bu ağacın tadılması, bedenin ve cinselliğin tadılması veya terkibiyete girilmesi olsaydı, bu ağacın ismi Kuran-ı Kerim’de “Sonsuzluk” ağacı olarak geçmezdi. Cinselliğin tadılması ile tam tersi, insanlık bilinci beden hissine mahkûm hale gelmiş ve kendi öz varlığını, et ve kemikten ibaret bir beden olarak sanmaya başlayarak sınır içine adeta hapis olmuştur. Bunun sebebi; Âdem’in ve Havva’nın, benliğe bürünmesi ve bunun da ancak dört element hissi ile sınırlandırılmış bir bilinç ile mümkün olmasıdır. “Đsa dedi ki: Melekler ve Peygamberler sizlere gelecek, sizlere sizin olanı (Kulluk makamı ve felah) verecekler. Ve sizler elinizde olanı (Nefs) onlara verin ve kendinize deyin: Hangi gün gelecekler kendilerinin olanı almak için!”(Thomas incili-88) Bu durum çok iyi korunmakta olan bir elmasa el uzatmaya kalkan
51
birinin, üzerine aniden çelikten bir kafesin inmesi ve sistemin, elması, kafesin içindeki kişinin ulaşamıyacağı bir şekilde oradan uzaklaştırmasına benzer. Burada yasak olan, kafesin içinde mahkûm kalma fiili değil, değerli olan bir şeye uzanma isteğidir. Beden kafesinde, bilincin kapalı kalınması amaç değil, elmas ile (Hü’viyet hakikati) beraber yaşayabilme edebine sahip olamayan yapının (Đnsan), bu edebe sahip olabileceği bir bilince ulaşıncaya kadar bu nimetten uzaklaştırılmasıdır. Bu edep ve bilincin içinde olunsaydı, zaten yasak olana el uzatılmazdı. Đşte insanlık bilincinin bu edebe ulaşma aşamaları, Nebi ve Resullerle açığa çıkmış ve Hz. Muhammed efendimizle de insan, tekrardan ölümsüzlüğe ve kendi öz varlığına geri iade edilmiştir. Böylelikle de
“Hayy” ismine
mashar olabilmiştir. Bu isme sahip olunması ise, insan bilincinin terkibiyetten tamamen kurtulması demektir. “Bir de, Biz senden önce hiç bir kimseye ölümsüzlük vermedik. Eğer sen ölürsen onlar baki mi kalacaklar?” (Enbiya-34) Tasavvufda Seyr-ü Sülük denilen yolculukda asıl olan; bu “BEN” hissini, devranı tamamlayarak ait olduğu Zat âlemine iade etmek yok hissine bürünmek, böylece yolu-Tarik tamamlamak ve devranı döndürüp tamamına erdirmektir. Đnsanın kendi benlik ismi, Zati hakikate ait olması gereken “BEN”i taşıyamaz. Emaneti Sahibine ve her işi ehline bırakmak Đslamın temel prensiplerinin başında gelmektedir. Hakimiyyet ve Malikiyyet konusunda ise, herşeyde
52
olduğu gibi en ehil olan Zat, Zat-ı Vahid yani “Allah”tır. ”Ben” degil! Değerli yolcu, şimdi hakikat ilmi açısından büyük öneme sahip bir noktayı
tefekkür
dünyana
sunmak
istiyorum
ki,
aslında
Ademiyyete, yani Manası yokluk olan varlığa yasak olan nedir? Bunun sebebi hangi hakikate dayanmakdadır? Bu soruların cevaplarını beraberce daha da açık bir şekilde verebilelim. Allah’tan niyazım, bu konuda senin basiretini daima diri tutması ve Hidayet Nurlarını senin üzerinden eksik etmemesidir. Allah, Hz. Adem’mi yarattıkdan sonra, kendisine eş olması için Hz. Havva’yı yaratmışdı. Hz. Âdem derin bir uykuya dalmış ve uyanınca da karşısında Hz. Havva’yı bulmuşdu. “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının.” (Nisa–1) Konumuzun giriş kısmında Hz. Havva’nın “Küll-i Nefs”e mashar olduğunu ifade etmişdik. Ayrıca “Nefs” yani varlık, “Ben” hissinin düşünme yetisinin oluşmasına zemin hazırladığını da açıklamışdık. Hz. Âdem ve Hz. Havva halk edilip, kendisindeki Nefs’in zahir olmasının akebinde, özde vehm kuvvesi olan, kendisinde mevcut bulunan Nari boyut ile irtibat kurabilme ve bunu yansıtma özelliğine bürünmüştür. Dikkat edilirse, Hz. Havva ile beraber
53
yaşamaya başladıkdan sonra Đblisiyyet Hz. Âdem ile iletişime geçmiş ve kendisine vesvese vermeye başlamıştır. Burada Âdem ve Havva’nın sadece zahiri bir bedene işaret olmadığını ifade etmeliyiz. Havva Nefs ve Âdem ise, Akli tabana dayanan bilinçtir. Yoksa er kişi olmak bedeni bir konu da değildir. “ Derken, şeytan, kendilerinden gizlenmiş çirkin yerlerini onlara açmak için ikisine de vesvese verdi. Dedi: "Rabbinizin sizi şu ağaçtan uzak tutması, iki melek olmayasınız yahut ölümsüzler arasına katılmayasınız diyedir." ”(Araf–20) “Ve: “Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin de etti.” (Araf–20, 21) Allah Hz. Âdem’i Toprak ve Su terkibiyeti ile diğer elementleri bünyesinde bulunduran bir bedenden var etmiştir. Yaratıldığı Cennet yurdu, şu anda da aynı ile mevcut bulunan ve Dünyada iken Ahir yaşama geçebilenlerce de algılanması mümkün olan Cennet boyutudur ve bura kavramı içindedir. Ayaklarının kayması ve düşüş olarak ifade edilen olay ise, tamamen bilinç düşüşüdür. Yani birlik algılamasından, ayrılık yanılsamasına ve Nefs’i yaşama düşüştür. Bu halleri ile Âdem ve Havva nari boyutun etkisine tamamen açık bir hale gelmişlerdir. Allah Hz. Âdem’i, Âdemi bilinç içinde kendini bilmek için
54
halketmişdir. Kendisini tam olarak bilebilmesinin tek yolu ise, kendi zati hakikatinin farkına vararak, kendi bilincine ulaşabilme özelliğine sahip bir varlık yaratmaktır. Bu bilinç ise, kendinden başka mevcudat olmadığı için “yokluk”tur. Önce akıl, sonra nefs sahibi olunacak ve Nefs’in hakikati bilindikten sonra beden terkibiyeti ölüm ile dağılacak ve böylelikle Allah’a döndürülecek olan Âdemi hakikat, sonsuza kadar yaşayacaktır. Ancak, bu sonsuzluk yaşamı bir ulûhiyet sahipliği değil, kulluk makamında olacakdır ki, Âdem ve Âlem hayatiyetini sürdürebilsin. Hakikat böyledir. Fakat, kendini bilme kemalatına sahip olmayan Hz. Âdem bu hakikati bilmemektedir. Allah, kendisinden başka mevcudiyet olmayan “VAHĐD” dir. ”AHAD” yani iç ve dış kavramlarından münezzeh olan Mutlak varlıkdır. ”SAMED”dir. Yani kendisine benzer hiç bir şey yoktur. Doğmamış
ve
doğurulmamıştır.
Bu
sebeple
de,
kendini
bilebilmesinin ve sıfatını görebilmesinin tek yolu, yine kendisi gibi kendisini “TEK” hissedebilecek, varlık olarak en öz hakikatinin doğurulmamış ve doğurmamış olma halinin bilincine varabilecek özelliklere sahip bir varlık halk etmesidir. Ancak, bu noktada, bu varlık, önemli bir özelliği de bünyesinde bulundurmalıdır. Bu öyle bir varlık olmalıdır ki, Teklik bilincine ulaşmasının akebinde dahi, seyr ettiği tüm Âlemin varlığının kendi öz varlığı ile daim olduğunun farkına varabilmelidir. Allah kendi bilincine ulaşma yetisine sahip olan bir varlık
55
yaratmışdır. Bu noktada bir problem görülmemektedir. Ancak, Allah’ın bu varlıkda kendisini bilebilmesinin tek bir yolu vardır. O da, seyredeceği Âlemin Hayatiyyetinin devam edebilmesidir. Eğer kendini kendinde bileceği bu varlık, kendi âleminde ve “AN” içinde Zat’ına %100 kapasite ile ayna olursa, Allah’ın dışında bir ikici varlık bulunmamasından dolayı, tüm Âlemin sıfat değil, bir den bire Zat
mertebesine
geçişinin
hakikatinin
sonucu
yaşanacaktır.
Buradaki %100 ayna olmak şeklinde açıkladığımız kavram kavramı esma mertebesinde 99 esmaya aynı anda ayna olma kavramından farklıdır. Buradaki kasıt; Kesitsel olmayan bir ayna oluştur. Bu tam ayna oluş, bir seyir hali değildir. Hü’viyetin, sonsuzluk olarak ve Zat olarak bilinmesine eşit bir bilinç sahipliği halidir. Bu durumda Âlem, içinde hiç bir varlığın bulunmasının mümkün olmadığı “LÂHUT” âlemine dönüşecektir. Yani sıfat olarak izlenen zahir, zat olan batına dönüşecek ve mutlak Gayb zuhur edecektir. Bu, mevcudat ve varlıklar için, Zat ve Sıfat olarak ikisinde de “HĐÇ”liğe düşüş anlamına gelen bir hale eşittir. Bunun anlamı, hiç bir varlığın yaşamlarını sürdürememesi yani, Allah’ın sıfatlarının yaşayamaması demektir. Varlıklar hiçlikte olmamalıdır. Ancak Zatı algılamaları ve batıni his olan varlık hisleri “Hiç” olmalıdır. Yani bilinçleri olmamalı, hiç olmalıdır. Bu bize şu gerçeği şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde göstermektedir ki, eğer ikilik illüzyonu olmaz ise, Âlem ve seyirden söz etme şansımız bulunmamaktadır. Ancak bu, Birlik içerisindeki, bir Đkilik halidir.
56
Yukarıdaki ayette hatırlarsanız Şeytan Hz. Âdem’e vesvese vererek: "Ey Âdem, sana sonsuzluk ağacını ve çürümesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?" (Taha–121) demişti. Açıklamaya çalıştığımız gibi Şeytani bilinç, Zat’a ait “HÜ”viyyete sahip çıkan bir bilinç seviyesine işarettir. Bu, Âdemi bilincin düşünce boyutunda önüne geçmesinin mümkün olmadığı bir durumdur. Kendi Zatını bilme amacı ile yaratılmış olan Âdemi bilinç ister istemez sahip olduğu kuvvelerle Zatına yönelecektir. Yani
düşünceleri
buraya
doğru
kayacaktır.
Ancak,
Zatını
tanımasının ve Rabbini bilmesinin tek bir yolu vardır. O da Nefs sahibi olup, Nefsinin işaret ettiği hakikati tanımaktır. Zat boyutu, “Uluhiyyet” boyutudur. Yani, yukarıdaki “çürümeyen saltanat” ifadesi ile anlatılmak istenen hakikattir. Hz. Âdem’in kendinde bulunan Şeytani bilinç onu Zat’ın “Hü’viyyet” bilgisine sahip çıkmaya ve ölümsüz bir saltanat sürmeye meylettirmiştir. Bunu da Nefs aracılığı ile yapabilmiştir. Yani öncelikle, Hz. Havva’yı vesvese vererek kandırmıştır. Çünkü Hz. Havva Nefs’tir. Nefs olmaksızın ise kişi kendini bilemez ve dahi sahiplik, “Malik”iyyet hissine sahip olamaz. ”Ben” diyemeyen hakikat, kendi özünü tüm boyutları ile bilme şansına sahip değildir. Burada varlık aslen bir olduğu için, yasak olan fiilin yapılması, dişi veya erkek öncelikli olmayıp eylem tek bir zata ait olan, bir tek eylemdir. Yani yapılan eylemi Âdemi hakikat yapmıştır. Sadece
57
Kuran, zati hakikatin irsali olduğundan, Kuran’da, Tevrat ve Đncil’den farklı olarak Yasak Ağaç’ı yeme konusunda, ne Âdem’e, ne de Havva’ya öncelik verilmemiştir. ”Derken, Yasak Ağaçtan yediler.” ifadesi kullanılmıştır. Düşünecek
olursak,
kendisini
âlemin
Rabbi
olarak
görme
yanılgısına sahip olan kişi, Şeytaniyyet boyutunda demektir. Bunun olabilmesi için ise, kendi özüne ait “HÜ”viyyet’inin bilgisini, kendi Nefs’ine isnat ediyor olması gereklidir. Nefs mertebesinin Zat’tan âleme iniş sırası ile birim Nefs’den önceki mertebesi “Mutlak NefsBen”dir. ”Mutlak Ben”in bilgisi “NEFS”olmaksızın kavranılamaz. Nefs’e sahip olmak, mutlak surette birimsellik gerektirir. ”Mutlak Ben”in farkediliş sınırı ise, algılanılabilecek, müşahede olarak seyir halinde olduğumuz Âleme ait herşeyin “BEN” halini aldığı bir bilinç seviyesine ulaşılmasıdır. Yani, isim benliğin isnat ettiği “BEN”in herşey olmasıdır. ”Ademiyet” bilinci ise, Ben bilincinin ve bu sahiplik hissinin kalmadığı bir âleme işarettir. Bu bize şu hakikati gösterir; Aslında ”HÜ”viyyet, özümüzde, iç boyut derinlik semamızda Arş ile sınırlı bir şekilde bulunduğunda, bizim, ne birim olma hissi-“NEFS”, ne “MALĐKĐYYET”, ne “KUDRET”, ne de “AKIL” sahibi olmak gibi his ve bilinç hallerine sahip olamamız mümkündür. Çünkü, bilinç olarak, herşeyden münezzeh olan Allah’ın Zat alana girildiğinde zikredilen hislerin hepsi birden “Ama”ya düşerler. Bunlar Allah’ın Sıfatlarıdır. Biz dahi sıfat mertebesine cami bir varlığa eşitiz ve sıfat kendisinin varlık
58
hissini bilemez. Sıfatı ancak o sıfatların sahibi olan Zat hissedebilir. Biz ise onun bu sıfatları hissedişini hissedemeyiz. Đnsandaki algı ve varlık hissi, kişinin Zat’a olan temasının kendisidir. Bunu iyi anla ! Bu orijinal durum Hz. Adem’in ilk ve ayağı kaymadan önceki halidir. “HÜ”viyyet, insanın “RUH” ve “KUDRET” boyutu olmasının yanı sıra, tüm isim ve sıfatların eriyik olarak bulunduğu boyuttur. Bu boyut, aynen bir yumurtada bulunan yumurta sarısı gibidir. Bu sarı içerisinde varlık başta görülmez, ancak zamanla döllenme sonucu bu alan bir birim varlık meydana getirir. Bugüne kadar var olan ve var olacak tüm civcivler bu sarının içinde hayatiyyet bulmuştur ve bulacaktır. Bu da bize, bu yumurta sarısının tüm civcivlerin ortak “RUH”u olduğunu ifade eder. Ancak bu yumurta sarısı, kendisini çevreleyen bir zar sayesinde dağılmamakda ve hayat verme vasfını sürdürmektedir. Olaya konumuzla ilintili olarak bakarsak; Bu yumurta sarısını çevreleyen zar eğer dışarıdan içine yöneltilen bir etki ile delinir ve Yumurta sarısı yani “RUH” etrafa dağılırsa, hem bu sarıyı bir daha bulunduğu eski duruma getirip toplamak çok zordur, hem de bu yumurta sarısında artık bir hayatiyyet açığa çıkamayacaktır. Belki de, etrafa yayılan bu “RUH” , bizzati hayatiyyet kaynağı olduğundan, kendisini bir varlık yani, civciv zannetmeye dahi başlayabilir. Sarının eski durumuna geri dönmesi mümkün olmaz ise, hayatını sürebilecek bir birimsel akla sahip olduğu da artık
59
söylenemez. Bu kendisini birim zannetmeye başlayan bilinç varlık için, aklını kaybetmiş, yani hakikat yanında Akılsız, delirmiş denilebilir. Hz. Âdem’in yaşadığı da bu örnekten çok farklı değildir. Ancak, çok önemli bir fark ile... Hz. Âdem Allah’ın Âlemleri dürerek içine koyduğu, kendi Vech’i olarak yarattığı ve Zati sırrını taşıyan varlıktır. Onun dağılıp hiç olması demek, Âlemlerin de gerisin geriye dürülüp, hiçliğe düşmesi demektir ki, Allah buna izin vermemiş ve yaratıcı olarak mükemmel bir güvenlik sistemini Hz. Adem’min yapısına yerleştirmiştir. Bu güvenlik tedbiri bizzati yenilen yasak ağacın meyvesinin yapısında mevcuttur. Şeytan, yukarıdaki gibi Hz. Âdem’e seslenmiş ve kendisini bu yasak olan ağaca yönlendirmiştir. Hz. Đsa’ya irsal olan kitap Đncil’de bu ağaç bir “ELMA” ağacıdır. Hali ile de, yasak olan meyve “ELMA”dır. Kuran’da bu Ağaçdan sadece “Yasak Ağaç-Sonsuzluk ağacı” olarak bahsedilmektedir. Tevrat’da ise, bu Ağaç Aden’deCennetin ortasında bulunan iki ağaçdan biridir. Bu ağaçlardan birisi “HAYAT AĞACI” diğeri ise, Rabb tarafından yaklaşılması yasak olan “BĐLGĐ AĞACI” yani, “ĐYĐ VE KÖTÜYÜ BĐLME AĞACI”dır. Birisi Allah’ın “HAYY” isminin yansıması ve yaşam kaynağı diğeri ise “ÂLĐM” isminin yansıması olan bilgi edinme kaynağıdır. Đnsan vücudunu inceleyecek olursak, sinir sistemi ve damarlardan oluşan yapının aynı ile bir ağaca benzediğini görürüz. Đnsan
60
yeraltındaki güneş ile gökyüzündeki güneşi birbirlerine bağlayan bir kozmik ağaçtır. Elma meyvesine dikkatlice bakacak olursak, sapının bulunduğu bölgenin aynı ile insan göbeğine, alt kısmının bulunduğu
bölgenin
ise,
insanın
anüs
kısmına
benzediği
görülecektir. Elma mana olarak insandaki sufli alt, birimsel boyutları ifade etmektedir. Đnsanda göbek deliği ile alt kısmı arasında insanın birimselleşmiş Ruhu ve Nefs ateşinin gizli hali bulunmaktadır. Đnsanın göbek hizası, mana ile maddenin ayrılma eşiğidir. Bu sınırın üzeri, yer üzeri ve sema, bu sınırın altı ise, yeraltı âlemine aittir. Yeraltı âleminin, yer küre aynasından yansıması ile algılanan yedi kat
atmosfer
tabakası,
aslında
yeraltı
katmanlarının
zahiri
yansımasıdır. Bu yedi katlı atmosferin üzerine çıkan bir bilinç için biz; yeryüzüne ulaşmıştır, diyebiliriz. Yeraltından bilinç olarak çıkmanın koşulu, bilincimizin Ay feleğine ulaşmasıdır. Eski kadim birçok kültürde insan bedeni kozmik bir ağaç olarak simgelenmiştir. Meyve, bir ağacın sunduğu imkândır. Ağaca yaklaşmakdan maksat, onun vermiş olduğu imkânı, yani meyveyi yemektir. Bu durumda insanın zihninin bu ağaca, yani içsel boyutlarına-bedene yönelimi, kendisine yasak olan meyveyi yeme imkânını sağlayacaktır. Varlık aleminde Zati hakikat bilgisine ulaşma potansiyeli ile halk edilen varlık sadece Đnsan’dır. Bu hedefe ise, sahip olduğu Toprak ve Su karışımı beden ile ulaşabilmektedir.
61
Allah, varlık âlemini yaratmadan önce zifiri bir karanlık olarak ifade edebileceğimiz bir durum içerisindeydi. Böyle bir hakikatin kendisini bilebilmesi için, kendi Zati hakikatinde olduğu duruma benzeşen bir durumun, varlık alanındaki hayali varlığını var etmesi gereklidir. Bu, ancak dışarıya ışığı hiç çıkarmayan bir beden ile mümkündür. Bu öyle bir beden olmalıdır ki, Kâinata yayılmış olan Akıl ve bilinç yoğunlaşıp kendi üzerine kapansın ve bir noktada toplansın. Bunun sebebi; aksi halde tüme ait bilginin bir “an” içerisinde kavranılamamasıdır. Đşte bu gerçeklik insanın vücudunda ve beyninde hayatiyyet bulmuştur. Bedende dürülmüş olarak duran Âlemler ve bu hakikate, yüksek bir tefekkür gücü ile yönelinmesi halinde, bedenin iç derinliklerinde saklı bulunan Zati Işık ile karşılaşılabilinecektir. Bu Işığın-Ruh’un zahiri simgesi “Yıldız”dır. Bu yıldızın geometrik açılımı ise beş köşeli yıldızdır. Elinize bir Elma alıp düşey yönde kestiğinizde karşınıza çıkan form, aynı ile bir beyni simgelemektedir. Đçerisinde adeta insan bedenindeki damarlara benzer bir yapı ve beyin formu elmanın içinde örgülenmiştir. Bu düşey kesit alma işlemi, düşeydeki yükseliş manasındaki, beyin aracılığı ile gerçekleşen tefekküre rumuzdur. Ancak unutulmamalı ki, dikeyde meydana gelen her bilinç farkındalığı mutlak surette yatay, yani zahiri bir oluşa sebep olmaktadır. Çünkü Batın da ve Zahir de Allah’tır. Bu durumda elmanın yenmesi ile açığa çıkan oluşun sırrını anlamak için ikinci bir elmayı elimize alıp, bu sefer de orta noktasından, ancak yatay yönde kesmemiz gerekecektir. Bunu yaptığımızda karşımıza çıkan on adet
62
nokta ile sınırlandırılmış Zati ışık, yani bir yıldız’dır. Bu Allah’ın Zati Hü’viyyet Nurudur. Varlık alanına ait olup da matematiksel olarak ifade edilemiyecek hiç bir zahiri yapı mevcut değildir. Đster geometrik, ister kimyasal, ister ise fiziksel olsun, tüm varoluş şekillerinin matematiksel ifade edilmesi
mümkündür.
Artık
duyguların
bile
matematiksel
denklemler şeklinde ifade edilebildiğini biliyoruz. Tek olan Nur, matemematiksel olarak ancak on rakamı ile sonsuzda birimleri var etmektedir. Sonsuz sayıdaki var oluşu, ancak sıfırdan dokuza kadar olan rakamlarla ifade edebiliriz. (Bu (+) ve (-) yön olmak üzere 18 rakam ile ifade edilebilir. Yani, ortada “0” her iki yönde ise -9 ve +9 rakam. Sonsuzluğu meydana getiren 99 Esma.) Bu on sayı, kuvvetli Zat Nurunu sınırlayarak, onun tek başına SIRF Zat olarak var olmasına engel teşkil etmiştir. Bu şekilde, matematiksel bir taban ile varlık alanına yansımış ve Teklik boyutu, diğer varlıkları, yani çokluk kavramını var edebilmiştir. Teklik Zat, çokluk ise isim ve sıfatları meydana getirir. Çokluk olmaz ise, sadece Zat olur ki, bu Âlemlerin ve Varlıkların var olamaması demektir. Allah ise, böyle bir oluşa izin vermemiştir. Buna yol açacak bir eylemi ise, men etmiştir. Hz. Muhammed a.s buna işaretle: “Allah size Zatını tefekkür etmeyi men eder. Sizin düşünceleriniz Allah’ın Zatına yönelecek olursa, bu düşünce okları hedefine
63
ulaşamadan
gerisin
geriye
size
döner
ve
sizi
vurur.”
(Hz.Muhammed) demiştir. Aslen Zat’tan başka birşey yoktur. Zat’tan başka varlıkların görünmesi muhaldir. Đşte bu muhal olan ise “Hayal”dir. Böylelikle diyebiliriz ki, Zat olandan arınmış bir Âlem, ancak hayal ile mümkündür. Đşte “Âlemler”, bu sebeple olması muhal olanın olduğu hayal diyarlarıdır. Yasak olan Ağaca dönersek, Đslam tasavvufunda eser veren ilim büyüklerinin eserlerini incelersek yasak meyvenin yenmesinin sembolünün “Buğday” tanesinin yenmesi olarak rumuzlanmış olduğunu görürüz. Bu rumuz da aynı hakikate işarettir. Bildiğin gibi buğday başağının şekli, aynı ile senin omurganın şeklidir. Sende bulunan Sperm-Ruh, beyin ile omurganın oluşturduğu merkezi sinir sistemini meydana getirmiştir. Senin yandan çekilmiş olan Röntgen resmine bakarsan neyi anlatmaya çalıştığımızı görürsün. Đşte buğdayı yemek,
senin Ruh’un hakikatini ve bu
bilincin enerjisini tatman, ona el uzatmandır. Böylelikle sen, özünde bulunan Hü’viyet hakikatini varlığında tadmış ve bu yapıya sahip çıkmaya kalkmış olursun. Bu sistemin kontrolü ise, sana anlatmaya çalıştığımız şekli ile Allah’ın Kainatdaki elleri olan Mele-i Ala’nın kontrolündedir. (Bu halin cennet yaşamı için yasak ancak dünya’da ise tadılmadıkca hakikate ulaşılamayacak yapısını daha önce sana anlatmıştık. Hatırlatmak istedim.) Ancak Âdem, Âlemini yöneten bu yapıya, yani ondaki “Uluhiyyet” yönetimine-makamına sahip
64
çıkmaya kalkmıştır. Ayrıca, aşağıdaki Ayeti Kerime, Allah’ın Zat-ı Uluhiyyetinden kullarını uzak durması konusunda uyardığı açık bir şekilde ifade edişmiştir. Burada kendi Nefs’i hakikatine sahip çıkılmasına karşı kulların uyarılmasından ibarettir. Yani, Nefs’in işaret ettiği Zat’a sahip çıkılması yasaklanmıştır. “Allah sizi kendi Zatından-Nefs’inden sakındırır. Allah kullarına karşı Rauf’tur, Merhametlidir.”(Al-i Đmran–30) Dikkat edilirse, bir mümkün olmama durumu değil, men edilme durumundan
söz
edilmektedir.
Đnsan
kendi
nefs’i
hakikati
zemininde, kendi Zatı olan Allah’ı tefekkür edebilir. Ancak bu hakikat belirli bir sınırdan sonra kendi Nefs ateşi olarak, Nefs eşliğinde kendisine döner ve kendisini yakar. Bu bilinç sınırı ise, Kerribiyyun Melekesi tarafından, Kahredici bir güç ile korunmakta olan bir sınırdır. Bu sınırın ilerisi Allah’ın Zat âlemidir. Buraya, kendi “BEN” ini yakıp kül etmeyen giremez. Bu sebeple “Zat”a “BEN” denmez. “RAB Tanrı Âdem’i topraktan Yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu.” “RAB Tanrı doğuda, Aden'de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi.
65
Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla, iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı.” “RAB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Âdem’i oraya koydu.” “Ona, "Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin" diye buyurdu, Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün."(Tevrat-Yaradılış–2) Tevrat’da
bu
ağaçdan
iyi
ve
kötüyü
bilme
ağacı
olarak
bahsedilmektedir. Bu ağaçdan maksat, insanın kendi bilinç boyutlarının en derininde gizli olan hakikat boyutudur. Ancak bu hakikat bilgisine de, yukarıda ifade etmeye çalışdığım gibi Nefs olmaksızın
ulaşılamaz.
Tevrat’da
Şeytan,
Yılan
suretinde
simgelenmiştir. Yılan kadim kültürlerde ve Hermetik yazıtlarda da insanda uyku halinde bulunan ve Vehm kuvvesinin eşlik ettiği, açığa
çıkmış
Ateş’in
simgesidir.
Bu
ise,
bizim
yukarıda
aydınlatmaya çalıştığımız şekilde bir birimden “Mutlak Ben” bilincinin kudret olarak açığa çıkışıdır. Bu ise, zahir ve batının cem edilmesi aşamasında açığa çıkan bir müşahededir. Bu enerjinin ve bilincin açığa çıkışının ise tek bir yolu vardır. ”Ayn-el Yakin” bilgiye ulaşmak ve gözümüzdeki perdenin kalkması. Yani dış dediğimiz âlemin aslen “Ben” dediğimiz şey olduğunu farketmemiz ve isim benliğimizin eşlik ettiği “Mutlak
66
Ben” bilincinin bize açılmasıdır. Bizde bulunan bu Vehm ateşi, tefekkür gücünü insana veren içsel bir kuvvedir. Yılan, yani bu düşünce gücünün eşlik ettiği vehm kuvvesi, Nefs’i, yani Hz. Havva’yı ikna etmiş ve bu içsel gücün yönlendirmesi ile yasak olan meyve yenmiştir. Âdem ile Havva kendilerinde bulunan Şeytani bilinç katmanının kışkırtması ile özlerinde bulunan bu Zati hakikate sahip olmak ve bir bedene sahipken ilah gibi olmayı isteme yanılgısına düşmüşlerdir. En azından Şeytan onları buna yönlendirmiştir. Bu bilinç ise, insandaki “Hayvani Ruh” olarak bulunmaktadır. “RAB
Tanrı'nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı.
Yılan kadına, "Tanrı gerçekten, 'Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin' dedi mi?" diye sordu. Kadın, "Bahçedeki
ağaçların
meyvelerinden yiyebiliriz" diye
yanıtladı” "Ama Tanrı, 'Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz' dedi.". Yılan, "Kesinlikle ölmezsiniz" dedi, "Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız." ” “Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi.
67
Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. Đkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar.”(Tevrat-Yaratılış–2) Düşünmek neden kötüdür? Dediğini duyar gibiyim. Bil ki, Cennette olan Dünyada olandan farklıdır. Cennette ilk yaradılışda bilinç Ahadiyyet halinde ve Mutlak dahi olmamak üzere Nefs hissi içinde değildir.
Yani
mutlak
Manada
dahi
bir
“BEN”
hissi
bulunmamaktadır. Hali ile dış âleme “BEN” deme haline ulaşmak, dünya yaşamında ve kesret algısında olan bir bilinç için Ali bir makam ve yükseliştir. Ancak “Ahadiyyet” deryasındaki bir bilinç için ise, bu mertebeden geriye doğru bir iniş ve düşüşün başlangıcıdır. Her çıkışın inişi bil ki aynı yolladır. Bir kapıyı kapatan ve açan anathar aynıdır. Bu anahtar, Tevratta-yılan ile simgelenmiş olan vehm kuvvesinin eşlik ettiği düşünme, yani tefekkür gücüdür. Bu
düşünce
gücü,
Ruh’a
ait
Bilinç+Enerji’nin
çok
büyük
yoğunlukdaki halini harekete geçirmektedir. Bu enerji yüksek bir Radyasyona sahiptir. “Bu bahçe (Cennet-Ahir Yaşam) bana “Bunu ye, yada şunu yeme istediğin gibi”diyecekleri yerdir. Burada yiyeceğim (Müşahede edeceğim) herşey “Bilgi Ağacı”nındır. Ona aittir. Đşte bu Adem’i öldürdü; Fakat burada (Dünyada) “Bilgi Ağacı”insanı canlandırır. Hayy eder. Yasa-Đlm Ağaçtı. Ağaç Đyi ve kötü bilgiyi verme gücüne sahipti. Fakat onu (Âdemi) ne kötülükten kurtardı, ne de iyiliği
68
verdi. Fakat onu yiyenler için (Cennette) ölümü yarattı.” (Hz.Đsa-Philip Đncili–100) Âdemi bilince geçiş, yani “RUH”un hakikat kemaline tekrar ulaşılması da kişiye, Mesih-Đsa bilincinin gelmesi ile mümkün olacaktır. Ademiyyet’in içindeki Đblisiyyet, Âdemin öz hakikati olan Allah’ın Ruhuna secde edemeyince, yani teslim olmayınca, Şeytan durumuna düşmüştür. Aynı şekilde, kendi öz hakikat Ruhu ile, yani Hz. Đsa bilinci ile karşılaşan bir Yolcu da, kendisinden açığa çıkacak bu hakikate secde edemez, yani teslim olamaz ise, aynı Đblis gibi Allah bilinci karşısında Şeytan durumuna düşecektir. Burada açığa çıkan hakikate secdeden kasıt; Kendisinden çıkan büyük kudreti kullanmak değil tam tersi teslim olmaktır. “Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) Đsa'nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi. O da hemen oluverdi.” (Al-i Đmran–59) Bu mertebeye çıkan merdivenlerden aşağıya doğru atılan adımlar düşünce gücü ile atılmış ve Cennet yaşamından en aşağıya inilmiştir. Öyle ise, yukarıya çıkmak için de aynı adımları atmak ve düşünce, yani tefekkür gücü ile yükselmek zorundayız. Taki en üst noktaya çıkalım. Ancak bu en son sınırda yani, Sidre-i Münteha’da, duramaz ve Zat ile varlığımız arasında düşünsel bir irtibat kurmayı bırakamaz isek, Hz. Âdem’den daha beter duruma düşebileceğimizi söylememiz gerekir. Çünkü Hz. Âdem’de, düştüğü sırada bizdeki
69
gibi tüm boyutları ile bilinen bir “BEN” bilgisi bulunmamaktadır. Zaten, Đnsan-ı Kamil; o noktaya ulaşmış ve tüm irade, düşünce ve sahiplik duygusundan bu noktada soyunmuş kişinin kemalat adıdır. Arabistan’da develerin yere çökmesi için ayaklarına bağlanan ipin ismine
“Tefekkür”,
bu
eylemin
ismi
ise
“Tefekkür
etmek”denmektedir. En büyük bilgi, bilgiye sahip olmadan bilmektir. Bu ise melekedir. Yoksa bilinç sahibi olmak değildir. Bilinçliliğin zirvesi, “hiç” bir şey biliyor olmaktır. Bilince ulaşan insan bilinç sahibi olmaz, bilincin kendisi olur. Bu ise, teslimiyetin en yücesi ve Kamil halidir. Sanma ki, en kamil zatlar kendi isim benliklerinin sahip oldukları bir bilinç ve bilginin sahibidirler. Onlar, yani Ademiyyet hakikatine ve dahi Đnsanı-ı Kamil bilincine sahip olanlar, eli olmayan veriş, dili olmayan söz, gözü olmayan bakış, aklı olmayan zihin, iradesiz bir irade ve sahip olunmayan bilgi olmuşlardır. Ancak
bu
noktaya
ulaşıncaya
kadar
akıl
ve
düşünce
burakılmamalıdır. Akıl hâkim kılınmalıdır ki, en yüksek akla kişi ulaşabilsin. Akıllı kişi; aklını kullanandır. Kamil kişi ise; kendisini yüce aklın kullandığı kişidir. Kendisini onun karar ve yönetimine burakandır. Đnsanın yapması gereken; iç ve dış olarak ikiye ayrılan hakikatini birleştirmesidir. Bu Cem makamıdır. Ayrılmış olan Âlem ve öz Ruh’unu birleştirerek, birlik bilincine tekrar ulaşmalıdır. Bu ise, zahiren bir Yıldırımın (Ruh-Batın) yere (Beden-zahir) düşmesi
70
olayıdır. Bu müşahedenin en kâmil olan şekli, Zati tecelliye ise; “Berk-i Işıma” adı verilir ve bu hal başına gelip de ölmeden bu hali atlatmak her Zatta da açığa çıkmaz. Miraç vakasında ismi geçen ”Burak” bineyi, “Berk” kökünden türemiş olup, Ruh bineği anlamındadır. Göğün yer ile olan bu birleşmesi sonucu açığa çıkan varlık ise, bir “Cenin” dir. Bu hal, varlık âlemine, “Ruh” bilinci ile yeniden doğmaktır. “Đkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar”(Yaratılış-2) Burada “gözleri açıldı”dan maksat, bilinç sahibi oldular, yani birimsel yapının mutlak olduğu bir hal ile bilinçlendiler, “Ben”i bildiler manasındadır. Bunu ilk yapan ise, dikkat ederseniz Nefs’in temsilcisi olan Havva’dır. Bu oluş “BEN” hissinin sonucudur. Adem’e meyveyi yediren de, bu “Ben”in bilinçlilik hali, yani Nefs tir.Şeytan’ın kadın ile, yani Havva ile bu yönelimi başarabilmesinin sırrı budur. “Đsa dedi ki: Baba’nın cenneti un dolu testi taşıyan bir kadına benzer. Uzun bir yola giderler. Testinin kulpu kopar ve un (Ruh) arkasından yola (Kesret Âlemi-Seyr) dökülür. O bunu bilmiyordu, kederlenmedi. Evine gelip testiyi yere koyduğunda (Ölüm ile Nefs’inin hakikati ile karşılaşınca) onu boş buldu!” (Thoma’nın Đncili–97) Burada olan olay; özlerinde mevcut olan “RUH”un, sonsuzlukta
71
Âleme akmadan durduğu, var olduğu Arş kabı içerisinden, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın seyr ettikleri Âleme akmaya başlamasıdır. Özlerinde bulunan bu Cevher, bedenlerinin dışına akmaya-sızmaya başlamış ve böylelikle sahip olunan “BEN” hissi sebebi ile kendilerini,
diğer
varlık
ve
oluşlardan
ayrı
hissetmeye
başlamışlardır. Bu olay, Ruh ile âlemin döllenmesidir. Burada ışık merkezde “Ben”olmak üzere 7 uzaysal boyuta doğru ışımıştır. Bu boyutların üst ve alt yönleri Anne(1) ve Baba(2) , sağ ve sol yön olan zaman algısı Erkek(3) ve Kız(4) çocuklar, daha sonra bilincin kişide işlenmesi ile açığa çıkan Erkek(5) ve Kız(6) torunlardır. Böylelikle insanlık denen varlık âlemi zahiri yapısını Rahimiyyet Fezasına yerleştirmiş olur. Her dışarı sızan Ruh-Işık, sistemin kuvveleri tarafından bir beden içerisinde güvenliğe alınmıştır. Bu oluş, otomatikman birlikten ayrılığa geçmeye ve diğerleri fikrine yol açmıştır. Bedenlerinin işaret ettiği birimsel algı açığa çıkmış ve kendilerinin bir başka yapı tarafından
izlendiği
vehmine
kapılmışlardır.
Böylelikle
de
kendilerinin çıplak olduklarını hissetmek sureti ile kapanma ihtiyacı duymuşlardır. Yaratılışın aslında bir hayal âlemi ve varlık âleminin varoluş maksatının ise, izlemek ve seyr olduğunun hakikatine vakıf olmakla irkilmişlerdir. “Ama iyi ile kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün."(Yaratılış–2) Bu aslında Ruhun beden dışına çıkması, yani bir ölümdür. Biz ise,
72
bunun ölüp sonrada bu işlemin tersini burada yapmaya uğraşıyoruz ki, ölümü tadalım ve tekrardan Kudsi Ruh ile şarj edilip ilk orijinal yaratılışımızın doğası olan “Ademiyyete” dönebilelim. Çünkü, Đnsan ergenlikle beraber geliştikce, Ruhu dışarıya akarak Zati hakikatinin sadece kendi terkibi varlığında ve tek bir âlemde var olduğu bilgisi ile kendisini sınırlandırmış ve kirletmiştir. Temiz olmanın tek yolu, Ruh’u tamamen dışarı çıkartıp beden ile olan bağını bilinç olarak kopartmak ve bu Ruh suyu ile Boy abdesti almaktır. Bunun ismi ise; “Ruhlanmak”tır. Ruh-Nefs kişinin içinde taşığıdı ağırlık ve emanettir. “Yer o sarsıntıyla sarsıldığında,” (Ruhun açığa çıkışı ile bedende büyük ve sarsıcı bir enerji boşalması yaşanır.) “Yer bağrındaki ağırlıklarını çıkardığında” (Beden özündeki Ruhu-gizli Ateşi-Ağırlığını, Âleme çıkarttığında. Ruhun bedendeki birim halinin, yansımanın yeri, Kişinin karın boşluğudur. Bunun ismi yeraltı güneşidir. Burası hızla boşalır, çöker ve adeta bir doğum gerçekleşir.) “Đnsan: "Buna ne oluyor?" dediğinde;” “O gün, (yer) bütün haberlerini anlatır.” (Ruhlanan beden ve tüm uzuvlar dile gelir. Yapılan tüm günahları anlatmaya başlar)
73
“Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir.” (Zilzal–1, 2, 3, 4, 5) (Rabbi onu ruhlandırmış, yani Ruhu ile bilinçlendirmiş, Yani onaVahy etmiştir.) Eşya’nın da kendisine has bir bilinci vardır. Çünkü Zat her bir zerrede Sıfat mertebedinde kendisini izhar etmektedir. Evrende çokluk içerisinde dahi tüm eşya, bilmediği bir boyutsal derinlikte, özde bir olduğunu bilmektedir. Bu herşeyin, kendi yaradılış fıtratları ile uyumlu olacak şekilde, birbirine çekilmesine yol açmaktadır. Atom altı parçacıklar, çeşitli elementler, gezegenler, galaktik oluşlar, masa ve sandalyeyi meydana getiren moneküler yapılar dahi, hep bu bilgi sebebi ile bir araya gelerek, form ve varlık âlemlerini var etmektedirler. Bu sebeple, Evreni oluşturan en büyük güç, sevgi ve onun var ettiği bir çekimdir. Đşte bu içsel biliş; Hz. Âdem ve Hz. Havva’da da açığa çıkmıştır. Fakat yasak olanın yapılması ile mana olarak özden bir kopuş yaşandığından, bu birliği ancak bedenlerini birleştirerek varetme güdüsü içerisine girmişlerdir. Hz. Havva, Ruha, Nefs olarak aynadır. Hz. Âdem ise, Zati hakikate aynadır. Ruh Hz. Âdem’dir. Bu bir bakıma Âlem aynasıdır. Âlemin aynası ise, Hz. Havva’dır. Âdem’i o gördüğün heykel varlık zannetmeyesin. Eşyanın hakikati, bizzati Zat’ın Vech’i olmasıdır ve mülk budur. Allah’ın Malikiyyet hakikati ise, sıfatının eşyanın bizzati kendisi olmasıdır. O sıfata sahip olan bir tek Zat vardır. Bu sebeple; “Ben”
74
bilincine sahip olunması aslen, eşya üzerinde varoluşsal iddeada bulunmanın kendisidir. Mülk-el Mülk ise gerçek vücud olan Allah’ın Zat’ıdır.
“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, mukaddes, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ı tespih eder.” (Cuma–1) Önceden Cem halinde olan Batın ve Zahir, Rahim ve Rahman manaları, Âdem ve Havva’nın dünyadaki yaşam hakikatleri içerisinde ayrılmış olduklarından ve artık “Ben” olarak da kendilerini beden ile sınırlı hissettiklerinden, sadece bedene endeksli olarak birbirine akmak ve bir olmak istemektedirler. Ne yazık ki, bu mana birliğini ve cem halini Ruh’en yerine getirememekte, ancak bedenen bunu yaşayabilmektedirler. Đnsandaki şehvet duygusunun kaynağı, işte bu hakikate dayanmaktadır. Ta ki... Hz. Meryem bilincinde temiz bir ayna vücud bulup, bu aynada Zat, Ruhu görene ve Đsevi hakikat izhar olana dek. Allah, Hz. Âdem’i var ettiğinde, boyutsal sisteminin hakikati ve işleyiş mekanizması şudur; Eğer Boyutsal derinlikde saklı olan öz hüviyyet bilgisine ulaşılırsa ve bu Zat bilgisi kendini Âlemde “BEN” olarak, Nefs terkibi açısından mutlak olarak, yani mutlak ben olarak algılarsa, Zat-i Ateşi herşeyi yakıp yok edecektir. Bu sebeple, kendi hüviyyet bilgisine ulaşan Âdemi bilincin, Âlemde kendi varoluşu
75
olan sıfat mertebesini, yani izlenen tüm mevcudatı “Ben” diye bilmesi akebinde, bu “Ben” hissi, bedenini tadacaktır. Bunun sebebi; “Ben” bilincinin, yani Nefs sahibi Ruh’un, kendisini tatdığı âlemle sınırlı sanmasıdır. Varlıksal “VÜCUD” Âlem-sıfat-Hayal, gerçek “VÜCUD” ise, Zat’tır. Âdem, Âlemin hakikatine de sahip olmadığından, aslen Âlem olan Vücudu’nun, gölgesi durumunda olan kendi organik bedenine “Ben” diyecektir. Böylelikle de, otomatik bir boyutsal düşüşle bu “Ben”i herşey değil, sadece et ve kemikten oluşan bedeni olarak algılamaya başlayacaktır. Ancak bu sayede, Âlem yıkılmayarak ayakta kalma şansına sahiptir. Dahi, Allah’a ait birçok mana da bu sayede açığa çıkma şansına sahip olacaktır. Kendisini boyutları itibarı ile tanımayan ve kendisinden açığa çıkacak enerjiyi topraklama şansına da sahip olmayan Hz. Âdem’in, Hü’viyetine ait olan Kudret açığa çıktığında, buna mani olacak bir ilmi de bulunmamaktadır. Bunu ancak, Đnsan-ı Kamil bilincine sahip bir varlık daha sonra başarabilecektir. Bu Zat, Peygamberlik mühürüne sahip olacak, tüm boyutsal hakikatlari kendisinde toplamış olacak ve Ahir zaman Peygamberi ismi ile bilinecektir. Hz. Muhammed efendimiz bunu başaracak ve bu hakikate mashar olması, Makam-ı Mahmud sancağını eline alması anlamına gelecektir. Bu Şefaat Makamıdır. Şefaat kavramını, öldükten sonra, Hz.Peygamber sav’ın veya başka bir zatın gelip seni kurtarması sanma. Şefaat; Senin ilim ve Allah ile Resul’ünün Đslama çağrısını değerlendirmendir. Ölüm sonrasında
76
ise, Şefaat, sadece Allah’a mahsustur. Ancak, sen o şefaati, yani yardımı bir zattan sanabilirsin. Bu yardım ise, yine senin ilmi ve nasihati değerlendirmendir. “O'nun izni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine! Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun
dilediği
kadarından
başka
ilminden
hiçbir
şey
kavrayamazlar.”(Bakara–255) “Ey iman edenler! Hiçbir alış verişin , hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. Đnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara–254) Bu noktanın hakikati ise şöyle bir müşahede ile anlaşılmıştır: Eğer biz mutlak olarak “Ben”imizin herşey olduğunun bilinci ile karşılaşırsak. Đzlediğimiz tüm insan ve varlıkların özlerindeki “HU” boyutuna ulaşmışız demektir. ”HU”, tüm varlıkların özünde bulunan bir ışıktır. Bu noktada, bizim düşüncelerimiz bu yönelim ve oluşa ”BEN” demeye davem ederse ve bu “Ben” kendini Zat kabul ederse, Zata ait bir sistem otomatik olarak devreye girecektir. Bu hakikat; ”Lâ Mevcuda Đlla“hu””dur. Yani, “Hu”dan başka mevcudat yoktur. Müşahede itibarı ile bu ne demektir bilirmisin? Her varlığın seyrettiği âleme, özü olan “Hu”nun,
77
“Hu”dan başka bir seyin
varlığını sürdürmemesi için, tüm mevcudatın iç boyutundan, dışarıya akmaya-ışımaya başlamasıdır. Bunun anlamı Âlemin yanıp, yıkılmasıdır. ”La Mevcuda Đlla“hu” demek, aslen tüm mevcudatın iç boyutunda “Hu” hakikatinden başka mevcudat yok demektir. Ancak, özdeki bu mevcudat da, Nefs sahibi değildir. Bizim müşahedemizin
farkı,
bu
hakikat
ile
Nefs
sahibi
olarak
karşılaşmamızdır. Bu ise, Zat’ın Sıfat’a direkt irtibatı ve taruzu anlamına gelmektedir. Bu Sıfat olan varlığın Zatı hissediş irtibatın ismi ise “Nefs”dir. “Çünkü Allahımız yitip bitiren bir Ateş’tir” (Đbraniler 12.29) Yukarıda da sana açıkladığımız gibi, Âdem ile Havva, Hz. Âdem’in yasak ağacı tadması ile beraber, birbirlerinin cinselliklerinin farkına vardılar. Böylelikle, mana âleminde nasıl ki, Adem özünde bulunan “RUH”u (Rahman) kendi seyrettikleri Aleme (Rahim) yaymış ve haddi aşmıştır. Bu açığa çıkış ile de Ateş elementinin manasını (Ben) Âleme yaymışdır. Yani, zahiri hakikat, Nari bir perde ile örtülmeye başlamıştır. Aynı şekilde, manada oluşan budurum zahiren de yansıma bulmuş ve “Ruh”un zahiri olarak suretlenmiş hali olan “Meni” sıvısını da, kendisinde bulunan Rahimiyyetin yansıması olan Hz. Havva’nın Rahimine bırakıp yaymıştır. ”MEN” farsça “BEN” demektir. ”MENĐ” ise, “BENLĐK” anlamına gelir ki, bu da bize, yayılan şeyin “BEN” bilinci olduğunu gösterir.
78
Hz. Âdem’in yasak meyveyi yemekle Benlik kazanmış olduğu, bunun ise sadece Zata ait olması gereken bir keyfiyet olduğu ve “Cennet”deki Yasak olan Ağacın, Allah’ın Hüviyet bilincine sahip çıkılması olduğunu bize göstermektedir. Zaten “Takva”, mana olarak bu Rahimiyyet alanına tecavüz etmekten ve haddi aşmaktan kaçınmak demektir. Đşte bu hakikatten dolayı insan reşit olunca sorumluluğu başlar Ergen olur. Artık onun için sevap ve günah kapısı açılmıştır. Yani artık sorumluluk sahibidir. “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzab–72) Đnsana emanet edilen şey, kesin müşahede edilerek bilinmişdir ki; Sadece Allah’a verilmesi gereken Gerçek Varlık-Zat olma hissi “BENLĐK”dir. Bu olay element olarak Toprak elementinin ve Su elementinin Âdemi hakikatten uzaklaşması ve yerine Ateş ve Hava elementlerinin hâkim olmasıdır. Toprak “SABIR” ve “MÜRĐD”, yani irade ismine mashardır ve insandaki haddi biliş ve Nurun açığa çıkışı için, Nar boyutuna benttir. Su ise, tevhid ilmi ve iradenin açığa çıkmasına destektir. Yapılması gereken; “Ben”lik iddeasından kurtulup, Nefs’in kendi hakikatini bilmemesi ve kendisini beden sanması ve ilerisinde de Beden hissinden kurtulup, “Mutlak Ben” sanmasından kaynaklanan tecavüzlerine izin vermemektir. Uzun lafın kısası, ilim ve mana olarak seyrettiğimiz âlemden mümkün olduğunca
elimizi,
sözümüzü,
79
gücümüzü,
irademizi,
düşüncelerimizi geri çekip, bizden sürekli açığa çıkan Ateş elementini, kendi Arşi sınırımızın-bedenimizin sınırları içerisinde muhafaza etmemizdir. Bunun adı edeptir ve “Takva”nın manası budur. Takva, bizi haddimizde tutacak olan adeta bir elbisedir. Sürekli su içmek zorunda olmamızın sebebi de bu hakikate dayanır. Işığın bu boyutdaki yansıması “Su”dur. Su “Ruh” dur. Ruh sürekli dışarıya
sızdığı
kaybetmektedir.
için,
zahiren
Cehennemde
bedenimizde Ateşin
hâkim
sürekli
su
olması
ve
Cehennemdekilerin su istemesi, ancak kaynar su ile karşılaşmaları buna işarettir. “Ey Âdemoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek ve süs olacak giysi indirdik; fakat takva elbisesi hepsinden hayırlıdır. Đşte bu, Allah'ın ayetlerindendir. Gerek ki, düşünüp ibret alırlar.” (Araf–26) Cennet’deki bu Yasak Ağaç, dünya yaşamında da mevcuttur. Bu ağaçtan tekrar Yemeden ve Hz.Adem’in yapamadığı şey olan ondan el çekmeden Cennete girilmeyecektir. Ancak bu, “Ben” bilincine ve Hü’viyet sahibi olmaya insanı ulaştıran ağaca dünyada yönelmek, zorlu birçok imtahana tabi tutulmak demektir. Burada söz konusu olan, bizim tamami ile öz olarak Allah bilincinin Ruh’una dâhil olabilme mücadelemizdir. Yani, birim ben’in ve sonrasında Mutlak dahi olmamak üzere benlik duygusunun, yokluğa yaklaşması ve hakikat olarak sadece Seyreden Zat ve Seyredilen Allah’ın vechinin kalması hakikatine yaklaşma seviyenizdir.
80
“Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah'ın şanı yücedir! Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.” (Yasin–83) Đmtihanlar, bu hakikate ulaşmayı hedefleyen yolcunun fıtri olarak nereye kadar ilerleyebilme sansına sahip olduğunu irsal etmekte, buna göre de, yolcudan açığa çıkan isimlere melekler secde etmekte veya etmemektedir. Meleki güçlerini dünya yaşamında, kendine mümkün olduğunca refakat ettirebilenler, kazandıkları melekelerle Cennet yaşamında Hayatlarını sürdüreceklerdir. Ancak kişilerde, Cennet yaşamında açığa çıkan Kudret kendi ellerinde olmayacaktır. Onların tüm işlerini Allah üzerine almış olacaktır. Buna ise ancak, irade, sahiplik ve isteklerinden ile en önemlisi de “BEN”liğinden soyunanlar ulaştırılacaktır. Melekler, azami surette müdahil olmama ve teslim olma ile kazanılır. Cinler ise, teslim alma ile... Bunu iyi anla ve aşağıda neyi söylemek istediğimizi iyi tefekkür et! Çünkü Aslı Allah’a dayandsa da, senin Bilinç şehrinde, Şeytan’nını da, melekeni de yaratan senin bilincin ve eylemlerindir. Unutma !
Allah’a ve meleklere iman şarttır. Bunun anlamını kabul eden yolcu, hal dili ile söyle demiştir; “Ben”in Zati hakikati olan Allah’tır. ”Ben” dediğim şeyin hakikati, bu ben değildir.”O”na ”Ben”de denilemez. Yapan eden ise, benim varlık olarak sahip olduğum güç, yani Cin-varlıkdan açığa çıkan kudret değil. Öz benimin Ruh’unun sahibi, Allah’ı Rabb olarak kabul eden ve cinne de insana da ve tüm varlığa galip olan Allah’ın Melekleridir.
Benim
hiç
bir 81
şeye
gücüm-Cin-varlıksal
kudretim yoktur. Sadece işleri gören melekeler bana refakat ve selam ederler. Bu melekelerin de Rabbi varlığım değil, benim dâhil tüm âlemlerin Rabbi olan ve algısal olarak kavrayıp kuşatamıyacağım en derin hakikatim olan “Allah’ tır.” Değerli yolcu bil ki, bu ağacı dünyada ahirete intigal ederek tatmak Cennet’deki ilk halden farklıdır. Cennet’te bu ağaç, Hz. Âdem ve Hz. Havva için bir imtihandı. Bizim içinde farklı değildir. Ancak, bu ağacı tatman, kıyametinin kopması demektir. Böylece ölümü tadmış ve kabir yaşamının içine girmişsin demektir. Daha sonra kıyam ile haşir olayını yaşayacaksın. Bu durum altında sen, Cehennem’in ne olduğunu bileceksin ve bu ağacın manası sana Sırat sürecinde tamamen
açılacaktır.
Bu
köprü,
Cehennem’in
üzerinden
geçmektedir. Cehennemin alevleri bu köprü üzerindeki yolcuları sürekli dehşete düşürür. Bu imtihanı, dünyada sahip olduğun iman ile geçebilirsen, Sırat köprüsünden diğer tarafa selamet ile geçtin demektir. Đmanın mahali ise, “kalp”tir. Beynin değil. Ölümle beraber yaşayacağın süreçte, sahip olduğun akıl git gide geçersiz kılınacağı için, sana kalan tek şey, kalbin ve içinde barındırdığın iman olacaktır. Kullanabileceğin yol azığı sadece, kalbinde, yani bilincinde var olan “iman”dır. Bu sebeple dünya yaşamında ne yatırım yaparsan yap kalbine giren ve çıkana yap. Çünkü seninle diğer gerçekliğe sadece kalbinde bulunanlar geçecektir.
82
Bu ağacın Cehennem yaşamına akseden ismi Kuran’da geçen “Zakkum” ağacıdır. Bu Ağaç uzak durulmaması halinde, Đnsan’nın Allah’a dönmesi ile kazanacağı hayat (HAYY) vasfını yok edeci olması yönü ile Kuran’da bu ismi almıştır. “Ziyafet olarak bu mu daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? ” “Şüphesiz biz onu zalimler için bir imtihan aracı kıldık.” “O, cehennemin dibinde biten bir ağaçtır.” “Onun meyveleri sanki şeytanların kafalarıdır.” “Mutlaka onlar ondan yiyeceklerdir; yiyecekler de ondan karınlarını dolduracaklardır.”(Saffat–62, 63, 64, 65, 66) Bil ki, sen ölünce bu ağacın sırrı sana aralanır ve sen eğer, ölmeden önce ölmesi takdir edilenlerden ise, bu bilgi “Mutlak Ben”in bilincine tam ulaşınca sana tamamen zahir olur, sen de bunun ne demek olduğunu idrak edersin. Zati Ateşin-Ruh’un, Nefs olarak yansıması olan Nefs Ateşi, Karın bölgesinde yer almaktadır. Bu bilince ulaşman bu ağacı yemen ve karnını “Zakkum” ile doldurman demektir. Yok sen, Allah’ın normal-zorunlu ölümle sana Kahhariyetini gösterdiği bir kul isen, bu sefer de aynı hakikati, gözündeki perde ölümle açıldığı için yaşarsın, ancak yaşadığın
83
hakikatin idrakına varamazsın. Çünkü idrak bu hakikatin akebinde anlayış ve kavrayışla oluşan bir nurdur. Anlayış ise sadece şehadet âleminde mümkün olan bir keyfiyettir. Ancak bil ki, Allah’ın varlığına mutlaka mutmain olacaksın. Çünkü mutmain olmayanı Allah Cehenneme bile koymaz. “Sûr'a üfürülecek. Đşte bu, tehdidin gerçekleşeceği gündür.” “Herkes beraberinde bir sevk edici, bir de şahitlik edici (melek) ile gelir.” “(Ona) "Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gözündeki perdeni açtık; artık bugün gözün keskindir" (denir.)” (Kaf–20, 21, 22) Hz. Âdem ve Havva iyi ve kötüyü bilmek istemişlerdir. Bunun manası, kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğunun bilgisi ile karar ve hakimiyyet sahibi olmak istemektir. Bu ise teslim olmamak demektir. Đşlerini Allah’a bırakan kişide, neyin kendi için iyi ve kötü olduğuna dâhil bir yönelim kalmamaktadır. Sadece Fıtraten bir varoluş söz konusudur. Bu Cennet yaşamının zeminidir. Bu zeminden insanı arındıran
ırmaklar akmaktadır. Hatırlarsan
Tevrat’da tasvir edilen cennetten kovuluş hikâyesinde, Hz. Âdem ve Havva yasak meyveyi yediklerinde de, Đlk müşahedeleri gözlerinin açılmasıdır.
84
“Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. Đkisinin de gözleri açıldı”(Tevrat-Yaradılış–2) Hz. Âdem ve Havva bu ağacın meyvesinden yedikten sonra, kendinde bulunan Ali Hakikat mertebelerine karşı suç işlediklerini ve Nefs’lerine yani asli varlıklarına zulm etdiklerini anlamışlardır. Bununla beraber, Hz. Âdem, kendisinin sıfat varlığı yanında, Zati hakikati olan Allah’ı “Tenzih” etmesi gerektiğini anlamış ve bu halin edebine bürünerek, pişmanlık duymuş ve Allah’ı tam anlamı ile Rabb kabul etmiştir. Bu bilinç ile Allah’a yönelerek dua etmeye başlamış ve af dilemiştir. “Derken,
şeytan
ayaklarını
oradan
kaydırdı.
Onları
içinde
bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, "Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır" dedik.” “Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden bir takım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb'ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul
etti.
Şüphesiz
o,
tövbeleri
çok
kabul
edendir,
çok
bağışlayandır.” “Đnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir" dedik.”(Bakara–36, 37, 38)
85
Hz. Âdem ve Havva ile baraber Şeytan da bulunduğu makamdan indirilmiştir. Bu gerçek bize Şeytanın makamının semada, yani yüksekte olduğunu gösterir. Hz. Âdem ile olan durumdan önce, Allah Şeytan’dan, yani “AZAZĐL”den Razı olmasaydı, Şeytan “Cennet” yaşamı içerisinde olamazdı. Bu bize, Zat Ateşinin açığa çıkmış haline sahip olan Şeytan’ın asli makanının; “Mutlak Ben”in açığa çıkış halinin, Rahimiyyet isminden pay almamış bir yüzüne eşit olduğunu göstermektedir. Bu da “Fena fillah” makamına kadar, yolcunun tehlike altında olduğu anlamına gelir. Şeytan’dan Zat ateşi, ifade ettiğimiz şekli ile açığa çıkmaktadır. Ancak bu, Âlemin varlığını sürdürmesi açısından bir sorun teşkil etmez. Bunun sebebi Şeytani bilincin, sahip olduğu “BEN” hissinin seyr âlemindeki her zerrede mevcut olduğunun ilmine sahip olmamasıdır. Yani bu, sahip olunan bilincin Âlemde varolan varlıklar ve şeyler ile kendi varlığının irtibatını kuramamasıdır. Ancak, Şeytani bilinç Kudret ismini, kendi isim benliği tabanında Âlemine yayma özelliğine sahiptir. Yani, Şeytan Sıfat tecellisine Mashardır. Bu da ağırlıklı olarak Kudret ismi yönündendir. Bu yönü ile de kendi bedeni sınırlarının dışına ulaşabilen bir “Ben”bilinç yayılışına sahiptir. Ancak Zati tecellinin Masharı değildir. O bundan perdelenmiştir. ”Mutmain” bilinç seviyesi Allah’ın varlık ve birliğinin kesin olarak bilindiği bir makamdır. Hz. Âdem’in halk edilmesinden önce Şeytan, sahip olduğu bilgi ile Allah’ın varlığı ve birliğinden
86
“Mutmain”dir. Ancak Allah’ı tanıma ve tastik bilincine sahip değildir. Allah’ı tanımak için Tevhid ilmine sahip olmak şarttır. Şeytan ise buna, yaratılış fıtratının yetersiz olması sebebi ile güç yetiremez. O, Belki de Allah’ı sadece kendinde mevcut bir Đlah olarak bilmektedir. Zaten Allah’tan Razı olmak (Raziyye) ve Allah’ın Razı olma makamları (Marziye), “Mutmain” bilinç makamının
sonrasında
gerçekleşen
veya
gerçekleşemeyen
makamların tarifidir. Demek isteriz ki, bilinç Allah’ı birlik ve mevcudiyyet olarak bilip kabul edebilir. Ancak bunun farkına varan her bilinç “Kamil Đnsan” olamayabilir. Çünkü, bu makamda dahi Allah’ı sery’in yanında kendi nefsini seyir de devam etmektedir. Kamil olan, bizim isim benliğinizin Allah’ın Zatı yanında yok olduğunu bilmemiz ve eylemlerimizle de bunu izhar etmemizdir. Ancak bunun tam tersi olan; Allah’ı bizim isim benliğimizde yok etmeye kalkmamız da, düşülmeyecek bir hata değildir. Allah’ın şaşırtıp hidayet etmediğine kimse hidayet edemez. Gerçek kemalat ise, hiç bir koşul altında bir kimlik ve “Ben” hissine sahip olunmamasıdır. Sakın bunu reddetip; ”Ben” hissi nasıl fena bulur? deme! Uyarımıza kulak ver. Unutma ki; “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.”(Yusuf-76) Hz. Âdem, ilk Halk edildiğinde bu durumdadır. Önce ayağı kayıp “Mutlak” manada bir “Ben” hissine sahip olmuş, daha sonra da aşağıya düşerek, birim “Ben” hissine sahip olmuştur. Bu sebeple;
87
“Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik.”(Araf–23) demiştir. Sonuç olarak toplayacak olursak; Cennet yaşamında düşünce içerisinde olmak ve kendi varlığı ile sınırlı bir biliş hissi içerisinde hakimiyyet sahibi olmaya kalkmak, insanı sürekli olarak vehm ve düşünce sahibi olmaya itmiş ve insanı Cennet yaşamının dışına çıkartmıştır.
Düşünmek
ve
bilinçlenmek,
Cennet
yaşamında
istenilen bir hal değil iken, dünya da ise, tekrar Cennet’te bulunan o makama ulaşmanın tek yoludur. Bu yönelimin adı, derin tefekkür gücüdür. Böylelikle Allah’ı anarak, yükselişe geçmemiz ve orijinal Saf Ruh halimize gücümüz yettiğince ulaşmamız mümkün olacaktır. Bu, bizden saklı olan Ruh hazinemizdir. Bu hazine, Kulluk bilincidir.
Bu
bilinç,
Rabb
olmaya
çalışmak
değildir.
Kul
olabilmektir. Unutma Bilinç Nefs demektir! Değerli yolcu bil ki, Allah sana şah damarından daha yakındır. ”O”nun Zatı, senin dışındaki sonsuzlukda değil, Zatı ile senin ve tüm mevcudatın boyutsal derinliklerindedir. Bu sebeple Zat görünmez ancak sıfat görülebilir. Ancak ona ulaşırsan görür ve anlarsın ki, hakikat makamında bu boyutsal derinlik hissi dahi mevcut değildir. Çünkü onun Zat’ı birşeyin özü olmaktan beridir. Senin boyutsal derinliklerin ise, “an”da var olmaktadır. Bu zamansızlık içerisinde, senin boyutsal derinliğinde gizli olan öz, ne iç, ne de dış kavramları ile kayıtlanamaz. Özden kastımız ise sadece “Ruh”tur.”Ruh” ise Allah değildir. Ancak, bu o kadar derin bir
88
hakikattir ki, sen onu kavrayamazsın. Sadece ”O”hakikat kendisini bilebilir. Nasıl ki, hakikat ilmi almamış bir kişi kendi dışında, aşkın, zahiren gökte ve çok uzaklarda bir Tanrı-Allah vehmeder. Đşte buna benzer bir şekilde de, Allah’ı kendi özünün derinliklerindeki uzak ve aşkın bir hakikat olarak kavramalısın. Asıl olanın onu Tenzih etmek olduğunu unutma ! Bu uzaklık kavramı; seninle her an beraberlik içinde oluş, ancak bununla beraber senin vehm ettiğin isim benliğine ise, uzak oluşu ifade etmektedir. “Rab'bine yakın melekler O'na kulluk ve ibadet etmekten asla kibirlenmez, hep O'nu tenzih eder ve yalnız O'na secde ederler.”(Araf–206) ”O” ne Âlemden ayrıdır, ne de Âleme bitişiktir. ”O”nun gerçek “VÜCUD”u görülemez, algılanamaz ve kavranamaz. Öyle ise, “O” senin özünde ve derununda mevcut olsa da, sen ona nasıl ”BEN” diyebilirsin. Senin terkibiyyetinden meydana gelen tüm algıların ve zihnin, “O”nun bırak Zatını, Sıfatlarını aynı anda nasıl ihata edebilir. Garip bir iştir ki, onun Zat’ını idrak mümkündür. Fakat onun
Zat’ının
kavranmasının
mümkün
sonsuzluğu yönündendir.
89
olmayışı
sıfatlarının
Unutma ki; bir Sen, bir de Allah yoktur. Ancak bu “Zat”en böyledir. Çünkü “Allah” ismi, Mutlak varlığa ait bir işaret olup, Zahir için, Sıfatların hepsini Cem eden Allah’ın “Zat” ismidir. Fakat Bir “Sıfat”, bir de “Zat” vardır. Bu ikili tanım, iki ayrı varlık olduğu anlamına ise kesinlikle gelmez. Mutlak Varlığın Cem edici olan “Allah” ismi dışında birçok isminin olduğunu sakın ola ki unutma! ”Rabb” ismi de Allah’a aittir. ”Tevvab” Đsmi de. ”Gaffur” ismi de. ”Rahim” ismi de. Ancak “Zat” dışında bir ikinci gölge oluş ve gölge varlık olmaksızın, sadece tek başına Allah ismi tüm mevcudata galebe çalacak olursa, bu isimlerin hiç birisinin açığa çıkamıyacağı ve Âlemlerin var olamayacağı gerçeğinden sakın ola ki perdelenme ve gafil olma. Đkilik Zat’en yoktur. Ancak Sıfat mertebesinde bir ikilik
mevcuttur.
Bu
ikilik
suretleri,
hayali
bir
perdeye
yansımaktadır. Bu bahsettiğimiz manada olan ikilik vardır ve gereklidir. Unutma ki; Hayal ve perde yoksa, seyredilecek hiç bir şey yok demektir. Aksine inanman seni, ancak Cehennem derecelerinde yükseltir. O kadar. Sadece Zat mertebesi olursa, Âlem vücud bulamaz, bunun için Zat ve Sıfat mertebeleri birbiri ile iç içe, ancak ayrı inşaa edilmiştir. Zat’ın Âlemden geri çekilmesi ve terk etmesi sonucu Sıfat mertebesine yer açması ile âlemi kaplayan “SU” olmuştur. Arş ise bu “Su”yun üzerinde hükmünü yürütmeye başlamış ve sonunda da, bilinçden oluşan bu deryada dalgalanan suretler yaratılmıştır. “Đnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve
90
diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiya–30) Bu ayette geçen “Gök”, Zat mertebesine , “Yer” ise, Sıfat mertebesine işarettir. Bu ikisinin ayrılması sonucu yaşamsal mekân ve Su meydana gelmiş, sonra ise sudan tüm mevcudat vücud bulmuştur. Örneğin; Senin elin senin Zatın değildir. Ancak senin “Ben” dediğin şeyden de ayrı olmadığı açıktır. Şimdi senin elin, kendisini tüm organlardan ayrı görüp “BEN” demeye başlar, “Ben”i kendisine has kılar ve senin “Ruh”unun elin üzerindeki kudret tasarrufunu reddedip, iyi ve kötüyü kendisi için bilme ve hakimiyyet sahibi olarak, kendisine ait bir bilincin sahibi olsa, zalim olmaya başlamaz mı? Belki de, eline bir bıçak alıp, ilkin kendisinin bağlı olduğu gövdeye bir darbe vurup, kendisini bağlılıkdan kurtarmak istemez mi? Böyle olunca da, senin elin, El-i Âdem, kendi Nefs’ine zulmetmiş olmaz mı? Böylelikle sana, Yasak olan ağaç nedir? Hangi mertebelere işarettir. Bunların hakikatini açmış olduk. Allah’ım bize dünyada iyilik ve güzellik ver. Ahirette de iyilik ve güzellik ver. Bizi cehennem ateşinden uzak tut. Hesap günü bağışla...
91
Yol
.
Buraya kadar olan bahislerde sana, yolda ihtiyaç duyacağın bilgi erzakını tedarik etmeye çalıştık. Bunu yaparken, sana çok gerekli olmayacak bir yük ile seni ikmal etmek istemedik. Bununla beraber, yolda yürüyüşe ait bilgileri sana açarken gerekli olan ek kavramlar, olayın
geçtiği
şehrin
sahip
olduğu
ruhun
eşliğinde
sana
açıklanacaktır. Şimdi ise, yola gerçekten çıktın mı? Çıktı isen, bunun emareleri nelerdir. Yolda ilerlerken, hangi ilim şehirlerinden geçeceksin ve bu bilinç açılımlarının sana yaşatacağı muhtemel müşahedeler nelerdir? Bu konulara dikkatini çekmek istiyoruz. Allah, basiretinin gözünü açsın ve hidayet nurunu senden eksik etmesin. Allah, sana, kendini Resulü Hz. Muhammed Mustafa’yı anmayı bir an bile unutturmasın ki, Hakikat-i Muhammediyye Nuru sana ulaşsın, seni kuşatıcı olsun ve her daim yürüdüğün yolunu aydınlatsın. Öncelikle bil ki, eğer Allah’a yürüyüp ona ulaşmayı herşeyden çok istemeye başladıysan ve onun için herşeyimi vermeye razıyım diyebileceğin bir şekilde, kalbinde bir sevgi ve ısınma mevcut ise, sen yola adım atmışsın demektir. Fakat bu konu ile ilgilenmek sana, sadece cazip geliyor ve bu yönelimi, çevre üzerindeki etkisi ve sana diğer insanların ilgi ile bakmalarını tedarik için gösteriyorsan. Bil ki,
92
büyük bir aldanış içerisindesin. Herşeyin önü ve sonu halis bir niyettir. Niyetin tertemiz olmadıkça bu yola girmemelisin. Zaten girmeye yeltensen de, daha ilk açılım ile yanar ve bin pişman olur, gerisin geriye dönersin. Bu sebeple, Allah’ı, ne Velayet, ne de teveccüh görmek için isteme. Bu ve benzeri putlardan kalbini temizle. Çünkü Allah riyakârları sevmez ve sonunda şiddetle cezalandırır. Allah, sevgililerin en nazlısı ve en kıskancıdır. Bunu unutma. Öyle kıskançtır ki, seni sevip kendisine cezbettimi, kalbinde yer eden mevki, makam, para ve şahıs kim varsa, bir sebeple ayrılık yaratıp onu senden alması beklenebilir. Bu kıskançlığı sakın ola ki, beşeri duygularla karıştırma. Allah bir kuluna yöneldi mi, onun kalbine tecelli nurlarını göndermeye ve kalp evini kendisi harici her tür beşer ve beşeri tutkudan temizlemeye azmeder. Onun azmettiğinin önünde ise, hiç bir yaratılmış varlık duramaz. Bu söylediğimiz böyledir. Bu iş bir oyun ve eğlence değildir. “Đnsanlar: ‘Đnandık!’ demeleriyle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?” “Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri ne fitnelerle imtihan ettik. Yine Allah, elbette doğruluk gösterenleri bilecek ve elbette yalancıları da bilecektir.”
93
“Yoksa kötülük yapanlar, bizden savuşup kurtulacaklarını mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar!”(Ankebut–2, 3, 4) Bu yol, ancak Allah’ı samimi bir aşk ile severek ve Rıza umarak yürünmesi gereken bir yoldur. Bu öyle bir yolculuktur ki, normal kavramının dışına çıkış ve dünya yaşamından bakılınca belki de bir hastalık halidir. Bu hastalığın adı kara sevdadır. Düşünün ki; hiçliği ve hiç bir zaman elle tutamıyacağın ve ölmedikçe vech’ini gözle göremeyeceğine tutulmuşsun. Bunun beşeriyyet açısından çok da normal bir durum olmadığı açıktır. Mutlak surette denge bozukluğu sana eşlik edecektir. Çünkü, hakikate ulaşman demek; senin bilinç ölümünü yaşaman demektir. Bu da senin kıyametinin git gide koptuğuna dalalet eder. Kıyamet ise, denge bozukluğunun en derin halinin yaşanmasıdır. ”O” saatin delmesi derin bir depresyon, yani çöküştür.
Hakikate
ulaşmış
zatların
hepsinde
psiko-somatik
problemlerin baş gösterdiği bilinen bir vakadır. Ancak bu psikosomatik etkilerden sadece Hz. Peygamber korunmuştur. Bilincin gelişdikçe, bedenini de kuvvetlendirmez isen, denge bozukluğu hat safhaya çıkıp, seni daha yolun ortasına bile yaklaşmadan yolda bırakabilir. Bu sebeple, çok ağır tabiat mücadelerine girmeni tavsiye etmeyiz. Unutma ki, Allah’a ulaşmak, dinen zaruri olan bir yönelim değildir. Bu kullardan istenen bir farz kesinlikle değildir. Dinin amacı; senin kul olarak selamet içerisinde ölüm sonrası safhalardan geçebilmeni temin etmek ve selamet yurdu olan Cennette ulaşmanı sağlamaktır.
94
Bu
yönelimin
sırasında
da
ilim
tahsil
etmen
ve
imanını
arttırabildiğin ölçüde kuvvetlendirmen esas olandır. Ancak, senin niyetin, eğer Allah’a ulaşmak ise, bunu da dinin getirdiği kurallar silsilesine uymaksızın gerçekleştiremeye kalkman büyük risk teşkil edecektir. Sadece Allah’ın kendisi için seçtiği ve kendisine cezbettiği bir zat olman müstesna. Çünkü Allah dilediğini yapandır. Şayet bu yola girecek olursan, her zaman için imanından olma tehlikesi ile de karşı karşıya kalabileceğini unutma. Bu yolun zemini bir hayli kaygandır. Sen kendini iman üzere zannedip yolda ilerlemeye çalışırsın. Ancak senin, amacından sapman veya Allah’a imanını kaybetmiş olmandan korkulur. Allah’a ulaşmayı dilemek büyük bir iddeadır. Đddeası büyük olanın, imtihanları da büyük olur. Allah Aşk iddeasında olandan ispat ister. Şeytan, bir fitne olarak yolcunun mutlak surette yolunun üzerindedir. En büyük silahı ise, aslında senin varlığında gizleniyor olmasıdır. Allah sana hidayet etmedikçe de yoldan seni çıkartması işten bile değildir. Bu nedenle, sana özel bir noktadan daha bahsedelim. Bil ki, karşılaşılan ilk hakikat her zaman aslının kopyasıdır ve aldatıcıdır. Çünkü Asıl, önce aynadaki suret ile kendisini belli eder. Bu suret ise asıl değil, ancak onun gölgesi ve yansımasıdır. Yolda yürüdüğün dönemde senin basiret gözün henüz açılmadığından, öncelikle aslı değil, asla ait sureti görürsün, onun çarpık ve hak olmayan sureti ile karşılaşırsın.
95
Senin yoldan çıkıp imanını kaybetmiş olmana rağmen, kendini yolda yürüyor olarak görmenin sebebi; Allah kavramının ne olduğunu açık bir müşahede ile bilmemen ve Sıfat ile Zat mertebelerinin farkının ne olduğunun bilgisinin sende ilmi olarak oturmamış olmasıdır. Yani, senin bir Zanna tabi olmandır. Saf bir niyet ve Cehennem ateşine dünyada iken girme konusunda eğer sana kuvvetli bir Allah aşkı eşlik etmiyorsa, tavsiyemiz; imanını koruman ve olduğun yerde Đslam üzere ayaklarını sabit tutup, kulluğunu
yerine
getirmendir.
Allah
herkezden
kendisine
ulaşmasını dilememiştir. Onun dileğine karşı koyacak yoktur. O dilediğini yapandır. Öyle ise, bunu herkez için dilemiş olsaydı, milyonlarca insanın hakikat ehli olması gerekmezmiydi? Sorusunu kendine sormadın mı? Ancak durum böyle değildir. Öyle ise, bunun aksinin olmasını diliyorsan, Allah’ın zaten dilediğinin olduğu konusunda şüphede olduğun anlaşılır. Bu da senin imanını hesaba çekmeni gerektirir. Değerli yolcu, bilesin ki, bu yolda yürünmez. Bu yol kuvvetle niyet edene kendisi gelir. Çünkü senin özün olan Ruh sabit, yol ise hareketlidir. Allah’ın Zatı ise, birşeyin özü olmakdan münezzehtir. Yol sana, olaylar ve içerisinde bilincinin sıkışıp kabz olduğu vücud hislerinin eşliğinde gelmeye başlayacaktır. Bu yolculuk, özünde seni bekleyen “Nur”adır. ”O” Zatı ile görünmez. Onun Zatı, bize vizyon olarak Zulmet gibi görülen “Nur”olarak belirir. Ancak onun Zat’ı
96
için Nurdur da denilemez. Senin bilincinin içinde yaşadığı yedi adet bilinç şehri vardır. Her bir bilinç şehrinin de diğer şehre geçişi sağlayan kapıları vardır. Bu şehirlerin ilk ikisi Şeriat şehridir. Yol üçüncü şehirde başlar ki, bu yol, yani Tarik olma vasfı ile bezenmiştir. Đlim edinme ve Aşk dahi burada başlar. Bundan öncesinde ise, sende aşk ateşinin olduğunu zannetme. Đlgi duymak Aşk’tan başkadır. Bu sınırdan sonra sen, artık iç âleminde seyre başlarsın. Daha sonra ise, edindiğin bilgiyi yaşamaya geçirdikçe bilinç kabından zahire sızan bilgi sende, bilinç olma vasfına zamanla bürünür. Kritik sınırda da, artık ilmini yavaş yavaş zahirde seyre geçersin. Unutma ki, tüm Kâinat sende Cem edilmiştir. Bu sebeple bütün bilinç aşamaları senin hakikat vücudunu meydana getirir. Senin içinden geçeceğin tüm bilinç âlemlerinin senin bedeninde karşılığı ve bu bilincin sende titreşen bir frekansı, hali ile de bu frekansın senin âlemine yaydığı nurun bir rengi mevcuttur. Bu vücud noktalarının manalarını bilirsen, dengende bir bozulma baş gösterdiğinde bu Âleme ait hâkim rengin senin bilinç titreşiminden, yaşamından eksilmiş olduğunu anlarsın. Bil ki, zikr renk ile de yapılır. Bu şu anlama gelir; eğer sen sorunu tesbit edersen bu âlemin rengine yönelir ve bu noktanda eksik olan
97
bilinç+enerjiyi yeniden kendine şarj edebilirsin. Bu sebeple sana tüm bilinç
şehirlerini
oluşturan
şehir
duvarlarının
hangi
renge
boyandığını da açıklayacağız. Dördüncü şehre geçişin kapısı dardır ve mana ile madde olarak algıladığımız âlemi ayıran bir sed buradan
yukarı
geçişe,
Allah’ın
diledikleri
müstesna,
yol
bırakmamaktadır. Ancak bu şehirde sen, sahip olduğun bilincin seni kuşattığını ve bir Vilayet sahibi olduğunu anlarsın. Zaten bu hal , “Velayet”
bilincinin, “Vilayet” sahibi olmak olduğunun senin
tarafından anlaşılmasıdır. Vilayetin yönetim makamına da zaten Vali-Veli denir. Bu hakikatte birçok sırlar gizlidir. Kendine bir bak. Sen tek forma sahip bir bedenmisin? Yoksa vilayet değimiz şey aynı ile sen midir? Bil ki, ikinci olan doğrudur. Senin izlediğin şehrin tüm duvarları aynalarla kaplıdır. Bu aynalarla kaplı evler içindeki, bil ki “Hu” dur. Sen Allah’ın kendine seçtiği kıdem aynasısın. Bir aynanın varlığı, bizzati yansıttığı görüntünün kendisinden ayrı değildir. Ancak asıl vücud da değildir. Bu görünen, senin ayna olan varlığının ta kendisidir. Aynadaki görüntünün gölgesi olan, vücudum dediğin şeyi, gerçek bedenin zannetme. Bunu tefekkür ederken, Allah’ın yanında, aynadaki görüntünün, yani sıfatın, varlık vasfına sahip olmadığından da sakın gafil olma! Bu şehirlerin her birisi, dış sınırları, varlığı kolayca ayırt edilemeyen surlarla çevrili, iç içe geçmiş halkalara benzer. Senin Bilincin, bir şehirden bir sonraki ve dışda bulunan diğer şehre geçdikçe daha da
98
genişlemiş olur. Her şehre kendine has özelliği olan kapılar açılır. Diğer bir bilinç şehrine ve Seyrine bu kapılardan geçilerek ulaşılır. Bu yedi şehrin kapılarından dördüncüsü ve en dar kapı olan Velayet kapısının kulbu, senin bulunduğun tarafta değildir. Bu kapıdan geçmek çetindir. Bu Şehir, Hak meydanıdır. Timsali senin kalbindir. Ancak bu meydandaki seyrin, kalbin dış yüzüne aittir. Buradaki kapı, diğer tarafdan ve sadece Allah’ın takdir ettiklerine açılır. Bu kapı bir “Ali” kapıdır. Gerçek ilim şehrine buradan sonra ulaşılır. Beşinci Şehir ve kapının ismi “Rıza”dır. Altıncı kapıdan ise , “Vahdaniyyet” şehrine girilir. Bu kapıdan ise, ancak Allah’ın kendisine seçtikleri geçebilir. Yedinci şehirden “Samediyyet” deryasına geçilir ki, bunun sayısal değeri Sekiz olup, burası şehir olma özelliğine sahip olmayan bir deryadır. Çünkü burada artık ne Şehir, ne kapının varlığı ve ne de, senin bir varlığın kalmaz. Sadece Zat ve algı olarak Zata ait Vech kalır. Tüm şehirler, bu deryada yüzmektedir. Bu son kapı, ”An” kapısıdır. Buradan geçince Mekân zannettiğin şey, yokluğa düşer ve Zaman dediğin şey sana mekân olur. Buraya geldin mi, artık yolun sonuna gelmiş olursun. Buraya varınca, “Đnsan-ı Kamil”in (Ruh Đsimli Melaikeye dâhil olmak) kalbine girmişsin demektir. ”O”nun kalbi ise, “Nur” üzeri “Nur”dur. Bundan sonra sen, artık halkın arasına dönme yoluna koyulursun.
99
Yolda, yedi adet Şehrin kendi içerisinde de, içine girilecek ve birbirinden
farkları
zor
tesbit
edilebilen
yedi
adet
perde
bulunmaktadır. Yol yedi üzeri yedi aşama aşılarak kat edilir. Bunun sayısal değeri 49 olup, aslen bir ve tek olan hakikat yolu tamamlandığında, ulaşılan hakikatin sayısal değeri 50 olmaktadır. Âlemler kelam ile vücut bulur. Arapça, her biri ayrı sayısal değere sahip, sayısal değerleri birden bine kadar olan harflerden meydana gelmiştir. Geçilen her bir Şehrin, perdenin kelam değeri 1000 rakamına eştir. Bu sebeple bu yükselişin sayısal değeri “ellibin” dir. “Melekler ve Ruh (Cebrail) ona süresi elli bin yıl olan bir günde yükselir.” (Mearic–4) Bilinç seviyeleri ile içine girilen bilinç yaşamına, şehir dememiz önemli bir hakikate işarettir. Đnsanın bilincinin evrenden yansıması o kişinin “Muhiti” olur. Ki bu, Allah’ın Zatına ait isimlerden birisidir. Bu bahsedeceğimiz tüm bilinç şehirleri için böyledir. Kişi, evreni, yaratıcıyı ve kendisini tanıdığı oranda bir bilgi ve o bilginin yaşama geçirilmesi ile de bir bilinç kazanır. Bu bilinç adeta bir Nur yayar. Bu nur bir sırça küreye benzer ki, yolcuyu kuşatıcıdır. Kâinattan, Arş-ı Ala’dan (Rahman-i Arş) gelen tüm yayın frekanslarını bu kürenin bilinci çözümler-deşifre eder ve böylece yolcu bilincinin çözümlediği, yani yaşamına yansıttığı bir gerçekliği yaşar. Safi yayın ile alıcının bilinci aracılığı ile algıladığı gerçeklik arasına, her zaman saptırıcı bir yayın girme ihtimali vardır. Bu
100
saptırıcı unsur, bizim beslediğimiz bir bilinç seviyesinden başkası da değildir. Burada öneme sahip bir nokta mevcuttur. Biz kişinin içinde bulunduğu bilinç onu kusatır derken, izlediği âlemin, yolcunun kendisi olduğunu kastedmedik. Biz bununla, seyr halinde olduğu bilinç durumunu ifade etmek istedik. Bunu söylemek, kişinin benlik gözü ile bakıp, izlediği âleme sahip olduğunu söylemektir. Đzlenen âlem kişinin yok olan varlığından yansıyan “Ali Ruh”tur. Kişi hiç bir yapıya, sahiplenme anlamında ben demiyeceği noktaya gelmedikçe, tam anlamıyla felaha ulaşamaz. Ancak biz, kişinin izlediği âlemin kendi varoluşunun sebebi ve dayanağı olduğunu da bilmeliyiz. Bilinç “Bilgi” kökünden gelir. Đçine girdiği bilinç şehrinin bilgisine hangi vechi ile sahip ise, o vech kendisi tarafından izlenir. Bu izlediği olaylar, kendisi değil, kendi bilinç-bilgi aynasından yansıyandır. Allah kulunda hangi manayı izlemeyi dilemiş ise, o mananın şehrine yolcuyu sokar ve ondan izler. Allah her kulu belirli bir mana terkibi ile inşaa eder. Allah kendi seyr aleti olarak, kulun Ayan-i Sabite’sindeki yapısını, onun oynayacağı role göre halk etmiştir. Bu sebeple, kişinin içinde bulunduğu bilinç şehrinde yaşadıkları, kendi ayna olma özelliğinden yansıyan hakkikat nurudur. Bu nur, Celali bir zuhur olabildiği gibi Cemali bir tezahürde olabilir. Bu durum, Allah’ın geçilen Âlemde o kişiden hangi manaları izlemeyi dilediğine göre şekillenir. Olan, sebeplere
101
bağlı bir seyir değildir. Sebepler yönünden de bir bilinmezlik ile karşı
karşıya
olduğunu
unutmamalısın.
Olan
şey,
Allah’ın
dilediğidir. O kadar. Olanları belki anlamlandır. Ancak sebeplere dayalı olarak çözmeye uğraşma. Unutma ki, Teslimiyet bu bilinmezliğedir. Gayba iman da, yetkin rıza da aslen budur. “Onlar, gayba iman edip namazı dürüst kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler. Hidayetin ta kendisi…” “Ve onlar ki, hem sana indirilene iman ederler, hem senden evvel indirilene. Ahirete kesin inancı da bunlar edinirler.” “Bunlar işte Rablerinden bir hidayet üzerindedir ve bunlar işte o murada eren kurtulmuşlar.”(Bakara–3, 4, 5) Algıladığımız ve algılayamadığımız boyutlarla bilinç, adeta bir Deryaya benzer. Bu derya, kendisini algılayan aracılığı ile varlık alanına çıkar ve zerre olan ile küll olan her zaman karşılıklı iletişim içerisindedir. Külli bilinç her zaman Rabb’dır. Ancak Rabb bizi, iç derinliklerinizden, Ruhumuzla yönetir. Evrendeki bu Rabb olan büyük bilinç, algılayan ve kul durumunda olan zerre bilincin, kendi yaşamında, cüzzi iradesi ile tanımladığı ve bu tanımla birimin zahirini yöneten bir yapıya sahiptir. Külli Bilinç sabittir. Đç ve dış kavramlarına sahip değildir. Hiç bir şekilde bu Külli bilinç sahibi Zat, Mutlak bir tanım ile
102
tanımlanamaz. Zat ve irsal ettiği külli bilinç, birimlerin hiç bir değişiminden etkilenmez. Ancak, birimin bu Külli-Büyük bilinci kendisi için tanımlaması ve kendisine yönelmesi ile o birimin zahiri yaşamına akar ve kişinin yaşamını etkiler. Ya da, daha da, olumsuz bir açıdan bakarsak;
Böyle “Muhit” bir bilincin varlığını kişi
tümden reddeder üzerinde hayatını kontrol eden bir güç tanımaz olur ve kendi yaşamında “Hakimiyyet” ve “Malikiyyet” iddeasında bulunur. Bu durumun sonuçlarının da Ahire kalsa da sonunda otomatikman yaşar. Unutma ki Allah’ın isimlerinden birisi de “Muahhir”dir. Çünkü, artık kendi bilinç yapısını, dünya yaşamında, yaşam sermayesini harcayarak belirlemiş ve yazmıştır. Bundan sonra yapı-(fıtri) ne ise, o ortaya çıkar. Deryada tahta ise, yüzer. Metal ise batar. Düşün ki, sahip olduğun bilinç ve yönelimin, dünya hayatında senin etrafında kabuk gibi kalın bir küre varetmiştir. Dışarıda Allah bilincinin güneşi tüm ihtişamı ile ve senin hayatında, sahip olduğu isimleri hâkim kılarak, senin işlerini vekil olarak üzerine almak için beklemektedir. Ne var ki, sen bu güneşin varlığına iman etmez ve kendi bilinç kitabını bu gerçekliğe göre yazmaz, kendi cüzzi kudret ve aklını bu Ruh’tan üstün sanırsan, Allah bilincinin hakikat güneşi, etrafını bizzati senin ördüğün küreden geçemeyerek yaşamını nurlandıramıyacaktır. Ne mi, olacaktır? Dünya yaşamında bilinç kitabını yazarken, kimi ve hangi bilinç seviyesini Rabb olarak kabul edip yöneldiysen bu
103
yöneliminin sonucunu yaşayacaksın. Yani; ölümle, etrafında en son oluşan şekli ile seni kaplayan bilinç kürene nakşettiğin Rabbi yapı ve bu bilincin şehri seni kapsayıp, üzerinde hâkimiyet tesis edecek ve bu bilincin en yüce Rahmani Arş aynasından sana yansıttığı bir yaşamı ahir yaşamda sürmeye başlayacaksın. Bu, senin Allah’tan uzağa düşmen ve terkibi yapının sana getirdiği tüm sıkıntıların içinde kalman demektir. Dünya, kalem ile levhaya yazı yazma âlemi; Ahiret ise, bu yazının okunması ve okunan kelam titreşimlerinden oluşan bir bilinç şehrinin seni kuşatma âlemidir. Bu nokta, normal yaşam içerisinde anlaşılması nerede ise, imkânsız olan bir gerçekliği tanımlar. Zahir ve Batın bir tek hakikattir ve bölümenez bir tek bilinçtir. Batın kavramı, bize algılayabildiğimiz zahiri yapının, algılayamadığımız tarafını işaret eder. Bir de, batıni yapının en derin hakikati olan ikinci bir batın vardır ki, bu gerçek varlık, yani Zati hakikattir. Bu alan Allah’ın Ekberiyyet sahasıdır. Yaratılmış bir varlık olan algılanabilir zahir yapı, içinde barıdırdığı varlıklar açısından, bilinçsel örgüye sahip bir mekân etkisi yaratır. Bu noktanın iyi anlaşılması edinilen ilimin yaşanılmasının ne olduğunun kavranması açısından önemlidir. Bu sebeple, bu bilinç seviyelerine neden Şehir dediğimizi iyi kavramaya çalış. Bir Yolcu, seyr âleminde Aşkının kuvvet derecesine göre ilerler ve gerçekten sevdiği ile karşılaştığını düşündüğü Âlemde de takılır
104
kalır. Allah’ın her an yeni bir şanda olduğunu unutmaksızın “O”nun Zat deryasında vehm edilen benlik hissi eriyinceye kadar ilerlemek, ancak delicesine bir tutku ve aşk ile mümkündür. Kişideki Vehm’i yenecek tek şey Đman gücü ve Aşk’tır. Sameddiyyet hakikatine ise, kendi varlığından geçebilecek derecede yüksek bir aşk ile Allah’a yönelmeyenler ulaşamamıştır. Her bir kapının kilitini açan anahtar, o bilinçten daha yüksek olan diğerine geçişe engel olmak için uğraşan bir ifritin elindedir. Bu ifriti, sakın ola ki dışarılarda arama. Herşey nasıl sende ise, o da sende mevcut olan bir bilinç katmanıdır. Ancak, bundan korkmana da bir sebep yoktur. Çünkü, Allah’a inanan ve ona dayananlar üzerinde her birimizde yer alan ifritlerin hiç bir gücü yoktur. Đfrit, ifrazat demektir. Bu ifritler, sendeki şartlanmışlık, hak olmayan yönelimler-her
türlü
kirli
şey,
sahiplendiğin
şeylerden
vazgeçememe hali, kontrol ve yönetme tutkusu ile tevhid bilincine aykırı olan tüm ilim birikindisinden beslenir. Đnsan fiziki kirlerden nasıl su ile yıkanarak arınırsa içsel kirlerden de Aşk Ateşi ile yıkanarak, gözyaşı ile arınır. Allah yolunda içten gelen gözyaşları ile ağladıkca, varlık kirinden git gide yıkanmaya ve arınmaya başlarsın. Bu yolda Aşk olmadan yürünemez. Hayatında tek bir şeyi dahi sevmeyi başaramayan bir insan, bu yolda yürüyemez. Herşey sevmek ile başlar. Daha sonra bu iyice kuvvelenir ve “AŞK” ismini alır. Sonraları Hakikate ulaşabilirsen bu “AŞK”süzülür, süzülür ve sonunda aşkın en rafine hali olan
105
“MUHABBET”
ismini
alır.
Bundan
sonra
da
Âlemde
Hz.Muhammed-Ali ve muhabbetten gayrı da yoktur zaten. Akıl ve ilim ile yol alınabilir, ancak unutma ki ilim öğrenmek için de, ilgilendiğin şeyi sevmen gerekir. Ancak ilmin de azgınlığından Allah’a sığınmak lazımdır. Yoksa, laf-ı güzah olsun diye ilim öğrenmeye çalışırsan, pek az bir yoldan ötesine gidemediğin gibi, aldığın ilim senin benliğini körüklemeye yarar ve başına bela olur. Şimdi istersen sana bu bilinç Şehirlerinden, kapılarının üzerlerinde yer alan ve tanınmalarını sağlayan motiflerden ve işaretlerden bahsedelim. Allah yolunu açık etsin ve hidayet nurlarını üzerinden eksik etmesin.
106
Şehr-i Emmare
.
Doğumla dünya yaşamına dâhil olan her insan yavaş yavaş bilinçlenmeye, çevresini algılamaya ve “Ben” duygusu kazanmaya başlar. ”Ben” duygusu kazanımı kemaline, ergenlik çağına ulaşınca erer ve bir birey olarak yaşamda yer edinme çabası insanın benliğini gün geçtikce kaplar. Nefs belirtisi anlamına gelen “Emmare Nefs” bilinci,
insanın
mekânı
olarak
kişiyi
böylelikle
kapsamaya
başlayacaktır. Bu şekilde Emmare Şehrine girilmiş olur. Đşte Emmare Şehrine, öncelikle doğum ve ilerleyen aşamalarda ise, ergenliğe geçişle otomatik olarak girilmiş olunur. Kişi bu şehrin içinde dünya denen alçak yerde yaşama bilgisi olan “Ben” hissine sahip olmuş, bunu içselleştirmiş ve bu bilinçle eylem ortaya koymaya geçmiştir. Bu bilincin en önemli özelliği birimsellik ve kendi varlığını bedene endeksli olarak tanımlamasıdır. ”Ben” dediğinde, işaret ettiği kendi bedeni ve bedeninde sahip olduğu hislerdir. Bu sebeple, bu şehrin içerisindeki tüm alış verişi ve yaşamı, bu tanımın üzerine inşaa edilmiştir. Burada sana önemli gördüğümüz bir bilgi daha vereceğiz. O da, his ile duygu kavramlarının ne olduğudur. Bu iki kavram aynı şey değildir. His; duyguların vücutta meydana getirdiği elektrokimyasal tepkilerin adıdır. Duygu ise, düşüncelerimizi var ettiği latif bir
enerjidir.
Bilinç-düşünceleri,
duygularda-vücudumuzdaki
düşünceler-duyguları
elektrokimyasal
107
tepkimeleri,
ve yani
hislerimizi yaratmaktadır. Bu hisler ise hücrelerimize kalıcı bilgiyi kodlayan yapılardır. Đşte Emmare Nefs meydanında bilinç, bu hisler âleminde haps olmuştur ve kendi öz hakikatinden habersiz bir yaşam sürmektedir. Hisleri vucütta meydana getiren, organik bedenimizden yayılan ve Mavi-Yeşil karışımı bir renge sahip olan “Eter” denilen bir latif enerjidir. Bu yapı “Ateş” elementi kökenlidir. Bu enerji, insanın sahip olduğu enerji bilinç katmanlarından birisi olup, “Hayvani Ruh” olarak da isimlendirilir. Bu Ruhun yaşadığı âlem, Kesret âleminden-Melakut Âlemine uzanır. Vucütda meydana gelen tepkisel hisler, insanın duygu bütünlüğünü mutlak surette bozar, bu bozulmuş duygu bütünlüğü de, düşünce bütünlüğünü dağıtır. Duygu
bütünlüğünün
bozulmasının
sebebi
“VEHM”
adını
verdiğimiz benlik yapısına endeksli düşünce ve bilinç işleyiş şeklidir. Vehm’in element kökeni de Ateş’tir. Bu bilincin insanı tasarrufu altına alan varlık hali ise “Şeytan” adını alır. Vehm ateş kökeni ile bedenimizde ve zahirde tasarruf sahibidir. Yani oluşları etkiler ve değiştirip olmayan bir yapıyı varmış gibi gösterebilir. Düşünsel beden ve bilincimizin üzerinde, Asli Ruhsal Bedenimiz diye bileceğimiz, ana bilinç titreşimlerinden var olan “Arş-i Beden”imiz yer alır. Burası bizim bilincimizin titreştiği bir zar gibidir. Bu bilinç beden, çok yüksek bir titreşime sahiptir ve bizim öz varlığımız olan bilinçsel varlığımızı meydana getirir. Yani aslında bizim varlığımız “Bilinç”tir. Đnsan bir bilinç varlıktır. Đşte bu en
108
dışda bulunan Arş-i Yapı, “Rahmani Arş” diyebileceğimiz bir yapıdır ki, bu Arş, içerisine tüm mevcudatı almaktadır. Yani tüm mevcudat, Đnsan’da Cem edilmiştir. Fakat bu Arşın en alt alem olan Kesret alemindeki gölgesi ise, bizim kişisel Arşımız olan organik Bedenimizdir. ”Rahmani Arş” tek olan “Kudsi Ruh”un bedeni iken, insan bu organik olan bendeni ona isnat etme yanılgısına düşmekte ve dünya yaşamındaki “Emmare Şehri” içerisinde “Ben”lik iddeası ile yaşamaktadır. Âlem, bir birine paralel olan Rahman-i Arş ile Kişisel Arş aynalarından meydana gelen sonsuz bilinç ve varlık yansımalarından oluşur. “O rahman, arş üzerine egemenlik kurmuştur.”(Taha–5) Hz. Đnsan’ın asli bedeni kâinatı ihata eden bu aslı mana olan “Rahmani Arş”tır ve bu bedenin bir sureti yoktur. Ancak bir varlık olarak yaratılmış Đnsan, Âlemi Seyrettiği kendi cüzzi bilincinin bu arştan yasılması sonucu oluşan bir bedene sahiptir. Aslında tek bir insandan gayri de yoktur. Kendisi nasıl Âlem içinde, birin içinde bir ise, kendi bedeni de, bir olan “Rahmani Arş” içinde, kendi bilincine has bedenle, bir olarak yaşamaktadır. Bir olan Allah’ın, nasıl eşi ve benzeri yok ise, kendi beden ve bilincinin de eşi ve benzeri yoktur. Bu ayrı bir bilinç ve bedene sahip olma hali bir illizyondan başka da değildir. Fakat bu illizyonun son bulması, Dünya yaşamının yok olması ve Âlem bedeni ile ahir yaşama, başka ve daha gerçek olan bir hayale geçiş yapmak demektir. Bu hayal ve illizyon da gereklidir. Gölge Oyununun oynanacağı bir perde olmaz ise, oyun
109
da olmaz. Ancak insan bu yanılgıdan kurtulmak, kendisini, işleyen evrensel sistemi, gücü yettiği kadarıyla, onu yaratanı tanımak ve bu düzeni yıkıma uğratmaksızın Halife olmakla emrolunmuştur. Bunu yapabilmek ise, ancak kulluk bilinci içerisinde olmak ve “Ben”lik iddeasından sıyrılmak ile mümkün olacaktır. Kişinin içerisinde bulunduğu bu Şehir içinde var olan benliği kişiye, sahip olduğu varlık hissi, yani bedeni, benliği dışındaki hiç bir şeyin öneminin olmadığını söylemektedir. Bu sebeple, bu bilinç içerisinde yaşayan ve diğer bilinç seviyelerinden pay almamış bir kişi, ne değerlere, ne vicdana, ne sevgiye, ne de buna benzer şeylere önem vermeksizin, kendi varlık ve bedenini en iyi şekilde var kılmaya ve tatmin etmeye meyillidir. Onun için en önemli şey, benliğini yücelemek ve sonu olmayacak şekilde zevklere yönelmektir. Bazı değerlere önem vermesi de, sırf kendi istemesine veya zorunlu bir halin oluşmasına dayanmaktadır. Yoksa bu bilinç sahibi gerçekten zalimdir. Bu bilinç ile hareket eden bir kişinin ise, iyi bir insan olması düşünülemez. Đşte buna istinaden bu bilinç seviyesine “Kötülüğü Emreden bilinç” manası yüklenmiştir. “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir" dedi. “(Yusuf–53) Bu noktada, önemli bir bilgiye dikkatini çekmek istiyorum. Unutma ki, gerçek “Varlık” ne ise, Rabb odur. Yani, sen gerçek varlığının ne
110
olduğunu düşünüyorsan senin “Rabb”in o’dur. Kabul ettiğin bu gerçek varlık ne ise ve senden neyi talep ediyorsa, onun için herşeyi yaparsın, yani gerekiyorsa dal kavukluk, yalan, cinayet veya ahlaki tavır içinde olmak, ibadet v.s. Sadece senin hangi Varlığı ve buna ait değerleri Rabb kabul ettiğin önemlidir. Senin yaşamın buna göre şekillenecektir. Rabb’in olana gösterdiğin yönelim ise, sana bilinç olarak dönecek ve seni mesh edecektir. Artık bu bilinç, senin “Muhit”in olmuştur. Sen bu gerçekliği yaşarsın ve ölümle birlikte de Hakikat aynasından senin bu bilincin–kalp halin sana yansır. Artık Sen, bununla Haşr olunursun. “Eğer Allah'ın size lütfu ve merhameti olmasaydı sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Fakat Allah, dilediği kimseyi tertemiz kılar. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Nur–21) Bu bilgi bize şunu gösterir; Rabbin ne kadar Latif ise, senin düşüncelerinin ve arzularının da o kadar latif olması gerekir. Sen yoğun olan bir varlık ile kendini özdeş görürsen, hâkim düşünce ve arzuların da, kesif ve kuvvetli olacaktır. Bu kuvvetli arzular, kuvveli ve yoğun duygular anlamına gelir. Bu yoğun ve kuvvetli duyguların yarattığı hisler ise, mutlak surette seni yakacaktır. Unutma ki, Dünya Cehennem’den bir parçadır ve sürekli yanmaktasın. Bunun sebebi, ağırlıklı olarak, senin kendini organik bir beden olarak bilmiş olmana dayanmaktadır. Bu beden hissi ve benlik bize, aşırı sahiplenme, hükmün senin veya başkalarının elimizde olduğu fikrini verir. Acı ve yanışın asli sebebi budur.
111
Nasıl ki, bu bilinç seviyesinin hisleri ve düşünceleri yoğundur, aynı ile de bu bilincin hakim rengi de en yüksek frekanslı ve yoğun renk olan kırmızıdır. Bu bilincin bedendeki karşılık yeri, cinsel organımız ile anüs boşluğu arasındaki hassas bölgedir. Bu renk ve bölge bizim fiziki güç merkezimizdir. Bu bilinç Şehrinde madde algımız bu sebeple kuvvetlidir. Bu renk frekansı aynı zamanda tüm objelerin, resmin genelinden kopuk ve bağımsızmış gibi görünmelerini de sağlar. Bu algı, tüm suretlere ve algılanan varlıkların sendeki varoluş hislerine kalın bir kontur atar ve şeyleri birbirlerinden ayırır. Ayrıca bizim âlemimize derinlik hissi veren de bu renk frekansının bilincidir. Bu rengin bilinci, biz farketmeden objelere üç boyutlu bir derinlik kazandırır. Bebekler doğduğunda “Ben” hisleri yoktur. Objeleri seçemez, takip edemezler ve de algıları iki boyutludur. Zamanla kırmızı renk frekansına algılarının girmesi ile beraber, iki boyutlu olan ve seçilemeyen görüntüler derinlik kazanmaya ve objeler, şeyler fondan ayrılıp ön plana çıkarak algılanmaya başlanır. Yön duygusunun oluşması da bu duruma eşlik eder. Böylece bebek, kendisini de, bir birey olarak algıladığı âlemde, ayrı bir yere sahip olarak algılamaya başlar. Bu durum yerleştikçe, aynı zamanda hafızayı, yani insanın “Hafaza Melekesi”sini çift yönlü olarak devreye sokar. Đşte tüm bu değişimin sebebi, bilincin kırmızı renk frekansına girmesidir. Böylece, kişisel kayıt levhamız yani kişisel arşımız olan beden levhamız aktive olmuştur. Bu frekansın titreşimleri yerine oturdukca, düşünme, konuşma ve yürüme gibi
112
fizik bedenin dış âleme olan kudreti, yönelim ve yetileri de devreye girmektedir. Bu yetiler ise, bu hafıza levhasına adeta kendi kitabımızı yazdığımız “Kalem” durumundadır. Bu renk frekansının irfani dildeki değerli taş karşılığı “Kırmızı Yakut”tur. Bu bizde bulunan asli “Ruh”un Âlemimize temas rengidir. Var olan şey, yok olmaz. Bu sebeple, bu birimsellik bilgin zahiri yaşama bakan yönde sonsuza dek seninle beraber var olacaktır. Ancak batında kendini birim kabul etme durumun böyle değildir. Ancak, bu bilginin isnat ettiği şeyin ne olduğunu tanımlamak senin elindedir. Organik ve kesif bir bedene sahip, etken ve kendi hayatını yöneten bir varlıkmısın? Yoksa latif bir bilince sahip, kul bilinci içerisinde,
elinden geleni yapan ve Allah’ın herşeyin idaresini
elinde tutuğunu düşünen bir bilinç varlıkmısın? Dünya’da yaşadığın sürece ateşin içindesin, her yönün senin algılayamadığın sönük Ateş ile çevrili ve az çok yanmaya devam edeceksin, ancak ikinci tanıma sahipsen ve gereğini yaşamaya ve eylemlerini bu bilinç ile yapmaya çalışıyorsan, bilesin ki, bunu başarabildiğin ölçüde Ateşin içinde daha az yanacaksın. Çünkü, bu Ateşi aktif yapan ve alevlendiren şey sendeki “BEN” hissidir. Bu bilinç seviyesi, Hayvani ruh dediğimiz tabiat güçlerinin etkisine oldukca açıktır. Vücudunda meydana gelen en küçük bir acı, üzüntü, duygulanma vs. ”Ben” tanımı ile sürekli örtüştüğü için bilinç, vücut kimyasının adeta oyuncağı olmuştur. Vücut kimyasını ise, düşüncelerinin var ettiği “Vehm” kuvvesi idare eder. Bu
113
sebeple, aşırı kıskançlık, diğer insanların bize zarar verebileceği düşüncesi ve hayata karşı aşırı derecede önlem alma, hissi bu bilincin tipik özellikleridir. Bu sebeple de, aşırı derecede mal düşkünlüğü, biriktirme ihtiyacı ve garanti isteği bu bilinç şeklinin benliğini adeta kuşatmıştır. Korkularının yönettiği bu bilincin insanı, hayatını sürdürmek için aşırı güç tutkusu içindedir. Bu sebeple
de,
her
şeye
hâkim
olmak
ve
yönetmek,
onun
vazgeçemeyeceği bir yönelimdir. Bu özellikler ise bu bilincin Cehennem ateşidir. Batın’da oluşturulan bilgi, yaşam ile Zahire yansıtılıp, kendi varlığına bu ilim mesh edilmedikce, kişi bilinçlenemez. Yaşama geçirilemeyen hiç bir bilgi kişinin bilinci haline gelemez. Böyle bir kişi, sadece bilgi sahibidir. Ancak bilgisine sahip olduğu şeyi yaşamı kılamamış, yani öğrenip bilinçlenememiştir. Bilgi sahibi olmak ile öğrenmek arasındaki fark budur. Birisi bilinç bilgisi, diğeri ise, bilincin kendisi olmaktır.
114
Şehr-i Levvame
.
Bil ki, bugün insanların çoğu Emmare Şehrinde hayatlarını sürdürmektedir. Dahi ikinci şehirden de payları vardır. Ne zaman ki, bu topluluk içerisinde bir insan, kendisini ve evreni yaratan bir gücün varlığını sözde değil de kalben hissetmeye başlar ve imanı gelişim gösterir, işte o zaman kalbi latifleşmeye başlar. Zaman içerisinde iyi ve kötü ayırımı keskinleşmeye ve dinin emrettiği fiilleri yerine getirip getiremediği kendisi için önem kazanmaya başlar. Bu nokta itibarı ile kişi, kâh din ve ahlakın kendisinden istediği ideal noktaya ulaşarak, ibadete gerekli önemi verir ve insan ilişkilerinde riya, yalan, haram, helal ayırımı ve ahlaki değerlere sahip eylemler ortaya koyar, kâh bunu tam tersi günah ve edep dışı tavırlar diyebileceğimiz eylemlerin içinde kendisini bulur. Đşte bu noktada,
günahlarından,
ahlak
ve
dine
uygun
olmayan
hareketlerinden dolayı kendisine kızmaya ve kendisini “Lev” etmeye başlar. Yani, kendisine kızar ve yakar. Đşte bu sebeple bu bilince ve yaşamı algılayışına “Levvame Bilinç” denilmiştir. “Kıyamet gününe yemin ederim.” “Kendini kınayan nefse (Nefs-i Levvame) de yemin ederim “ “Đnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanır?”(Kıyamet–1, 2, 3) Bu bilinç, Allah tarafından övülen ve Kuran’da üzerine yemin edilerek bahsedilen müstesna bir bilinç seviyesidir. Dikkat edilirse,
115
kıyametin kopuşu ile beraber zikredilmesi ve övülmesi bir raslantı değildir. Bu bilinç seviyesinin iman sahibi, bir hak tutkunu ve kul olduğu bilincini samimiyetle yaşatmaya çalışan bir taliptir. En önemli özelliği, Allah’ı Rab olarak tanıması ve elinden geldiğince dinin emir ve yasaklarına uymaya çalışmasıdır. Bu bilinç içerisinden geçen hak yolcusunun, Allah’a olan saygısı ve sevgisi geliştikçe, kalbinde Aşk atesinin kıvılcımları belirmeye başlayacaktır. Zaman içerisinde ilim tahsil etme, evren ve yaratıcısını tanıma isteği hâsıl olacaktır. Artık, bu yolcu ilim öğrenmeye başlar ve bildikleri ile yanması daha da artarak devam eder. Bu yanış ve samimi ibadete sıkı devam, onu git gide arındıracak ve kalbi latifleşmeye başlayacaktır. Yola girme isteği, bu bilinç seviyesinde, yani Levvame Şehrinde baş gösterir. Yolun taliplisi, eğer içinde yeşeren hak ateşinin şiddetinin arttığı bir hale bürünür ve ibadette, tefekkürde sebat sonucu geldiği noktayı yeterli görmez ise, sadece dinini öğrenmenin değil, Allah’a yol almanın ve ona ulaşmanın şartlarını zorlamaya başlayacaktır. Bu bilinç seviyesi ve bir üsttünde dahi, henüz bir hakikat seyrinin bulunmadığını ifade etmek isterim. Fena mertebelerine adım atılmadıkca seyirden söz edilemiyeceğini bilmelisin. Bu Şehrin yaşamının sürdüğü şehir halk şehridir. Burada kişi ikili ilişkiler âleminde, ilmi ve inancına uygun bir hayat kurma ve kendisini tanıma çabası içerisine girmeye başlamıştır. Đlişkilerde, kişilere inanç duyma ve sağlıklı ilişkilerin sağlanması mücadelesi
116
kişiyi oldukca meşgul etmektedir. Ayrıca kişi, kendisi ile olan ilişkisini de sağlıklı bir zemine oturtmak gibi ağır olan bir yük de yüklenmiştir. Bu seviye, kişilere karşı iyi davranışlar sergileme, din ve iliminin emirlerine uygun bir şekilde davranışlar gösterme hali içinde iken, Nefs’i yapı ve Cinni bilincin katmanının yarattığı vesvese ile vehm de, kişinin başını rahat bırakmamaktadır. Bu bilinç seviyesine sahip olan bilincin yaşamında, karşıt kavramlar artık savaş halindedir. Kişideki bu savaş, bizzati kişiyi yakan ateşin kaynağıdır. Bir tarafdan kişi aynı zamanda kendi “Ben”ini halka kabul ettirme ve kendisi ile barışık olma mücadelesini vermektedir. Bu bilincin ruh halleri bir hayli değişkendir. Bunun sebebi, tefekkür edebilme yetisinin, yetkin olarak kazanılmaya başlaması, Allah, sistem, yaşam ve halk üzerinde fazlaca düşünme halinde bulunulmasıdır. Aklı kullanabilme
nuru
belirmeye
başlayan
bu
bilinç
sahibinin
yükselişinin işareti, artık cinsellik, yeme içme ve eğlenceli vakit geçirme gibi kendisi için yaşamın amaçları diyebileceğimiz şeylerin arasına, tefekkür, ibadet ve ilim tahsil etme, muhabbetullah gibi zevklerin yavaş yavaş girmeye başlamasıdır. Bu Şehirde ilerleme şansı bulan yolcu, bir üst bilincin kapısını uzakdan görmeye başlamıştır. Bu kapı değerli taşlarla bezenmiş, altın varaklarla işlenmiş bir halde parlamaya başlayacaktır. Letafeti git gide artan yolcu, dostları arasında artık aranan, sohbetinden
117
zevk alınmaya başlanan bir kişi olmuştur. Ancak, bu arada Nefs’i, bilgi ve hükmün tadını almaya başlamıştır. Bu tehlikeli halin ortaya çıkışı, yolda ilerlemeyi arzuladıkca artacaktır. Bu diğer şehire talibin geçeceği kapı, bilginin zevkine ait altın varakları ve ulaşılması istenilen makam ve ilim fetihlerinin değerli taşları ile bezenmiştir. Bu bilinç kapısına ulaşıncaya kadar yolcunun hayat serüveninde ulviyet alanı dışındaki makamlar ve kazançların değeri varken, bu sefer de Din kökenli ilim ve buna ait olası makamlar önem kazanmaya başlamıştır. Bu makamların kendi şahsi kimlik örgüsü ile bütünleşmesi ve bu halin hâkimiyeti altında olan insani ilişki şekilleri, kişinin hayatında yerini almaya başlayacaktır. Kişi, kendi öz hakikatine ait cehalet zulmeti ile hala kuşatılmış bir mekânın içinde yaşamaktadır. Ancak, bu zulmet perdesinin yüzeyinde zamanla delikler açılmaya başlanmış ve hakikatin kavranış nuruna ait gaybi ışık hüzmeleri, yolcunun yaşamsal mekânına sızmaktadır. Burada önemli olan, kişinin zatına ait kimlik tanımlarını kendisinin yapmamasıdır. Kimliksel tanımlamalar yaşam alanında, Zat’en kendi özünü sınırlandırmak ve kayıt altına almakdan başka bir şey değildir. Burada doğru yönelim; kendimize dışarıdan verilen kimlikler içerisinde kulluk görevimizi, sadece varolarak yerine getirmektir.
Çünkü
kimlik,
âlemde,
hayat
denen
yaratım
sahnesinde, fonksiyonel olarak bir yer ve işleyişin tanımlanmasıdır. Ancak, unutma ki, Âlemde açığa çıkan tüm varlık ve oluşlara
118
hükmeden tek bir bütünsel bilinç, her bir aletin kullanılacağı doğru yeri ve işlevini bilebilme şansına sahiptir. Eğer sen içeriden kaynaklanan
bir şekilde dışarıya, kendi
belirlediğin
kimlik
kabuklarını dayatmaya kalkarsan, bunun seni yakması kaçınılmaz olacaktır. Örneğin, sen bir okulu bitirirsen, bu okulun yönetimi sana bir mevki ve meslek ismi verecektir. Đşte bu mesleki fonksiyonu yerine getirmeni sağlayan Kimlik senin tarafından değil, senin dışında bir merci tarafından sana verilmiştir. Mesleki alan içinde sen bu kimliği haddi aşmadan kullanırsan sorun yaşamazsın. Ancak, bu kimliği olur da, ben şu kişiyim, şeklinde meslek dışında sosyal yaşamda kullanmaya kalkar ve bu kimliksel tanımı tatmin etmeye yönelik bir benlik haline bürünerek beklenti içerisine girecek olursan, yanman ve benliğinin güçlendirmen kaçınılmaz olacaktır. Hakikate ait sohbetlerin yapıldığı topluluklara dâhil olma isteği bu bilincin önemli yönelimlerindendir. Artık yolcu, topluluk psikolojisi ile hareket etme ve örnek aldığı kişilerin etkisine daha da fazla açılmıştır. Derken yolcu okudukları ve dinledikleri sayesinde hatırı sayılır bir kitabi ilime de sahip olmuştur. Bu bilgi birikimi yolcunun kendisinde, konular ve kişiler hakkında hüküm verme dürtüsü oluşturacak ve doğru-yanlış, gerekli-gereksiz gibi kavramları, bu seferde Dinle ilgili olarak gelişecektir. Bu aşama “Şeriat Âlemine” adım atılmasıdır. Şeriat bakışına sahip olan yolcu farkında olsun veya olmasın kabuğu sert olan kuralcılığın içerisine girmiş demektir.
119
Ancak, yolda yürümeye başlamanın ilk adımı olan bu aşamanın da açığa çıkması sağlıklıdır. Yolcu,
vehmettiği
Rabbinin
istediklerinin
yerine
getirilmesi
gerektiğini düşünmekte ve tüm davranış ve yönelimlerini bu gerçekliğe göre şekillendirmektedir. Ayrıca Kişi, karşısındakinde hakkı müşahede makamında olmadığından, yaşamsal bütünlükten bazı kişi ve olayları dışlayacaktır. Her öz, meyve, nasıl bir kabuğun içindedir ve kabuk olmadan yeşerip olgunlaşamaz ise, Şeriat eksenine uğramayan yolcunun da pişip olgunlaşabilmesi nerede ise, imkânsızdır. Şeriat, Toprak elementi ile özdeştir. Kişinin ayaklarının yere sağlam basması, bu aşamadan sağlıklı bir şekilde geçmesi ve kendisini fizik âlemde güçlendirmesi ile mümkündür. Kalp sınırının altında kalan beden noktaları, sıcak renklere sahip Şehirlerin manaları ile ilişkilidir. Kalp sınırının üzerindeki noktalar ise, soğumuş ve Zat ateşinin âlemden geri çekilmesinin mana titreşimlerine
sahip
renklerin
hâkimiyeti
altındaki
şehirlerin
manaları ile ilişkilidir. Levvame şehrinin duvarları Turuncu rengin ahengi
ile
örgülenmiştir.
Bu
renk,
kırmızıdan
sonra
renk
frenkansında yerini alan ve Zati Ateş in gölgesi olan bir bilincin rengidir. Toplumsal ilişkiler ve uyum sorunları yaşandığında, bu rengin
hayatımıza
çeşitli
vesilelerle
sokulması,
dengemizin
kurulması açısından önemlidir. Sürekli okumak, ilim almak, ilmin
120
zahire yansıtılamaması, zamanla dengemizi bozabilir ve bizi hazım sorunları ile karşı karşıya bırakabilir. Bu aynı ile, bizim boşaltım sistemi bozuklukları yaşamamız şeklinde de kendisini gösterir. Đşte bu durumlarda; Turuncu Rengin hayatımıza sokulması ve sosyal yaşamdan
kopmamamız
döndürecektir.
bizi
(Yeme:Örneğim
tekrar Portakal,
denge içme,
durumuna giyinme,
bu
renkdeki objelere bakmak..) Bu şehrin bir su şehri olduğunu, hâkim elementinin “SU” olduğunu bilmelisin. Bu sebeple, “Levvame Şehri” duygu hâkimiyetinin güçlü olduğu bir duygu şehridir. Toprak elementinden geçen bilinç daha latifleşmiş ve suya yönelmiştir. Ancak bu su, bünyesinde açığa çıkmayı bekleyen ateşi barındırmaktadır. Su, Ateşe benzer. Su, Ateşin Âlemden geri çekilmesi ile oluşan elementel yapıdır. Unutma ki, suyun yoğunlaşması ile soğuk olan buz meydana gelir. Ancak soğuk ve tene dokunan bu buz da seni yakar. Bizim konumuz yola adım atılması sonrasında, bir yolcunun uğrayacağı Şehirler ve içerisine gireceği müşahedeler olduğu için, yola ilk adımın atılmaya karar verildiği bu şehirde daha fazla kalmak uygun değildir. Bil ki, hak yolunda ilerlemek adına ne olacak ise, bu bilinç seviyesinin kemalatına ulaşılmasından sonra başlayacaktır. Bu Şehrin yaşam kemalatı ise, Allah’a yönelmek, halk içerisinde ahlaklı ve uyumlu bir yaşamın tesis edilmesinden başka değildir.
121
Bil ki, bu bilinç seviyesinde şeriatın koyduğu Ahlaki kurallara ve imanı tesis etme aracı olan ibadetlere, ara vermeksizin, mümkün olan en yüksek oranda itaat ile devam etmen çok önemlidir. Değerli yolcu, hiç bir zaman unutma ki, bilinç ölümünü tadana kadar, yani sana Yakin gelene veya normal ölüm ile karşılaşana kadar, edep dairesinde kalmaya, şeriatın koyduğu ahlak kuralları ve yasaklara uymaya azami önemi vermelisin. Ölümden sonra dahi senin ibadetin devam eder ve edep sende arındıkca meleke kesbeder. Ancak, bunun şekli önceki halinden farklıdır. Tam fena gerçekleşene kadar da kendini güvende ve emin hissetmeyesin. Ancak bil ki, tam fena hali ve Allah’ın kişinin kalbini eline alması da nadirin nadiri gerçekleşen bir vuslat derecesidir.
122
Şehr-i Mülhime
.
Yola kendisini kınayarak ve yakarak adım atan yolcu, bulunduğu şehirde gün geçtikçe Allah ve kurduğu sistem üzerinde tefekkür etmekte, bunun yanısıra da ibadetlerini elinde geldiğince yerine getirmektedir. Kazandığı ilim, belirli bir doygunluk noktasına ulaşan talip, düşünce dünyasına doğan birçok soru sormakta ve bunların cevaplarını araştırmaktadır. Allah’a karşı belirli bir oranda kazandığı ilim, ona olan sevgisini ve iç sıcaklığını artık daha da arttırmış, onu anmak ve ibadetlerden zevk sahibi olma hali benliğine eşlik eder olmuştur. Hakikat nuru, azda olsa bulunduğu şehrin duvarlarına çarpmakda ve şehir kendine önceki halinden daha aydınlık, yaşanası gelmektedir. Yolun başına geldiğinde, içinde bulunduğu Levvame şehrinin her yönünde parıltısını hissettiği, kendisini heyecanlandıran ve daha önce dikkatini hiç çekmeyen bir kapıyı farketmeye başlayacaktır. Bu kapının işlemeleri ve değerli taşlarının mana nurları, kapının diğer tarafına geçilince kendini belli edecektir. Bu nurlar, ilim fetihleri, hikmet ve saptırıcı, şaşırtıcı nurlardır. Derken, takdir edilen gün gelir. Yolcu, yine bir gün Allah hakkında derin
bir
tefekküre
daldığında,
Allah’ın
kuluna
yansıttığı
hidayetinin nuru olan bir meleki kuvve, iç derinliğinden kendisine parlayı verir. Bu nur, Allah’ın kendi derinliğinde mevcut olduğunu kavrayışının nurudur. Bil ki, bu hal genellikle birden bire bir
123
ilhamın kalbe ve beyne doğması ile belirir. Bu belirişin Nuru, kişinin gönlündeki Aşk Lambasının fitilini tutuşturan bir ateştir. Bu meleke, yolcuda beliren ilk ilham belirtisidir. Artık ilham kapısı, altın varakları ve parıltılı değerli taşları ile kendisine görünmüştür. Bunun sebebi “Đlhamlar Şehri, yani “Şehr-i Mülhime”nin kapısından içeri girmiş olmasıdır. Böylelikle ben bilinci, asli unsuru olan Ateş elementi ile bu şehrin kapısında tutuşturulmuş ve yanmaya başlamıştır. Bu Ateşin Nuru, kapıdaki taş ve altın varakları kendisine daha da parlak göstermeye başlayacaktır. Artık yolcu, en tehlikeli ve bir o kadar da Đlmi ve yaşamsal zevkleri tatma potasiyeli ile dolu olan bir yeni şehire adımını atmıştır. Yolcu, önceki şehirlerde sadece madde âleminde bazı oluşlar ve zevkleri tadarken, artık yaşamına bir mistik hava dâhil olmuştur. Bu öyle bir simyadır ki, yaşamındaki tüm madde âlemi adeta ruh sahibi olmuş ve kendisi ile daha önce hiç bilmediği sırlarını paylaşmaya başlamıştır. Kendi varlığının Allah’tan ayrı olmadığının, yaratılışın bir ve tek olduğunun ilmi ve kendisinin içine girdiği hal, aklını git gide başından alacaktır. Bu öyle bir hal ve farklı sarhoşluk halidir ki, zaman geçtikçe, şehrin sokaklarında kişinin bedeni ve bilinci adeta ayrı ayrı gezmeye başlayacaklardır. Yolcu artık, öz ile ilk temasını kurmuş ve ilham almaya başlamıştır. Fakat bilmediği birşey vardır; bu ilham hem Meleki, hem de Şeytani olmak üzere iki yüze sahiptir. Kendisi de üstelik bu şehrin halkı ile ilgili daha önce hiç bir şey
124
duymamış ve görmemiştir ki, onların bilinç yüzlerine bakarak tanıyabilsin. Đşte bu şehirin ismi, ilhamlar şehri anlamına gelen “Şehr-i Mülhime”dir. Büyük soruları sorma kapasitesine bürünmüş olan yolcunun soruları, cevaplarını bulamadan, düşünce âlemine gelen yenilerine katılmaktadır. Bilinci, bu şehirde ilerledikce, kuvvetli Ateş elementi ile tutuştuğu için, adeta göz alıcı bir Nura da kavuşmuştur. Artık, toplum içinde dikkat çekici bir zat haline gelmiştir. Sözleri melodi gibi cezbedici, anlattıkları ise, aldığı ilham perilerinin güzelliği sebebi ile dikkat çekicidir. Bu hal üzerine iken, kendisinin cevaplarını alamadığı soruları sorabileceği ve kendisine yarenlik edecek bir Zatı aramaya mutlak surette koyulacaktır. Yukarıdaki bölümlerde sana aktardığımız gibi ilk karşılaşılan hakikat genellikle çok yanıltıcıdır. Bu durum, bu şehrin hakikati için de böyledir. Yolcu kendisinde Allah’ı bulmuştur. Ya da öyle sanmaktadır. Ancak kendisi dediği şey hala isim benliğinin ifade ettiği, vücuda endeksli bir yapıdadır. Yani, farkında değildir henüz, ancak kendi isim benliği ile Rabbi arasında bir örtüşme ve aynılık ilişkisi kurmuştur. Böylelikle içinde bulunduğu bu parıltılı şehir, Allah’ın koruması olmadıkca ve kendi yönelimi ve iradesi ile bu düşüncesinden
uzaklaşmadıkça,
küfüre
girmekten
kendisini
kurtaramıyacağı yalancı bir Cennete dönüşecektir. Değerli yolcu bil ki, yol bu şehrin içinde başlar. Aşk dahi, yolcudaki
125
hakikat ateşinin burada tutuşması ile alevlenir. Đlk karşılaşma-irtibat ile birimdeki yüzünü gösteren hakikatin güzelliği, yolcuyu kendisine âşık edecektir. Artık yolcunun aklı fikri, bu vechine tutulduğu
güzelliğe
ulaşmak
ve
onunla
vuslat
gecesini
yaşamaktadır. Fakat, bu şehri yöneten bilinç hâkimi, ona gerçek güzeli değil, onun çarpık bir suretini göstermiş ve kendisini muhtemelen yanıltmıştır. Bu şehrin hâkimi-hükümranı, yolcunun kendi derinliğinde mevcut olan öyle bir bilinç katmanıdır ki, artık istediği her surette yolcunun karşısına çıkıp onu aldatma şansına sahiptir. Çünkü yolcu doğru yola adım atmıştır ve bu hâkim bilinç Allah’a giden doğru yolun üzerine oturup yolcuları şaşırtıp saptıracağına yemin etmiştir. “Đblis: "Öyle ise andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de onları saptırmak için her halde Senin doğru yoluna oturacağım”(Sad–16) Bu şehrin kapısını sana biraz daha anlatalım ki, Allah’ın yardımı ile karşılaştığında onu tanıyabil. Bu kapı Hakikat ilminin sende zevke dönüşmesi ile açıklayabileceğimiz altın varaklarla kaplıdır. Ancak, senin için en tehlikelisi ve bu varakların en parlak olanları, kazandığın ilim ve anlayış sayesinde toplum içinde aranan ve kapıları kolaylıkla açabilen bir kişi olmaya başlamış olmanı ifade eder. Kapıdan geçer geçmez ise, şehrin girişinde seni tutuşturmak için bekleyen ateş, sana mutlak surette bir acı olay ile dokunacaktır. Buna çok dikkat et! Allah ile ilgili daha önce yaşamadığın bir açılım ve biliş yaşaman, sana en büyük belirtidir. Bu kesin bir bilgi dir ve
126
senin Allah ile olan ilgini, sana, içinde hiç bir şüphe kalmayacak şekilde ilham edecektir. Bu ilhamın akebinde mutlaka seni yakacak bir acı olay bu bilişe eşlik edecektir. Sana acılar yaşatacak bu olayın hiç beklemediğin ve aklının alamadığı bir değişim ile sana isabet etmesi muhtemeldir. Sanki herşey bir anda ter yüz oluvermiştir. Ancak, bu olayın yaşanış şeklinde de, Allah’ın yarattığı kulların adedince bazı farklılıklarının olacağı da muhakkaktır. Bu sana açılan, öyle bir bilişdir ki, sen bu halinle önceden kitap okur ve bir bilgiyi dışarıdan alırdın. Ancak bahsettiğimiz bilgi sana direkt olarak iç derinliklerinden bir farkediş olarak isabet edecektir. Bu ilim gerçekten değerli bir ilimdir. Ancak hazmı ve dönüştürmesi bir o kadar da zordur. Sen bu karşılaştığın acıyı tatdıktan sonra, bu ateşe bünyen alışmaya, etkileri yaşamından zamanla çıkmaya başlayacaktır. Artık bu şehrin hâkim bilinci en sinsi oyununu, oyun alanında, yani Mülhime şehrinin sokaklarında ve evlerin içinde sahnelemeye başlayacaktır. Bu hükümdar, tedbiri kıyafet olarak her kılıkda karşına çıkabilir. Ancak, ilmin yeterli olmadığından onu tanıman güçtür. Bazen bir mürşit, bazen ilim sahibi bir zat, bazen de bir arkadaşın olarak karşına çeşitli surette çıkabilir. Bazen de, bir ses ile veya bir ışık varlık görünümünde tüm güzelliği ile seni cezbetmesi dahi beklenebilir. “O ki insanların kalplerine vesvese verir,” “O şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da olur.”(Nas–5, 6)
127
Şehirleri anlatmadan önce, sana, sahip olduğun bilincin seni bir latif küre gibi kuşattığını ve bu bilincin senin algıladığın zahiri âlemi var ettiğini anlatmıştık ve demiştik ki, bu bilinç küresi adeta bir frekans çözücü gibi görev görür ve gelen yayını çözümleyerek senin hayatını görünür ve algılanabilir kılar. Ayrıca, bu yayının araya giren unsurlarca saptırılabileceğinin bilgisini de sana aktarmıştık. Đşte
Mülhime
Şehri
Hükümdarının
eylemleri
bu
cümlenin
kapsamında bulunmaktadır. Çünkü Allah ona kıyamete kadar izin vermiştir. Bu bilinç şehri, değerli kütüphanelerle süslüdür. Bunun sebebi; bu şehre girenlerin ilim ve irfan tutkunu haline gelmeleri ve sürekli araştırıp okumalarıdır. Genellikle Arifler bu şehrin sakinleridir. Allah aşkı arttıkça, onu bilmenin irfani aşkı da hat safhaya ulaşacaktır. Artık sen, söylenen sözlerin manalarına daha iyi nüfus edersin. Bu halin devam ettikçe, başka boyutlara ait algılarında zamanla gelişecek ve başka boyutlardan, şehirlerden de haber almaya başlayacaksın. Bu şehirde ilerlemede sebat ettiğinde ilk müşaheden, yukarıdan aşağıya veya yanlamasına hızla hareket eden küçük zerreler halinde tanecikler algılamaya başlamandır. Belki önceleri de bu yapı senin dikkatini çekerdi. Ancak şimdi bu algın netlik kazanacaktır. Bu senin, zahirini var eden dalga girişimli latif yapıyı ve önceden boşluk diye tanımladığın şeyin, aslında boş olmadığını algılamaya başlamandır. Bunun sebebi, senin bilincinin iç derinliklerinde, yani enfüsunda ilerlemen konusunda yol kat etmiş olmandır.
128
Bu hal üzerine bir müddet devam edersin. Belirli bir süre sonra perdeler sıra ile kalkmaya başlar. Zaman içinde artık sen gözlerini kapattığında, bazı suliyetler seçmeye başlarsın. Bazen bunlar renkli de olabilir. Bunlar, senin âlemini oluşturan Heyuladan, senin algına yansımaya başlayan ilmi suretleridir. Okuduklarından ve sohbetlerden zevk alma halinin seni iyice sarmaladığı bir dönemin sonunda, bir de bakarsın ki, daha önceki şehirlerde canının çekip de ulaşamadığın maddi zevkler sana kendiliğinden, hem de beklemediğin yollardan gelmeye başlamış. Zevk alarak içinde bulunduğun ortamlarda, karşı cinsden güzel insanlarla rahatlıkla iletişim kurmanın ve onları cezbetmenin yollarının sana artık kolaylaştığını, maddi açıdan da, imkânların karşına çıkması ile belirgin bir rahatlık hissinin sana isabet ettiğini müşahede edersin. Bu haline, sigaraya, kumara başlaman veya içkiyi hiç veya az içerken, yoğun içki tüketmeye başlaman, yani süfli zevklere sınır tanımadan yönelme halinin açığa çıkışını da ekleyebiliriz. Belki de en önemlisi, bu değişimlerin, arzularına kolaylıkla ulaşmaya başlamanın sebebinin, sende meydana gelen değişim olduğunu, yani ilimin bu değişime neden olduğunun farkına varmandır. Bu hal üzereyken, kendi isim benliğinin varlığı, artık senin için Allah’tan başka değildir. Allah ile olan irtibatın, yöneldiğin bir çok şeyi rahatlıkla elde etmene neden olmaktadır. Sınırlamaların artık,
129
senin
için
gerekli
olmadığını düşünürsün. Aslında bu bir
düşünceden çok bilincinin ister istemez içine girdiği doğal bir yaşayıştır. Bunun sebebi; senin hakikatle karşılaştığını sanman ve Allah’ın Zatına, Sıfatlarına ait ilim ve ayırımlara vakıf olmamandır. Bu noktada, istisnai durumlar dışında, Allah’ın hidayetini sana ulaştıracak bir yol göstericinin yardımına mutlak surette ihtiyaç duyacağını ifade etmemiz gerekir. Çünkü, artık senin bilincin kendini özgür kabul etmekte ve git gide bedenini kendi haline bırakmaktadır.
Rabb
mertebesi,
senin
Nefs’inde
mevcut
olduğundan, senin bedeni yapına endeksli bilincin, istediğini yapmak istemektedir. Unutma ki, bedeninin de kendine has bir bilinci vardır. Senin öz bilincin ve bedeninin Hayvani Ruhu-bilinci, hem beraber titreşir, fakat hem de ayrıdırlar. Bilgiye ulaşan ve hükmeden, Ali bilinç irtibatının, mutlak surette bedeni yapına sahip çıkması ve onun istediği her şeyi yapıp, sufli davranışların içerisine rahatlıkla girebilmek için, senin asli bilincinin sahip olduğu ilmi kullanmasına izin vermemen gereklidir. Bunun sebebi; eğer böyle yapmaz isen, kendini bilinç boyutunda beden dışında bir yapı olarak tanımanın mümkün olmamasıdır. Bu hal üzere senin bilincin, istesen de, istemesen de kendisini bir beden olarak kabul etmeye devam edecektir. Belki de, en tehlikelisi, artık o sıradan bir birim bilinç de değildir. Artık, aldığın ilmi ile senin ben bilincin kendisini, kudret ve hâkimiyet sahibi Rabbi yapıda bir bilinç olarak görmeye başlayacak ve sahip olunan tüm ilime de, bedeni yapıdaki isim
130
benliğinin sahip olduğu gibi feci bir hataya düşecektir. Bu şehirde sergilenen oyunlar çoktur. Zemini çok kaygandır. Aldanmaları boldur. Bu sebeple tüm bilinç şehirlerinden daha önce geçmiş bir rehber aramanı ve bulmanı sana tavsiye ederiz. Ancak, bu rehbere kalben yakınlık hissedebilmen önemlidir. Bunun yanı sıra, böyle bir rehber bulman her ne kadar senin işini kolaylaştıracak olsa da, böyle bir zorunluluğunun da bulunmadığını belirtmek isterim. Bunun yerine Âlim zatların yazmış olduğu kitapları okuyarak nasihat nurlarından yararlanman yararlı olacaktır. Hidayet Allah’a aittir. Böyle bir zat ile karşılaşma şansına sahip olursan dahi, ilmi ne oranda güçlü olursa olsun, kaben rabt olamadığın ve dünyayı kalben terketmemiş bir şahısdan faydalanman zordur. Burada önemli olan nokta; bu rehberi değil, aslen Allah’ı görmendir. Ayrıca Rehbere, Allah’ın varlığından ve kudretinden ayrı bir güç ve varlık vermemendir. Bunu yaparken de en önemlisi; Allah’ın sana olan yardımını bir tek zat ve mahalle de sınırlandırmamandır. Unutma ki; Allah Âlemlerden Gani, yani zengindir. Eğer, bu noktalara dikkat etmiyecek olursan; her kılığa girebilen Şehrin hükümdarının Şeytani oyunlarıyla, bu rehberin suretinde seni saptırmasından korkulur. Unutma ki, Tek “Veli” ve hami “Allah” dır.
131
“Bilmez misin ki , göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka ne bir veli, ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara–107) “Đnkâr edenler, beni bırakıp da kullarımı veliler edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere konak olarak hazırladık.” (Kehf–102) “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a mahsustur. Öyle iken, inkâr edenler Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar.”(Enam–1) Bunun yanı sıra unutma ki, Hz. Peygamber zamanında yaşayan Müşrikler,
Allah’ı
inkâr
etmemektedirler.
Kendilerinin
Hz.
Đbrahim’in dinine uyduklarını söylemekte ve Kâbe’yi kutsal kabul etmektedirler. Sadece, tapındıkları ve Put haline getirdikleri bazı Zatları, Allah ile aralarında bir şefaatci ve Allah’a yaklaştıran unsurlar olarak görmekte ve onlara tapınarak, onları güç ve kudret sahibi kabul ederek, bu isimleri Allah’a ortaklar koşmaktadırlar. Lât, Uzzâ, Menât gibi putlar, eski devirlerde yaşamış, öze ermiş ve putlaştırılmış zatların isimleridir. Bu sebeple sana, farkında olmadan aynı hataya düşmemeni, gönül verdiğin eğitmenleri haddi aşacak şekilde ululamak ve dini, Allah’tan başkalarına has kılma hatasına düşmekten kaçınmanı ve bu hayati konuda dikkatli olmanı tavsiye ederiz.
132
“Đyi bilin ki, halis din yalnız Allah'ındır. Onu bırakıp da başka veliler edinenler, "Biz onlara sadece, bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" diyorlar. Şüphesiz Allah ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz
Allah
yalancı
ve
nankör
olanları
doğru
yola
iletmez.”(Zümer–3) Ayrıca, Kuran-ı Kerim’de aynı uyarının başka bir şekilde daha yapıldığını görmekteyiz. Örneğin, kitap ehli, hem Hristiyan ve Museviler, hemde ilim sahipleri olarak geçmektedir. Bu noktaya vurgu yapan bir Kuran ayetinde de insanların, Allah’ı bırakarak birbirlerini Rab edinmemeleri konusunda uyarıldığını görmekteyiz. Ayrıca, Müslüman olanların, Allah’ın yücelik ve Rablik vasıflarına kimseyi
ortak
etmeyenler
olduğu,
açık
bir
şekilde
ifade
edilmektedir. “De ki: "Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah'a ibadet edelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilah edinmesin." Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun, biz müslümanlarız."” (Al-i Đmran–64) Bu nokta iki yönü ile önemlidir. Eğer sen, eğitmen veya rehber olarak bellediğin bir zatı, aşırı derecede ulular ve sana ulaşan yardımı Allah’tan değilde, bu birimden bilirsen, böylece bu kişiye güç ve Rububiyyet isnat etmiş olursun. Aynı ile sadece her oluşu
133
Allah’tan bilip vesile kılınan kulu tanımayıp ona karşı teşekkürünün olmaması da istenecek bir hal değildir. Kula teşekkürü olmayan, aslında Allah’a karşı şükrünü yerine getiriyor denilemez. Bu ikili ilişki de senin Allah’ın elini hissedememen ve karşındaki zatı ululaman, senden daha az ilim sahibi olan zatlara karşı da aynı tanım ile yaklaşmana yani, aynı kimlik kabuğuna bürünerek, onların da seni ululamasını talep etmene neden olacaktır. Artık güçlü ve bilgili olanların, güçsüz ve bilgisiz olanları yönettiği bir âlemi seyretmeye başlarsın. Bu hale bürünen bilincin zahiri artık senin âleminin aldığı haldir ve bu âlemde, Allah hakikatine yer kalmamıştır. Böyle bir gerçeklikde yaşamaya başlamakdan Allah’a sığınırız. Yukarıda ifade ettiğimiz, senin kendini Rab olarak görme durumun ve istenmeyen bilinç yöneliminin seni kapsamaya başlamasının bilinç olarak aldığı isim, “Deccaliyyet”tir. Bu bilinç palazlanmış, hüküm ve kudret ile donandığını zanneden, Đlahlaşmış bilinçtir. Bu bilinç, kendisini yaşadığı âlemin Rabbi zannetme hatası içindedir. Unutma ki, ağız ile söylenen söz başka, bilincinin büründüğü gerçeklik başkadır. Sen bu hal üzere iken, Allah’ı anıp onu sözle yücelersin belki. Ancak, farkında olmadan Allah ismine, kendi isim benliğini koyar ve yaratılmış âlemi kendi seyrettiğin âlem ile sınırlı sanma yanılgısından kendini kurtaramazsın. Allah’ı gerçekte yücelemek-hamd, bilinç ve ona uygun eylem ile olur. Laf ile değil.
134
Senin isim benliğinin işaret ettiği bilincin bir karanlık içerisinde tek başına,
kendi
ismini
oluşturan
varlık
âlemini
seyrettiğini
sanabilirsin. Ancak unutma ki, Allah “Rabb-ül Alemiyn” dir. Sadece senin görebildiğin değil, göremediğin Âlem içeri sonsuz Âlemlerin Rabbi dir “O”. Kullarının Âlemlerinde kendisini izleyendir. Bir âlem sahibi birimin, diğer âlemi algılayamaması “O” nun kesitsel algılamasıdır. Bu kesitsel algılama da Âlemlerin var olması için gereklidir. Hiç kimse yüzde yüz olacak şekilde “O”nu ihata edip, seyr yönü ile onun zatına “Aynı an’da”Ayna olamaz. Allah’ın Âlemlerden “Gani” oluşu, bu Âlemleri dahi ihata edişidir. Zatı ise, tüm bu tanımlara sığmayan “Samed” ve “Ahad”dır. Bu bilincin tuzaklarından sıyrılmak gerçekten çetin iştir. Đlmin sana perde olmaya başlar. Bildikce kendine ait varlık hissini eritmen gerekirken, tam tersi kendini diğer insanlardan ayırmaya ve kendine birçok kimlik örgüsü örmeye ve mertebe vermeye başlarsın. Sen artık Arifsindir. Yol gösterici. Bilensindir. Yöneldiğin her işi yapan Kadir... Buna birçok örnek kimliği ekleyebilirsin. Kendini gerçek varlık zannetmeye başlarsın. Asıl olarak farketmen gereken ise; Allah’ın isimlerinin senden yansıdığı gerçeğidir. Fakat dikkat et. Senden yansıması, senin bu isim ve sıfatlara sahip olduğun ve senin bunları varettiğin anlamına kesinlikle gelmez. Farkedersen; sen Allah’ın sıfatlarına, hali ile de Hü’viyetine sahip çıkma halini daha da kuvvetlendirmeye başlamışsındır. Bu kimliklerin hepsi senin ayağına bağladığın ağır taşlardır, ateş
135
toplarıdır. Ayağına taş bağlı olarak deryada yüzebilen bir tek kişi dahi yoktur. Sen de bu halinle, bilinç okyanusunda en dibe batma riski ile karşı karşıyasındır. Bu hale gelmemen için, bir yol göstericiye inanman ve onunla yarenlik etmen tavsiye edilir. Bu şart mıdır dersen. Deriz ki, şart değildir. Ancak kolay ve güvenli olan budur. Tekrar edelim ki, böyle bir şahsı eğer bulamamışsan, tek dayanağın ilk durumda olduğu gibi yine Allah tır. Kendisine inanıp güvenenleri ve sığınanları yarı yolda bırakmıyacağı, imanlarını zayi etmeyeceği Allah’ın gerçek vadidir. “Allah
iman
edenlerin
yardımcısıdır,
onları
karanlıklardan
aydınlığa çıkarır”(Bakara–257) “Ey insanlar! Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Sakın çok aldatıcı (Şeytan) Allah hakkında sizi aldatmasın.” (Fatır–5) Đşte bu şehir, sana büyük bir fitne ve imtihandır. Allah’ı ve ona yönelmeyi, Allah’a ait ilim tahsil etmeyi, saf bir amaç mı edindin, yoksa şehvetlerine ulaşmak için araç mı? Bunun anlaşılması bu şehirde başlar. Sen bu ilminin sana dünyada kazandırdıklarının sevgisinde karar kılıp, bu şehirde kalmayı mı seçeceksin, yoksa senin Allah aşkın ve imanın, bu aldatıcı oyunlara gelmeyip, onda kendini yok edinceye kadar ilerlemene yetecek kadar kuvvetlimidir. Bu soruyu kendine iyice bir sor!
136
Şunu da sana söylemeliyiz ki, bu şehrin bir de diğer yüzü vardır. Aslında tüm şehirler bu iki yüzden paylarını almıştır. Her şehrin bir Şeytani, bir de Meleki yüzü mevcuttur. Bu şehrin Meleki yüzü, verdiği ilhamlar vesilesi ile Allah’ı tanıma konusunda, şeriatın yasakladığı sınırlardan dışarı çıkmamanı ve iman üzere kalmanı tesis etmeye çalışır ve sana hak olan bu yönde ilham verir. Şeytani yüz ise, seni sürekli saptırmaya ve senin hayatının iplerinin elinde olduğuna seni ikna etmeye çalışarak, hükmü altındaki saptırma görevlileri olan, garanti isteyi, şehvet, arzu, hayal, güç ve hâkimiyet tutkusunu sürekli olarak senin yoluna çıkartır. Vesvese ve korku ile seni ürkütüp, sana kendi emellerini dost etmeyi ve kendi yanına çekmek ister. Bir tarafına ateş ve sıkıntı, azap, diğer tarafına ise, kudret, para ve zevkleri koyar ve mutlak surette sınır tanımadan zevk ve kudrete koşman için sana ilham eder. Ancak unutma ki, sana sıkıntı ve Ateş gelen şey, aslında Hak olandır. Bunlar seni, vehmettiğin senden temizlemek için Allah’ın yoluna koyduğu, arındırıcı unsurlardır. Fakat daha önce de söylediğimiz gibi su içinde de gizli bir ateş vardır. Bu sebeple içinde bulunduğu bilince göre yolcu bazen suyu, Ateş olarak algılayabilir. Senin yapman gereken sıkıntı ve Ateşin içine, Allah rızası ve imanını korumak için girmendir. Zamanla görürsün ki, bu ateş aslında su imiş, gerçek kurtuluş cefa ve dertte imiş.
137
“Kıyametten önce Deccal ortaya çıktığında bir tarafında Ateş diğer tarafında ise, soğuk su bulunacaktır. Sen Ateşi tercih et. Çünkü Ateş gibi görülen şey soğuk su, su olarak görülen şey ise gerçekte ateştir.”(Hz.Muhammed) Değerli yolcu unutma ki, dünya ve Ahiret hayatı için her şeyin bir pahası mutlaka vardır. Bedel ödenmeden güzelliklere ulaşmak Şeytanın uydurmasıdır. Ki, Şeytanın ve bu hâkim bilincin sıkıntısız ve karşılıksız olarak sana bir şey verdiğini mi sanırsın? Doğrudur. Bu bilinç ve ilim mertebesi sana, dünyada sıkıntı görmeden bolluk ve zevkleri sağlayabilir. Ancak kural her zaman geçerlidir. Sünnetullah değişmez. Yani pahasını ödemediğin veya gelecekte ödemeyeceğin hiç bir şey sana isabet etmez. Sen bu zevk ve bolluğun karşılığında paha olarak, kendi Ahiret, Kurtuluş ve Ruhunu satmışsındır. Ancak bundan haberin bile olmaz. Sana Ateş diye sunulan şeyler su, su diye sunulan şeyler ise, seni yakacak Cehennem ateşi ve kaynar sudan başka değildir. Bir sonraki şehrin kapısını
anahtarını
elinde
tutan
Đblis-ifrit boyutu,
Đnsanları
böylelikle heva ve zevklerin kucağına itip oyuncağı haline getirmek ister. Sıkıntı
ve
acıların
senin
savaş
nişanelerindir.
Üzüntü
ve
aşağılanmaların da akıttığın gözyaşlarını, Allah’ın ne eylerse güzel eyleyeceğini düşünerek, boynunu bükerek, içindeki kendine akıt. Göreceksin ki, gerçek kurtuluş bu gözyaşlarındadır. Bu gözyaşları, Allah’ın Ahirette senin için hazırladığı cennet kolyelerinin inci
138
taneleridir. Gerçek Abdest, bu acı ve kederlerin var ettiği Ateş ile alınır. Sen gerçek abdestin su ile alındığını sanma. Senden gitmekte olduğunu gördüğün neyin varsa, yeri geldiğinde bırakmasını bil ve takdir için Allah’a teslim ol. Bu söylediklerimizi önemini ölünce mutlak surette müşahede edeceksin. Bundan süphen de olmasın. Allah Đman edenleri mutlak surette Melekeleri ile destekler ve yardımcısı olur. Kazandığın ilim ve bilincin iki yüzünden de aldığın ilhamlar sonucunda, zahirde de birçok Ayeti-belirtiyi okumaya ve gördüğün işaretleri
değerlendirmeye
başlarsın.
Karşılaştığın
çeşitli
yol
levhaları, afiş isimleri gibi yazı ve sayılar, olay ve kişiler, artık seninle adeta konuşmaya ve sana gideceğin yönü işaret etmeye başlar. Seni yolda hızlandıracak veya yavaşlatacak şeyin, şekli ibadetlerin değil, senin ihlâslı aşkın, imanın ve seçimlerin olduğunu söylemeliyim. Đbadetler senin bu seçimleri doğru yapabilmen ve imanını yerleştirmen için kullanman gereken araçlardır. Şekli Đbadetleri sakın ola ki, amaç ve din edinme. Din Đslam’dır. Yani Allah’a iman edip yaşamımızın selamet ve mutluluğunu Allah’a teslim etmektir. Allah’ı sürekli anman ve zikretmen en üstün ibadettir. Bu “Şehr-i Mülhime”de, bir sonraki kurtuluş şehrine yürürken, hangi yol ayırımlarında neyi seçtiğin büyük öneme sahiptir. Bu yolda yaptığın her seçim, seni aşağıdaki yedi şeyden arındırıp,
139
etkisinden sıyrılmana hizmet etmelidir. Bunlar sırası ile ifade edersek; 1. Bedeni zevklere bağımlılık ve tembellik gibi fiziki gücünü kaybettiren şeylerin hakimiyetinden kurtulman. 2. Đnsan ilişkilerinde nefret, öfke kızgınlık gibi duyguları senden uzaklaştırmaya çaba göstermen ve sosyal yaşamda sorunlu değil, uyumlu ilişkiler kurabilmen, vesvese ve kışkırmalara karşı kendi nefs’ini hatalı görebilme halini koruman. 3. Madde ile olan ilişkilerinde, para ve maddi şeylerin senin için vaz geçilemez
olması
halini
korkusunu
atman... Güç,
kalbinden hakimiyyet
uzaklaştırman. ve garanti
Fakirlik isteyinden
kurtulman. 4. Sana her ne yapılırsa yapsın hoş görü ve sevmeye devam edebilmen. Karşılıksız sevgi ile yüzleşmen. 5. Đlmini, duygularını, kolaylıkla ve acaba ne denir, hissinden arınmış olarak inançlı bir şekilde sevgi ile ifade edebilmen. 6. Đfade ettiğin tüm ilim ve hikmetlerin zahirine ve batınına yönelik kuvveti bir sezgiye sahip olman ve bu sezgiyi birimsel aklının üzerinde tutmaya başlaman ve seçimlerin de Allah’a güvenerek sezgilerini kullanabilmen. Ancak, yakin hasıl olana kadar birimsel
140
aklını tamamen de bırakmaman. 7. Đş, ev ve sosyal yaşamınında ayrı ayrı senler olmadığını anlaman. Bir birlik duygusu içerisinde her hal ve koşul altında kişisel bütünlük duygunun parçalanmasına izin vermemen. Tüm insanlık ve varlık âlemi ile direkt ilişkili olduğunun farkında olduğun bir birlik içerisinde olman. Yolda ilerlerken rehberin mutlak surette Kuran olsun. Sonra, Hz.Peygamber (sav)’ın itibar edilen ve Kuran tarafından onaylanan Kudsi Hadisleri. Hz.Muhammed sav’ın sünneti diye ayrı bir sünnet olmadığını bilesin. Bunun yanı sıra, yaşamı örnek alınacak biricik ve baş rehber tabi ki, Hz.Muhammed Mustafa’dır. Sünnet; Kanun, kural, anlamına gelir ki, tek sünnet Allah’ın Âlemleri var etme ve işletme sistemidir. Bunun ismi ise; “Sünnetullah”tır. Đnsanlar nasıl davranırsa sonuçları ne olur. Neyi yapmaz ise, sonuçları, işleyen sistem açısından neye yol açar. Sünnetullah bu mekanizmanın işleyiş prensipleridir. Bu ana kapsamın altında evrensel işleyiş kanunları yer alır. Gezegenlerin içsel kuvvetleri, fizik, kimya, biyoloji kanunları dahi bu evrensel yasanın kapsamındadır. Ancak, Sünnetullah’ın insan açısından önemli olan yanı; Kişinin hangi hâkim gücü kendisine Rabb edindiği ile ilişkilidir. Allah’ın isimlerinin işaret ettiği hakikate iman eden bir kişi, bu isimlerle olan ilişkisini tanımlarken, otomatik olarak da Sünnetullah prensiplerine iman etmiş demektir. Konunun bu yönü ile Allah’ı Rabbi olarak tanımış ve onunla olan ilişkisini tanımlayan kanunlara, yani
141
Sünnetullah’a iman etmiştir. Artık kendi yaşamını bu veri doğrultusunda düzenler ve kendisini bu işleyen sistemin içinde bulur. “Kaderime
razı
gelmeyen,
belama
sabretmeyen,
nimetime
şükretmeyen, ihsanıma kanaat etmeyen, Benden başka bir Rabb arasın.”(Kudsi Hadis) Düşün ki, bir kişi Allah’ın varlığı dışında, bir varlığı Rab kabul eder ve onunla olan ilişkisini bu yapının kudreti ve yönelimine göre ayarlar. Đşte bu insan evrende o yapının sünnetine uyuyor demektir. Ancak o kuralları da Sunnetullah kapsar. Evrende bir çok birim ruh vardır. O halde sadece insanın Allah’ın Ruhuna sahip olmasında büyük bir sır bulunduğundan perdelenme. Aynı şekilde, Allah’ın Ruhunun evrendeki tasarrufu ve bu tasarrufun işleyişine de, Allah’ın kanunu yani “Sünnetullah” denmiştir. Yukarıda başka bir varlığı Rabb kabul eden kişi, bu Rabbin oluşlarının kendisini kapsadığı bir âlemde yaşamaya başlar. Yani Rabbi
bazı
şeylerden
hoşlanmaz,
bu
fiilleri
yapınca
cezalandırılacağına inanır ve öylede olur. Bazı şeyleri yapması ise, ödüllendirilmesi demektir. Aslen, Đnsanlık bilincinin Rabbi, varlığın da en derin hakikati olan Allah’tır. Fakat, kendi inancı sebebi ile Allah’ı Zat’en, Rabb kabul etmemiş ve bunun da sonuçlarına katlanmıştır. Bu kişinin hatası Allah’ın Zat’ına değil, kesitsel bir sıfatına Rab’lik isnat etmesidir. Böylelikle de onun Rabbi Allah
142
olamamış ve Allah’ın Rabb özelliklerinden perdelenmiştir. Đşte bu Allah’ın affetmediği tek suç olan Şirk’tir. Böylelikle kişi, özündeki Allah’ın Ruhunun Rabb özelliklerinden ve onun yalın sünnetinden perdelenmiştir. Bu hakikati işaret amacıyla,
Hz. Peygamber bir
kudsi Hadiste Allah’ın şöyle buyurduğunu ifade etmektedir. “Ben kulumun benim hakkımdaki zannı üzereyim.” (Kudsi Hadis) Allah’ın evrendeki kanunları olan Sünnetullah’ın yanına Hz. Peygamber’in bir de kendi sünnetini koyduğunu zannetme. Bu seni gizli mana da şirke sürükler. Hz. Peygamber’in uyguladığı sünnet, Allah’ın sünnetidir. Bunun dışında, makamının Risalet gerçeğini muhkem kılmak için, salât ve diğer yönelimlerindeki kendi uygulamalarının, sana ve ümmetine farz açısından şamil olduğunu sanma. Bunlar Allah’ın, Hz. Peygamber’e ve işlevsel makamına özel uygulamalarıdır. Hz. Peygamber’in ölümünden 200–250 yıl sonra kırılma noktasını yaşayan bir şekilde, yüce dinimizde olmayan birçok hurafe ve sünnet ismi altında yayılmış geçersiz uygulamanın, bugün din diye uygulandığı gerçeğinden perdelenme. Allah Resulü; “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız.” Dememiş gibi, farzlara birçok eklenti ve tesbihat getirilip fiziki yönelimlerimiz zorlaştırılmıştır. Đnsan tabii ki, ne kadar çok namaz kılar ve ibadet ederse bunun karşılığını alır. Ancak hiç kimsenin de Allah ve Resulünün farz olarak
söylemediği
ibadetlerin
sayısını
arttırmaya,
bu
gibi
uygulamaları ve adetleri sanki farz gibi sunmaya hakkı yoktur.
143
Bunun sonuç olarak ne yazık ki,
insanların birçoğu ibadetten
bütünen soğutulmaktadır. Her şeyin kâfi miktarını kimse Allah’tan daha
iyi
bilecek
değildir.”Herşey
bir
ölçüye
göre
hakedilmiştir.”Buyurulduğunu unutmamak gerekir. Bunun yanı sıra, kimilerinin
keyfine göre laf
söyleyebileceğini ve Hz.
Peygamber’e isnat edilen birçok uydurma Hadisin mevcudiyetinin olduğunu da unutma. Đslamın dayanağı başta Kuran ve Hz. Muhammed sav’ın tüm davranışlarında görülen, Kuran’ı yansıtan ve ona uygun olan fiilleridir. Bunun dışında kim ne yazar ve söylerse kendi fikri ve uygulamasıdır. Bu uygulamalar ise, o kul ile Allah arasındaki bir alana ait keyfiyetlerdir ve yorumlardır. Hiç bir Allah kulu, Kuran’da yer alan hükümlerin dışında, ek hiç bir uygulama ve inançdan sorumlu değildir. Hz. Peygamber’in Kuran’nın yanına bir şey koyması da düşünülemez. Çünkü onun Ahlakı Kuran ahlakıdır. Uygulamaları ise, Kuran’ın Ruhunun izharıdır. Bunun dışındaki şekli açılımlar, icdihat ve tecdit döneminde, Kuran ruhunun bulunduğu topluma uygun olacak şekilde aktarılmasıdır. Şeriatta asıl olan, Ahlak ve verilmek istenen Ruhtur, Bilinçtir. Şeriat’ta önemli olan “Ruh”dur. Bunda ise, bir değişikliğin olması düşünülemez. Örneğin, zinadan kaçınmak, hırsızlık, hak eşitliği, namusun korunması, ihtiyaç sahiplerine yardım edilmesi v.s. Bunlarda bir anlayış farkı getirilerek, yasak olan şeylerin serbest bırakılması mümkün değildir. Bunun yapılması din dışılıktır.
144
Ancak, bu Şeriat Ruhunun teminini sağlayan kurallarda icdihat vardır. Bu icdihat, yaşanılan toplumun ve çağın gereklerine göre şekillendirilecek uygulamalar getirmektir. Yoksa siz aynı ile bazı eylemleri yaparsınız. Ancak, aynı eylemler Ahlaksızlık da içerebilir. Bu durum altında bilin ki, siz Şeriatı yerine getirmediniz. Sadece kendinizi kandırmış ve Şeriatı hevanıza uydurmuş olursunuz. Biz, sana hiç bir koşul altında ne mezhep, ne de Tarikat zeminli fikirleri ana dini kurallar olarak uymanı tavsiye etmeyiz. Kuran kul ile Allah arasındaki temel öncelikli dayanaktır. Bunu destekliyici olarak ise, Hz.Peygamberin tarif ve açıklamaları gelir. Dinimiz ve kutsal kitabımız, kesinlikle ne bir meshebi, ne de belirli bir tarikati düşünce sistemini tasvip eder. Tarikatler ve Meshepler, sadece gidilen yoldaki nefes farklılığı olabilir, o kadar. Bunlar ancak Kuran’a uymak şartı ile yardım alınabilecek yorum farklılıklarıdır. Doğru olarak benimsenmeye layık olan sadece, Kuran-ı Kerim ve Resulün Kitabı açıklayışıdır. Sen zaman ötesi olan ve “An” içinde inen Kuran’daki şu ayeti hiç okumadın mı? “Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.”(Enam–159) Bizim amacımız; eski dönemlerde okuma yazma oranının %1 lerde gezindiği toplum içinde Tarikatlerin, zahiri ve dini ilimlerin alındığı ilim toplulukları olduğu hakikatinden perdelenmemendir. Bu
145
dönemler
bahsettiğimiz
yapı
içerisinde,
insanların
birşeyleri
öğrenebilmesi için, onlara sözlü olarak gerçekleri iletecek bir öğretmenin, olmasa olmaz bulunduğu dönemlerdir. Bugün için ise, tarikatler bu işlev geçerliliğini yitirmiştir. Şayet din âlimlerinin büyüklerini incelersen, onların bulundukları topluma ışık veren bilgi kaynakları olduğunu tesbit edersin. Onlar anlaşılan anlamda bir tarikatin şeyhi değil, toplumun parlayan hidayet yıldızlarıdır. Kendilerine isnat edilen Tarikatler, kendilerinden sonra türemiş, oluşturulmuş geleneklerdir. Sen öldüğünde, “Rabbin kim?”, “Kitabın nedir?”, “Nebin kimdir?” diye sorulduğunda. Daha sonra, Sur’a ikinci üflenişinin akebinde, Rabbinin huzurunda bilinç olarak sorgulanırken, Kuran’ın ve Peygamber’in sana tebliğ ettiği şeyin dışında sorgulama olacağını mı sanırsın. Yahut sen, Kuran’ın ruhundan, mezhep ve tarikatlerin farklı anlayışlarına yönelme marifeti ile eğer çıkmış bulunursan, ahirette sana ulaşacak, seni Allah’ın elinden kurtaracak bir şefaatci veya mürşit olacağını mı sanırsın. Eğer böyle düşünüyorsan, acele tarafından bu gaflet uykusundan uyan derim. Sana uyarımız haktır. Kuran’ı anlayarak oku ve söylediğimizi red edeceksen bundan sonra reddet! “Kendilerine açık-seçik kanıtlar geldikten sonra, çekişmeye girip fırkalar halinde parçalananlar gibi olmayın. Böyle olanlar için çok büyük bir azap vardır.”(Al-i Đmran–105)
146
Kuran, senin ikiz kardeşin ve Zati hakikatinin dile gelmiş hali olan Nurdan bir tablettir. Ayetlerin manalarını tefekkür et. Ayrıca içinde bulunan nasihat ve uyarılar ile sürekli olarak kendini hesaba çekmekten bir an bile geri durma. Ancak kendine karşı eleştiride de aşırılık gösterme. Kendine merhameti olmayana Allah da merhamet etmez. Bunu unutma! Şekli olan şer-i uygulamaların da aslının, amaçladığı Ruh-bilinç hali olduğundan perdelenme. Sen farkında bile olmazsın, ancak Kuran okuman, Allah’ın seni bir melekesi ile yolda sürekli kormasıdır. Kuran “Ruh”dandır. Ruh ise, Allah’ın kopmayan sağlam ipi ve kulbudur. Bu “Hakikat-i Muhammediyye” Mertebesinin Ruh’udur. Bu kulba sım sıkı sarıl ve ne koşul altında olursan ol, bu kulbu sakın ola ki bırakma! “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” (Bakara–2) “Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi
de
öğreten
bir
peygamber
gönderdik.”
(Bakara–151) “Đşte size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur'an) gelmiştir”. (Maide–15) Sana, dinde ifrazattan kurtulman ve tek yol göstericinin önce Kuranı Kerim, sonra ise sadece Hz. Peygamber’in Kuran ile tastik edilen
147
gerçek hadisleri ve yaşamı olması gerektiği gerçeğini niçin anlattık? Çünkü çokça yoldan çıkartan Şeytan seni, en çok bu çizgiden, yani Sırat-i Müstakim’den saptığında etkileme şansına sahiptir de ondan. Bunu hiç bir zaman aklından çıkartma! Bu bilinç seviyesinin perdeleri sende açılmaya devam ederse, bir süre sonra artık Melakut âlemi algılama alanına girmeye başlar. Bu senin bilincinin beden etkisinden kısmen kurtulması ve bedeninin latifleşmesi sebebi ile senin daha derin ışık boyutunu algılamaya başlamandır. Bu bilincin müşahedesine geçdiğinin ilk belirtisi; senin mekândaki hava boşluğuna baktığında sanki havada gaz bulutlarına benzer dalgalanma ve hareketlenmeleri tesbit etmendir. Bu, sanki bir sobanın üzerinde sıcaklıkdan dolayı havanın dalgalanmasına benzer. Senden yayılan ve açıga çıkmaya başlayan ateş, senin âleminde buna benzer bir rol oynamaktadır. Melakut âlemi, Zat Âleminden Âleme doğru boyutsal olarak bakıldığında; teklik boyutundan çokluk boyutuna ilk geçiş sınırı ve normal bilinç hallerinde gözle görülemeyen bir yoğun ışık boyutudur. Sen artık zulmet perdelerinin sende aralanması ile geceleyin loş karanlıkda vücudunu çevreleyen civit mavisi bir Nurun sana eşlik etmeye başladığını tesbit edersin. Bu nuru görmek için eline odaklanmadan, elini de görebileceğin yakın bir mesafeye odaklanarak bak. Đşte bu algıdaki farklılaşma senin yakin imanını daha da arttırır. Artık sen daha önce sohbetlerde dinlediğin veya kitaplarda okuyup şüphe içinde olduğun birçok müşahedenin içine
148
girmeye başlamışsındır. Bu hal, senin Yakinini arttırdığı gibi kendini daha da özel zannetmene de sebep olacaktır. Vücudunun bu nur ile tutuşturulması sende aşk ateşinin yandığının ve senin nefs’inin öz elementi olan Ateş elementi ile Âleme yöneldiğinin ispatıdır. Bu bilinç seviyesinde takılıp kalman ve daha ileriye geçememen büyük ihtimaldir. Sende “Veli”isim terkibinin bilinç örgüleri oluşmaya artık başlamıştır. Ancak nefsi yapının da daha kuvvetlenmiş ve palazlanmış olması da muhtemeldir. Bil ki, yolcuların nerede ise, yüzde doksan dokuzu bu noktanın biraz daha ilerisindeki sınırlara kadar ulaşmış ve burada karşılaştıkları hakikatlerde karar kılıp daha ileriye, Hak Şehrine geçememişlerdir. Onlar Hak Şehrinin kapısının önüne dahi yaklaşamamışlardır. Ancak kendilerine sorsanız bunun böyle olduğunu zannederler. Sana birazda zulmet ve nari zulmet kavramlarını açalım ki, kafanda kavram kargaşası yaşanmasın. Zulmet dediğimiz şey senin Zatına ait hakikat bilginin olmaması durumunun senin Âlem ve yaşamına hâkim olma halidir. Bu, sendeki ilim eksikliği ve cehalet zulmetidir. Daha önce sana zulmetin, aslında çok kuvveti Zat Nuru olduğunu söylemiştik. Đşte senin bilincinin derinliklerindeki Zati Hakikat, sen dünyaya geldiğinde kendisini bilememektedir. Yani henüz sıfatına bakıp aynada kendisini görmemiştir. Bu senin bilincinde, sıfat mertebesi ile Zat mertebesinin henüz ayrılamadığı anlamına gelir ki, bu, Zatın kendi “A’ma”sından,
149
henüz senin Alemine Nüzul edememesinden kaynaklanan, Allah bilgisine sahip olamamanın zulmetidir. Çünkü Allah’ı sadece yine Allah bilebilir. Đkinci nari zulmet ise, senin Âleminde Zatın kendisini tanımaya başlaması ile âleme kendi Ruh’unu akıtmasıdır. Ancak, bu olay bir tek birim hissi içerisinde meydana gelmek zorunda olan bir tanımadır. Zati Nurun bir birimde sınırlanarak Âleme akması, bu hakikate dayanmaktadır. Yani bir tek âlemde açığa çıkmakda olan ve bu âlemin vücudu ile, yani senin sıfatın ile sınırlanmış Zat nurunun, ateş olarak belirmesi ve senin âlemini bu Zati ateşin, yani narın, örtmeye başlaması durumudur. ”Zulmet’mek”kelimesi de dikkat edersen “Zulmet” kökünden gelmektedir. Sende haddinde kalması gereken Zat Nuru âlemine akınca, nar olarak zahir olmaktadır. Zaten “zulm”ün bir başka anlamı da “Bir şeyi, ait olduğu yerin dışında bir yere koymak”dır. Zati hakikatin ve varlık hissinin ait olduğu yer, hiç bir varlığın nefs’ini var olarak hissedemiyeceği “Lâhut” âlemidir. Bu sebeple sende emanet olan “Ben” hissinin âleme açılması ve yayılması zulmeti meydana getirmektedir diyebiliriz. Bu kavram, zalim bir kişinin kendi zati kudretini âlemine yöneltmesi olayının ifade edilmesidir. Dahi, insanların üzerini, nari zulmet ile örtme durumu da bu hale delildir. Bu yönelim ise; diğerleri olarak zannettiğimiz yapıya, yani kendi Nefs’imize zulmetmek durumunun ta kendisidir. Ancak Zati hakikat, ikiliği yaratıp bu ikilik âleminde karşı tarafa
150
akmadan-aksetmeden
ve
kendisini
görmeden,
kendisini
bilmemektedir. Bu sebeple, Dünya yaşamına “Şehadet Âlemi” denmektedir. Allah ancak kendisini Đnsan ile Kamil olarak bilebilmektedir. Sanma ki, âlemde insan olmasaydı, hiç bir yaratılmış varlık Allah bilinci nedir bilebilecekti ve dahi “Allah” da kendisini bilecekti! Tabi Allah’ın zıttını istemesi müstesna. ”Şahid” isminin asli sahibi bu sebeple “Allah”tır. “Hamd Allah'adır! O ki gökleri ve yeri yaratmış, karanlıklara ve nura vücut vermiştir.”(Enam–1) Unutma ki, yolda yürüyen sen değilsin. Yolda Zat’en yürüyen Allah’tır. Sen sadece bir kabuk ve bir boş kapsın. Bunu unutma! Eğer Allah sana kudret ve idrak veren Nurunu-Ruhunu kendisine gerisin geriye çekecek olsa, sen kılını dahi kımıldatacak bir güce sahip olamazsın. Ancak bu hakikati ölmeden anlaman da zordur. Gaflete düşenlerden olma! ”O” kendisini seninle bilmek için senin varlık hissini, sıfatı olarak kendisine cezbetmektedir. Onun Zati nuru ergenlik çağını yaşamandan itibaren git gide bulunduğun Âleme akmaktadır. Sana “Yasak Ağaç” bahsinde anlattığımız bir şekilde, Zata ait Ateş elementi senin âlemini Nari bir zulmet ile örtmektedir. Bu aslında, hakikatin, Âlemler yaratılmadan önceki Zati pozisyonuna geri dönmesinden başkası değildir. Bu hakikati böyle olduğunu bilsek dahi biz, Allah değiliz. Kull,
151
Allah olamaz. Bu sebeple, Allah’ın kendi Âlemi biliş serüveninde, onunla beraber bir hayal olarak bulunan ve “O”nun âlemi görmesi ile âlemi, Allah ile beraber izleyen hayali varlıklar olduğumuz hakikatinden perdelenmemeliyiz. Allah ne zaman ki, insan’da kendisini kâmil olarak bilmiş ve tüm isimleri ile âleme tecelli edip, Muhammedi Risalet boyutunu irsal etmiştir. Đşte bu noktadan sonra, Varlık âleminin en üst varlığı Kamil Đnsan, kâinat bilincinin ise, en üst Zati bilinci “Allah” olmuştur. Zati
Hakikatin
kendisini
tanımasının
tek
yolu
da;
sıfat
mertedesinde, âleme Zat ateşini çıkartmak sureti ile kendisini bilmesidir. Bu bilişin olmasa olmaz yönü ise, insan’da bulunan Nefs ile asli hakikatini bilmek durumunda olmasıdır. Bu, şu anlama gelir ki, senin âlemini kaplayan şey, aslen ateş kökenli olan “BEN” bilincidir. Ancak sen bu latif Nuru göremezsin, bu nur çok yüksek bir frekansta olup, tüm eşyanın varlığında mevcuttur ve ayrı bir Nur olarak senin tarafından algılanamaz. Göz kendisini göremez, ancak gözü gören göz-basir kendisini görebilir. Senin bu aşamada gördüğün civit mavisi nur, Melakut âlemine dahildir. Bizim bahsettiğimiz nur ise, Samedi bir yapıda ve bir ucu, kuvvetle Ceberrut âleminden yansıyan bir Nur’dur. Bu belki de, Zata ait bir zulmet tezahürüdür. Bu Zati Zulmetin artması senin kıyametinin kopmasının habercilerindendir. "Geceyi gündüze sokarsın (Sıfat mertebesini var ederek ona Zati Hakikatini sokup hayatı-yaşamı meydana getirirsin) , gündüzü
152
geceye sokarsın. (Sıfat mertebesinde Zatını bilme durumunu var edersin.) Ölüden diriyi çıkarırsın (Zatının bilinmeyen, cehalet zulmetindeki ölü bilinçten, Đsevi bilinç tecellin ile dirilik hali çıkartırsın.), diriden ölüyü çıkarırsın.(Kıyam ile gözü açılan kimsede ölü olan Zati hakikatini, “Şahid” olarak çıkartırsın.)” (Al-i Đmran–27) Senin âlemine akan bu yoğun nari nurun, kuvvetle akmaya devam etmesi ve bunun mertebeleri, senin bilincinin Hakikat âlemlerinden ve mertebelerinden geçmensidir. Bu Nari Nur, ilim ile dış yüzüne akmaya ve ayrı ayrı sandığın tüm insan ve şeylerin üzerini örtmeye devam edecektir. Sonunda da, Âlemi izleyen bilincinin Âleme yansıması, şafakdan önceki en karanlık halini alacaktır. Bunun akebinde, velayet kapısına varabilirsen, senin âlemini kuşatan bu görünmez karanlığı, zulmeti, batınındaki hakikati kavrayış nuru olan “Đsevi bilinç” mertebesi, yarıp zahirine çıkacaktır. Unutma ki; kap içindeki kirlenen bir su, tamamen dışarı dökülüp kap boşaltılıp, temizlenmedikçe, yeni ve temiz su ile doldurulmaz. Senin vücut âlemindeki sufli eylemler ve şehvetlerle kirlenmiş “RUH” da aynı ile dışarı çıkıp, sen ölümü tatmadıkça, aslı ve saf hali olan “Ruh-ul Kudüs”le, vücut Âlemin tekrardan doldurulamaz. Bu işlem, sana Ruhun üflenmesinden başkası değildir. “Đsa dedi ki: Mümkün değildir ki bir insan iki ata binsin, iki yay gersin; ve mümkün değildir ki bir hizmetkâr iki efendiye hizmet
153
etsin, tabi birini ihmal ederek diğerini yüceltmek dışında. Kimse eski şarap içmek istemez ve hemen yeni şaraptan içmez. Ve eski tuluma yeni şarap boşaltılmaz, bozulmasın diye. Yeni bir elbiseye eski yama dikilmez, zira yırtılacaktır!”(Thomas Đncili–47) Bu, senin Âleminde zati hakikatin, kendi zatını bilmesinin merhalelerinde, tüm varlıklarda varolan Allah’ın Zati hakikatinin, bilinç tarafından kavranılmasının nuru olan Hz. Đsa a.s’nın, senin âlemine inmesi ve Nefs zulmetini yarıp geçmesidir. Bu Đsevi tecelli, Zati
Hakikatin
âlemi,
aslı
Muhammedi
olan
bir
nur
ile
aydınlatmasıdır. Bundan sonra artık sen, bilinç olarak ölümü tadmışsın demektir. Acaba, bununla Allah kulunda, kulunun zatı olarak ve âlemin var olması adına, sıfat Âlemindeki Zatını geçersiz mi kılmıştır? Đşte belki de, bu Rahmet ve bilinç açılımıdır ki, Hz. Đsa a.s.’yı ilk Muhammedi Resul yapmıştır. Bu ince manayı iyi anla ve tefekkür et! Allah’ın izni ile sana bu konunun ayrıntılarını bir sonraki Şehir Olan “Şehr-i Mutmain”de anlatacağız. “O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık âyetler indirendir. Şüphesiz Allah, size karşı çok esirgeyici, çok merhametlidir.”(Hadid–9) “De ki: "Yarılan karanlıktan çıkan sabahın Rabbine/yarılışlardan fışkıran oluşun Rabbine sığınırım!” (Felak–1) Đşte Zati hakikatin bu Meleki ve Şeytani bilinç mertebeleri bu şehrin
154
içinde büyük bir mücadele içindedirler. Sen kendi Âleminde hangi yönünü beslersen o yön hâkim bilincin olacak ve Ahiret elbisen bu bilincin iplikleri ile örülecektir. Mülhime Şehrinde yoluna devam ettikce, bilincin ve algın değişmeye devam edecektir. Enfüs, “Nefisler” anlamına gelir ki, bu aslında gerçek cemiyetin sende olduğu anlamındadır. Đşte, bu şehirde karşılaşmanın ihtimal dâhilinde olduğu bir müşahede de, senin zahirde bir nur yapı olarak veya gözlerini kapadığında gözünün
önünde
sana
bakan
gözlerin
olduğunu
görmeye
başlamandır. Artık sen, Âlemin senin algıladığın boyuttan başka boyutları da barındırdığı anlarsın. Bu aşama özellikle Ateş elementinin etkisinin artması ve nefsi yapısı kuvvetli yolcuların Şeytani ilhamının kuvvetlenmesi ile kudret fiillerinin görülmeye başlayabileceği bir aşamadır. Metalleri, kaşık, çatal gibi düşünce ile bükebilme, olmadığı ortamlardaki sesleri duyarak izleyebilme gibi hallere, kendini övme ve beyenme eşlik etmeye başlayabilir. Bu yolun
bariyerlerini
dikkate
almadığın
ve
şehrin
cennet
görünümündeki mahsenlerinde kapalı kalmaya başladığın anlamına gelir. Bu duruma giren bir yolcu, hızlı bir şekilde tövbe ederek Nefsine karşı kuvveti bir savaş açmalıdır. Bu noktada fiziki istekleri, şehvetleri firenlemek, Salât ve oruç gibi ibadetlere devam etmek önemlidir. Ancak bu sorunun ilacı Allah’ı daha çok tefekkür etmek, onu anmak ve “Kelime-i Tevhid”i dilden düşürmemektir. Bunların yanında, senin Nefs’in ile mücadelen de,
155
olayların ve kişilerin sende yarattığı sıkıntıları, düşünce gücü veya çeşitli ritüellerle bertaraf etmeye uğraşmaman önemlidir. Bazı Esma’nın zikredilmesini sakın ola ki, eline bir güç almak ve olanı değiştirme isteğiyle kullanayım deme. Örneğin; bir olayın gidişatını değiştirmeyi dilemeye başladın ve bu olay sana acı vermektedir. Aldığın ilim ile Allah’ın Kadir ismini belirli bir sayıda tekrar etmek gibi bir yönelim içine girdin ve beyin gücünü açma eğilimi gösterdin. Eğer kadir ismi açılımını, kendinde bulunan bir esmayı açmak ve onu kullanmak olarak yorumlarsan, bu senin kudreti eline alman ve bu sıfatı sahiplenmen anlamına gelir. Belki bir mekr (Allah’ın saptırması) sonucu bu acıdan ve sıkıntıdan kurtulursun. Ancak, Ahiret hayatının selameti için başına daha büyük bir bela açmışsın demektir. Ancak sen bunu, sadece Allah’ı anmak için yapıyorsan o başka. Allah’a sığınma bilincinde olup, ona dua edip Allah’tan, içinde bulunduğun durumdan seni çıkartması için yardım istemen en doğru şey olacaktır. Bu sıkıntı ve haller seni bunaltmaya devam etse dahi sabretmeli, elinde bu durumu düzeltecek bir gücün olduğu düşüncesinden ve buna yönelik eylemlerden kesinlikle uzak durmalısın. Unutma ki, sana acı veren bu olay senin, belki de arınmanı sağlayan ateştir. Diğer yönelimler ise yolda tökezlemen için Şeytan’ın ayağına taktığı çelmeden başka birşey değildir. Değerli yolcu, Olan ne ise bu boşuna olmaz. Senin bir şeyi istemen veya istememen sendeki Nefsi yapıdan kaynaklanır. Bu yapı ile ister sufli ve zulmet yapılı bir eylem ortaya koy, istersen ibadetler ve
156
iyilik adına bir nurani eylem ortaya koy. Eğer yaptığın eylem sena zevk veriyor ve istediğin şeyi veya hissi sana sağlama aracı oluyorsa, bilesin ki, bu bilinç yönelimine dikkat etmelisin, bu zevk alış seni güzel olana iletse de, bu halin haddi aşması senin zararınadır. Perde Perdedir. Đster zulmani olsun, ister nurani farketmez. Đslamın en son kemalatı ile Âleme nurunu irsal etmesinden ve Hz. Peygamber’in ölümünden, 200–250 yıl sonra, gerek Hind, gerekse Hermetik ve Kabalistik metinlerin Arapça’ya çevrildiğini ve bu metinlerin Đslam dünyası ve adını duyurmuş birçok Âlimin üzerinde derin etkiler bıraktığını unutma. Biliriz ki, sen bu şehirde mistizim adı altında geçen doğu veya yahudi kaynaklı birçok metin gibi, Đslam tasavvufi düşünce sistemine ait eserleri de okumakdasın. Bu uyarımızın sebebi; bu eserleri bilinçli olarak okumana yardımcı olmaktır.
Bilmelisin
ki,
Đslam’ın
200–250
yıllık
ilk
orijinal
döneminde, ne zikir ritüelleri, ne tarikatler, ne de sana anlatıldığı tanım altında şeyhler ve Peygamberin Allah dışında aşırı bir tarzda yüceltilmesine rastlanmaz. Bunu araştırırsan sana bildirdiğimizin hak olduğunu göreceksin. "Hıristiyanların Meryem oğlu Đsa’yı aşırı surette methettikleri gibi, sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki, ben sadece bir kulum. Onun için bana (sadece) Allah'ın kulu ve resulü deyiniz." (Hz.Muhammed)
157
“Ey insanlar! Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resulüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni, Allah’ın bana verdiği makamın üstüne çıkarmanızı sevmiyorum.”(Hz.Muhammed) Daha sonra ki yıllarda, aşırı Batini akımlar ile Kuran’ın ruhunda bulunan zahiri ibadetlere karşı çıkan ve bunları saf dışı bırakmaya çalışan akımlara tepki olarak çeşitli âlimlerin, şekli ibadetlere aşırı derecede teveccüh gösterme yönünde tavır alması dönemine girilmiştir. Ayrıca, diğer dinlerden Đslama girenlerin, Hıristiyanlık ve Musevilikten dinimizin yaşamsal ortamına soktukları gelenek, inanç ve ibadet eklemeleri ile Đslam dini yaşamına ifrazat bulaşmaya başlamıştır. Örneğin; “Đnsan-ı Kamil bilinçli olarak tanrısal gücü kullanan bir zattır.” anlayışı... Bu öyle bir insandır ki, Allah’ın isim ve sıfatlarını açığa çıkaran, doğa üzeri ve üzerinde hiç bir beşeri iz bulunmayan, adeta ilah vasıflı bir yapıya sahiptir. Bu kavram, Yahudi mistizminde yerini alan üstün insan “Adam Kadmon” kavramından etkilenmiş görülmektedir. ”Kamil Đnsan” kavramı tabi ki, haktır. Ancak olağan üzeri vasıflara sahip ve tanrısal güçleri bünyesinde bulunduran bir tanımın kapsamına bu bilinç seviyesini sokmak, Kemalat kavramına yapılacak ihanettir. Unutma ki, bir zatın kemalatı onun ihata genişliği ile ölçülür. Bilesin ki, biz bu kelamı ederken, müşahededen yoksun ve bu makamdan habersiz de bulunmuyoruz. Beşeri vasıfları üzerinde barındırmayan ve dahi günah işlemediğini iddea eden bir Đnsan, tam anlamıyla kâmil
158
sayılmaz. Zaten bunun böyle olması, yani günahsızlık hali mümkün de değildir. Đnsan dünya yaşamında bir melek değildir. Allah ve Resulü Hz. Muhammed sav, bu gerçeğin üzerinde titizlikle durmuş ve ümmetini bu konuda uyarmıştır. “Siz eğer hiç günah işlemeyen bir topluluk olsaydınız. Allah sizi toptan yok eder ve yerinize, günaha giren ancak sonra Allah’a yalvarıp tövbe eden bir topluluk getirirdi.” (Hz.Muhammed) “Allahım! Ben senden ahid/söz alıyorum. Elbette sen bu ahdi bozmazsın. Ben ancak bir beşerim. Dolayısıyla hangi mü’mine eziyet eder, kötü söz söyler, lanet eder veya döversem bunu onun için bir keffâret ve kıyamet gününde onu kendisiyle sana yaklaştıracağın bir ibadet kıl!” (Hz.Muhammed) “Muhammed, sadece bir resuldür / elçidir. Ondan önce de nice elçiler gelip geçmiştir.”(Âl-i Đmrân-144) “De ki: Rabbimi tenzih ederim , ben bir beşer olan resûlden başka değilim.” (Đsrâ–93) Bunun yanı sıra, zikir çekilerek yapılan ritüeller ve isim, sıfat tekrarı ile belirli kudret alametlerine ulaşılması, kesinlikle Đslami bir tavır değildir. Ancak, bunun Đslam âleminde mevcudiyeti ise, bir vakadır. Bu yönelim büyük ölçüde, yaklaşık olarak 4000 yıllık geçmişi olan, Yahudi Mistizmine ve Hermetik, Mısır kökenli dinlere aittir. Sana
159
sorarım: Esma Zikri veya kelime tekrarı yapılan bir ritüelle dahi olsa,
kişinin
eline
bir
güç
geçirip,
bunu
kendi
âleminde
kullanmasının, Kuran’da kesin bir dille yasaklanmış olan Büyü ve Sihirden farkı nedir? Majikal Kabalist uygulamalarda, tam da böyle, yani simge ve kelimeler zikir edilerek yapılan bir çok ritüel olduğu bilinen bir gerçektir. Bu yönelim nerede, Kadere ve Allah’a teslim olmak ve Barış anlamına gelen Đslam ve bu bilince ulaşmak nerede? Bahsettiğimiz zikirden maksatın, Allah’ı ve isimlerini anmak ve bu bilincin kapsamına dâhil olmakdan farklı olduğunu bil. Bunu iyi düşün ve ne söylemeye çalıştığımızı iyi anla! Ebu Saîd el-Hudrî’nin bildirdiğine göre Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden öncekilerin izlerini, kuşkusuz karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz.
Onlar
bir
kertenkele
deliğine
girseler,
siz
de
arkalarından gideceksiniz.” Dedik ki; “Onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?” Diye sorulması üzerine: “Başka kim olabilir ki!” Demiştir.” Tasavvuf literatüründe; Üçler... Yediler... Kırklar... Olarak anlatılan Zatlara gelince, bu ifadelerin, Nefisleri Allah’ın Zatında erimiş bulunan, o dönemin en Kamil Đnsanlarının sayısını ifade ettiğini ve
160
bu insanların hiç bir şekil altında ellerinde birimsel bir güç ve kudret bulundurmadıklarını. Sadece, Allah’ın bu zatları bir aleti olarak, hayırlara vesile amacı ile kullanabileceğini bil. Âlemi yöneten hâkim güç; Allah’ın yüce sıfat bileşeni “Biz” yani, “Mele-i Ala”dır. Bu meleke, hakikate yaşarken ulaşmış Kamil Đnsanların Evrendeki iş gören Meleki boyutunun ismidir. Bu kavram kesinlikle ayrı ayrı olan ve güç sahibi zatları anlatmaz. Bu, bir tek bilinci, “Ruh”u ve onun kuvvelerini, melekelerini anlatır, o kadar. Bu kavram bunun yanı sıra, zaman ile kısıtlı olamayan ve “An” içinde işleyen bir yapıya da sahiptir. Yoksa Allah’ın en yüksek kemalat unsurları ile donatılmış Resulü için dahi, Hayatını ve Evreni yönetmek ve hâkimiyet sahibi olmak mümkün değilken, hangi kemalat derecesine sahip olursa olsun, diğer bir insanın ve grubun, Hâkimiyet sahibi olması ve Đstediğini vücuda getirme hali içinde bulunabilmesi, nasıl olur da düşünülür? Düşünülse dahi bu, o Đnsan için açık bir “Mekr” ve “Đstiraç”dan başkası değildir. “De ki: Ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim: Ne fayda sağlayabilirim, ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim, bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.” (A’râf–188) “De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben,
161
sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (En’âm–50) Bu ara bilgiden sonra bilmelisin ki, belki de sana en yardımcı olacak farkındalık hali şudur; Unutma ki, sen Zati hakikatin dokunduğu bir yüzey, bir kabuk bir sıfatsın. Bu dokunuş hissi, senin varlığın olarak hissettiğin algındır. Aslında belki de sen bir algısın. Algı ise, ne algıladığı şeydir ve ne de algılayan gerçek vücuttur. Algı sadece var gibi olan yoktur. Örneğin; senin kendini bir vücut olarak hissetmenin sebebi, senin dokunma algındır. Kendi algı haline dönüp bunu hissetmeye çalış. Bir yerlere dokun, bir şeyleri kokla ve senin koklamak olduğunu, senin
dokunmak
olduğunu
anla.
Sen
Allah’ın
kendisini
bilmekliğisin. Yoksa sen koklayan, dokunan gerçek varlık değilsin. Bu hislerin ve algının var olması ile varlık alanında gözüken ve eylem yapan bir sıfatsın. Sen bir Zat-Ferd değilsin. Ancak iç özünün hakikati bir zattır-Ferd’tir. ”O”Ruh’un Zat’ı da seninle benimle sınırlandırılamayacak Ekberdir. Hamd sana, bana değil, “O” Ekber olanadır. Onun Ekberiyeti “O” lafsı ile dahi işaret edilemez. Ancak, sen kendini bir zat sanmakdasın. Bu ise kıyamette senin tek başına ve yapayalnız kalmandır. “Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına,
162
şefaatlarına
güvendiğiniz
ortakları
yanınızda
görmüyoruz.
Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş, güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.”(Enam–94) Bu yapı şuna benzer ki; Zat karanlık içinde kendi bilincinde bir âlem olduğunu bilir, ancak bu âlemin olduğu frekansı algılayamadığı için, bu âlemi görüp izleyemez. Đşte kendi bilinci marifeti ile bu âlemi göreceği ve algılayacağı hayali bir alet icat eder de, karanlığa yönelir. Karanlık, önce bulutsu bir yapıya, sonra da, altta yer, üste gökyüzü olan bir âleme dönüşür de, onu görebilir. Đşte, sen bu kullanılan aletsin. Ancak aletin bilinci de, bu zatın bilincinden ayrı değildir. Bu sebeple, bu alet de, kendisini, Âlemi izleyen Zat sanır. Hakikat ise böyle değildir. Bu şehirde ve şekil değiştirmiş olarak, diğer bir şehirde de, en temel yanılgı ve sapma noktası işte budur. Diyeceksin
ki,
farkedemememiz
esas
sapma
değilmidir.
bizim Evet
özümüzdeki
öyledir.
Ancak
Allah’ı Allah’ı
farkettikten sonra bu seferde, bu hakikate Nefs’imizle sahip çıkmaya çalışmak daha da büyük bir sapmadır. Bu hataya düşeceğine, ilk halin üzere sadece seni yaratan bir güce inan, ona ibadet üzere kulluğunu devam ettir ve öyle kal daha iyi. Hakikatten nefsinin pay alması halinle, gideceğin tek yer Cehennem konaklarıdır. O kadar! Herşeyin yanı sıra bilmelisin ki, Allah sonsuz Esma terkibinin biricik sahibidir. Senin yanlış olarak bildiğin ve doğru olarak bildiğin her şekilde “O” sıfatını izler. Bu sebeple, bu kendini bilişi ve gerçek
163
varlığa sıfatın sahip çıkma yanılgısını da var eden “O” dur. Allah, her iki gerçeklik halini de yaratarak, varlık alanında bir suret ile gözükebilir. Fakat, bir Sıfatın veya sıfarlar terkibinin, Zata karşı sahiplik ve onu kavrayıp, kapsama iddeasında bulunması olan bu yanlış hal ve sapma, sadece kesret âleminde mümkün olur. Bu âlemde seyran bitip, yer başka bir yer, gök başka bir göğe dönünce, Rabb’ini gören, hakikat ile karşılaşan bilinç için bu hal geçerliliğini yitirir. “O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve insanlar bir ve Kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarlar.” (Đbrahim–48) Değerli yolcu bilmelisin ki, senin bakmakta olduğun âlem ve ön yönün senin, bildiğin, iki yanında fuluğ bir şekilde algıladığın alem bildiğini sandığın, arkanda kalan alan ise, bildiğini bilmediğin alandır. Senin Mülhime şehrinin dış sınırına artık yaklaşmış olduğunun belirtisi, işte bu bildiğini sandığın alanda, hareketlenme ve canlılık emareleri algılamaya başlamandır. Sen ön tarafına bakarsın,
ancak öne bakarken, yan tarafında bir şeylerin
kımıldadığı tesbit edersin. Bu öyle bir hal alır ki, geceleyin yatağına yatarsın da, yan tarafında, öne baktığın halde ışıklı suretlerin hareket ettiğini sanırsın. Bunları görmek için başını yana çevirince, bir şey göremezsin. Bu hal sende git gide netlik kazanacaktır. Zamanla, Hak şehrinin kapısına yaklaşmaya başlarsın.
164
Bu müşahedenin yanı sıra, yine loş ortamda kuvvetli görülmek üzere ki, gündüzde bu müşahede netlik kazanacaktır. Elini hareket ettirdiğinde veya bir obje hareket ettiğinde, o objenin adeta anlara bölünmüş görünlülerini ayrı ayrı algılamaya başlarsın. Yani, elini hareket ettirdiğinde geçtiği yolda elinin sureti bir gölge olarak ara ara aslını takip eder olur. Bu adeta senin elinin geçtiği yoldaki art arda gelen fena ve beka hallerinin, kare kare senin tarafından algılanmaya başlamasıdır. Bir sonraki şehrin kapısı ile karşılaşmanın belirtisi, senin bilincinin vücudundaki kalp noktasına ulaşmasıdır. Đşte o zaman bir de bakarsın ki, kalp noktandan dışarıya doğru, açık yeşil bir nur parlamaya başlamış. Bu öyle kuvvetli bir Nurdur ki, seyrettiğin mekânı algılayamayacağın şiddette ışımaktadır. Bu nur, her dört yöne doğru parıldar. Bu müşahede loş bir ortamda netlik kazanır. Artık sen kalbin manasını algılar ve bu nuru, önüne baktığında fuluğ olan alanda net olarak sürekli algılamaya başlarsın. Artık sen bu nur ile beraber gezersin. Bu hal içinde sen korunmaya başladığından ve Allah’ın hidayetinin senden uzak olmadığından umut edebilirsin. Bu Nur Muhammed ismi şerifinin Âlemdeki Nurudur. Yani, Muhammedi risalet hakikatinin Nuru. Zaman geçer, sen bilmem ne kadar zaman bu hal üzerine devam edersin. Artık sana kapının açılacağının haberçisi olan bir müşahede daha açılır. Artık sen dikkatinden kaçmaz ise, zaman zaman, bir suliyet olarak, etrafına yaydığı nur ile iç boşluğunun irtibatının
165
şeklini çizdiği “Sperm” suretini görmeye başlarsın. Bu sana, gevşemekten sakınman gereken, büyük bir müjdedir. Bu, senin Ahiret yaşamına doğman için senin Fezanda-Rahimiyetin’de belirmeye başlayan Rahmani bir temsilcidir. Görevi; seni dünya yaşamına öldürüp, ahir bilinç âleminde yeniden doğurtmaktır. Bu, aynı zamanda sendeki “Ayan-i Sabite”nin temsilcisidir. Bilesin ki, sen bu nokta itibarı ile var edilmişsindir. Bu suretin temsil ettiği man senin, Allah’ın Zati hakikatine dokunan ilmi suretindir. Bu, senin ilk hücreni meydana getirir. Senin ilk hücren bölünür ve iki olur, işte bu ikili yapı, senin tüm vücudunu oluşturur. Tüm vücuduna bu ilk iki hücreyi barındıran iki ama manen bir olan yapı hükmeder. Bu senin vücut âleminin rabbidir. Bu ilk noktanın adı “FUAD” olarak da bilinir ki, Hakikat Marifetinin irsal olduğu bilinç makamı burasıdır. Hak kapısından geçince gözünü dikeceğin ikinci kapı budur. Đşte yaşayan her zat, ahirete kendisini doğurtacak mana spermini, dünyadaki bilinci, düşünceleri ve eylemleri ile var etmektedir. Dünya ekim, ahiret hasatı alma ve ebedi varoluş âlemidir. “Bir de şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar. Onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz de Allah'a ortak koşmuş olursunuz.” (Enam–121) “Đşte böylece biz her Peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar.
166
Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları iftiralarıyla baş başa bırak.” (Enam–112) Bir önceki şehirde de nadiren olmak üzere, tüm bu müşahedelerin içerisinde kulağına çeşitli seslerde gelebilir. Bazen seni kısık bir sesle çağıran bir yapı veya bağırma sesleri işitebilirsin, bazen de, sana olacak olayları haber veren bir ses seninle irtibat kurabilir. Bu senin Nari boyutunun senin ile olan irtibatıdır. Bu seslere kesinlikle itibar etmemeni önemle belirtmek isterim. Bu karşılaştığın sesin veya yapının bazı şeyleri doğru biliyor olması, o yapının Rahmani ve Hak olduğu anlamına gelmez. Biz bu vakayı çokca işitip, şahit olduk. Hatta bu sesin sahibi, zaman içinde seninle, güzel bir ışık varlık veya kendisini bir geçmiş zaman evliyası olarak tanıtarak irtibat bile kurabilir. Unutma ki, Şeytan’ın da birçok Marifeti, ilmi vardır. O bilinç de, olağan üzeri olaylar sergileyebilir. Fakat Şeytan, kendi Enanetine yenik olduğundan, ilmini, işine geldiği gibi kullanır. Varlığından vazgeçmekden çokca korkar. Bunların hepsi, seni saptırmak
ve
aldatmak
için
Cinni
boyutun
seninle irtibat
kurmasıdır. Sen bu frekansın seyredildiği bir bilinç içerisinden geçtiğin için bu irtibatlar kurulabilir. Bazen de bunların çok azı senin için gerçekleşir. Her halükarda dikkatli olmanda yarar vardır. Hakikat senin olduğun boyut dışında değil, tam da olduğun boyutta vech’i-sıfatı ile mevcuttur. Sıradan ve olan şeydeki mücizeyi ve hakikati henüz görmemiş olan, Hakikate uzak demektir.
167
“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara–115) “De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bir baksanıza." Fakat âyetler ve uyarılar, inanmayan bir topluma hiçbir fayda sağlamaz.” (Yunus–101) “Şeytan dedi ki: " Bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver." “Allah da: "Sen süre verilenlerdensin" dedi.”(Keyf–14, 15) Derken sen yolda biraz daha ilerlersin. Artık sana gerçek seyir açılmaya başlar. Bilincin yedi bilinç aşamasının bilgisini ilham olarak kuvvetle almakta ve yükseliş devam etmektedir. Derken tüm objeler ve insanlar hareket ettiğinde arkalarında bulutsu bir beyaz nur bıraktılarını tesbit edersin. Tam da bu aşamadan sonra, yaşadığın ve düşündüğün şeylerle zahirinin daha da kuvvetle bağlanmaya başladığını seyretmeye adım atarsın. Tüm bu müşahedeler insandan insana farklılık gösterebilir. Ancak bilincinde uyandırdığı etki çokca farklı değildir. Bu müşahedelerin manasından mutlak surette geçersin. Fakat Allah isterse seni çok farklı yollardan da kendisine çekebilir. ”O” istediğini yapandır. ”O”nun
yaptığı
şey
sorgulanamaz
kayıtlanamaz.
168
ve
hiç
bir
kuralla
da
Tüm bu şehir içi aşamaların sonunda Hak Şehrinin kapısının manası sana açılır. Bu kapının özelliği; kapıyı algılayabileceğin bir sınırının bulunmamasıdır. Bu öyle bir manadır ki, Şehirdeki şehir duvarları, şeyler ve insanlar artık sınırlarla birbirinden ayrı imiş gibi gelmemeye başlar. Tüm objelerin sınırları görülür belki, ancak hiç bir objeyi, resmin büyününden koparıp alınacakmış gibi ayrı ayrı objeler şeklinde algılayamazsın. Sanki sınırlar erimiştir. Đşte bu ilk “Fena” halinin sana açılmasıdır. Bu öyle bir müşahededir ki, örneğin sen fotoğrafına bakarsın da, senin bedenin olarak görülen objenin dışındaki şeyler de sanki, sen etkisini vermeye başlar. Sanki, onların vücudunu da hissedermiş gibi fuluğ bir algı içine girersin. Đşte bu, senin “BEN” bilincinin zahiri iyice kapladığına dalalet eder. Zaten senin bilincin zahire iyice yayılmadıkca bu Hak kapısı sana açılmaz. Bu kapının anahtarını sen, şehirdeki tüm kapıların deliğine sokup aynı “AN” da çevirmedikce, bu kapıyı açamazsın. Sen bu kapıyı bir tek yerde hayal edersin belki. Ancak bu kapı her yerde olmaklık kapısıdır. Bu sebeple, senin algılayabileceğin bir forma da sahip değildir. Mülhime Şehrinden, Hak Şehri olan Mutmain Şehrine geçmeni, eğer ezelde Allah dilediyse bil ki, bu kapı, içinden geçileceğini sana haber veren iki şehir kapısının ilkidir. Bu kapının manası sana açılacaksa, senin bilinç âleminden sana bunun haberi yollanır. Ancak bu haber sessiz bir ses ile sana ulaşır. Sen bunu bilinçli olarak duyamazsın, ancak senin vücud âlemin bu haberi alır.
169
Peki, alınca ne mi olur? Söyleyelim: Senin vücut âleminin bekcisi olan ve senin varlığında bulunan Đblisi boyut telaşa kapılır. Ancak sen bunu bilmezsin. Bu şeytani boyutun ilk özelliği; Bu kapının anahtarına sahip olup, elinde tutması ve emirin gelmesi halinde de buna karşı çıkamıyacağını çok iyi bilmesidir. Bunun sebebi; Bilsin veya bilmesi, Đfrit, Đblis ve Cinni tüm yapıların Ali meleki boyuta boyun eğmiş olmasıdır. Đkinci özelliği; Bu bilinç katmanının senin düşüncen ile bedenini bağlayan cinni boyutta görevli olmasıdır. Senin tüm organlarını yöneten hormonlar, kaslar ve duyguların, Sadr’ın (Kalbin dış yüzü) bu cinni boyutun etkisine açıktır. Kapının açılacağının haberini sen duyamazsın. Ancak o boyut bunu çok iyi duyar ve senin buradan geçmemen için seni etkilemeye başlar. Önce korku vererek durmanı sana ilham eder. Bir çok yolcu da zaten bu noktada bir çok korkunun yanı sıra Yokluk’tan korktuğundan geririsn geriye dönerler. Bir yolla, olaylar veya illüzyonlar sana durmanı, bu şehirde kalmanın zevkli ve iyi olduğunu bilinç âleminde sana fısıldar. Baktı ki,
sen
onu
dinlemiyor
ve
Rabbine
kavuşmak
için
sabırsızlanıyorsun. Kendi makam başlangıcı olan mide ve karın bölgesini etkilemeye başlar. Aşırı derecede etkili mide kasılmaları, kusma halleri ve vücut ağrıları sende baş gösterir. Bu haller yolun daha önceki aşamalarında da belki sana isabet edebilir. Ancak bu hal başkadır. Bu kasılma ve sıkıntı çok daha kuvvetlidir. En önemlisi de, sen artık bir şeylerin geri dönülemez bir şekilde farklı bir yere
170
gittiğini kuvvetle hissedersin. Rabbin sana bunu ilham etmeye başlar. Bu bilinç Seyrinin rengi “SARI”dır. Bu rengin titreşim frekansı kuvvetlidir. Bu boyutun vücudundaki yeri, senin göbek deliğinin 3– 4 cm hemen üzeridir. Bu bölge vücutdaki tüm sıvıların yönetim merkezidir. Maddeye bağlılığımız bu nokta ile ilişkilidir. Bu noktada eğer, bilincini açık tutarsan, sana zahirde bu olayın nasıl olacağı dahi haber verilir. Söyle ki, zahirde bu hal içinde olmadık şeylere gözün takılmaya başlar. Yazılar, işaretler gibi, ayrıca normalde içine girip bakmayacağın mekânların içine girip bakman sağlanır. Bunun yanı sıra, sana insanların hitapları da farklılaşabilir. Örneğin; Sana birileri başka isimlerle hitap edebilirler. Bu isimler senin bilincinin içine gireceği hali tanımlayan manalara sahiplerdir. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Özetle, senin bilinç seviyen bir hayli yükseldiği ve hak kapısı sana belirdiği için, senin batınında olan ile zahirin, artık direk ilişkilenmeye başlar ve manalar birbiri ardına sana açılır. Bu seni korkutmasın, sen Allah’a iman etmiş bir yolcusun. Sahip olduğun iman ise, her şeyin Allah’ın elinde olduğunu, “O”istemedikce sana hiç bir kişinin veya varlığın zarar veremiyeceğini, yine Allah eğer senin mahfını dilemişse de, seni “O”nun elinden hiç bir varlık ve gücün kurtaramıyacağı gerçeğini sana söyler. Đşte bu, artık tam anlamı ile iman ettiğin gibi eylem yapma ve imanını yaşama tam olarak geçirme zamanıdır. Bu Ekber olan imtahanın başlangıcıdır.
171
“Evet, Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur'ân’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?”(Fussilet–53) Bu aşamada, ibadete devam etmen, Allah’ı sürekli anman ve teslimiyet bilincine dikkat etmen tavsiye edilir. Boy Abdestli gezmeye azami önemi göstermen bir başka önemli noktadır. Bazı şeylerin cevabını kolay almak için, su ile yıkanırken, Allah’a sığınarak, cevabını merak ettiğin soruları sorman ve akebinde zahiren salât-namaz kılmanı sana tavsiye ederim. Çünkü, Allah’ın Arşı su üzerindedir. Rahman-i olan mevki buradadır. Bunun altı Rahman-i değildir.
172
Şehr-i Mutmain
.
Şimdi sana, Şehri Mülhime içerisinde, Şehr-i Mutmain kapısına yaklaşmanla beraber, yolculuğun nasıl gelişeceğini ve kıyametin sende nasıl meydana geleceğini, hangi müşahedelerin sana eşlik edeceğini açmak istiyorum. Ta ki, Hak kapısına varasın. Çünkü Hak şehri, senin ölümü tadman ve kıyametinin kopma şehridir. Đlhamlar şehri olan Şehr-i Mülhime içinde, bir müddet daha yoluna devam edersin. Bil ki, Mülhime şehrinden geçen yol, gerçekten çok uzun, bazen de yıldırıcı ve zorludur. Ancak, ilerlemene devam edebilirsen, sende ilk Fena belirtileri baş göstermeye başlayacaktır. Bununla beraber düşüncelerin ve zihninde seni meşgul eden fikirlerin
zahirinle
bağlantısı
sana
açılmaya
başlar.
Sen
düşüncelerinde olan olayların, zahiren de, aralıklarla da olsa, vuku bulduğunu izlemeye koyulursun. Bu seyr, anlık farkedişler halinde, ani farkındalıklar ve bu zahiri oluşların manalarının ne olduğunun, senin
tarafından
kavranması
şeklinde
devam
eder.
Senin
vücudunda bulunan bilinç blokları ve çocuklukdan beri getirdiğin korkular, tedirginlikler, şartlanmışlıklar, bilincini ve “Ben”ini, beden kabul etme halinin sana verdiği düşünce blokları, artık yerinden oynamaya ve temizlenmeye başlar. Hak Şehri kapısına yaklaştığında bu öyle bir hal alır ki, eğer dikkat edecek olsan senin yaşadığın mahal ile ilgili temizlik veya değişikliklerin meydana gelmesi gibi zahiri bazı oluşların açığa
173
çıktığını veya bunların olacağının haberlerinin sana geldiğini seyredersin. Ya bir şehirsel alt yapı tadilatı, ya bir çevre düzenlemesi, ya da önemli bir binanın yenilenmesi gibi zahiri oluşlar dikkatini çeker. Din içerisinde yer alan bazı simgeler ve kavramların, sürekli karşına çıktığını görmeye başlarsın. Zamanla, seyrdeki bu sıklık ve farkındalığın seni vurması artacaktır. Bu hal, titreşimi oldukça yüksek ve içerisinden geçerken senin Nefs’ini yıkıma uğratacak olan hak kapısının çekim alanına girdiğinin belirtisidir. Şehr-i Mülhime’de Hak kapısına bir hayli yaklaştığını artık anlarsın. Bu bilinç noktası, senin âleminde kıyamet alametlerinin açığa çıkmaya başladığı dönemdir. Kıyamet alemetleri sırası ile senin âleminde belirmeye başlayacaktır. Đlk olarak, vucüdundaki bilinç noktası, bacak arası olan ve yeraltında Arz-beden bulunan yapı, iyice ortaya çıkmaya başlar. Bu yapı insana Öz varlık bilgisini, bilgi yüklü
elektromanyetik
Kerim’de
bu
yapı
dalgalar ve
halinde
Tecelli
iletecektir.
Kuran-ı
“Dabbetül-arz”
olarak
isimlendirilmiştir. "Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe
çıkarırız
da,
insanların
ayetlerimize
kesin
olarak
inanmadıklarını kendilerine söyler." (Nelm–82) Bu Dabbetül–Arz rumuzu ile anlatılan, insanın bacak arasında uyuyan ve kıyam ile beraber, omurga boyunca bedenden-Arzdan
174
yükselecek mana, Zat ateşidir. Bu varlık ile ilgili Hz.Peygamber bir hadisinde bizlere söyle haber vermektedir. "Dâbbe, yanında Hz. Musa'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle damgalayacak. O zamanda yaşayan insanlar bir araya geldiklerinde mü'min- kâfir belli olacaktır." (Hadisi Şerif-Ahmed b. Hanbel)
Burada dikkat edilirse; Hz.Musa’nın Asa’sı Omurga boyunca yükselen Zat ateşinin Meleki-Nebevi, Kudret eline işarettir. Hz.Süleymanın mührü kavramı ise Cinni ve Đblis boyutuna Rumuzlu
işarettir.
Bu seyrin içine girilmesi ile beraber, birçok müşahede ve Nefs halinin içinden geçen yolcu, eğer iyi korunamaz ise, kibir ve Enaniyyet denen bela yakasını bırakmayacaktır. Zor olan nokta ise, kendisine bu göz ile bakıp, kendini hesaba çekmez ise, bu durumun farkında da olamamasıdır. Bu sebeple, kendisini Şehr-i Mülhime’de bulunduğu âlemin Rabbı zannetmeye başlama tehlikesi içerisinde olan yolcu, gözlerini kapattığında sağ ve sol yanlarında açık civit mavi renge sahip iki ışıma kuvvet kazanacaktır. Bu hal değerli bir mutasavvıfın da açık bir şekilde belirttiği gibi "Deccal geldiğinde sol yanında cennet, sağ yanında ise cehennem belirir. Alnında da “Allah'a karşı Kafir” yazıyordur." dediği hal üzere, cennet ve cehennem realitelerinin yolcuya yakınlaşmasıdır. Bu hal, yolcu
175
farkında olmasa da “Deccaliyyet” bilincinin açığa çıkışından başka değildir. Sen olur da böyle bir bilincin içerisine girecek olursan, zan benliğini Đlah sanmaya başlayabilirsin. Bu hal üzere sen, her istediğine ulaşacağına ve rahat içinden hiç çıkmıyacağına inanırsın. Ancak, durum hiç de böyle değildir. “Ne o, insanoğlu kurduğu her hülyaya, içinden geçen her şeye nail olur mu sanıyor?” (Necm–24) “Nihayet yeryüzü bütün zinet ve güzelliklerini alıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerine (her türlü tasarrufa) kadir olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya güpegündüz ansızın ona emrimiz (Ruh-Kıyam) geliverir de, bunları, sanki dün yerinde hiç yokmuş gibi, kökünden yolunmuş bir hâle getiririz. Đşte düşünen bir toplum için, ayetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz.”(Yunus–24) “O insan kendi üzerinde kimsenin güç sahibi olmadığını mı sanır?”(Beled–5) Yolculuk sırasında içine girdiğin bu halin sebebi, sende KudretKadir isminin Cinni bir etki ile hâkimiyet kazanmış olması ve neye yönelsen büyük ölçüde elde etmendir. Deccaliyet-Şeytani bilinç, bu hal içinde seni adeta sarhoş eder de, kurtulmaya çalışsan, seni yakan bir ateş ile seni korkutur. Üzerinde bir gücün seni yönetmediğini düşünürsün. Ancak unutma ki, bu senin için bir aldanıştan başkası da değildir. Bu hal içinde yapman gereken; verilen bu kudret şarabını içmeyi reddetmen ve şeriat’ın ruhuna aykırı her tür yönelim ve eylemden kaçınmandır.
176
“Đsa dedi: Dünyanın merkezinde duruyordum ve onlara kendimi bedende tanıttım. Hepsini sarhoş buldum; aralarında hiç susamış olanını bulamadım ve Ruhum insanoğlu için üzüntü duydu; çünkü onlar kalplerinde kör ve onlar dünyaya boş geldiklerini ve boş gitmeye çalıştıklarını görmüyorlar. Ama şimdi sarhoşlar. Eğer şaraplarını red ederlerse bunu çok ağır ödeyecekler!” (Thomas Đncili–28) Yukarıda ifade ettiğimiz müşahedeye irfani açıdan bakıldığında: Normalde sağda cennetin, solda ise cehennemin yer alması gerekirken, Benlik Deccal’ındae bu durumun tam tersinin olduğu görülmektedir. Bunun sebebi; bu bilincin blokajı altında olan kişiye kurtuluş hidayet edilmesi durumunda, Deccal’ın cehenneminin o kişinin gerçekte kurtuluşu olmasıdır. Kişiye hidayet nuru ulaştıkça, kişinin gözü kapalı iken gözünün önünde algıladığı bu iki taraflı ışımanın dengesi bozulmaya başlayacak ve sağ yanındaki ışık giderek renk değiştirmek sureti ile ağırlık kazanacaktır. Bu müşahede, Hak kapısının Güçlü Nurunun sana belli olmasıdır. Derken, bu kapının arkasında senin Rabbin ile karşılaşma anı gelir çatar. Bu ilk karşılaşma senin Nefs’inin hakikatini görmendir. Görülen Allah’ın Vech’idir. Bu aşama, sana Ayn-el Yakin denilen seyrin açılmasıdır ki, gerçek seyr burada başlar. Böylece sen, Fena mertebelerinin ilk basamağına adım atarsın. Bu tecellinin sana yönelmesi Đse’vi hakikatin sana açılmasıdır. Bu irfani dilde “Kişinin Đsa’sının gelmesi” olarak bilinen hakikattir. Bu Allah’ın büyük bir lütfudur.
177
“Melekler ve Ruh o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.” “O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.” (Kadir-4,5) Bir bakarsın ki, sonunda kapı sana açılır. Bu olay, senin “Kadir Gece”ni yaşamandır. Artık sana gizli olan açılmaya başlar. Allah’ın gizli kudretinin, kuvveden fiile çıkışını bu olayla izlersin. Sen bu açılımla Rabbini görürsün. Bu senin zahirinde, Ruh ve Allah’ın melekelerinin manasının ne olduğunun açığa çıkmasıdır. Böylelikle, daha önce sen karanlıklar içinde ve tanınmaz iken, artık Rabbin seni, Âlem aynasında görür. Sende hakikatini “O”nun nuruyla görürsün. “Kıyamet saati yaklaştı, Ay yarıldı." (Kamer–1) Bil ki, görmek, gerçek bilginin kaynağıdır. Đşitmek ve
okumak
kesinlikle görmek gibi değildir. Bu görüş ve tecelli, bir Cuma günü gece yarısı sabaha karşı gerçekleşecektir. Bu senin Nefs’inin, hakikatini görüp ölümü tatmasıdır. Aynı zamanda, Kuran-ı Kerim’de yerin yarılması olarak ifade edilen hakikatin senin seyrine açılmasıdır. Artık senin Arz’ın (bedenin-Ay), içindeki ağırlığı (RuhNefs’in hakikati) atmıştır. Yer ile gök birleşmiştir. Böylelikle sen Đse’vi Miraç’ını gerçekleştirmişsindir. “Đsa dedi ki : Suretler (imgeler) insanda tezahür ediyor ve onlarda olan ışık (Hu) saklıdır. Baba'nın ışığının suretinde, O kendi örtüsünü
178
açacak ve kendi sureti, kendi ışığıyla saklanacak.” (Thomas Đncili–83) Bu olayın gerçekleşmesi için, mutlak surette sana ayna olacak bir zat ile bütünleşmen gereklidir. Bu müşahede, bu zatın vechinde, kendi vechini görmendir. Bu zat, ilim sahibi ve sana yolda rehberlik yapan biri olabileceği gibi Allah’ın sana bu hakikati açması için araç olarak belirlediği bir dost da olabilir. Muhtemelen sen o “dost”a karşı derin bir teslimiyyet hissine sahipsindir. Bu Kuran-ı Kerim’de ifadesini bulan nefslerin eşleşmesi vakasıdır. "Nefisler
eşleştirildiğinde.
Diri
diri
toprağa
gömülen
kıza
sorulduğunda, hangi günahtan dolayı öldürüldü? diye. Amel defteri açıldığında… Gök sıyrılıp açıldığında… Cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında… Herkes ne getirmiş olduğunu anlar." (Tekvir–81) Bu olay Sur’a ilk üfleniş olarak tabir edilen hakikatin hemen öncesinde gerçekleşecektir. ”Sur” olarak ifade edilen alet ve ona üflenmesi olayı, senin vücut âleminde olan ve sana vücudundaki bilinç noktaları olarak anlatmaya devam ettiğimiz yedi Bilinç noktasının-Letafet, vücudunun yönetici kanalı olan omurgan boyunca birbiri ile ilişkiye geçmesidir. Bunun yanı sıra, ana orta kanalın iki tarafından yükselik tepe noktana kadar uzanan, 33 x 2 adet yan kanal daha bulunur ki, bu
179
müşahedenin yaşanması sende bu iki 33’ü birleştirmiştir. Yani, mana olarak seni 66’ya ulaştırmıştır. Bu da Hakikatin, “Allah” olan cem ismi ile karşılaşmanın ta kendisidir. Orta kanal ile beraber sende 99 adet esma’nın manası artık açılmaya başlar. Bu olay, omurga boyunca sıralanmış olan yedi mananın, karşılaşılan Hakikat nefesi ile üflenerek sessiz bir ses çıkartmasıdır. Bu tecelli ile beraber yine, sende iki olan (Zahir-Batın) bir, bir olan (Nefs-Đsim benlik) ise iki olmasının zemini hazırlanır. Bu öyle bir tecellidir ki, artık sen “BEN” zannettiğin şeyin hakikatini görürsün. Tüm âlemin senin “Ben”dediğin olmuştur. Bunun dışında kalan herşey ölür. Ancak, bu üfleniş bilesin ki, Sur’a ilk üfleniştir. Đkinci üfleniş ise, kıyamın gerçekleşmesi için, bahsettiğimiz vücut aletine Ruhullah’ın üflenmesidir. Đlk tecelli bahsettiğimiz şekli ile Đse’vi hakikattir. Bununla senin Âlemin bir tek noktada toplanır. Ancak bil ki, gerçek kemalat bu Mutlak olan “Ben”hissinin dahi yok olmasıdır. Hz. Đsa, Allah’ın Ruhu ve sözüdür. “Ve sur üflenmiştir. Göklerde kim var ve yerde kim varsa, Allah'ın dilediği kimselerden başka hepsi çarpılıp yıkılmıştır.”(Zümer–68) “O gün, Ruh ve melekler saf bağlayıp kıyama geçerler. Rahman'ın izin verdiği dışındakiler konuşamazlar. O izin verilen, doğruyu söyler.”(Nebe–38) “Đsa dedi: Ben herkesin üzerindeki ışığım. Ben kâinatım; kâinat
180
benden çıktı ve kâinat bana ulaştı. Ağacı yarın, ben oradayım. Bir taşı kaldırın, ve beni orada bulacaksınız!”(Thomas Đncili–77) Bu ilk tecelli senin Ruhu görmen idi. Bundan sonra aynı gün sabaha karşı seni bekleyen ikinci bir tecelli daha mevcutur. Fakat bu tüm yolcuların seyretmesi takdir edilmiş bir tecelli de değildir. Bu tecellinin ismi “Berk-i Tecelli” dir. ”Berk” Yıldırım manasına gelmektedir. Aynı zamanda bu, Kul ile Allah’ın birleşme anında açığa çıkan kuvvetli Nurun ismidir. Allah ile karşılaşma dediğimiz tecelli budur. Đlk tecelli ise, Ruh ile karşılaşılmasının hakikatidir. Bu Đkinci tecelli de ise, seni kendisine ayna yapan Allah, kendi Nuru, yani Ruhu ile kendisinin hakikatini görecektir. Đşte, Allah’ın Zati tecellisi budur. Süra ilk üflenmesi denen hakikat, bu olayın sana açılmasıdır. Bil ki, bu üflenişi sağlayan sende o güne kadar kuvvede olup, bu olayla açığa çıkan “Azrail” melekesidir. Ölüm ile içerisine geçilen Mahşer yaşamı seyri ve Mutmain bilinç şehri bir “Berzah Âlemi” olma özelliğine sahiptir. Burası, gizli Zat ateşinin, gölge olmayan aslının kişiye açıldığı âlemdir. Artık yolcu için gerisin geriye dönüp, yaptıklarını değiştirme şansı ve yeni bir bedenle dünya yaşamına doğuş şansı gibi ihtimaller kesinlikle mevcut değildir. “Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında,
tekrar
dirilecekleri
güne
181
kadar
(devam
edecek,
dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (Müminun–100) Burada sana, manası pek bilinmeyen bir kavramı da açmak isteriz. Bu kavram, Miraç olayında Hz. Peygamber’i taşıdığına inanılan “Burak” denen vasıtadır. ”Burak” isminin kökü, manası Yıldırım olan “Berk” kelimesidir. ”Berk” insanın Rabbi ile buluşması sırasında açığa çıkan kuvvetli “Nur”dur. Berk, tam olarak, senden şiddetle fırlayan “Ruh”tan başkası değildir. Senin, bilincin zahirine çıkan “Ruh” bilinci vasıtasına binerek, “Rabbi tecelli”yi, onun Vech’ini, yine, onun Nuru ile tesbit eder. Ruh’u, Akıl’ı Her yere yayılmış olarak tesbit eder. Sen ölümü tadınca, Ruhun açığa çıkıp, ilkin sana senin Cemalin olarak görülür. Bundan sonra ise, zahirin de izlediğin alemin dahi senin sahip çıkıp “BEN”dediğin şey olduğunu anlayan bilincin, bu “Ruh” bineğine binerek tüm zahirini kaplar ve ufka kadar uzanarak yayılır. Đşte Burak bineğinin ayağını ufuk çizgisine kadar basabilme özelliği budur. Yani “Burak-Ruh” bineği, senin bilincini korkunç büyük bir hız ile boyutsal olarak, Miraç ettirme, yükseltebilme özelliğine sahiptir. Ancak Hz. Peygamber birçok konuyu olduğu gibi bu hakikati de, devrin anlayışına uygun olarak Rumuzlarla anlatmıştır. Bu tecellidir, tüm varlık Âleminin cansız yere düşmesine sebep. Birinci tecelli, senin Rabbini görmen, ikinci tecelli ise, Allah’ın seni alet ederek Zatı ile kendi vechini görmesidir. Bu hakikatin
182
seyredilebilmesinin
sebebi
Allah’ın
Ruhunun
onun
“SIR”rı
olmasıdır. Bir cam sırlanmadıkça hakikati yansıtamaz. Cam, toprağın yüksek ısı altında ateş ile pişirilip, şeffaflaştırılması-letafet kazanması sonucu elde edilir. Đşte, Allah dünyada olaylar ile pişirip cam gibi latif hale getirdiği kuluna, önce Ruhunun hakikatini-sırrını verir. Senin âlemini, kendi sırrı ile sırlandırır. Bunun akebinde, kendi sırrı ile sırlayıp kendisine ayna yaptığı kulunun âleminde kendisini izlemeye başlar. Bu Allah’ın kendi sırrında kendisini, sırrının sırrı ile seyridir. Ancak asıl mesele bundan sonra kişinin Vech’ine vurulan Sırrı tutup tutamayacağıdır. “Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacaktır.”(Rahman–26, 27) “Allah
kendisinden
başka
ilah
olmadığına
kendi
Zatı
ile
“Şahid”tir.” (Hz. Muhammed) Bu tecelli sırasında “Muhammedi” meşrep olmayan bir zat hemen düşüp bayılacaktır. Sadece, bilinç olarak Allah’ın bu Zati tecelli için seçtikleri, kendinden geçmeksizin bu manayı izleme ve bu Bilincin Ruhu ile dolmaya bu nokta itibarı ile başlama şansına sahiplerdir. (Zümer–68) Bu bilincin, ölüm ile karşılaşdığı son hakikattir. Bu tecelliyi yaşayan bir yolcu, artık istesede bu seyrin ve bilincin
183
dışına çıkamazlar. Bunun sebebi, kendilerine ait olan cüzzi iradelerinin bundan sonra ellerinden alınmış olmasıdır. Bu sebeple, ölüme iman üzere ulaşmak en önemli konudur. Çünkü, ölüm esnasında sahip olduğumuz bilinç ve iman üzerine Ba’s olunacağız. Bundan sonra ise, bilinç ve inanç dünyamızda değişiklik yapma şansımız olmayacaktır. Sadece, iman üzerine isek, bu doğrultuda bilincimiz
arındırılıp,
ileri
boyutlara
doğru
değişime
tabi
tutulacaktır, o kadar. Bu yolun sonuna ulaşması takdir edilmiş ve bu tecelli’de takılıp kalmayan yolcular, öyle zatlardır ki, kendilerinde Teşbih ve Tenzih hakikatlerini cem etmişlerdir. Ancak, bu ilk Đse’vi tecelli, hakikat, Teşbih bilincinin kişiye açılmasıdır. Bunun akebinde gerçek kemalata ulaşılması, bu hakikatin,
bu
sefer
de,
Batında
Teşbih’ten
sonra
Tenzih
edilebilmesinde gizlidir. Đse’vi makam Teşbih ve “CEM” makamıdır. Đsa A.S. ın çarmıha gerilmesi ile açığa çıkan Muhammed-i makam ise, Teşbih ve Tenzih’in beraberce cem edildiği “CEM-ÜL CEM” makamıdır. Yolcu bu noktada Ruh ile karşılaşmıştır. Bunun akebinde ise, bu aşamadan sonraki diğer şehirlerde, Allah’ın takdiri gereği bir ikinci tecelli yolcuyu bu “Cem-ül Cem” makamına ulaştırmak için beklemektedir. Allah’ın Hz. Musa’ya Tur-u Sina dağında gösterdiği tecelli, işte bu teşbih
tecellisidir.
Aşağıdaki
ayette
184
zikredilen
dağ,
Nefs’e
rumuzdur. Bu noktada yolcunun iç-ben ve dışarısı, ötekiler diye ayırdığı yapı birleşir. Yolcu bir de bakar ki, isim benliğine isnat ederek “Ben” diye tanımladığı ve Nefs’inin hakikati, sandığı şey değil... O güne kadar bir zan üzerinde olduğunu anlar. Bu Allah’ın Zatı ile Yolcunun Nefs’ine tecelli etmesi ve onu parçalamasının ta kendisidir. “Musa, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.” (Araf–143) ”Mutmain”olmak, Tatmin olmak demektir. Yolda ilerleyen yolcu, içindeki büyük hakikat açlığını, karşılaştığı hakikatle giderir ve tatmin bulur. ”Şehr-i Mutmain” kapısı senin Batınında bulunan bir manaya, senin bilinç olarak ulaşmandır. Bu kapı, Hz. Đsa’dır. Bu kapı açılınca ilmin şehrine yani Hz. Muhammed’e ulaşılır. Hz. Ali, Hz Muhammed efendimizin bu manada Đsa’sıdır. Hz. Ali Đsevilik makamında bulunmaktadır. “Ali ile ben bir tek nuruz.”(Hz.Muhammed) “Đsa dedi ki ; “Ağzımdan içen benim gibi olacak; ben de onun gibi
185
olacağım , ve saklı olan ona ifşa olunacak.” (Thomas Đncili–108) Đlk tecelli ile ölümü tadan kişi artık, dünya yaşamına ölmüştür. Bu sebeple, Allah’ın Vech’inin Ahirette görüleceği gerçeği kişiye açılmıştır. Bu, Allah’ın “Kahhar” oluşunun kişiye süphesiz olarak açılmasıdır.
Đnsan
seyrettiği
Âlemin
kendisinden
yayıldığını
farkederek Kahhariyetin içine girer. Artık senin bedene endeksli birimsel Nefs’in, “Ben”in, Đse’vi hakikat ile karşılaşılması dolayısı ile bir daha yeniden toparlanmamak üzere yıkılmaya başlayacak ve dönüşüme uğrayacaktır. “Đsa dedi ki: O evi yıkacağım ve bir daha hiç kimse onu yeniden yapma durumunda olmayacaktır!”(Thomas Đncili–71) Bu hakikatin kişi tarafından müşahede edilmesi ile Kıyametinin kopacağı ana kadar geçen, yani Sura ilk üflenişle, kıyametin kopacağı ikinci üflenişe kadar geçen süre 22 gün veya birim zamandır. 23. gün sonunda ise, kişi artık Hakk’ın açığa çıkışı ile kitabını açmış ve bu kitabi yapı ile Ba’s edileceği bilinç bedenini örmüştür. Artık, dünyada iken oluşturduğu bu bilinç-beden ile Ba’s olacaktır. Farkedilir ise, Sura iki üfleniş arasında geçen zaman dilimi, kişinin vücuduna ait kromozom sayısı ile eştir. Çünkü yolcuyu dünya âlemine getiren ilk hücrenin bilinci, kişinin kader kalemidir. Artık kişi bu bilincin açılımını yaşar. Aynı şekilde, dünyadan gelen bilinç ile ölümün tadılması sonunda, hakkı müşahede eden bilincin oluşturduğu Ahiret bedeni de, buna benzer
186
bir şekilde örülür. Yolcu, bu bilincin dünyada iken oluşturduğu kromozon yapısı ile geldiği tarafa yani, Ahir yaşama doğacaktır. “Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilik ile deneyeceğiz; hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya–35) Bilinç Ölümünü tatman ve Sur’a ilk üfleniş ile beraber içine girdiğin Âlem, Mahşer Âlemidir. Sana bu âlemin hakikatleri açılacaktır. Ancak bu âlemin hâkim hissi, Allah’ın kudretinin açığa çıkışı ve çok büyük ve daha önce tadılmamış bir yalnızlıktır. Allah seni artık, tüm mevcudatını Âdem’e düşürerek “Kabz” etmiştir. Bu yaşam âlemine girişinin akebinde Allah’ın Kudreti senin âleminde kuvvet ile açığa çıkacak ve ilk olarak senin kendinde bir güç ve kudret görme halini vuracaktır. Ola ki, suret ile perdelenip kendine Allah’ın yanı sıra Veli edindiği bir kişi varsa, ilk olarak bu zat ile aran uzaklaşacak ve bu zatın sana bir faydasının olmadığı sana seyrettirilecektir. Bilesin ki, aldığın hatalı ilim eğer, senin kendine ait bir gücün olduğu fikrini sana verip, bu gücü açığa çıkartmanın yolunu öğretti ise, sen sıkıştığın için hemen bunu kullanmaya kalkacaksın. Ancak, neye elini atsan, Allah’ın kudreti ve Kahrediciliği karşısında hiç bir gücünün olmadığı sana kesinlikle seyrettirilecektir. Üstüne üstük hatanı görüp kendi alehinde şahitlik de edeceksin.
187
Mahşer âleminde zamanla kıyametine yaklaştıkca, Cinni boyut sana açılacak
ve
yoğun
ışık
bedenli
Cinni
yapıyı
algılamaya
başlayacaksın. Bu âlemdeki seyrinin sonuna doğru iman üzere olduğun açığa çıkarsa cinni boyut seni bir dekorun içinde hapis olduğun vehmine inandırmaya çalışacak ve senin fena halde üzerine gelecektir. Bu algının içine girmenin sebebi, aslında madde âlemin senden uzaklaşması ve boyutların dağalmaya başlamasıdır. Đçinde bulunduğun yükseklik, derinlik ve en gibi boyutları bir arada tutan meleki kuvveler sönmeye başlamıştır. Bu sebeple sana yöneltilen vehm sebebi ile içinde bulunduğun mekânı senin haps edildiğin bir yer olarak algılarsın. Aslına bakarsan zaten dünya mümin için bir hapishanedir. Seni en çok sarsacak şeylerin başında ise işte bu müşahede gelir. Artık Sen yaşamını sürdürdüğün dünya’nın, aslında Şeytani bilincin yönetici olduğu bir hapishane olduğunu anlarsın. Bu âlemde cinni boyutun temel hedefi; seni Allah ilminden uzaklaştırmak için uğraşmaktır. Bu bilincin ana amacı; Allah’ın seni kendisine köle ettiği, seninle eğlendiği fikrine seni inandırmaktır. Bunu yapabilmesinin sebebi ise, sende hala Nefs’in mevcudiyetidir. Sana belki, Nefs’inin hakikati artık açılmıştır. Ancak Nefs’i bırakıp varlık hissinden arınabilmen bu âlemde de mümkün değildir. Bu sebeple, karşı koyması hem bilinç olarak, hem de, bu savaşın kimyasal yansımaları dolayısı ile bedeni olarak, atlatılması gerçekten zor bir sürecin içinde bulunursun.
188
Bugünler içinde Mahşer yaşamında iken, bir gün gelecektir ki, iki meleke sende kuvveden açığa çıkacaktır. Bu sende bulunan iki meleke, sana üç soru sorarlar. Bu sorulara bilinç âleminde vereceğin cevap senin kitabının son sözleridir ki, senin kitabın bu son cevapların vasıtası ile yazdıklarına göre değerlendirilecektir. Sen bu iki melekenin senin bilinç âleminde sana sordukları sorulara, ölümü tatdıkdan sonra cevap verirsin. Fakat unutma ki, bu cevap dünyakesret-ayrılık bilincinde bulunduğunda edinemediğin bir imanın cevabı kesinlikle değildir. Bu cevaplar senin dünyada iman ettiğin ne ise, onun zikredilmesinden ibarettir. Bu iki melek “Münkir” ve “Nekir” melekesidir. Bu iki melek, biri “Siccin” diğeri “Đlliyyun” ile ilişkili melekedir ki, senin cevaplarını alıp, son sözlerini uygun olan kitaba nakşederler. Bu sorular; 1-Rabbin kim? 2-Kitabın nedir? 3-Nebin kimdir? Bu sorulardan birincisi, inandığın, senin yaşamında hâkim gücün ne olduğunun sana sorulmasıdır. Đkinci soru ise, senin âlemde işleyen sistem olarak neye iman ettiğinin sana sorulmasıdır. Üçüncüsü ise, senin bu şiddetli durum içindeyken, yardım beklediğin mertebe ve ilmen uyduğun Resul’ün sana sorulmasıdır. Artık cevabın hak ise, sevinçli ve güzel bir âlemi, değil ise sıkıntının daha da şiddetleneceği bir âlemi seyre geçersin. Taki kıyametin kopana kadar. Ancak doğru cevap vermen, senin kıyam sonrası cehenneme uğramana da engel olamayacaktır.
189
Değerli yolcu bil ki, sen bu soruların sorulması anında öyle müthiş bir müşahedenin içinde olursun ki, sendeki söz-kudret nedir? Đşte bu noktada anlarsın. Sen bu hal üzerine iken senin bilincin aslen Đsm-i Azamı zikretmektedir. Bu noktada senin cevapların tüm kâinatı etkisi altına alır. Bu çok dehşetli bir hakikattir. Bu seni, sonsuzluk âleminde, ahirette kuşatacak olan hakikati tüm âlemine nakşetmendir. Hakikat açısından ise, senden söyleyen Allah’tır. Bir an gelir ki, mana gözünle tüm gezegenlerin senin bakışında bir hizaya geldiğini görürsün. Böylelikle, senin vücud âleminde gezegenler dahi madden hissedilir. Gezegenler böylelikle senin vücud âleminde belirli terkiple bir araya gelip, en müthiş kapıyı açacak anahtarı vücuda getirirler. Bu kapı hak kapısının bir başka yüzüdür. Bu kapı Kıyam kapısıdır. Đse’vi hakikatin yolcuya bu şekilde açılmasının sonrasında sıra Sur’a ikinci defa üflenmesine, yani yolcunun kıyametinin kopmasına gelecektir. Önceden iki yanda belirdiğini ifade ettiğimiz iki ışıkdan, sağ yanındaki ışık, mahşer âlemindeki seyrinde sana eşlik etmeye devam etmiştir. Derken bu ışık giderek, insanın öz bilinç merkezi olan kalp enerji-Letafet merkezi rengine, yani parlak bir yeşil renge dönmeye başlayacaktır. Bu bilincin bedendeki yeri, kalp bilinç noktasıdır. Her renk, belirli bir frekansa sahiptir. Her frekans ise bir sese... Bu rengin sesi, tüm doğanın notası olan “fa”dır. Bu meleki güç, inanılmaz derecede büyük bir kudrete sahiptir. Yolcu yolda ilerledikçe bu ışık, kişinin veritabanı ile doğru orantılı bir şekilde,
190
hayalinde meleki latif bir yapıda suretlenmeye başlayacaktır. Bu, yeşil bir ışık varlık-melek olarak dahi belirebilmektedir. Đnsanın üst ve alt yönü dışında, dört ana yönü (Uzaysal Koordinatı) vardır. Bunların her biri Arşı taşıyan bir büyük meleki güce karşılık gelir. Đşte bu beliren meleki latif güç, dört büyük melekten biri olan Hz. Đsrafil’den başkası değildir. Ayrıca, sen arkanda sağ ve solunda olmak üzere seninle bağlı dört adet latif suret daha tesbit edersin. Kıyam saatine gelindikce bu suretler senin bedenine gitdikce yaklaşacaktır. Ta ki bir noktada senin üzerinde buluşup, Hz. Đsrafil süra üflesin. Bu dört melekten Hz. Đsrafil, Sür’a üflenmesi ve bilincin gereken zamana, Âleme gelmesi için, Allah’ın emrini yerine getirmeyi, kurtuluş yönü olan sağ yönde beklemektedir. Đşte bu dört meleke, senin bedeninde bulunan, kalp noktası da dâhil olmak üzere yer yönünde dört letafet, Kuvvedir. Kalp noktasının üzerindeki diğer göksel dört meleke ise, senin kıyametin kopma zamanı gelmedikce senin âleminde açığa çıkamazlar. Đşte bu dört meleke, senin “Hü”viyete ulaşıp onu “Ben” olarak yaymaman için seni bu noktadan uzak tutan, böylelikle de Arşı yıkılmaktan koruyup onu taşıyan sendeki dört meleki kuvveti, sırası ile açığa çıkartırlar. Kıyamdan sonra ise, diğer sema ilmi ve letafetleri sana açıldığı için, sendeki semaya ait dört adet meleki kuvve daha devreye girecektir. Böylelikle bu sefer de, sende bulunan sekiz adet meleki kuvve Arşı taşımaya başlarlar.
191
Bu noktaya gelen yolcunun en temel odaklanışı, direct olarak Allah’ın Zatı olmuştur. Sana bu noktada tavsiyemiz yolda ilerlerken zihnini Zata odaklamaktan kaçınman, sistem üzerine tefekküre ağırlık vermen, büyük kırılmalar yaşamadan bilinç seviyesini BĐR’lik bilincine taşıyabilme şansına böylelikle sahip olabilmendir. Burada Zat’a yönelimden kastımız, senin isim benliğinle Allah’ın Zatı arasındaki irtibata zihninin kaymasıdır. Bedenin bilinç ile beraber tekâmül etmesi, güçlenmesi, bilincin bedeni
aşacak
şekildeki
bir
hız
ile
ilerlememesi,
yıkıcı
müşahedelerin yaşanmaması açısında önemlidir. Çünkü, gerçeğin ışığını ancak kuvvetli bir beden taşıyabilir. Bu, zihnin ve bilincin, kendi batınındaki merkezine korkunç bir hızla yönelimidir. Bu yönelim, kişinin mana olarak öz varlık Yıldızının (Zati Ateşin Nefs’i yapı ile açığa çıkışı) kuvvet ile ışıması durumunu kaçınılmaz olarak meydana getirecektir. Burada kastedilen ışık, göz ile görülemeyen bir boyutta, herşeyi ve tüm varoluşu etkisi altında eritebilecek niteliğe sahip Zati Işıktır. Âlem olarak bu eriyiş, "Lâhut âlemi" ne dönüşüme denk düşer. En son anda ise, Öz varlık enerjisinin iki kutbu olan “Yeccüc ile Meccüc”ü tutan, madde ile mana arasında, arz enerjisi ile sema arasında geçişe müsade etmeyen sed, öz bilgi enerjisinin geçişine izin vermek üzere kalkar. Bu enerjinin hedefi ise başın tam tepe noktasıdır.
192
“Artık Ye'cuc ve Me'cuc bu seti ne aşabildiler ne de delebildiler. Zülkarneyn dedi ki: "Bu Rabbimin bir lütfudur. Rabbimin vaadi geldiği vakit de onu dümdüz yapacaktır. Rabbimin vaadi de haktır. Biz o gün (kıyamet günü) onları bırakıvermişizdir. Dalgalar halinde birbirlerine girerler, Sur’a da üfürülmüştür. Böylece onların hepsini bir araya toplamışızdır.”(Kehf, 97–99) Bu sed, göbek deliğinin olduğu noktada, üst ve alt dikey bilinç yolunu bölecek şekilde, bedenin göbek bilinç merkezi ile ilişkili olacak bir şekilde durmaktadır. Bu sed, Şehri Mülhime’nin hak şehrine giriş kapısı sınırını çizer. Bu bahsettiğimiz, hak şehri kapısının batındaki karşılığıdır. Đlk olarak zahiri kapı açılır. Sen zahirdeki kitabı, hakikati, böylece okursun, daha sonra en derin hakikatin kapısı sana açılır. Bu müşahedenin akebinde, kıyam için vücuda enerji yüklenir. Đşte bu Sur’a ikinci üfleniştir. Vücudun en alt noktası ile başın tepe noktası bileşir. Bu an, insanın hesaba çekildiği ve ananın, babanın, çocuğun birbirlerini görmez hale geleceği, herkesin kendi derdine düştüğü an denilen dehşetli bir andır. Bu öyle bir haldir ki, sanki senin damarlarındaki kanın fokur fokur kaynadığını sanırsın. Burada yükselen zahiri ve batıni hakikat enerjinin iki yüzü, Kur’ân-ı Kerim’de Yeccüc ile Meccüc olarak zikredilmiştir. Bu iki yüz, Nefs’i yapı ile beraber hareket ederler. Bu sebeple de şer kaynağı sayılmışlardır. Çünkü, bu yapı ile açığa çıkan Kudret ve Hakikatten, Yolcunun Nefs’i pay almaktadır. Bu iki kavimden , “Yeccüc ve Meccüc” ortaya çıktığında büyük bir felaket-yıkım getirecek iki
193
kavim olarak bahsedilmiştir. Đnsanın en alt kısmı, kuyruk sokumunda bulunan bilinç noktası, kırmızı renk frekansına sahiptir. Bu insanın fizik plan yapısıdır. Đrfani dilde bu nokta arz ve insan bedeni
olarak
ele
alınır.
Kuranı
Kerimde
Dabbetül-arz’ın,
yeryüzünden çıkacak bir varlık olarak tanımlanması ve Yeccüc ile Meccüc kavimlerinin yeryüzüne yayılacağı, yıkım ile gelecekleri benzetmeleri hep, kıyam halinin akebinde, insan bedeninin en alt noktasından, fiziki beden yapısından açığa çıkan ve zahirine yayılmaya başlayacak manayı ve tecelliyi tarif etmektedir. “Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.”
“"Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter" denilecektir.” (Đsra–13, 14) “Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Öyle ki hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek. (Yapılan iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirip ortaya koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.”(Enbiya–47) Đşte bu noktada, göbek bölgenin altında yer alan gizli Zati Ateş’in açığa çıkma ve kişinin Nefs’i hakikati olarak, yolcuyu hesaba çekme zamanıdır. Derken, bu yükselen enerji+bilinç yapı, müthiş bir güç ile vücudun tepe noktasına ulaşır ve kişinin başına müthiş bir başınç uygulamaya başlar. Bu, tarif edilmesi güç olan bir kendinden geçiş
194
hali ve ölüm sarhoşluğudur. Kişinin âlemi bu müthiş gücün ve Ateşin açığa çıkışı ile kararmaya başlar. Kıyamet ile beraber her yeri kaplayacağı haber verilen gölge-koyu bulutun hakikati böylelikle sana açılmıştır. Artık sen, bu baskı ve şiddete dayanamaz hale gelirsin. Bu kararma sende, Kürsi nurunun fiili olarak âlemine yayılmasıdır. Kürsi önüne geldiğini artık bilmelisin. Kıyamet alametlerinin sonuncusunun da sana açılması ile beraber kitabın sana verilir de, artık sen onu okumaya başlarsın. Bu kitapda yazanlara
göre
de
Rabbin,
Kürsi
denen
boyutsal
derinlik
makamından, Zati bilginin hakikat aynasını sana tutarak seni sorgular. Aslında bu sırada seni sorgulayan, senin nefsinden ve onu tasarrufuna alacak olan Ali Melaike den başkası da değildir. “Onlar (böyle davranmakla), bulut gölgeleri içinde Allah'ın (azabının) ve meleklerin kendilerine gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Halbuki bütün işler Allah'a döndürülür.” (Bakara–210) “O azabı, vadilerine doğru yayılan koyu bir bulut olarak gördüklerinde, "Bu bize yağmur getiren bir buluttur" dediler. Hûd, "Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. Đçinde elem dolu azabın bulunduğu bir rüzgârdır" dedi.”(Ahkaf–24) Şimdi, senin özünden tüm hakikati ile açığa çıkan Öz Nefs hakikatin-Rabbin seni hesaba çekmeye başlamıştır. Hesabının
195
görülmesi esnasında, sendeki vehim kuvvesi, senin kontrolünde olmayan bir şekilde güç kazanarak açığa çıkacaktır. En önce Benliğinden hesaba çekileceğini bil. Çünkü, en büyük günah senin kendine varlık verip kendinde bir kudret ve hakimiyet görmendir. Senden açığa çıkan hakikat, önce kendinde güç görme hatanı senin yüzüne vuracaktır. Bilesin ki, bu sorgulama senden yine sana dır. Sana yöneltilen suçlamalara, bilincin ve zihnin cevap ve bahane bulmaya yeltenecek olsa dahi, Rabbin senin tüm bahanelerini, seni daha da mahcup edecek cevaplarla, geçersiz hale getirecektir. Sorgulama sürdükce, vehim kuvvesi daha fazla devreye girip, senin seyrettiğin gerçekliği dahi
değiştirebilecek,
sorgulandığın
konuda
önüne
imajlar
getirecektir. Bu sorgulamada bil ki, artık sen bahane bulamaz hale gelirsin, hatta Rabbine karşı inanılmaz bir şekilde mahçup olur ve bir şekilde kendi alehinde şahitlik etmeye başlarsın. Rabbinin seni sorgulamasındaki en önemli ikinci nokta; senin haddi aşman ve edep dışı eylem ve bilinç halleri içinde olmandır. Ahlak ve edebe aykırı eylemlerin, Kürsi’den sana yöneltilen ve de imaj olarak gösterilen delillerle yargılanmaya başlar. Bil ki, Rabbinin seni sorgulamasında bu iki madde önceliklidir. Bunu iyi anla! Bunun dışındakiler kişiye göre değişen çeşitlilikler arz edebilir. “Yer o sarsıntıyla sarsıldığında, yer ağırlıklarını çıkardığında, Đnsan: "Buna ne oluyor?" dediğinde; o gün, (yer) bütün haberlerini anlatır.
196
Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir. O gün insanlar, amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölükler halinde fırlayıp çıkacaklardır. Her kim zerre kadar bir hayır işlemişse onu görecek; her kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onu görecektir.” (Zilzal–1–8) Sorgulama bittiğinde hassas teraziler ile yolcu hakkında karar verilir. Ancak, karar ne olursa olsun, sen mutlaka Cehennemi göreceksin. Bu müşahedenin en ilginç yanı belki de, senin “Ben” hissinin
tamamen
alnında
toplanması
ve
varlık
hissinin
vücudundan çekilerek alnına ve görüş algına doğru hücum edip, vücudunu boşaltmasıdır. Bu senin açılan kalp gözünün beyne çarpan ilk algısının yansımasıdır. Çünkü senin vucudun kalp nurunun beyne çarpmasının akebinde beliren bir gölge ve zahiri görüntüdür. Bu müşahede ile beraber, artık senin tüm vücudun sırf bir göz kesilmişdir. Senin varlığın bir görüş haline gelmişdir. Bu öyle bir farkediştir ki, bir de bakarsın âlemi seyreden sen değil, gözün gözü olandır. Yani “Basir”. Đşte cehennem; Senin Âlem ve Âlemi izleyen bu hakikat Nuru arasında sıkışıp kalmandır. “Doğrusu insan kendine karşı keskin bir basirettir-görüştür.” (Kıyamet–14) Đzlediklerin, değiştiremediğin bir film gibi gelir. Aslında bu, böyle
197
olmaması gereken ve gerçek olamayacak kadar dehşet verici, bildiğin tüm tanımları yıkan, aynı zamanda da olanları değiştirme gücüne sahip olmadığın bir filmdir. Artık “RUH” âlemine tüm Kahhariyeti ile hücum etmiştir. Cüzzi yapın yıkılmaya başlamıştır. Bu noktada, sana saldıran ve olanlar karşısında kendisini daha da belli eden kendi cinni yapını da müşahede edersin. Sanki seninle beraber, bir başka bilince sahip kopyan da oradadır. Sorgulama bittiğinde ise, eğer kurtuluşuna hükmedilirse, cehennem yaşamı içinden geçmeye devam edersin ve zamanla ilerledikce bu kopyanın ateşte kaldığını ve senin içinde bulunduğun realiteden, yavaşca başka bir gerçeklikte yaşamaya geçtiğini müşahede edersin. Bu kopya, senin Allah kavramına karşı olan, âlemin üzerinde hâkimiyet ve malikiyet iddeasında olan ve kendi alehinde şahitlik eden Đblisi yanındır. “Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldiğinde: "Đşte o senin kaçıp durduğun!" diye.” “Ve Sur üfrüldüğünde ki, işte o tehdit günüdür.” “Herkes gelecektir, yanında bir sevk memuru ve bir şahit olduğu halde.” “Andolsun ki, sen bundan bir gaflet içindeydin, şimdi senden perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir.”(Kaf–19, 20, 21, 22)
198
Bu müşahedenin akebinde, yolcu sana bahsettiğimiz şekilde kendisini Cehennem yaşamının içinde bulur. Cehennem öyle bir alemdir ki, artık orada kimseye karışılmaz. Orada edep ve ahlak kuralları yoktur. Kendinde güç gören yolcu, sadece birimsel kudreti tanımış demektir. Bu aynı ile kişinin karşısında olanlara da, kendi üzerinde güç ve kudret vermesidir. Sen eğer dünya hayatında senin kendi kudretin dışında ulu bir tek gücü Rab olarak tanımamışsan, kitabın yukarıdaki gibi yazılmış demektir. Đşte bu dünyada yazdığın kitap, artık senin âlemine hâkim olmuştur. Đnsanlar sana aklına bile gelmiyecek eziyetler yapmaya başlarlar. Aslında sana kimsenin bir kötülük yapacağı yoktur. Fakat senin bırakamadığın varlığın-hâkimiyet hissin ve vehmin, sana tüm korkularını yansıtır da, sen bunları gerçek olmuş olarak yaşamaya başlarsın. Cehennem Ateşinde seni yakan odunun insanlar olmuştur. Ellerin tutulur bağlanır, sen hiç bir yapılana karşı çıkamazsın. Sen dünya da nasıl davranıp, varlığın sebebi ile nelerden korktu isen, bu acıların katmerlisini burada yaşamaya başlarsın. Bu insan aklının mümkün değil alamıyacağı bir acı ve ızdırap âlemidir. Bu halin daha kötüsü de, senin bu yapılanlara karşı bir savunmanın olamaması ve bunları hak ettiğini bilmendir. Kendi aleyhinde şahitsindir. Đçinden duygular da sökülüp alınır. Acındırma, ağlama gibi yönelimlerin içine de giremezsin. Tam anlamıyla için artık
199
boşaltılmış, bir boş çuval misali kala kalmışsındır. Sana bu ateş bir müddet dokunur ki, bu Rabbinin takdirine göredir. Seni yaka paça tutanlara, şayet nerede olduğunu soracak olsan, sana Cehennemde olduğun bildirilir. Değerli yolcu, bu âlemden çıkartılman karara bağlandı ise, Allah’ın her şeye kadir olduğu sana hatırlatılır. Sana, “kendini bırak” diye hitap edilir. Đşte bu, kızgın sac üzerinde secde hakikatinin ta kendisidir. Secde emri artık sana ulaşmıştır. “O gün işler son derece güçleşir, paçalar tutuşur. Bütün insanlar secdeye davet edilir, fakat kâfirler secde edemezler.”(Kalem–42) Dünya hayatında Allah’ın verdiği dertlere sabrettiysen, ona iman edip yöneldi isen, bu davete icabet edip kendini bırakabilirsin. Ancak benlik güdüp, Allah kavramına yönelmedin ve iman etmediysen, buradan seni hiç bir güç kurtaramaz. Neden mi? Çünkü sen dünya hayatında kendi gücünden ve diğerleri diye inandığın insanların gücünden başka hiç bir güç sahibine inanmamışsındır. Herşeye gücü yetebilen, seni ve herşeyi ne koşul altında olursa olsun görebilen, duyabilen ve dualara icabet eden Hâkim-i Mutlak olanı tanımamışsındır. Dış diye algıladığın gerçeklik “Ruh” dur.”Ruh” ise her zaman galiptir. Ancak sen bu Allah’ın Ruhunu değil, bir biririnden ayrı
200
sandığın birimleri ve onların senin üzerindeki hâkimiyetini seyredersin. Bu yaşananlar, Haşr olayından başkası değildir. Unutma ki, dünyada
eylemlerimiz
ve
düşünce-bilincimizle
bir
Neşriyat
gerçekleştiririz. Ölünce, kıyam anında, bu düşünce ve bilinç bize gerisin geriye döner ve bizi kuşatır. Bu olay, düşüncelerimiz ve bilincimizle Haşr edilmemizdir. Çünkü ölümle beraber Âlem-Ruh aynası yüzümüze tutulmuştur. “Allah kimi saptırırsa, artık bundan sonra onun hiçbir dostu yoktur. Azabı gördüklerinde zalimlerin, "Dünyaya dönmek için bir yol var mı?" dediklerini görürsün.”(Şura–44) Kendisini zapteden surette dahi Allah’ın tasarrufunu bilip, kendisini bırakabilen yolcunun Âlemi hızla değişmeye başlayacaktır. Bu Âdem’e secde etmektir. Bu mevcudat bir bilinç okyanusudur ki, kendisini bu suya bırakabilenler, Allah’ın izni ile kurtulacaktır. Bu “Ruh”a, yani Âdem’e secde hakikatidir. Bu hakikat bize şunu farkettirmelidir. Âlemde Âdem’den başka yoktur. Bu mah-şer yaşamıdır. Mahşer isminin kökü olan ”Mah” Kamer demektir. Aynı zamanda Hz.Peygamber’in Risalet Nurunun aldığı isimdir ve Mahveden anlamına da gelir.”Şer” kelimesi ise birşeyin içine girmek manasına gelmektedir. Yani Kıyam halinin sende açılması ile Ruh’un mahvediciliğine adım atmışsın demektir. Zaten
201
“Kamer-Ay” feleği de Cenemmen sınırıdır. Ta ki, Zuhal-Saturn feleğine kadar. Artık yolcu yeni bir Âleme doğmak üzeredir. Bunu başaramayan kişi de ise, eziyet ve acılar devam edecektir. Ta ki, uzunca bir süre sonra Allah’ın Rahmeti Gazabına galip gelir ve Ateşi sönmeye başlar. Ancak, artık Cehennemden Cennet yaşamına geçiş mümkün değildir. Her varlık kendi âleminde mesuttur. Ateş diyarı için yaratılanlar,
yaratılma
gayelerine
uygun
olarak
burada
bırakılacaklardır. Çünkü varlığından geçemeyeni sonsuza kadar Cennet’e koymak zalimliktir. Allah ise, kullara zalimlik etmez. Onlar dünya hayatında nasıl ki, Allah’ı unutmuştur. Artık, Allah da onları unutur ve bırakır. “Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı , aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Al-i Đmran–185) “Sonra Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtarırız da zalimleri orada diz üstü çökmüş halde bırakırız.” (Meryem–72) “Onlara şöyle denir: "Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi, bu
202
gün biz de sizi unutuyoruz. Barınağınız ateştir. Yardımcılarınız da yoktur.” (Casiye–34) Kişinin şiddetli ateşin içinde alınmasının akebinde yolcu, farklı bir hakikati müşahede etmeye başlar. Bir de bakar ki, âlemde ve vücudunda ne varsa herşey zerreler halinde dağılmaktadır. Bu, Neşr hakikatidir. Düşünce ve bilincimizin bize dönüp, bizi sorgu anına getirmesi ve hesabımızın görülmesi ile Haşr olayı gerçekleşir. Bil ki, Haşr olayı senin düşüncelerinin sana dönüp insanlar ve âlem suretinde toplanma olayından başkası değildir. Bunun akebinde ise, yeni Ahiret elbisemize sahip olmuşuzdur. Artık, eski elbisemiz bizden ayrılmaya başlar. Bu tüm âlemde ki eski yapının, görevini tamamlayıp zerrelere halinde, geldikleri asli unsurlarına dönmesi,
dağılması, yani Neşr edilmesidir. Allah
bundan sonra iman etmesi sebebi ile kurtardığı kulunun üzerine bir uyku
hali
verir.
Uyandığında,
kaybettiğini
düşündüklerinin
kendisine geri verildiğini ve tüm sevdiklerinin onu beklediğini görür. Bu uyanış onun bilinç âleminde, Ahirete doğmasıdır. “O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasında olan bütün varlıkların, hem de Güneş’in bütün doğuş yerlerinin Rabbidir.”(Saffat–5) “Onlara hidayet etmek senin üzerine bir borç değildir. Sadece Allah dilediğine hidayet eder. Size verilen nimet ve imkânlardan başkalarına bağışladığınız, esasında sizin Nefs’iniz lehinedir.
203
Allah'ın
rızasını
kazanmanın
dışında
bir
şey
için
infak
etmiyorsunuz. Đnfak ettiğiniz her nimet size tam bir biçimde geri verilir. Ve siz, asla zulme uğratılmazsınız.”(Bakara–272) Böylelikle yolcu, Hakk’ı müşahede eder, hesabı görülür ve cehennem ateşinin şiddetinden uzaklaştırılır. Ancak bilesin ki, yolcu bundan sonra, artık Sırat köprüsü üzerinde yoluna devam edecektir. Ateşin şiddeti dinmiştir. Ancak, Cennet yaşamının manası yolcuya açılıncaya kadar, ateş üzerinden geçen Sırat köprüsünde yürümeye devam edecektir. Yolcu henüz tam anlamıyla selamet yurduna ulaşamamıştır. Yolcunun Rabbi tarafından sorgulaması büyük ölçüde bitmiştir. Fakat, bilincinin tam olarak temizlenmesi ve Ruhu ile beraber Hak’ın sürekli huzurunda olmanın edebi ile yolcunun edeplenmesi işlemi sürecektir. Bilirsin ki, ölmeden kimseyi musalla taşına koyup yıkamazlar. Esas arınma işlemi bundan sonra olanlardır. Bu noktadan sonra, senin varlığından ve müşahede ettiğin hakikatten, nefsinin aldığı payın temizlenme süreci devam edecektir. Bu aşamada yolcuya, daha önce yaptığı hatalar ve yapması gerekip de yapmadığı eylemler seyrettirilecektir. Yolcunun hakikate aykırı olarak yaptığı hatalar, tüm uzuvları tarafından kendisine haber verilecektir. Elleri, vücut kasları, derisi, dile gelip, içinde bulunduğu seyr sırasında duyduğu sözler ve eylemleri tamamlar bir şekilde, kendisine olan biteni anlatacaktır. Đçinden bir şeyleri gizlemeyi geçirip başka bir şey söylemek istese de, dili hep
204
aklındakini, yani doğruyu söyleyecektir. Eğer daha önce ağızı bozuk bir kişi ise, sarfettiği sözlerin kendisine döndüğünü ve ne söylemişse aynısının kendisine uygulandığını seyredecektir. Bu hal kendisini, aralıklarla devam edecek bir şekilde “Şehr-i Marziye”ye kadar takip edecektir. Bu süreç, ateş anlamında insanı şiddet ile sarmasa da, sıkıntılı ve zor bir süreçtir. Fakat bilesin ki, yolcuya Rıza makamının sonuna ulaşması takdir edildiyse, bu ateş tekrar alevlenerek bir sonraki şehrin çıkışında, ona elem verici bir şekilde tekrar dokunacaktır. Çünkü, bu ikinci bir ölüm-fena halinin yolcuya açılması ve Fenafi’rresul makamından geçiştir. Fenafi’r-resul hakikati ise, senin Hakikat-i
Muhammediyye
makamında,
hakikatinde fena bulmandır.
205
Hz.Resulallah’ın
Şehr-i Raziye
.
Bilesin ki, Hak şehri içinde ilerlerken, zamanla “Şehr-i Raziye”nin kapısına yaklaşırsın. Bu kapının önüne gelene kadar, yoğun ateşten kurtulduğunda, bir zaman sonra belirli bir kararlılık ve denge haline ulaşırsın. Belirli bir zaman sonra dengen büyük ölçüde yeniden kurulur. Ancak, senin daha yukarıdaki bir bilinç mertebelerine ulaşman takdir edildi ise, işte o zaman bir kez daha dengen bozulmaya ve sarsıcı müşahedeler yaşamaya devam edersin. ”Şehr-i Raziye”nin kapısı, senin ateşin içinden gelmenden dolayı ateş kaplıdır. ”Şehr-i Mutmain”de ve Cehennem yaşantısının seyrinden çıkınca, zaman içinde kurulan denge zamanla bozulmaya ve ateş senin üzerine tekrar taruz etmeye başlayacaktır. Ateş bu seferde, anlamını çözemediğin ve mantıkla açıklanması mümkün olmayan olaylarla sana gelmeye ve seni yakmaya başlacaktır. Đşte bu halin sende ortaya çıkması Rıza kentine girdiğinin belirtisidir. Bilesin ki, Rıza şehrine alınmanın ve bir üst seyre geçebilmenin sebebi, Hak şehrinde karşılaştığın hakikatin edebi ile edeplenme niyetine sım sıkı sarılabilmiş olman, rahat ve dengeye kavuşduktan sonra, senden ateş elementi ile açığa çıkan büyük kudrete sarılmakdan kaçınmandır. Bil ki, “Şehr-i Mutmain”e kıyam ile adım attığın ve sonrasında cehennemin yoğun yakıcılığından alındığında, Allah seni Kudret ismi ile imtihana çekmeye başlayacak ve daha da kuvvetli müsibetleri üzerine yollamaya “Şehr-i Raziye”de de devam edecektir. Bu sırat sürecinde gerisin geriye Cehennem yaşamına
206
düşmen de muhtemeldir. Sen böylelikle, “Allah” kavramının ne olduğunu anlamış ve “La Đlahe illah”ı tam manası ile müşahede etmişsindir. Hak şehrinde tanıdığın “Allah” kavramından razı olman ve açığa çıkan kudrete kendi Nefs’ini karıştırmaman konusunda imtihan edilirsin. Bunun sebebi, Allah’ın Zat’ının yanında hala kendi “Ben” hissinin de devam ediyor olmasıdır. Bilesin ki, Rıza şehri içerisindeki yolculuğunun bundan sonra ki aşaması, senin aklının, hâkimiyet hissinin ve iradenin, Allah’a teslim edilmesinin manasının açığa çıkşına yönelik olacaktır. Bu mananın sende hâkimiyet tesis etmesi, senin Nefs’inin Allah’a teslimiyeti ve yokluğunu bilmesinin ta kendisidir. Allah bir üst seviyeye iletmeyi istediği bilince, olaylar aracılığı ile kazandırmak istediği bilinç manasının gereğini yollar. Artık, bu imtihan ve musibete senin vereceğin cevap, yani açığa çıkartacağın düşünce ve eylem, senin sahip olduğun bilinci, Âleme göstermen ve akebinde de sana, bu bilinç mertebesinin melekesinin secde etmesi ile sonuçlanacaktır. Bu şehirdeki seyrinin maksadı; Allah’ın senden Razı olması makamına seni iletmesi içindir. “Şehr-i Raziye”ye alınman, senin Allah kavramının ne olduğunu kavradığını gösterir. Ancak bu makamdaki,
yani
Rıza
makamındaki
seyrin,
yüksek
sabrı
gösterebilme halinin, her suret altında Allah’ı müşahede edip, tüm mevcudatta farklı sıfatlar altında dahi Allah’tan Razı olabilmenin ve vehmini bir kenara bırakabilme imtahanının sana ulaşmasıdır.
207
Vehmin bırakılması demek, bilesin ki, akıl ve mantık yürütmenin bir kenara bırakılması demektir. Bu Makam, artık Allah’ın Mele-i Ala ile senin aklına ve beynine tecelli edeceği bir makamdır. Allah, Aklını ve Đradesini kendisine koşulsuz olarak bırakmayandan Razı olmaz. Bundan sonra senin karşılaştığın hakikatten pay alan Nefs’ine ve batıl olan tüm yönelimlere, hakk olanın vurulduğu bir makamda bulunduğunu bilmelisin. Hakk olan; yaratılmış hiç bir varlığın taşıyamayacağı benliğin Allah’ın Zat’ına ait olduğudur. Bu Hakk olanı yaşamanın koşulu ise, benlikten arınmaktır. Bu, Mutlak benliğin manasını anlamaktır ki, mutlak olan bu benliği hiç bir kişi kavrayıp hissetdip “BEN” diyemez. Zaten demeye kalksa da buna izin verilmez. “Hayır! Biz gerçeği söyler, gerçeği yaparız! Hakkı batılın tepesine indiririz de beynini parçalar, bir anda canı çıkar o batılın! Allah hakkındaki böyle boş düşüncelerinizden ötürü yuh aklınıza, yazıklar olsun size!”(Enbiya–18) Bu bilinç makamı, birçok musibetin giderek sana daha çok gelmesi ve senin tüm olanlara, sebebini bilmemene rağmen, Razı olma halinle kazanılacaktır. Bu ikinci ateş bilesin ki, senin cezalandırılman değil, Allah’ta Fena bulmana engel olmaya çalışan sendeki ifritin ateşinin sana dokunmasıdır. Ancak sakın ola ki, bu ateşin aslen sende yer alan ve arınması gereken bilinç katmanının seni rahatsız
208
eden
yüzü
olduğundan
perdelenmiyesin.
Fena
fi’r-resul
gerçekleşinceye kadar içinde bulunduğun süreci başlatan Đse’vi makam, bu sebeple senin “Cihad-ı Ekber”e, yani büyük savaşa girişme makamındır. Ta ki, sende mevcut olan Đblis ve Đnsan bilinçleri sende ayrılsın ve Şeytanını Müslüman edilsin. “Đsa dedi ki : Belki insanlar dünyaya barışı getirmek için geldiğimi düşünüyorlar; ve onlar bilmiyorlar ki dünyaya ayrılık getirmeye geldim, ateş, kılıç, savaş.” (Thomas Đncili–16) “Şehr-i Raziye”nin bilinç açısından aldığı isim “Ceberrut Alemi” dir. ”Şehr-i Mutmain” ise, “Berzah Alemi”dir. Bu iki şehir birbirinden ayırt edilmesi zor bilinç hallerine sahiptir. ”Şehr-i Rıza” Mutlak benliğin müşahede edildiği âlemdir. Ancak bir farkla, bu seyr sırasında Mutlak benlik, birimsel isim benlik aracılığı ile müşahede edilir. Bu hal; Sendeki benliğin Mutlaklaşma hissini müşahede etmendir. Bu da adamı yakar. Bu âlem, gizli Zat ateşinin aslının açığa çıktığı ve algılandığı âlemdir. Mülhime şehri ise, bu ateşin gölgesine sahiptir. Hak olan ise, bu ateşin yayıldığı alanı, zahirini, terk edip, hiç bir yolcunun “Ben” hissi ile müşahede edemiyeceği Arşi sınırın ötesine çekilmesidir. Bilesin ki, hakikatte, senin bilincinin selamete kavuşması, bu “Mutlak Ben” hissinin, algılanamayan bir benliksizlik Âlemine ve
209
haline ulaşmasıdır. Bu Âlemin ismi “Lâhut Âlemi”dir. Sen “Şehr-i Mutmain”deki seyrinde, karşılaştığın hakikatler ve nefsinin öz hakikatinden pay almasından dolayı içinde bulunduğun yanlızlık ve Rıza şehrinde taşıdığın bu ağır yük, “Ben”dediğin şeyin ifade ettiği isim benliğinin dışında bir yaratıcıya yönelme ihtiyacını zorunlu kılmaya başlayacaktır. Đşte tam da bu aşama, artık senin Teşbih hakikatini müşahede etmenden sonra, Tenzih hakikatine yönelmendir. Bu yönelim olmaksızın, teşbih ve tenzih cem edilmeksizin sende Muhammed-i Fena gerçekleşmez. Senin bu yönelimin içine girmek zorunda kalmanın en önemli sebebi; artık mutlak olan ben’in hakikatinin sana tamamen açılması ve beden etkisinin, yani dışarıdan ayrı olma durumunu yaratan halin, senin üzerinden kalkması ve “Ben”inin her yere yayılmasıdır. Bu senin Bilincinin, organik bedenden kaynaklanan terkibiyet etkisinden
çıkmaya
başlamasıdır.
Tüm
müşahedelerin
ve
karşılaştığın musibetler seni, zaman içinde, üzerinde bulunan Benlik-Nefs yükünü artık taşıyamayacağın bir duruma getirecektir. Artık, seni hakikatine ulaştığın Nefs ateşi yakar olmuştur. Ta ki sana benliğin bıraktırılıncaya kadar. “Đsa dedi ki: Ben dünya’ya bir ateş attım, ve bakın, üzerinde nöbetteyim, ta ki o yanıncaya kadar!”(Thomas Đncili–10) Nefs’inin hakikatini ve Allah’ın sıfat mertebesini böylelikle
210
müşahede ettikten sonra, Rabb olarak Allah’a imanın isharı ve açığa çıkan bu kudretin yolcu tarafından kullanılmadan, Allah’a teslim olunması aşaması, yolcunun önüne gelmiştir. Đşte, karşılaştığı bu hakikat
içinde
Rab
olarak
Allah’tan
Razı
olup,
bilincinin
kontrolündeki kudreti, iradeyi, malikiyeti ve tüm senden gördüğün esma’yı bırakma makamının adı “Raziye” makamıdır. Allah katında dinin
Đslam, yani
teslimiyet, selamet olan manası böylece
anlaşılmıştır. Allah, inanıp kendisine yönelenleri doğru yoluna hidayet edendir. Bu hakikat Kuran-ı Kerim’de Hz. Sülayman kıssası aracılığı ile de ifade edilmektedir. Şöyle ki; Arş, aynı zamanda “Taht” manasına gelmektedir.”Taht” hükümran gücün, yönetim gücünü aldığı makamın simgesidir. Aynı zamanda “Taht”, Arş, bizim bilincimizin titreştiği mertebenin ismidir. Bu bilgi ışığında, Kuran-ı Kerim’de yer alan Hz. Süleyman kıssasına bakarsak, Hz.Süleymen’ın kendisinden çıkan kudreti Allah’ın izni ile kullandığı, Rüzgârların emrine verildiği ve tüm varlık âlemi ile cin ve şeytanlara hükmettiği, Kuran’da anlatılmaktadır. Bu kıssa aslen, bu şehirde senden açığa çıkması muhtemel güce, senin sahip çıkmaman gerektiğine yönelik sana yapılan bir uyarıdır. Bu kıssada, “Sebe” şehri hükümranı “Belkis”, Güneşe, yani kendisinde açığa çıkmış Nefsin iştirak ettiği Ruh Ateşine tapan bir toplumu yönetmektedir. Daha sonra, Belkıs’ın, Hz. Süleyman’dan Đrsal olan hakikat ve Allah’ın Kudreti karşısında, iman ederek
211
Allah’a teslim olduğu anlatılmaktadır. Burada, Hz. Süleyman’ın Risalet
hakikatinde
fena’ya
ulaştırılan
Nefs
Kudreti
konu
edilmektedir. Hz. Sülayman’ın, kendisinden Đrsal olan kudreti, kendisinden bilme hatasına düştüğü bir anda, Allah tarafından nasıl uyardığı gerçekten dikkate değerdir. “Andolsun, biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık. Sonra tövbe edip bize yöneldi.” “Süleyman, "Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye layık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet! Şüphesiz sen çok bahşedicisin!" dedi.”(Sad–34, 35) Bu iki ayette, Hz. Sülayman’ın tahtı, kendi Kudret Arşının rumuzudur. Derken, Allah onu imtihan etmiş ve Hz. Süleyman’da bulunan kendi Kudsi Ruh’unu geri çekerek, Hz. Süleyman’ın kudretini elinden almış ve bunun üzerine Hz. Süleyman yürümeye dahi takati kalmayacak bir ceset gibi Tahtının üzerinde aciz bırakılmıştır. Bu ayetler, senin kul olarak hiç bir şeye gücünün yetmiyeceğinin, senin tarafından anlaşılması ve kendine varlık vermemen konusunda sana yapılmış bir nasihattir. Bu şehir, bir önceki şehirde seni kuşatan yanlızlığın, artan sıkıntılarla yakanı bırakmadığı bir şehirdir. Öyle ki, senden başka bir şey kalmadığından, sana gelen musibetlere karşı zihninle, teklik mertebesinden bir yönelimin içine girip, Đsm-i Azam’ı zikretmen ve
212
böylelikle seni saran ateşin dağılması mümkündür, Ancak sen, bu yöneliminin, Âlemin, senin tekliğin içinde ve zihninde var olduğu manasını kuvvetlendireceğini bilirsin de, bu seni dehşete düşürür ve bunu yapamazsın. Đnsanlara kızsan da, olanlardan dolayı yansan da, artık bir şeyler yapmaya ve sebeplere tutunmaya takatin kalmaz. Bu hal üzereyken, artık âlemde senden başka da kalmamıştır. Bu bilince ait ilmin adı ise, “Acziyet Đlmi”dir. Bu durumun içinde olmanın tek sebebi vardır. O da karşılaştığın hakikate
“BEN”
demeyi,
tersini
istesen
de
bir
türlü
bırakamamandır. Đşte bu noktada baş edemeyeceğin bir hakikatle karşı karşıya kalmışsındır. O da yanlızlığın ve Nefs Ateşidir. Özellikle Zünnun, yani Hz. Yunus’un makamı “Şehr-i Mutmain”e giriş ve onda ilerlemeye ait bir noktaya işaret iken, Hz. Eyüp’ün makanı ise “Şehr-i Raziye” bilincine aittir. Kuran’da balık karnında kalınması benzetmesi, Hakikat okyanusuna ulaşmasına, yani hakikat’in kendisine açılmasına rağmen, kendi isim benliğinin karnında kapalı kalıp deryaya açılamayan, Allah’ı kendi Ben’inden tenzih edemeyen ve Hakikat Nurunda eriyemeyen Yolcuya ait bilince rumuzdur. Zünnun'u (Yunus'u) da. Hani öfkelenerek gitmişti de Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı; derken karanlıklar içinde: "Senden başka ilah yoktur, seni tenzih ederim, ben gerçekten zalimlerden oldum diye." seslendi. (Enbiya–87)
213
“Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir
de
onları
göremez
bir
şekilde
karanlıklar
içinde
bırakıverir.”(Bakara–17) Değerli yolcu bilesin ki, “Şehr-i Mutmain”de, “Ben”in hakikati ile karşılaşırsın. ”Şehr-i Raziye”de ise, bu “Ben” dediğin şey zahirine yayılmaya ve Âlemine fiilen hâkim olmaya başlar. Yukarıda Hz. Yunus’un
duasının
edilmedikce,
bilincine
Nefs’ten
sahip
arınman
olunmadıkca için
“Şehr-i
ve
tövbe
Raziye”ye
alınmayabilirsin. Hak şehri Berzah ve yanlızlık âlemi. Rıza şehri ise, bu yanlızlığın yanına, nefs ateşinin de eklendiği, “Ben” kavramının, Mutlak bir ateş olarak senin karşına dikildiği alemdir. Bu noktada, özellikle “Şehr-i Raziye”de sen büyük bir şeçim ile yüzleşirsin. Ya senden yayılan bu kudrete sahip çıkıp ipleri iyice eline alırsın. Ya da ortaya çıkan bu kudrete teslim olur ve ipleri iyice elinden bırakırsın. Bu iki seçeneğin arasında olan diğer bir şeçim hakkı sana tanınmaz. Çünkü artık olaylar seni altında ezecek ve bu şeçime seni mutlaka zorlayacak bir hal alacaktır. Senin bilincinin ve ilminin yapacağı seçim, senin elde ettiğin bu fetih’in Zulmani bir fetih mi, yani bir Đstiraç mı, yoksa açık Nurani bir fetih mi olduğunu gösterecektir. Çünkü senden yayılan Ateş elementinin
gücünü
donanırsan,
yayılan
bu
ateş,
âlemini
terketmiyecek ve tüm âlemi senin isim benliğinle örtecektir. Bu
214
durum, senin âleminin tamamen “BEN”, yani “nar” içinde kalması demektir. Bilesin ki, bizim Nur olarak ifade ettiğimiz şey, kendi haddine çekilmiş ve çevresini ateş ile örten değil, ateşin belirli bir sınırda durması ile çevresine ışık veren bir yapının ismidir. Şimdi böylece sana neyin Nari, neyin Nurani olduğunu açıklamış olduk. Bu nokta büyük öneme sahiptir. Bu sebeple bunu iyi tefekkür et ve anla! Bu âlemin sonunda seni bekleyen “Şehr-i Marziye” kapısına yaklaştıkca çok ilginç bir müşahedenin içerisine girmeye başlarsın. Artık seyrettiğin âlemde belli belirsiz bir şekilde yeşil renge sahip olan bir yamur yağmaya başlayacaktır. Bunun sebebi senden çıkan ateşin, tüm mevcudatı havanın içine dağıtmaya başlamasıdır. Bu yağış öyle bir hal alır ki, yağışın yoğunluğundan âlemdeki suretleri zar zor görebilirsin. Bu yağış, Allah’ın şeylerde ve âlemin kendindeki kudretini artık sana iyice göstermeye başladığının işaretidir. Bir tarafdan senin, Zata kendini isnat etmenin zulmeti, âleme yayılmaktadır. Bir taraftan da bu oluş, Allah’ın şer ile bir hayrı açığa çıkartışının ve kendi kudretini sana göstermesinin bir yoludur. Bu müşahede kuvvetlendikçe sen, tüm âlemdeki şeylerde Allah’ın “Hu” isminden gelen kudretini seyredersin. Öyle ki, bu kudret karşısında bir varlığın ve kudretinin olmadığı, senin tarafından kesin bir şekilde idrak edilmeye başlanır.
215
“Yahut gökten boşalan bir yağmur haline benzer ki onda karanlıklar var, bir gök gürlemesi var, bir şimşek var. Yıldırımlar yüzünden ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah Muhît'tir, küfre sapanları çepeçevre kuşatmıştır.”(Bakar–19) Bu öyle bir bilinç halidir ki, âlemindeki insanlarda Allah, kendi Zati varlığını, senin isim benliğine isnat edemiyeceğin bir şekilde sana açmaya başlar. Tüm şahışlarda Allah’ın kudret elini görürsün de, elini kardırıp bir işi halletmeye kudretin kalmaz. Bunun sebebi, artık Mele-i Ala”nın sana tecelli etmesi ve âlemindeki cinni boyutun tamamen etkisiz hale getirilmeye başlanmasıdır. Bunun sonucu olarak da sen, artık kendine ait bir kudreti elinde tutamaz olursun. Đnan ki, Allah seni bu seyir içinde biraz daha tutacak olsa, yerde hareket etmeden yatan taştan farkın kalmazdı. Allahü Teala bizi bu makamda bir yıl kadar öylece bekletti, bizzati bu bahsedilen hallerin hepsini müşahede ettirdi ve bize acıdı da bizi bu halden başka bir makama taşıdı. Đlk halin, kendi isim benliğine Allah’ın Zatı olmayı isnat etmenin küfrü içinde olmandır. Bu ikinci halinde içine girdiğin küfür ise, Allahh’ın kudreti ile karşıklaşman sebebi ile âlemindeki her zerre karşında benliğin ezilmiştir de, bu sefer de karşındakini Allah’a isnat eder, kendindeki hakikati unutursun. Ancak bil ki, bu ikinci küfür, geçici olmak şartı ile istenen bir küfürdür. Bundan sonra seyrinin kemalatı, senin bu iki durumdan da kurtulmanın tesis edilmesidir.
216
Bulunduğun şehrin bilinç olarak titreşim rengi Civit Mavi’dir. Vücudundaki bilinç noktası olan karşılığı, senin boğaz noktandır. Hz. Đsa’nın hakikati; “Şehr-i Mutmain”i kuşattığı gibi “Şehr-i Raziye”yi de kuşatmıştır. Bu hakikat; kalpten zikredilen ve Âlemi şekillendiren Allah’ın sözü, “Kudret Kelamı” yani Ruhu olmasıdır. Rıza kentinde geçen seyrin bir başka özelliği de, hakikate ve edebe aykırı olarak daha önce söylediğin tüm sözlerin, birçok suretle, olaylarla senin yüzüne vurulmaya devam etmesi ve senin bunları seyredip, varlık hissinden arındırılmandır. Bu noktada dünya hayatında yakınlarına ait hoşlanmadığın yönler nelerdir. Bunları listeleyip, bu seni sıkıntıya sokan oluşlarla barışmaya ve bunların sana dokunan ateşine alışmaya çalışmanı sana
tavsiye
ederiz.
Bunun
sebebi;
bu
şehirde,
Âlemde
hoşlanmadığın ne ve kim varsa, seni yakan yanlarının sana mutlak surette dokunacağı gerçeğidir. Bu şehirde, her kimden, neden hoşlanmıyor
ve
seni
yakıyorsa,
bu
surette
dahi,
Allah’ın
mevcudiyyetini seyredecek ve bu insan ve oluşların hepsinden razı olmak zorunda kalacaksın. Sen bu Rıza’yı tesis edemedikçe, bil ki, ateşinin sönmesi mümkün değildir. Çünkü, diğerlerinde seni yakan sendeki benlikten başka bir şey değildir. Bilesin ki, kendi varlık hissin ve gururun olmadıkça, sen yanmazsın. Gurur ise Kibrin kardeşidir.
217
Bunun yanı sıra, sen Âleme “Ben” demeye devam ettikçe, tüm olan bitenden sen sorumlu olursun. Âlemle o kadar bütünleşirsin ki, bir taşa vurulsa canın yanar, bir ağaç eğilse sen de eğilirsin. Bir yerde birileri acı çekse, kendi nefsinden bilirsin. Ancak hakikatte ise, sen yoksun, fakat “Allah” vardır. Bir düşün, bu hal üzerine ne kadar devam edebilirsin. Bu senin birlik bilincine ulaştığını gösterir, ancak bilesin ki, bu hal dahi en kamil hale işaret değildir. Senin bu âlemde karar kılıp kalman takdir edildi ise, dengen kurulur ve bulunduğun şehrin bilincinin kemalatını yaşamaya devam edersin. “(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü'minleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Enfal–17) Bilmelisin ki, “Şehr-i Mutmain”den sonraki şehirlerde ilerlemen veya bir şehirde takılıp kalman senin elinde değildir. Bunun sebebi, senin cüzzi iradenin, bilinç ölümünü tadman ile elinden alınmış olmasıdır. Bu şehirin ilerisindeki şehriden daha ileriye gidenlerin sayısı ise azında azıdır. Bu zevat Allah’ın kendisine dost olmayı seçtikleridir. Bilinç ölümünün tadılması ile ulaşılan bilinç sahipleri Halkın Velisi, bu noktadan sonraki iki şehre geçiş yapabilenler ise, Allah’ın Velileridir.
218
Đşte bu sebeple, senin “Şehr-i Marziye”ye geçişin ezelde takdir edildi ise, başına gelen sıkıntı ve musibetlerin daha da artacağını sana söylemeliyiz. O kadar ki, artık sende bulunan ifrit, sana belirmeye başlayacak ve senin sabit yıldızlar feleğine ulaşmaman için aklına bile gelmiyecek eziyetler sana isabet etmeye başlayacaktır. Bunun sebebi şeytanların Burçlara yaklaşamamaları ve bu alanın “Mele-i Ala”
tarafından
koruma
altında
olmasıdır.
Artık
aklın
açıklayamayacağı her tür sıkıntının sana dokunması ve vücuduna Đblisin tasarruf etmeye başlaması, senin seyrin haline gelecektir. Bu senin vücut âleminde baş gösterecek ve hiç bir şekilde kuralı olmayan bir savaştır. Bu bilinç seviyesinde, vehmin çok ileri boyutları karşına çıkmaya başlayacak ve sende bulunan ifrit seninle, bilinç âleminde seyrin aracılığı ile irtibat kuracaktır. Senin bir köle olduğun, bir güç tarafından yönetilmenin bir aptallık olduğu, Allah diye bir şeyin olmadığını, senin dışında bir gücün seni bir robot gibi yönetmek istediğini,
sana
yolladığı
zihinsel
titreşimlerle
iletmeye
başlayacaktır. Bu gibi aklını çelecek düşüncelerin yanında, bu seyrin içinde sana büyük bir gücün de açıldığını bildiği için, seni teslimiyete karşı kışkırmak amacıyla; senin veya sevdiklerinin başına ölümde dâhil olmak üzere, korkunç olayların geleceğini, senin işsiz güçsüz kalacağını ve açlık içinde ailecek sefil olacağınızı sana vesvese vererek vehmettirip, bunlara, gücünü kullanarak müdahale etmen gerektiğini kafana sokmaya uğraşacaktır. Sen bu
219
durumların olmasına ramak kaldığı halleri, imtihan gereği seyr de edeceksin. Sen artık bu noktada, sıfat boyutu seyri içinde ağırlıklı olarak “Hu”ism-i şerifinin manasının seyri içerisindesindir. Sendeki Đblis boyutu da bundan haberdardır. Bu sebeple Hü”viyete sahip çıkman için elinden geleni ardına koymayacaktır. Bu noktada güçünü sonuna kadar kullanıp dehşetle sana saldırmasının sebebi, bu makamın üzerinde kendi makamının bitmesi ve bundan sonra senin üzerinde etkisinin kalmayacağını çok iyi bilmesidir. Bu nokta itibarı ile sınır içinde bulunmayan Ruha ait “Ra” ismi onun makamına ait isimdir. Ra-hman ise haddini bilen Ruh’un Yokluğa ulaşıp “Man”yani Adam-Âdem olduğu makamın ismidir. Bunu yaparken izleyeceği yol genellikle; sende vehm patlamaları yaratmak ve böylece vücut kimyanın alt üst olmasını sağlamak, ayrıca, yakınlarına kendi boyutundan müdahale etmek ve saldırmak olacaktır. Örneğin; eşini veya çocuklarını sıkıştırıp, onları cinnet vari hallere sürüklemek, öyle ki, bu cinni etkiye dayanamayıp sürekli bayılmalarını sağlamak, ayrıca onların hayatlarını kaybetmeleri ile senin tehdit edilmen gibi yöntemlerle sana saldıracak ve durman için seni tehdit edecektir. Ancak, bu gibi tehditlerin daha önceki şehir bilinçlerinde de açığa çıkabileceğini söylemeliyiz. Bu şehrin farkı, şiddeti ve senin olup bitenden kalp gözün açık olarak haberdar
olmandır
ve
sana ne
görebilmendir.
220
denmek istediğimi
anında
Bu noktada senin yaşayacağın farkındalıkların belki de en sarsıcısı, bilincin bu olayları yaşarken yükseldikce, sana eziyet eden bu Đblis’in
hakikatinin
de
Allah
olduğunun
sana
seyr
olarak
açılmasıdır. Bu bilgi senin için kesinleşince, derhal bunu haber alan sendeki ifritin, bu sefer de, Allah’ın aslında Şeytan olduğunu ve Hz. Peygamber’in Şeytanın emrinde olduğunu ilham etmesi dahi beklenebilir. Đnsanlığın ise, bunu anlamadığını ve benzeri şeyleri sana ilham etmeye, seni saptırmak için kışkırtmaya başlayacaktır. Eğer Đfrit senin Allah’a olan imanını sarsmayı başaramazsa, bu sefer de sana söyle ilham edecektir; Sen suni bir ortamda, hayal ile çevrili bir âlemde, sonsuza kadar yaşamak için yaratılmış bir kölesin, Allah seni sırf eğlence ve oyun için kendisine zevk olsun diye yarattı. Allah aslen sensin, elindeki kudreti kullan, o ve sen diye ayrı iki yapı yoktur. Bu sebeple kendini köle yapma, kudreti eline al ve özgürleş. Đşte sendeki Đblis, bunları sana sessiz sözlerle ve izlediğin birçok olayı kullanarak iletecektir. Kuran-ı Kerim’de, Allah bu bilinç seviyesinde sana yöneltilecek vehimleri ve vesveseyi çok iyi bilindiği için, bu vesvese ve saldırılarla ilgili Kuran-ı Kerim’de çeşitli açıklama ve uyarılar getirildiğini görürüz. Ancak unutma ki, ne koşul altında olursa olsun her oluşun ve varlığın sahibi “Allah”tır. “Bu feryatları sürüp gitti. Nihayet onları öyle yaptık ki biçildiler, sönüp kül oldular...”
221
“Elbette Biz göğü, yeri ve aralarında olan varlıkları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” “Eğlenmek isteseydik nezdimizde eğlenecek çok şey bulurduk! Faraza yapacak olsak, öyle yapardık!”(Enbiya–15, 16, 17) Bu vesvese ve saldırılarla ilgili Örneğin; seni, yakınlarının ölümü ile korkuttuğunda, birden seni birisi arayıp, evi aradığını ve eşinden bir türlü haber alamadığını cevap verenin olmadığını sana söyleyebilir. Ayrıca; bir televizyon kanalını çevirirsin de, o anda Đblisin seni korkuttuğu olayın aynı ile başkasının başına gelişini konu eden bir televizyon haberi ile karşılaşabilirsin. Şimdi aklına şöyle bir soru gelebilir. Tamam, Đblis-Đfrit beni birçok vehm ile zihinsel olarak etkileyip bloke edebilir. Ancak bu haller zahiren gerçekleşen, oluşlar ve olaylardır. Bunların benim düşüncelerimi aşıp da zahiren oluşlara dönüşmesinin sebebi nedir? Bu sorunun cevabı şudur; Senin Âlemi izlemeni sağlayan sendeki bilinçtir. Gören, duyan, koklayan ve dokunan sendeki bilinçtir. Đşte bu bilinç hangi seviye ile etkileşime girer ve açığa çıkarsa, senin seyrini ve sende meydana gelen seyre ait zamanı, o bilinç yönetmeye başlar. Burada olanda budur. Yani, aslında, örneğin bir hafta ara ile olması gereken sendeki bir düşünce ve vehm hali ile zahirde izlediğin olay, bu bilinç tasarrufu ile aynı an’a önüne getirilir ve seni kuşatıverir. Bu hal sadece, televizyon seyri veya senin baktığın olaylarla da sınırlı değildir. Artık senin Zat ateşin nerede ise zahiri tamamen
222
kaplamıştır. Bu, sendeki iblis-ifrit boyutunun artık heryeri kapladığı , her yerden ve olaydan anında haber aldığı anlamına gelir. Böylelikle bir de bakarsın ki; senin aklından geçen ne varsa karşındaki
insanlar bunlardan haberdar bir şekilde seninle
uğraşmaya başlamış. Sen sadece vücut âleminde değil böylelikle zahiren de kahredici bir baskı ile karşı karşıya kalırsın. Örnek olarak, bir grup tanımadığın insan bir arada konuşurlar ve sen onlara kulak kabartırsın. Fakat, başkasından bahsetmelerine rağmen, seninle ilgili olarak her detaya sahiplermişcesine seni anlatıp dalga geçmeye başlarlar. Örneğin derler ki ; “Biraz daha üzerine gidilirse her halde çıldıracak. Eşi çocukları da evde yanlız. Bakalım bu işin sonu nereye varacak...” Buna benzer daha bir sürü olay artık seni kuşatır. Sanırsın ki, bu hal sonsuza kadar böyle sürecektir. “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.”(Bakara–155) Değerli yolcu bilmelisin ki, sen böylece çok zorlu bir seyrin içinde bulunursun. Ancak Allah, sana hatanı gösterip seni selamete iletmeyi dilemiş ise, senin bu olanlara basiretle bakmanı sana nasip edecektir. Eğer sen olanlara basiret ile bakıp değerlendirirsen, tüm olanlarda açığa çıkan ortak bir noktanın sana gösterildiğini farkedersin. Bu sana farkettirilmek istenen nokta; senin Benlik gütmen, hâkimiyeti elinde tutmaya uğraşman, herşeyin sahibinin
223
sen olduğunu düşünmen ve bir türlü Gücü-Kadriyet, Hâkimiyeti, Malikiyeti, Alimiyet ve “Ben” hissini bırakamaman ve senin varlığın dışındaki bir güç tarafından bizzati yönetilme fikrine şiddetle direnmendir. Ancak senin öz varlığının çeşitli mertebelerdeki meleki yapısından başka senin üzerinde kontrolü olan ikinci bir varlık hiç olmamıştır. Ki, bu Uluhiyyet melekesi diyebileceğimiz yapı, seninde içinde benliksiz olarak Ahirette var olacağın tek bir vücuda ait meleki Kudretin fiilatıdır. Bu benilksizlik âleminde varolan tüm varlıkların Zatı birdir. Đsmi ise “Allah”tır. Aslında, tüm bunlara direnen sendeki Đblis-Şeytan dır. Bu ikilemin içinde olduğunu çok iyi bilen iblis boyutu, seninle bu doneleri kullanarak sana saldırmaktadır. Ancak, Şeytan’ın manası, şerri hayıra, hayırı ise şerre çeviren özel bir alet oluşunda gizlidir. Bu sebeple, sana şer olarak dokunan bu olaylarla, sende bulunan en derin hakikat olan Allah bilinci, sana benlikle ilgili hatalarını seyrettirmekte ve güç yetiremeyeceğini çok iyi bildiği bu şavaşda, acziyetini sana götermekte ve seni kendisine Đltica etmeye çağırmaktadır. Bu Allah’ın Kahhariyetidir ki, bu Esma terkibi direkt olarak Rahman ismi ile ilişkilidir ve sırf Rahmettir. Böylelikle sabredip, güzel amel işleyenleri Allah bilmekte ve kendi Zat’ına seçmektedir. “Bunu, şeytanın karıştıracağı şüpheyi kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimselere bir imtihan vesilesi kılmak için
224
böyle yapar. Çünkü zalimler haktan uzak bir ayrılık içindedirler.” (Hac–53) Bilesin ki, bu yolculukda önde giden senin bilincin, onun arkasında onu takip eden senin ruhun ve en son da bunlara uyum sağlayan senin bulunduğun âlemdeki bedenindir. Bilincin, senin öz varlığın ve algılarını algılayandır. Ruhun düşüncelerinin dayandığı taban, algılar ve senin zahirine yönelen kudrettir. Bedenin ise tüm bu iki yapıyı, seyrettiğin âlemdeki varlık zeminine oturtan bir binektir. Senin bilincinin bir üst seviyeye ulaşması, senin o bilinç seviyesine sahip olduğunu göstermez. Senin bir yaratılmış varlık olarak o bilince sahip olmanın yolu, ulaştığın ve kavradığın bilinç seviyesine, senin Ruhunun bilincinin de yerleşebilmesidir. Ondan sonra ise, senin bedeninin yansıttığı hayata, zahirine bu bilinç ve Ruh hâkimiyet kurar. Senin Ruh gücün, bedeninin aracılığı ile bilincinin ulaştığı seviyenin, kudrete dönüşmesi ile kazanılır. Yani, senin bedenin Ruhunu direkt etkilemez, senin bedenin bilinç tarafından kullanılarak kendisini yükseltir. Ancak bilinç ulaştığı seviyeyi kavradığı anda, Ruh da bu bilinci bir kavrayış ve iman Nuru olarak açığa çıkartır. Bu da, o kişinin sahip olduğu Ruh gücü yani Nuru’dur. Bu yolculuk sırasında, kent burçlarına, yani feleklere öncelikle, bilinç erişir. Bilinci bu burçların eteğine getiren ise bilincin bineği olan beden ve onda hükmünü süren akıldır. Feleğe ulaşılması ile kavranılan hakikat, Ruha aktarılmaya başlanır. Bilmelisin ki, senin
225
seyrettiğin âlemin hakikati, senin Ruhundur. Bu sebeple, senin Ruhuna aktarılmaya başlanılan bilinç,
yaşadığın zahiri olaylar
olarak senin zahirine akmaya ve aktarılmaya başlanır. Yani Vech’ine “Mesh” edilir. Bu işlem devam eder ve zahirini kaplayan kudret-enerji bu seferde senin bedenini yıkar ve senin hücrelerin bu yaşanılan hakikat ile güdülendikçe ve sen bu bilince uygun tepkileri verdikce, hücreler kendi benzerlerini üretip senin vücut âlemini, karşılaştığın bilincin ruhuna ait zahiri bilgi ile yeniden inşaa etmeye başlar. Derken, yedi yılda bir, senin vücudun tamamiyle yeniden yaratılmış olur. Böylece, sahip olduğun bilinç sana mesh edilmiş ve sen bu bilince ait melekelerle donatılmış olursun. Nasıl ki, sen elini kaldırırken bir isteme fikri dahi beyninde belirmeden, sadece yönelim ile elin kendiliğinden kalkıyor veya organların kendiliğinden bir meleke aracılığı ile otomatikman çalışır ve sen bunların hiç birisine, bilinçli olarak müdahil olmazsın. Đşte buna benzer bir şekilde, hazmettiğin bilincin melekeleri de, senin zahirinde aynı şekilde iş görür hale gelir. Bilesin ki, Allah bilincine, onun
meleklerine
olan
imanının
seni
selamet
yurduna
ulaştırmasının hakikati iste budur. Yukarıda aktardığımız hakikate uygun bir şekilde senin bilincin artık, yedinci feleğin çekim alanına yaklaşmıştır. Ruhun ise Altıncı feleğin yakınında “Şehr-i Marziye” kapısının önündedir. Senin
226
bilincin olur da, Zuhal feleği denilen bu yedinci feleğin ilerisine geçebilirse, Sabit Yıldızlar kuşağına geçersin. Bu ise, telaş ve zihninin
sakinleşip
sabitlenememe
halinin
senin
üzerinden
giderilmesi anlamına gelecektir. Şimdi bir sonraki şehre doğru söyle bir uzanalım bakalım bizi ne gibi bilinç halleri bekliyor.
227
Şehr-i Marziye
.
Zaman geçtikçe senin Rıza şehrindeki yolculuğun Nefs’in için, artık dayanılmaz bir hal almaya başlar. Bu sıkışıklık içerisinde bir sonraki şehrin Nurlu kapısı senin basiretine belirgin hale gelmeye başlayacaktır. Tüm bu sıkıntı veren olayların içinde iken, Allah’a sürekli dua edip, derdini sadece ona arz edebilirsin. Çünkü yaşadığın olaylar artık, normalite sınırlarının dışında ve aklın kavrayışının ötesinde cereyan etmektedir. Tam en sıkışık ana geldiğinde, çoğunlukla da sevdiğin insanların ağızından olmak üzere, sistemin cem makamında senden açığa çıkan, cem-ül cem makamının dile gelmiş meleki hali olan ve her şahsın derunundaki “Mele-i Ala” sıfatı ile Allah, seninle sebepleri ortadan kaldırarak irtibat kurmaya başlar. Baban, anan veya kardeşin gibi yakınlarının ağızından sana yol gösterilmeye başlanır ve senin sabrın ve olanlara edep ile mukavele etmenden dolayı Allah’ın yardımı artık sana ulaşmaya başlamıştır. Bu Allah’ın “Kelam” sıfatı ile sana tecelli etmesidir. Bu makam bilesin ki, Hz. Peygamber’in kendi makamına has Mirac’ının gerçekleşmeye başladığı makamdır. Hz. Peygambere Miraç sırasındaki bu yükselişinde gezegenlerin mana feleklerinde bulunan birçok ifrit aynı ile musallat olmuştur. Kuran-ı Kerim’de bu saldırılardan korunmak için Hz. Muhammed’e söyle seslenilmiştir. “Ve de ki: "Ey Rabbim, şeytanların başıma üşüşmelerinden sana
228
sığınırım! Huzuruma gelmelerinden sana sığınırım Rabbim!" ” (Müminun–97, 98) “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Fussilet–36) Değerli yolcu bilmelisin ki, tüm belaları def edecek en büyük zikr Kelime-i Tevhid’dir. Bu lafsı inanarak ve manasını tefekkür ederek içinden-zihninden zikretmeyi hiç eksik etmeyesin. Ayrıca, bu CinniĐblis saldırılarının ilacı olan bir başka dua ise: “la havle vela kuvvete illa billahilaliyyilazm”dir. Manası: “Yaratılmış hiç bir varlık yoktur ki, gücünü ve kuvvetini yüce ve azemet sahibi olan Allah’tan almasın.”dır. Hz. Peygamber bu lafs için: “Cennetin hazinelerinden bir hazinedir.” demiştir. Sen bu duayı manasını bilerek zikrettiğinde, karşında Allah’ın kudreti dışında bir varlığın kudreti yok demektir. Böylece sen, artık Allah’tan, yine Allah’a sığınırsın. ”O”nun Celalinden, Cemaline sığınırsın. Allah ise kendisine sığınanları mutlaka selamete iletir. Böylelikle her suret ve olayda dahi Allah’tan razı olup olmadığın sınanmış olur.
229
“O
gün
onlar
ateş
üzerinde
deneme
ve
elemeye
tâbi
tutulacaklardır.”(Zariyat–13) Tüm bu azametli zorluklar ve zihnin ile vücudunda devam eden savaşın son bölümüne gelir dayanırsın. Artık Rıza şehrinde sende ne takat kalır, ne bir güç kalır. Đşte varmakda olduğun bu makamın adı, aklın devre dışı kalmaya başladığı, ancak Allah aşkı ile sabretmen ve Rızan sonucu yaklaştığın, “Mahfiyet” makamıdır. Aklın devre dışı kalmasından kasıt bir delilik hali olmayıp, Bilincin düşünceye kapılıp içinde kaybolma halinden sıyrılması ve zihinsel bir boşluk haline geçiştir. Artık ateş, senin varlığını ve aklını yakıp kavurmuştur. Sen, olur da karşılaştığın yeni kapının arkasına geçebilirsen, Kalp âlemine adım atarsın. Đşte, Aklın ve Nefs’in yanıp “Küll” olmasının hakikati budur. Bu makamdakilere ise tasavvuf dilinde “Meczup” bazen de “Bedel” derler. Bazılarıda “Abdal” “Aşk bir kum saati gibidir; kalp dolarken beyin boşalır. “ (Jules Renard) Bu olay bir kapdaki sonsuzluk suyuna benzer ki, bu su “Ruh”dur. Sen ölümü tadmadan önce bu su, sende bir ağırlık, varlık hissi olarak durmaktadır ve kendisini sınırlı bir varoluş olarak sanır. Ancak ölümü tadmanla beraber, bu su, dağılan kapdan dışarı akarak her yana yayılır. Bundan sonra kabın içi boştur. Ancak su, bu sefer senin kabına, içten değilde dışarıdaki sonsuzlukta kapsar, sana temas eder, dokunur ve içine alır. Senin varlık Kabın ise, emaneti arz
230
etmiş ve boşalmıştır. Artık o derya’ya yüzmektedir. Đşte, sende bulunan bu suyun içinde, birçok meleki kuvve mevcuttu. Fakat bu kuvveler sende kap içinde iken, cinni boyutu meydana getirmişti. Bu durumu tefekkür et. Đyi anla ! Đlk durumda, kap dolu iken, Mele-i Ala ve onun emri altındaki tüm meleki boyutlar senden saklanmıştı. Ancak, su yoğunlaşmış ve senin vücut kabına dolmuştu. Senin ergenliğe adım atmanla beraber bu kap yavaş yavaş boşalmaya başlar. Ölümle beraber ilkin, vücudunun sahip olduğu boyutsal derinlikde yer alan meleki kuvveler açığa çıkar ve seni tanır. (Şehr-i Mutmain’e giriş) Bu aşama, senin “Nokta”ya ulaşman ve onun meleki kuvveleri ile temasındır. Olur da, daha ileri geçmen takdir edilirse, bu sefer de Marziye Şehri surlarında sende, boyutsal olarak,
“Nokta”nın ilerisinde ve
Ahadiyet-Samediyet deryasındaki ekberiyet karanlığında hüküm süren Ali meleki kuvveler açığa çıkıp, belirgin hale gelmeye başlar ve bu meleke seninle sözlü irtibat kurar. Aslen bu, “Ruh”un seninle Cebraili
boyuttan
konuşmasıdır.
Artık
sen
bu
Kahhariyet
Melekesine, ne direnebilirsin, ne de, bu en yüce aklın melekesinden kaçabilirsin. Bu meleke, kalp âleminin, yani Ahir yaşamın sema melekeleridir. Artık, senin teslimiyetin, son felek olan yedinci sema feleğinin ötesinde seni bekleyen bu Ali meleke aracılığı ile Allah’a dır.
231
Biz bu makamı, zifiri karanlıklar içinde yükselen Kara Nur dağlar ı olarak gördük. Bu Kara Nur dağlarında, tüm insanların Ayan-i Sabiteleri,
birer
nurani
küçük
noktasal
yumurta
olarak
hayatiyetlerini sürdürüyorlardı. Bazı dağların tepelerinde ise suretleri belirgin olmayan beyaz Nur renkli ve bu yumurtarı kollayan ve onları idare eden meleki yapı bize gösterildi. Bu Âlemde zifiri karanlık ve beyaz suretlerden başka da ne bir renk ne de başka bir suret yoktu. Đşte bu Mertebe-Boyut “Fuad” denen Kalb-i Marifet noktasından fışkıran “Lub” nurunun Ahadiyyet’e bakan yüzüdür ki, bu makamın da yüzü, Samediyyet deryasına dönüktür. Bu makamın bir üzeri artık “Araf”dağıdır. Buran aşağı ise, kişinin “Lub”u parçalanmadan inilip Halka gerisin geriye ulaşılamaz. Bu ise terkibiyetin beden ve bilinç yölerinin tekmilinin dağalması demektir. Burası, aynı zamanda sendeki Ayan-i Sabite yaratılmadan önce bulunan bir boyutsal derinliktir. Nefs bu dağın zirvesinde, “Hu” ateşinde dövülüp şekillendirilmiş ve yaratılmıştır. Đki kıbleye yönelip salât tesis edilemez. Sende akıl, iyiyi ve kötüyü düşünüp bilme hali varken kıblen bil ki, Mescid-i Haram/Harem değildir. Harem, girilmesi yasak olan, dokunulmaz yer anlamına gelir. Bu manadan maksat; kendisini bir zat olarak gören, varlık sahibi hiç bir kimsenin, bu alana, yani kalp âlemine giremeyeceğidir. Çünkü sana haram olan cüzzi akıl, nefs ve irade, sende hala mevcuttur. Hali ile de sende Nefs’in istekleri hâkimdir. Đşte bu sebeple, bu feleğin sınırı, senin yöneliminin Kâbe’ye, yani kalp
232
âlemine ve onun aklı olan fıtrata döndürüldüğü felektir. Bu çok dehşetli bir süreçtir. Bu, ancak Hz. Peygamber’in hakikat mertebesi olan bilinç seviyesine uyan ve “O”na teslim olanların ulaşabileceği bir Âlemdir. Ancak bu öyle bir kıbledir ki, onda ne bir yön ne de mekân hissi mevcuttur. “Đşte böyle! Biz sizi, insanlar üstüne tanık olasınız (Bilincin ölümü tadıp, Şahid-şehid olması hakikati ), resul de sizin üstünüze tanık olsun diye (Resulün hakikatinde fena bulma hakikati), orta yolu izleyen bir ümmet yaptık. (Sırat-ı Müstakim) Biz, eskiden üzerinde olduğunu kıble haline getirdik ki resule uyanı, ökçesi üstüne gerisin geri
dönenden
ayıralım.
Bu,
Allah'ın
kılavuzluk
ettikleri
dışındakilere gerçekten zor gelecektir. Ama Allah, imanınızı işe yaramaz hale getirip zai etmeyecektir. Şu da bir gerçek ki, Allah öncelikle insanlara karşı çok acıyıcı, çok merhametlidir.” (Bakara–143) Đşte, bahsettiğimiz bu “nokta” , sende kuvvede bulunan melekelerin sana temas ettiği ve Kalbinde seni meydana getiren ilk ilmi suret olan Ayan-i sabite noktandır. Bu noktanın ilerisi ise, senin kalp âlemine açılan kapın ve “Kaf” denen dağın zirvesidir. Vücut âlemindeki bu bilgi zirvesini kuşatan, ateş kökenli varlık hissi ise, sendeki “Nun” dur. Bu “Nun” ki Samediyet deryasında yüzen bir balığa benzer. Sen, tamamen temizlenip, kalp diyarına girdiğinde, sana Kuran’ın peçesi kaldırılır. Aynı zamanda bilmelisin ki, Kuran’da geçen “Kitap”, “Zikr”tanımı ilim demektir. Bu ilim
233
Allah’ın Hü’viyet ve Zat ilmidir ki, bu ilim “Mele-i Ala” tarafından koruma altındadır. “Ki bu, hakikaten çok değerli bir Kur'an'dır.” “Korunan bir Kitapt’adır; Ona tertemiz temizlenmiş olanlardan başkası el süremez”(Vakia–77, 78, 79) “Sonra
biz
o
kitabı
kullarımızdan
seçtiğimiz
kimselere
(Muhammed'in ümmetine) miras olarak verdik. Onlardan kendine zulmedenler vardır. Onlardan ortada olanlar vardır. Yine onlardan Allah'ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler vardır. Đşte bu büyük lütuftur.” (Fatır–32) “Şüphesiz o zikri biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz. “(Hicr–9) Sendeki, tırmanılması pek zor ve yaman bir iş olan bu yüce Kaf dağının bilinen ismi, Arifliğin, yani bilginin, Allah’ı bilmenin zirvesi anlamına gelen “Araf Dağı” dır. Bu zirve nokta senin “FUAD” isimli boyutsal mana zirvendir. Bu “Fuad” noktası senin marifet makamın ve bilinç zirvendir. Bu zirveye ulaşılmadan ise, sende bulunan Şeytanı taşlayamaz, yani onu bertaraf edemezsin. Đşte, seni “Şehr-i Raziye”den, Şehr-i Marziye”ye geçirecek kapı, dar geçit, bu dağın zirvesindeki “Nokta” kapısıdır.
234
Bu
anlatımdan
anlaşılacağı
üzere;
Marziye
şehrinin
kapısı
“Nokta”dır. Bu kapının Đlmi, nokta ilmidir. Bunun ilerisine ulaşıldığında karşılaşacağın marifet-bilgi,
ilmine cahil olunan,
bilmeden bilme halidir. Bu noktaya gelinceye kadar, önceki şehirlerdeki duruma söyle bir bakarsak; Sen “Şehr-i Mutmain”e girdiğinde, âlemin bir noktada toplandı, sonra zahirine tamamen akan “Ruh” kendisini emr’i altındaki melekeleri ile tanıtmaya, diğer şehirde devam etti ve Nefs ateşi nedir, bildin. Bu “Ruh” sende açığa çıktıktan sonra, artık seni temizlemeye başlar. Sen bundan sonra, sende pis olan unsurları önünde görüp, bir bir edeplenmeye başlarsın. Nokta ilminin aslen “Ruh” ilmi olduğunu, bunun da senin zahirinde algıladığın âlemin hakikati olduğunu bilmelisin. Bu yolculuk sırasında, Velayet eşiğinde, Şehr-i Mutmain’de ”Teşbih” hakikati ile nokta’nın manasına ulaşan bilincin, kendi Nefs’inde Rab’ini gördü. Senin Rabbinin, âlemindeki yansıması, senin kalp noktandır. Bu nokta “an” içinde sonsuz hızla hareket etmek sureti ile senin zahirindeki âlemi bir nakış gibi “levha”da işler de, sen âleminde oluşları, şeyleri ve varlıkları görürsün. Sen tüm oluşlar ve varlıklar, ayrı ayrı sonsuz sayıda noktadan oluşur sanabilirsin. Ancak hakikat böyle değildir. Bilesin ki, Âleminde bir tek noktadan gayrı yoktur. Ancak bu bir tek nokta, sonsuz bir hız ile ve “an” zemininde tüm hayali noktaların
235
arasına “Zaman” denen illüzyon mesafesini koyar da, tüm oluş ve varlıklardaki sonsuz noktalar halinde sana görünür. Bu bir illüzyondur ve bu sebeple izlenen Âlem, hayal âlemidir. Bu bir tek nokta, senin ilk varlık dayanağın olan kalp noktandır. Đşte sen bu şehrin eşiğinden geçince, senin ilminin, yani bilinç suretinin dahi öncesine geçersin.(Nefs’inin Ayan-i Sabite de var edilme anı) Bu noktadan sonra, senin bilinç olarak, selamete ve marifetin zirvesine ulaşman için, seni oluşturan bu ilmi suretin, yani terkibiyetinin, öncesine dönmen gerekir. Bunun şartı ise, bilincinde bu noktaya sahip çıkma hükmünün kalmamasıdır. Đşte bu “Nokta”yı da yok edip, yokluğa ulaşan kişiye “Arifibillah”denir. Bu noktanın sonrasında, ulaşılan ilmin ismine ise, “Đlm-i Ledün” denir. Bu mertebe “Rahman” ism-i şerefine ulaşılmasıdır ki, Kuran-ı Kerim’in manasının ne olduğu bu mertebeden sonra insana açılır. “Rahman, Kuranı Öğretti, Đnsanı yarattı.”(Rahman–1, 2, 3) Đşte, sende ki bu nokta, sendeki emanet olan Zat ve sıfatların birleşme noktasıdır. Bu nokta, Rubibiyet Arşının dayanağı, senin kudreti ve nefs’i kendinde bulmanın asli mekânı ve sebebidir. Eğer ezelde, Kulluk makamına yani “Ubudiyete”, Teslimiyete, tam intikalin takdir edildiyse, bilesin ki, kendi kimlik ve “Ben” hissini oluşturan bu Zirve “Nokta”ya çıkacak,
tüm âlemi buradan
seyredecek ve tepenin-zirvenin diğer tarafına Nefs hissini geride bırakarak geçip Allah’ta, kalp âlemindeki saf olan “Lâhut”
236
Âleminde Yokluğa ereceksin. Bu noktadan sonra, ancak sende gerçek ve kâmil tevhid ve Ali “Tenzih” ilmi açığa çıkacaktır. Bundan önce bunun olması muhaldir. Çünkü Allah’ın Zatına isnat ettiğin “Nefs” seninle beraberdir. Mukerrebun melekesinin hakikati bu haldir. Đşte, kendi varlığından tam olarak soyunmak ve tam teslimiyet haline ulaşmak, secde hakikatinden başka da değildir. Bu Hz.Peygamber’in hakikatine şahitlik etmektir. Yani “Sıddıkiyet”. Arşı taşıyan boyutsal derinlik bu melekedir. Bu meleke, sınıra gelen hiç bir yolcuyu, nefs ve zat olma hissi varken buradan ileriye bırakmaz. Kahhariyet melekesi, Zat ve Sıfatı ayırır, her ikisininde sende hakkını verdirir. Böylelikle de varlıkların hayatiyetini sağlayan Arş-i hakikati, yıkılmakdan korurlar. Yani, Arşı böylelikle taşırlar. Bu aslen, Allah’ın yer ile göğün birleşmesinin önüne geçip, göğü yüksekte tutmasının hakikatidir. Đşte bu, yer ile göğün ayrılması olmaksızın varlıkların hayatiyetinden söz edilemez. “Rab'bine yakın melekler O'na kulluk ve ibadet etmekten asla kibirlenmez, hep O'nu tenzih eder ve yalnız O'na secde ederler.”(Araf–206) “O küfre sapanlar görmediler mi ki gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk. Hâlâ iman etmeyecekler mi?”(Enbiya–30)
237
Bilesin ki, bilincin gerçek yurdu, Ademiyyet mertebesi, yani yokluk yurdudur. Bu bilincin âlemi ise, “Lâhut Âlemi”dir. Đşte, Hz. Âdem’in bilinci ilk orijinal yaratılışında bu âlemdedir. Bu sebeple sanma ki, insanın bilince sahip olması zirve kemalattır. Tam tersi, insanın bilinçsizlik içerisinde, yokluk halinde olması, sadece bir kul ve varlık olarak zahiri yaşamında eylemleri otomatik olarak vücuda getirmesi ile seyrin bu şekilde devamı, en kamil yaşamdır. Bu meleki boyutun hakikatidir. “Kam”;
Murat
edilen
ve
mahfolmuş-Kahrolmuş
manalarına
gelmektedir. Kam-il ise Murat edilen ve nefs’i mahfolmuş insanın şehrine yani “il”ine verilen isimdir. Ancak, Şeytani boyutun vesvesesi sonucu, yasak olan eylem ile bilinç edinilmiş, yani, Đnsan, hissedilemeyecek, yoklukda ve sonsuzlukda bulunan bilince, varlık hissi ile sahip olmaya yeltenmiş, böylelikle de “Ruh” “Hü’viyet” bir sınır içerisine akmış ve sınırlanmıştır. Bu sınır bilesinki, senin Âleminin Rahimi yapısından başkası değildir. Sen ölünce, zaten vuku bulmuş olan bu olayı aynı “an” içinde müşahede edersin ve edeceksin. Bu, yoklukdaki sonsuzluk hissine bir varlığın sahip olmaya kalkmasıdır. Hali ile de, kendisi ve insanlar için neyin iyi, neyin kötü olduğuna kendi karar vermeyi istemesi ve Rab, ilahlık iddeasının içine girmesidir.
238
“Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”(Bakara–216) Bizim için, bir işin sonuna ulaşması açısından neyin iyi, neyin kötü olduğunu, “Allah” bilir. Bunun sebebi âlemlerin, yaradılışsal boyutların sonsuz olması ve de, bu sonsuz âlemlerdeki ilişki ve sonuçların, bizim algımızın, sonsuz üzeri sonsuz kadar ötesinde olmasıdır. Bizim eylemlerimizin bu tek vücud olan sonsuzlukta, nasıl yankılanacağını ve bize nasıl döneceğini bilmemiz mümkün değildir. Dünya yaşamından tamamen farklı olan Ahir yaşamda, kendimize ait bir akıl ve iradenin sahibi olmamıza kesinlikle izin verilmeyecektir. Ölümü tadınca, dünyaya gerisin geriye dönme şansımız da kesinlikle yoktur. “Sonra Allah cehennemdekilere der ki: "Size kalsa, dünyada kaç yıl kaldınız?"” “Onlar: "Bir gün veya daha da az. Ne bilelim, isterseniz bunu tam tamına aklında tutanlara sor! Zira bizim aklımız başımızdan gitmiş durumda." diye cevap verirler.”(Muminun–112, 113) Arapça’da Kün “Ol” lafsı “Kaf” ve “Nun” harfleri ile yazılmaktadır. ”Nun”, sendeki birimselliğe bürünmüş olan Ruh, “Kaf” ise beden ve birimselliktir. Đnsan kulluk makamında değilken ve kendisinde bir kudret, güç bilirken, Allah’ın “Kün”, yani “Ol” emri, önce “Nun”
239
harfine dokunur, sonra ise “Kaf” harfine bildirilir ve âlemde oluşlar vücud bulur. Bu sebeple sen yaptıklarını Nefs’ine isnat edersin. Bu oluş, senin boyutsal derinliğindeki ateşe sahip çıkmandır. Aynı zamanda bu oluş, senin Şeytani bilincin tasarrufu altında olduğunu gösterir. Sende Nefs olduğu sürece “Ol” emrinin “Nun” harfine dokunuşunu ve onun da “Kaf”a temasını hisseder ve bu emri senin kendi nefsine isnat edersin. Yapan edeni, sen sanırsın. Ancak nefs ve kimlik hissinden kurtulduğunda, senin Nefs hissin Kaf dağının ötesine geçer. Bilesin ki, ”Nun”, yani ateşi elde tutmak, eli yakar. Ancak “Kaf” eldiveni ile ateşe dokunulduğunda, yani bilincin Kaf’tan aştığında onu kavradığında, sen artık yanmazsın. ”Nun” senin nefs ateşindir ki, Arşı çevreleyen ve taşıyan “Ali Meleke”ye onu teslim etmen ile eline bu Kaf eldiveni geçirince, sen artık Nefs’ine dokunamaz onu hissedemezsin. Đlkinde “ol” duran sendeki cinni boyut iken, ikinci durumda, meleke kesbetmiş bir şekilde kendiliğinden “ol”uveren, şeylerin kendisidir. Đlki, senin hakikatten saparak içine girdiğin bir vehim, ikincisi ise, hakikattir. Haktır. Rahmani olandır. “O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir.” (Bakara–117) Dikkat edilirse burada oluşları “ol”duran direkt olarak Allah’ın Zatı değildir.
O
şeyler
“öz”lerindeki
240
meleki
güç
sebebi
ile
kendiliklerinden “ol”uverirler. Bu noktada büyük hikmetler gizlidir. Allah’a tam teslim olmuş meleke ve âlemdeki şeylerin “tesbih” hakikati, tamamiyle bu hikmete dayanır. Tüm Âlemdeki tesbih hakikati ise,
Allah’ın Kayyumiyet ve Kahhariyet sıfatlarında
gizlidir. “Gök gürlemesi hamd ile O'nu takdis ve tenzih eder.(Kayyumiyet hakikati) Melekler de duydukları saygıdan ötürü O'nu takdis ve tenzih ederler. O yıldırımlar gönderir (Kahhariyet hakikati), onlarla dilediği kimseleri çarpar. Durum bu iken onlar hâlâ Allah hakkında birbirleriyle tartışıp, ileri geri konuşurlar. Hâlbuki O'nun cezası pek çetindir.” (Rad–13) Đşte bu şehirdeki seyrinin sonlarına yaklaşdıkça sana bu hakikatler, en küçük bir şüpheye yer bırakmıyacak şekilde açılır. Sen artık, Allah’ın Kahhar ismine iyice mashar olursun. Sünnetullah nedir bilirsin de, en küçük bir şekilde hakikate aykırı bir düşünce dahi sana yaklaşsa, Allah seni Kahrediverir. Ancak sen, Rabbini bilir ve aman dilersen, onu çok merhametli ve koruyucu bulursun. Hz. Peygamber’in isminin sayısal değeri ile Aman lafsının sayısal değeri aynıdır. Hz. Peygamber’in hakikatine dâhil olarak Allah’a salât eden her kula, aman etmesi durumunda Rahmet yağar. Bu ise senin, Allah hakikatine secde etmendir. “Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanır ki kendilerine o ayetler hatırlatıldığında, derslerini hemen alır, secdeye kapanır, Rab'lerine
241
hamd, O'nu takdis ve tenzih ederler, asla kibirlenmezler.” (Secde–15) “Nokta” mana olarak “Ceberrut” âlemine aittir. Nefs ve akıl ateşine eşittir. ”Şehr-i Mutmain”e kadar bilinç, beden âleminde sınırlanmış durumdadır. Ergenlikle beraber bilinç-Ruh dışarı doğru sızmaya başladığı
için
sınırlanmış
ve
kendisini
beden
zannetmeye
başlamıştır. Mutmain şehrinde bilinç-Ruh ölümü tadar ve âleme tamamen akar ve beden hissini terkeder. “Ölümün şiddetleri içinde kıvranırken, ölüm meleklerinin de yakalarına yapışıp kendilerine: "Haydi, derhal ruhlarınızı çıkarıp teslim edin! Bugün zillet azabıyla cezalanacaksınız; çünkü Allah hakkında gerçek dışı şeyler söylüyordunuz ve çünkü kibirlenerek O'nun ayetlerinden yüzçeviriyordunuz!" diye haykırdıkları sırada sen o zalimlerin halini bir görsen!”(Enam–93) Böylece, kişi zahiri kaplayan “Ruh–Nokta-Bilinç” mertebesine geçmiş olur. Ancak bu aşamaya ulaşmak da yolun sonu değildir. Çünkü, yolcu kendisinin bir damla olan varlığının da, deryayı oluşturan su olduğunu anlamış, ancak kendisinin ulaştığı su damlası-nokta-alemi, derya sanmaya başlamıştır. Bu aşamadan, Rıza kentinin sonuna kadar ise, açığa çıkıp, Ruh-ul Kudüs ile temas eden kirlenmiş olan “Ruh”, geri dönüp, senin vücut âlemine yeniden dolmaya başlamıştır. Ancak, bir farkla! Bu sefer
242
sana üflenen ruh, Ruh-ül Kudüs, temizlenmiş saf ruhtur. Bu “Ruh”a Nefs bulaşmamıştır. Bu dolum işleminin tamamlanması ile sen “Şehr-i Marziye”e geçersin. Ruh’un sana yeniden üflenmesi işlemi tamamlanınca, bu Ruh marifeti ile senin varlığına “Sekine”denen bir enerji indirilmeye başlayacaktır. Bu enerji sende yokluk hissini zamanla tesis edecektir. Bu enerji-Bilinç hali, senin vücut âleminde ve bilinç mertebende hâkimiyet tesis ettiğinde ise, sen bilinç olarak “Şehr-i Safiye”ye girersin ve böylelikle Batın ile Zahir ayırımı kalktığı gibi zaman hissi de senden kalkar. Bu sebeple denilebilir ki, “Şehr-i Raziye”nin ötesindeki son iki şehri tam olarak anlatabilmek mümkün değildir. Bunun sebebi, bu iki şehirde bulunulan halin, sahip olunan bir varlık hissi ve akli kıyas ile ulaşılabilecek bir bilinç mertebesinden iyiden iyiye uzak olmasıdır. Hz. Musa bu mertebede Nefs, Benlik ateşinden sıyrılış ve tam teslimiyet içerisine geçişin ve Allah’tan tam anlamı ile Razı olunmasının Nurunun, Âlemdeki yansımasının temsilcisidir. Bu sebeple, beşinci Felekden, Altıncı feleğe Ruhun ulaşması, bu Risalet nurunun hakikatinin bize yansıması ile mümkündür. Ancak Hz.Muhammed
(s.a.v.)’dan
başka
hiç
bir
Nebi
Yokluğa
ulaştırılmamıştır. Kuran-ı Kerim’de anlatılan Mısır’dan çıkışın hakikati, Şeytani bilincin (Firavun) hüküm sürdüğü Nefs-Dünya âleminden,
selamet
yurduna,
yani
kalp
âlemine
geçişi
anlatmaktadır. Dünya yaşamının hükümranı olan insandaki Şeytani
243
bilinç, Nefs şehrini terketmememiz için elinden geleni yapacaktır. Hz. Musa’nın Risalet mertebesinin mutlak benlik ateşin’den kaynaklandığının en belirgin göstergesi; Allah’ın Hz. Musa ile yanan bir “Ağaç”dan ateş suretinden konuşmasıdır. “Musa süreyi tamamlayıp ailesiyle yola çıkınca, Tur tarafında bir ateş görmüş ve ailesine, "Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm, (oraya gidiyorum). Umarım oradan size bir haber ya da ısınmanız için ateşten bir kor getiririm" dedi.”(Kasas-29) “Musa, ateşin yanına gelince o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle seslenildi: "Ey Musa! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım."”(Nelm–7, 8) Değerli yolcu bilmelisin ki, senin “Şehr-i Marziye”ye geçmen, sana ulaşan hakikatin, senin tarafından tamamen kavranması ve bu hakikat üzerine yere sabitlenmenden başkası değildir. Bir hakikatin kavranışının vücudundaki zahiri yansıması, senin ellerin, o hakikatte senin vücut âleminin ve zihninin sabitlenmesinin manası ise senin ayaklarındır. Senin ayakaltlarında vücudundaki tüm organların enerji noktaları-Letafetleri bulunmaktadır. Kavradığın ve sabitlendiğin her hakikat, yer küreden bu noktalara akar ve bu organlara ait hücreleri bu bilincin enerjisi yıkar da, senin vücudun bu hakikatin âleminde-arz’ında yaşamaya başlar. Đşte, Kuran-ı Kerim’de geçen, Hz. Musa’ya verilen mucizelerden
244
maksat, hakikatin sendeki Nefs Şeytanı tarafından farkediliş aşamalarıdır; Đlk olarak “ASA” rumuzu, onun hakikat ile karşılaşması sonucu, bilincinin, orta vücut enerji kanalı olan omurgası boyunca yükselmesi yani, asanın bir yılan-ejderha şeklini almasıdır. Bu Firavun’u (Şeytani bilinç) sarsmış ve bu hakikati görmesi sonucu Allah’ı Rab kabul eden diğer büyücüler (Firavun’un Kendisinde bulunan ateş kökenli cinni gücü) Allah’a secde edip, teslim olmuşlardır. Beyaz ışık saçan elden maksat, elinin koynuna, yani kalp hakikatine uzanıp bu hakikati kavraması ile bembeyaz nur olması, yani yedi rengin bilincini kendisinde toplaması ve hakikati kavramasıdır. El, zahiren, insandaki zihni kavrayışın sembolüdür. Tüm nehirlerin kan akması, kendi Nefs’inin “Ben” dediği şeyin (Kan), âleme yayılması, âlemin kendisi olması ve adeta kendi vücut damarlarına benzer bir şekilde tüm nehirlerde-kan akmasıdır. Đzlediği herşeye ben diyen ve kendisini ilah eden Firavun-Şeytani bilinç, Âlemin kendisi ile olan ilişkisi ve Allah’ın Kudretinin âleme yayılışına ve nefsinin buna ortak olmaya kalkmasının manasına şahid olması karşısında dehşete kapılmıştır. Ayrıca, Firavun göğe baktığında göğü kaplayan kap kara bir bulut görmüştür. Bu bir çekirge sürüsüdür. Bu kara bulut yere indiğinde,
245
tüm ekinleri ve yeşeren yaşamı yok etmiştir. Bu mertebenin hakikatleri
arasında
daha
önce
açıkladığımız
şekilde,
Nefs
zulmetinin tek bir ben olarak yeryüzünü kaplaması ve isim ben dışındaki tüm yaşamı yok etmeye başlaması hakikati, bu Şeytani bilince-Firavun’a gösterilmiş ve Nefs gütme konusundaki israrının Alemi ne hale getirmeye başladığı kendisine seyrettirilmiş ve uyarılmıştır. Son olarak da, tüm tecellilerin sonunda Allah’ın bir tecellisi ile Firavun’un oğlunun ölümü (Nefs’inin ölümü tadması), Firavun’u yıkmıştır. Daha sonra, Sıfat ve Zat mertebelerinin birbirinden ayrılması olan iki denizin yarılıp biririnden ayrılması ile herşeye ben diyen ve kendisini herşeyin Rabbi gören Firavun derya’da boğulmuştur. Böylelikle Firavun
Đsrail
oğullarının
Mısır’dan
(Bilincin, Terkibiyet şehrinden) çıkışlarına müsahade etmek zorunda kalmıştır. Kuran-ı Kerim’de anlatılan bu ayetler, Yüce Hakikatin bu mertebede, Hz. Musa’nın hakikatinde izharından başka birşey değildir. Bunların en ilginci belki de, Hz. Musa’nın Allah’tan vahiy almak üzere Sina dağına çıktığı sırada halkın Şeytani bilince kanarak, ellerindeki tüm altını-ziyneti bir potada eritip, sonra bu birleşik altından yaptıkları bir altın buzağıyı, ilah edinmeleridir. Bu nokta bil ki, Okunması en ilginç hakikatlerden birisidir. Altın,
irfani
dilde
her
Zatın
246
derununda
sahip
olduğu
“Hu”mertebesinin zahiri simgesidir. Bu sebeple Hz. Musa’nın yansıttığı Risalet makamının hakikatinde bize ifade edilen gerçek; Kişinin isim benliğinin “Mutlak Ben”e sahip çıkması sonucu Âleme yayılmasının ve Nefs’in bundan pay almasının, kendi isim benliğine malettiği Hü’viyet kudretini ilah edinmesinin, insanı ne duruma düşüreceğinin açıklanması, Kuran-ı Kerim aracılığı ile insanlığın uyarılmasıdır. “Musa kavmine dedi ki: "Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilah edinmekle kendinize yazık ettiniz. Gelin yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi öldürün (Bu hakikate isim benliğinizi isnat etmeyin.). Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah’ta onların tövbesini kabul etti. Çünkü o, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir." ” (Bakara–54) Dikkat edilirse tüm insanlar, kendilerinde bulunan Hz. Musa makamının Risalet zirvesine ulaştıklarında (Tur-i Sina dağına çıkıldığında) “Hu” boyutu, “Ruh”, eriyip dışarı boşalmaktaakmakta ve birleşerek bir tek Ceberrut ateş olmaktadır. Bu aslında Hayy’atın Alemi terketmeye başlamasıdır. ”Hu”boyutunun bir zatta açığa çıkması, mutlak surette Nefs ile beraberdir. Bu bir güneş gibi doğar ki, özü Nefs ateşidir. Bu güneşten kaçabilmek ve gölgelenmek mümkün değildir. “O gün yalan diyenlerin vay haline!” “Haydi, boşalıp o yalan dediğinize.”
247
“haydi, boşalın bir üç çatallı (üç kola ayrılmış) gölgeye;” “ne gölgelendirir, ne de alevden korur.” “Çünkü o öyle kıvılcımlar atar ki , her biri bir saray gibi.” “Sanki sarı hopalar (erkek develer) gibi.” “O gün yalan diyenlerin vay haline!” “Bugün onların nutukları tutulacağı gündür.” (Murselat–18–25) Kuran-ı Kerim’de Hz. Musa’nın on emiri almak için Tur-u Sina (Nefs Zirvesi-Kafdağı) dağına çıkmasının ardından, kavminin, batıl olana nasıl saptığı anlatılmaktadır. Bu Kuran kıssasında, rumuzla, herkezin sahip olduğu altını-ziyneti (Hu hakikati) birleştirip, eritmek sureti ile (Mutlak benlik) elle tutup gözle görecekleri, tapılacak bir ilah edinmeleri, (Mutlak benliği hiç bir isim ve Zata isnat etmemeleri gerekirken, kendi terkibiyetlerini, isim benliklerini “Hu” kabul edip, isnat ederek ilah edinmeleri), yani bu altınlardanzinetten, bir Buzağı (Bakara) yapıp, bu buzağıyı ilah edinmeleri anlatılmaktadır. Bir başka önemli nokta ise, Kuran’da yer alan bu olayın anlatıldığı ve Âdem ile Havva’nın Cennetten çıkarılışın nasıl olduğunun açıklandığı Bakara suresinin Medine’de nazil olması, yani ancak Hz. Peygamber’in kendi makamına has Miraç olayının akebinde, bu ayetin hakikatinin Hz. Peygambere açılmasıdır. Bu gerçek bize, Cennetten çıkartılma gerçeğinin ve bu hakikatin mertebelerinin kişiye ancak “Şehr-i Marziye” içerisindeki bir Keşif ile sahih olarak
248
açılabileceğini göstermektedir. Bu mertebeye geçişin son sınırı, Fenafi’r-resul makamıdır. Bilindiği gibi Keyf suresinde Allah katından “Ledun-i Đlim”e sahip bir bilinç ile karşılaşan Hz. Musa’nın tabi tutulduğu imtahanlar anlatılmaktadır. Bu kıssa, “Şehr-i Marziye”ye geçiş aşamasında karşılaşılan bilinç hallerinin anlatımıdır. “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Ledun-i, Zati ilim) “Musa ona: "Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim" dedi.” “O: "Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.” “Havsalanın almadığı şeye nasıl sabredeceksin!"dedi.” (Keyf–65–68) Bu Ayet içerisinde Đlm-i Ledun sahibi zatın, bu ilmin alınması için koştuğu şart, Aklın alamadığı olay ve musibetlere karşı dahi Rıza halinin
sürdürülmesi
ve
Allah’a
sorgusuz
suhalsiz
teslim
olunmasıdır. Bu ilme ulaşılabilinmesinin temel koşulu; ölümün tadılması ile açığa çıkan “Ruh”dan pay alan Nefs Ateşini temizleyerek tekrardan, Arş sınırının-Vücut Âleminin gerisine
249
çekebilmektir.
Eğer
bu
“Hu”
boyutunu
orijinal
yerine
döndürebilirsek, kimsenin hissedemiyeceği, Ateş elementi kökenli değil de, Su elementi kökenli “Mutlak Ben”e ulaşırız. Bu noktada da “Ben” hissi zaten mevcut değildir. Bunun koşulu ise, muhakeme yapmaksızın koşulsuz olarak teslimiyet göstermektir. “(Đçlerinden biri şöyle dedi:) “Madem ki onlardan ve Allah’tan başkasına tapmakta olduklarından yüz çevirip ayrıldınız, o hâlde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve içinde bulunduğunuz durumda yararlanacağınız şeyler hazırlasın.” (Kehf–16) Burada
Kehf-Mağara’dan
maksat
Vücut
âlemidir.
Bu
hale
bürünmek, Takva elbisesi giymektir. Bu, Leduni ilmin edinilmesi ve Vücut âleminde kıyamın gerçekleşme aşamalarının, rumuzlarla anlatıldığı bir ayettir. Mağara uyurları-yedi uyurlar olarak da bilinen zevatın, hakikate hidayet ile ulaşmaları ve uyanmaları konu edilmiştir. Bu zatlara Allah’ın Rahmetinin ulaşabilmesi için, Âlemden ellerini çekip, Kendi Nefs’lerinin, Mağara’ya, yani açığa çıktığı yere tekrar döndürmeleri gerektiği nasihat edilmektedir. Çünkü Nefs, vücut âlemine, arş’ın gerisine çekilmesi durumunda, Ruh temizlenmiş olacak ve artık yolcuda bir Nefs, yani ben hissi kalmayacaktır. Burada tabiat baskısının nefs olmadığını bir kez daha belirtmekte fayda olacaktır. Bu makamın kapısından geçebilmek için yapılması gereken; Nefs’in,
250
isim benliğimizle müşahede edilen hissiyatının, Ceberrut boyutunu (Nokta) terketmesidir. Bu yapılmaz ise, Ceberrut Âlemi bizim Şeytan’ımız olacaktır. Tevrat’ın indiği devirlerde Buzağı (Bakara) kutsal bir varlık olarak görülmekte ve Bakara’ya ilah olarak tapılmaktadır. Bu sebeple, Hz. Musa mertebesinde Bakara’nın simgelediği Đsim benlik kökenli “Mutlak Ben” bilincinin kurban edilmesi konusu, Kuran’da Sarı Đneğin kesilmesi rumuzu ile anlatılmıştır.”La” ile yok edilmesi gereken baş Đlah bizim Nefs’imizdir. Önceki şehirlerden hatırlayacağınız gibi, vücut âleminde göbek bölgesi “Ben”lik ateşinin bulunduğu bölgedir. Bu bölgenin sahip olduğu letafetin frekans rengi ise Sarı’dır. Varlık âleminde açığa çıkışı itibarı ile göbek bölgesinde bulunan Benlik-Nefs’in, mana olarak yer aldığı bölge ise, iki kaşımızın ortası, yani alın bölgesidir. ”Mutlak Ben”in bulunduğu bu alın bölgesi, kalp noktasındanAynadan yansıyınca, varlık âleminde Nefs Ateşi olarak açığa çıkmaktadır. Bu durum, kişideki zihnin, bedene endeksli düşünce sistemine haps olup, “Ben” kavramını sınırlı olarak telakki etmesidir. Bu sebeple, kişinin sahip olduğu zihindeki birimsellik tanımına dayalı Benlik kavramı, “Mutlak Ben” bilincine, kalp noktasının bir üzerindeki boğaz letafet noktasında, yani Ceberrut âleminde temas etmekte ve kendisini göstermektedir. Bu sebeple, Nefs-benlik
251
ateşinin açığa çıkışı, doruk noktasına Rıza kentinde ulaşmaktadır. Yolcuda açığa çıkan “Mutlak Ben”in simgesi, Kuran’da geçen “Sarı inek” rumuzudur. Musa, toplumuna dedi ki: "Allah size, bir inek boğazlamanızı emrediyor." Dediler ki: "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" Dedi ki: "Cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım.” Şöyle konuştular: "Çağır Rabbine bizim için, açıklasın bize neymiş o!" Cevap verdi: "O diyor ki, bahsettiğim ne yaşlıdır ne de körpe. Đkisi arası bir inektir." Hadi size emredileni yapın! Şöyle dediler: “Çağır Rabbine bizim için, neymiş onun rengi açıklasın.” Cevap verdi: “O diyor ki, bahsettiğim, parlak sarı renkli bir inektir; seyredenlere mutluluk verir.”(Bakara–67–69) Bilmelisin ki, Vücut âleminde yer alan ve her bir şehrin bilinç yansıması olan, bilinç noktalarının sahip oldukları renk frekansları bize çok şey anlatır. En alt noktada yer alan letafet kırmızı renktedir. Bu Emmare bilincin rengidir ki, kişi Zat hissine en çok burada sahiptir. Bu noktanın frekansı çok yüksek olması sebebi ile en kuvvetli ateş ve ısı bu bölgede yer alır. Daha sonra bilinç bu letafetlerde yükseldikce, bu ateş-ısı biraz diner ve frekans rengi bu sefer Turuncu olur. Đşte bu nokta, sosyal etkileşime açınılan ve Zat’i hakikate sahip çıkmanın biraz kırılmaya başladığı ve pişmanlıkların baş gösterip doğru yola girildiği bilinç noktasıdır.
252
Derken Ateş-ısı biraz daha azalır. Bu sefer de sarı rengin bilinç frekansı içine girilir. Ancak bizim vücut âlemimizde ateşin-ısının düşmesinin sebebi, Zat ateşinin vücudumuzdan dışarı doğru bayağı bir sızmış olması hakikatine dayanmaktadır. Eğer Allah, hakikate Ayn-el Yakin şahid olmamızı dilemişse ateşin bu sefer soğumaya başladığı kalb âleminin dış yüzüne, yani yeşil renk frekansına bizi iletecektir. Burada, artık ateş iyice soğumaya başlayacaktır. Fakat bizim benliğimizdeki bu soğumaya karşın, ateşin asli yapısı, artık Zahirimizi tamamen kaplamıştır. Bu Zahrin ateş ile kaplanması bizi Zati ateşten ve kudretten el çekmeye zorlayacaktır. Görüldüğü gibi Allah muhteşem bir şehadet sistemi yaratmıştır. Bundan sonra artık soğuk renge geçiş yapan Ruh-bilincimiz çivit mavi renge ulaşmıştır. Đşte bu sınırdan sonra, ateşin tamamen soğuması ve Zati hakikate eşlik eden Nefs’ten tamamen el çekilmesi aşamasına, yani Lacivert renk frekansına gelinmiştir. Bu renk “Şehr-i Marziye”nin Ruh-bilinç rengidir. Değerli yolcu, senin varlık hissinin-bilincinin bulunması gereken asli yer, senin baş-kafatasının bir üstü, yani Ay feleğidir. Zati Bilincin bulunması gereken asli yer ise, Kalbin içi, yani yedinci feleğin dışı, mekânsızlık mekânı, sabit yıldızlar feleğinin ötesidir. Zati Bilincin (Senin asli varlığın) ise asli yurdu olan burçlar feleğinden ötedeki Arş üzeri âlemden, yeryüzüne düşmüş olarak, senin
başının
üzerindeki
bilinç
noktasında
(Yeryüzü)
beklemektedir. Bilinç ve düşünce olarak Dünya yaşamından Allah’a
253
geri dönüş için Yola ilk çıkıldığında, Zati bilince sahip çıkmasından dolayı kirlenmiş olarak kesret âleminde bulunan varlık bilincin, senin bacak arandaki letafet noktasında durmaktadır. Ruh bilincin ise, senin kalp noktanda bulunmaktadır. Đşte sana tüm ilerleyiş prensiplerini anlattığımız yolculuğun içerisinde böylelikle sen artık “Şehr-i Marziye”nin kapısına varırsın. Bu kapıya ulaştığının göstergesi, senin artık tutunacak hiç bir sebebinin kalmadığı bir çaresizlik içine girmendir. Sen bu hal üzerine Allah’a sürekli Dua eder ondan sürekli yardım talep edersin.
Şeytan
seni
fena
sıkıştırır
ve
seni
kendi
yanına
çekemeyeceğini anlar da senin vücuduna eziyet etmeye başlar. Derken bir gün çok sarsıcı bir bilinçle sarsılırsın. Birden bakışlarında Âleme bakan Şeytani bilinci farkedersin. Dışarıda sandığın Şeytan sende ve bakışlarında belirir. Đşte o gün, artık sendeki bu bilincin Âleminde, zamanı ve mekânı etkisi altına alıp seni yarattığı vehim ile nasıl yönlendirmek istediğinin ilmi sana açılır. Bunu farkettiğini anlayan Đblis artık en büyük silahı olan sende gizli oluş halini terketmek zorunda kalır. Bu hal
“Şehr-i Marziye”nin
kapısının sana aralandığını gösterir delildir. Bundan sonra, artık sende yer alan bu Đblisi boyut “Zebun” edilmeye başlanır. Tahmin edebileceğin üzere Zebun edilen sendeki Şeytani boyuttur. Bu hal sende düşünce hızının anormal derecede arttığı bir zihin halini beraberinde getirir. Sendeki Şeytani boyut, sendeki düşünce boyutundan kaynaklanan varlık hissini ve gücü
254
bırakmamak için sana inanılmaz şekilde vehm ve eziyet etmeye devam eder. Bu hal, bir müddet böylece devam eder. Günlerden bir gün gelir ve artık senin derininden bir ses ile seninle irtibat kurulur. Bu sesleniş Mele-i Ala’dan başkası değildir. Bu tek ses, sana sende bulunan tüm insanlar ve varlığın ortak sesi olarak ulaşır. Artık sana, Hz. Peygamber’in hakikati, bu meleki boyuta, yani “Biz”e neden teslim olunması gerektiği, gibi birçok hakikat bildirilir. Bu sesleniş senin beyninin içinde duyduğun bir ses değildir. Bu sesin senin varlığın
dışından
değil,
senden
sana
olduğunun
kesinlikle
farkındasındır. Artık sana Hz. Peygamber’in Risalet boyutunun hakikati yavaş yavaş açılmaya başlamıştır. Bu irtibatın akabinde, öyle bir geceye yaklaşmaya başlarsın ki, bu gece en zor gecendir. Artık senin derininde olan bir bilinç boyutunda, sende bulunan bu Şeytan, senin Allah olduğunu sen olarak devamlı zikretmeye başlar. Ancak sendeki Meleki boyut ise, bunun böyle olmadığını, senin herşey ve dahi mevcudattan da Ali bir varlık hissinin olamayacağını sana sürekli hatırlatır. Bu adeta, senin bilincinde ve zihninde kıyametler koparan bir bilinç savaşıdır. Bu müşkül hal içinden çıkılması çok güç olan bir haldir. Çünkü gerçektende Allah senin en derun hakikatindir. Ancak sende sorun yaratan “BEN” deme bilincinin mevcut olmasıdır. Bu hal üzere, bu sınırda sendeki Nefs hakikatini, Allah’a iade etmen ve “Ben” demekten arınmaktan başka yolunun olmadığını da bilirsin. Ancak, bu Kainatdaki en çetin ve zor iştir. Düşünceler ve bilinç akımı iyice ve tahammül edilemez bir şekilde artmaya devam eder. Bir gün
255
sonunda, ellerin, derin ve tüm organlarının yine, dile geldiğinde, sana derinliklerinden bilinç olarak mana ile söyle hitap edilir; “Sen kendini, aklını, düşüncelerini, iradeni ve benliğini bize bırak. Korkma Allah’a inanan ve ona dayananlara korku yoktur. Biz seni fıtratına uygun olarak teslim alacağız. Bize karşı galip de gelinemez.” Bu senin başına, yaradılış fıtratına hoş gelmeyecek bir şeyin gelmiyeceğinin ve Allah’a Teslimiyetin fıtreten olacağının sana bildirilmesidir. Đşte sen bunun akebinde, bu yoğun keşifler şehrinin sınırında, kendinde Hz. Peygamber’i bulursun bir de bakarsın ki, sen Hz. Muhammed’sin, O da sen, aranızda ikilik kesinlikle mevzu bahis değil. Nasıl olsun ki, sen ve diğerleri diye bir hakikat zaten hiç bir zaman mevcut olmadı ki. ”An”, o andır. Miraç, edenindir. Bilinç seviyen Hz. Peygamber’in Miracına başladığı seviyede batınen onun hakikati ile karşılaşmıştır. Artık bu karşılaşmanın akabinde Makamı Mahmud da Hz. Peygamber’in makamının kemalat zirvesinin seyrinin zamanı gelmiştir. Bu hal, bu ilme senin ulaşman değil, senin bu ilim makamından haberdar edilmendir. Yoksa, senin Alemlere Rahmet olan Yüce Nebinin Bilinç seviyesine ulaşabilmen muhaldir. Bunun en önemli sebebi, bu Nurun, bir daha hiç bir zaman olamayacak bir şekilde Hz. Peygambere öz olarak, özel bir konum ve “an”da bir defaya mahsus bir şekilde Đrsal olmasıdır. Gelelim, senin “Şehr-i Marziye”ye geçişine sağlayacak kapının, yani
256
“Nokta” kapısının sana açılacağı Cuma gecesine. Đşte bu gece, zihninde ve tüm vücud âleminde devam eden savaş, düşüncelerinin artık bir çizgi halini alıp durma noktasına geleceği derecede hız kazanması ile son haddine gelir. Kendini Allah olarak görme halinin düşünce akımı senin çıldırtacak bir noktaya geldiğinde birden bire, kalp atışları duran bir kişinin kalp titreşimleri nasıl durur da bir çizgi halini alıyorsa, senin bilincin ve aklında da aynısı oluverir ve düşüncelerin duruverir. Đşte bu “an”da senin kalp gözüne siyah nurdan bir dağ belirir. Sen birden bire bu dağın zirvesinde kendini, zifiri karanlık bir boşluğa bırakılmış olarak bulursun. Ben dediğin şey ve hissin bir anda tüm uzayın karanlığına dağılır da, kendini doğmamış ve doğurulmamış hakikatinin huzurunda bulursun. Đşte bu noktada sen kendi hakikatini; Nebiyi gönderen, Nebinin kendisi, Aynı zamanda da, Nebiye uyan Allah kulu olarak, bir tek “Ferd” halinde görürsün. Bu tecelli aynı zamanda Allah’ın sana “Kadim” ismi ile tecellisidir. Tüm âlem yoklukta kalır. Bilmelisin ki, bu çok dehşetli bir andır. Allah Hakikati ve senin Nefs’inin tek başına, sonsuz bir karanlıkta kaldığın bir an gelir ki, işte bu an Sessiz bir sesle sana hitap edilir; “Ben senin Rabbin değilmiyim?” Bu bilgi dağının tepesinde, yani Araf dağında, Samediyyet deryasına senin ayak basmandır. Bu deryaya senin ulaşman, bilincinin “A’ma”ya dalması, yani kendisini görmez hale gelmesi demektir. Bu ayrıca senin, Ubudiyyet’e adım attığın sınırdır. Đşte bu
257
soru sana yöneltildiğinde bu siyah Nurdan olan dağın zirvesinde Hz. Peygamber’in manası beliri verir. Yani, onunla bilinç âleminde karşılaşmış olursun. Sen kendi Nefs’ine o Hatem-ül Enbiya’yı dahil edemezsin. Yani “O” Yüce Resule isim benliğimin işaret ettiği “Ben” varım, sen yoksun, diyemezsin. Buna senin Nefs’inin gücü yetmez. Çünkü sen, Hz. Peygamber’e nefs’in ile Ben diyecek olsan, onun âleme hiç gelmediğini zikretmiş olursun ki Âlemler onun hakikatinin yüzü suyu hürmetine halkedilmiştir. Đşte bu noktada, cevaplaması en zor olan soruya karşı, sende mevcut olan bu makamın Risalet gerçeği, Hz. Peygamber’in yüce makamı ve nuru devreye girer ve senin yerine “Rabbim sensin” deyiverir. Eğer bu Nur’un sende bulunması, yani açığa çıkması ezelde takdir edilmedi ise, bunu söylemeye sen güç yetiremezsin. Bu sınır, Hz. Peygamber’in “Hz. Âdem Su ile Toprak arasında iken ben Resuldüm.” diye ifade ettiği makamın bulunduğu yerdir. Bu senin Hz. Peygamber’in hakikatinde erimeye başlamanın sınırıdır. Đşte bu hakikat ki, Allah’ın, Nebilerin Đmamı olan Hz. Muhammed sav’ı Âlemlere Rahmet olarak yaratmasının sebebidir. Bu hakikati yaşadığın sırada senin bilincinde ve kalp gözünde hissettiğin tek şey, zirve olan bir tek nokta hissidir. Ancak, Allah hakikatine ulaştığın, “O”nu “Rabb-ül Âlemin” olarak tanıdığın ve kabul ettiğin “an”da, artık bilincindeki bu “Nokta” da dağılmaya başlamıştır. Böylelikle, senin “Ben” Bilincin “Şehr-i Marziye”ye
258
girmiş olur. Bundan sonra sana Allah’ın yardımı kesintisiz olarak ulaşmaya başlayacaktır. Đşte sonrasında sıra, seninle Allah’ın konuşması olarak bilinen müşahede’nin sana açılma zamanı gelir ki, bunun akabinde sana, Cennet hakikatinin seyri açılacaktır. Bu konuşma, senin ile Mele-i Ala kollektif bilincinin, Allah’ın sesi olarak derunundan, tarif edilmesi zor bir tarzda irtibat kurmasıdır. Allah bu Samediyyet hakikatinin sana açıldığı geceyi yaşatınca, âleminde Allah’ın kudretini seyirden ve Şeytan’ın sana eziyet etmesinden tamamen ayağa kalkıp dehşet içinde olan zihnine, bilincine, aklına ve vücuduna, Allah “Sekine” denen enerjisini indirmeye başlar. Đşte bu açık bir Nurani “Fetih”tir “Doğrusu Biz sana apaçık bir fetih açtık.” “Allah, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola iletsin diye.” “Ve Allah, eşsiz bir şanlı zafer ile sana yardım eder.” “Đmandaki yakînlerini iyice artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekîne indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”
259
“Mü'min erkekleri ve mü'min kadınları, sonsuz olarak içinde kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere koyması ve günahlannı silip bağışlaması için. Bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.”(Fetih–1–5) Böylelikle senin ben bilincin, varlık alanından kurtulmuş ve Samediyyet deryasına dalmıştır. Đşte bu noktada, vücut âleminde, bir “Ben” hissi kalmadığı için, akıl, irade, kimlik gibi hassalara da sahip olma hissi terkettirilmiştir. Bu, sonsuzluk âlemine dalan bilince ait mekân ve zaman kavramlarının da düştüğü anlamına gelir ki, artık o Zatın kimlik olarak bir birimsel bilinci kalmadığı için, kendisindeki Hafaza melekeleri de alınacak ve tam anlamıyla “Berat” ettirilecektir. Bu, kişinin günahlarının ve bunlara ilişkin kayıtların silinmesi anlamına gelmektedir. Bundan sonra sanma ki, sende geçmiş ve gelecek diye bir his kalacaktır. Sen artık “Sonsuz Şimdi” zamanında yaşarsın. Bu ise, “An” kavramından başkası değildir. Böylelerine ise “Adsızlar” denilir. Bu noktada müsadenle sana “B” sırrından ve bu makam ile olan irtibatından bahsetmek isteriz. Hz. Ali r.a. “Kuranın sırrı fatihada, fatihanın sırrı, bismillahda, bismillahın sırrıda, başındaki 'Ba'dadır”, demektedir. Bununla kendisinin Đse’viyet, yani Ruh makamında olduğuna işaret etmekte ve Arapça “B” harfine dikkatleri yöneltmektedir. Unutma
260
ki, Hz. Peygamber “Biz Ali ile bir tek Nuruz.” Đfadesini kullanmıştır. Bu işaret en yalın manası ile “B” harfinedir. Eğer “B” harfi bir nokta ve onu kuşatan bir yaydan meydana geliyor ve bu harf’in mana boyutu da bir tek nur ise bu harfin yarım yayının da Hz. Muhammed ismine ait olduğunu söyleyebiliriz. ”B” harfi öyle bir harftır ki, bünyesinde “Ol” kelamını barındırır. ”B” harfinin noktası adeta “Nun” harfi, yarım Yay ise “Kaf” harfi gibidir. Yani, Allahü Teala, “B” harfi hakikatini kendisine bir alet yapmak da ve Âlemdeki oluşları-sıfatları bu hakikat ile “ol”durmakta ve görünür kılmaktadır. Kuran-ı Kerim, eğer Đnsanın ikiz kardesi ve mana bütünlüğü ise, onun sırrı Fatiha’da ve Fatiha suresinin sırrı ise, “B” harfinde ise, bu ilişki bütünü bize, insanın yani Kamil insanın işlevsel olarak ulaştığı hakikatin “B” Hakikati olduğunu gösterir. Yani Kamil insanın Allah’ın bir aracı olarak bulunduğu makamın fonksiyonunun ismi “B” harfidir. Yukarıdaki bilgi ışığında olaya odaklanırsak, özellikle Marziye kentinde “Berat” etme olayının “B” harfinin, sıfat olan manasının zatına bizi ulaştırdığını anlarız. “Vahdet” kavramında manasını açan “B” harfini alet olarak kullanan Zatın, Samediyyet-Ahadiyet hakikat boyutunda farkedildiğini ve “B” harfi hakikatine ulaşan bilincin, bu aleti kullanan gerçek Zattan perdelenmemesi gerektiği sonucuna ulaşırız. Bu hakikatten perdelenirsek, “B” harfini kullananın “B” harfinin kendisi olduğunu söylemiş oluruz ki, işte bu noktayı son hakikat kabul etmemiz, bu makamda takılıp kalmamız ve Berat edemememiz anlamına gelir.
261
Dikkatinden uzak tutma ki, “B” harfi tek başına fonksiyonunu yerine getiremez. Ancak “Bismillah” lafsı ile işlerlik kazanır. Görmüyormusun ki, salatı ikame ederken sen gözünün önündeki perdeyi geriye atıp, “Allahu Ekber” der salatı, yani miracı eda etmeye başlarsın. Bu şekilde Namaz eda edilebilir. Ancak namaz sırasında senin gözündeki perde ilk kalktığında ve ellerin “bir”leştiğinde namaza Bismillah ila başlamaz, “Sübhan” lafsını “bismillah”sız söylersin. Yani bu nokta itibarı ile “B” harfinin varlığı mevcut değildir ve Allah’ın Sübhan oluşuna şahit olan da sen değil, Zatı ile “Allah” tır. Bu bilinç mertebesinde, senin isim benliğini isnat ettiğin varlığın yoktur. “B” harfi ile tüm bunları, önemli bir hakikati ifade etmek için sana anlattık. Sana açılan bu şehir ile açık bir Fetih sana gelmiş ve senin Tövben kabul edilmiştir. Dikkat edersen bu noktada senin Nefs-Ben hissin, vehmin, artık erimiş, kendine ait hiç bir sıfatı hissedemez hale gelmeye başlamışsındır. Đşte bu hakikati yaşayan ve bu bilince şahid olan Allah’tır. Bu sebeple, bu mertebede, senden, yani senin asli hakikatin olan “B” harfinin varlığından söz edilemeyeceği gibi Bismillah lafsından da söz edilemez. Đşte “Tevbe” suresinin Kuran’da “Bismillahirrahmanirrahim” ile başlamamasının sebebi, bu Şehrin hakikatini ve ancak bu şehre ayak basıldığında Tevbe’nin kabul edildiğini bize gösterir. Bu bilincin feleği, Zuhal yıldızının yani Satürn gezegeninin feleğidir ki, aslen Kutup yıldızı olarak bilinen sabit yıldızın mana titeşimlerine ulaşılmıştır. Bu yıldızın Kuran-ı Kerimdeki adı “Tarık”
262
yıldızıdır.
Bu
tamamlanmış
noktada ve
senin
“Kürsi”den
sırat davayı
köprüsünden bitiren
geçmen
tokmağın
sesi
duyulmuştur. ”Tarık” kelimesi ”tark”, yani bir yere ses çıkartmak için şiddetle vurmak anlamına gelen bir kökten türemiştir. Artık burçlar feleğine geçen bilinç için, Şeytan ve Cinni etkiden etkilenmek mevzu bahis değildir. Böylelikle yolcunun kitabını okuma işlemi bitmiş ve kendinde bulunan en yüce melekeye ulaşmıştır. Yani “Alliyyun” melekesine. “Hayır, sandıkları gibi değil! Đyilik sergileyenlerin kitabı Đlliyyûn'da, en yüce burçlardadır.”(Mutaffifin–18) Senin âleminde böylelikle ben bilincin yeryüzüne çıkmış ve Zat ateşi arş-arz ile sınırlandırılmış ve nefs ateşi soğutulmuştur. Bu senin, bir had içine girmen ve Ruhunun ilk orijinal konumuna dönmesidir. Đşte, bu hakikatlere dikkat edersek Satürn’ün, yani “Zuhal” yıldızının Güneşe yakınlık olarak halkalı, yani had içinde olan ilk gezegen olduğu hakikati farkedilecektir. Sanma ki, bunun böyle olması raslantıdır. Yedinci feleğe ulaşan Ruh bilinci, artık haddini bilmiş ve kendisinden âleme yayılan Ateş-Zulmet engellenmiştir. Bundan sonra “Şehr-i Marziye”deki seyr sırasında, artık “Sekine” enerjisi yolcuyu bir an bile yanlız bırakmıyacak ve gün geçtikce kendisindeki tecellilerle “Ben” hissi ve telaş hali yatışarak tam bir teslimiyet ve Allah’a güven haline yolcu iletilecektir. Đşte, bu fıtrati teslimiyet hali kemale erip, tam sükün sağlandığında ise, bilinç tamamen Saflaşmış olacaktır.
263
Bir gün bu yolculuk sırasında, bir makama vardım ki, kendimi bir kuyunun içinde karanlıkda buluverdim de yukarı baktık. Yukarıda gökyüzü gözüktü. Anladım ki, Hz. Yusuf makamında Resulün Nuru bize yol göstermektedir. Bilesin ki, Mele-i Ala, Nefs’i bu noktadan sonra teslim alır. Ancak ilk bakışta, vesvese etkisinden tam kurtulamayan bilinç için bu kölelik gibi gelir. Hz. Yusuf da kuyudan alınmış ve bir köle kervanına katılmıştı da, daha sonra, işin aslı anlaşılmıştı. Bir de baktı ki, kendisini köle yaptığını sandığı bu yolculuk, onu sonunda vezir edivermiş. Bu müşahedenin akabinde bize bir âlem seyrettirildi ki, ben bilinci, sıkıştığı Yeraltındaki yolculuğuna devam ederken, ne zaman ki yeryüzüne ayak bastı, o an bir de baktım ki, yeraltında seyrettiğim âlemden yeryüzüne doğru yarıklar aralanıyor da, hızla yer yüzeyine doğru çekiliyorum. Sonra, karanlık olan yeraltında, toprağın şiddetle yarılmaya başladığını gördüm ve yukarı doğru yarılarak açılan aralıkdan yukarı çıkıp, Denizin içine daldığım bana gösterildi. Büyük balinaların sesleri kulağıma gelmeye başladı. Anladım ki, terkibiyetten Allah bizi çıkartıp gün ışığına ulaştırmaktadır. Daha sonra, Sıfat hissi ve Zatı hissediş ile ilişkimiz zaman içerisinde kesildi. Bilesin ki, terkibiyetten, yeraltı âleminden kurtulmamızı sağlayan, Sabit Yıldızlar (Zuhal Yıldızının Feleği) feleğinin ötesine Ruh bilincimizin ulaşmasıdır. “Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu doğrultmanız için size yıldızları sebep kılan O'dur. Gerçekten Biz ayetlerimizi, anlayan bir
264
topluluk için açıkladık.” (Enam–97) “De ki: "Karanın, denizin karanlıklarından, gizliden gizliye yalvara yalvara: "Ahdimiz olsun eğer bizi kurtarırsan, hiç şüphesiz şükredenlerden oluruz." dediğinizde kim kurtarır sizi?” (Enam–63) “Sizi topraktan yarattık, sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.” (Taha–55) (Not: Taha harfinin şekli; Son oturuşu simgeler.) Böylelikle senin “Ben” hissin ve kimlik sahipliğin “Şehr-i Marziye” içerisinde sana dokunan Kahhari tecellilerle erimeye başlayacaktır. Bu tecellilerden sanma ki, sen artık muzdarip olur ve acı çekersin. Bu tecelliler sana dokunur dokunmaz, sen nerede hata yaptığını anlar ve halini düzeltiverirsin. Daha doğrusu bu sana hemen bildirilir. Bu senin tam anlamıyla sünnetullah titreşimlerinin içine dâhil olmandır. Artık sen, kalp âlemine intikal etmektesindir. Bu sebeple
bu
sınırdan
sonra
sadece,
eylemlerinden
değil,
düşüncelerinden de sorumlu tutulur ve eğitilirsin. Aklından hakikate aykırı en ufak bir düşünce geçse sana hemen karşılığı tadtırılır da, kendine hemen çeki düzen verirsin. Artık her sıkıntı gelişinde, sessiz kalış ve müdahil olmama hali sana giderek galebe çalacaktır. Bu senin altı yönünün birden Rahmani muhafızlarla kontrol altına alındığının işaretidir. Senin Nefs’in artık bir çay bardağına atılan şeker misali erimiştir.
265
Çaydan maksat, Tek olan “Ruh”, şekerden maksat senin terkibi yapı altındaki “Ben” hissindir. Nasıl ki, şeker eridiğinde çay içerisinde artık görülmez, ancak dağılmış bir şekilde çayın içinde olmaya devam ederse, artık senin Nefs’in de aynı ile, “Ruh”a katılıp erir ve onun
içerisinde,
“Ben”
hissinden
kurtulmuş
olarak
sadece
varolmaya devam eder. De ki: "Biz hiç Allah'ı bırakıp da bize ne fayda, ne de zarar vermeyecek nesnelere yalvarır mıyız? Ve Allah bizi hidayetine kavuşturmuş iken ardımıza (şirke) döner miyiz? Arkadaşları, bize gel, diye doğru yola çağırdıkları halde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların ayartarak uçuruma çektikleri o avanak kimse gibi. De ki: "Allah'ın hidayet yolu doğru yolun ta kendisidir. Ve biz alemlerin rabbine teslimiyet göstermekle emrolunduk." (Enam–71) Sen bunun akebinde git gide sükûn bulmaya başlarsın. Araf dağının zirvesinden varlık âlemine inişde kazanacağın, karşılaşacağın ilk bilinç, varlık-Meleke “Rıdvan” isimli melaike dir. Bu meleke senin Allah’tan tam razı olman ve teslimiyet hissin sonucu Allah’ın senin kalbine indirdiği, sükûnet ve rıza melekesidir. Bu meleke marifeti ile artık sen, olaylar karşısında beden âleminde olup biteni izleyen bir bilinç haline bürünürsün. Bu hal senin varlık hissinden yoksun olduğun bir hiçlik halinde, sadece seyr ile hallenmendir. Bu hal içinde, olaylar seni vücut âlemini üzebilir, ancak artık senin bilincin ve öz varlığın bundan etkilenmez. Bunun sebebi, bundan sonra isminin isnat ettiği şeyi, kendini, görememendir. Bu meleke senin
266
Sıfatına, Vech’ine “A’ma” mertebesinin temas noktasıdır. Artık senin varlığının, bu “A’ma”iyetteki yokluk hissinden irtibatı kopmaksızın sürmektedir. Derken öyle kalp âlemine tam girişinin hemen öncesinde, bir an gelir ki, bu melekenin sende kuvveden fiile çıkması ile birden Âlemi algılaman değişir ve tüm nesleler, senin kalp âlemine adım attığını doğrular bir şekilde parlak bir Yeşil Nur yaymaya başlarlar. Bununla beraber sen artık, kalp âlemine geçiş noktası olan bu sınırda
Đblisi
boyutun
son
sıkıştırmalarını
yaşarken,
kendi
varlığında, Nefs’inin “Ruh” a tam dâhil oluşunu seyredersin. Bu sebeple artık senin burnuna “Ruh”un kokusu ulaşır. Bunun akebinde ise, sana Cennet Âleminin bilinç hali açılacaktır. Bu son döneme ve geçişe ait yoğun sıkıntılardan seni çıkaran Kalbe ait Allah’ın özel bir melekesidir. Bu makam onun ismi ile de anılır ve Allah’ın “Rahman” isminin birçok surette görülen bilen suretsiz halidir. Bu sınırın nuruna ait Rengin ismi ona ad olmuştur. Bu renk Muhammedi renktir. Bu zat, ismi arapça yeşil manasına gelen “Hızır”dan başkası değildir. Bu makam surete sığmaz ve her surette altında sana tecelli ve yardım edebilir. Biz onunla bu sınırda karşılaştık ve emanetimizi aldık elhamdülillah. Đçine gireceğin Ahiret Âleminin hakikatini ve algısını sana anlatırsak şöyle deriz; Sen kendini bir beden zannedersin. Bil ki, sen izlenen Âlem aynasısın ve Âlemde olan insanlar seninledir. Bu sebeple zorunlu ölümü tadanlar dahi, bu müşahededen çok farklısını
267
yaşamayacaktır. Ölümü tatdıktan sonra dahi, Đnsanlarla bilinçli bir iletişim içinde olacaksın ve senin Âleminin Ahirete intikali ile yine aynen madde algısı içinde yaşayacaksın. Ancak algılar biraz farklı olacaktır. Görüntü kristal kalitesinde ve renkler ise parklak, çok canlı ve ışıklı, billur gibi olacaktır. Sesler ise inanılmaz net ve her zerrenin yaydığı ses algılanır olacaktır. Tüm maddesel zerreleri, renkleri ve sesleri ile âlemi aynı anda algılayacaksın. Buna inanılmaz büyük bir Sevgi–Aşk eşlik edecektir. Örneğin; Bir deniz kıyısında karşı kıyıda bulunan uzakta bir yere bakarsın da, tüm suretleri zerreleri ile algılarsın. Geçen arabaların ve konuşan tüm insanların seslerini aynı anda duyarsın da, sana rahatsızlık vermek şöyle dursun, büyük bir huzur duyarsın. Bunun nedeni; her ne kadar sen algılarsın diyorsak da, sende, seninle algılayanın artık Allah olmasıdır. Senin varlığın eğer burada bulunsaydı, sen bunun altında ezilirdin de, bu hal sana Cehennem azabı olurdu. Bu öyle büyük bir tatmindir ki, dünya yaşamında en büyük zevk olarak görülen cinsel zevkler bunun yanında inanılmaz soluk bir taklit olarak kalır. Ancak, sana anlattığımız bu müşahedenin, senin cehennem ateşinden alınmandan sonra ve sırat köprüsü aşamasının hemen akebinde netlik kazanıp yaşanılacağını ifade etmek isterim. Bu sınırdan sonra artık, yüzünü halka dönme hali sana ulaşır ve sende, zaman içinde müşahededen zevk alma hali kesilir. Bu senin Samedi oruç haline bürünmendir. Artık iftarın tam olarak bedenen
268
de ölünce gerçekleşecektir. Bu noktaya kadar sana aktardığımız müşahedeler genel olarak birçok insanda büyük ölçüde aynen yaşanmaktadır. Ancak tabi olarak her kişinin yaradılış sebebi ve fıtratına göre algısal farklılar da görülecektir. Fakat bilmelisin ki, algısal olarak müşahede farklı olsada, vereceği his ve bilinç aynıdır. Bu şehirle ilgili son olarak şunu bilmelisin ki, sen bu şehirde öyle bilinç halleri ve mücizevi olaylar yaşarsın ki, Allah’ın yol göstermesi ve yardımı olmaksızın bu şehrin kapısına bile yaklaşamıyacağın, buna güç yetiremiyeceğin artık senin için kesinlik kazanır.
269
Şehr-i Safiye
.
Marziye bilinç şehrindeki yolculuğun ilerledikçe, teslimiyetin kimyası ve bu hakikatin bilinç hallerinin yaşatılacağını ve eğitileceğini bilmelisin. Bu eğitimin temel özelliği; Allah’ın Kahhari tecellileri ile zahiren karşılaşman ve kendini, özellikle kontrol edemeyeceğin ve sonunu bilemediğin hallere teslim edebilmenin sana öğretilmesidir. Zamanla, aldığın Leduni eğitim ile belirli bir sonuca karşı istek duyma halin senden uzaklaşmaya başlayacak ve senin için nerede ise, her ulaşılan sonuç bir diğerinden farksız hale gelecektir. Bilmelisin ki, Allah’a ve Meleklerine iman gibi “Gayb”a iman da Mümin kişinin temel özelliğidir. ”Gayb” ise, genel manada görülemeyen ve bilinemeyen anlamına gelmektedir. Gayb’a iman etmenin tam manası ise, senin zahiri âlemde olayların içinde izlenen, sınırlandırılamayacak ve bilinemeyen Zati gücün var olduğuna ve bu kudretin herşeyi yönettiğine, aynı zamanda da, istediği şeyin mutlak surette vücud bulacağına iman etmen demektir. Yani bu hal, senin başına gelen ve yaşadığın olaylarda, gücünün erişemediği her bilinmiyende, Allah’ın elinin ve Zatının olduğunun, senin tarafınızdan bilinç olarak görülmeye başlanması, Gayba iman etmen ve Teslimiyet ilmine sahip olman demektir. Đşte aslında Gayba imanın hakikati; Senin olayların ulaşacağı sonuçlara ve oluşların nasıl gelişeceğine ilişkin, senin için açık olmayan bilinemezliğe teslim olmandır. Bu makam itibarı ile sen ve Allah
270
diye bir ikilik senden gider ve senin kendine isnat ettiğin fiillerinde Rububiyet makamını hissedişin kaybolur. Artık sen Yokluk nedir bilmeye başlarsın. Sen yoksun, fakat kavrayamadığın Allah vardır. Bu makamda bir bilinmezlik ve yokluk hali içerisinde senin Nefs ve Sıfatlara ait hissedişin ile irtibatın kalmaz. “Onlar ki, gayba iman edip namazı dürüst kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler. Bu hidayetin ta kendisidir.” “Ve onlar ki, hem sana indirilene iman ederler, hem senden evvel indirilene. Ahirete kesin inancı da bunlar edinirler.” “Bunlar işte, Rablerinden bir hidayet üzerindedir ve bunlardır işte o murada eren kurtulmuşlar.”(Bakara–3, 4, 5) Bil ki, bu ilim, ilimlerin ilmidir. Bu ilim “Samed-i Teslimiyet” ilmidir. Bunun sebebi bu ilmin, Allah’ı ve onun Kudretinin Samedi boyutunu seyr ilmi olmasıdır. Samediyet, hiç bir yaratılmışa benzemeyen, doğmamış ve doğurulmamış olan tek varlığın Zati boyut deryasının bize yansıyan ismidir. Bu Samedi Nurun Kudreti, her zaman Galiptir. Bunun böyle olmasının sebebi, hiç bir yaratılmış varlık ve doğa kuvvetinin, Samediyyet Nurunun Kuşatıcılığının dışına çıkamamasıdır. Bu Samedi Nur ise, Gayp ismi ile bilinen ve elle tutulamayıp, bilememe hissi ile farkedilebilen bir yapıya sahiptir. Teslimiyet; Đlahi kudretin şekillendiği Kadere ve onun
271
getirdiklerine kendini tamamen bir ölü gibi bırakabilmendir. Kaderin şekillenmesinde ise senin hiç bir dahlinin olmadığını bil. Nasıl olabilir ki, sen yoksun fakat Allah vardır. Đnsan için elleri ile yaptığından başka sonuç yoktur. Ancak bu da kaza ve kaderin kapsamına dâhildir. Bu Samedi Nur, senin bir oluş içinde, sonucundan emin olamadığın her konuda, uzanamadığın bilgi ve oluşların sende yarattığı endişedeki senin yokluk halinin içinde gizlidir. Bu kudrettin belirtisi, bu bilinemeyen ve görülmeyende açığa çıkan kudrete, nefsini bırakma fikrinin, seni yakmasıdır. Bu öyle bir Nurdur ki, sen bu bilinemeze, elinden geleni yapıp, Fıtraten, yani yaradılış amacın ve Ruhuna uygun olarak yapabileceğini yapıp, acziyet hissine bürünerek kendini bıraktığında, bu Nur seni, adeta üzerinde yüzdüren bir Su-Derya olur da, seni bu olayın içinde batmaktan kurtararak Samediyyet Deryasında yüzdürmeye başlar. Bu deryanın yansıması ise, senin zahirini kaplayan ve sen görmesende aslında “Su” elementi kökenli olan zahiri oluşlar deryasıdır. Allah’ın ”Rahman” ismi ise Arş’ı ile bu suyun üzerine kurulmuştur. Đşte, bu Gayb imanı ve Teslimiyet ilmini, olaylar ile bize öğreten Allah, bizde bulunan varlık hissini artık silmeye başlamıştır. Bu hissin bizde kuvvet kazanması ile iç heyacanımız ve endişelerimiz yok olmaya başlayacaktır. Bu bizim, bundan böyle “Şehr-i Safiye” kapısına geldiğinizin göstergesidir. Ancak bu öyle bir kapıdır ki, buradan içeriye hiç bir Nefs giremez. Bu sebeple, daha önce de ifade
272
ettiğimiz gibi bu kapıdan geçerken, Düşünme ile odaklanma hissinin ve “Ben” algısının yok olmaya başladığını görürsün. Bundan sonra, Zihnin bir konuyu düşünmek ve derinine inmek için tefekkür etmek ister de, düşünce okları bir sınıra çarpıp ilerleyemez. Bunun sebebi, senin her tür Vehm ve Vesveseden, Rahmani bir meleke tarafından korunmaya başlamandır. Sana yararlı olan şeylerin senin tarafından düşünülmesine izin verilir ki, bu da aslında bir düşünme fiilinden çok senin zihnine yollanan düşüncelerin belirmesi halidir. Ancak bunun tersi olan sana zararlı ve hak olmayan alanlara girmen bir düşünsel güvenlik duvarı tarafından her zaman engellenecektir. Bu şehrin içinde olunan seyrin bir özelliği de, belirttiğimiz gibi senin “Ben” hissinin yokluğa düşmesi ve Sıfatlarının dahi yok olmasıdır. Aynı ile karşındaki kişlerin de senin için belirli sıfat hisleri, artık kalmamıştır. Bunun sebebi; Senin, bilinç olarak hangi boyutda seyr halinde isen, artık karşındaki âlemi de, o boyut itibarı ile hissetmeye ve algılamaya başlamandır. Artık bundan sonra sen, Alem ve varlıklar değil, Allah isminin işaret ettiği Tek Zata ait, ayrı ayrı olmayan Sıfat eriği bir Alem seyri içindesindir. Suretler farklı farklıdır. Ancak izlenen Zat bir tanedir. Zahiri Algılayış bilincin, Birlik, Batıni algın ise, Hiç-Yok olmuştur.
Bu şehirde seyre geçince, seyr eden ve seyr edilen kavramlarının
273
dahi düştüğünü ve bilinç olarak senin mutlak bir yokluk okyanusunda kaybolduğunu görürsün. Artık, dünya yaşamına ait sende hiç bir Amaç, istek kalmadığı gibi, her hangi bir şeyi içten arzulama hissi de senden gitmiştir. Bu Allah’ın kendisini seninle, sen ve kendisi kavramları olmaksızın seyr ediyor olduğu bir Âlemdir ki, bundan sonrası için en küçük bir tarifin yapılabilmesi mümkün değildir. Artık bu hali ancak yaşayan bilir. Sadece “Bu bilincin tadı neye benzer.” diye soracak olursan, sana cevap olarak deriz ki; “ZemZem” suyunu tad ve bir bak, çünkü bunun tadı, tas tamam ona benzemektedir. Bu şehrin duvarlarının rengi “Mor” dur. Bu frekansın vücudundaki letafet noktası ise senin başının tepe noktasıdır. Bu bilinç seviyesinin frekans
renginin
hakikatinden
mor
sonra
olmasının lacivert
sebebi,
rengin,
bir
önceki
hakikat
şehir
dairesinin
tamamlanması ile Kırmızı renk frekansına, Zatı hissedişten kurtulmuş olarak temas etmeye başlamasıdır. Lacivert renk frekansına Kırmızı renk, bilinç temas edince, Mor renk frekansı açığa çıkmıştır. Artık, bu aşamadan sonra sen, “Bekabillah” makamında halkın arasına geri dönersin. Sende bulunan Zat hissinin ve Sıfat hissinin yokluğa düşmesi sonunda, Âlem ile Allah’ın Zatı’nın, ne bitişik, ne de ayrı oluşunun hakikatine vakıf olursun. Yolun sonuna ulaşıldığında içinde bulunulan bilinç makamında artık sen, Allah’ın Zat’ının Kulluk makamına bakan yüzüsündür. Zat’ın itibarı ile de,
274
sen ne Sıfat’sındır ne de Zat. Ancak aynı “an”da ikisininde hakikati sende mevcuttur. Bu ise, Ademiyyet denen yokluk ve kulluk makamından başkası değildir. Ki, Âdemin berzah oluşunun da manası burada gizlidir. Böylelikle sen Halkın arasına dönmüş ve yolun sonuna gelmiş olursun.
275
Salat Hakikati Yukarıdaki şehirlerindeki
.
bölümlerde
sana
yolculuğunun
anlatmaya
hakikati
çalıştığımız
bilinç
aslen, “Salât”ın
yerine
getirilmesidir. Şimdi de sana yolculuğunun asli manası olan Salât kavramını ve ibadetlerin özünün salât oluşunu açacağız. Salât, Mümin’in Miracıdır. Bu sebeple, senin bilinç olarak Allah hakikati ile beraber olman ve ona yönelmen, salâtı her bir bilinç seviyesine uygun olan bir tarzda ikame etmenledir. Bilesin ki, senin bildiğin zahiri namaz-salât salâtın kalıbıdır. Yani sen bu kalıbın içine aldığın bilinç ile salâtı-namazı kılarsın veya kılamazsın. Yoksa, senin zahiren beden hareketlerini yerine getirmen salat’ın yerine gelmesi değildir. Salât hakikatinin iç yüzünün ne olduğu, zahiri olarak yerine getirdiğimiz salâtın manası, zahiri salât-namazın hangi Âlemleri nasıl bağladığı. Salat hakikatinin ilmi mertebelerinin neler olduğu. Salat içerisinde yer alan bedeni hareketlerin her birinin aslında hangi bilinç hallerinin zahiri açılımlarının yansıması olduğu, gibi konuların iç yüzlerinin öğrenmen, dini yöneliminin Ruha sahip olması ve “SALAT”ın, gerçek yeri olan dinin direği mertebesindeki yerini hayatında sağlıklı bir tarzda alabilmesi için büyük önem taşımaktadır. Ama sen bunu bil veya bilme, fark etmez. Sonsuzluk işaretini bilirsin, nerede ise insanlık tarihi kadar eski olan
276
bu sembol, asıl olarak iki adet dairenin birbirine bir noktada teğet olması ve iki zıt yönde esnemesi ve bu şekilde birbirlerinden kopmaması ile varolmuş kadim bir matematiksel semboldür. Bu sembolü Salat’ın “Allah” hakikatine insanları nasıl bağladığını ve iki Âlemin yani, Kesret Alemi ve Ahiret Aleminin birbirleri ile olan irtibatının
“Salat”
ile
nasıl
kurulduğunun
açıklanmasında
kullanacağız. Đşte bizim açıklamaya çalışacağımız mana ilişkisi içerisinde, bu sembolün sol tarafı (-) kutup, ortadaki kesişim noktası (+) kutup ve sağ tarafı ise, yine
(-) kutubu meydana getirmiştir. Ancak bu ikinci
(-) yüklü kutup, beşeriyet boyutundan bakıldığında bize (+) Yüklü olarak görülür. Matematikte de bu şekli ile, yani bir tarafı (-) diğer tarafı ise (+) olacak şekilde kabul edilmiştir. Bunun sebebi, orta noktadaki “Ruh”un zahir oluşunun (+) yüklü bilinç-enerji olarak algılanmasıdır. Konumuzu daha iyi açmak adına, bu ikinci kutba, (+) kutup olarak bakacağız. Bu iki tarafa-Âleme (-) yüklü enerji veya hal dememizin asıl sebebi ise, bu iki Âlemde de seyrin mevcut olması ve ikisininde kendilerine özgü, doğurganlık özelliğine sahip çokluk algısını barındırmalarıdır. Âlemler, bu iki dual yapı arasında deverana başlamış ve Zati hakikate göre yok hükmündeki bir varlıkdan var olmuşlardır. Bu Enerji+Bilinç birleşimi de sürekli bir geliş gidiştir ki, bu deveran sayesinde, varlıklar ve oluşlar sürekli olarak fena ve beka döngüsü içinde, bir oluşdan diğer bir hale geçerler.
277
Bu dairelerden birisinin sınırladığı alan mana yönü ile Beşeriyet, diğer taraf ise yine mana boyutu ile Ulûhiyet ve Ahirettir. Ahiret ve Dünya arasındaki bu geçiş, sadece bir tek nokta hükmündeki Ali bir kapıdan sağlanmakda ve oluşunu vücuda getirmektedir. Sana bilinç şehirlerini anlatırken ifade ettiğimiz yedi Bilinç mertebesinin ilk üçü, bu kapının (-) kutbu tarafında yer alırken, merkezdeki nokta, kalp noktamızın dış yüzüne işaret eder. (Velayet Kapısı-Mutmain nefs mertebesi-Bu noktanın dış yüzüne kalp, yedinci mertebenin ilerisine geçildiğinde ulaşılan iç yüzüne ise gönül denilir.) Fena mertebelerinin ileri aşamalarını barındıran diğer üç mertebe ise göksel-(sema) boyutlar olup, Bilinç olarak bu (+) kutupdaki
diğer
tarafda
seyredilebilirler.
Birinde
cüzzi
diyebileceğimiz, terkibiyet etkisi altında ve kendi bilgi zeminindeki aklın işleyişinin yönettiği bir yaşam mevcuttur. (Birin içinde, bir olarak yaşamak) Diğer Âlemde ise, seyr itibarı ile terkibiyetin, sadece Allah’ın sıfatlarının açığa çıkışı yönünden devam ettiği, ancak kişinin zihninin sonsuzluğa giderek açıldığı ve kişiyi yöneten aklın her yerde olan Külli Akıl olduğu bir yaşam mevcuttur. (Bilincin bir olduğu, ancak sıfat-bedenin, Ahadiyet bilincinin-“Zat” kulu olduğu yaşam) Đlk çokluk kokusu alınmadan önce acaba mutlak gerçek nasıl idi ? Sorusuna, buraya kadar olan bilgiler ışığında bir cevap bulmaya çalışırsak, bunun cevabı; Mana olarak, 360 derecelik bir daire
278
hükmündeydi olacaktır. Bu daire, ilahi irade tarafından çizilmeden önce ise, ZAT mertebesinde hiç bir şekilde varlık kokusu duyulmaz iken, Allah ismi ile dahi işaret edilemiyecek bir Zati hakikat mevcut idi. Bu Zati varlık ki, gerçek varlık ve “VUCÜD” tur. Zati Hakikat kendini keşfedilmek üzere zuhur ettirmek isteyince, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Altında ve üzerinde bulut bulunmayan” diye tabir ettiği “A’ma” mertebesine inmiştir. Bir sonraki devirde, bu karanlık içerisinde zuhur âlemini var etmek ve ikiliği oluşturmak üzere harekete geçmiş, tek bir ilahi irade ile kendi ZAT’i hakikatindeki ilminin irade eşiği olan “Heyula”sında (Hayal âlemi, bilinç boyutundaki zihni projelendirme âlemi), bu sefer de Arş hükmündeki ilahi daireyi halk etmiştir. Bu dairenin içi Saf Nur halini almıştır ki, bu ilk “RUH”dur. Bu “RUH”, içinde nur ve zulmeti beraberce barındıran Hakikat-i Muhammediyye dir. Bu Nur ise, Đki renk olarak algılanır Yeşil ve Kırmızı. Bu mertebeden önce ise hakikat, “Mutlak Nur” olan Hak Nurunu yansıtacak bir beden-sıfat olmadığından, bizim zifiri karanlık olarak ifade edebileceğimiz bir Zulmet içerisindedir. Bu Çok kuvvetli Nur-Zati Zulmet ne zaman ki, yansıyacak bir beden-Arş meydana getirmiştir, işte o zaman, kendini bilebilme özelliği kazanarak “NUR”dediğimiz idrakbilinç+enerji yapılı ilk varlık oluşmuştur. Bu ilk varlık, çok gibi görülen, ancak tek olan Đnsan-ı Kamil in Ruhudur. Ancak, bu Ruh mertebesinde de diğer varlıklara yer yoktur. Bilmelisin ki, bu yapı şu anda aynı ile her bir insanda mevcuttur.
279
Şöyle ifade etmeye çalışayım; Gözlerimizi ilk kapadığımız anda düşünceden arınmış bir tek saniyeyi deneyimleriz. Daha sonra bir konu üzerine karanlık içerisinde var olan zihin yönelir ve odaklanmaya başlar. Đşte bu odaklanma bir yoğunlaşmadır ve düşüncenin zihinde ilk oluştuğu “An”dan bir önce oluşan odaklanma sınırı “ARŞ” tır. Zihninde var olan tüm imgeleme ve düşünceler, Allah’ın kendi ilminde bulunan tüm bilginin, bu odaklanılmış bilince çarpması sonucunda, bizim aynamıza düşen kısmıdır. Başka bir deyişle bizim Âlem aynamıza vuran Zati hakikatin bizim Âlemimizde beliren Vech’i dir. Ancak, bir düşünce oluşmadan önceki hissedebileceğin zihni boşluk A’ma mertebesi, düşüncelerinin odaklanmaya başladığı, ancak hiç bir düşüncenin henüz idrak edilmediği eşik alanı “RUH”, düşüncelerinin oluşmasını sağlayan, düşünme haline geçiş eşiği “ARŞ”, düşüncelerinin fark edilmeye başlandığı bilinç eşiği ve bunun yaydığı Nur “KURSĐ” dir. Bu Kürsi mertebesindeki Nur, ZAT’tan sana gelen Nurun aynana, yani Arşa ilk çarpma noktasının akabinde, senin bilincine gelen Nur’dur. Bu farkediş Nurunun akabinde, oluşan düşünce ve imgeler âlemi “MELAKUT” alemi, bu düşünce ve oluşların zaman denilen Mekanda açığa çıkmış hali ise “ZAHĐR” Alemidir. ”KURSĐ” Nurunun, Zati Hakikatin, bizim bilinç aynamıza, yani “ARŞ”ımıza yansıması olmaksızın bizde bir düşünce ve akabinde de zahiri alemin görülmesi mümkün değildir. Đşte;
280
“Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.” (Bakara–255) denilmesinin sebebi budur. Burada çok büyük öneme sahip bir noktayı vurgulama zorunluluğu mevcuttur. Senin kendini fark edişin ve mevcut olan varlık hissin, tamamen zihinsel odaklanma duygun ile bunun akebinde oluşan düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Sen “BEN” dediğinde, aslında düşüncelerine,
yani
dört
elemente
bürünmüş
bilincin,
odaklanabilme marifetinden kaynaklanan hislerine bilişine “BEN” demiş olursun. Fakat gözden kaçan bir nokta her zaman mevcuttur. Bu nokta; yukarıda sistematiğini ifade ettiğimiz evrensel silsile içerisinde bizde oluşan “ARŞ”, “KÜRSĐ” mertebelerinin vücut bulmasından
sonra,
düşüncelerimizin
ortaya
çıkıp
bizim
tarafımızdan ancak bu noktadan sonra idrak edilebildiğidir. Yani düşüncelerimiz “ARŞ” ve “KÜRSĐ”nin yönetimi altındadır. Bu mertebelerin altında senin “BEN” hissin, yani “NEFS” ve düşüncelerin, daha sonraki alt mertebede yarattılmış, varolmuştur. Senin bilinçli düşüncelerinin ve kavrayışının, senin “Nefs”-“Ben” hissinin oluştuğu eşiğin ötesine geçebilmesine bir yol yoktur. Ancak senin öz hakikatin bunu başarabilir.
“Ben onları, ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendi nefislerinin yaratılışına şahit tutmadım ve hiçbir zaman yoldan
281
saptıranları yardımcı edinmiş değilim.” (Kehf–51) “BEN”
in
arka
“SAMEDĐYYET”
planında hakikatine
“A’ma” sahip
ve ve
daha bir
da
“BEN”
gerisinde hissi
ile
kayıtlanamıyacak gerçek “VUCÜD” mevcuttur. Bu mertebede, Allah’ın Zat’ında “NEFS” mevcut değildir. Bu noktaya kadar ilerleyip yükselebilen için, kimliğe ve nefse bürünmüş bir varlık hissi kalmayacaktır. Ancak, bu bilinç seviyesinde, Allah’ın kendi Nuru ile kendini bilişi söz konusudur. Bir bilinç, ölümü tatdığında içerisinde bulunduğu Âlemde yoluna bir müddet devam edecektir. Gerekli Seyri bu Âlemde tamamlayan bilincin daha sonra kıyameti kopacaktır. Kıyam, ayağa kalkmak anlamına gelir. Bu şu demektir. Kişide kıyam anına kadar Âlem denen aynadan kendisini gizleyen Zat, kendisini, bizim var sandığımız isim bilincimize tamamen açmış ve kendi Nurunu bizim âlemimize yaymaya başlamıştır. Bu yayılışın mahali Kalp’tir. Ölüm anı ile Âlemimize Zatı ile tecelli eden Allah, kıyam ile beraber kendisini açık etmiş, Kudret ve Hâkimiyetinin ilim Nurunu kişinin bilincine yöneltmiştir. Bu Nur ilk olarak kişinin Arş’ı ile temas haline geçmiş ve sonrasında kişinin Âlemine yayılmaya başlamıştır. Đşte bu yayılış sonrasındadır ki, ancak kişi hakikati kavrama ve bu Nuru algılama şansına sahip olabilsin. “KÜRSĐ”, Arş Feleğinden yansıyan bu hakikatin, kişi tarafından
282
kavranılışının Nurudur. Bu sebeble, kendi özünden açığa çıkan en derin hakikatine ait Bilinç-Nur, kişiyi kendi vicdan perdesinin ardından yargılamaya başlar. Kişi artık gerçek “MALĐK”
olan
“HAKĐM”in, “KÜRSĐ”sinin önünde yargılanmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz 360 derecelik daire anlatımına tekrar dönecek olursak; Bu 360 derecelik daire, tek bir “an” içerisinde, Akıl Melekesine sahip olmuştur. Bu akıl, Arş ile direkt bağlantılıdır ve Külli olup, ismi Hz. Cebrail’dir. Bu hakikate isnad ederek “KENDĐ” kavramını var etmek için daire, bir tek noktadan, yine kendi üzerine kapanarak
sonsuzluk
işaretini
oluşturmuştur.
Bu
sonsuzluk
işaretindeki iki yönlü hakikatin sürtünmesi ve birbirlerine olan direncinden ise, Nur ve Zulmet arasındaki mücadele başlamış ve varlık âlemi vücut bulmuştur. Bu, suyun yüzeyinde mevcut olan yüzey gerilimine benzer ki, suyun yüzeyinde yüzen Âlem gemileri, Ruh deryasında yüzebilsinler ve yokluk derinliklerinde batıp gitmesinler. “Rabbiniz, lütfundan nasip arayasınız diye sizin için denizde gemiler yürütendir. Şüphesiz O, size karşı çok merhametlidir.” (Đsra–66) Bilmelisin ki, Zulmet, varlık âleminin görünür ve algılanır olmasını sağlarken, Nur’da hakikat mertebesinde varlıkların oluşmasını, yaratılmasını sağlar. Zulmet-Beden levha, Nur-Ruh ise kalem dir.
283
“Biz Nûh'u çiviler ve levhalardan oluşan gemiye bindirdik.” (Kamer-13) Bu üzerine kapanma mertebesi ile beraber Allah’ın “RAHĐM” ismine ayna olmak üzere daire boşaltmaya başlamış, Ruh mertebesindeki Rahmaniyet’inden, Rahim Aynasına bakan Külli Hakikat, bu sefer de Külli olan “NEFS”ini halketmiştir. Böylelikle, sonsuzluk işaretinin (-) kutbu, Allah’ın tüm isim ve sıfatlarının eşsiz ve benzersiz özgün yansımaları olan varlıkların üreme ve çoğalma mahali (Feza), (+) kutup olan tarafı ise Seyr’in gerçek sahibi olan “RAHMAN”ın bir yüzü ve
“RUH”un bir mertebesi olarak
hükmünü sürmeye başlamıştır. Ancak, burada gözden kaçmaması gereken önemli bir kavrayış noktası vardır; “RUH” Gören, Đşiten, dokunan, tadan, koklayan ve bilen
değil,
GÖRMEKLĐK,
ĐŞĐTMEKLĐK,
DOKUNMAKLIK,
TATMAKLIK, KOKLAMAKLIK VE BĐLMEKLĐK Haline işarettir. Asıl itibari ile “RUH”ta mevcut değildir. Tüm bu algı hallerinin gerçek sahibi ise, bu hallerden münezzeh olan Allah’ın ZAT’ı dır. Yani gerçek vücuttur. Bu mertebede ise Zatta bu algılar mevcut değildir. Bu algı eylemlerinin hepsi Zata işaret eden sıfat mertebesinin zahiri kurgulama araçlarıdır. Uzun lafın kısası, gerçek vücut vardır ve diğer herşey ise “ÂDEM”-Yok tur. Đşte insanın hakikati ise bu mertebede gizlidir. Allah, bu kapı hükmündeki nokta üzerinde “RAHMAN” isminden
284
iki tarafa bakarak (-) ve (+) dediğimiz iki uç Alemi var etmiştir denilebilir. Bu iki yöne bakış, dünya yaşamında, biri Ayn-i, diğeri ise Fikr-i özelliğe sahiptir. Ahirete geçildiğinde ise, bu seyr Ayn-i ve Fikr-i olan seyrlerin cem edilmesinden oluşan Saf bilinç seyr’ine dönüşür. Bunun sebebi; Ahir yaşamda tüm algı ve zihnin bir Tek tümel yapıya dönüşerek, Allah’ın yedi Zati sıfatlarının kendini Fena’ya sürüklemesi ve sadece bir sıfatta yani “HAYY” isminde varlıklarını sürdürmeleridir. Bu hal düşüncenin aradan kalkması ve aklın varolan ile birleşik olarak işlemesi anlamına gelir. Seyr Âlemin de, Ruh dışında değildir. Ancak, Âlem, Ruhun farklı bir mertebede zuhur etmiş halidir. Âlemin, algı alanına çıkmamış olan, ancak tüm olasılıkların bir girişim deseni şeklinde, kendisini algılayacak bilinç tarafından açığa çıkarılmasını beklediği yapısına, Levh-i Mahfuz denmiştir. Ayrılıklar Âleminden, Birlik Âlemine bakıldığında bu nokta hükmündeki orta geçiş kapısı, Rahim olan üretkenlik ve çoğalma Âleminde
yaşayan
birim
bilinçlere
“RAHMAN”
olarak
gözükmektedir. Bunun sebebi kapının arkasının Zat ve Vech’in cem edildiği birlik âlemi olması ve bu “nokta”nın hâkimiyeti altında olan Âlemin ise “CEBERRUT” Âlemi olarak isimlenmesidir. Bir birim bilince, bu kapı aralanıp açılırsa, kişi Rahman’ın kesret âlemindeki hüküm
süren
hakikatinin
merkez
noktasında
kendisini
bulacağından, bu âlemin hakikatinin taruzu ve kuşatması ile karşılaşacaktır. Bu nokta, bilinç olarak Đsm-i Azam’ın zikr noktasıdır
285
ve tecellisi güçlü bir Ateştir. (-) Yüklü daire Afak,
(+) yüklü daire ise, Enfüs olarak
algılanmaktadır. Ancak, bu Afak’ın en uç noktası ve aslında bir mana aynası olan Arş’ın ilerisi ise, yine Enfüs’tür. (Dışın içi) Đşte biz bu Arşın ilerisini, yani dışın içini, Teklik boyutu olması sebebi ile algılayamayız, ancak Ruhun farklı bir mertebeye inmesi ile oluşan () yüklü alanı, Âlemimiz olarak seyrederiz. Bilmelisin ki, Sıfat mertebesinde herkesin boyutsal olarak içi de bizzati bu boyuttur. Bu hakikatin tam olarak kavranıp, yaşandığı alem ise Ahirettir. Đnsan, Enfüsten Afaka yani; Ahiretten, beşeriyete bakmaktadır. Bu bize şunu anlatır ki, Ahiret, beşeriyet boyutundaki yaşam için gelecek zaman dilimine işarettir. Buna göre de, aslında biz, zaman algısı ile bakarsak, gelecekten geçmişi izlemekteyiz. Bunun en kestirme yoldan ispatı; geçmişte ölenlerin aslında bizim önümüzde olmaları ve bizi Ahirette beklemeleridir. Yani önce Afak olan varlık, bu kapı hükmündeki “nokta”dan ölüm ile geçerek Ahir yaşam ortamına, yani; bizim Afak’ımızın Arş üzerindeki Enfüs’üne intikal etmektedir. Arş’ın ötesi, Afak’ın üst boyutu ve ilerisi olduğuna göre, onlar aslında ileride ve gelecektedirler. Bu hakikati ölmeden önce ölerek farkedenler Kuran-ı Kerimde “Öndekiler” ifadesi ile anlatılmak istenmiştir. Đşte, bu karışık gibi görülen ilişki bize, zamanın aslında insanın beyninin ve düşüncelerinin bir ürünü olduğunu gösterir. Eğer bu
286
gerçekliğe Basiret ile bakılırsa, bizlerin zaman kavramımızın hiç bir hükmünün bulunmadığını da rahatlıkla anlamış oluruz. Asıl meselemize dönecek ve en küçük evrensel sistem olan Atom üzerinden konumuza bakacak olursak; Seyr Âlemlerinde (+) olan kutup, Atomun çekirdeği, (-) olan kutup ise Atomun elektron ile sınırlanan alanını tanımlar. Çekirdek, bu elektronun sınırlandırdığı alan ile birlikte ve bir bütün olarak, kendi enerjisini muhafaza eder. Bu yapısı ile Atom, moneküler yapıları, buradan da maddeyi meydana getirme şansına sahip olur. Burada (+) taraf “RUH”, (–) taraf ise bizim beden aynamızdan yansıyan Âlemimizdir. (+) olan bu kutupta “RUH” bulunması ve bu ruhun dört elementin (Hava, Ateş, Su, Toprak) etkisi ile beden olarak yoğunlaşması sonucu, nefs ve şehvet hissi kazanması, bizim “BEN” dediğimiz hakikati oluşturur. Bu aslında ilk Haşr olayıdır. Yani mananın, Âlemin, yoğunlaşarak insanın varlığını ve beynini varetmesidir. (-) kutup ise, bizden ayrı zannettiğimiz halk’iyettir. Đnsan ölüm kapısından geçince, bu iki âlem adeta bir kapta bulunan tıpanın çıkartılmasından sonra daireler çizerek deveran eden ve bir delikten boşalan su misali, bir âlemden öbür âleme, manaya, işte bu noktadan geçerek intikal edecektir. Bu hareket sonunda (+) ve (-) kutuplar yer değiştirecektir. Beşeriyet içerisinde yaşarken, bizim bedenen hissettiğimiz ve var dediğimiz “varlığımız”, bir de zahiren seyrettiğimiz, ancak kendi
287
vucudumuzda varlık olarak hissedemediğimiz bir zahiri yapı, yani diğer özne ve nesneler mevcuttur. Đşte bu yapı, ölümle ilkin yer değişterecektir. Yani bizim dış dediğimiz ve bizden ayrı sandığımız tüm alem, ilkin “BEN” hükmünü alacaktır. Bu tecelli “SEN” dediğimiz her ne varsa Fena’ya düşürecektir. Đşte bu aşamada sonsuzluk içerisinde yanlız kalan bilinç, bu emanetin taşınamaz ve insanın belini çökerten bir yük olduğunu anlayarak Tenzih etme yolunu tututarsa kurtuluşa yaklaşacaktır. Bu durumdan selamete uzanmanın tek yolu; “Ben” bilincinin de “Sen” bilinci gibi yok olmasıdır. Bu da, önceki bölümlerde de sana açtığımız gibi, ikinci bir Miraçla, bilincin, Arş’ın da ilerisine “Lâhut” âlemine intikali ile mümkün olacaktır. Bu Kudretin tamamen elden bırakılmasıdır. Ancak, bundan sonra Af-i yed hâsıl olacaktır. Yani sendeki Rububiyyet hissi fena bulmadıkça, kudret silinmedikce “Afiyet” hâsıl olmayacaktır.”Af” silmek manasına gelmektedir. Đşte sendeki bu kudreti ve zat olma özelliğini yani nefs’i silecek şey de sende bulunan Resulü Ekremin Nurudur. Buna işaret olarak Hz.Peygamber kendi ismi ile ilgili olarak söyle demiştir;
“Tevrat”taki ismim “Ahyed”dir. (uzaklaştıran); çünkü ben ümmetimi ateşten alıp uzaklaştırırım... Zebur'daki ismim “el Mahiy”dir (silen); çünkü Allah benimle putlara kulluk yapanları sildi.
288
Đncil'deki ismim “Ahmed” dir (Zât'ın tecellisi olarak Hamd etmekte olan).. Kuran’daki ismim “Muhammed”dir (kesintisiz çok Hamd edilen); çünkü ben Sema ve Arz ehli arasında “Mahmud”um. Tüm zahirde ve öz varlığımızda, Allah’ın kudreti seyredilecek, karşılaşılan hakikatin yanında, bizim isim benliğimizde tanımını bulan vehmi kimliğimizin yok olduğu ve zahir dediğimiz Âlemin ise, Allah’ın vechi olduğu şehadet edilecektir. Bu müşahededen sonra, bize “Âlemden elini çek” diye hitap edilecektir. Bu oluş, Ahir yaşam âlemine tam akış ve intikali sağlayacaktır. Burada, dünya yaşamında, bu hali yaşayanlar, Haşr ve Neşr olayının akebinde Ahir yaşama daha burada iken geçiş yapacak, bu hal takdir edilmemiş olanlar ise, zorunlu ölüm sonucu bu müşahedeyi yaşayacak, ancak idrak Nuruna aynı şekilde sahip olamayacaktır. Çünkü “Burada ama olan, orada da Ama kalacaktır.” (Hz.Muhammed) Bu birleşme, tevhid hali, tüm oluşları “Beden” evimizin azaları gibi hissettiğimiz ve Zahirimiz-(Dünyamız) ile Batınımız-(Hakikat) ve Ahirimizin izdivacından başka birşey değildir. Bu farkındalığın, dünyada açığa çıkması halinde, Şak olayı diye tarif edilen ve ilk Fena mertebesi olan Ayn-el Yakin müşahedeye geçilmesinin
289
akabinde kendini göstereceğini ve daha sonraki tecellinin ise Hakkel Yakin Tecelli ile belireceğini belirtmek isterim. Kısaca konuyu özetlersek; Ölüm ile beraber kişinin Afak ile Enfüsu birleşecek, bu şekilde kişi, “KADĐR” gecesini, Đsevi bir Miraç ile müşahede edecek, Âlemin kendinde toplandığını görecek, kendi “CEM”iyetine Cuma namazını kıldıracak, “Nokta” ilmi ve nasıl bir geçiş kapısı olduğunun hakikati kendisine açılacaktır. Allahü Teala kişi için, bu kapıdan geçip sonunda “Âlemi noktada toplamasının akebinde onu tekrar dağıtmayı ve noktayı da yok ederek kişinin kalbini eline almayı dilemişse” Rıza makamının kemalatının tamamlanması için kişiye birçok musibet gönderecek ve en yüksek zirve olan Muhammedi Miracı da kişiye nasip edecektir. Zirvede ise, daha önce yine sana ifade ettiğimiz şekilde, Samediyet Deryasında yüzen bir Nur dağının en uç noktasındaki zirvede, Ölümün Hakk-el Yakin’ini kişiye takdir edecektir. Bu, çok kuvvetli Nur zulmetinden oluşan dağın bulunduğu makam Makam-ı Mahmud dur. Sahibi bir tektir. Đsmi ise Hz. Muhammed Mustafa, mana ismi “Ahmed” dir. Hz. Peygamber’in s.a.v. “ARAFAT”sız Hac olmaz” sözü bu hakikate dayanır. Bunun sebebi, daha önce de sana açtığımız gibi “Arife” kökünden
gelen
bilgi
dağına
çıkılmadan
Şeytan’ın
taşlanamamasıdır. Şeytan taşlanmadığı zaman ise, Kâbe’ye yani kalp Âlemine girilemez. Yukarıda bahsettiğimiz bu Nurdan dağ,
290
Arafat dağıdır. Hz. Peygamberin hakikati, zahirde mevcut olan bu dağın, Ahir yaşamdaki aslının, mana titreşimlerinden âleme irsal olmaktadır. Hz. Peygamber veda hutbesini de yine bu dağda yapmış ve müşahedemize göre de Ahir yaşamdaki aynı makamda yerini almıştır. Herşeyin en iyisini Allah bilir. Đşte, bu noktanın açıklığa kavuşması, konumuzun ana hedefi olan Salat
hakikatinin
Muhammedi
yününü
bizlere
bildirecektir.
Bilindiği üzere; “Sana kesin bilgi-Yakiyn gelinceye kadar Rabbine ibadete devam et.” (Hicr–99) Hükmü, Kuranı Kerim’de gayet açık bir şekilde yer almaktadır. Durum böyle iken, Hz. Peygamberin Kuran-ı Kerim’de açıkca ifade edilen bir hakikate karşı çıkması düşünülemez. Öyle ise, acaba neden Hz. Peygamber ve birçok Hakk Ehli, yakine erdikten sonra da zahiren de Namaz kılmaya devam etmişlerdir? Đlerleyen bölümlerde bu soruya vereceğimiz cevap, bilgilerimizi cem etme noktamız olacaktır. Hani, biz Kâbe'yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık.Siz de Makam-ı Đbrahim'den kendinize bir namaz yeri edinin. Đbrahim ve Đsmail'e şöyle emretmiştik: "Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rukû ve secde edenler için evimi (Kâbe'yi) tertemiz tutun." ( Bakara-125)
291
Yukarıdaki Ayeti dikkatle okursak, Ayetin dayandığı belki de en önemli kısmın, ayette zikredilmese de, aslında kalp ve üzerindeki “NOKTA” hakikati olduğunu açık bir şekilde tesbit ederiz. Tavaf ibadeti de, bir tek nokta etrafında mümkündür. Bilindiği üzere, oğlu Hz. Đsmail ile beraber Hz. Đbrahim’in inşaa ettiği Beyt’in üzerinde, Kalbin siyah noktasını zahiren temsil eden Hacer-ül Esved taşı da Kâbe’de bulunmaktadır. Kudsi Hadisler vasıtası ile Hz. Peygamber (s.a.v.) Mirac vakasını yaşadığında, kendisinden önce gelmiş geçmiş peygamberlerin bazılarının Nuraniyetleri ile olan karşılaşmasını, Sema katlarının isimlerini vererek aktardığı bilinmektedir. Đşte Hz. Peygamber, bu Sema yükselişi sırasında Hz. Đbrahim ile Yedinci Gök FeleğindeSemasında karşılaştığını açıkca ifade etmektedir. Bu makam Makam-ı Đbrahim olarak anılan bir makamdır. Bu makam Nefs’in yokluğunu bulduğu ve Fena halinin kemale ermesini sağlayan ve Hakdan Halka dönüşün başlangıç makamıdır. Artık, bu makamdan sonra Hak talibi, Kalp Âlemine, yani Ahiret yaşamın olarak belirtilen “ZAT” Âlemine geçiş yapmakda, Allah da eriyen Benlik Küll olmakdadır. Nefs yokluğa düşmektedir. Yani Kuran’ın ifadesi ile “Allah”a döndürülmektedir. “Gelin Rabbinize tevbe ile dönün de, nefislerinizi öldürün.” (Bakara–54)
292
“Eğer biz onlara: "Kendinizi öldürün, veya yurtlarınızdan çıkın." diye
yazmış
olsaydık,
içlerinden
pek
azı
hariç,
bunu
yapamazlardı.”(Nisa–66) Bundan sonrası ise, Zati Hakikatın bilinci ile yüzünü halka dönme makamı olan Makam-ı Mahmud tur. Bu makamın da terki ile bilinç, sırası ile tekrar feleklerden inerek terkibiyetine bürünmektedir. Ancak yolcu, geçtiği bu makamlarda, bilinç nurlarına rastladığı Resul ve Nebilerin makamlarının hiç birisinin asli sahibi olmayıp, Resul ve Nebilerin hakikat sofrasında sadece nasip bulmuş bir yolcudur. Yolcunun feleklerden tekrar geçmesi ve bu felek gezegenlerinin manalarının terkibi yapısı üzerinde tekrardan işlevsellik kazanması sureti ile düşüncelerin halka dönüşü gerçekleşir. Fakat bir farkla; daha önceki durumda kişinin Bilinci Terkibiyetinin idaresi altında idi, şimdi ise Bilinci beden ve terkibiyetinden kurtulmuş, belki de terkibiyetinin ihtiyaçlarını bir Gölge Nefs derecesinde kabul ve seyr haline geçmiştir. Bilesin ki, birinci halde, Bilinç Terkibiyetin kontrolünde iken, ikinci halde ise, Terkibiyet Bilincin kontrolü altındadır. Yani nefs yola çıktığı Akıl mertebesine, yani “RUH”a katılmıştır. Bu makam için bu sebeple, tasavvuf ehli arasında “Nefs-i Zekiye”, yani zeki, kulli Akıl haline gelmiş nefs ifadesi de kullanılmıştır.
293
Bu Halka geri dönüş makamında nefsanî gibi görülen haller, tamamiyle beden heykelinin mevcutiyetinden kaynaklanır. Çünkü dünya toprağına ilk olarak Şeytan ayak basmıştır. Beden heykeli ise Dünya toprağından yaratılmıştır. Bu sebeple bu makamın sahipleri büyük günahlardan korunurlar, ancak hiç bir kul, Nebiler de dâhil olmak üzere melek gibi tamami ile masum değillerdir. Çünkü; “Allah’ın emri biçilmiş bir kaderdir.”(Ahzab-38) Yazımınız başında ifade ettiğimiz, Ahiret ve Dünyanın birbirine bağlandığı sonsuzluk işaretinin ortasında bulunan “nokta”nın, beşeriyet Âlemine bakan yönü, hakikat yolunda yürüyen Salik ve iman sahipleri için tanımlanmış ve bu noktanın hakikati olarak Halkın Kâbe’ye ve kalp noktasına yönelmesi gerektiği böylece hükme
bağlanmıştır.
Bilindiği
üzere
Fatiha’sız
salât
olmaz
denilmektedir. Bunun sebebi, bilincin noktaya ulaşması ve yedi nefs mertedesinden geçilerek Fatiha’nın bilinç âleminde kıraat edilmesi sonunda gerçek daimi “SALAT”a ulaşılabileceği yani, salât’ın ikame edilebileceği hakikatidir. ”Salât”ın ise temel de üç mertebesi vardır. Zahir-i, Ayn-i ve Samed-i “Salât” Bu üç mertebe aslında Allah’ı bilmenin üç mertebesi ile özdeştir. Ancak Allah’ı sürekli tefekkür etmenin ve zihinde Allah’ı dua ile anıp ona yönelmenin de salât olduğunu belirtmek isterim. Bilinç için, Hakikatin önündeki perde kalkıncaya kadar, bu dua
294
mertebesinde
Allah’a
yönelimin,
sadece
zihinsel
olarak
yapılmasından ise, sağlıklı ve dine uygun olanı, zahiri yönü ile birleşmiş olarak yerine getirilmesidir. Bu sebeple, burada bu salât çeşidi zikredilmemiştir. Zihni olarak Allah’ı dua ile anmak ve onunla olan irtibatı sürdürmek ise, tüm salât mertebelerinde mevcuttur. Fakat Ayn-i ve Samed-i olan salât mertebelerinde, sadece zihni düşünce tekrarı değil, farklı bir marifet ile bilinç boyutunda Meleke kazanılmış daimi bir irtibat hali mevcuttur. Bunun böyle olması, Ayn-i ve Samed-i salât durumuna ulaşmış bilinçlerin, zahir-i salâtı terk etmeleri gerektiği anlamına kesinlikle gelmemektedir. Ancak, böyle bir zorunluluk da söz konusu değildir. Bahsettiğimiz hakikat, zahiri salât’ın yanı sıra, ilerleme gösteren bilinçte, salât açısından diğer mertebelerin de açığa çıkışına işarettir. Ancak, istisnai durumlar başka. Çünkü Allah dilediğini yapandır. Salâttan maksad, Allah’a tam bir yönelimle, “O”nu zihinden, bilinçten uzak tutmayarak sürekli anılmasıdır. Bunun anlamı; Allah’ı gerek düşünsel zeminde gerek ise sözlü olarak sürekli anmaktır. Aşağıdaki Ayette de Allah’ı sürekli zikretmenin en büyük ibadet olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca da, Salâtı ikame etmek değimi kullanılmaktadır. “Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikame et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı anmak-zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.”(Ankebut–45)
295
Salat Nedir? Salât
.
sözlük
anlamı
olarak
“dua”
ve
yönelim
manasında
kullanılmaktadır. Ancak Hz. Muhammed (s.a.v)’dan önce de peygamberlerin salat ettikleri ve bazı kavimlerinde bu yönelişi yerine getirdiklerini, önce Kuran’dan, sonra da bir çok yazılı tarihi kaynakdan haber almakdayız. Yanlız burada, önemli olan nokta; Hz. Peygamber’in ümmetine bırakmış olduğu ve Mirac’ının hediyesi olan zahiri namazın daha önce hiç bir peygamber tarafından bu şekli ile tatbik edilmemesidir. Kavimlerde yere secde şeklinde bir salât olsa dahi bu salât, Hz. Đbrahim zamanından kalma olup, Hz. Peygamber’in ümmetine bıraktığı salât gibi değildir. Bu salâtın ağırlıklı olarak secde şeklinde, beden ile yerine getirmesinin sebebi ise, genel yapı itibarı ile insanın, gözü ile görmediği, eli ile tutmadığı bir manaya yönelim konusunda yetersiz kalmasıdır. Türkçe birçok Kuran tefsirinde geçen “Namaz” kelimesi aslen Farça olup, bu kelimeyi kavram olarak ilk kullananlar ise, ateşe tapan mecusilerdir. Bu hakikate isnat ederek “Salât” yerine “Namaz” kavramının kullanılmasını doğru bulmadığımızı ifade etmek isterim. Bunun sebebi ise daha sonra etraflıca açıklanacağı üzere aslında “Salât”ın bir fiziki kavram olmakdan çok eşi benzeri ve misli olmayana, tam bir kalp yönelişini ifade ediyor olmasıdır. Dikkat ederseniz, Kuran’da her tür konunun en ince ayrıntısına kadar açıklanmasına edilmemiş.
karşın,
Sadece
salâtın secde
bedenen
ve
296
Rükû
nasıl
kılınacağı
kavramlarının
tarif yerine
getirilmesinden söz edilmiştir. Ancak Hz. Peygamber’in ümmetine öğrettiği zahiri salât, Allah’ın kullarına olan bir Rahmet vesilesi olmuştur. Bunun sebebi bahsettigimiz gibi salâtın aslen bir bedeni ibadet olmayıp tamamen iman konusu kapsamında ve bilinç ile yapılan bir ibadet olmasından ileri gelmektedir. Bu yöneliş ki, bilinci arındırarak
Âlemlerin
Rabbine
kişinin
teslim
olmasını
sağlamaktadır. Böyle olmasaydı Kuran-ı Kerim’de: “Yazıklar olsun o namaz-salât kılanlara ki, namazları heba olmuştur.”(Maun–4, 5) Denilirmiydi. Demek ki; sadece zahiri olarak namaz kılınması ile gerçekte namaz kılınmış olunmuyor. Hesap günü, elde edilen kalpbilinç temizliğinin makbul değer olduğu, tesis edilmek istenilen halin Allah’a yönelmiş ve her an bu edeple hareket eden bir bilinç olduğu ifade edilmektedir. "O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allah'a arınmış bir kalp ile gelen başka." (Şuara–88, 89) “Cennet Allah'a karşı gelmekten sakınanlara uzak olmayacak şekilde yaklaştırılacak. Onlara şöyle denir: "Đşte bu, size (dünyada) vaad edilmekte olan şeydir. O, her tövbe eden, onun emrini gözeten için, görmediği halde sırf saygıdan dolayı Rahman’dan korkan ve O'na yönelmiş
297
bir kalp ile gelen kimseler içindir."( Kaf–31, 32, 33) Şimdi bahsedeceğimiz gerçek, günümüzde bir iki ilim sahibi dışında bahse konu edilmemekte ve üzerinde pek tefekkür edilmemektedir. Salât eğer Miraç gerçekleştikten sonra Hz. Peygambere farz oldu ise, bu olayın gerçekleşmesinden önce, çok kısa ve sabah akşam olmak üzere, iki vakitte ifa edilen salât fiziki olarak yerine getirilmekteydi ise, bu iki vakit namaz da, müslümanların üzerine Hz. Peygamberin Mirac’ına kadar farz değil ise, çıkıp da biz, Allah’a vasıl olmak için “Zahiren” Namaz kılınması şarttır, diye bir söylemi nasıl olur da dile getirebiliriz. Allah’a kulluk boyutunda olabilmek ve onun hakikatine ulaşabilmek için salât-namaz şarttır. Çünkü “Salât-namaz dinin direğidir.” (Hz. Muhammed), ancak salâttan maksat zahiri hareketler bütünü kesinlikle değildir. Acaba, Hz. Muhammed efendimiz Allah’a kendi kemalatına has Miraç ile hâsıl olurken, salâtta bulunmamışmıdır. Böyle bir şey olamıyacağına göre, tabii ki sürekli salât halinde olduğu aşikârdır. Ancak ilginçtir ki, Hz. Peygamber, Hz. Cebrail’in kendisine gelmesine kadar ümmetine tarif ettiği şekli ile zahiri manada bildiğimiz şekli namazı kılmamıştır. Öyle ise, bu inkar edilemeyecek gerçek bize, salatın hakikatinin beden ile yerine getirilen Zahiri bir olay olmadığını açık bir şekilde ifade etmektedir. Belki de bu, bedenin yardımı alınarak insanların ulaşması istenilen bir bilinç halidir.
298
Bu
anlattıklarımızdan
sonra
senin
Aklın
karışıp
söyle
düşünebilirsin; “Zahiri namaz olmadan bir kul için nasıl böyle bir vuslat
gerçekleşebilir.
Hz.
Peygamber
de
bunun
mümkün
olabilmesi, ancak onun seçilmiş bir kul ve bir peygamber olmasından ileri gelebilir.” Bu soruya da söyle bir soru ile karşılık verebilirim. Peki sen, Hz. Peygamberin, kendi makamına has Miracı ile Allah’a hâsıl olurken, “Dinin direği” olarak duyurduğu bir yönelimin içinde olmadığını nasıl olur da düşünebilirsin? Yani, bir Nebi düşünün ki, dinin temel direği olarak gördüğü bir yönelimin içinde peygamberliğinin yarısında olsun, diğer yarısında ise olmasın, böyle bir şey düşünülebilirmi? Peygamberimiz tabii ki, Allah’a hâsıl olurken de, sonrasında da Salât halindedir. Ancak onun salâtı, başka bir çeşit salât olup, belki de salâtın özü ve başka bir halidir. Bilindiği üzere, Velayete ulaşmak, asıl olarak “RUH” isimli meleğin açığa çıkması ile Đsevi hakikate ulaşmakdır. Hz. Meryem’e de “RUH”, yani Hz. Cebrail belirli bir surette gözükmüş, Ruhu müşahede eden Meryemi bilinç’den, sonuç olarak Đsevi hakikat açığa çıkmıştır. Bu olay, Afak ile Enfüsun
izdivacı, yani
birleşmesidir. Bu, Velayet mertebesinin başında meydana gelen Kadiri tecelli, ilk Miraç ve Ayn-el Yakin olan “FETĐH”dir. Fakat Hz. Muhammed’in hakikati, en son Kemalat derecesinde ve Zat Mertebesinde oluşca, Đsevi Kemalat ile kendisine verilen Nebevi görevi, kendi makamına has ikinci bir Miraç ve açık bir “FETĐH” ile kemale erdirmiş ve Đnsan-ı Kamil makamında, Ahadiyet ve
299
Samediyyet Nurlarını kendinde toplayarak Makam-ı Mahmud Sancağı şerifini eline almıştır. Salâtın hakikatine kişi, Hz. Meryem bilincinden geçtikten sonra ve Ruh ile karşılaşmasını takiben Rabbini görmesi ile ulaşır. Aşağıdaki peş peşe gelen ayetlerden, 42. Ayette, Hz. Meryem’in Ruh-melek aracılığı ile seçilip temizlenmesini takiben, 43. Ayettede bu halin akebinde, Hz. Meryemin Salata durduğu açıkca görülmektedir. Çünkü, artık bilinci Allah’ın huzurunda olduğu ve “O”nun Vechini seyre geçtiğinin farkındadır. Hani melekler, "Ey Meryem! Allah seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı." (Al-i Đmran-42) "Ey Meryem! Rabbine divan dur. Secde et ve (onun huzurunda) rükû edenlerle beraber rükû et" demişlerdi. (Al-i Đmran-43) Ancak, Hz. Peygamber “RUH” ile ilk karşılaşması sonucu Peygamberlik görevini almış ve Kuran-ı Kerim kendisinde bir “an” içerisinde “Kadir” gecesine istinaden açığa çıkmıştır. Bu karanlık ile özdeş gece “RUH”un açığa çıkışı ile ilmin genişlemesi ve bu ilim Nuru altında tüm mevcudat hissinin Ayn-el Yakin bilgi olarak yokluğa düşmesi ile ilintilidir. Ancak nasıl ki, yirmi metre uzunluğunda ve on metre yüksekliğinde bir resim, bizim burnumuzun ucunda bir anda beliriverse, biz bu resmin sadece burnumuzun önündeki kısmını zar zor görebilirsek ve ancak resim
300
ile aramıza zaman denen mesafenin girmesi sonucunda resimden uzaklaştıkca, resmin geri kalanını algılayabilirsek, aynen buna benzer bir şekilde de Kuran bir anda inmiş-irsal olmuş, fakat açılması ve kavranması ise yıllara yayılmıştır. Đşte bu yıllara yayılma işlemi, bir anda inen kuranın parça parça okunma işlemidir. Bu
gerçekleri
bilmeyenler
ve
farkına
varamıyanlar,
Hz.
Peygamberin Kendisine Peygamberlik verilmeden önce Salâtı zahiren değil de “Dua” anlamı ile ilişkili bir şekilde ağırlıklı olarak Batıni bir yöneliş olarak yerine getirdiğini, bunun akebinde kendilerinin “RUH” isimli melek ile karşılaşması sonucunda, bu sefer de Ayn-i bir salâtın içerisine alındığını bilememektedirler. Kendisinin Allah tarafından seçilmiş bir kul ve Resul olması bakımından, Allah tarafından dön emrini alıp, Allah’ın Zatına cezbedildiğini, “O” nu aklından hiç çıkaramadığını ve Allah’ı sürekli anarak zihninde zikr ettiğini, bunun ise, salâtın aslı ve üstün bir şekli olduğunu bilmemektedirler. Đlerleyen aşamalarda esas itibarı ile Salât-ı Daim nedir ve neden en kâmil Salât şeklidir. Bu hakikati de açmaya çalışacağız. Bir ara not olarak şunu da ifade etmek isterim ki; Bu bahsettiklerimizden Zahiren kılınan Namazın, beden boyutunda da taatin öneminin bizim tarafımızdan inkâr edildiği gibisinden, bizim hiç bir şekilde tasvip etmiyeceğimiz bir söylemin içinde olduğumuz anlaşılmamalıdır. Biz sadece halk arasında “RUH” unu kaybetmeye
301
yüz tutan dinimize, kaybettiği “RUH” u geri kazandırmak amacını gütmekteyiz. ”Salât” hakikatinin aslında ne olduğu konusuna açıklık getirebilmeyi umduğumuzu belirtmek isterim. Hidayet vermek sadece Allah’a mahsustur. Rehberimiz Kuran-ı Kerim ve Allah’ın
Yüce Nebisinin Kuran’dan onay almış sözleri ve
uygulamalarıdır. Ki, aksi de düşünülemez. Selam, Hz. Muhammed ve onun temiz Ailesine olsun. Salât’ın zahiri olarak yerine getirilmesi ve bunun Hz. Peygamber’e öğretilmesi, ümmetine büyük bir hediye ve lütuftur. Kesret âlemindeki yaşam boyutunda Đnsanların, madde dışında kolay kolay bir yönelim içerisine giremedikleri ve kendi bilincini maddeye hapsetmiş olduğu bir vakadır. Đnsanların bilinç olarak salâtı, Allah’ı zikretmek, onunla olmak, mevcudatın tümünde “O” nun vechini görmeye çalışmak olarak algılaması ve bu hal içinde olmaları güçtür. Hele hele, bu halin daha da ilerisinde, Rab-ül Alemin’in bize olan
tecellisinde
yok
olmak
gibi
bilinç
merdiveninin
üst
basamaklarında Salât’ı ifa edebilmeleri ise, güç yetirilebilecek bir durum değildir. Allah’ın bir Rahmeti olarak, Fiziki salât ile insanların, Kuran’da zikredilen yedi ayrı bilinç mertebesinin herhangi birisinde salâtı yerine
getirmeleri
yeterli
bulunup,
kabul
edilmiş
ve
Hz.
Muhammed’e (s.a.v.) uyup bağlanmaları tavsiye edilmiştir. Böylece, Ahir yaşamda karşılaşacakları hallere, bedenlerinin farklı
302
hareket ve hisleri ile yaklaşma şansına sahip olmakda, sırf Hz. Peygamber’e
uydukları
için
Hakikat-i
Muhammediyye’nin
kapsama, kurtarma alanına ve Hakikatine dâhil olma şansına kavuşmaktadırlar. Bu tamamen, belirli bir gerçekliğin titreşim frekansına çekilme olayıdır. Bu Nebevi ilim, ilimlerin en üstünüdür ve sırf Rahmettir. Ancak, Hak’tan Halk’a dönmüş bir Resul bu tür bir ilime sahip olarak ümmetini kurtuluşa ulaştırabilir. Bu kurtuluş yolu, Miraç olayı
sırasından
Hz.
Muhammed
Efendimizin
Rabbinden
ümmetinin kurtuluşu için talep ettiği ve Allah’ın habibine lutfettiği bir Haktır. Yeryüzünde de bu kurtuluş yolunu açmayı başarabilmiş bir tek Nebi vardır. O da Resulü Ekrem efendimizden başkası değildir. Bu Risalet gerçeğinin zirvesi ve son sınırıdır. “Muhakkak ki, Allah ve melekleri, peygambere hep salat ile ikramda bulunurlar. Ey iman edenler, haydi ona teslimiyetle salat ve selam getirin! “ (Ahzab-56) Yukarıdaki ayete dikkatini çekmek isterim. Allah ve meleklerinin Hz. Peygamber’e Salât etmesi öyle böyle bir olay değildir. Bu aklın alamayacağı bir Rahmetin ve birçok sırrın ifadesidir. Birinci olarak bu ayet bize, daha önce de ifade ettiğimiz gibi Salât’ın hakikatinin kesinlikle fiziki olmadığını ispatlamaktadır. Aksi halde Allah’ın salâtı bedenen yaptığı gibi sapkın bir fikrin içine girmiş oluruz. Đkinci önemli nokta ise, Hz. Peyghamberin ilk Đnsan-ı Kamil olarak
303
Makam-ı Mahmud’da bulunmasının ne olduğunu ve salâtın fiziki olarak yapılmasının aslında ne anlama geldiğini bize açmaktadır. Hz. Muhammed öyle yüce bir bilinç ve makamın sahibidir ki, kendi öz varlığı hakkın varlığında erimiş ve vechi ise, Allah’ın Zatına tam ayna olma özelliğine, sıfat mertebesinde ulaşmıştır. Yani Allah, Peygamber Efendimizin Hakikati olarak, onda kendi sıfatını seyr halindedir. Bu makam Ferdiyet makamıdır. Bu makamda bulunan Peygamberimiz Mirac’ında, Allah’ın Samediyyet nurunda erimiş ve benliği Fena bulmuştur. Bu sırada, bu makama gelinceye kadar, Velayete ulaştığı noktadan itibaren kat ettiği yollar kendisinde fiziken Sabitleştirilmiş ve salâtın zahiri şekli böylece Miraç olayı sonrasında ümmetine bir hediye olarak verilmiştir. Asıl olarak ise, Hz. Peygamber’in Zatına ait hakikatte eriyen iradesi, aklı ve görüşü ile kendisi daimi salata geçmiştir. Bu sürekli olarak “SALÂT” halinden çıkılamaması durumudur. Risalet görevinin kendisine Velayet mertebesinde verilmesi ile salâtı kemale erdirmeye niyet etmiş ve bilinç âleminde ulaştığı hakikat karşısında Allah-ü Ekber demiştir. Böylelikle Velayet mertebesine ulaştığı anda gözünden perde kalkmıştır. Namaz-salât sırasında ellerimizi gözünün önünden kaldırıp arkaya atmamız bu halin fiziki zuhurudur.
Velayet
mertebesine
ulaşmasının
sonrasında
Peygamberimiz, salâtın birinci rekâtını yerine getirmiş, yani Velayeti Suğra (Küçük Velayet) bilinç açılımını tamamlamıştır. Bu makamda
304
takılıp kalmayıp ilerlemesine devam etmiş ve salâtın ikinci rekâtını yerine getirmek, yani Velayet-i Kübra (Büyük Velayet) bilinç açılımını kemale erdirmek için ikinci kıyamdan sonra tekrar rüküya, oradan da nihai secde bilinç haline geçmiştir. Burada birinci rekât sonunda karşımıza çıkan bilince ait gerçek, bilincin hakikat ile karşılaşması ve özünde Rabbini bulmasıdır. Bu bilinç açılımı ile Allah’ın birliği ve tekliğine kişi şüphesiz olarak şehadet etmektedir. Ancak Allah ile beraber kendi terkibi varlığı yaşamaya devam etmekte ve kimliği, “Ben” bilinci, kişide yok olmamaktadır. Yani, bilinç Allah’ın Azamet’ini seyrettiği boyut olan “CEBERRUT” âleminde seyre, Rüku’ya varması ile geçmekte, ancak bu Azamet karşısında secde etse bile bu secde, son oturuş ve selamla daimi olamamaktadır. Birinci secdenin akebinde kişinin “Ben” Bilinci bu sefer de kendi isim benliğinde kendini gösteren “MUTLAK BEN” ile beraber ayağa kalkmaktadır. Allah’taki seyr diyebileceğimiz bu seyr içerisinde kişi halk’tan kopmuş ve Sekr halinde, hakk’ın vechini kendi “NEFS”i ile beraber seyretmektedir. Bilinç sahibinde Allah, Hak olarak açığa çıktığı için kişi masumdur, ancak bu hali ile Halka bir Rahmet sağlama şansı düşüktür. Bilinç sahibi “La ilahe Đllallah” demiştir. Nefs hakikatini bilmiştir. Ancak bundan sonra bilincin, Rabbini de bilmesi gereklidir. Eğer nefsinin hakikatini bilip bunun ile beraber Rabbini de Allah olarak
305
bilemez ise, ziyana uğrayacak, yani küfre girmiş olacaktır. Salâtın ikinci rekatı kişinin Rabbinin Ala oluşunu yani, Nefs’i yanındaki yücelik sıfatını bilmesi ve bunu kemala getirip Nefs’inden arınması ve tam olarak Đslam-teslim olması aşamasıdır. Đkinci Rekâta bilinç âleminde başladıktan sonra ise, Peygamberimiz kendi makamına has Miraç olayını yaşamış ve bunun sonrasında da kendisine FETĐH ihsan edilmiştir. Feht’in açığa çıkması ile tam teslimiyet ve benliğin yokluğa düşmesini yaşamış, böylece de, kendisinden Allah Razı olmuş ve niyet ederek başladığı Salatın son oturuş, selam kısmı bitmiş, tüm varlığı, aklı ve iradesi ile selam durmuş, yani tam olarak Đslam ve teslim olmuştur. Bu son oturuşta, her iki yandaki melaike, yani “HAFAZA” melaikesi ile vedalaşmış, bilinci, zaman-mekân hissi ve kuşatmasının dışına çıkmıştır. Bilesin ki, bilincin Âlemlerin Rabbine Teslimiyeti Fıtrat’en dir. Hz. Fatma’nın varlığı bu fıtrati teslimiyetin Nurunu taşımaktadır. Ölüm ile beraber Kişinin Bilinci+Ruh zahire açılır. Bu kişinin Nefs etkisi altında saflığını yitirmiş olan birimsel ruhudur. Böylelikle, bu beden mertebesindeki Ruh ile “Vech” niteliğindeki birlik “RUH”u direkt etkileşim ve birleşim sürecine girer. Bu tam birleşmenin oluştuğu süreç, Ruhun ilk açığa çıkışı, Kabir yaşamı ve Kıyam haline geçilmesi, haşr, haşr’dan sonra tam birliğin tesis süreci ise Sırat’tan geçiş süreçleridir.
306
Hz. Ali “RUH” makamında bulunmaktadır. Hz. Muhammed ismi ile Peygamberimiz ise, beden makamında bulunmaktadır.”Vech”, Arş olan bedenden, bu yokluk makamından zuhur eder. Hakikat açısından, Hz. Ali ve Hz. Muhammed efendimiz iki kişi gibi görülseler de bir Tek Zat’tırlar. Bu iki gibi görülen bir tek Zatın ismi ise Hz. Ahmed’tir. Đşte, Ahmed ismi, Samediyyed ismine ayna olup, beden’e ait isim benliğin-Nefs’in Ruh’a Fıtraten teslim olduğu yani, bağlandığı aşamada, ulaşılan makamdan sonra geçilen ve birimin hiçleştiğini anladığı makamın ismidir. (Ahmediyye) “RUH” ile “BEDEN”i birbirine bağlayan makamın sahibi ise Hz. Fatma’dır. Bu izdivacın açığa çıkması ile yeni bir hakikate doğan bilincin iki kutbu ise Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan’dır. Bundan ötürü, bir bilincin Allah bilincinde erimesi, yani Allah’a döndürülmesi takdir edilmiş ise, “SALAT”a ikinci rekâtta devam ederken, Allah’a, Hz. Peygamber ve Ehli beyt hakikatinde, selam-teslim olmak zorundadır. Ancak ondan sonra, bilincin Allah hakikatine tam teslimiyeti tesis etmesi mümkün olacaktır. Ancak, Hz. Peygamber ve Ehli Beyte selam verdikten sonra kişi, son oturuşda, selamını verip salâtını tamamlayabilecektir. Bu hakikate işaret etmek üzere Hz. Peygamber; “Namaz-Salât kılarken bana ve Ehli Beytime selam getiriniz.” (Hz.Muhammed) Demişlerdir.
307
Bilinç Rükudan, salatın secde aşamasına inerken, kişinin elleri ile, yeryüzü enerjisini vücuda taşıyan enerji düğümleri olan diz kapakları birleşmekte, yani bedende Kavrama manasının zahiri yansıması olan Eller ile Zemine Sabitlenme halinin zahiri yansıması olan diz kapakları birleşmektedir. Salât’ın bu aşamasından sonra, karşılaşılan hakikatin kavranmasının akabinde, bilincin sabitlenmesi mümkün olmaktadır. Ancak, bu halin yaşanmasından sonra, kavranılan ve sabitlenilen “Allah” hakikatine tam teslimiyetin tesis edilebilebildiği hal zahir olmaktadır. Bilinç, secdeye varma noktasında ise, artık göksel olan sema enerjisine, dünya planetine, tam sabitlenme ve birleşme aracılığı ile açılmaktadır. Secde bilinci, sabit yıldızlar feleği olan yedinci felek ile ilişkilidir. Son secdeye ve son oturuşa niyet etme halinde iken, göksel planda Saturn-Zuhal feleğinden geçmekte olan bilinç için, kendisine gelen sıkıntı ve imtahanlarda başarılı olması durumunda, kendisine secde nasip olmakda ve Allah üzerine “SEKĐNE” sini indirmektedir. “Yemin olsun, Allah müminlerden, o ağacın altında sana bey'at ettikleri sırada hoşnut olmuştur. Onların gönüllerindekini bilmiş, üzerlerine huzur ve sükûn-sekine indirmiş ve kendilerine yakın bir fetih nasip etmiştir.”(Fetih–18, 19) Secdeye vardığında, vücudunun yere tam yedi noktasının temas etmesi bir raslantı değildir. Secdeye vardığında, eğer kafanı hiç
308
bükmez ve Rükû’dan direkt olarak başını yere iletirsen, kafatasının, bizim bebeklerde bıngıldak dediğimiz noktasından doğal olarak dünya ile temasa geçtiğini göreceksin. Bil ki, Secde halinde başının üzerindeki
enerji
düğüm
noktasından-Letafetten
gezegensel
sistemde yer alan yedi feleğe bağlanırsın. Bu hal, bilincin Güneş sistemindeki feleklerin feleği olan Zuhal gezegen feleğinden, sema enerjisine tam bağlanmasının zahiri yansımasıdır. Bilinç böylelikle Dünya planetine olan irtibatı sayesinde secdeyi tamamlamakda ve yedinci feleğin ilerisine geçebilmesi mümkün olmaktadır. Secdenin yerine getirilmesini takiben, son oturuş ikame edilecektir. Bilinç son oturuşda, Allah’ın sekine enerjisinin üzerine indirilmesi sayesinde sakinleşmekde ve salâtı sonuçlandırıp yokluk halini yaşamaktadır. Sekine enerjisi Đlm-i Lüdun’un bilinçte açılması anlamına gelir, artık bilgi alışı için arada hiç kimse kalmamıştır. Akış kendi özünden kendinedir. Salât gerçeğinden bahseden Hz. Peygamber, zahiri salâtın, Miraç olayında yükselirken seyrettiği gök katlarındaki melaikenin ibadet şekillerinin hepsini içerdiğini ifade etmiştir. Yani, diğer bir değişle, salâtın tüm hareketlerinin, ayrı ayrı göksel bilinç semalarına ait manaların heykelleşmiş hali olduğu ve yedinci gök katına ulaşıldığında, salâtın tüm bedensel ve bilinç yansımalarının tamamlandığı anlaşılmaktadır. ”Namaz-Salat Müslümanın Miracıdır.”(Hz.Muhammed)
309
Hadisi şerifi, Salât gerçeğinin bir başka ve çarpıcı açıklamasıdır. Aslında bu hadis ile açık bir şekilde şu gerçek vurgulanmaktadır. Salât öz olarak, kişinin hakikate ulaşması sonucunda içerisine girdiği bir seyr ve Allah ile beraber oluş halidir. Đşte, Miraç sonucunda ulaşılan hal, Salât, Miracı’nı tamamlayan kişiye farz ve Emr olunmuştur. Çünkü kişi Ruhun etkisi altına girmiş ve Allah’ın emri olan Ruh, kişiyi istesede içinden çıkamayacağı Salât-ı Daim hakikatinin içerisine sokmuştur. Secde halinde vücudun yedi noktasının yer küreye teması, aynı zamanda salât tamamlanırken geçilen Yedi Sema katındaki tüm bilinç halleri ve o bilinç katlarına ait
olarak
kazanılan
melaikenin
“ARZ”,
yani
bağlandığının ve birleşdiğinin zahiri yansımasıdır.
310
bedenimizle
Salatın Kesret ve Ahiret Alemini Bağlaması
.
“O”, öyle yüce bir makam sahibi Resul’dür ki, Allah kendisinde, bilinç âleminde yaşadığı aşamaları fiziki olarak somutlaştırmış ve ümmetine öğrettirmiştir. Bunun ne anlama geldiğini sana açmaya çalışalım. Allah bilincin önündeki perdeyi kaldırdığında, Ruh Âlemde açığa çıkmış, kişinin Âlemi Ruh ile karşılaşmış, yani Ruh’lanmıştır. Bizim Âlemimizde boşluk olarak algıladığımız yapı, asıl itibarı ile çok latif bir su olan “FEZA”dır. Çocuğun anne karnında-Rahimde yüzdüğü suya da “Feza” denir. Arş bu suyun üzerindedir. Bilindiği üzere boy abdesti olmayan bir kişi namaz abdesti alamaz ve dahi salâtı yerine getiremez. Bu yasak edilmiştir. Kişi için hakikatin önündeki perde kalktığında, berzah âleminde tüm varlığını, Âlemini kaplayan suyun-feza’nın içinde bulur. Bu hakikat ona seyrettirilir. Tüm mevcudat bir suyun içerisinde dalgalanmaktadır. Bu su, hakikat ateşini barındıran Rahimiyet suyudur. Kişi böylelikle “Gusul” abdestini almaya girişir. Yani, tüm varlığı hakikat deryasında yıkanmıştır. Bu kişinin kendine, bedeni ile sınırlı varlık hissine ölmesi ve musalla taşına getirilmesidir. Kişi Salata varabilmek için, bu musalla taşında yıkanıp tüm kirlerinden arınma şansına sahip olacaktır. Çünkü hak gelmiştir ve batılı mutlak surette yok edecek ve kişiyi temizleyecektir.
311
Artık, salata durulabilmesi için salât abdesti kişiye aldırılmaya başlanacaktır. Bu temizlik, kişinin bilinç olarak kendi âlemine açıldığı ve eylemlerini yerine getirdiği tüm uzuvları ve bunların manalarının Ateş ile yıkanıp arındırılması, hakikat ile edeplenmesi üzerine devam edecektir. Bu abdestin alınması ise, ancak Đse’vi hakikate ulaşma ile mümkündür. “Đsa dedi ki: Bana yakın olan, ateşe yakındır ve benden uzak olan cennettende uzaktır!”(Thoma’nın Đncili–82) Kişinin kavrayış bilinci önce temizlenecek ve hakikat kişiye seyr sayesinde kavratılacaktır. Kavrayışın zahiri yansıması ellerdir. Hakikat suyu önce elleri yıkayacaktır. Sonra, kişi kavradığı bu hakikat üzerine âlemi Seyr haline geçecektir. Seyr’in zahiri mahali gözler ve kişinin yüzü yani vech’i dir. Kavranılan hakikat ile âlemde zahir olan vech’de seyre geçilecektir. Hakikat suyu vech’i yıkayacaktır. Bundan sonra kişi kavradığı bu hakikat doğrultusunda kelam etme edebi ile edeplenecek ve ağzından çıkan kelamın ahlak ve hakikat üzerine olması tesis edilecektir. Edebe aykırı söylediği her kelam Ruhlanacak ve kendi kontrolünde olmaksızın açığa çıkacak ve yüzüne bir tokat gibi vurulacaktır. Yani hakikat suyu ile ağızını yıkayacaktır.
312
Bu hakikatin edebi ile edeplenen bilinç Ruh’un kokusunu en sonunda alacak ve nefesi temizlenmiş olacaktır. Ruh’un kokusu tüm güzel kokulu çiçeklerin hepsinin kokusunu barındırır. Ancak, bunların karma kokusunun içerisinde, tüm çiçek kokuları ile beraber gül kokusunun hâkimiyeti ön plandadır. Bu koku, aynı zamanda “ĐLLĐYUN” defterinin açılması ile alınacak kokudur. ”SĐCCĐN” defterinin kokusu ise, insan sidiği kokusunun çok şiddetlisidir. Çünkü insan içerisinde yüzdüğü fezayı, yasak olana uzanmak sureti ile Nefs hâkimiyeti altındaki “Ruh”ile kirletmiştir. Kokunun zahiri uzvu ise, bilindiği üzere burundur. Hakikat kokusunu alması için kişinin burunları da hakikat suyu ile yıkanacaktır. Bilinç ve uzuvların büyük kısmı batıl olan hallerden temizlenince, kendisine Samediyyet kapısı açılacak ve Zat mertebesinin ilmini kavrama şansı hâsıl olacaktır. Bu büyük kavrayışın yansıması ise Dirseklerden kırılan kollardır. Bu sayede hakikat kucaklanacak ve hakikat suyu ellerinden dirseklerine kadar kişiyi yıkayacak ve bu hakikat kavranacaktır. Aynı şekilde, Öz hakikati olan Allah’ta kişiyi kucaklayacak ve benliğini teslim almak üzere, bu seferde Kahhariyet Nuru ile kişinin Arş’ına tecelli edilecektir. Bu, kavranılan noktanın hakikat suyunun başı mesh etmesidir. Kişi işte bu noktada perçeminden tam olarak yakalanarak teslim alınacaktır. Kişinin Mutlak Ben noktasında yokluğunu bilmesi ve başının, yani bilinç ve düşüncelerinin bu hakikatle mesh edilmesinin akebinde, kavranılan hakikatin artık duyulması ve karşılıklı iletişim aşamasına
313
geçilecektir. Bu hal, Allah’ın kelamını duyma ile zirvelenen bir bilinç halidir. Bu Allah’ın Kelam sıfatı ile tecellisidir. Kişi bu nokta itibarı ile “Allah ile Konuşma” olarak ifade edilen bir hali yaşayarak kulağındaki kiri ve ağırlığı da atacaktır. “Şüphesiz, Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Al-i Đmran–77) Tüm bu arınma işleminin bitiminde ise, içine alınan hakikat üzerine kişi
sabitlenecek
ve
Samedi
Salât’a
ancak
bundan
sonra
geçebilecektir. Sabitlenmenin zahiri yansıması ise, ayaklardır. Bu sürecin kontrolü tamamen “ARŞ” mertebesinin elindedir. Arş’ın rengi kırmızı yakut rengidir. Bu beden rengimizdir. Arş’ın zahiren elementi “TOPRAK”tır. Bu sebepledir ki, su bulunamayan yerlerde abdest Toprak ile alınabilmektedir. Yukarıda
anlattığımız
arınma
aşamaları,
Namaza-Salata
durulabilmesi için hakikat deryasının suyu ile boy abdesti ve namaz-salât abdesti alınmasından başka bir şey değildir. Bu arınma aşamalarında kişinin içi dışına çıkacak ve kişinin tüm uzuvları kişinin aleyhinde şahitlik edeceklerdir. Bu ise deriye, ele, ayağa Rabbinin Vahiy etmesi, yani onları Ruhlandırması hakikatidir. Bu
314
şehadet aşamaları bizzati bu uzuvların hakikate uygun olarak arınmasını sağlayacaktır. Abdest aşaması esas salât için hazırlıktır. Salata ise, ancak kıyam haline geçilip hazır durulunca başlanabilir. Uzun lafın kısası; abdesti biz kabir hayatında almaya başlar ve kıyametimiz kopunca namazısalâtı dosdoğru kılabilmek için mücadeleye girişiriz. Abdest Salâtla beraberdir. Đşte bu, abdest alınması sonrasında, secdeye varılması, son oturuş ve selam verilerek salâtın yerine getirilme süreci sırat köprüsünde geçiştir. Ancak, ne yazık ki, Allah her alına secde etmeyi nasip etmemiştir. Sanma ki, sadece bu dünyada hakikate ulaşanlar bunları yaşar. Sana anlattığımız hakikatler aynı ile zorunlu ölümü tadacak olan insanların hepsinde açığa çıkacak ve kaçılması mümkün olmayan müşahede ve hallerdir. Bu haller üzerine salata durulduğunda, Allah’ın Ekberiyeti karşısında ilk olarak bilincin gözü açılmakda, ölüm tadılmakda ve eller perde misali arkaya atılmaktadır. Ellerin göbek deliği noktasında bağlanmış hali, afak ile enfüs, mana ile madde algısını ayıran bir sed olmasının rumuzudur. Bu ellerin birbirinden kurtulup açılması, bu setin kaldırıldığını, kıyametin bundan sonra koptuğunu ve ruhun açığa çıkışını gösterir ki, bu noktada hakikat ive Allah’ın Azemeti ile karşılaşan bilinç “Subhan-el Rabbi-el Azim” demekte ve Rüku’ya varılmaktadır. Kadınlarda ise bu el kavuşturma şeklinin göğüs hizasında olması
315
Đnsandaki Hipatelamus organı ile ilintilidir. Çünkü bu tecelli insanda bu organın şiddetli bir şekilde uyarınması eşliğinde yaşanılan bir haldir. (Hakikatin müşahede edilmesi Hipofiz ve epifiz,
bezlerinin
öncelikli
olarak
aşırı
çalışması
ile
ilinti
içerisindedir.) Bu organ ise erkeklerde, erkeğin bel kemiği, kadında ise, göğüs boşluğu ile ilişki içindedir. Đnsan kemale ulaşana kadar, annesi tarafından göğüsten beslenmektedir. Bu tecelli açığa çıkması yeni bir yaratılış ve bilinç âleminde, yeni bir doğumdur. “Đnsan bir baksın, hangi şeyden yaratıldı? Dökülüp atılan bir sudan yaratıldı.” “(Bu su,) Bel kemiği ile kaburgalar arasında (ki organlar) dan çıkar.” “Şüphesiz (Allah) , onu yeniden-döndürmeye güç yetirendir. Sırların orta yere çıkarılacağı gün .” “Artık onun ne gücü vardır, ne yardımcısı.”(Tarık–5–10) Rükuya varılmasının sonrasında tekrar kıyama geçen ise artık birim bilinç değil, onun öz hakikatidir. Bu sebeple “Semiallâhü limen hamideh, Rabbena leke'l-hamd" diyen artık, var sanılan birim değildir. Allah Kulunun Hamdını işittiğini, yine kulunun ağzından, kulun ZATĐ hakikati olarak dile getirmektedir.
316
Bundan sonra bilinç, bu halin de ilerisine geçerek Kahhariyet Nuruna maruz kalmaya başlar. Bu aynı zamanda kişinin vech’nin önündeki, Allah’ın Kayyumiyet’ini seyre engel olan perdelerin kalkması anlamına gelir. Bilinç daha sonra bu müşahede ile donandığında, secdeye zorlanır ve secdeye varır. Son secde ile beraber bir daha da alnını secdeden, istese de kaldıramaz. Bu, bilinç âlemine ait hakikatlarin, bahsettiğimiz şekli ile Hz. Peygamber’de açığa çıkması sonucunda salât hakikati vucüt bulmuştur. Namaza-Salata duran kişi, önce ki bölümde anlattığımız şekli ile Sonsuzluk işaretinin (-) yönündeki Kesret yaşamında zihnen ve bedenen, Nokta’ya, Kâbe’ye yönelerek, Kâbe’ye ve Hz. Peygamber’in Risalet boyutuna bağlanmış olur. Böylelikle, ölüm sonrasında gerçek şeklini yaşayacağı, Ahir yaşamdaki Hakiki salât ile bulunduğu boyut itibarı ile bağlantı kurmuş olur. Bu yönelimin sonucunda,
zahiri salât sayesinde, kendi özünde yer alan
Muhammedi hakikat boyutuna, bedenini belirli bir niyet ve bilincin emrine vererek bağlanma şansına sahip olmuştur. Böylelikle âdete Allah-u Teala Nebisine; “Ben” tüm melaikemle sana salat ediyorum. Đnsanlarda güç yetirebildikleri bilinç seviyelerinde de sana, yani habibime salât etsin ve uysunlar ki, böylelikle benim hakikatime, en alt mertebeden en üstüne kadar ulaşabilsinler. Onları bu sayede Rahmetim ve hakikatimle kuşatıcı olayım.” Demektedir.
317
Üst kısımda sana anlattığımız sonsuzluk işaretinin orta noktasında bulunan Hakikati Muhammediyye’nin ne olduğu ve Ahir yaşamın hakikati olan salât ile kesret âlemindeki salâtın nasıl bir birlerine bağlandıklarını, böylece sana açmış olduk. Đşte bu makam öyle bir makamdır ki, bir yüzü Ahirete bakan, Allah ve meleklerin birlik âleminden salât ettikleri, diğer tarafdan ise beşeriyyet boyutundaki insanların kalben yönelerek aynı şekilde salât etmeleri istenilen, afak ile enfüs, madde ile manayı cem eden bir makamdır. Salâtta asıl olan,
kalben,
bilinç
olarak
samimiyetle
bu
“nokta”ya
yönelebilmektir. Salât özde, bilinç Âleminin konusudur. Zahiri salât ile Madde algısı dışına kolay kolay çıkamıyan insanlığın, Allah ile olan irtibatının kolaylaşması için, Allah’ın rızasını kazanmak üzere niyet etmesi ve Peygambere uyaması yeterli hale gelmiştir. Bunun olabilmesinin sebebi ise; Hz. Peygamber’in zamanında Samediyyet salâtını ifa ederken, fizik ile de bu bilinci bağlaması, bu bilincin verdiği enerji altında, tüm salât hareketlerini eritmesi, yani “Hakk” etmesidir. (Hakk’ın bir manası da işlemek, kazımak anlamına gelmektedir.) Bunun yanı sıra zahiri salât beden heykeli ile de taatin yerine getirilmesidir. Salât-Namaz’ın secde öncesinde okunan “Ettehiyyâtü” duası da, Allah’ın Rahmetinin sonucu olarak, fiziki olan yönelimlerin de, Hz. Peygamber’e uyulması ile kabul edildiğinin adeta ifadesidir.
318
“Dil ile, beden ve mal ile yapılan bütün ibadetler Allah'a dır. Ey Peygamber! Allah'ın selamı, rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun. Selam bizim üzerimize ve Allah'ın bütün iyi kulları üzerine olsun. Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Yine şahitlik ederim ki, Muhammed, O'nun kulu ve Peygamberidir.” Bataklıkda batmakta olan bir kişi nasıl ki, kendisine uzatılan bir ele kendisi de el uzatarak uzanmadıkca, bu yardımın kapsamına giremez ise, Cehennem ateşine giren bir kişi de, Allah hakikatine ölene kadar hiç bir şekilde yönelmemiş ise, Allah dilemedikce, Rahmet üzerine yağmur olup yağsa dahi, kurtarılma şansına sahip olamaz. Salâtı içtenlikle sadece fiziki olarak yerine getirebilmek, en alt perdeden dahi olsa bilincin Allah’a, Hz. Peygamber aracılığı ile yönelimi demektir. Böylelikle, Hz. Peygamber aracılığı ile Allah’a temiz bir kalp ve iman ile yönelenler, Allah adı ile anılan Bilince ait hakikat Âleminin titreşim frekansının kapsama alanına girmek ve ateşten kurtarılmak şansına
sahip
olmaktadırlar.
Dinin
tanımladığının
dışındaki
yollardan Allah’a yönelmek ve şeriat ahkâmının dışına çıkmak ise, Sırat-ı Müstakim’den uzağa düşmek olacaktır ki, bunun sonu rahatlıkla felaket olabilir. Yaratılanlar adedince Allah’a yol vardır. Ancak, bu Đslamiyette bulunan “La Đlahe Đllallah Muhammedun Resulallah” hakikatinin yorum farklılıklarını tanımlamaktadır. Yoksa bizim nefsimizin
319
belirlediği yollar geçerli değildir. Çünkü Cennet Muhammedi’dir. Ondan önce ise Cennet herkeze yasak edilmiştir. Eğer bir insana Cennet takdir edildi ise, ya doğrudan Muhammed ümmeti, ya da ona uyan bir Nebinin ümmeti olarak Hz. Muhammed’in ümmetine dâhil olması sebebi ile Cennet yaşamına girebilecektir. Çünkü Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) tüm âlemlere Rahmet olarak gelmiştir. Bu kapının dışında kalanlar, daimi Cehennem halinde kalacaklardır. Tüm insanlık doğduklarında Hz. Peygamberin ümmetidir. Bu hakikati bilsin, bilmesin, uysun uymasın bu böyledir. Çünkü Âlem Đnsan-ı Kamil’dir. Sıfat mertebesinde zatı ile bir tek insandan başka mevcudat yoktur. O insan ise, küçük değil Büyük âlem olan Hz. Đnsan’dır. Bu insanın hakikati ise Hakikat-i Muhammediyye’dir. Zaten “Ümm-et, asıl et, yani beden demektir. Salâtın farklı bir boyutuna işaret açısından aşağıdaki ayette dikkate değerdir. “Namazlara-Salata ve orta Salata-namaza devam edin. Allah'a gönülden boyun eğerek namaza durun-Salât edin” (Bakara-238) Salât’ın en üstünü ve daimi olanı hakikatin açığa çıkması ile tesis edilen daimi şuur namazıdır. Kalp, bedenin ortası olması sebebi ile bu salata Kuran-ı Kerimde orta namazı denmiştir. Kalbin ilk hücresi olan Fuad isimli noktanın, tüm algının ve Marifetin merkezi olması sebebiyle, kişinin içinde bulunduğu şuur hali, kalp ile ilişkili olarak
320
orta namazı olarak ifade edilmiştir. Sen hakikate ulaşıncaya kadar Allah’ı zikr edersin. Hakikate ulaşan bilinç için kalp gözü açılmış ve izlediği âlemin vech’i kendi varlığı ile birleşmiştir. Bu noktadan sonra, tüm mevcudat ile Allah’ın varlığını tesbih etme makamına ulaşır. (Orta namazı) Daha da ilerisinde, tam fena halinin oluşması sonucu, bu sefer de sırrı ile tesbih makamına varır. (Namazı-Salât’ı Đkame) Hazreti Peygamberin Feth geldikten sonra dahi salâtın fiziki şekline devam etmesi, Ümmetini kendi zahiri ile de, asıl Âlem olan Ahirete bağlıyor olmasından ileri gelmektedir. Kendisine Hz. Fatma “Tüm günahlarınız Allah tarafından affedilmiş olmasına rağmen neden ayaklarınız şişinceye kadar namaz kılıyorsunuz.” Sorusuna Hz. Peygamber’in “Çok şükreden bir kul olmayayım mı?“ diyerek cevap vermesi bu hakikate işarettir. Çünkü şükür kelimelerle değil, sizdekini olmayanlara verebilmekle yerine getirilen bir hamd dir. Hz. Peygamber ümmetini, kendisine bahşedilen bilince, fiziki salat ile de bağlamakda ve buna da, hiç ara vermemektedir. Hz. Peygamber’in namaz kılmaya devam etmesi “Size yakın gelinceye kadar ibadete devam ediniz.” Ayetine muhalefet veya bu ayeti geçersiz kılma anlamına gelmemektedir. Bu duruma gelmiş bir bilinç zaten hakiki manada ve zorunlu olarak daimen namaz halindedir.
321
Kişi Miracını yaptığı anda, onda Ruh açığa çıkmıştır ve kalbi açılmıştır.
Ruh
Allah’ın
emridir.
Allah’ın
emrine
karşı
gelinebileceğini düşünmek konunun inceliklerinin bilinmemesinden ileri gelir. Çünkü Kul ve yok hükmünde olan bizler, Allah’ın Ruh tasarrufu ile yaptırdığı hiç bir fiile karşı gelemeyiz. Aşağıdaki ayet bunu açıkca gözler önüne sermektedir. Fakat burada bilmen gereken,
Allah’ın
emrinin
her
zaman
Rızasına
uygun
olmayabileceğidir. Bu konu anlaşılması zor bir içeriğe sahip olup, marifet ilminde ilerleyenlerce anlamı malümdur. “Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, "Đsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. Đkisi de, "Đsteyerek geldik" dediler.” (Fussilet-11) Đşte Miraç sonrasında Allah’ın Ruhu, yani emri geldiği için kişi zaten otomatik olarak Allah’a Salât halinde olacaktır. Çünkü artık Rabbinin vech’ini her yerde seyr halindedir. ”NUR” kelimesinin ifade ettiği mana, kavrayış ve idraktır. Bir kişi hakikate ne ölçüde iman üzere yakınsa, o kişi o hakikati idrak etmiş ve kendisindeki bu bilinç de, Nur olarak onun varlığında, özellikle de kalbin aynası olan gözünde ve simasında kendini göstermeye başlamıştır. Bir kudsi hadisde Hz. Peygamber salâtla ilgili şöyle demektedir; “Gözümün nuru salâttır.”(Hz.Muhammed) Dikkat edilirse Hz. Muhammed efendimiz salât için gözündeki Nur
322
olduğu ifadesini kullanmaktadır. Çok açıktır ki, bu zikri ile Hz. Peygamber salâtın, Rabbini baktığı her mahalde görme ve bunu idrak etme halinin nuru olarak ifade etmektedir. Bir başka hadisinde ise; “Rabbinizi görüyormuş gibi ona ibadet ediniz. Çünkü siz onu görmeseniz de O sizi görüyor.”(Hz.Muhammed) Buyurmuşlardır. Bu cümlede de, salâtın ve ibadetin aslında Allah’ın varlığını basiret ile hissetmek ve onunla olan irtibatı sürdürmek manasında olduğu açıktır. Đkinci önemli nokta ise “ “O” sizi görüyor.”
Cümlesidir. Sizdeki görmekliği gören “O” dur.
Manasınadır bu açıklama. Kuran-ı Kerim’de farz olarak zikredilen tüm ibadetlerin özü kalbimizi iman ve Allah Rızasını gözetir halde tutmaktır. Amaç fiziki değil, tamamen niyet, edep ve bilinç kökenlidir. Hz. Peygamber bir hadisinde yine şöyle buyuruyorlar; “Hiç kimse ameli ile cennete giremez. Siz de mi ya Resulullah! denilmişti de: Evet beni Allah’ın rahmeti çepeçevre sarmadıkça ben de öyle” (Hz.Muhammed) Buradan da anlaşılacağı üzere, Allah’ın Rahmeti Kalbe ve ihlâsa bakar, öyle olmasaydı sadece şekli yerine getirenler, riyakâr olarak ibadetlerini gösteriş ve nam için yapanların, ibadetlerinin kabul
323
olmayacağı ifade edilmezdi. Bu sebeple özel olarak Allah’ın lütuf yollu kendisini arındırdığı ve kendisine cezbettiği istisna ve özel haller dışında, Hz. Peygamber’in gösterdiği ve Kuran’ın emrettiği ibadetleri, yakın gelinceye kadar kişinin sürdürmesi zaruridir. Bu özel halleri örnek göstermek ise, insanı ancak Cehenneme davet etmektir. Kişinin Hz. Peygamber’in ve Kuran’ın öğrettiği ibadetlere devamı elinden geldiğince sürekli olmalıdır. Ancak unutulmamalıdır ki, bu ibadetlerin devamlılığı ve geçerliliği de takdirledir. Allah dilediğini yapandır. Önemli olan ibadetlerin şekli kısmını yerine getirip de, dinin amacının bu şekli yerine getirmek olduğu yanılgısına düşmemektir. Bu yanılgıya düşenlerin, ölümü tadınca hüsrana uğramaları kaçınılmazdır. Bu sebeple kişi, ibadetlerin kalpte imanı ve edebi sabit kılabilmek için bir araç olduğu unutulmamalıdır. Kişiye yakın takdir olunmuş ise, artık kişinin bu noktadan sonra cüzzi bir iradesi yoktur. Allah dilerse, Hz. Resule Mirasçı olan ve velayetin son sınırına ulaşabilen kulunda, fiziki salâtı devam ettirerek, onun Kâinat olmuş olan bedeninde, Đmamlık görevini yerine getirmesini dileyebilir. Bu kişi artık, Risalet boyutunu kendi özünden âleme yansıtan bir ayna ve Đmam’dır. Çünkü tüm mevcudatı ve hakikati kendinde toplanmış olan ĐNSAN-I KAMĐL’in kalbi, gerçek Kâbe’dir. Bildiğin gibi, namaz kılınırken Kıble olarak Kâbe’ye yönelim
324
sağlanır ve namaz-salât yerine getirilir. Ancak, çok ilginç olan nokta; Kabe’nin mekan olarak içine girildiğinde, zahiren salatı yerine getirmek için yöneleceğin bir yönün kalmamasıdır. Bunun sebebi; Kâbe’nin kalp âlemi olması ve bu makamda, sen ve Allah diye bir ikiliğin ortadan kalkmasıdır. Sen bu noktaya ulaştığında “Ben” hissini teslim etmişsindir. Đşte bu sebeple, zahiren kılınan namaz-salât, Kalp âlemine geçilince sona erer. Artık bundan sonra, tarif etmek manasında “Batınen” diye adlandırabileceğimiz bir ibadet şekli devrededir. Asıl olarak ise, bu bilinç seviyesi itibarı ile mekânsızlık hakikatine ulaşan bilinç için, batın ve zahir kavramları dahi düşmüştür. Bu kişi artık, Batın’da, yani kendi öz varlığında bulduğu hakikati ve edebi, tüm davranışlarına şekil veren bir ön bilinç olarak koruyacak, zihni bu bilinç ve edebi, eline, sözlerine ve tüm uzuvlarına aktaracaktır. Đşte, bu sebeple, bu zat için batında ulaşılan hakikatin zahiri yansıması, sadece zahiren kılınan namaz ile sınırlı değildir. Bu bilinç için zahiri salât-namaz, ulaştığı bilinç Nurunun yıkadığı zihin ve bedeninin içinde olduğu bir haldir. Artık, bu bilinç ve farkındalık, o kişinin tüm zahirini kaplamakta ve davranışlarına yön vermekdedir. Kişi artık, Zihin ve kalbinde Allah ile beraber oluşun şekillendirdiği bütünsel bir yaşam içindedir.
325
Yukarıda bahsettiğimiz hakikat içerisinde, son olarak bir noktayı daha açmak gerekir. Hz. Peygamber’de “Allah” hakikati, Velayet-i Kübra sahibi seçilmiş bir Veli ve bir Nebi olarak açığa çıkmıştır. Kendisinde Kudsi “Ruh” böylelikle açığa çıktığı için, her halinde daimi Salât durumundadır. Yani, salât kendisine fizik boyutunu aşacak bir şekilde farzdır. Đstese de bu halin dışına çıkamaz. Ancak, Hz. Peygamber bu bilinci, bedeni hallere dayalı bir formül eşliğinde “Arz”a indirmiştir. Ulaştığı Hakikatin Bilincini, bedeni hareketler ve dua aracılığı ile getirip ümmetine iletebilmiştir. Đşte, Namazda bizlere farz olan rekâtlar, hakikatin kavranması halinde zorunlu olarak girilen, Ahirete geçiş bilincinin ve hallerinin zahiri uzantısıdır. Sünnet adı verilen ve Hz. Peygamber’in farz olan rekâtları cemaate kıldırdıkdan sonra bir köşeye çekilerek kıldığı namaz-salât ise, Hz. Peygamber’in hakikate erişmesi, Miracını tamamlaması ve halka dönmesinin neticesinde, Allah’ın kendisine öğrettiği namazın-salâtın yansımasıdır. Bu, Allah’ın kullarına, hangi bilinç seviyesinde olduğuna bakmaksızın olan Rahmetidir. Hz. Peygamber’in kendi doğal bilinç salâtının yansıması, namaz içerisinde kılınan farzlar, kendisi Mirac’ını tamamladıktan sonra ümmeti için hediye olarak, Rabbinin katından aldığı ve yakine ulaştıktan sonra dahi kılmaya devam ettiği zahiri salat-namaz ise, kendisinin “sünnet” olarak kıldığı rekatlardır. Buradaki “sünnet” tarifini, genel kabul gören tabir olarak kullandığımızı, Hz. Peygamber’e ait ayrı bir sünnet kavramı olarak kullanmadığımızı da belirtmek isterim. Velayet sahibinin kılmaya devam ettiği zahiri
326
namaz-salât ise, farz değil sünnet olarak isimlendirilen ve iki âlemi birbirine, Allah’ın Rahmet yansıması olarak bağlayan namazsalâttır. Zaten kendisinden Hafaza melaikesinin alındığı ve kayıt tutma işleminin sona erdiği bir Zat’ın yaptıklarını kendisi için mi yaptığını sanırsın!
327
.
Salatın ibadetleri cem edişi
Salât hakikati, en yalın anlamıyla; insanın yaradanını, Rabbi olarak, fikren ve bedenen anmasıdır. Böylelikle yerine getirilen Salât’ın işlevi; Öncelikle, Kişinin Beyninde açığa çıkan düşünceler ile bilincinin, Allah ve Yaratıcı güç olarak sahip olduğu Rahmani özelliklerin mana frekansını bedeninde sürekli titreştirmesi, bilinç ve bu bilincin kontrolündeki düşüncelerin bedende salgıladığı hormonları yönetmesidir. Bu hormonlar vasıtası ile düşüncenin güdülediği titreşimler, tüm hücreleri etkisi altına almakta, titreşimi bu bilince uyumlanan hücreler, bölünerek kendi benzerlerini vücuda getirmektedir. Böylelikle, kişinin, iman ettiği hakikate uygun bilinç özelliklerini, hayatında açığa çıkartabileceği bir aynaya-bedene sahip olunmasını tesis etmektedir. Bunun sonucunda da, kişinin Âleminde iman ettiği kuvvelerin güdülediği bir yaşam açığa çıkmakda ve kişi inancının yarattığı bilincin, kendisini kuşattığı bir âlemde-şehirse yaşama şansına ulaşmaktadır. Bu yaşam ki, ölümle sınırlı olmayıp sonsuzluk âlemine uzanmaktadır. Đşte, Miraç ile özdeş bir anlama sahip olan Salât, senin bilincinin ve ona uyumlanan beden ile zihninin, içinde bulunduğu bir halin ve yaşamın ismidir. Şimdi sana, Salâtın aslında tüm ibadetleri kapsadığını ve salât manasının diğer ibadetlerde nasıl ortaya çıktığını açacağız. Çünkü, dinin direği olan bir ibadet aynı zamanda tüm ibadetlerin direği, ortak dayanak noktası ve Ruhu demektir.
328
Zekât Đbadeti: Zekât genel manası ile sende olanı, diğer insanlara vermen ve sende kuvvede bulunan özelliklerin âlemde açığa çıkması demektir. Diğer bir deyişle, ihtiyaç sahiplerine ihtiyacı olanı iletmek sureti ile onları rahatlatıyorsan bil ki, bunun ismine “Zekât” denir. Bazen para ile bazen giyecek ile bazen de, sıkıntıların paylaşılması ile diğer insanların sorunlarına bir çözüm bir rahatlama duygusunu verebilmek dahi zekât kapsamındadır. Bu ibadet ile ulaşılması hedeflenen temel amaç; mana olarak “Ben” hissinin Âleme yayılması ve dış dediğimiz âlemle bütünleşip onda yok olmasıdır. Bu ise, senin kuvvede bulunan “Tek Ruh” ve onun Ali melaikesinin, fiile dönüşmesi ve bu melekenin işlevlerini yerine getirmesidir.“Ruh”un
hakikati
âlemin
ve
varlıkların
gerçek
hayatiyyet kaynağı olmasıdır. Ben “Ruh”a işarettir. Ancak bil ki, bu “Ben” senin hissetiğin “Ben” de değildir. Sen sahip olduğunu düşündüğün şeyleri ihtiyaç sahiplerine, Âleme yaymak ile aslında, zahirdeki tüm oluşları “Ben” yerine koymaya başlarsın. Bu sana emanet edileni, Halk’a yani aslen Hakk’a geri vermendir. Hal böyle olunca da, ortaya çıkan durum; gerçek değer olan “Ben” ve bu hissin sende varettiği vehmi sahipliklerin, zahiri yaşam anlamında, mal, mülk gibi kaynaklar aracılığı ile yaşadığın âleme yayılmasıdır. Böylelikle “Ben”senden gider ve herşeyde yok olma şansını yakalar. Mana olarak ise, bu hal sahip olduğun bilincin âleme yayılıp, genişlemesidir. Bunu gerçekleştiren toplumlar ve “Âlemler” mutlak
329
surette Afiyet bulurlar. Đşte, sen eğer Allah’ı her baktığın mahalde tesbit etme bilincinde isen, kendi bir mertebede özünü, zahirde ve tüm insanlık, varlık âleminde tesbit ediyorsun demektir. Bu yönü ile salât halinde olan bir kişinin, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarına karşı duyarsız olması düşünülemez. Çünkü, ihtiyaç sahibinin özde kim olduğundan perdeli değildir. Bunun yanı sıra salat, en derin manası ile, senin vücud âleminde, mevcudat ile beraber Allah’ı tesbih ediyor olman demektir. Bu hal, iman edilen olarak, Allah ve özelliklerinin, tüm âleme yayılması ve Allah kavramına ait melekelerin senden açığa çıkartılması anlamına gelmektedir. Çünkü varlık âlemi Allah’ı insan ile anmaktadır. Bunun sebebi Đnsan’ın, Âlemin dürülüp içine konduğu Cami varlık olmasıdır. Salât ile beraber, sende hayatiyyet kazanmış olan ve açığa çıkan “Ruh” ile sen, vücud âleminde mevcut olan, tüm madenlere, tüm bitki çeşitlerine, hayvan çeşitlerinin hepsine, gökyüzündeki ve yeryüzündeki tüm katman ve oluşlara, sende bulunan cinni boyutlara ve melekelere, kısacası, tüm oluş ve varlık âlemlerine hayat ve bilinç kazandırılmasına alet olmuş olursun. Bilmelisin ki, sendeki Ruh olmaksızın, Âlem sadece bir cesetten ibarettir. Đşte bu en derin manadaki Zekât hakikatidir.
330
Bilesin ki, Âlemde bir tek insandan gayrı yoktur. Đşte bu insan, Kamil insan’dır. Bu “Đnsan”, Allah’ın halifesidir. Ancak, yine bu insan, Âlemin ayakta kalabilmesi için, kendi öz varlığının Ali Melikesine malüptur, acizdir ve kuldur. Yani, hem sahiptir, hem de acizdir, abd‘dır. Senin Salât hakikatini yerine getirmen, Allah’ın sıfat boyutundaki özelliklerinin, senin düşünce boyutunda anılması ve ona yönelmen marifeti ile sahip olduğun “Ben” kavramı ve onun sınırlılığından varlığının sıyrılıp kurtulmasıdır. Bu kurtuluş ise, ancak Salât ile mümkündür ki, ulaştığın hakikat âleminde, tüm mevcudat Allah’ı, senin kâinat olmuş bedeninde tesbih etmektedir. Bu noktayı tefekkür et ve anlamaya çalış! Sonuç olarak belki de, Zekât ibadetinin en önemli yararı, sende mevcut olan sahip olma duygusunun dizginlenmesi ve senin âleminde, aslında Ateş elementini temsil eden tüm sahipliklerin, senin vücud Âleminden uzağa atılması ve şehvet ateşini söndürme özelliğidir. Böylelikle sen, ölüm ile beraber, vaz geçmek zorunda olacağın ve senin cehennem odunun olacak olan tüm sahipliklerine ait malikiyyet ve hakimiyyet hissini, gerçek sahibine iade etmiş olursun. Dünya yaşamında göstereceğin bu vazgeçiş hissi, senin cehennem’indeki ateşini söndüren bir serin su gibidir. “Gizliden gizliye sadaka vermek, akrabaları ziyaret ve görüp gözetmek, Allah’ın Rahmetini coşturur.” (Hz.Muhammed)
331
Oruç Đbadeti: Oruç, genel manası ile senin her tür isteğine gem vurabilmen ve heva’nı belirli bir iman temeli ve bilinç mertebesine uygun bir şekilde kontrol altında tutabilmendir. Bilesin ki, bununla beraber Oruç, bugün insanların genelinin anladığı bir manada senin sadece yemekten, içmekten ve cinsel münasebet gibi bedeni isteklerinden arınman ile sınırlı bir kavram da değildir. Senin Nefs kazanmış olan Aklın, bilincin, kendisini içene girdiği kesitsel, dört element kökenli algı zemininde sadece ölüp gidecek bir bedenden ibaret gördüğü için, yanlızca beden ile sınırlı olduğunu sanmakda ve kendi öz vatanı olan birlik, yani tevhid yurdundaki öz varlığından habersiz yaşamaktadır. Đşte, bu algılamadan dolayı, sende var olan “Ben” hissi, kendisini özdeş gördüğü bedeni istekleri tatmin etmeye çalışmakda ve bu yapının kontrolünden kurtulamayan bilincine uygun olarak düzenlediği bir yaşamı sürdürmektedir. Öncelikle Oruç, bedeninde oluşan bu istekleri, Hevayı kontrol eden, maddi bedenin dışında bir ikinci yapının sende mevcut olduğunu sana hatırlatmayı amaçlayan bir ibadet şeklidir. Đkinci olarak ise oruç, bilincinin, dünya yaşamının sonlanması ile geçeceği Ahir yaşam boyutuna, sıkıntı çekmeden kolayca geçiş yapmasını temin etme aracıdır. Oruç, bunu nasıl temin eder diye açıklamak gerekirse deriz ki;
332
Senin özünde bulunan “Ruh”, önceki bölümlerde açıkladığımız şekilde, senin beden evinden dışarıya doğru sızmaya başlamıştır. Bu sızış ile beraber ayna olan bedenin ile temas ederek kendi hakikatini senin âleminle sınırlı sanma hali içine girmiştir. Đşte bu kişinin hakikati algılayışında, Sıfat ile Zat’ın mertebe olarak birbirine karışması ve tek bir mertebe olarak algılanmaya başlaması yanılgısının içine girmesi olarak ifade edebileceğimiz bir haldir ki, sendeki bu yanılgı, tüm bedeni isteklerin sebebidir. Bu açığa çıkış, özündeki gizli ateşin, âlemde açığa çıkmış ateş, yani Nefs ateşi olarak etki etmeye başlaması demektir. Hal böyle olunca da, senin Oruç ibadetini yerine getirerek yaptığın, bu temas ile sende açığa çıkan her türlü şehveti frenlemen ve senin âlemine ateş elementinin, haddinden fazla taruz etmesinin önüne geçmen demektir. Hz. Peygamber’e “Cehennem ateşini ne söndürür.” diye sorulduğunda bu hakikat sebebi ile “Oruç” diye cevap vermiştir. Oruç ibadeti özde, zekât ibadeti ile de direkt olarak bağlıdır. Zekât’ta sahipliklerin ifrat olanlarından kurtulmak amaçlanarak, Bilinç Alemin’den gerekli olmayan unsurların uzaklaştırılması hedeflenmekte, Oruç ibadetinde ise, Bilincin hakikati için ifrazat niteliği taşıyan fazlalıkların, bu sefer de Bilinç Âlemi’ne girmeden önce, kontrol edilmesi hedeflemektedir. Böylelikle bu iki ibadet, birbirlerini tamamlamakda ve karşılıklı olarak işlevlerini yerine getirmektedir. Salât’ın hakikati, seyredilen âlem ile bütünleşmek sureti ile isim
333
benliğin âleme yayılması ve birleşmesi, daha sonra ise, vücut âleminden bilincin kurtulup Samediyyet Deryasına dalmasıdır. Salâtın bu en kâmil şekli ise, en derin hakikate ait olan bilinçdeki “SIR” ile yerine getirilen “Salât” hakikatidir. Nokta hakikatine ulaşılması ile salât “tesbih”e dönüşür, ancak Allah kavramında fena bulan bilinç, artık Âlemden ayrılmış ve “Lâhut” âleminden aldığı emaneti iade etmiştir. Bu süreç, toprağa su dökülerek çamur elde edilmesinden sonra, toprak ve suyun birbirine karışmasına benzer. Burada olan şey, vücuda gelen bu balçıkta bulunan ve onunla karışan Ruh misali suyun, vücuda tatbik edilen Sabır Ateşi ile buharlaşıp, karışmış olduğu toprakdan arınıp, eski saf haline Rücu etmesine benzer. Bu hal altında su, kendisini toprak, toprak ise, su sanmaktadır. ”A’ma” olarak da bilinen Samediyyed hakikatine ulaşan bilinç, bundan sonra Âlemde, kendine ait bir varlık göremez olur. Đşte, bu tür Salata geçiş yapabilen bir bilinç, artık bedenin var olduğu boyut ve varlık âlemi ile olan bilinçli tad alış irtibatını kaybeder. Bu ise, gerçek “Oruç” dur. Bu bilinç, artık daimi salât halinde olduğu gibi Dünya’ya da “Oruç”ludur. Sen bu bilince sahip bir kişiyi gördüğünde, o kişiyi herkez gibi yer, içer, görürsün, ancak bu yeme, içme,
bedenine karşılık gelen ve onun ihtiyaçlarını karşılama
anlamından ötede bir tat alış ve alınacak olan bu tada göre hayatın düzenlenmesinden artık beridir. Bu tür salat durumuna bürünen bilinç, bundan sonra Rabbinin katındadır. Dünya yaşamında sadece
334
sureti ile vardır. Bilinci ise, dünyada bedeninin tatdığı hiç bir şeyi tadamadığı gibi, bunlara yönelik bir arzu da bilincinden silinmiştir ve artık bilinci “Zat” âleminin malıdır. Düşünürsen; Zaten “Ben” hissi bir kuş misali ellerinin arasından uçmuş bir kişi, bu “Ben”hissi olmaksızın, yok olan bilinci ile nasıl tat alsın. Đşte, Oruç ibadetinin temel dayanak noktası ve tesis etmek istediği en kâmil ve daimi olan şekli bu “Samedi” Oruç tur. Bu Oruç şeklinin bir temel özelliği ise, bilinçten “Ben” hissinin düşmüş olması sebebi ile Malikiyyet manasında bir sahiplik hissinin de kaybolması ve sahiplik duygusunun bilinç için hissediliş alanından çıkmasıdır. Bu, aynı zamanda, sahip olunan malın mülkün yanı sıra, eş, çocuk, anne, baba gibi kavramların da kişden düşmesi demektir. Kastımız tüm sahiplik duygularının “A’ma”ya düşmesidir. Đşte, Kuran’da zikredilen “Yetimin Hakkı” olan ilim, bahsettiğimiz cins bir ilim olup, bu biricik makamın sahibi Hz. Muhammed, bilinç hali ise, “Samediyyed” hakikatine aittir. Bununla beraber, “Hakimiyyed” yani, bir şeye hâkim olup, ona ait tasarrufda bulunma hissi de yokluğa düşmüştür. Bu bilinç, artık Ahir yaşama tam olarak geçiş yaptığında onun için tabiri caiz ise, Akşam ezanı okunmakta ve ancak öldükten sonra, Sonsuzluk âleminde “Đftar” edebilmektedir.
335
Hac Đbadeti : Hac ibadeti, senin bilincinin ölümü tadması ile Kâbe olan kalp âlemine girişine kadar, içinden geçtiğin süreçlerin zahiren yansıdığı bir dizi ritüeli ve bilinç paylaşımını içerir. Hac ibadetinin tüm aşamaları, senin salât-ı daime geçerken, yani önceki bölümlerde sana arz ettiğimiz bilinç şehirlerinden geçerken, kazanman gereken bilinç hallerine senin bürünme aşamalarının, zahiren ve hissen sana yaşatılmasıdır. Bu ibadet ile hedeflenen; Hz. Peygamber’in Miraç olayını yaşadığında içine girdiği vücut hisleri, algı ve bilinç hallerini, mümkün olduğu kadarı ile senin yaşamanı temin etmektir. Böylelikle sen hakikat nuru ile yıkanırsın. Hac ibadeti ifa edilmeden önce bilirsin ki, “Mikat” denilen sınırda önce Đhrama girilir. Đhrama girmek mana olarak senin bu bilinç sınırına girmeden önce, kendi isim benliğine isnad ettiğin tasarruflardan senin vazgeçmen demektir. Bu genel manası ile sana helal olan eylemleri dahi senin, Đhramlı iken yapmaman anlamına gelmektedir. Bu bilinç haline büründüğün sınırın ismi olan “Mikat” ise, Kurban edilecek olan hayvanın elinin ve ayaklarının bağlandığı ipin adıdır. Yani sen bu sınırda kendi “Ben”lik zannını, bir had içine almak ve sınırlandırmak zorunda kalırsın ki, kendine ilah edindiğin Benlik “Bakara”sını, “Zati Mutlak” için Kurban edebilesin. Daha sonra Mekke’ye varılarak Gusul ve namaz abdesti alınır. Bunun manası, zirve ariflik hali olan Arafat dağına ulaşmadan önce,
336
hakikatin bilince mesh ettirilmesi ve böylece, yolculuğunun yedinci feleğe
kadar
olan
tüm
bilinç
titreşimlerinin,
bilince
kazandırılmasıdır. Đşte bu sebeple, sonra Mekke’ye girilir ve yedi kez Kâbe tavaf edilir. Bunun akebinde, Arefe’den, yani bildim gününden, yani senin artık, hakikati tüm boyutları ile kavrayacağın ve akebinde de bu bilişin kutlandığı, bayram haline bürüneceğin günden, bir gün önce, artık sen Arafat dağına çıkarsın. Bu dağ, daha önce sana ifade ettiğimiz gibi hakikatin zirvesi olan ve senin bilincinin Samediyyed deryasında buradan “A’ma”ya düşeceği bilgi dağıdır. Bu dağın zirvesine varınca, gece hava kararıncaya, yani bilincin karanlık olan “A’ma” haline bürününceye kadar, ibadetine devam edersin. Bu, vakfe için Arafat’a çıkılmasıdır. Đşte, bu zirvede “vakfe” olayı, yani “Duruş”, yani senin Aklının ve düşüncelerinin artık arı bir su gibi olup, durma haline bürünmesi meydana gelir. Bu nokta senin, Benlik ve düşüncelerinin durup, “yokluk” haline bürünme sınırıdır. Bu sınır Hz. Peygamber’e “Dur ya Muhammed Rabbin salâtnamazda”
denilen
sınırdır.
Hac
ibadetinin
bu
aşamasını
tamamlaman, senin Allah ilmine artık vakıfiyyed kazanman anlamına gelmektedir. Artık bundan sonra sen, “Müzdelife”ye varılarak Şeytan taşlamak için taş toplarsın. Yani sende, kalbine musallat olan Şeytan-i Bilinci taşlayacağın ilmi birikimi, Arafat dağı ile Mina’ya, yani kalbinin sırça olan sınırına varıncaya kadar ki, zaman diliminde toplamaya başlarsın. Burada gerekli ilimi ve
337
bilinci, zihnen kavrayıp, taş simgesi ile topladıktan sonra, artık Mina’ya doğru yola çıkarsın. Mina, sırça köşk demektir. Bunun manası, Allah’ın nurunun bundan sonra duracağı, senin sırça kalp sarayının sınırıdır. Đşte burada artık, Allah ilmine sahip olan bilinç, bu ulaştığı “Samedi” ilmin Kudret taşları ile Şeytanı’nı taşlamaya başlar. Çünkü artık kendinde mevcut olan Şeytanı, tamamen açılan Basireti ile apaçık görmektedir. Bu senin hakikatini, yedi bilinç seviyesinde birden tanıman ve Nefs Şeytan’ını bu yedi mertebede taşlaman demektir. Bu sebeple, yedi adet taş ile Şeytan taşlanır. Şeytan-i bilincin bertaraf edilmesi ile beraber “Ben” hissinin tasarrufu kırıldığı için, artık Đhram’dan çıkma zamanın gelmiştir. Bu sınır artık Allah’tan halkın arasına dönülmeye başlandığı sınırdır. Bundan sonra dumura uğrayan “Ben” hissinin Kurban edilmesi tamamlanır. Bunun sembolü olarak Kurban kesilir. Artık senin bilincin bundan sonra, “an”a yakınlık kazanmış yani “Kurb-u an” olmuştur. Böylece bilincin, Nefs ve düşünce hâkimiyetinden kurtulmuş olur. Düşünce boyutundaki fazlalıklardan bilincini kurtarmışsındır. Bunun simgesi ise, senin saçlarını kesmendir. Sen daha sonra artık Đhram halinden çıkarsın. Artık, senin bilincin Nefs ve düşünceden azat edilir. Böylelikle sen bu hal üzerine, Kâbe alanına, yani kalp diyarına varır ve veda tavafını yaparak ibadetini tamamlarsın. Kâbe’nin isminin Mescid-i
338
Haram olmasının sebebi de, bu alana Nefs sahibi bir zatın giremiyeceğinin ifadesidir. Bilmelisin ki, bu tavafı yaptığın Kâbe’de bulunan Hacerül Esved taşı, senin kalbindeki sonsuzluk âlemine açılan kara noktaya, yani “Fuad” isimli Marifet noktasına rumuzdur. Sen, bu Allah marifeti noktasının çevresinde, kalp âlemini tavaf edersin. Ancak bu tavaf ettiğin Kâbe, Hz. Peygamber’den önce Tavaf edilen Kâbe ile aynı da değildir. “Bundaki hikmet nedir?” diye sorarsan sana deriz ki; Kâbe senin hakikatin ve Ahir yaşam âlemine açılan bir kapıdır. Hz. Peygamber’den önce eskidiğine karar verilen kabe-Kalp onarılmak için Yıkılmış ve Hz. Peygamber’in katılımı ile yeniden inşaa edilmiştir. Bu, senin dünya yaşamından getirdiğin kalbinin, Hakikate ulaşman veya zorunlu ölümü tadman ile beraber ve de iman üzere olmana karşılık olarak, Hz. Peygamber’in hakikati vasıtası ile yıkılıp, yeniden inşaa edileceğine delildir. Ayrıca bilmelisin ki, burada bulunan kara taş, yani Hacerül Esved taşı, o “Muhid”de olan insanların her birisinin ucundan tuttukları bir perde’de ortak olarak taşınmıştır. Ancak o taşı, bu perde’den alıp, hakikate ulaşmış kamil kalbe, yani yeniden inşaa edilen Kabe’ye tekrar koyan ise, Hz. Muhammed (a.s.)’dan başkası değildir. Bunun hikmetini iyi düşün. Bu olayda birçok sırlar gizlidir. Hac ile dâhil olunan Ahir yaşam âleminde, zaman ve mekân kavramları bilinç için mevcut değildir. Zaman sonsuz şimdi, yani
339
“AN”, mekân ise mesafe ifade eden zaman haline gelmiştir. Bu sebepledir ki, tüm anlatılan aşamalardan geçerek Kâbe nuruna ulaşan ve Kâbe’yi tavaf edebilenlerin tüm günahları silinir.
340
Sonuç
.
Değerli yolcu, bu eserde biz sana, Allah’a yönelmen ile beraber içerisine gireceğin seyr âlemleri ve bu şehirlerde seyr halinde iken dikkat etmen gereken kavramları açmaya çalıştık. Bu yükseliş seyrinin aslen, ismi salât olan yönelişin mertebeleri olduğunu ve Đslam’ın emir etmiş olduğu tüm ibadetlerin, bu yükselişin, yani Miracın sırasında, senin karşılaşacağın bilinç hallerine, sery âlemlerine seni hazırlayan, bedeni ve fikri birer yöneliş olduğunu sana aktardık. Bunun yanı sıra, sen böylelikle, salâtın neden dinin direği olduğunu ve diğer tüm yönelimlerin cevherinin salât hakikati olduğunu bildin. Yola çıkmış olan yolcu, şeriata sım sıkı sarılmak zorundadır. Ancak sen, şeriatın koyduğu yasaklar ve yapılması gereken eylemleri uygularken ise, insaf ve kendine merhamet göstereceğin bir ara, orta yolu tutmalısın. Çünkü, Allah hiç bir konuda haddi aşanları sevmez. Bilmelisin ki, şeriatın getirileri, seni bir menzile kadar taşısa da, daha ilerilere yükselmek için bu da yeterli değildir. Senin niyetin eğer, Cennet yurduna ulaşmanın ilerisine geçmek, Allah’a vasıl olmak ise, kalbinde mutlaka bir Allah aşkı hâsıl olmalı ve Allah seni kuvvetle cezbetmelidir. Bu aşk, ihlâs mücevheri ile donanmalı ve bu mücevherin parlak ışığı yolunu aydınlatmalıdır. Ayrıca bunun yanında, yüksek bir tefekkür gücü ile Şeytan’ın korkutmalarından etkilenmeyecek ve seni sendelemeden yolda yürütecek, yüksek bir
341
cesaret de sende mutlaka bulunmalıdır. Yolda ilerlerken, ilim tahsil etmen, öncelikle Kuran’ı yolunu aytınlatan bir nur olarak elinden düşürmemen ve Hz. Muhammed’i kendine her konuda rehber edinmen zaruridir. Bilmelisin ki, bunun dışında yollar tutanlar, bu yolda heder olup gitmişlerdir. Bunun yanında, senin yaşadığın devirden önce gelen hak dostlarının eserlerini de araştırman ve tefekkür dünyanı bu fikirlerler zenginleştirmen önemlidir. Sakın ola ki, öz eleştiri ve kendini hesaba çekmekte de gevşek davranmayasın. Dünya yaşamında bu şekilde kendini hesaba çekmez ve durumunu sürekli düzelterek yoluna devam etmez isen, ölümü tatdıktan sonra pişmanlık içinde kalmandan ve aşağılanmış olarak yanlızlığa terkedilmenden korkulur. Bilesin ki, senin yaptığın ibadetlerin hepsi araçlardır. Amaç, iman üzere ölümü tatmandır. Bu ister, dünyada ölmeden ölmek haline ulaşman, isterse de, zorunlu ölümü tatman olsun, farketmez. Sakın ola ki, sana öğretilen araçları, amacına tercih etmeyesin ve amacını unutanlardan olmayasın. Ne yaparsan yap, Allah’ın hidayeti olmadıkça ve “O” dilemedikce kesin bilgiye ulaşamıyacağını ve yolda
dosdoğru
yürümenin
mümkün
olamayacağını
da
unutmayasın. Đbadetlerin şekli yönü, dinin kabuğu ve bu ibadetlerin Ruhu ise,
342
dinin direğidir. Bu sebeple, özellikle Dinin Ruhu’unu beslemekten uzak olmadan, ibadetlerinde devamlı olmanda senin için büyük faydalar olduğunu söylemeliyim. Bu sebeple, Allah’ı anmayı ve ibadetleri yerine getirmeyi, Nefs’inden her zaman üstün tutasın ve rehavete kapılmayasın. Olur da, boşluğa düşersen, Nefs’ine merhametsizlik de etmeden, kendini hesaba çekip, kaldığın yerden yoluna devam etmelisin. Bilmelisin ki, Din senin Allah’a kayıtsız şartsız Teslim olmandır. Bu sebeple, Allah katında dinin ismi, Barış ve Teslim olmak manasına gelen “Đslam”dır. Dini yaşamın amacı; Senin ölümü tatdıktan sonra selamet yurdu olan Cennete, salimen ve hak üzerine varmandır. Yine bilmelisin ki, ibadet ve iman konuları Şeriat değildir. Şeriat’ın amacı, Dinin insanda tesis etmeye çalıştığı bilincin, imanın ve edebin işlerlik kazanmasını tesistir. Kuran’da yer alan Şeriat uygulamaları ise, Allah’ın, Kulu ve Resulü olan, Hz. Muhammed vasıtası ile Kuran’ın Ruhuna uygun olarak, toplumsal yaşamı düzenleyen kuralları, Resulün yaşadığı Arap toplumu vitrininden bizlere seyrettirmesidir. Burada asıl olan, bu Şer-i hükümlerin tesis etmeye çalıştığı “Ruh” dur. Yoksa şekli kısmı değildir. Sen belki, şekil olarak bazı şeyleri doğru yaptığını sanabilirsin, ancak senin bilincin eğer bu eylemlerin “Ruh”una ve Ahlakına sahip olmaksızın, eylemleri sadece bir kabuk olarak yerine getiriliyorsa, bil ki, sonuç alabilmen mümkün olmayacaktır. Đşte bu sebeple, Hz. Peygamber’in de ifade ettiği gibi Şeriat’da
343
ictihad, yani yorum ve değişiklik vardır. Bu değişiklik ise, yaşanılan toplumun ve kültürün değerlerine ve yaşam şekline uygun kalıp değişikliklerini tesis etmektir. Yoksa, yorum getirilebilecek kısım, şeriatın asli yapısı ve talep ettiği amaçlar kesinlikle değildir. Bunun yanında, Đman ve ibadet konusunda icdihat, yani değişiklik, kesinlikle mevzu bahis değildir. Bunun sebebi, Đbadet ve Đman konullarının Dinin “Ruh”u olmasıdır. Ruhu olmayan bir şeye ise yaşıyor denilemeyeceği açıktır. Sadece şekle dayalı bir din anlayışı, seni sapkınlık ve despotizm’e götürebileceği gibi senin hakikatinden gafil bir şekilde yaşaman sonucunu getirecek ve dini yaşamına ait Ruh’u da öldürecektir. Unutmak ki, Allah senin kıldığın namaza, oruç tutmana ve diğer ibadetleri, “O”nun uğruna yerine getirmene ihtiyacı olmaktan münezzehtir. Ancak, bu ibadetlere ihtiyacı olan varlık sensin. Sen, Allah kavramına ve onun sahip olduğu isimlere yöneldikce, bu yönelimin seni bir bilinç ve bu bilincin Ruhuna ait bir titreşim içine almaya başlayacaktır. Zamanla, boyutlar birer girdap gibi birleşerek, bir birlerine geçiş imkânı veren bir yol açarlar da, sen bu girdabın ortasında sana açılan yoldan, Allah’ın Zat’ına doğru ilerlersin. Yerine getirdiğin ibadetler aracılığı ile sürekli Allah’ı anman ve ona yönelmen, senin Âlemini kuşatan bir Nur olacaktır. Ayrıca böylelikle, senin sadece bir bedenden daha çok başka bir şeye eşit olan, Ulvi hakikatine ait bir boyutta, senin özgün ve saf bilincini
344
hissetmen sağlanacaktır. Düşün ki, sen acıkırsın, susarsın, bedenin ve duyguların hemen bu ihtiyaçlarını tatmin etmeni senden talep eder.
Ancak,
ibadetlerini
yerine
getirdikce
sen,
beden
ve
duygularının dışında, istek ve arzularını yöneten bir bilince sahip olduğunu, öz varlığında idrak etmeye başlarsın. Sana sonuç olarak şunu söylemek isteriz ki; Allah’ı bilme ilmi, korunan ve ulaşmak isteyenlerin en son felekten kaynaklanan bir şekilde uzaklaştırıldığı, korunmuş bir kitaptır. Bu ilim, Hz. Peygamber'in Dünya'yı şereflendirmesi vasıtası ile Âlemlere Rahmet olarak inmişdir. Đnsanların bu ilmin-Kitabın Rahmetinden bir perdenin arkasında, gölgelik bir yerden faydalanmaları istenmiştir. Bilmelisin ki, Kesin Zati bilgiyi herkez taşıyamaz. Bu bilgiye ulaşılması gerekli de değildir. Büyük Mutasavvıf Hz. Mevlana’nın da ifadesi ile taçlandırdığı hakikat şudur; “Herkez Hak olmaya uğraşıyor. Ancak kimse farkında değil ki, esas dehşetli mesele, Kul olabilmektir.”(Hz.Mevlana) Đşte, bu hakikati görmezden gelmeyesin. Unutma ki, Allah’a kulluk makamı, makamların ve sadetlerin en büyüğüdür. Hangi hakikat mertebesine ulaşırsan ulaş, sadece Kul olabilme şansına sahipsin. Đnsan Allah değildir. Her ne koşul altında olursa olsun, bunun gerçekleşmesi mümkün de değildir. Sakın ola ki, bu manada gaflete düşüp sapanlardan olmayasın.
345
Bilesin ki, kesin hakikat bilgisine ulaşıncaya kadar sen aklın ile beraber ilerlemelisin. Ancak, aklının herşeyi kavrayamayacağını ve gerçek teslimiyetin ve imanın, aklı aşan bir özelliğe sahip olduğunu da unutmayasın. Ahir yaşama intikal edilince, kâinata hükmeden asli aklın yanında, senin düşünsel bir yönelime girmene izin verilmeyecektir. Bu ilim, son iki şehre ait olan bir ilimdir. Bu hakikati her zaman zihninde taşımalı ve unutmamalısın. Allah ile kulu arasında her zaman bir berzah vardır ve olacaktır. Sen, aklın ile bir mesele uzerinde düşünüp aklını kullanarak hareket etmelisin. Bilgili ve ilim sahibi olmalısın, ancak bil ki, aklını, olayların
akışının
ulaşacağı
direnç
sınırı
konusunda
da
kullanabilmelisin. Yani, olayların akışı, senin elinde ve yönetimin altında olmayan direnç sınırına-alana dayandığında, bu sınırın senin kulluk sınırın olduğunu anlamalı, aklını ve sezgilerini bunu idrak etmek yönünde kullanabilmelisin. Olayların sana acı vermeye başladığı ve tıkandığı sınırda, bu sınırın ötesinde yer alan bilinemeyen alanda Allah’ın elini görüp, bu duruma karşı tevekkül edip, teslimiyet gösterebilmelisin. Bilinemeyenin vizyonel ifadesi, zifiri karanlıktır. Allah’ın Zat’ının da vizyonel ifadesi bunun aynıdır. Bu noktadaki hakikati tefekkür et! Bilesin ki, bu olaylara ait direnç sınırında seni yakan, bizzati bilinemezliğe olan iman ve Allah’a güven eksikliğinin vehm ateşinin kendisidir. Yani, Gayba iman eksikliği senin yakan ateşin ismidir. Đşte, Gayb’a ve Allah’ın kudretine iman teslimiyetinin hakikati
346
budur. Đnsan buna iman ederek bu hakikatin ateşinde yanıp arınmadan,
hakikati
kemalat
ile
yaşama
şansına
sahip
olamamaktadır. Sen kendi sınırında aklını ve sana verilen cüzzi varlığını kullanır ve hareket edersin, bunu yapman senin kulluğunu yerine getirmendir. Ancak, gücünün hangi noktada-sınırda, olayın akışını değiştirmeye yetmediğini anlamaman, senin benlik ateşine kendini atman demektir. Đşte gücünün yetmediği ve seni yakmaya başlayan sınırda, Allah’a ait Zat-i alana adım atmaya başladığını anlamalı ve sınırda durup hemen düşünce, eylem ve iradeni bu alanda edep üzerine sabit tutmalı ve âlemden elini çeklelisin. Böylelikle, Allah’ın izni ile haddi aşanlardan olmamış olur ve afiyete ulaşırsın. Tüm bu anlattıklarımızdan sonra, eğer sen, asıl güç ve mülkün sahibinin Allah olduğunu biliyor, Ahlak ve edep ile kulluğunu yerine getiriyorsan. Bil ki sen zaten, hak ve hakikat üzerine yaşamını tanzim etmişsin demektir. Allah’ın birliğine ve tekliğine iman ederek “O”nu Rabbi olarak bilen, verdiği sıkıntı ve acılara sabrederek, Ahiret ve hesap gününe iman edenleri, iman ettiği hakikatlere göre yaşantısını samimiyet içinde tanzim etmeye çalışanları, Allah kendi izni ile her zaman selamete iletecektir. Allah bu yolda her zaman yardımcın ve dostun olsun. Allah bize her zaman hidayet etsin ve bizi islah etsin. Gizli ve açık tüm günahlarımızı örtüp bizi affetsin. Tevbe edebilmeyi nasip etsin.
347
Allah’ın son Resulü ve Nebi’si Muhammed Mustafa ve onun temiz ailesine salât-ı selam olsun. Herşeyin en iyisini bilen sadece Allah’tır. Her dem Muhabbetle olun... Ş.Y. 01.05.2008
348